BEŞER
“Beşer”, “Derinin dışı, dış deri, üst deri (epiderm), derinin gözüken kılsız kısmı, bir şeyin güzelliğiyle ortaya çıkması, görünmesi” demektir. (Lisan, Tac, Müfredat vs.)
İnsana beşer denmesi, hayvanların aksine üzerinde yün, kıl ve tüy gibi şeylerin bulunmayıp derisinin olduğu gibi görünmesindendir.
Bu kökten “beşîr”: güzel yüzlü, müjdeleyici; “beşâre”: güzellik anlamına gelir.
Sözlük anlamından da anlaşılacağı üzere “beşer” tabiri, insan hakkında, onun maddî ve dış görünümü (iki ayak üzerinde duruşu, dersinin keçi, koyun vs gibi kıllı olmayışı, yemesi içmesi, üremesi vs) ile ilgili olarak kullanılır. Dikkat edilirse Kur’an’da (Furkan/ 54, Hicr/28-29 ve Sâd/71) beşerin bu özellikleri sözkonusu edilir.
Ahırete ve Allah’ın toplumlara müdahalesini (elçi göndermesini, kitap indirmesini) kabul etmeyenler, insan denen varlığı sadece bu özelliği (beşer oluşu) ile ele alırlar. Bunu bu gün olduğu gibi geçmişteki anlayışlarda da görüyoruz:
Müddessir/24- 25, Kamer/24, Teğâbun/6, Kehf/110, Yusuf/31.
Kısacası “Beşer” sözcüğü, insanın sıradan bir canlı oluşunu; beden yapısını, gelişmemiş halini ifade eder. Yeryüzündeki insanların tümü; istisnasız olarak beşerdir. “Beşer” kelimesi ise Kur’an’da 36 defa geçmektedir.
İNSAN
İns, Üns, İnsan
“İnsan” sözcüğü, “fi’liyan” kalıbında olup “ens” sözcüğünden türemiştir ve aslı “insiyan”dır.
Sözcük anlamı “beş duyu ile hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran” demektir.1
Sözcüğün anlamı bu olmasına ve evrendeki tüm görünebilen varlıkları kapsamasına rağmen bu sözcüğün sırf insana isim olarak verilmesinin nedeni, bu sözcüğün “ünsiyet anlamı da taşımasındandır. “İns” sözcüğünün “yakınlık, kaynaşma” anlamında kullanılan “üns” versiyonunu da dikkate aldığımız da “insanın hem cinsleriyle yakınlaşan, kaynaşan, sosyal bir varlık” olduğu anlamı ortaya çıkar. İnsan yaratılışı itibariyle karşılıklı ünsiyete muhtaçtır. Yani insan sosyal bir varlık olup, başka varlıklar ile ve özellikle de insanlar ile ilişki kurmadan yapamaz.
“İnsan” sözcüğünün lügat anlamı bu iken insanın Kur’an’daki niteliği de şöyledir:
Er Rahman/1-4
اَلرَّحْمٰنُۙ ﴿١﴾ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَۜ ﴿٢﴾ خَلَقَ الْاِنْسَانَۙ ﴿٣﴾ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ ﴿٤﴾
1-4Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], Kur’ân’ı/ öğrenip öğretmeyi öğretti, insanı oluşturdu, ona hayır ve şerri, iyiyi, kötüyü ayırmayı öğretti.
Burada konu edilen insanın yaratılışı, insanın ilk yaratılışı değil, hayvanlıktan insanlığa terfi ettirilişidir. Nitekim, “Her hayvan, hayvan olarak doğar, insan ise insan olarak doğmaz, sonradan insanlaşır” denilmiştir. O nedenle bu âyete göre, Kur’ân öğrenmeyen, öğrenip öğrenmeyenler, beyânı bilmeyenler, insan sûretinde olsalar da insan sayılmazlar.
Burada konu edilen insanın yaratılışı, işte bu oluşumdur. Bu konu, bu beyânnamenin devamı niteliğinde olan İnsan sûresi’nin başında detaylandırılmaktadır:
Âyette Allah’ın müdahalesinin üçüncü şekli, insana beyânı öğretmesidir ki bu, “insanın maksadını açıklaması” veya “hayır ve şerr arasındaki farkın öğretilmesi” anlamlarına gelir. Tercihe şayan olan ise, ikinci anlamdır: insana iyinin, doğrunun, hayrın, şerrin ne olduğunun öğretilmesidir.
İnsanın doğal yetenekleri iyiyi-doğruyu, yararlıyı-zararlıyı tam tamına kavramaya yeteri değildir. Allah’ın bildirdiği üzere insan fıtraten zâlim, nankör, sevinç delisi, ümitsiz, cimri, bencil, güçsüz, aceleci, hırslı, sabırsız, tahammülsüz, şehvet-perest olarak yaratılmıştır. İnsanın bu olumsuz niteliklerinden kurtulması, Kur’ân’daki ilâhî ilkeleri öğrenmesine bağlıdır. O nedenle Allah, toplumlara müdahale ederek iyiyi-doğruyu öğretecek kitap indirir, öğretmen gönderir.
İşte bu, Muhammed’in elçi oluşuna Allah’ın tanıklığıdır.
Bunlar, Allah’ın Rahmân olmasının tecellisidir. Yani, Allah, insanlara çok acıdığı için kitap indirir, elçi gönderir.
İnsan/1-3
هَلْ اَتٰى عَلَى الْاِنْسَانِ ح۪ينٌ مِنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُنْ شَيْـٔاً مَذْكُوراً ﴿١﴾
اِنَّا خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ نُطْفَةٍ اَمْشَاجٍۗ نَبْتَل۪يهِ فَجَعَلْنَاهُ سَم۪يعاً بَص۪يراً ﴿٢﴾
اِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّب۪يلَ اِمَّا شَاكِراً وَاِمَّا كَفُوراً ﴿٣﴾
1.İnsan üzerine, henüz kendisi anılabilecek bir şey değilken, dehrden/milyarca yıldan bir süre geçti mi? Elbette ki geçti!
2,3.Şüphesiz Biz, insanı karışık bir nutfeden oluşturduk. Onu yıpratacağız/yükümlülükler vereceğiz. Bu nedenle onu çok iyi işitici, çok iyi görücü yaptık; iyiyi kötüyü ayıracak bilgileri yollayarak bilgilendirdik. Şüphesiz Biz, ona yolu gösterdik, ister kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen biri olsun, ister nankör.
Bu âyetler, Rahmân sûresi’ndeki, Rahmân, Kur’ân’ı öğretti, insanı yarattı, ona beyânı öğrettiâyetlerini açmaktadır. İnsan, önce hiçbir şey değildi; değer verilecek bir özelliği yoktu, açıkça sıradan bir hayvandı. Sonra da ilâhî lütfa mazhar kılınarak kendisine temyiz kabiliyeti; iyiyi, güzeli, çirkini, zararı, yararı ayırt etme imkânı verildi.
Buradaki “çok iyi işitici, çok iyi görücü olmak”, insanın ayırt etme, gidilecek yolu seçme yetisinden kinayedir.
Allah, insana temyiz yetisini verdikten sonra elçi gönderip kitap indirerek doğruyu da göstermiş ve kişiyi özgür iradesiyle baş başa bırakmıştır: Şüphesiz Biz, ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör:
Kısacası insan;
“Gelişmiş bir beyine sahip, sosyal yaşamı olan, soyut düşünme yetisine; mükellef tutulacak düzeyde yani iyiyi kötüyü ayırt edecek düzeyde sahip akıl ve zekâya sahip, okur- yazarlığı, dil, âlet kullanma ve üretme kabiliyeti olan varlık” demektir. Ki bu özellikler kendisine yaratılıştan Allah tarafından sağlanmıştır.
Âdem
Âdem kelimesinin menşei konusunda ise farklı yaklaşımlar/görüşler mevcuttur. Konuyla ilgili araştırmalarda “Âdem” lafzının Sümer dilinde “babam” anlamına gelen ‘’adamu’’ kelimesinden veya Asur Bâbil dilinde,“yapılmış, meydana getirilmiş veya ortaya konulmuş” gibi anlamlar içeren’’adamu’’kelimesinden yahut Sâbiî dilinde “kul” anlamına gelen ‘’adam’’kelimesinden türetilmiş olma ihtimalinden söz edilmiştir. Ayrıca, kelimenin İbranca’daki ‘’adamah’’(toprak, yer) kökünden türetilmiş olduğu da ileri sürülmüştür. Bazıları, Âdem kırmızı topraktan (adamah) yaratıldığı için ona “kırmızı” anlamına gelen “adom”kelimesiyle bağlantılı olarak Âdem isminin verildiğini ileri sürmüşlerse de bu görüş fazla benimsenmemiştir. Bir telakkiye göre Âdem kelimesi, “herhangi birşeyin dış yüzeyi” anlamına gelen ’’edemeh’’kökünden, bir başka telakkiye göre ise hem“esmerlik” hem “beyazlık” anlamı taşıyan ‘’üdmeh’’sözcüğünden türetilmiştir. (Ansiklopediler)
Âdem ile ilgili söylentler genelde Kitab-ı Mukaddes kaynaklıdır: Tekvin (Yaratılış)/1-5. Bablar. Âdem’in sonu da şöyle bağlanır:
Beşinci Bab; 1-5. Cümleler:
5Adem soyunun öyküsü: Tanrı insanı yarattığında onu kendine benzer kıldı.
2 Onları erkek ve dişi olarak yarattı ve kutsadı. Yaratıldıkları gün onlara “İnsan” adını verdi.
3 Adem yüz otuz yaşındayken kendi suretinde, kendisine benzer bir oğlu oldu. Ona Şit adını verdi.
4 Şit’in doğumundan sonra Adem sekiz yüz yıl daha yaşadı. Başka oğulları, kızları oldu.
5 Adem toplam dokuz yüz otuz yıl yaşadıktan sonra öldü.
Kur’an’da “Âdem” şeklinde on yedi defa geçer. Âdem kelimesi tek başına zikredildiği ayetlerde özel isim çağrışımına sahiptir.
Biz Âdem’in, Arapçadaki ‘‘iç, iç yüzey, iç katman’’anlamında ‘‘edim’’ kelimesinden geldiğini tercih ediyoruz. Ki buradan, insanın dış görünümü olan beşerlik ve insanlık boyutundandan başka bir iç boyutunun; manevi yönünün varlığına ad olduğu kanaatindeyiz.
Şöyle ki:
Hac/75
اَللّٰهُ يَصْطَف۪ي مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ رُسُلاً وَمِنَ النَّاسِۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ بَص۪يرٌۚ ﴿٧٥﴾
75,76.Allah, haberci âyetlerden elçiler seçer, insanlardan da elçiler seçer. Şüphesiz Allah, en iyi işiten, en iyi görendir, ellerinin arasında olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve işler, yalnızca Allah’a döndürülür.
Al-i İmran/ 33
اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰٓى اٰدَمَ وَنُوحاً وَاٰلَ اِبْرٰه۪يمَ وَاٰلَ عِمْرٰنَ عَلَى الْعَالَم۪ينَۙ ﴿٣٣﴾
33,34.Şüphesiz Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrâhîm ailesini ve İmrân ailesini –birbirinin soyundan olmak üzere–âlemler üzerine seçkin kıldı. Ve Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
Âdem peygamberdir: İnsanlar arasından seçilmiştir.
Bakara/37
فَتَلَقّٰٓى اٰدَمُ مِنْ رَبِّه۪ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِۜ اِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ ﴿٣٧﴾
37-39.Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: “Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmişve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar.”Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti.Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir.
İlka, vahydir:
“ لقاءLikâ”, “ إلقاءilgâ”
Vahy karıştırılmadan doğru anlaşılması için rabbimiz vahy, “ilka” fiiliyle açıklamaştır.
“ لقاءLikâ”, iki şeyden birini diğerine tam anlamıyla kavuşması, “ إلقاءilkâ” da “iki şeyden birinin diğerine tam anlamıyla kavuşturulması” demektir.” Bu kavuşma, yüz yüze, karşı karşıya, gözle idrak ile olabilir. (TAC; LİSAN, MÜFREDAT)
وَاِنَّكَ لَتُلَقَّى الْقُرْاٰنَ مِنْ لَدُنْ حَك۪يمٍ عَل۪يمٍ ﴿٦﴾
6.Şüphesiz bu Kur’ân ise sana, yasalar koyan ve en iyi bilen Allah tarafından senin içine(bırakılmaktadır)işletilmektedir.–(Neml/ 6)
اِنَّا سَنُلْق۪ي عَلَيْكَ قَوْلاً ثَق۪يلاًۜ ﴿٥﴾
5.Şüphesiz Biz, senin üzerine çok ağır bir söz/Kur’ân’ı bırakacağız.
(Müzzemmil/ 5)
رَف۪يعُ الدَّرَجَاتِ ذُوالْعَرْشِۚ يُلْقِي الرُّوحَ مِنْ اَمْرِه۪ عَلٰى مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ لِيُنْذِرَ يَوْمَ التَّلَاقِۙ ﴿١٥﴾
15.O, dereceleri yükseltendir, en büyük tahtın/en yüksek mevkiin sahibidir: O, buluşma günü hakkında uyarmak için Kendi emrinden/ Kendi işinden olan vahyi kullarından dilediğine bırakır.(Mümin/ 15)
وَمَا كُنْتَ تَرْجُٓوا اَنْ يُلْقٰٓى اِلَيْكَ الْكِتَابُ اِلَّا رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُونَنَّ ظَه۪يراً لِلْكَافِر۪ينَۘ ﴿٨٦﴾
86.Ve sen Kitab’ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir rahmet olarak verildi.Öyleyse sakın kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere arka çıkma/ yardımcı olma. (Kasas/ 86)
فَتَلَقّٰٓى اٰدَمُ مِنْ رَبِّه۪ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِۜ اِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ ﴿٣٧﴾
قُلْنَا اهْبِطُوا مِنْهَا جَم۪يعاًۚ فَاِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنّ۪ي هُدًى فَمَنْ تَبِعَ هُدَايَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ ﴿٣٨﴾ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَٓا اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟ ﴿٣٩﴾
37-39.Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: “Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmişve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar.” Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir. (Bakara/ 37-39)
BENÎÂDEM (Âdemoğulları)
Kur’an’da bir de , “Benî Âdem” (Âdemoğulları) ifadeleri vardır. Bu ifade, yedi defa geçer. Burada kastedilen Âdem’in oğlanları değil, Âdem’in soyudur.
Bu ifade, insanları uyarırken, kendilerinin sıradan birisi olmayıp, bilgili, bilinçli, vahyle muhatap olmuş manevi ciheti olan bir atanın evladı olduklarını, kendilerinin atalarına layık birer kişi olmaları gerektiği ima eder. Yani Bu ifadelerde bir Telmih sanatı gösterilir, ilk peygamber Âdem hatırlatılır.
Örnek:
Ya Sin/60-62:
اَلَمْ اَعْهَدْ اِلَيْكُمْ يَا بَن۪ٓي اٰدَمَ اَنْ لَا تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَۚ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌۙ﴿٦٠﴾
وَاَنِ اعْبُدُون۪يۜ هٰذَا صِرَاطٌ مُسْتَق۪يمٌ﴿٦١﴾ وَلَقَدْ اَضَلَّ مِنْكُمْ جِبِلاًّ كَث۪يراًۜ اَفَلَمْ تَكُونُوا تَعْقِلُونَ﴿٦٢﴾
60-62.Ben; “Ey Âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır ve Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve andolsun ki şeytan sizden birçok kuşakları saptırdı” diye size ahit vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz?
İsra/70:
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَن۪ٓي اٰدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلٰى كَث۪يرٍ مِمَّنْ خَلَقْنَا تَفْض۪يلاً۟ ﴿٧٠﴾
70.Ve andolsun ki Biz, insanoğlunu şan ve şeref sahibi yaptık ve karada, denizde taşıtlara yükledik ve temiz-hoş yiyeceklerden onları rızıklandırdık. Ve onları oluşturduklarımızın birçoğundan oldukça fazlalıklı kıldık.
A’raf/ 26-35:
26.Ey Âdemoğulları! Size çirkinliklerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Ve “Allah’ın koruması altına girme” elbisesi; o, daha hayırlıdır. İşte bu, düşünüp öğüt alırlar diye Allah’ın âyetlerindendir.
27.Ey Âdemoğulları! Şeytân, ana-babanızı, kendi çirkinliklerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de fitneye düşürmesin; sizi hak dinden döndürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytânları, inanmayanlar için velîler/yol gösteren, yardım eden kimseler yaptık.
28.Ve onlar bir iğrençlik yaptıkları zaman, “Babalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize Allah emretti” derler. De ki: “Allah iğrençliği emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”
29.De ki: “Rabbim hakkaniyeti emretti. Her mescidini yanında; toplum içinde yüzünüzü; tüm benliğinizi O’na doğrultun ve dini yalnız Kendisine has kılarak Rabbinize yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi O’na döneceksiniz.”
30.Bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapıklık hak oldu; onlar, şeytânları, Allah’ın astlarından, yol gösteren, yardım eden ve koruyan yakınlar edindiler ve kendilerinin de kesinlikle kılavuzlanan doğru yolda olduklarını sanıyorlar.
31.Ey Âdemoğulları! Her mescidin yanında; toplum içinde süslerinizi alın, yiyin-için fakat savurganlık etmeyin; kesinlikle Allah, savurganları sevmez.
32.De ki: “Allah’ın, kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?” De ki: “Bunlar, iğreti dünya hayatında inananlar içindir –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–.” İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz.
33.De ki: “Rabbim, sadece iğrençlikleri; onun açık ve gizli olanını, günahları, haksız yere başkaldırmayı, haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram etmiştir.”
34.Ve her önderli toplum için bir süre sonu vardır. Onun için süre sonları geldiğinde, ne bir an erteleyebilirler, ne de öne alabilirler.
35.Ey Âdemoğulları! Size, aranızdan, âyetlerimi anlatan elçiler geldiğinde, kim Allah’ın koruması altına girer ve iyileştirirse, işte onlara kaygı yoktur ve onlar üzülmeyecekler de.
Âdem, seçilmiş bir paygamber olmasına rağmen hata etti. Hatasını fark etti ve Allah’a idtiğfar etti. Allah da onun tevbesini kabul etti. İşte Beniâdem seslenişlerinde bu özellikler, güzellikler hatırlatılır.
Bizi ilgilendiren yönü budur.
İBNEYÂDEM (İki âdemoğlu)
Bir yerde (Mâide/27) de “İbne’y-Âdem (İki Âdem oğlu)” şeklinde geçer. Bu da genellikle Âdemin iki oğlu olarak çevrilerek Habil, Kabil diye isimlendirilir. Halbuki Maide suresindeki pasajdan açıkça israiloğullarından iki kişi oldukları açıkça anlaşılır. “Beni Âdem ifadesi “Âdemin, üç, dört, beş… oğlu” olarak anlaşılmayıp “Âdem oğulları (Âdem’in soyu)” olarakanlaşıldığı gibi “ibney Âdeme” ifadesi de “Âdem soyundan iki kişi” olarak anlaşılmalıdır. Bu tarz bir kullanımı Meryem/ 27, 28’de görmekteyiz:
27-28.Sonra Meryem, çocuğunu yüklenerek toplumuna getirdi. Toplumu dediler ki: “Ey Meryem! Doğrusu sen görülmemiş bir şey yaptın. Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kişi değildi, annen de yasa tanımaz/iffetsiz bir kadın değildi.”
“HARUN’UN KIZ KARDEŞİ”
Ayetteki bu ifade ya Meryem’in Harun adında bir erkek kardeşi olduğu anlamına gelir, ya da onun Harun ailesine mensup biri olduğunu gösterir. Bu tarz hitap şeklinin Arap örfünde soya mensubiyeti ifade ettiği bilinmektedir. Zira Araplar bir kişiyi tanıtmak için o kişinin adını, genellikle o kişinin mensup olduğu kabilenin geçmiş büyüklerinden birinin veya ilk atası olarak bilinen kimsenin adı ile bağlantı kurarak söylerler. Nitekim Araplarda, bu örfe göre oluşmuş ve klâsik kaynaklarda “Kelboğulları, Esedoğulları, Temimoğulları, “Haşimoğulları” gibi örnekleri bulunan kişi isimli soylar vardır. Bu uygulama ülkemizde de yerleşmiş ve soyadı kanunu uygulamasında “Falanoğlu, Filanoğlu” gibi, aile büyüklerinin adlarını taşıyan soyadları alınmıştır.
1(Lisanü’l Arab, “ e n s” mad. )
iMescid;secede, yescüdü fiilinin mimli mastarı [mekân ismi] olup, “secde edilen/ettirtilen yer” demektir ki bunun, bugün kılınan namazlardaki secde yeri ile alâkası yoktur. Bu; “aykırı düşünen, aykırı hareket eden kimselerin ikna edildikleri, gerçeğe boyun eğdirildikleri, onların da teslim olup gerçeğe boyun eğdikleri yer”; kısaca “eğitim-öğretim, ikna alanı” demektir.