Bu konunun Kur’an çerçevesinde Müslümanlarca iyi bilinmesi gerekmektedir. Zira bu konunun hakikatinin bilinmemesi nedeniyle toplum amelsiz insanlardan geçilmez oldu. Ameli olmadığı hâlde Müslümanlığı kimse elden bırakmıyor. Bu konu herkes tarafından doğru dürüst öğrenilmelidir ki, kimin gerçek kimin sahte Müslüman olduğu anlaşılsın.
İman, dil bilimcilerine göre; “Kesb/çalışma ve ihtiyar/özgür iradeyle seçim ile kalpte hâsıl olan tasdik” demektir. Yani iman, kelime anlamı olarak “verilen haberi kabul ve itiraf ederek haber sahibini yalanlamamak”tır.
Dinî terim olarakiman ise “sadece tasdik olmayıp Peygamberin Allah tarafından getirdiği ve dinden olduğu zarurî ve kesin olarak bilinen haber ve hükümleri kendi irade ve ihtiyariyle tasdik ederek bunları kabul ve itiraf etmek“tir.
Bizim üzerinde duracağımız nokta, bu tasdik, kabul ve itirafın nasıl olacağıdır:
- Kalben kabul ve itiraf yeter mi?
- Sâdece dil ile kabul ve itiraf yeter mi?
- Yoksa hem kalben hem de dil ile kabul ve itiraf mı gerekir?
- Ya da bu ikisiyle birlikte pratikte de uygulamaları olması mı gereki
Bu noktalarda geçmişte İslâm bilginleri arasında birçok tartışmalar olmuş ve bu husus ile ilgili olarak Kerrâmiye, Havâriç, Mu’tezile, Selef/Muhaddisûn gibi birçoğu ifrata ve tefrite kaçan mezhepler/ekoller ortaya çıkmıştır. Bunlardan kimisi ameli olmayan bir Müslüman’a çekinmeden kâfir demiş, (hâlbuki amelinin olmamasının imansızlıktan başka bir sebebi olabilir, ) kimisi de ameli olmayan bütün Müslümanları cennetle müjdelemiş ve böylece günahkârlığı cesaretlendirmiştir. Bu geniş mevzu İlm-i Kelam kitaplarında duradursun, biz iman-amel ilişkisini zoraki yorumlara tevessül etmeden, temel kaynağımız Kur’ân’dan görelim.
Konuyla ilgili Yüce Rabbimizin açık beyanlarına dikkat edelim:
İnsanlar, denenmeden, “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Ve andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de saflaştırılmaları için ateşlere/ sıkıntılara sokmuştuk. Artık elbette Allah, doğru kimseleri bildirecektir ve elbette yalancıları da kesinlikle bildirecektir.(Ankebut/ 2, 3)
Görmedin mi; hiç düşünmedin mi, Allah nasıl bir örnek verdi? Güzel bir söz, kökü, sabit, dalı-budağı gökte olan, Rabbinin izniyle/ bilgisiyle her an ürün veren güzel bir ağaç gibidir. Ve onlar öğüt alsınlar diye Allah insanlara böyle örnekler verir.
Kötü bir söz’ün durumu da, yerden koparılmış, sabit kalma imkânı olmayan kötü bir ağaca benzer. (İbrahim/ 24- 26)
Hoş kelimeler yalnızca O’na yükselir. Ve düzgün iş onu yükseltir. Kötülüklerin plânlarını yapan şu kişiler; onlar şiddetli azap kendileri için olanlardır. Onların plânları ise; o, darmadağın olur.(Fatır/ 10)
Âyetteki düzgün amel onu yükseltir ifadesi, Kur’ân’da pek çok yerde geçen iman eden ve sâlihâtı işleyenler nitelemesinin bir başka ifadesidir. Bu ifade, kuru kuru “Ben inandım” demenin yetersizliğini, imanın mutlak sûrette amel olarak yansıması gerektiğini göstermektedir. Nitekim Kur’ân’da imansız amelin işe yaramayacağına dair onlarca Âyet vardır. Amelsiz bir imanın yetersizliği bu Âyette de böyle ifade edilmiştir. Anlaşılması gereken şudur ki, iman mutlaka dışa yansımalı, sâlihâtı işlemek ve takvâ olarak kendini kişinin hal ve hareketlerinde açıkça göstermelidir.
Bu çok önemli konunun daha iyi anlaşılması için “Cennetin Bedeli Takvâ” adlı çalışmamızdan bir bölümü okuyucuya sunmayı yararlı görüyoruz:
Şüphesiz Allah bir sivrisineği, hatta daha daha küçük olan bir şeyi örnek vermekten çekinmez. İşte iman eden kimseler bilirler ki, şüphesiz o hakktır, Rablerindendir. Allah’ın ilâhlığını, rabliğini örtmüş olan o kimseler de artık, “Allah böyle bir örnek ile ne demek istedi?” derler. Allah, verdiği örneklerle birçoklarını şaşırtır, onunla birçoklarını kılavuzlar. Allah, onunla sadece, söz verip antlaştıktan sonra Allah’a verdikleri sözü bozan, Allah’ın birleştirmesini emrettiği şeyi; iman-amel ayrılmazlığını bozan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan hak yoldan çıkmış kimseleri şaşırtır. İşte bunlar, zarara uğrayanların ta kendileridir. (Bakara/ 26, 27)
27. Âyetteki, Allah’ın birleştirmesini emrettiği şeyi kesen ifadesi, genellikle “akrabalık bağını kesen” şeklinde anlaşılmıştır. Hâlbuki burada, “amel ile imanın birleştirilmesi” kastedilmekte; salt imanın yetmeyeceği, imanın mutlaka sâlihatı işlemek ile birleştirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Böylece münafıkların, “İnandık” demekle yetinerek diğer dini vecibeleri yerine getirmedikleri beyan edilmektedir:
Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yetenekleri olan kişiler;
Allah’a verdiği sözleri yerine getiren ve antlaşmayı bozmayan,
Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi; iman ve ameli birleştiren,
Rablerine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler,
Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş,
salâtı ikame etmiş [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma kurumları oluşturmuş, ayakta tutmuş],
kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık Allah yolunda harcamış
ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte onlar, bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar Adn cennetlerine gireceklerdir. Görevli güçler/ haberci âyetler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabretmiş olduğunuz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” (Ra’d/ 19- 26)
Allah’a yeminle kesin söz verdikten sonra bozan ve Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri; iman ve ameli kesen/ birbirinden ayıran ve yeryüzünde kargaşa çıkaran kimseler; işte onlar, dışlanma kendileri için olanlardır. Yurdun kötüsü de onlar içindir.
Bu âyetlerden anlaşıldığına göre iman ile amel arasında , et ile tırnakta , ağaç- ile meyvede olduğu gibi “ayrılmazlık” ilişkisi vardır. Ve Rabbimiz Bakara; 27 ve Ra’d; 19-26’da açıkça “Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştiren,” ifadeleriyle iman ve amelin ayrılmazlığı, müminlerin ayırmamasına dikkat çekmiştir. Yine Kur’ân’a baktığımızda Allahü Teâlâ, iman etmeyi mutlaka bir fiille beraber zikreder. Kur’ân’ın tanımladığı müminler aksiyon halindedirler.
Kesinlikle, inananlar durumlarını korudular/zafer kazandılar.
Onlar, salâtlarında [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmalarında] gösterişsiz/ samimi olan kimselerdir.
Ve onlar, boş şeylerden yüz çeviren kimselerdir,
Ve onlar, zekâtı işleyen/vergiyi veren kimselerdir,
Ve onlar, iffetlerini koruyan kimselerdir, –eşleri veya sözleşmelerinin sahip oldukları ayrı, çünkü bundan dolayı kınanamazlar, oysa bunun ötesine gitmek isteyenler, işte onlar, sınırları aşanların ta kendileridir.–
Ve onlar, emanetlerine ve antlaşmalarına riâyet eden kimselerdir.
Ve onlar, salâtlarını [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma kurumlarını] koruyan kimselerdir.
İşte onlar, içinde temelli kalacakları Firdevs cennetine son sahip olan son sahiplerin ta kendileridir. (Mü’minun; 1- 11)
Elli civarında âyette Allahü Teâlâ İman edenler ve sâlihâtı işleyenler ifadesini kullanarak iman ile davranışı [sâlihâtı işlemeyi] bir daha ayrılmayacak şekilde birbirine bağlamıştır. Bu ifadeyle “iman” ve “sâlihâtı işlemek” bir bakıma aynı şey hâline gelmektedir. Bundan dolayıdır ki, Mâide Sûresi’nin 44-45. ve 47. âyetlerinde Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler “kâfirler, zâlimler ve fâsıklar” olarak değerlendirilmiştir.
Gerçek Mü’minlerin nitelikleri sayılırken de şu hususlara dikkat çekilmiştir:
Hiç şüphesiz mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperen,
O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman, iman açısından güç kazanan ve yalnızca Rablerine sonucu havale eden,
salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma kurumlarını oluşturan, ayakta tutan]
ve Bizim kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte bunlar, gerçekten inananların ta kendisidir. Onlara Rableri katında dereceler, bağışlama ve saygın bir rızık vardır. (Enfal/ 2- 4)
Şüphesiz Allah, tevbe eden, kulluk eden, övgüde bulunan, seyahat eden, Allah’ı birleyen, boyun eğip teslimiyet gösteren, herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden, kötü olan her şeyden vazgeçiren, Allah’ın hududunu koruyan inananlardan canlarını ve mallarını şüphesiz cenneti onlara verme karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah’ın Tevrât, İncîl ve Kur’ân’daki gerçek bir vaadidir Ve sözünü, Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alış-verişle sevinin. Ve işte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Ve mü’minlere müjde ver! (Tevbe/ 111,112)
Ey iman etmiş kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim mi? Allah’a ve O’nun eElçisi’ne inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha iyidir: Sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki hoş meskenlere girdirir. İşte bu, büyük kurtuluştur. Ve sizin seveceğiniz başka birşey daha: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih… Ve inananlara müjde ver. (Saff/ 10, 11)
Ayrıca Furkân sûresi’nin 63-77. âyetlerinde belirtilen özelliklerin de göz önüne alınması gerekmektedir. Bu özellikler şunlardır:
Ve Rahmân’ın; yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’ın kulları öyle kimselerdir ki onlar, yeryüzünde alçakgönüllülükle yürürler ve cahil kimseler kendilerine lâf attığı zaman “Selâm!” derler.
Rahmân’ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’ın] kulları, Rablerine teslimiyet göstererek ve kulluk görevlerini yerine getirerek gecelerler.
Ve Rahmân’ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’ın] kulları, “Rabbimiz! Cehennem azabını bizden sav! Doğrusu onun azabı daimî bir değişim ve yıkıma uğramaktır. Orası cidden ne kötü bir karargâh, ne kötü bir ikametgâhtır!” derler.
Ve Rahmân’ın kulları, harcadıklarında savurganlık etmezler, sıkılık da etmezler ve bu ikisi arasında bir denge olmuştur.
Ve işte Rahmân’ın kulları, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın haram ettiği canı öldürmezler. –Ancak hak ile öldürürler.– Zina da etmezler. –Ve kim bunları yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyâmet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır. Ancak tevbe eden, iman eden ve sâlihi işleyenler bunun dışındadır. İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tevbe eder ve sâlihi işlerse, kesinlikle o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.–
Ve Rahmân’ın kulları, yalan yere tanıklık etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman saygın bir şekilde geçerler.
Ve Rahmân’ın kulları, kendilerine Rablerinin alâmetleri/ göstergeleri hatırlatıldığında ise, onlar üzerine sağırca ve körce davranmazlar.
Ve Rahmân’ın kulları, “Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve bizden sonraki kuşaklarımızdan göz aydınlığı olacak kimseler hibe et/ bağışla. Ve bizi Allah’ın koruması altına girmiş kişilere önder kıl!” derler.
İşte Rahmân’ın kulları, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamlarında, orada sonsuz olarak kalacaklar olarak ödüllendirilecekler, orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır. –Orası ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir ikametgâhtır!–
De ki: “Yakarışınız olmasa, Rabbim size değer verir mi ki de siz, kesinkes yakarmadınız, yalanladınız? Artık yakarmama, yalanlama sizin ayrılmazınız olacaktır; kendinizi bu durumdan kurtaramayacaksınız.”(Furkan/ 63- 77)
Bütün bu âyetler imanın amelden bağımsız, soyut bir şey olmadığını göstermektedir. Allah yolunda mücadele, iyiliği emir, kötülükten nehy, salât, oruç, infak, tövbe ve benzeri kulluk görevleri iman ile aynı kefede tartılmaktadır.
Allah insan için iki yol bulunduğunu bildirerek iman edenlerin Allah yolunda, etmeyenlerin ise Tağut yolunda mücadele vereceklerini açıklar. Mü’minlerle fâsıkları bir tutmayacağını bildiren Rabbimiz, imanı yüceltmiş ve onu kalplerimize hoş göstermiş; küfür, fısk ve isyandan ise nefret ettirmiştir.
Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli size gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara yoksulluklar, sıkıntılar dokundu ve sarsıldılar; hatta elçi ve beraberinde iman edenler, “Allah’ın yardımı ne zaman?” derlerdi. –Dikkat edin! Gerçekten Allah’ın yardımı pek yakındır.–(Bakara/ 214)
Yoksa Allah, içinizden çaba harcayanları bildirmeden, sabredenleri de bildirmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?”(Al-i Imran/ 142)
Sizden çaba harcayanları, Allah’ın Elçisi’nden ve inananların astlarından sırdaş/ can dostu edinmeyenleri Allah ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Ve Allah, yaptıklarınızdan çok iyi haberi olandır. (Tevbe/ 16)
Açın gözünüzü! Allah’ın yakınlarına, yardımcılarına –ki onlar inanan ve Allah’ın koruması altına girmiş kimselerdir– kesinlikle kaygı yoktur. Onlar üzülmeyecekler de.
Onlara dünya hayatında ve âhiret hayatında müjde vardır. Allah’ın sözleri için değişiklik diye bir şey yoktur. İşte bu, en büyük kurtuluşun ta kendisidir. (Yunus/ 62, 63)
Allah diyor ki: “Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah’ın koruması altına girenlere, zekâtını; vergisini verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl’de yazılmış bulacakları o Anakentli/Mekkeli Peygamber, o Elçi’ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, o’na iman eden, o’na kuvvetle saygı gösteren, o’na yardımcı olan ve o’nun ile birlikteindirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (A’raf/ 156)
Ve onlar eğer inansalardı ve Allah’ın koruması altına girselerdi, kesinlikle Allah’tan bir ödül, daha iyi olacaktı. Keşke biliyor olsalardı! (Bakara/ 103)
İnanan ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimselere, Allah’ın koruması altına girdikleri, inandıkları, düzeltmeye yönelik işler yaptıkları, sonra Allah’ın koruması altına girdikleri, inandıkları ve sonra Allah’ın koruması altına girdikleri ve iyilik-güzellik ürettikleri zaman, tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Ve Allah, iyilik-güzellik üretenleri sever.(Maide/ 93)
Bedevi Araplar, “İnandık!” dediler. De ki: “Siz İnanmadınız, ama ‘Eslemna [sağlamlaştırdık/kendimizi sağlama aldık]!’ deyin; iman henüz kalplerinize girmedi. Ve eğer Allah’a ve Elçisi’ne itaat ederseniz, O, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi size eksiltmez.” Gerçekten Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir!
Mü’minler ancak, Allah’a ve O’nun Elçisi’ne iman eden sonra da şüpheye düşmeyen ve malları ve canları ile Allah yolunda cihat eden kimseledir. İşte bunlar sadıkların ta kendisidir.(Hucurat/ 14- 16)
Bu âyetlerden anlaşıldığına göre, insanlar kesinlikle “inandık” demekle kurtulamayacaklardır. Çünkü iman aynı zamanda inandığını yaşamaktır da… Yaşanmayan kuru bir imanın ne anlamı ne de önemi vardır. İslâm’dan başka din arayan kimselerden bu dinlerin kabul edilmeyeceğini hatırlatan Rabbimiz, Biz iman ettik diyen bedevîlerin imanlarını bile onların yüzlerine çarpmakta ve Hayır, siz henüz iman etmediniz, iman henüz kalplerinize yerleşmedi buyurmaktadır. Zira eğer gerçekten iman etmiş olsalardı, Allah yolunda canlarıyla, mallarıyla mücadele ederlerdi. Rabbimiz o bedevilere eslemna = teslim olduk, Müslüman olduk demeleri gerektiğini öğütlemektedir.
Bu öğüt zımnen şu anlama gelmektedir:
“Kimlik belgenize Müslüman yazdırmanızda bir sakınca yoktur. Kimliğinizi belirtmek bakımından Mecusî, Hıristiyan, Yahudi, Zerdüşt veya benzer bir dinden olmayıp Medine’deki Müslüman toplumdan olduğunuzu söylüyorsunuz ki, bu doğrudur. Ama size gerçek anlamda mümin denemez.”
Gerçek müminlerden olmanın yolu, dinin gerekli gördüğü eylem ve davranışları da yerine getirmekten geçmektedir.
Kur’ân’ın üzerinde durduğu mesele, inandığımız doğruların hayatımızda uygulanmasıdır. İman ile ameli birbirinden ayırıp ayrı ayrı kategoride değerlendirmek Kur’ân’a göre uygun değildir. Kur’ân bizden inandığımızı bizzat yaşayarak kanıtlamamızı istemektedir. “Mü’min şu, şu işleri yapar” denilirken aslında o işleri yapanların ancak iman etmiş sayılacakları ifade edilmiş olmaktadır. Âyetlerde görüldüğü gibi, cennet salt inanmışlara değil, imanla birlikte sâlihatı işleyenlere; Müttekilere; Allah’ın koruması altına girmişlere, sâlihlere, muhsinlere, ebrara vaat edilmektedir.
İnandığı hâlde [mazeretsiz] amel işlemeyen insanların kâfir olup olduklarını tartışmak yerine, bu tür insanların mümin olup olmadıklarının cevabı araştırılmalıdır. Her ne kadar “amel imandan bir cüzdür” önermesi doğru değilse de, kesinlikle bilinmelidir ki, “amel imanın bir gereğidir, icabıdır, dışa vurumu”dur.