RUHBÂNLIK الرهبانية
RUHBAN -REHB- İRHAB الرهبان- الرهب- الإرهاب
Maalesef lügatlerde ve dini kitaplarda aslı astarı araştırılmadan " رهبrehb" sözcüğü, "korkmak", "إرهابirhab" sözcüğü de "korkutmak" olarak yer almıştır. Bu sözcük, bazı ayetlerde anlamsız düştüğünden bunun " rehbaniyet الرهبانية " kalıbı da dikkate alınarak "ibadet etme" anlamı da yüklenilmeye çalışılmıştır.
"رهبRehb" sözcüğünü kadim, muteber lügatlardan incelediğimizde öz anlamıyla ilgili şu beş maddeyi görüyoruz:
a) الرهبRehb, "okun ucundaki ince, sivri demir" demektir
b) الرهبRehb, "Ceket, gömleğin yeni (kolunun ucu)" demektir (Himyer lügatine göre).
c) الرهبRehb, رهبىrehba, "uzun yolculukta zayıflamış, incelmiş deve" demektir.
d) رهبوت خير من رحموت" Rehebûtün hayrun min rahamûtün" deyimi vardır. Ki "birini inceltip; eğitip adam etmek, ona acımaktan daha iyidir" demektir.
e) Bu sözcüğün " الرهبانيةrehbaniyet" kalıbı, dünyayı (malı- mülkü, eşi, evladı) terk edip zahit bir hayat yaşamak" demektir. Böyle yaşayanlara " راهبrâhip" denir. Çoğulu, " رهبانruhban'dır. راهبRahip sözcüğü, kiliselerde bu tip hayat yaşayan kesimin adı olarak kullanılır. [ (Tac, Lisan, Kamus, Sıhah)]
Bedevi Arabın dilinde sözcüğün öz anlamı işte budur. Görüldüğü üzere sözcüğün öz anlamında "korku" anlamı kesinlikle bulunmamaktadır.
Bu sözcüğün, toplumsal hayattaki anlamı, "kaba nesnelerin yontulmuş, incelmiş, işe yarar hale gelmiş, narinleşmiş hali" demektir. Bu sözcüğü insana uyarladığımızda "kaba- saba; dinsiz- imansız, ahlaksız, vicdansız insanların incelmiş, yontulmuş; adam olmuş hali" demek olur.
Sözcüğün Kur'an'da da yer alan إفعالİf'âl babından " إرهابirhâb" kalıbı, "inceltmek, narinleştirmek, işe yarar hale getirmek; kişi üzerindeki din dışı hasletleri gidermek, kısacası "kişiyi adam etmek" demektir.
KAVRAM OLARAK RUHBÂNLIK
Ruhbânlık, yukarıda arz ettiğimiz gibi "dünya nimetlerini terk ederek daha fazla ibâdet, daha fazla zühd hayatını seçmek" demektir. Genel anlamda, "dünyadan el-etek çekmek, ibâdet ile meşgul olmak"tır. Ruhbânlar bu anlayışla, evlenmeyi hoş görmez ve dünya işlerine önem vermezler, akıllarınca rûhu yüceltmeyi ön planda tutarlar.
Kur'ân-ı Kerîm, dinde ruhbânlığı, yani dini daha iyi yaşamak için bir tarafa çekilmeyi, nefsi en doğal ihtiyaçlardan bile mahrum etmeyi icat edenleri ve bunu sürdürenleri tenkit eder:
27Sonra, bunların izinden ardarda elçilerimizi gönderdik. Meryem oğlu Îsâ'yı da arkalarından gönderdik; kendisine İncîl'i verdik ve o'na uyan kimselerin kalplerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları ruhbanlık; (dünyayı (malı- mülkü, eşi, evladı) terk edip zahit bir hayat yaşamak ilkesi) onu, onların üzerine Biz yazmadık. Sadece Allah rızasını kazanmak için ortaya çıkardılar. Sonra da buna gereği gibi riâyet etmediler. Sonra da Biz, onlardan iman eden kimselere karşılıklarını verdik. Onlardan pek çoğu da hak yoldan çıkmış olanlardır.
(Hadîd/27)
Âyetteki, Uydurdukları ruhbânlık; onu, onların üzerine Biz yazmadık ifadesiyle, kendi kendine din uyduranlar kınanmaktadır. Rabbimiz din adına her ne ilke koyduysa, hepsi insan fıtratı çerçevesindedir; aşırılıklar ilâhî ilke olmaktan uzaktır:
Nisâ/171, Mâide/77.
Ruhbânlık, târihî akış içerisinde Hristiyan din adamlarının daha iyi teşkilatlanmalarını ve daha etkin çalışmalarını sağlayan bir kurum hâline gelmiştir. Hristiyan geleneğinde özel bir sınıf olan, din konusunda özel yetkileri bulunan Ruhbânlar, dini temsil eder ve din adına karar verirler. Kur'ân'ın ifadesiyle onlar kendilerini ilâhlık ve rabblık makamına çıkartan kimselerdir. Kendilerine de, "Rûhânîler" de denilen bu kimseler, Allah ile kullar arasında aracı durumundadırlar.
Câhil zümreler, rûhbânlara hakk etmedikleri nitelikleri yakıştırdılar ve onların din adına söylediklerini itirazsız kabul ettiler. Kur'ân, bu hususa şöyle işaret eder:
Tevbe/31, Tevbe/34.
Ruhbânlar, halka bir şeyi emrettikleri, haram ya da helâl kıldıkları zaman, insanlar bunu kabul eder ve Allah'ın o konudaki hükmünü düşünmezler. Bu gibi insanlar, Allah'ın dinine ve hükümlerine değil, kişilere tâbi olurlar; Allah'a rağmen onların peşine düşerler. Bu ise, İslâm'ın şirk saydığı sapık bir inançtır.
İslâm'ın ilk yıllarında Müslümanlara karşı iyi davranan rahibler Kur'ân'da (Mâide/82) övülmüştür.
İslâm'da ruhbânlık ve ruhbanlığa ihtiyaç yoktur. Müslümanlar daha iyi ibâdet edebilmek için bir köşeye çekilmek durumunda olmadıkları gibi, mübah olan şeyleri kendilerine haram da kılamazlar. Bilakis, dinlerini hayatın akışı içerisinde toplumla beraber doğal bir şekilde yaşarlar. Takvâ, İslâmî ölçüler içerisinde yaşanmalıdır. İfrat ve tefrit, telafisi mümkün olmayan zararlar getirir, kişiyi şirke bulaştırır.
İslâm'da ruhbân sınıfı da yoktur. Bütün Müslümanlar din önünde eşittir. Hiç kimsenin din adına bir ayrıcalığı olmadığı gibi, hiç kimsenin başkalarını İslâm'a kabul etme, İslâm'dan çıkarma veya günahını bağışlama yetkisi de yoktur.
Kimi Müslümanların, hocasını, üstadını, şeyhini veya liderini dinin temsilcisi sayması, onların her dediğini dini bir emir gibi algılaması ve onların masum ve lâyüs'el olduklarına inanması ise, Hristiyanlardaki sapıklığın Müslümanlardaki yansımasıdır.