İSLÂM DİNİNİN KISACA BİR TANITIMI
(BORNOVA ROTARİ KULÜBÜ İFTAR YEMEĞİ KONUŞMASI)
Sayın bayanlar ve baylar!
Nazik davetiniz için teşekkür ediyorum.
Davet esnasında Sayın Yeşilyurt’un önerisi ile konuşmamın konusunun “DİN” olması kararlaştırılmıştı. O nedenle siz sayın seçkin kardeşlerime “Din”, “Dinin doğuşu” ve “Dinin amacı” ile ilgili bir kısa sunum yapacağım. Sabırla dinleme lütfunda bulunacağınız için şimdiden teşekkürlerimi ve saygılarımı sunuyorum.
Dinin muhatabı insandır. O nedenle önce “İnsan” ne demek konuya buradan girmem gerekiyor.
“İnsan” sözcüğü Arapça bir sözcüktür. Belki de çoğumuz bunun anlamını hiç merak bile etmemişizdir.
“İnsan” sözcüğü, “fi`liyan” kalıbında olup “ens” sözcüğünden türemiştir ve sözcüğün aslı, “insiyan” sözcüğüdür.
Sözcük anlamı ise, “beş duyu ile hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran” demektir.
Sözcüğün anlamı bu olmasına ve evrendeki tüm görünebilen varlıkları kapsamasına rağmen bu sözcüğün sırf insana isim olarak verilmesinin nedeni, insanın yaratılışı itibariyle karşılıklı ünsiyete muhtaç oluşudur. Yani insanın sosyal bir varlık olması; başka varlıklar, özellikle de insanlar ile ilişki kurmadan yapamamasıdır.
Bunu kısaca ifade edersek insan: BİREYSEL YAŞAMASI MÜMKÜN OLMAYAN SOSYAL BİR VARLIKTIR. Adı bile bunu ifade etmektedir.
Dolayısıyla toplumda insanlar birbirinden farklı mesleklere yönelmişlerdir. Kimisi ziraatçı, kimisi tüccar, kimisi esnaf, kimisi memur, kimisi patron, kimisi işçi …. olmuştur. Yani toplum oluşturmuş insanlar meslek gruplarına ayrılmak, toplumlarında iş bölümü yapmak zorunda kalmışlardır.
Her biri kendi işini yaparak, hepsinin işlerinin toplamı ile, toplumun düzeni sağlanır.
Yalnız insanın bir başka yönü daha vardır. Sosyologların, psikologların tespitleri ve de Kur’an’da Allah’ın ifade ettiği üzere insan bir takım zaaflara ve tutkulara yani negatif özelliklere sahiptir. Bunlar:
Zalimlik, nankörlük, ümitsizlik, sevinç deliği, kendini beğenmişlik, cimrilik, kafa tutuş, tahammülsüzlük, acelecilik, sabırsızlık, şehvetperestlik ve servet düşkünlüğüdür.
Tüm bunları bir başlık altında toplarsak kısaca diyebiliriz ki insan: EGO’ya sahiptir.
Öyleyse bu negatif özellikleri taşıyan insanların oluşturduğu toplumlarda ister istemez anlaşmazlıklar ve husumetler meydana gelecektir; düzen bozulacak kargaşa çıkacak, kan bile dökülecektir.
Evrene baktığımızda her şeyin nizam intizam içerisinde olduğunu görüyoruz. Bu göklerdeki düzende olduğu gibi yeryüzündeki doğal ortamda da böyledir. Ama insandaki ego ve fıtrattan gelen zaaflar; negatif özellikler insanın hem doğadaki hem de toplumdaki bu düzeni bozmasına neden olmaktadır. İnsanlığın geçmişine baktığımızda da aynen böyle olmuştur.
Bunu Allah, şöyle açıklar:
Rum; 41:
İnsanlar dönerler diye; kendilerinin elleriyle kazandıkları şeyler yüzünden, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırmak için karada ve denizde kargaşa ortaya çıktı.
Ahzab; 72:
Şüphesiz Biz, emaneti [bütünlüğü, kusursuzluğu, mükemmelliği] göklere, yere ve dağlara yaydık, yaygınlaştırdık da, onlar, onu taşımaya yanaşmadılar, bütünlüğün, kusursuzluğun, mükemmelliğin alıp götürülmesinden korktular. Ve onu insan taşıdı [onu aldı götürdü, ona ihanet etti]. Şüphesiz insan, çok yanlış davranan ve çok cahildir.
Allah’ın müdahalesi
Toplumlarda düzen bozulunca bozulan düzenin yeniden sağlanması için Allah müdahale edip o topluma elçi göndermiş ve kılavuz olarak da kitap yollamıştır.
Allah’ın insanlara merkezden, bu müdahalesine “Hak Din” diyoruz.
“Din sözcüğünün açılımı:
“Din” sözcüğü üzerinde hem Arap-İslâm âlimleri hem de Mac Donald, A. Jeffery, L. Gadret gibi oryantalistler ciddî araştırmalar yapmışlar, İbranice`de ve Eski Farsça`da bu sözcüğe yazılış ve okunuş olarak benzeyen sözcükler bulmuşlardır. İbni Menzur`un Lisan-ül Arab ve Zebidî`nin Tac-ül Arus adlı eserlerinde, örnekleriyle açıkladıklarına göre “din” sözcüğü “dal”, “ye” ve “nün” harflerinden meydana gelmiştir. “Deyn” sözcüğü de aynı harflerden meydana gelmiştir. Üstelik “Deyn” sözcüğünde “ y” harfi, cezim hâliyle bir mastar veznini korurken “din” sözcüğündeki “y” harfi harekesini kaybederek harf-i med (uzatma harfi) durumuna dönüşmüş ve böylece “din” sözcüğü isimleşmiştir. Bu durum, “din” sözcüğünün “deyn” sözcüğünden türediğini göstermektedir.
“Deyn” sözcüğünün vazı` (ilk) anlamı “borç” demektir. Aslında “din” sözcüğü de başlangıçta “borç” anlamında kullanılmaktaydı. Fakat zaman içersinde insanlar arasındaki alma-verme işlemleri kapsam olarak genişleyince, buna bağlı olarak bu ilişkileri ifade eden sözcüğün de anlamı genişlemiş ve ceza (her şeye bir karşılık verilmesi), hak-hukuk, nizam-intizam, sosyal düzen… gibi kavramlar da “din” sözcüğüyle ifade edilir olmuştur.
“Din” sözcüğü, daha sonra da istiare yoluyla, mutlak olarak, toplumsal alış-veriş; toplumsal ilişkiler anlamı olan “sosyal nizamı belirleyen ilkeler” anlamında kullanılır olmuştur. Bu sözcüğün bir başka türevleri de Türkçemize bile girmiştir. Örneğin “Medeniyet” sözcüğü. Medeniyet sözcüğünün anlamı “dinin (sosyal düzenin uygulaması)” demek tir. “Medeni kanun” denince de “Yurttaşlık kanunları” anlaşılır.
Ancak bu sözcük ile kastedilen düzen, sadece Allah`ın koyduğu ilkeleri kapsayan Hakk Düzen`den ibaret olmayıp, insanlar tarafından kurulan düzenleri de kapsamaktadır. Yani “din”, ister Hakk ister batıl olsun, ister Allah ister insanlar tarafından kurulmuş olsun, her türlü toplum nizamı, yaşam kuralları bütünü demektir.
İnsanların kurdukları düzenlere de “din” denmesinin bu ayetten başka Kur`an`daki örnekleri şunlardır: Âl-i Imran; 73, En`âm; 70, A`râf; 51, Yusuf; 76, Mümin; 26.
Bu durumda Mekkelilerin, Mısırlıların oluşturdukları düzenler de, bugünkü toplumlarda oluşmuş kapitalizm, sosyalizm, liberalizm, komünizm gibi ekonomik düzenler de birer din sayılmalıdır.
Kurallarını Allah`ın koyduğu Hakk Din ise Kur`an`da; “Allah`a ait din”, “Ed Din-ül Hanif”, “Ed Din-ü Kayyim”, “Muhlisine lehüddin”, “Ed Din-ül Halis” ve “İslâm” adlarıyla yer almıştır.
Bu ayetlere dayanarak Kelâm bilginleri “Hakk Din”i şöyle tarif etmişlerdir: “HAKK DİN, YÜCE ALLAH`IN, KULLARININ KENDİSİ VASITASI İLE HAKKA ULAŞMALARI İÇİN PEYGAMBERLERİ ARACILIĞI İLE AKIL SAHİBİ İNSANLARA TEBLİĞ ETTİĞİ, ONLARI DÜNYA VE AHİRET MUTLULUĞUNA KAVUŞTURAN SİSTEM, ALLAH`IN KOYDUĞU HÜKÜMLERDİR.”
“İSLÂM” NE DEMEKTİR?
الإسلام[islâm] sözcüğü, س ل م[silm] kökünden türemiş if‘âl kalıbında mastar bir sözcük olup isim ve mastar olarak kullanılır. Silm sözcüğü, “berâet/uzak tutma; korkudan, kuşkudan, beladan, huzursuzluktan, mutsuzluktan, kavgadan savaştan, ağrıdan, sızıdan, maddî ve manevî sıkıntılardan, zayıflıktan çürüklükten… tüm olumsuzluklardan uzak olma” demektir. Bu sözcük, sâlim, selâm, teslim, islâm vs. sözcüklerinin de köküdür. Sözcüğün “islâm” kalıbı, “sağlamlaştırma” [dertten, tasadan, korkudan, mutsuzluktan, kavgadan, savaştan ve benzeri olumsuz şeylerden uzaklaştırma] demektir. Öyleyse İslâm dini de, “insanları sağlamlaştıran din [dert, tasa, savaş, zayıflık, manevî hastalık, mutsuzluk ve benzeri şeylerden uzaklaştırıp sağlama, güvenceye alan ilkeler bütünü] demektir.
“İslam” deyince kesinlikle son peygamber Muhammed peygamberin getirmiş olduğu din anlaşılmamalıdır. İlk peygamberden bu yana gelmiş geçmiş peygamberlerin hepsinin tebliğ ettiği din “İSLAM”dır. Bunun ilk kullanımını bundan yaklaşık yedi bin yıl evvel yaşamış İbrahim peygamber için kullanıldığını ve sonra da aynı ekolün devam ettiğini Kur’an’dan öğreniyoruz. Buna “Vahyin birliği” diyoruz. O nedenle de geçmiş peygamberlere ve onları izleyenlere saygılı olmak zorundayız. PEYGAMBERLER BİRBİRİNİN RAKİBİ DEĞİL BİRBİRİNİN TAMLAYICISIDIRLAR. Onlar birbirlerinden aldıkları bayrağı daha ileri götürmeye görevlidirler.
Allah insanlara inanç özgürlüğü tanımıştır:
Allah, insanlara akıl ve muhakeme, irade gibi yetileri bahşetmiş ve insanlara inanç özgürlüğü, özgür irade ile seçim hakkı tanımıştır. Herkesin mertçe, sonucuna katlanmak kaydıyla Mümin ve kâfir olma özgürlüğü vardır.
İMAN, (dinin kabulü) telkin, beyin yıkama ile olmayıp kişinin kendi AKLI ve tercihi ile olmalıdır.
Kur’an ilkelerine göre hiç kimse, Müslüman anadan babadan doğmakla, Müslüman bir ülkede yaşamakla, adının Müslüman adı olmasıyla mümin sayılmaz.
Çocuklar ise reşit olmadıkları sürece sorumlu tutulmaz ve çocukların dini olmaz. O nedenle çocuklara baskı ile, dayak değnek ile din öğretmek dinde olmayan bir uygulamadır.
Herkes bilir ki, insanları baskıyla bir şeye inandırmak veya inandırmamak mümkün değildir. İnanç bir gönül işidir, kalp işidir. Bu sebeple insanların kalplerine nüfuz etmek, beyinleri kontrol etmek mümkün değildir. İnanç konusunda insanları zorlamak ise iki yüzlü kimselerin oluşmasından başka bir işe yaramaz. Ayrıca cebr/ zorlama, baskı, imtihan esprisine de aykırıdır. O nedenle Yüce Rabbimiz bu konuda insanları özgür bırakmıştır. Şimdi bu sözlerimize Kur`an desteği aramak üzere Rabbimizin ayetlerine bir göz atalım:
Bakara; 256: Dinde zorlamak/tiksindirmek yoktur; iman Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini örtmekten, iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan kesinlikle iyice ayrılmıştır. O hâlde kim tâğûtu örter/ tanımaz Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
Hud; 28:… –Biz, siz ondan hoşlanmadığınız hâlde sizi ona zorlar mıyız?”– …
Kâfirun; 6Sizin dininiz/inanç ve yaşam ilkeleriniz sadece sizin için, benim dinim/inanç ve yaşam ilkelerim de sadece benim içindir.
Yunus; 99:Oysa Rabbin dileseydi, elbette yeryüzündekilerin hepsi topluca inanırdı. Artık, inanan kimseler olmaları için, insanları sen mi zorlayacaksın?
Teğâbün; 2:O, sizi yaratandır. Artık, kiminiz Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini örten biridir, kiminiz mü’mindir. Ve Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir.
Kehf; 29: Ve de ki: “O gerçek, Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen örtsün/ inanmasın.” Şüphesiz Biz şirk koşarak yanlış yapanlar için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir! Dayanma/ sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür
Bunlardan başka Zümer; 7 Zümer; 15: Fussılet; 40, İnsan; 2, 3, Nahl; 9, Secde; 13, Maide; 48 Nahl; 93 Yunus; 108 İsra; 15 Nahl; 36 Şûra; 20 Hud; 15 İsra; 18 En`âm; 35, Rad; 31, Şuara; 3, 4)
Akla verilen değer:
Allah, akıllı olanları muhatap almış, henüz aklı gelişmemiş olanları ve akıldan kusurlu olanları muhatap almamıştır. Sürekli sorgulamayı (yargılamayı değil) ön planda tutmuş bunun en güzel örneğini İbrahim peygamberi ile olan bir diyaloğunu Kur’an’da sergilemiştir:
Bakara 260:
Bir zamanlar İbrâhîm de, “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. Allah, “İnanmadın mı ki?” dedi. İbrâhîm, “İnandım, fakat kalbim tüm soru işaretlerini gidererek rahata kavuşsun diye” dedi. Allah, “Hemen kuşlardan dördünü tut da onları kendine alıştır. Sonra her dağın üzerine onlardan bir parça bırak. Sonra da kuşları çağır, koşa koşa sana gelecekler. Ve bil ki, Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır” dedi.
Allah insanlara yüzlerce ayetinde “Hala akıllanmayacak mısınız”, “hala aklınızı kullanmayacak mısınız, “hala düşünmeyecek misiniz” diye her zaman aklı kullanmayı, tefekkür etmeyi, araştırmayı, sorgulamayı emretmiştir. aksi halde de üzerlerine pislik yağacağını bildirmiş:
Yunus 100:
Allah’ın izni/ bilgisi olmaksızın, hiç kimse için iman etme yoktur. Ve Allah, kirliliği/azabı aklını kullanmayanların üzerine bırakır.
Aklı kullanmanın da ancak bilgili, aydın kişilerin yapabileceğini, cahillerin akıllarını kullanmayacaklarını da açıklamıştır.
Ankebut 43:
Ve Biz, bu örnekleri insanlara veriyoruz. Onlara da bilginlerden başkası akıl erdiremez.
Bir rejim olan İslam dini yöneticilerin seçimini, çağdaş yasaların oluşturulmasını halka bırakmıştır. Bunun şura danışma meclisi kanalıyla olmasını öngörmüştür.
Görev verilecek kamu görevlilerinin de işin ehilleri olmasını şart koymuş arkadan da seçilmiş görevlilere itaat edilmesini öngörmüştür.
Ama maalesef İslam tarihine baktığımızda İslam toplumunun bu konuda sınıfta kaldığını görüyoruz.
Peygamber ölünce hemen sayıları çok az olan bir grup ümmetin haberi olmadan, onlarla istişare yapmadan işi oldu bittiye getirmiştir. Yapılan bu hatanın sonuçları hala İslam toplumunda alevi-sünni çekişmesi olarak varlığını sürdürmektedir.
Değindiğim konu, kişi konusu değil yöntem konusudur. Aslında yönetim geçici bir kurula verilmeli arkadan da kadın erkek tüm ümmet bir başkan seçmeliydi.
İlahi dinler ve amacı:
Dinin amacı: toplumlarda HAK ve ADALETin sağlanması, normal düzene kavuşulmasıdır. Dinin Allah’a yönelik bir tarafı yoktur. Allah, “Samed”dir. Yani onda eksilme artma olmaz. Bütün insanlar isyan etse ona bir zararı hepsi kulluk etse de Allah’a bir yararı olmaz. Onun din göndermesinin, bir takım kurallar koymasının amacı insanları eğitmek ve toplumda düzeni sağlamaktır.
DİNDE NELER VAR?
Bunun sağlanması için dinin üzerinde durduğu en hassas konu “İNSANIN ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLECEĞİ, DÜNYADA YAPMIŞ OLDUKLARININ MUTLAKA KARŞILIĞINI ORADA GÖRECEĞİ” konusudur.
Kur’an’ın birçok ayetinde dünyada düzeni bozanların, “AHİRETTE HESAP VERMEYE İNANMAYIP YAPTIKLARININ YANINA KAR KALACAĞINA İNANANLAR” olduğu açıklanır.
Maun; 1-3:
Âhirette herkesin iyi veya kötü, yaptığı işlerin karşılığını görmesini/Allah’ın sosyal düzeni belirleyen ilkelerini yalanlayan şu kimseyi gördün mü/hiç düşündün mü? İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse.
Yeryüzüne bakıldığı zaman bu tespitin çok isabetli olduğu görülür
Bir diğeri de insanın eğitilmesidir. Ki bu namaz, oruç, hacc ve zekat gibi ödevlerle sağlanmak istenmiştir.
İYİ İNSAN OLARAK BİLİNİP DE MÜSLÜMAN OLMAYAN BAZILARININ ÂHRİETTE HÂLİ NASIL OLACAK:
İnsanlığa büyük hizmetler vermiş fakat Müslüman olmamış kimseler âhirette cennete mi yoksa cehenneme mi gireceklerdir?
Bu konuda düşünmeye başlamak için hareket noktasının aşağıdaki Âyet olması gerekmektedir:
İsrâ: 15:
Kim kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz, bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık.
Görüldüğü üzere, Rabbimiz, Elçi göndermeden azap etmeyeceğini bildirmiştir. O hâlde yukarıdaki sorunun cevabı, peygamberimizin bu kişilerin Elçisi sayılıp sayılmadığında yatmaktadır.
Bilindiği gibi, Mekkeli, [Anakentli] herkesin soyunu-sopunu, huyunu-suyunu, fiziksel ve zihinsel durumunu, ilmî seviyesini iyi bildikleri Resûlullah Muhammed peygamber, kendisine vahyedilenleri toplumuna tebliğ etmiştir. Kendilerine Kur’ân’ın mu’cize dolu Âyetleri tebliğ edilen Mekkelilerin bir kısmı iman etmiş fakat çoğunluk bu mu’cizeyi anlamalarına rağmen işlerine gelmediği için bile bile yalanlama cihetine gitmişlerdir. Sonuçta, Kur’ân’ın mu’cize olduğu kendilerine gösterilmiş olan o günkü toplumun inananları kendilerini kurtarmış, inanmayanları da cezayı hak etmiştir.
Peki, peygamberimizden sonra acaba Kur’ân mu’cize olarak toplumlara tebliğ edilebilmiş midir, bugün edilebiliyor mudur, bu sorulara bağlı olarak da bu mu’cizenin tebliğcisi ve tebyincisi olan peygamberimizin Elçiliği kabul görmekte midir? Meseleyi çözecek olan, bu soruların dürüst ve samimî cevaplarıdır.
Eğer Kur’ân mu’cize olarak takdim ediliyor ve bu mu’cizelik insanlarca kabul görüyorsa, Kur’ân’ın tebliğcisinin Allah’ın Elçisi olduğu da kabul edilmiş olacak ve bu duruma tanık olanlar “sorumlu” konumuna gireceklerdir. Eğer bu tanıklar inanmamış olarak ölürlerse, ne kadar iyi insan olsalar, ne kadar büyük hayır işleri yapsalar da, yaptıklarının hiçbir yararını göremeyecekler, gidecekleri yer de cehennem olacaktır.
Ancak Kur’ân tanıtılmıyor ya da tanıtılamıyorsa, insanlar mu’cizeye tanık olmayacaklar ve çeşitli kesimler tarafından bin bir iftira ile karalanmaya çalışılmış olan peygamberimizin elçiliğini kabul etmeyeceklerdir. Bize göre, Kur’ân’ın tanıtılmaması ve mu’cizenin gösterilmemesi sebebiyle inançsız kalanların bu durumundan Kur’ân’ı ve onu tebliğ eden peygamberi tanımayan ve tanıtmayan gayretsiz Müslümanlar sorumludurlar.İnançsız kalanlar ise tebliğ edilmemiş kişilerdir ve onlar aşağıdaki Âyetler kapsamındadır.
Bakara: 62
Şüphesiz şu, iman etmiş kişiler, Yahûdileşmiş kişiler, Nasrâniler ve Sabiîler/doğal dindarlar; her kim Allah’a ve âhiret gününe iman eder ve sâlihi işlerse, artık Rableri katında bunlar için ecirleri vardır. Bunlara bir korku yoktur. Bunlar mahzun da olmayacaklar.
Aynı mesaj, Mâide Sûresi’nin 69. Âyetinde de görülmektedir.
Zilzâl: 7–8:
Her kim zerre miktarı bir hayır işlerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu görecek.
SOSYAL KONULAR:
Bilindiği üzere Hak dinlerin en sonuncusu on beş asır evvel gelmiştir. Son din yöresel ve bireysel sorunlara değinmeden daha ziyade HAK ve Adalet konusunda hukuka kaynak olacak genel çerçeveli ilkeler içermekte, ileri çağlarda sorunlarını Hak ve Adalet çerçevesinden çıkmadan toplu danışma kurulları ile halletmelerini istemektedir.
Mesela: “Kendinizi tehlikeye atmayınız” emri bu gün trafik yasalarını, kurallarını, deprem yasalarını ve yönetmenliklerini içerisine alabilen bir emirdir.
Asr suresinde ifade edilen: “inanmayan, girişimcilik yapmayan, hakk ve sabır konusunda dayanışmayanlar kesinlikle zararda, kayıpta ve bunalımda olacaktır” bildirisi insanlığın mutluluğu için en güzel reçetelerin başında yer alır.
Bir başka ayette ise toplumun aydınlatılması için mutlak surette topluma önderlik yapacak, toplumu aydınlatacak organize olmuş grupların oluşturulması öngörülmüş ve kurtuluşun bunda olduğu vurgulanmıştır.
Al-i Imran 104:
Ve içinizden hayra çağıran, herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden, vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü-çirkinliği kabul edilen şeyleri engelleyen bir önderli toplum bulunsun. Ve işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
Ki bu ayetlerden hem kişilerin kendi yararına hem de kamu yararı için her türlü dernek, vakıf, klüp, meslek kuruluşları ve sivil toplum örgütlerini oluşturmaları zorunlu görülmektedir.
Dinin ortaya koyduğu ilk kural:
Herkes bunun “oku” emri olduğunu söyler. Halbuki topluma ilk verilen ödev, “yetimlerin kerimleştirilmesi ve yoksulların iş güç sahibi yapıp ekmek kazandırılması”dır.
Dinde korku:
Bilindiği gibi küçük yaşlardan beri Allah’tan korkutularak büyüdük: Allah yakar, Allah taş eder ve Allah cehenneme atar….
Halbuki Allah Rahman ve Rahim. Bu sözcüklerin öz Türkçesi maalesef şimdi kullanılmıyor. Kaşgarlı Mahmut bu sözcükleri “Bağırsak (bağrına basan)” olarak sunuyor.
Allah’tan korkulmaz Allah’a haşyet duyulur. “Haşyet” ise, “Allah’ın gücü, merhameti ve sevgisi karşısında hayranlık duymaktır, saygılı davranmaktır; o yüce sevgiliye mahcup olmaktan kaçınmaktır.”
İslam dini geldiği dönemde de o günün toplumu toplumsal düzeni iyice bozmuş, etik kurallar açısından iyice dibe vurmuş bir halde idi.
Mesajlar onları eğitmiş ve kısa sürede üstün birer insan haline getirmiştir. Buna herkesin bildiği dillerden düşürülmeyen halife Ömer örnek gösterilebilir. Bir zaman kendi yaptığı puta tapan, kız çocuğundan utanç duyup diri diri toprağa gömen bu kabadayı, dünyaya adalet simgesi olabilmiştir. Ömer, şöhret bulan birisidir. Aslında o toplumun bireylerinin çoğunluğu Ömer’den hiç de farklı değildi.
O çağ kısa zaman sonra Asr-ı saadet (Mutluluk çağı) olarak anılmıştır.
İslam dini zaman içerisinde içi boşaltılmış tüm toplum için olmazsa olmaz ödevleri anlamsız hale getirilmiştir. Birileri de bu içi boş kavramları kullanarak beyinleri yıkayıp topluma zararlı canavarlar yaratabilmektedirler. Onun için toplumsal sorumluluk duyan herkes, gerçek dini öğrenip din düzenbazlarının karşısına gerçek din ile çıkmalıdır. Yani:
Bozulmuş dine karşı gerçek din!
Saygılarımla! 10 10 2006