Teybin çalışmamızda bu yazıda bazı yer değiştirmeler yapılmıştır. Şu anda siz mevcut haliyle değerlendiriniz.

A’RAF ve ASHAB-I A’RAF

Muhterem Hocam!

A’raf suresini, sureye isim olan meseleyi size sormak istiyoruz.

A’raf 46-48. âyette iki taraf arasında bir hıcap (perde) ve A’raf üzerinde herkesi  sîmalarından tanıyan “adam”lardan bahsedilmekte ve cennete henüz girmedikleri halde cenneti ummaktadırlar. Cennet ehline selam deyip cehennem ehline, kibirlenmelerinden ötürü bu halde olduklarını hatırlatmaktadırlar.

Kendileri henüz girmedikleri halde cenneti uman ve herkesi sîmalarından tanıyan bu adamlar kimlerdir?

49. âyette “Üdhulû-l cennete” hitabını kim kime yapmaktadır.

Diyanet vakfı yayınlarının mealinde “girin cennete” ibaresini sanki A’raftaki o adamlar söylüyormuş gibi mana verilmiş. Kendileri henüz cennete girmemiş ve cenneti uman bu kimseler emir sıgasıyla kimlere hitap ediyorlar. Açıklamalarınızı merak ile bekliyoruz. Selam ve dualarımızla. Abdullah G. Çam.

A’raf ve Ashab-ı A’raf konuları müslümanlar arasına tutarsız rivâyetler ile yanlış olarak yerleşmiştir. Aynı “Kabir Azabı” ve “Berzah Alemi” konuları gibi.

 Her iki ifade de, rivâyet bombardımanı altında, tefsirciler tarafından değişik şekillerde yorumlanmıştır. Yüzlerce farklı yorum ve farklı rivâyet vardır kaynak kitaplarda. Kaynak kitaplar maalesef,  mesnetsiz, bu gerçek dışı  kabulleri bu güne kadar taşımış, müslümanlar arasında tutarsız bir inanç, anlaşılmaz bir kavram oluşmasını sağlamıştır. Bunları gören herkes  ister istemez “Bu Kur’ân ne anlaşılmaz bir kitap!” demek durumunda kalıyor. Hâşâ. Halbuki Kur’ân anlaşılmaz, kapalı bir kitap değildir. O, Mübin’ dir, açık seçiktir. Her seviyeden kişi rahatça, kolayca anlar onu.

Rivâyetleri burada tek tek döküp saymanın bir anlamı yok. İbn-i Kesir yüzlerce rivâyeti sayıp dökmüş sonra da “Bu rivâyetler hep gariptir” diye son noktayı koymuş.

 Biz, bu garip  rivâyetler nedeniyle, A’raf ve Ashab-ı A’raf ifadelerinin müslümanlar arasında yer tutmuş olan anlamlarını özetleyip, sonra da işin aslını Kur’ân’dan tahlil edelim.

 A’raf ile ilgili oluşmuş inanışlar:

1) A’raf, sırat köprüsünün üstündeki yüksekçe bir yerdir, burçtur.

2) A’raf, cennetle cehennem arasında Uhud dağına benzer bir mevkidir.

3) A’raf cennetle cehennemi birbirinden ayıran bölgedeki surun yüksek bir yeridir.

Ashab-ı A’raf ile ilgili oluşmuş inanışlar:

1) Ashab-ı A’raf, iyi ve kötü amelleri eşit olan müminlerdir. Bunlar cennete hemen konulmayıp ikisi arasında (A’rafta, arabölgede) bir müddet bekletilip sonra cennete konulacaklar.

2) Ashab-ı A’raf, meleklerdir. Müminleri ve kâfirleri yüzlerinden tanırlar.

3) Ashab-ı A’raf, peygamberler, şehitler, yüksek şahsiyetli alimlerdir.

4) Ashab-ı A’raf, cennet ve cehenneme girmeyi gerektirecek durumda olmayan kimselerdir ki, bunlar, peygamberlerden haberi olmayanlar, kâfir ana-babanın, küçükken ölmüş çocukları, veled-i zinalar/zinadan doğan çocuklar ve delilerdir.

Aslında daha çok madde saymak mümkün. Biz bunları dört ana grupta toplamaya çalıştık.   Saydığımız bu dört ana gruptan her biri bir çok garip, zayıf rivâyetlere dayanılarak ortaya çıkarılmıştır. Bu inanışların çoğu Kur’ân ile çelişir.

Kur’ân’ı anlamayıp, Kur’ân dışı söylentilerin ardına düşülürse  doğal olarak dört çeşit değil dört bin çeşit görüş ve inanç ortaya çıkar. Öyleyse biz Kur’ân’a yönelip Kur’ân’daki ifadeler nelerdir  ona bakalım.

A’raf ve Ashabı A’raf ifadelerinin yer aldığı âyetleri tahlil edelim. Tahlile başlarken söz konusu âyetlerin yer aldığı pasajı  (35-53 âyetlerin hepsini) inceleyelim.

Anlatım düzeni:

35, 36. âyetler:

Bu âyetlerde Rabbimiz, bize kurtuluş ve helak yollarını açıklıyor:

“Ey Ademoğulları! Size, aranızdan, âyetlerimizi anlatan elçiler geldiğinde, kim takvalı davranır ve kendini iyileştirirse, işte onlara kaygı yoktur ve onlar üzülmeyecekler de.

Ve âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlara gelince, işte onlar Ateş’in arkadaşlarıdır ve orada temelli kalacaklar.”

37-41. âyetler:

Bu âyetlerde insanlar yanlışa karşı uyarılıyor.

“Öyleyse, Allah’a karşı yalan uyduran veya âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? İşte onlara Anakitap’taki payları erişecektir; sonunda elçilerimiz, canlarını almak üzere geldiklerinde, onlara,”Allah’ın yerine dua ettikleriniz nerede?” diyecekler. –Onlar, “bizden ayrıldılar” diyecekler ve inkarcı olduklarına, kendi aleyhlerine tanıklık edecekler.

Allah, “Sizden önce geçmiş cin ve insan toplumlarıyla birlikte Ateş’e girin” diyecek. Her ümmet/toplum girdikçe, kız kardeşine (1) lanet edecek. Sonra, hepsi birbiri ardından orada buluşunca, sonrakiler, öncekiler (2) için, “Rabbimiz! Bizi saptıranlar işte bunlar: Onlara ateşten iki kat ceza ver” diyecekler.-O, “Her biri için iki kattır, ama siz bilmiyorsunuz!” diyecek.

Ve öncekiler, sonrakilere (2), “Ama sizin bizden hiçbir üstünlüğünüz yok. Öyleyse kazandığınıza karşılık cezayı tadın!” diyecekler.

Hayır, göstergelerimizi yalanlayan ve onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları kesinlikle açılmayacak, deve/urgan (3) iğnenin deliğinden geçmedikçe de Cennet’e giremeyecekler. Suçluları işte böyle cezalandırırız.

Onlar için Cehennem’den bir yatak ve üstlerinde de örtüler vardır. Hainleri işte böyle cezalandırırız.”

42-43. âyetler:

 Bu âyetlerde doğrunun peşinden gidip de kendini kurtaranlara müjdeler veriliyor, onlar özendiriliyor.

“İnanan ve iyi işler yapanlara gelince –ki hiç kimseye kapasitesinden fazlasını yüklemeyiz,- işte Cennet halkı onlardır. Orada temelli kalacaklar.

Ve göğüslerindeki kini çıkarıp atacağız. Altlarından ırmaklar akacak; “Övgü bizi buraya ileten Allah’a! Eğer Allah bizi doğru yola iletmeseydi, biz doğru yolu bulamazdık. Hiç kuşkusuz Rabbimizin elçileri, bize gerçekle geliyorlardı!” diyecekler. –Ve onlara, “işlediğinize karşılık, işte mirasçısı olduğunuz Cennet!” diye seslenilecek.”

44, 45. âyetler:

Bu âyetlerde inzar ve tebşirin sonucu açıklanıyor. Temsili bir tablo çiziliyor, cennettekilerle cehennemdekiler konuşturuluyor. Salt bilgi aşılıp cennet ve cehennem ehli canlı-canlı sahnede izlettiriliyor.  Ki uyarı ve müjde mükemmel yapılmış olsun.

“Ve Cennet  halkı ateş halkına, “Biz, Rabbimizin bize vaat ettiğini gerçek bulduk. Peki siz, Rabbinizin size vaat ettiğini gerçek buldunuz mu?” diye nida ettiler. Onlar da “evet” dediler. Aralarından bir duyurucu, “Şüphesiz ki Allah’ın lanetinin, Allah’ın yolundan geri çevirip yolun eğri-büğrüsünü isteyen ve ahireti inkar eden zalimlerin üstüne olacağını” duyurdu.””

46-49. âyetler.

Burada bir parantez açılıyor

“46- Ve aralarında perde vardır. (4) A’raf (5) üzerinde, onların hepsini sîmalarından/alâmetlerinden (6) tanıyan kimseler vardır. Ve bu kimseler, cenneti umup da henüz girmemiş olan (7) cennet ehline “Selam olsun size!” derler. (8)

47) Gözleri ateş ehline çevrilince “Rabbimiz! Bizi bu hainlerle birlikte bulundurma” derler. (9)

48-49)  A’raf ashabı alâmetlerinden tanıdıkları kimselere seslenip, “ topluluğunuz ve şişindiğinizler size yarar sağlamadı, Allah’ın, rahmetine (x) erdirmeyeceğine yemin ettikleriniz, şunlar mı?”

(x)) Bu rahmet, “Girin cennete, size kaygı yoktur, üzülmeyeceksiniz de! (10)”dir.

50-53. âyetler:

Parantez kapatılıyor ve tekrar temsili sahneye dönülüyor.

“Ve Ateş’in arkadaşları, Cennet’in arkadaşlarına, “Bize biraz su veya Allah’ın size verdiği yiyecekten gönderin” diye seslendiler, -onlar da “Allah, dinlerini alaya ve eğlenceye alan, basit, iğreti hayata aldanan inkarcılara ikisini de gerçekten yasaklamıştır!” dediler. –Bu günle karşılaşacaklarını unuttukları, âyetlerimizi bile bile inkar ettikleri gibi, biz de bu gün onları unutacağız.-

Hiç kuşkusuz onlara, inananlar için, bir yol gösterme ve rahmet olarak, tam bir bilgiyle açıkladığımız bir Kitap getirmiştik.

Onun gerçekleşmesinden başka ne bekliyorlar? Onun gerçekleşeceği gün geldiğinde, önceleri onu unutanlar, “Rabbimizin elçileri gerçekten bize gerçeği getirmişti. Acaba bizim için aracılık edecek aracılar var mı? Veya geri gönderilip de yaptıklarımızdan başkasını yapabilir miyiz?” diyecekler. Kuşkusuz kendilerini kayba uğratmışlardı. Uydurdukları şeyler de onlardan ayrılmıştır.”

Bu anlatım düzeni dikkate alınıp Kur’ân’ın lafzı ifadeleri kurallara göre anlamlandırılırsa sorun çözülür. Mesele ayan beyan anlaşılır.

Özetlersek Ashab-ı A’raf, dünya üzerinde yaşayan iman-küfür, takva-fücur kavramlarını öğrenmiş kimselerdir. Bunlar çevrelerine baktığında çevrelerindeki  imanlı ve takvalı olanların cennetlik olduklarını ve yine çevrelerindeki insanlardan kâfir ve fâcir olanların da cehennemlik olduklarını bilebilirler.

Bu olayın ahiretle alakası yoktur. Temsili anlatım kısımlarında cennet ve cehennem ehillerinin diyaloglarının geçmiş zaman kipiyle verilmesi hem Zat-ü Zülcelal’e göre zaman mefhumunun olmayışı hem de tahakkukunun kesinliği  nedeniyledir. Bu tür anlatım Kur’ân’ın bir çok yerinde mevcuttur.

AÇIKLAMALAR:

(1) Âyette geçen “uhteha/kız kardeşine (ümmetin kız kardeşi) ifadesi kişinin kız kardeşiyle karıştırılmamalıdır. Ümmetin kız kardeşi, dindaş, yandaş, ülküdaş demektir. Müşrikler müşriklere, yahudiler yahudilere, ateistler ateistlere……

(2) 38. ve 39. âyetlerde öncekiler ve sonrakiler ifadeleri cehenneme evvel ve sonra girenler demek değildir. Zuhruf suresi 67. âyetin delaletiyle birbirinin izinden gidenler demektir. Ki öncekiler, sapık fikrin sahipleri imamlar; ideologlardır. Sonrakiler de bu sapıkların arkasından gidenler, onlara uyanlardır.

(3) Âyette geçen “cemel/deve” sözcüğü bazı kıraatlarda “cümmel/urgan” olarak okunur. İğne-iplik ilişkisi dikkate alınınca “cümmel” kıraati tercihe şayandır. İlişki urgan-iğne ilişkisi olur.

(4) Âyetin bu kısmı, anlamca 44, 45. âyet grubuna bağlıdır. Temsili olarak anlatılan, bir nevi canlı canlı yaşatılan cennet ve cehennem halkının diyaloğunun yüzyüze olmayıp aralarında bir perdenin bulundurulduğu, tarafların birbirlerini görmeden konuştukları anlatılıyor. Bu âyette geçen ‘hicab/perde’nin Hadid suresi 13. âyette geçen ‘sur’ ile alakası yoktur. Hadid  suresi âyet 13’teki geçen”kapısı olan sur/duvar” bildiğimiz cennet kapılarının bulunduğu sur/duvardır (mecazen). Buradaki konu edilen hicap/perde ise temsilin sahnesindeki bir dekordur. Sahnede bulunan iki ayrı grup oyuncunun arasına çekilmiştir.

 (5) A’raf sözcüğü ‘urf’ sözcüğünün çoğuludur. Yani bu sözcük çoğuldur. “Ef’âl” kalıbında cemikıllettir. Anlam olarak 3-10 adedi kapsar. Yukarıda gördüğünüz, yanlış kabuller ve bu kabullere göre yazılmış tefsir ve mealler Sözcüğün çoğul oluşunu hiç dikkate almazlar.  Bir tepe, burç, bir ara bölge deyip geçerler. Halbuki en azından, tepeler, bölgeler, burçlar demeliydiler.

‘Urf’, kum yığını, yerden yüksek olan yer demektir. Hatta Araplar horozun ibiğine, atın yelesine de ‘urf’ derler. Ama burada dikkat edilecek nokta kök harfler; “ARF”dir. Ki bu sözcüğün gerçek anlamı, bilindiği gibi ilim, irfan/iyiyi kötüyü, eğriyi- doğruyu ayırabilme yetisidir. ‘Urf’ ise vaz’ında bu yetideki derecelerin yüksekçe olanıdır. Biz buna bilgi tepesi diyebiliriz. Ülkemizde bilgi aşamaları “deniz” ile ilgili sözcükler ile ifade edilir: “yufka, derin, derya, okyanus vs. gibi.

Demek oluyor ki Araplar bilgi derecelendirmesini “tepe, dağ” sözcükleriyle ifade ediyorlarmış. ‘Urf’ da bilgi derecesinin en küçüğü (tepecik) anlamında kullanılıyormuş. Lisan-ül Arab’da açıklandığına göre yukarıda açıklanan:

1) A’raf, sırat köprüsünün üstündeki yüksekçe bir yerdir, burçtur.

2) A’raf, cennetle cehennem arasında Uhud dağına benzer bir mevkidir.

3) A’raf cennetle cehennemi birbirinden ayıran bölgedeki surun yüksek bir yeridir. ” gibi anlamlar tefsirciler tarafından ortaya atılmıştır, dilbilimceleri tarafından değil. (İbn- Manzur, Lisan-ül Arab Cilt 6; S. 198)

Mekke’deki “Arafat” bölgesinin adı, “itiraf” sözcüğü de aynı kökten türemiştir.

 Bu gün öğretim derecelerini incelersek, ülkemizde, öğrenimin, ilköğretim, orta öğretim, yükseköğretim gibi derecelendirildiğini görürüz.  Bu günkü anlayışımıza göre ‘Urf’ (bilgi tepeciği), ilköğretim derecesidir diyebiliriz.

Bu tespit ve anlayış sadece bizim tespit ve anlayışımız değildir. Büyük tefsircilerimizden Hasan-ı Basri ve Zeccac’ın da tespit ve anlayışları böyledir. Fahredddin-i Razi  en makul ve makbul görüş ve tespitin bu olduğunu bildirir. Ama bu gerçekler, rivâyet toz-dumanı içinde kaybolup gitmiştir.

Bu açıklamalardan sonra  diyebiliriz ki “Ashab-ı-A’raf” da, bu dünyada ilköğretim seviyesinde  (az seviyede) bilgi sahibi olan kimselerdir. Kimin cennetlik, kimin cehennemlik olduğunu bilmek için çok derin bilgiye, yüksek tahsile gerek yok. Az bilgili insanlar bile bunu kişilerin yaşam tarzlarından bilebilir. Parantez içinde bize bildirilen işte budur.

(6) Sîmalarından/ alâmetlerinden. Bu alâmetler onların yaşam tarzlarıdır. Müminlik-müttekilik, kâfirlik-fâcirlik gibi. Bu ölçüleri bilen kimseler çevrelerindeki kimselerden kimin cennetlik, kimin cehennemlik olduklarını bilebilirler. Âyette ifade edilen işte budur. Bazı tefsircilerin, Âl-i Imran suresi  106, 107 ve Zümer suresi âyet 60’ta açıklanan, ahirette, bazılarının yüzünün beyaz, bazılarının siyah oluşunu bu âyetin tefsirinde kullanmaları çok yanlıştır. Tefsir ve meallere bakarsanız “sîma” sözcüğünün “yüzlerinden”, “yüz çizgilerinden” veya “yüzlerindeki alâmetlerden” diye çevrilmiş olduğunu görürsünüz. Halbuki “sîma”, sadece “alâmet, gösterge, eser, belirti” demektir. Bakara suresi âyet 273, Muhammed suresi âyet 30 ve Rahman suresi âyet 41’e de bakılabilir. Sözcüğün anlamı Fetih suresi 29. âyetteki “sîmahüm fi vücuhihim/alâmetleri, secde eserinden, yüzlerindedir.” ifadesiyle karıştırılmıştır. Ne yazık ki Türkçe’ye de “sîma” sözcüğü “yüz, çehre” olarak girmiştir. Halbuki “yüz, çehre” ifadesinin karşılığı “vech”tir. “yüzdeki alâmet/belirti” ifadesinin karşılığı da “sîma-ül vech”dir. Görüldüğü gibi Fetih suresi 29. âyette öz anlamlarıyla ayrı ayrı yer almıştır.

 (7) Âyette geçen “…cenneti umup da henüz girmemiş olan.” nitelemesi Ashab-ı A’raf’a ait değildir. Ashab-ı A’raf’ın çevresinde bulunan ve onların yaşam tarzlarından tanıdıkları cennetlik kimselerin niteliğidir. Bu ifade onların henüz ölmemiş  dünyada yaşayan insanlar olduklarının açık-seçik beyanıdır.

(8) Azıcık bilgili insanlar, çevrelerindeki insanlara bakıp yaşam tarzlarından; mümin, mütteki oluşlarından cennetlik olduklarını kavrayınca onlara imrenirler ve “Selam size/ne mutlu size” diye hayranlıklarını dile getirirler.

(9)  Yine bu az bilgili insanlar, çevrelerine bakıp, bazı insanlarında yaşam tarzlarından; kâfirlik ve fâcirliklerinden dolayı cehennemlik olduklarını öğreniverince, onlar gibi olmamak için dua ederler. Ayrıca 48 ve 49. âyetler de gördüğünüz gibi onları uyarmaya da gayret  ederler.

(10) Bilindiği gibi tefsircilerin ve mealcilerin ekserisi bu âyeti çözememişler veya çözmemişlerdir. İlk birisinin yazdığını aynen kabul edip kendileri dirâyet göstermemişler, âyeti anlatabilmek için “Girin cennete, size kaygı yoktur, üzülmeyeceksiniz de!” ifadesinin önüne arkasına parantezlerle bir çok ifade yamamak durumunda kalmışlardır. Parantezli ifadelerin birden çokluğu ve birbirinden farklılığı kimseyi tatmin etmediği gibi üstelik konuyla ilgili bir çok yanlış anlayışa da neden olmuştur.

Âyetteki “üdhulû” cümlesi âyetteki “rahmetin” ifadesinden “bedel” yapıldığı takdirde anlaşılmayacak bir şey kalmaz.Teknik olarak buna herhangi bir engel yoktur. Bu takdirde anlam bizim verdiğimiz anlam olur. Rabbimizin Cennete girdirme ve orada korkusuz ve üzüntüsüz bir yaşam (rahmet) sunuşunu anlamak için ise, Konumuz olan pasajı yeniden bir tetkik ile Bakara suresi âyet 112, 262, 274,  277, Al-i Imran suresi âyet 195, 170, Nisa suresi âyet 13, 124, 57, 122, Maide suresi âyet 12, 69, En’am suresi âyet 48, A’raf suresi âyet 35,  Yunus suresi âyet 62, Zuhruf suresi âyet 68, 70, Ahkaf suresi âyet 13, Meryem suresi âyet 60, Mümin suresi âyet 40, Ya Sin suresi âyet 26, Nahl suresi âyet 32,  Hıcr suresi âyet 46, Kaf suresi âyet 34, Fecr suresi âyet 29, Enbiya suresi âyet 86, Ankebut suresi âyet 9, Hacc suresi âyet 14, Muhammed suresi âyet 12, Fetih suresi âyet 5, 17, 25, Saff suresi âyet 12, Tahrim suresi âyet 8, Teğabün suresi âyet 9, Talak suresi âyet 11 ve Mücadele suresi âyet 22’ye de bakılabilir. Bu âyetlerde Rabbimizin rahmetinin “cennete giriş ve orada korkusuz, kaygısız güvenli bir hayat” olduğu, lafzen ve manen anlaşılır.