EN HAYIRLI SALÂT [ES SALÂTU’L-VUSTA]: CUMA

Bu bölümde, Salât” kapsamında geleneksel olarak, “Orta Namaz” diye çevrilen “Es Salâtü’l Vustâ” ifadesinin Arapçası ve Kur’an’cası üzerinde durmak istiyoruz.

Salâtları [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma kurumlarını] ve en hayırlı salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmanın en yararlı olanı; haftalık toplantı günü salâtını] elbirliği ile koruyun. Ve Allah için sürekli saygıda durarak kalkın; işe koyulun; eğitim-öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin. Ama eğer korkulu bir ortamda bulunuyorsanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken; hareket hâlinde koruyun, yerine getirin. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah’ı hemen anın. (Bakara/238, 239)

Bu âyette geçen الصّلوة الوسطى [es-salâtu’l-vusta] ifadesi, Müslümanlar arasında çok tartışılmasına rağmen bugüne kadar net bir şekilde açıklığa kavuşturulamamıştır. Bu ifadenin “orta namaz” olarak anlaşılmasında bir mutabakat olmasına karşılık, “orta namaz” ile hangi namazın kasdedildiği hususunda 40 civarında rivâyet ve 19 farklı görüş ortaya çıkmıştır.الصّلوة الوسطى [es-salâtu’l-vusta], kimine göre “sabah namazı”, kimine göre “öğle namazı”, kimine göre de “ikindi namazı”dır. Sonuç olarak, es-salâtu’l-vustahususunda, ne salâtı “namaz” olarak değerlendiren klâsik anlayışla, ne de sorgulayıcı zihniyetin mantıkî yaklaşımlarıyla, herkesin kabul edebileceği bir sonuca ve gerçeğe ulaşılamamıştır.

Biz de, derin bir araştırma yapmadığımız bu konuda, mevcut görüşlerden en sağlamını doğru olarak kabul etmek durumunda kalmıştık. Ancak, Kur’ân ve dil yönünden yaptığımız çalışmalar, meseleyi daha iyi anlamamıza sebep oldu. Sonuçta ulaştıklarımızı burada paylaşmak istiyoruz.

Hemen şunu belirtelim ki biz, Peygamberimizin ve ilk Müslümanların salâtu’l-vusta‘nın ne olduğunu gayet iyi bildikleri kanaatindeyiz. Çünkü salâtu’l-vusta hakkında Peygamberimiz ve sahabe döneminde ne Peygamberimize bir soru yöneltilmiş, ne de bir tartışma meydana gelmiştir.

Konunun tahliline başlarken, öncelikle âyetlerdeki ifadelerle ilgili olarak iki hususun göz önüne alınması gerekir:

1) Âyetteki الصّلوة الوسطى [es-salâtu’l-vusta], muarref [belirtili] bir sıfat tamlamasıdır. Bir başka ifade ile sıfat ve mevsuf, lam-ı tarifli olup nekre [belgisiz] değildir. Yani, muarref bir ifade olan salâtu’l-vusta, özel isim konumunda olup herkesin bildiği bir salâttır.

2) Âyetteki,” Salâtları ve salâtu’l-vusta’yı koruyun” ifadesinde, iki mef’ul [tümleç; belirtili nesne] bulunduğundan, salâtu’l-vusta‘nın bildiğimiz salâtlardan ayrı, başka bir salât olduğu anlaşılmaktadır. Bu yüzden, salâtu’l-vusta‘yı, günlük salâtlardan biri olarak kabul etmek bir hatadır.

“Es SALÂTU’L-VUSTA” NEDİR?

Bir konuyu doğru anlamak için gerekli olan ilk şartın, sözkonusu konunun orijinal dilini iyi bilmek olduğunda kuşku yoktur. Dolayısıyla meseleyi çözmek için yapılacak ilk iş; الوسطى [el-vusta] sözcüğünün Arap dilindeki doğru anlamını bulmaktır. Ancak, sözcüğün doğru anlamını bulmak da meseleyi çözmek için yetmemekte, ayrıca sözcüğün Kur’ân’da da bu anlamda kullandığını yine Kur’ân ile teyit etmek gerekmektedir.

Öyleyse tahlile, الوسطى [el-vusta] sözcüğünün türediği وسط [v-s-t] sözcüğünden başlamak gerekir. Arap dilinin tartışmasız en muteber iki kaynağı olan Lisânu’l-Arab ve Tâcu’l-Arûs bu konuda aşağıdaki açıklamaları vermiştir:

وسط[v-s-t]kök sözcüğü, vesat ve vest şekillerinde okunur. Vesat şeklinde okununca isim, vestşeklinde okununca zarf olarak kullanılır.

Bu sözcük, “bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı” anlamına gelir. (Biz bunu, bir şeyin kendi ortası olarak anlayabiliriz.) “İpi ortasından kavradım”, “Oku ortasından kırdım” şeklinde kullanılır.

Arap örfünde bir şeyin ortası, o şeyin en hayırlı, en yararlı bölümü demektir. At veya devesine binecek bedevi için at veya devesinin en hayırlı yeri at ve devenin boyun ve kıçı olmayıp belinin ortasıdır. Yine devesi için kuracağı ağıl için en hayırlı yer, otlağın ortasıdır. Gerdanlığın, inci veya elmas takılacak en hayırlı [güzel ve uygun] yeri gerdanlığın ortasıdır. Ayrıca her güzel ve yararlı davranış, kendi cinsinden olan davranışların ortada olanıdır. Meselâ cömertlik, cimrilik ve savurganlığın ortasında bir davranıştır. Cesaret, korkaklık ve saldırganlık arasında bir davranıştır.

İşte bu nedenle وسط [vest] sözcüğü; “hayırlı, yararlı, üstün” anlamına genelleşmiştir. Araplar, “O, kavminin evsatındadır” dediklerinde, “O, kavminin hayırlı, yararlı, şerefli olanıdır” demek isterler. Veya “Şu vesît kişiye bir bakın” dediklerinde, “Şu hayırlı, şerefli kişiye bir bakın” demek isterler.

Ve Rabbimizin “Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhidler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhid olsun diye sizi vasat bir ümmet kıldık(Bakara/143)”ifadesi, “ve işte böyle sizi hayırlı, yararlı ve şerefli bir ümmet kıldık” demektir.

Bakara/238′de yer alan es-salâtu’l-vusta ile ilgili 40 civarında rivâyet olup bunlar 19 farklı görüşü içermektedir. Bunlardan en kuvvetli görüş,“salât-ı vusta’nın ikindi salâtı, sabah salâtı ve Cum‘a salâtı olduğu” görüşleridir.

Ebu’l-Hasen,“es-Salâtu’l-vusta, Cum‘a salâtıdır. Salâtların en hayırlısı Cum‘a salâtıdır. Kim buna muhalefet ederse hata eder” demiştir.

Ayrca İbn Side, el-Muhkem adlıkitabında, “Kim salât-ı vusta Cum‘a’dan başka bir şey derse hata eder” demiştir.[1]

Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre “orta” demek olan vesat sözcüğü, Araplar arasında; “hayırlı, yararlı” anlamında kullanılmaktadır. O hâlde, وسط [v-s-t] sözcüğünün ism-i tafdili ve müennes [dişil] kalıbı olan الوسطى [el-vusta] ile müzekker [eril] kalıbı olan evsat sözcükleri de, “en hayırlı, en yararlı” anlamına gelmektedir. Aynı, ekber ve kübra;hasen ve hüsnasözcüklerinde olduğu gibi.

الوسطى [el-vusta] sözcüğünün türevleri, ikisi müzekker (Kalem/28 ve Mâide/89) olmak üzere Kur’ân’da 5 yerde geçmektedir.

EVSATLARI (En hayırlı olanları): “Ben size ‘Allah’ı noksanlıklardan arındırmıyor musunuz?’ dememiş miydim?” dedi.(Kalem/28)

Allah sizi, kasıtsız olarak yaptığınız/ağız alışkanlığı yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Fakat kasıtlı yaptığınız/sözleşmeler oluşturduğunuz yeminlerinizden sizi sorumlu tutar; onun kefareti, ehlinize yedirdiğinizin en hayırlısından/en iyisinden on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek birşey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin kefaretidir. Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah, karşılığını ödersiniz diye âyetlerini sizin için böyle açığa koyar. (Mâide/89)

… sonra bir topluluğun en değerli kaynaklarına, varlıklarına kadar dalanlar… (Âdiyât/5)

Sözcük Kur’ân’da, Bakara/143 ve Bakara/238′de de geçmektedir.

Vusta sözcüğünün, “en değerli, en yararlı” demek olduğu, Kur’ân âyetleri ile de tesbit ve tescil edildiğine göre, artık Bakara/238′de geçen, الوسطى [el-vusta] ile الصلوة [es-salât] sözcüğünün birleşmesinden meydana gelen الصّلوة الوسطى [es-salâtu’l-vusta] tamlamasını, “en yararlı, en hayırlı salât” olarak anlamak gerekir.

KUR’ÂN, “EN YARARLI, EN HAYIRLI SALÂT”I BİLDİRMİŞTİR

Kur’ân’da belirgin olarak zikredilmiş bir ifade anlaşılamayacak olsaydı, bu, Kur’ân için bir nâkısa –ki mübîn ve mufassal olan Kur’ân bundan münezzehtir– mü’minler için de bir eksiklik teşkil ederdi. Kanaatimize göre Peygamberimiz ve sahabe tarafından anlaşılan bu ifade, zaman içinde rivâyetlerle oluşan kargaşada anlaşılamaz hâle gelmiştir. Kur’ân’dan anlaşıldığına göre, salâtu’l-vusta [en hayırlı salât, toplantı günü salâtı], Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik koruyun] (Bakara/238) emriyle farz kılınmıştır. Daha sonra da Cum‘a sûresi’nde buna gönderme yapılmıştır.

Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma için] seslenildiği zaman, Allah’ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır. (Cum‘a/9)

Bu âyetle, Bakara/238′de الصّلوة الوسطى [es-salâtu’l/vusta] olarak zikredilen salât; “Cum‘a/toplantı günü yapılan salât”tır.

İşte, es-salâtu’l-vusta ifadesinin Kur’ân’a göre anlamı budur.

Kur’ân’daki bu delilden sonra, artık salâtu’l-vusta‘nın hangi salât olduğuna dair başka delil ve rivâyet aramak beyhudedir!

CUM‘A [YEREL GÜNDEM TOPLANTISI, KONGRE, KONFERANS, MİTİNG]

Cum‘a sözcüğü, “toplanma” anlamındaki ج م ع [c-m-a] kökünden gelir. Dilbilimcilerden A’meş الجمْعة [cum‘a], Âsım ve Hicazlı dil bilimciler الجُمُعة [cumu‘a] diye okurlar. “Cum‘a” diye okumak Ukayloğulları lehçesine göredir.

 يوم الجمعة[YEVMU’L-CUM‘A]

Yevm [gün] ve cem‘ [toplanma] sözcüklerinden oluşan yevmu’l-cum‘a tamlaması, “toplanma günü, toplantı günü” demektir. Arapların haftanın günlerinden “el-Arube” dedikleri gün, sonradan يوم الجمعة [yevmu’l-cumu‘a/toplantı günü] olarak değiştirilmiştir.

“Arube” adını, “Cumu‘a”ya dönüştüren kişinin kimliği hakkında bir netlik yoktur. Bazıları bunu, Daru’n-Nedve’de toplantı için Kureyş’in, bazıları da Rasûlullah’ın atalarından Ka‘b b. Lüey’in değiştirdiğini ileri sürmüşlerdir. Doğruya en yakın olanı ise bunun Medîne’de Müslümanlar tarafından değiştirildiğidir.[2]

Kılasik kaynaklarda olay şöyle yer alır:

İbn Sîrîn şöyle dedi:

— Medîneliler Peygamber (s.a) Medîne’ye gelmeden ve cum‘a (farzı) inmeden önce cum‘a için toplandılar. Bu güne cum‘a adını verenler de onlardır. Şöyle ki: Onlar dediler ki: “Yahudilerin yedi günde bir ara ya gelip toplandıkları bir günleri vardır: Cum‘artesi; Hristiyanların da böyle bir günleri vardır: Pazar. Gelin biz de kendimiz için bir araya gelip toplanacağımız, Allah’ı anıp namaz kılacağımız ve birtakım hatırlatmalarda bulunacağımız bir gün kararlaştıralım”dediler, ya da buna benzer sözler söylediler. Yine dediler ki: “Cum‘artesi yahudilerin, Pazar Hıristiyanlann günüdür; siz de bu günü Arube günü olarak tesbit ediniz. Bunun üzerine (Ebû Umâme künyeli) Es‘ad b. Zurâre’nin (r.a) etrafında toplandılar. O da o gün onlara iki rekât namaz kıldırdı, onlara öğüt verdi. Bir araya gelip toplandıkları vakit, bugüne “cum‘a” adını verdiler. Es‘ad onlara bir koyun kesti, sayıca az oldukları için öğlen ve akşam onu yediler. İşte İslâm târihindeki ilk cum‘a budur.

Derim ki: İleride de geleceği üzere rivâyet edildiğine göre o vakit 12 kişi idiler. Yine bu rivâyette belirtildiğine göre onları bir araya toplayıp onlara namaz kıldıran kişi Es‘ad b. Zurâre’dir. Abdu’r-Rahmân b. Ka‘b b. Mâlik’in babası Ka‘b’dan rivâyet ettiği hadiste de –geleceği üzere– böyledir.

El-Beyhakî de şöyle demektedir:

— Bize Mûsâ b. Ukbe’den, o İbn Şibab ez-Zühri’den rivâyet ettiğine göre Mus‘ab b. Umeyr Rasûlullah (s.a) Medîne’ye gelmeden önce Medîne’de Müslümanları Cum‘a namazı için toplayan ilk kişidir.

El-Beyhakî dedi ki:

— Mus’ab’ın Cum‘a namazı için Müslümanları Es‘ad b. Zurâre’nin yardımıyla toplamış olması ve bundan dolayı Ka‘b’ın bu işi ona [Mus‘ab’a] izafe etmiş olması da mümkündür.[3]

Hicretten önce Medîne’deki Müslümanlara İslâm’ı öğretmek için gönderilmiş olan Mus‘ab İbn Umeyr’e mektup yazarak, “Yahudilerin açıktan Zebur okudukları güne bak, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı toplayın da zeval vaktinden sonra Allah’a iki rekât (namaz) ile takarrub edin.” Bu emir üzerine Mus‘ab, Medîne’de ilk Cum‘a kıldıran kişi olmuştur. Bu görevi Peygamber Medîne’ye gelinceye kadar sürdürmüştür.” Mus‘ab’ın (r.a) Cum‘a namazı kıldırdığı ilk cemaatin sayısı, 12 idi.[4]

Peygamberimiz henüz hicret etmeden Yesribli [Medîne’nin o zamanki adı] Müslümanlar Es‘ad ibn Zurâre ile birlikte toplanıp, istişarede bulunurlardı. “Yahudiler ve Hristiyanlar haftada bir gün toplanıyorlar, biz de haftada bir toplanalım” diye karar alıp toplanmaya başladılar. Ve toplantı gününün haftanın altıncı günü (bize göre beşinci gün) olmasına karar verdiler. Çünkü o gün Yesrib’de pazar kuruluyor; çevreden, yakın mesafelerden halk pazara geliyordu. Böylece toplantıya katılım daha çok olacaktı. İşte böylece “yevmu’l-arube”, “yevmu’l-cumu‘a/toplantı günü” oldu. Sonradan eski adıyla değil de yeni adı söylenir oldu.

Târihî belgelere göre Rasûlullah, ilk Cum‘ayı, Ranuna denilen yerde Sâlim ibn Avf mescidinde icra etmiştir. Rasûlullah, Medîne’ye hicret ettiğinde ilk olarak Kuba’da Amr ibn Avfoğulları’na misafir oldu. Orada pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri kalıp, Kuba Mescidi’nin temelini attı; sonra Cum‘a günü Medîne’ye gitmek için yola çıktı. Benu Sâlim yurduna gelince orada hutbe okuyup ilk defa Cum‘a günü salâtı icra etti. Bu, Rasûlullah’ın ilk Cum‘a salâtı uygulamasıdır.

يوم الجمعة [yevmu’l-Cum‘a] terkibini, “Cum‘a günü” şeklinde çevirmek, Arapça iki kelimenin birini Türkçeleştirip diğerini Arapça olarak bırakmaktır, ki bu, hem yanlıştır, hem de anlamın kapalı kalmasına sebeb olur. Bu da, beraberinde birçok yanlış inanç ve ameli getirir. O nedenle yevmu’l-Cum‘a terkibine, “toplantı günü” anlamının verilmesi gerekir.

Toplantı günü’nün hangi gün, hangi saat olacağı ve bu toplantıda salâtın nasıl icra edileceği, katılma koşulları vs. gibi detay Kur’ân’da verilmemiştir. Kur’ân’da öncelikle toplantı günü uygulanacak salât’ın, salâtların en hayırlısı olduğu ve bu salâtın kesinlikle korunması gerektiği bildirilmiştir.

Salâtları [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma kurumlarını] ve en hayırlı salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmanın en yararlı olanı; haftalık toplantı günü salâtını] elbirliği ile koruyun. Ve Allah için sürekli saygıda durarak kalkın; işe koyulun; eğitim-öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin. Ama eğer korkulu bir ortamda bulunuyorsanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken; hareket hâlinde koruyun, yerine getirin. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah’ı hemen anın.  (Bakara/238,239)

Cum‘ayı farz kılan âyet, işte budur, Cum‘a/9 âyeti değildir.

Sonra da toplantı günü, salât için çağrılınca, “Allah’ın anılmasına hemen koşulması” istenmiştir.

Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma için] seslenildiği zaman, Allah’ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır. Cum‘a/9)

Demek oluyor ki, toplantı günü, uygulanacak olan salâtta, “Allah’ın anılması” sağlanılacaktır. Mü’minler, bunun en iyi şartlarda gerçekleşmesi, en iyi verimin alınabilmesi için gerekli önlemleri alacaklardır. Toplantı günü yapılan salât için fıkıhçılar, “vücubunun şartları” ve “edasının şartları” adı altında birtakım koşullar belirlemişlerdir. Bunların detayı, fıkıh kitaplarında bulunmaktadır.[5]

Bu koşulların ileri sürülmesinin nedeni, Cum‘a’nın [toplantının; kongrenin, konferans veya mitingin] en sağlıklı, en verimli şekilde gerçekleşmesini sağlayabilmektir.

Fıkıh kitaplarında Cum‘a’nın vücubunun şartları [zorunlu görev olmasının koşulları] şöyle sıralanır:

• Erkek olmak,

• Hür olmak,

• Şehirde oturmak,

• Sıhhatli olmak,

• Güvende olmak.

Ayrıca bu şartlar için de birtakım aklî nedenler, Rasûlullah, sahabe ve ilk dönem İslâm târihinden birtakım uygulamalar delil gösterilir.

Biz bu maddeler üzerinde kısaca açıklamalarda bulunacağız.

Hürriyet/özgürlük:

Bu şart, yerindedir. Zira salâtın icra edileceği mûsâllalar ve mescidler [toplantı yerleri], Allah evidir. Orada kral-köle ayırımı yoktur; herkes özgür ve eşit statüde olup özgürce fikrini beyan eder, kimsenin düşüncesi kısıtlanamaz ve fikrinden dolayı kimse takibata uğratılmaz. Özgür olmayan, bağlı bulunduğu efendinin; kişi ya da kurumun görüşüne karşıt bir görüş ileri sürdüğünde bundan kendisi zarar görür. O nedenle, özgür olmayan ya efendisinin fikri paralelinde fikir beyan eder, ya da çekimser kalır. Bu yüzden hukuken, siyaseten ve fikren özgür olmayıp güdümlü olanların böyle ciddi toplantılarda yer almalarına gerek yoktur.

Şehirde ikâmet:

Toplantı, beldenin yerli nüfusu için, kadın-erkek ayırımı olmadan zorunlu bir görevdir. Misafirler, yolcular için ise zorunlu bir görev değildir. Çünkü dışarıdan geçici olarak gelenler o beldenin sorunlarını bilmezler, toplantıya katılanları tanımazlar. Onun için toplantıya katılmasalar da olur. Katılmaları durumunda ise, dinleyici sıfatıyla bulunup bilgilenirler.

Sağlıklı ve güven içinde olma; kör, topal ve hasta olmama şartlarını açıklamaya gerek yoktur. Bunlar, her işte önemsenen hususlardır. Bizim üzerinde duracağımız husus, “erkek olma” şartıdır.

Klasik eserlerde bu konu ile ilgili şunlar yazılıdır:

Allah’a ve âhiret gününe inananlara Cum‘a namazı farzdır. Ancak yolcu, köle, çocuk, kadınve hastalar bundan müstesnadır.[6]

Cum‘a namazı kadınlara farz değildir. Ancak namazı cemaatle kılarlarsa bu yeterli olup, öğle namazını kılmaları gerekmez.[7]

Allah Teâlâ tüm emir ve yasaklarını milliyet, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmadan genel ve mutlak olarak bildirmiştir. İslâm, fıtrat dini olup evrenseldir; her ırkı, her toplumu, her cinsi ve her ülkeyi kapsar. Kulluk ve görev yönünden kadını erkekten ayırmamıştır. Kadını asla ikinci sınıf insan, aklı ve dini noksan Müslüman saymamıştır. (Bu tarz kabuller, kendini bilmezler tarafından İslâm’a maledilmiş, gâfiller tarafından da kabul görmüştür. Bu tip inanç ve kabuller büyük bir gaflettir.) Kur’ân’da kadının, toplantı günü uygulanan salâta katılmasının farz olmadığını bildiren bir âyet yoktur.

Sünen ve İslâm Târihi kitaplarına bakıldığında, Rasûlullah’ın, kadınların mescidlere gitmelerini ve eşlerinin bu duruma engel olmamalarını istediğini, Emeviler dönemine kadar da kadınların Cum‘a/Toplantı’lara iştirak ettiği görülür. Ama siyasî otorite sağlayabilmek için yazdırılmış bazı kitaplarda hadis olarak nakledilen bir rivâyet, bu hususta malzeme olarak kullanılmıştır: Bu hadiste güya Peygamberimiz şöyle buyurmuş:

Cum‘a salâtı, cemaat içinde bulunan her Müslüman üzerine Allah Teâlâ’nın bir hakkı olup farzdır. Ancak köleler, kadınlar, çocuklar ve hastalar bundan müstesnadır.

Hadis bilginleri, bu hadisin râvîsi olan Târık b. Şihâb’ın Rasûlullah’ı gördüğü, ama o’ndan bir şey işitmediğini ifade ederler.

İşin aslı şu: O günkü siyasî otorite haksız iktidarlarını sürdürebilmek için, toplumdaki direnci kırmayı düşünür; toplumun yarısını oluşturan kadınları, fitneye sebep olabilecekleri bahaneleriyle Cum‘a’dan/toplantı’dan uzaklaştırıp evlerine kapatırlar. O gün bu gün böyle devam edip gidiyor…

Yaratılışları aynı olan kadın ve erkek hukukta, sorumlulukta da aynen eşittir. Birbirlerinden farkları yoktur.

Şüphe yok ki İslâm dinine giren erkekler ve İslâm dinine giren kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, saygıda duran erkekler ve saygıda duran kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, huşulu erkekler ve huşulu kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını muhafaza eden erkekler ve ırzlarını muhafaza eden kadınlar, Allah’ı çok anan erkekler ve Allah’ı çok anan kadınlar; Allah, onlar için bir bağışlanma ve çok büyük bir ödül hazırlamıştır. (Ahzâb; 35)

Ve erkekten veya kadından, kim mü’min olarak düzeltmeye yönelik işler yaparsa, artık işte onlar, cennete girerler. Ve hurma çekirdeğinin sırtındaki çukur kadar haksızlığa uğratılmazlar.( Nisa; 124)

Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: “Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki hepiniz aynısınızdır– çalışanın amelini kaybetmem. O nedenle, göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır.” (Al-i Imran; 195)

Erkek-dişi, mü’min olarak kim iyi amel işlerse kesinlikle onu güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini, yapmış oldukları amellerin daha güzeliyle ödüllendireceğiz. (Nahl; 97)

Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, içinde sürekli kalanlar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde hoş meskenler vaat etti. Allah’ın rızası ise daha büyüktür. İşte bu, çok büyük kurtuluşun ta kendisidir. (Tevbe; 72 

Kuran’ın büyük bölümü genele hitap olsa da, bu âyette olduğu gibi Allah’ın kadın ve erkeği ayrı ayrı vurguladığı âyetler de mevcuttur.

Ve Allah’ın bazınıza, diğerlerinizden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Ve Allah’ın fazlından isteyin. Şüphesiz Allah her şeyi en iyi bilendir.

(Nisa; 32)

Âyetlerde görüldüğü gibi Allah kadını dini ve aklı kısa veya noksan biri olarak yaratmamış, onlara kulluk/ibadette de erkekle eşit olarak yükümlülükler vermiştir. Nitekim kadınların erkeklerden az akıllı olduğu bilimsel de değildir. Böyle bir iddia, İslâm’ın bilimsel olarak dışlanmasına, gözden düşürülmesine yönelik olarak ortaya atılmış olmalıdır.

Allah tarafından kadının dininin ve aklının noksanlığı ifade edilmezken, bilimsel olarak da böyle bir gerçek yok iken maalesef Peygamberimize fatura edilmiş yalan rivâyet/ söylentilerle kadınların aklının ve dininin noksanlığı Müslümanlara dayatılmıştır.

Örnek:

 “…Bize Muhammed ibn Ca’fer haber verip şöyle dedi: Bana Zeyd-ki o, Eslem’in oğludur-, İyad ibn Abdullah’tan; o da Ebu Said el Hudri’den haber verdi. O şöyle demiştir:  Bir kurban yahut ramazan bayramında Rasülüllah yanımıza, namaz kılınacak musallaya çıktı. Kadınların yanına uğradı da :

Ey kadınlar topluluğu! Sadaka veriniz.  Çünkü sizler bana cehennem ahâlisinin çoğu olarak gösterildiniz, buyurdu.

Kadınlar :

—Yâ Rasülellah, neden? diye sordular.

Rasülüllah :

— Çünkü siz çokça lanet eder ve kocalarınıza karşı nimete nankörlük yaparsınız. Tam akıllı ve ihtiyatlı kimsenin aklını,  sizin kadar eksik akıllı, eksik dinli hiçbir kimsenin çelebileceğini görmedim, buyurdu.

Kadınlar:

— Dinimizin ve aklımızın eksikliği nedir? Ya Rasülellah! dediler.

—Kadının şehadeti/tanıklığı, erkeğin şehadetinin yarısı değil midir?

Kadınlar:

— Evet, dediler.

—İşte bu aklının eksikliğindendir. Hayızlı olduğu zaman da namaz kılmaz,  oruç tutmaz değil mi ?  buyurdu.

Kadınlar:

—Evet, dediler.

—İşte bu da dininin eksikliğindendir, cevabını verdi.“

                                        (Buhari;  Hayız Kitabı, Vll. Bap, rivâyet No: 9)

Görüldüğü gibi kadınların biyolojik farklılıkları, dinlerinin noksanlığına neden gösterilmiştir. Bu durum hem Kur’an’a hem de akla aykırıdır.

Şimdi, kadınların akıllarının, dinlerinin noksan olduğunu ve kocalarına karşı nankörlük ettiklerinden ve de çokça lanet sözcüğü kullandıklarından cehennemlik olduklarını bildiren bu rivâyeti akıl ve Kur’an ile tahlil edelim.

İlk dikkat çeken şey, râvinin şaşkınlığıdır. Şöyle ki, olayın hangi bayram günü olduğunu karıştırmaktadır. Böyle birbirinden özellikler ile ciddi farkları olan iki bayramı ayırt edemeyen kişi Peygamberin dediklerini de karıştırabilir.

Eksik akıllı birinin ise tam akıllı birisini çelmesi, kandırması ve sapıtması ise cidden tartışılır.

Diğer bir husus; kadınların cehennemlik olmalarına gerekçe ise, çok lânet etmeleri ve kocalarına karşı nankörlük etmeleri, gösterilmiştir. Ki Kur’ân’da çok lanet edenin ve kocasına karşı nankörlük edenin cehennemlik olduğuna ve olacağına dair hiçbir açık veya ima yollu bir ifade yoktur. İnsanları cehenneme götürecek her türlü fiil Kur’ân’da bildirilmiştir. Burada görülüyor ki, kadınları kocalarının sömürmesi için peygamber malzeme yapılmıştır.

Hayızlı kadının oruç tutamayacağına dair izni, bizzat Allah, ‘Hasta iseniz ve ya yolda iseniz başka günlerde tutamadığınız gün sayısınca tutunuz’ buyurarak vermiştir.

Hayızlı kadının namaz kılmadığı ve kılamayacağı ise, hem Kur’ân’a terstir hem de Rasülüllah’ın uygulamasına. Peygamberin uygulamasına tersliği hiç başka kaynak aramadan, hem tarihsel değeri olan hem de sahih rivâyet kaynaklarının en sağlamı kabul edilen Sahih-i Buhari’den görelim.

 “ Bize Mâlik, Hişam’dan; o da Fatıma bintü- Münzir’den o da Esma bintü Ebi Bekr den haber verdi. O şöyle dedi: Bir kadın Rasülüllah’tan sorup: Yâ Rassülellah, birimiz, elbisesine hayzından kan isabet ederse nasıl yapsın buyurursun? dedi. Rasulüllah:

Birinizin elbisesine hayzından kan bulaşırsa, onu parmaklarıyla yahut tırnağıyla kazısın, sonra azar azar üzerine su döküp yıkasın, ondan sonra o elbise içinde salât etsin, topluma çıksın! buyurdu.

(Buhari Hayız Kitabı, 10. Bab, 12 numaralı rivâyet)

Peygamberimizin uygulaması da işte böyledir.

Tarihi belgelere göre İslâm öncesi devirlerde, Yahudiler arasında, Hıristiyanlarda ve Arap müşriklerince hayızlı kadınlar hor görülürlerdi. Hayızlı oldukları sürede kendilerine kötü ruhların iliştiğine inanılır, hapsedilirlerdi. Murdar, necis sayılırlardı. Pişirdikleri yenmezdi. Onlarla bir arada oturulmaz, dokundukları nesnelere uğursuzluk bulaştırdıkları kabul edilir, yanlarından bile geçilmezdi. Buna rağmen Hıristiyanlar o şartlarda onları cinsel ilişkiye zorlar, taciz ederlerdi, hiç acımazlardı. (RAZİ; KURTUBİ)

Bu olumsuz akıl, insaf, vicdan ve din dışı uygulamaları ve inançları Kur’ân ortadan kaldırdı. Kadını erkekle aynı hakların sahibi yapıp değer verince o günün Medine halkı, hayızlı kadının durumunu; ilişkilerini, kadınla ilgili her türlü uygulamayı Peygamberimize sordular. Onların peygambere sorduklarını ise Allah cevapladı:

Sana kadınların aybaşı hâlinden de soruyorlar. De ki: “O, bir eziyettir. Onun için aybaşı hâlinde kadınlardan çekilin ve temizleninceye kadar onlarla cinsel ilişkide bulunmayın. Artık iyice temizlendikleri zaman da Allah’ın emrettiği yerden onlara varın. Şüphesiz Allah, hatadan iyice dönenleri sever ve çok temizlenenleri sever.” (Bakara;  222)

Bu cevapta cinsel ilişkinin dışında, hayızlı kadına hiçbir yasak getirmemiştir.

İşin aslı bu olmasına rağmen, İlm-i Hal ve fıkıh kitaplarında hayızlı/ kanamalı kadınlarla ilgili, İslâm öncesindekilere benzer veya onlara yakın birtakım yasaklar konmuştur. Namaz kılamaz, oruç tutamaz, Kur’ân okuyamaz, camiye giremez, tavaf edemez, bunlar haramdır gibi.

Bunların hepsi kadını Kur’ân’dan; eğitimden öğretimden uzaklaştırıp, cahil bırakmak, aşağılamak, toplumdan dışlayıp direnci kırmak ve neticede onu sömürebilmek için uydurulmuş hükümlerdir. Hepsi köksüz mesnetsiz rivâyetlere dayandırılmış olup,  İslâmî ve aklî bir değeri yoktur.

Hayızlı kadın, normal zamanlarda olduğu gibi namazlarını kılmalıdır. Kur’ân’ı ise abdestli abdestsiz, hayızlı-nifaslı fark etmez her zaman okuyup, dinini diyanetini öğrenmelidir. Yetişkin bir kadının menopoz dönemine kadar olan ömrünün üçte biri hayızlı geçtiğinden, Allah’la,  Kur’ân’la arasını açıp ömrünün üçte birini beyhude geçirmemelidir. Oruc konusu ise farklıdır;  hayız dönemi tıbben hastalık sayıldığından,  Bakara Sûresi 183, 184 ve 185. âyetler hükmü gereği kanamalı günleri ile ilgili bir hekime başvurur, hekimden alacağı sonuca göre oruç tutar veya tutmaz. Tutmazsa o dönemden çıktıktan sonra tutar. Bu kuralı koyan bizzat Allah’tır.

Tarihi belgelerde görüyoruz ki, Peygamberimiz, ‘Hayızlı kadınlar namaz kılmasın’ dememiştir. ’Hayızlı kadınlar, hayır meclislerine yani okul, dernek vs. toplantılarına katılsınlar,   Musallaya; sosyal aktivitelerin uygulandığı yerlere gelmesinler’demiştir.

 “…Hafsa bintü Sirin şöyle demiştir: Biz genç kızlarımızı bayramlarda musallaya çıkmaktan men ederdik.  Bir kadın gelip Halefoğullarının kasrına indi. O kadın kız kardeşinin- ki kocası Peygamber ile birlikte on iki savaşta bulunmuş, kendisi de bizzat altısına iştirak etmişti- : Biz yaralılara ilaç yapar, hastalara bakardık,  dediğini rivâyet ettikten sonra, şöyle dedi: Kız kardeşim Peygamber’e:  Birimizin örtünecek çarşı elbisesi olmazsa, musallaya çıkmamasındabir sakınca var mı? diye sormuş. Peygamber: “Arkadaşı kendi çarşı elbiselerinden birini ona giydirsin de hayır yerlerinde ve Müslümanların duasında bulunsun’  buyurmuştur.

Hafsa bintü Sirin der ki Ümmü Atıyye buraya geldiği zaman, “Bunu sen Peygamberden işittin mi?” diye sordum.  Ümmü Atıyye,“O’na babam feda olsun, evet işittim.” dedi. Hafsa bintü Sirin, Ümmü Atıyye ne zaman Peygamberi ansa “Babam ona feda olsun derdi” dedi. Ümmü Atıyye şöyle devam etti.” Babam O’na feda olsun, ben Peygamberden işittim, O şöyle buyuruyordu” “Tazelerle perde sahibi kadınlar-yahut: perde sahibi tazeler ile-hayızlı kadınlar çıkıp hayır meclisinde/ okul, cemiyet ve her türlü sosyal etkinlik ve müminlerin duasında hazır bulunsunlar. Yalnız hayızlı kadınlar musalladan; sosyal aktivitelerin uygulandığı yerlerden uzak dursunlar.” Hafsa dedi ki,” Ben Ümmü Atıyye’ye karşı “Hayızlılar da mı ?”diye sordum. Ümmü Atıyye cevaben, “Hayızlılar Arafat’ta ve fulan fulan yerlerde hazır bulunmuyorlar mı?”dedi.”

                                     (Buhari Hayız Kitabı,  24. Bap, 29 numaralı rivâyet)

Bu nakilde görülen odur ki, Peygamberimiz hayızlı kadın namaz kılmasın, hayır meclislerinde bulunmasın dememiş, musallaya gelmesinler demiştir. Bunun nedeni ise gâyet mâkul ve makbul bir gerekçedir.

Rivâyet kitaplarındaki nakiller arasındaki çelişkiler giderilip hepsinin Kur’ân ile sağlaması yapılırsa durum güneş gibi ortaya çıkmaktadır. İmam-ı Buhari ve diğer hadis bilginleri, topladıkları rivâyetleri kendi ölçüleri içerisinde değerlendirip,  sınıflamışlardır. Onlar yaptıkları nakillerin Kur’ân ile sağlamasını yapmamışlardır. Yani Dirâyet tenkidi yapmamışlardır. O nedenle, kitaplarındaki rivâyetler birbiriyle çelişmektedir. Onları değerlendirmek de bize düşmektedir.

Peki. O zaman hayızlı kadınların topluma çıkmaları neden hoş görülmemiştir? Bunu anlayabilmemiz için o çağa, o ortama gitmeliyiz. O günün toplumunda temizlik kültürünün henüz gelişmediği, o yıllarda, hiçbir konuda bu günkü gibi konfor yoktu. Yani hayızlı bayanlar,   modern petler, steril pamuklar ve bezler kullanamıyorlardı. Çünkü bunlar yoktu. Çamaşır makineleri çeşit çeşit deterjanları, kokulu çamaşır suları ve yumuşatıcıları da yoktu. Hatta bol suları da yoktu. Yukarıda Peygamberimizin, elbisedeki hayız kanının parmak veya tırnakla temizlenebileceğini söylediğini görmüştük.  O çağda Arabistan’da her bayanın bir HAYIZ ELBİSESİ olurdu. Bazen bir ailenin bir tek hayız elbisesi olur, ana-kız-gelin bu elbiseyi ortak kullanırdı. Bu, gâyet olağan bir şeydi. Muayyen günlerinde hep onu giyerlerdi. Bu elbise yıkanırdı ama kabul edeceğiniz gibi lekeli kalırdı. Hayız elbiseli kadının, hayızlı olduğu herkesçe bilinebilirdi. Bu ise bayanların toplumda hor görülmesine ya da bayanların utancına neden olabilirdi. Bildiğiniz gibi peygamberimiz topluma/ cemâate, temiz, beyaz elbiseli ve koku sürünmüş olarak çıkılmasını tavsiye ederdi. Bir de cuma ve bayramlarda kadının toplantıda söz hakkı kullanabileceğini düşünürseniz, elbisesi lekeli kadın hafife alınabilirdi.

Ayrıca peygamberimiz, SOĞAN-SARIMSAK yiyenlerin de musallaya; topluma çıkmamalarını yani cemaate katılmamalarını istemiştir. Bunun nedeni,  çevreyi kötü kokuyla rahatsız etmemektir. Bu uygulamayı delil yaparak, kimse ’soğan sarımsak yiyenlere namaz haramdır, yasaktır.’ diye hüküm çıkarmamıştır.

Rivâyetler üzerinde iyi düşünürsek göreceğiz ki, HAYIZ HALİ, topluma çıkmaya ENGEL OLABİLİR, AMA kulluk yapmaya MANİ DEĞİLDİR. Ayrıca Allah tarafından KADER olarak çizilen hayız görme özelliği irâde dışı oluştuğundan asla ve asla suç, kusur ve eksiklik olamaz. Bu hal, bilimsel olarak da biliniyor ki erkeklere göre kadınlara verilmiş artı bir ayrıcalıktır.

Kadını toplumdan tecrit eden, onları ikinci sınıf insan ve noksan dinli Müslüman sayan;

—Erkeğin yaratılışta kadından üstün oluşu; kadının erkeğin eğe kemiğinden yaratılışı,

— Kadının din ve aklının noksan oluşu,

—Cehennemliklerin çoğunun kadınlardan oluşması,

—En iyi kadının bile alaca karga gibi oluşu,

—Kadının, toplumun özellikle de erkeklerin düşmanı olması,

—Kadının, necis, uğursuz ve fitne kabul edilmesi,

—Kadının, kocasına köle gibi itaat etmesinin gerekliliği, onun her arzusunu yerine getirme zorunda oluşu,

—Kadının kocasının cinsel çağrısına her seferinde cevap vermesinin mecburi olması,

— Kocasına karşı gelen kadınların kocalarına dövdürülmesi,

—Kadının okutulmaması; eğitim ve öğretimden uzak tutulmasının gerekli olduğu,

—Namaz kılan erkeğin önünden kadın geçerse, erkeğin namazının bozulması,

—Eğer erkek, tepeden tırnağa irin olsa kadını da onu diliyle yalasa, yine de erkeğinin hakkını ödeyemez anlayışı

—Eğer insanın insana secde etmesi caiz olsaydı, kadının kocasına secde etmesini emredecek olması,

—Kadının kara çarşaflara büründürülüp evlere hapsedilmesi,

— Evlilikte eş kabul edilmeyip seks objesi ve çocuk tarlası kabul edilmesi,

— Evliliğinin kocasının iki dudağı arasına bırakılması, boşanmada kadına inisiyatif verilmemesi. Buna rağmen kocasının “boş ol” demesiyle boş olması,

— Kadının yönetici, devlet başkanı yapılmaması, (mukadderatını bir kadının eline veren toplumun felah bulmayacağı),

— Kadına yöneticileri seçme hakkı tanınmaması,

— Kadının, köpek ve domuzla beraber namazı bozan unsurlardan olması,

— Şahitlikte, bir erkek eşittir iki kadın ilkesinin uygulanması,

— Kadının ailesinden izin almadan evlenmesinin yasaklanması gibi rivâyet ve haberlere itibar edilmemelidir. Onların yalan ve iftira oldukları mutlaka bilinmelidir.

Çeşitli dini kitap adı altında piyasada dolaşan kitaplarda yer alan bu saçmalıklara inanılmamalı bunların o eşsiz Peygambere birer iftira olduğu kesinlikle bilinmelidir.

Yaratılışları aynı olan kadın ve erkek hukukta, sorumlulukta da aynen eşittir. Birbirlerinden farkları yoktur.

Şüphe yok ki İslâm dinine giren erkekler ve İslâm dinine giren kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, saygıda duran erkekler ve saygıda duran kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, huşulu erkekler ve huşulu kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını muhafaza eden erkekler ve ırzlarını muhafaza eden kadınlar, Allah’ı çok anan erkekler ve Allah’ı çok anan kadınlar; Allah, onlar için bir bağışlanma ve çok büyük bir ödül hazırlamıştır. (Ahzâb; 35)

Ve erkekten veya kadından, kim mü’min olarak düzeltmeye yönelik işler yaparsa, artık işte onlar, cennete girerler. Ve hurma çekirdeğinin sırtındaki çukur kadar haksızlığa uğratılmazlar.( Nisa; 124)

Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: “Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki hepiniz aynısınızdır– çalışanın amelini kaybetmem. O nedenle, göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır.”(Al-i Imran; 195)

Erkek-dişi, mü’min olarak kim iyi amel işlerse kesinlikle onu güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini, yapmış oldukları amellerin daha güzeliyle ödüllendireceğiz. (Nahl; 97)

Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, içinde sürekli kalanlar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde hoş meskenler vaat etti. Allah’ın rızası ise daha büyüktür. İşte bu, çok büyük kurtuluşun ta kendisidir.(Tevbe; 72 

Kur’an’ın büyük bölümü genele hitap olsa da, bu âyette olduğu gibi Allah’ın kadın ve erkeği ayrı ayrı vurguladığı âyetler de mevcuttur.

Ve Allah’ın bazınıza, diğerlerinizden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Ve Allah’ın fazlından isteyin. Şüphesiz Allah her şeyi en iyi bilendir.

(Nisa; 32)

Âyetlerde görüldüğü gibi Allah kadını dini ve aklı kısa veya noksan biri olarak yaratmamış, onlara kulluk/ibadette de erkekle eşit olarak yükümlülükler vermiştir. Nitekim kadınların erkeklerden az akıllı olduğu bilimsel de değildir. Böyle bir iddia, İslâm’ın bilimsel olarak dışlanmasına, gözden düşürülmesine yönelik olarak ortaya atılmış olmalıdır.

Allah tarafından kadının dininin ve aklının noksanlığı ifade edilmezken, bilimsel olarak da böyle bir gerçek yok iken maalesef Peygamberimize fatura edilmiş yalan rivâyet/ söylentilerle kadınların aklının ve dininin noksanlığı Müslümanlara dayatılmıştır

Örnek:

 “…Bize Muhammed ibn Ca’fer haber verip şöyle dedi: Bana Zeyd-ki o, Eslem’in oğludur-, İyad ibn Abdullah’tan; o da Ebu Said el Hudri’den haber verdi. O şöyle demiştir:  Bir kurban yahut ramazan bayramında Rasülüllah yanımıza, namaz kılınacak musallaya çıktı. Kadınların yanına uğradı da :

Ey kadınlar topluluğu! Sadaka veriniz.  Çünkü sizler bana cehennem ahâlisinin çoğu olarak gösterildiniz, buyurdu.

Kadınlar :

Yâ Rasülellah, neden? diye sordular.

Rasülüllah :

-Çünkü siz çokça lanet eder ve kocalarınıza karşı nimete nankörlük yaparsınız. Tam akıllı ve ihtiyatlı kimsenin aklını,  sizin kadar eksik akıllı, eksik dinli hiçbir kimsenin çelebileceğini görmedim, buyurdu.

Kadınlar:

-Dinimizin ve aklımızın eksikliği nedir? Ya Rasülellah! dediler.

-Kadının şehadeti/tanıklığı, erkeğin şehadetinin yarısı değil midir ?

Kadınlar:

Evet, dediler.

-İşte bu aklının eksikliğindendir. Hayızlı olduğu zaman da namaz kılmaz,  oruç tutmaz değil mi ?  Buyurdu.

Kadınlar:

Evet, dediler.

-İşte bu da dininin eksikliğindendir, cevabını verdi.“

                                        (Buhari;  Hayız Kitabı, Vll. Bap, rivâyet No: 9)

Görüldüğü gibi kadınların biyolojik farklılıkları, dinlerinin noksanlığına neden gösterilmiştir. Bu durum hem Kur’an’a hem de akla aykırıdır.

Şimdi, kadınların akıllarının, dinlerinin noksan olduğunu ve kocalarına karşı nankörlük ettiklerinden ve de çokça lanet sözcüğü kullandıklarından cehennemlik olduklarını bildiren bu rivâyeti akıl ve Kur’an ile bir tahlil edelim.

İlk dikkat çeken şey, râvinin şaşkınlığıdır. Şöyle ki, olayın hangi bayram günü olduğunu karıştırmaktadır. Böyle birbirinden özellikler ile ciddi farkları olan iki bayramı ayırt edemeyen kişi Peygamberin dediklerini de karıştırabilir.

Eksik akıllı birinin ise tam akıllı birisini çelmesi, kandırması ve sapıtması ise cidden tartışılır.

Diğer bir husus; kadınların cehennemlik olmalarına gerekçe ise, çok lânet etmeleri ve kocalarına karşı nankörlük etmeleri, gösterilmiştir. Ki Kur’ân’da çok lanet edenin ve kocasına karşı nankörlük edenin cehennemlik olduğuna ve olacağına dair hiçbir açık veya ima yollu bir ifade yoktur. İnsanları cehenneme götürecek her türlü fiil Kur’ân’da bildirilmiştir. Burada görülüyor ki, kadınları kocalarının sömürmesi için peygamber malzeme yapılmıştır.

Hayızlı kadının oruç tutamayacağına izni, bizzat Allah ‘Hasta iseniz ve ya yolda iseniz başka günlerde tutamadığınız gün sayısınca tutunuz’ buyurarak vermiştir.

Hayızlı kadının namaz kılmadığı ve kılamayacağı ise, hem Kur’ân’a terstir hem de Rasülüllah’ın uygulamasına. Peygamberin uygulamasına tersliği hiç başka kaynak aramadan, hem tarihsel değeri olan hem de sahih rivâyet kaynaklarının en sağlamı kabul edilen Sahih-i Buhari’den görelim.

 “ Bize Mâlik, Hişam’dan; o da Fatıma bintü- Münzir’den o da Esma bintü Ebi Bekr den haber verdi. O şöyle dedi: Bir kadın Rasülüllah’tan sorup: Yâ Rassülellah, birimiz, elbisesine hayzından kan isabet ederse nasıl yapsın buyurursun? Dedi. Rasulüllah:

Birinizin elbisesine hayzından kan bulaşırsa, onu parmaklarıyla yahut tırnağıyla kazısın, sonra azar azar üzerine su döküp yıkasın, ondan sonra o elbise içinde salat etsin, topluma çıksın! buyurdu.

(Buhari Hayız Kitabı, 10. Bab, 12 numaralı rivâyet)

Yine fıkıh kitapları birtakım târihî olayları delil kabul ederek, toplantı günü salâtının edasının şartları olarak şunları belirlemişlerdir:

• Veliyyu’l-emr,

• İzn-i âm,

• Vakit,

• Cemaat,

• Hutbe.

Bunları kısaca açalım:

1) Veliyyu’l-emr: Resmî otoritenin başı, devlet başkanı ya da nâibi.

2) İzn-i âmm: Toplantının yapılacağı yerin herkese açık olması ve mülkî âmirin izin verdiği yerde (miting izni gibi) uygulanması.

Bu ikisi, bugünkü siyâsî yapı gereği uygulama imkânı bulunmayan şartlardır. Esasan böyle şartlar İslâm’da zaten yoktur. Müslümanlar nerede olsa toplanır; (ilk Müslümanlar koyun ağılında toplanmışlardı) Cum‘a/toplantı başkanını [kongre divan başkanını] aralarından seçer; “Allah’ın anılması” işini icra eder, ardından da Allah’ın nimetlerini aramak üzere yeryüzüne dağılırlar. İslâm, Allah’ın koyduğu sınırlarda yaşanır; onun-bunun himmeti ve izni oranında değil. Bu iki şartı, resmî otorite ve mülkî idareye bağlayanlar, laik sistemde işin içinden çıkamamışlardır. İnançları gereği, “Bu şartlarda Cum‘a salâtı ikâme edilmez/Cum‘a namazı kılınmaz” diyemedikleri gibi, kıldıkları Cum‘a’nın kabul olmama endişesini de içlerinden atamamışlardır. Onun için iki rekât namaz ve hutbeden ibaret olan Cum‘a’yı/toplantıyı, hutbenin yanında 16 rekât namaza çıkarmışlardır. 16 rekâta da nasıl niyet edileceği sorusuna ise bir türlü ikna edici bir cevap bulamamışlardır.

Bu şartlar, Müslümanları kontrol altında tutmaya çalışan sonraki siyâsîlerce İslâm’a sokulmuştur. Böylece arı-duru olan İslâm; Arap, Acem, Selçuklu, Osmanlı Müslümanlık’ı olarak yozlaştırılmıştır. Her Müslüman bu toplantının doğal üyesidir. Hiç bir Müslüman’a katılımda kısıtlama konamaz. Herhangi bir nedenle katılımı kısıtlanmış kişiye, katılmadığı için sorumluluk yoktur.

3) Vakit: Bugünkü uygulamada haftanın beşinci günü Yevmu’l-Cum‘a’dır [Toplantı Günü’dür].

Cum‘a gününü Allah tesbit etmemiştir. İlk Cum‘a’yı uygulayan Medîneli Müslümanlar, içerisinde bulundukları sosyal ve ekonomik şartları dikkate alarak haftanın altıncı gününü (bize göre beşinci günüdür; zira Araplar haftayı Pazar’dan başlatırlar) Yevmu’l-Cum‘a/Toplantı Günü olarak kararlaştırmışlar; o günden bu güne aynı uygulama devam edip gelmektedir. Herhangi bir bölgedeki Müslümanlar, içinde bulundukları şartlar gereği Yevmu’l-Cum‘a’yı/Toplantı Günü’nü haftanın başka bir gününde veya günün değişik saatlerinde uygulamayı uygun görürlerse, buna da saygı duymak gerekir.

Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma için] seslenildiği zaman, Allah’ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır.  (Cum‘a/9)

Bu âyette günün tümüne işaret edildiğine göre, günün herhangi bir vaktinde Cum‘a/Toplantı uygulanabilir. Bunu da yine bölge Müslümanları, sosyal ve ekonomik koşullarına göre ayarlayabilirler. Bugüne kadarki gün ve saat uygulamaları bir teâmüldür. Allah tarafından tesbit edilip zorunlu tutulmamıştır.

Fıkıh kitapları bu vakti, Cum‘a/Toplantı gününün öğle vakti olarak belirleseler de, Rasûlullah’ın (s.a) öğleden evvel, öğlen sonrası uyguladığı sahih hadislerde bildirilmektedir. Ayrıca, âyette “yevmu’l-Cum‘a/toplantı günü” ifadesi yer aldığına göre, günün herhangi bir saatinin olabileceğine ilâhî bir ruhsat var demektir.

4) Cemaat: Bu şart; âlimler arasında tartışılmış; ellerindeki rivâyetlere göre kimi 3 kişi, kimi 7 kişi, kimi 40 kişi olması gerektiğini söylemiştir. Bunlardan, Cum‘a’nın 3 kişiyle de 7 kişiyle de 40 kişiyle de uygulandığını anlıyoruz. Ama işin özü; Arapça’daki çoğul ifade eden sayıdır ki o da 3′tür. Âyette, çoğul olarak Allah’ın zikrine koşun diye buyurulduğuna, çoğulun en azı da 3 olduğuna göre, toplantı için 3 Müslümanın bulunması yeterlidir; bunların kadın ya da erkek olması veya kadın-erkek karışık olması durumu değiştirmez.

Burada Müslümanların, yukarıda açıkladığımız salâta katılış şartlarını dikkate almaları; cünüb ve sarhoş olmamaları, ayrıca su; su bulamayanların ise temiz toprak ile temizlenmeleri, kirli, pis kokulu olarak toplantıya gelmemeleri, ziynetlerini takınarak gelmeleri gerekir.

Târih ve Sünen kitaplarından öğrendiğimize göre Cum‘a için Rasûlullah boy abdesti alıyor, beyaz ve temiz elbisesini giyiyor, güzel kokular sürünüyordu. Bunları herkese de tavsiye ediyordu.

5) Mısr/Yerleşim birimi: Her yerleşim biriminde tek bir yerde Cum‘a/Toplantı icra edilir. Bu günkü gibi her 100 metrede bir Cum‘a/Toplantı yapmak yanlıştır. Bir beldenin her camisinde ayrı ayrı Cum‘a/Toplantı yapmak, Cum‘a’nın/Toplantının amacına aykırıdır. Böyle uygulamalardan maksat hâsıl olmaz. Onun içindir ki, “Bir beldede birden fazla Cum‘a/Toplantı icra edilecek olursa, ilk Cum‘a’ya başlayan cemaatin Cum‘a’sı olur; diğerlerininki olmaz” denilmiştir. İmam A‘zam Ebû Hanîfe, bir beldede değişik yerlerde birden fazla cemaat olunup Cum‘a icra edilmez dedidiği halde, Hanefî mezhebinden olduklarını iddia edenlerin, diğer mezhep mensuplarından daha fazla bu hatayı yapmaları dikkat çekicidir.

6) Hutbe: Hutbe, Cum‘a/9′da geçen, “zikrullâh/Allah’ın anılması”dır.

Bu şart, mezhepler ve mezhep içi imamlar arasında değişik şekillerde yorumlanmıştır. Bunların en güzeli, İmam A‘zam Ebû Hanîfe’ye aittir. O, “Hutbe zikrullâhtır/Allah’ı anmaktır” demiştir ki, âyetin açık beyanı da bunu doğrulamaktadır. Ama Ebû Hanîfe’nin bu sözünü, “İmam minbere çıkıp ‘Allah’ derse hutbe tamam olur” diye anlamışlar.

Hutbe belirli bir gündemle icra edilir. Hutbeyi okuyan, bir nevi kongredeki divan başkanı görevini yürütür. Herkesin söz hakkı vardırhem de sansürsüz.Orada görüşülen her konu Zikrullâh’a yönelik ve “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır” anlayışı çerçevesinde olduğundan, hiçbir Müslüman görüş ve eleştirisinden ötürü takibata alınamaz, ayıplanamaz. Tam bir dokunulmazlık hakkına sahiptir.

“Mescidde dünya kelâmı konuşulmaz”, “Hutbe esnasında konuşulmaz” vb. sözler, İlmihallerde yer alsa da, bunlar, eleştiriye tahammülü olmayan güçler tarafından piyasaya sürdürülmüş şeylerdir. Böylece, toplantı mahallinde konuşmak yasaklanmış, katılımcıların diline kilit vurulmuştur. Buhârî’de yer aldığına göre katılımcılardan birinin arkadaşına “sus” demesi bile suç sayılmıştır.[8]

İslâm’ın aslı ile alakası olmayan bu gibi şeyler; aktif, cevval ve uyanık olmaları lazım gelen Müslümanları koyun sürüsü haline getirmek için birileri tarafından icat edilmiş, bunda da muvaffak olmuşlardır: Mescidlerde bugün bilinçli cemaat yoktur; imamın söyledikleri yalan-yanlış da olsa ses çıkarılmaz. Halife Ömer, hutbe okurken “Susun ve beni dinleyin” dediğinde, “Üzerindeki elbiseyi nerden bulduğunu, nasıl ona sahip olduğunu bize açıklayıp bizi ikna etmeden sana itaat etmeyiz” diyen erkek cemâat da, “Allah’ın sınır koymadığı mehirde sen nasıl kısıtlamaya gidebilirsin ?” diye itiraz eden kadın cemâat da târih oldu.

Yukarıda, toplantının amacının, zikrullâh olduğunu ifade etmiştik. Zikrullâh/Allah’ın anılması, bu kitabımızın Namaz bölümünde de açıkladığımız gibi, bir tesbîh alıp dil ile “Allah, Allah, Allah…” demek değil, Allah’ın üzerimizdeki hakklarını, bize sunduğu nimetleri düşünmek, kul olarak O’na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizin muhâsebesini yapmak ve verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemek; daima bu bilinç içerisinde olmaktır.

Böyle bir uygulama ile hiç şüphesiz Müslümanların bir nevi haftalık bakımları yapılıyor; inanç ve amelleri revize ediliyor; ileriki hafta için işleri programlanıyor; aralarındaki ihtilaflar, yaşamlarındaki aksaklıklar, yapılması lazım gelen işler, dertler, tasalar, eleştiriler orada hiç kimseye alet olmadan her Müslüman’ın katılımı ile özgürce ve tam bir dokunulmazlıkla istişare edilip karara bağlanıyor. Ayrıca bu toplantı vesilesi ile Müslümanlar tanışıp konuşuyorlar, dostluk tazeliyor; bilgileri, bilinçleri artıyor; kenetleniyor; güç birliği yapıyor ve bunu da dosta-düşmana gösteriyorlar. Sürü gibi câmiye doluşarak uyuklayıp uyuklayıp dağılmıyorlar. –İşte onun içindir ki toplantı günü salâtı, es-Salâtu’l-Vusta’dır [en hayırlı salâttır].– Sonra da, bu dinamizmle, Allah’ın nimetlerini aramak için yeryüzüne yayılıyorlar. Ne kadar güzel ve anlamlı…

Sahîh sünnete ve târihî belgelere bakılırsa Peygamberimizin mescidi, her türlü kamu hizmeti ve sosyal aktivite için kullandığı görülür. Bugün de mescidler/câmiler kongre, konferans, sergi solonu, kütüphane, eğitim-öğretim gibi tüm sosyal ve kültürel aktivitelere açık olmalıdır. Mescidler/câmiler uyuma ve uyutma mekânları, mahalleri ve merkezleri olmaktan çıkarılmalı, İslâm’daki özgün kimliğine kavuşturulmalıdır. Yâni, mescidler/câmiler salât mahalli; bilgilenme, bilinçlenme ve aydınlanma yerleri olmalıdır.

İşte İslâm’ın Cum‘ası… Müslümanların yerel gündem toplantısı böyle olmalı!


[1]Lisânu’l-Arab, c. 9, s. 297-301; Tâcu’l-Arûs, c. 10, s. 442-448.

[2]Lisân, 2/204; Tâc, 11/73, “C-m-a” mad.

[3]              Kurtubî.

[4]              Suyûtî, ed-Durru’l-Mensûr, VI, 218; Dârekutnî’den naklen: İbn Sa‘d, Tabakât, III, 118.

[5]              es-Serahsî, II/22-23; İbnü’l-Humam, Fethu’l-Kadir, I/417.

[6]              Ebû Dâvud, I/644, hadis no: 1067; Dârekutnî, II/3; Bağavî, Şerhu’s-Sünne, I/225.

[7]              es-Serahsî, II/22-23; İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtâr, I/591, 851-852.

[8]Sahîh-i Buhârî, “Kitâbu’l-Cum‘a”, Bâb: 35, No: 57.