Anlamı yanlış bilinen sözcüklerin en önemlilerinden birisi de " امّى ümmî" sözcüğüdür. Kur'an'da peygamberimiz için kullanılmış olan bu sözcüğe yanlış anlam verildiğinden dolayı hem dinimiz doğru anlaşılamamış, hem de peygamberimiz insanlara yanlış tanıtılmıştır.
"امّى Ümmî" sözcüğü halk arasında "anasından doğduğu gibi bilgisiz, okuryazar olmayan" anlamında kabul edilmiş ve Müslüman toplumlarda da bu anlamıyla kullanılır olmuştur. Bu yanlış anlamdan dolayı da "anasından doğduğu gibi bilgisiz olmak" hep yerilmiştir. Şair Eşref'in bir hicvi buna örnektir:
"Rahm-i maderden [ana rahminden] nasıl çıkmışsa hâlâ o hâldedir,
Gezmeden seyyah-ı âlem, bilmeden allâmedir"
"Ümmînin ümmîye imameti caizdir [Cahilin cahile imam olması sakıncasızdır]" deyiminde de yine "ümmi" sözcüğü aynı yanlış anlamda kabul edilmiş ve bir bakıma alay edilmesi gereken cehalet ile eşdeğer tutulmuştur.
Hâl böyle iken "امّى ümmî" sıfatının peygamberimiz için "anasından doğduğu gibi bilgisiz" anlamında kullanılması son derece yanlış bir uygulamadır. Peygamberimizi övme niyeti ile söyleniyor olsa bile, zihinlerde peygamberimiz hakkında ümmi olmayla ilgili nahoş çağrışımlar yapmaktadır. "Ümmî" sözcüğünün bu nahoş çağrışımdan mutlaka kurtarılması gerekmektedir. Doğruları öğrenenler, manevi sorumlulukları gereği, bu doğruları insanlara da anlatmalıdırlar. Bu nedenle, "ümmî" sözcüğünün Allah'ın lütuf ve yardımı ile öğrendiğimiz doğru anlamını aşağıda okuyucuya sunuyoruz:
"ÜMMÎ" NE DEMEKTİR?
"امّى Ümmî" sözcüğü, "ana" anlamındaki " امّ ümm" ile "nisbet [bağıntı] 'yâ ى'sı"ndan oluşturulmuş bir sözcük olup "anaya mensup", "analı" demektir. Çünkü sözcüklerin sonuna getirilen "yâ" bağlantı edatı, genellikle kişilerin hangi şehirli olduklarını ifade etmek için kullanılır. Meselâ; Konevî, Konyalı; Bağdadî, Bağdatlı; Halebî, Halepli; Rumî, Romalı demektir. Buna göre "ümmî" de adı "Ümm (Ana)" olan kent mensubu, Analı demektir. Ancak buradaki "Ana" özel isim olup cins isim olan "ana [anne]" ile karıştırılmamalıdır. "Ana" adlı yerin neresi olduğu konusunda ise rehberimiz her zaman olduğu gibi yine Kur'an'dır:
92İşte bu da Bizim Anakent'i ve yanı başındaki kişileri uyarman için indirdiğimiz, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı, bolluk dolu bir Kitaptır. Âhirete inananlar ona da inanırlar ve onlar salâtlarına [mâlî yönden ve ve zihinsel açıdan destek olma: toplumu aydınlatma kurumlarına] da koruyucudurlar.
(En'âm/ 92)
Bu ayette peygamberimize önce " امّ القرى Ümmü'l-Kurâ"yı, sonra da çevresindekileri uyarma talimatı verilmiştir. Peygamberimizin Mekke'de elçi seçilip ilk kez Mekkelileri uyardığı herkesçe bilinmektedir. O hâlde ayetteki "Ümmü'l- Kurâ" ifadesi ile Mekke şehrinin kastedildiği açıktır. Nitekim Mekke, tüm yazılı Arap metinlerinde ve çevredeki halkın dilinde "Ümmü'l-Kurâ"dır. Dolayısıyla Mekke şehrinin Kur'an'da da bu isimle anılması hiç yadırganmamış, bu konuda herhangi bir tartışma olmamıştır. "Ümmü'l-Kurâ"; "Köylerin/Kentlerin Anası, Anakent" demek olup Mekke'nin Arap toplumunda bu isimle anılmasının sebebi, onun Kâbe çevresinde kurulan ilk yerleşim merkezi olmasıdır. Bazı yerleşim birimlerinin kendi isimleri ile değil de o birimlerin özelliklerini yansıtan isimlerle anılması Türkçede de mevcut bir durumdur. Meselâ; Ankara yerine Başkent, Türkiye yerine Anayurt veya Anavatan, Kıbrıs yerine Yavruvatan denmesi gibi…
"ANAKENT" NASIL "ANA" OLDU?
Arap dilindeki izafetlerde [isim tamlamalarında) bazen "muzafun ileyh" hazf olur, ondan bedel olarak da muzâfa "lâm-ı tarif [ ال el]" takısı getirilir". Yani, tamlanan kaldırılarak onun yerine tamlayanı belirtili/özel isim hâline getiren bir edat getirilir. Burada da " امّ القرى Ümmü'l-Kurâ" tamlamasındaki " القرى el-Kurâ" kaldırılarak yerine " ال el" takısı konmuş ve iki kelimeden oluşan tamlama " الامّ el Ümm [Ana]" şeklinde tek kelime hâline getirilmiştir. Böylece "Kentlerin anası / Anakent" ifadesi sadece "Ana" olmuştur. Bu gibi durumlarda yeni sözcük özelleşmekte ve artık özel isim hâline gelmiş olan yeni sözcüğün ilk harfinin de büyük harfle yazılması gerekmektedir.
Mekke'nin diğer ismi olan " امّ القرى Ümmü'l-Kurâ", yukarıdaki şekilde " الامّ el-Ümm" şekline dönüştüğü için "Mekkeli"yi ifade etmek üzere sözcüğün sonuna bağıntı " ى ya"sı getirilmesi yeterli olmaktadır: " الامّى el-Ümmî". Artık "الامّى el-Ümmî" denince "Anakentli" anlaşılmalıdır.
Yerleşme birimleri ile ilgili olarak bu tarz kısaltmalar Türkçede de uygulanmaktadır. Meselâ, Aydın'ın Kuşadası ilçesine, İzmir ve Aydın yöresi halkı tarafından "Ada" denmekte ve halk arasındaki konuşmalarda Kuşadası ile ilgili cümleler; "Ada'ya gittim", "Ada'dan geliyorum", "Ada'nın kaymakamı", "Ada'nın belediyesi", "Adalı Ahmet", "Adalı Mehmet" gibi ifadelerle dile getirilmektedir.
"Ümmî" sözcüğü de yukarıda verilen örneklerde olduğu gibi "Ümmü'l-Kurâ" ifadesinin değişime uğramış hâli olup "Ana'ya mensup, Analı", yani "Mekkeli" anlamına gelmektedir. Kur'an'da tekil ve çoğul olarak toplam altı ayette geçen "Ümmî" sözcüğü, bu ayetlerin hepsinde de aynı anlamı ifade etmektedir:
Bakara/ 78, Âl-i Imran/ 20, 75, Cuma/ 2.
"Ümmî" sözcüğünün tekil veya çoğul olarak geçtiği yukarıdaki ayetler, bulundukları pasaj ile birlikte dikkatle okunur ve iyi anlaşılırsa, "Ümmî" kavramının da "Kitap ehli olmayan, yani Tevrat ve İncil'i okumayan veya Yahudi ve Hıristiyan olmayan Mekkeliler" demek olduğu kolayca anlaşılır.
O dönemde Peygamberimizin içinde yaşadığı toplumu "Ehl-i Kitap olanlar [Yahudi ve Hıristiyanlar]" ve "Ehl-i Kitap dışındakiler" olmak üzere iki farklı zümreye ayırmak mümkündür. Yahudiliğin millî bir din olması sebebiyle, Yahudilerin aslen Mekkeli olmadıkları zaten bilinmektedir. Ehl-i Kitap zümresinin diğer bölümü olan Hıristiyanların da, Mekke'nin "anakent" olması dolayısıyla Mekke'ye başka yörelerden göç etmiş oldukları çeşitli kaynaklarla doğrulanmış bir gerçektir. Nitekim Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan ve "zımmî" adı verilen bu yabancıların hukukî varlıkları, peygamberimizin devlet başkanı olduğu dönemde yasalarla belirlenmiştir. [ (Ana Britannica, c:32, s:393)] Toplumun Ehl-i Kitap dışında kalan diğer zümresi ise, Kur'an'dan öğrendiğimize göre, kitap (Tevrat, İncil) bilmeyen, sadece kuruntu ve zanlarıyla hareket edenlerdir ki bu zümre Mekke'de doğup büyümek suretiyle Mekkeli olanlardır. Kur'an'da bu kesime mensup olanlara, yani Mekke'nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış olanlara, taşralı olmayanlara, bedevî olmayanlara "Ümmî" denmektedir. Bunun böyle olduğu, hem Kur'an ayetleri hem de tarihî belgelerle sabittir.
Demek oluyor ki, peygamberimizin "امّى Ümmî" oluşu onun okuma yazma bilmediğini değil, Mekke'nin Ehl-i Kitap dışındaki zümresine mensup olduğunu göstermektedir.
Konuya aklî olarak yaklaşıldığında da netice aynı olmaktadır:
Elçi olarak seçilmeden önce Mekke'de ticaretle uğraşan peygamberimizin bir tüccar olarak okuma yazma bilmemesi mümkün değildir. Ayrıca Mekke'nin emini olması dolayısıyla, okuması yazması olmadan birçok insanın malının ve parasının kaydını tutması da imkânsızdır.
Elçilik görevine seçildikten sonra, gelen ilk vahylerde kendisine "Oku! En üstün olan Senin Rabbin ise kalemle öğretendir." (Alak; 3, 4) talimatı verilmiştir. Bu ifade aslında peygamberimize aldığı vahyleri yazmasını bildiren dolaylı bir emirdir. Okuryazar olmayana böyle bir emir verilmez. Ayrıca Kur'an'da okuyup yazmayı özendiren, cehaleti yeren onlarca ayet mevcuttur. Eğer peygamberimiz okuryazar olmasa idi, sürekli onun açığını arayan müşrikler bunu kendilerine malzeme yapar, okuma yazma bilmeyen birisinin bunu başkalarına ne yüzle emredebildiğini sorar, böyle bir davranışın "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir nefretle karşılanır" (Saf/2-3) ve "Sizler Kitab'ı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?" (Bakara/44) şeklindeki ayetler ile yasaklandığını hatırlatarak ona çelişki içinde olduğunu söylerlerdi.
Bir an için peygamberimizin elçi seçilmeden önce okuma yazma bilmediği var sayılsa bile, bunu yirmi üç senelik elçilik hayatında da öğrenmediğini iddia etmek mümkün değildir. Çünkü ilmi, bilgilenmeyi emreden ayetler karşısında, bu emirlere ilk muhatap ve ilk teslim olan insan olarak onun bu emirlere kayıtsız kalması ve bu süre içinde okuma yazma öğrenmemesi mantıksızdır. Kaldı ki, peygamberimizin Bedir Savaşı esirlerini okuma yazma bilmeyen Müslümanlara okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakması gibi, Kur'an emirleri doğrultusunda ilmi ve irfanı tavsiye eden birçok önerisi ve uygulaması vardır.
Rabbimiz herkese ilim ve irfanı emrederken kendi elçisini bundan vareste tutmadığına göre, peygamberimizin okuma yazma bilmediğini söylemek hem mantıksız, hem de büyük haksızlıktır.
SONUÇ OLARAK: Naklen ve aklen sabittir ki, Kur'an'da geçen "el-Ümmî" ifadesi "Anakentli [Mekke'nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış, taşralı olmayan, bedevî olmayan]" demektir. (Ümmî sözcüğü ile el-Ümmî karıştırılmamalıdır.)
Bu ifade, Mekkelilere peygamberimizin kendi içlerinden biri olduğunu, hemşehrileri olduğunu, yakından tanıdıkları ve yabancı olmayan birisi olduğunu vurgulamak için kullanılmıştır. Kur'an'da, peygamberimizin Mekkelilerin kendi içlerinden biri olduğu konusu üzerinde duran daha birçok ayet vardır (Sad/4, Kaf/2, Tövbe/128). Yani, peygamberimiz okuyup yazabilen, Ümmî / Anakentli [Mekke'nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış, taşralı olmayan, bedevî olmayan] birisidir.
Yukarıdaki 157, 158. ayetlerden anlaşıldığına göre, peygamberimizin yaşadığı dönemdeki ehlikitabın elinde bulunan Kitab-ı Mukaddes'te de, son peygamberi niteleyen ve haber veren cümleler bulunmaktadır. Zaten Kur'an'ın bu ayetlerine o günleri yaşayan Ehl-i Kitap tarafından bir tepki gösterilmemiştir. Kur'an'da da, kendilerine kitap verilenlerin peygamberimize inandıkları bildirilmiştir:
Bakara/ 46, 121, En'âm/ 20.
Ümmî peygamber ile ilgili Kur'an'da bir başka ayet daha vardır:
Saff/ 6.