Yazımıza başlık olarak aldığımız kavramlar, Müslümanları çok yakından ilgilendiren meseleler olup yüzlerce sahife ile anlatılsa yeridir. Nitekim geçmişten günümüze kadar değerli fıkıh bilginlerimiz bu konuları ciltlerle ifade etmişlerdir. Biz meseleyi, burada çok kısa ve net olarak ansiklopedik ölçülerde sunmaya çalışacağız.
Bu kavramları birbirinden iyi ayırabilmemiz için, başlık konusu yaptığımız kavramları özet olarak sunuyoruz:
ÜCRET
“Ücret”, “Yapılan bir iş için belirlenen bedel” demektir. Yani, ücret, emeğin karşılığıdır. Bu demektir ki, bir kişi, çalışırsa, çalışması karşılığında ücreti hak eder. Bu bağlamda çalışanın adı “işçi”dir.
Bir kişi veya bir kurum adına belirli süre; günlük, haftalık, senelik çalışan kimseye “özel işçi”, esnaf, küçük sanatkâr gibi herkes için çalışan kimseye “ortak işçi” denir. Her ikisi de alnının teri ile ücrete hak kazanır.
Hile yapılmadan; mesai boşa harcanmadan çalışıldığında bu kazanç helal kazançtır. İşçi, iş saatlerinde iş yerinde bulunduğu sürece, kendisinden kaynaklanmayan nedenlerle zamanı boşa geçse, çalışmasa bile kazancı helaldir. Devlet memurlarında, tarım ve fabrika işçilerinde olduğu gibi.
Ücret, herhangi bir âyetle Allah tarafından belirlenmemiştir. Ücret, işin niteliği, işteki risk faktörü, işçinin kalifiye oluşu, yöresel şartlar, sosyal ve ekonomik şartlara göre, adalete, hakkaniyete uygun; işçinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin rahat yaşayabilmesi için yapmak zorunda olduğu masrafları karşılayacak ölçüde kamu otoritesinin nezaretinde işçi ve işveren arasında karşılıklı rızâ ile belirlenir. Bu hususta şu ayetler dikkate alınır.
O kadınları, gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun ve onları sıkıştırmak için onlarla birbirinizin zararına olacak herhangi bir şey yapmayın. Şâyet gebe iseler, yüklerini bırakıncaya kadar onlara harcama yapın/nafaka verin. Sonra sizin için emzirirlerse, onlara ücretlerini verin ve aranızda örfe uygun/ herkesçe kabul gören bir şekilde müşavere yapın. Ve eğer güçlük çekerseniz, artık ücreti babaya ait olmak üzere, başka bir kadın emzirecektir.(Talâk/ 6)
Derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek Mûsâ’ya geldi. Dedi ki: “Şüphesiz babam, bizim yerimize sulamanın ücretini karşılamak için seni çağırıyor.” Mûsâ, kızın babasına geldi ve kıssaları ona anlattı. Kızın babası; “Korkma, o şirk koşarak yanlış yapmış toplumdan kurtuldun” dedi.
Onun iki kızından biri; “Babacığım! Onu ücretle tut. Şüphesiz ücretle tutulan kimselerin en iyisi, güçlü ve güvenilir olanıdır” dedi.
Kızların babası dedi ki: “Sekiz yıl bana çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan artık o kendinden; sana ağırlık vermek de istemem. İnşallah beni sâlihlerden bulacaksın.”(Kasas/ 25- 27)
Şüphesiz Allah, adaleti, iyileştirmeyi-güzelleştirmeyi ve yakınlara vermeyi emreder; hayâsızlıktan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder. O, düşünüp öğüt alırsınız diye size öğüt verir. (Nahl; 90)
Andolsun ki Biz, Medyen‘e de kardeşleri Şu‘ayb’ı elçi gönderdik. Dedi ki: “Ey toplumum! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi: Artık ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyasını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın; eğer inanan kimseler iseniz, bu sizin için daha hayırlıdır! Tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolun eğriliğini arayarak her yolun başında oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Ve bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın! Ve eğer içinizden bir grup benimle gönderilene inanmış, bir grup da inanmamışsa, o takdirde Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. Ve O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”(A’raf/ 85-87)
Tarihi belgelere göre Rasülüllah, işçinin ücretiyle geçimini rahatça sağlayacak, tasarrufuyla ev edinecek, evlenecek, binitini sağlayacak ölçülerde uygulama yapmıştır. Bu ölçülerin azını ve fazlasını kınamıştır. Burada bir hayat standardı belirlenmiştir. Müslümanlar da bulundukları yerlerde bu ölçüleri esas almalıdırlar.
FAİZ (RİBA)
“Riba” kelimesi; “artma, çoğalma, şişme” demektir. (Lisan; 4/ 54-56, rbv mad.)
Arapçada “riba”, Türkçedeki “faiz” anlamına geldiği gibi, bir hukuk terimi olarak ise, değiş-tokuş sözleşmelerinde taraflardan birinin hakkı kabul edilen ve sözleşme esnasında şart koşulan “karşılıksız fazlalık” anlamında kullanılmaktadır. Yani riba, sadece parasal işlemlerdeki artmaları, çoğalmaları, şişmeleri değil, mal takası işlemlerindeki artmaları, çoğalmaları, şişmeleri de kapsamaktadır. (Konuya ait ayrıntı, Tebyin ve sitelerimizdeki makalelerde verilmiştir)
KÂR
Kâr, “Bir malı satarken, alış fiyatına veya mâliyeti üzerine eklenen fazlalık; ticaretteki üreme”dir. Yani kâr, mal değiş tokuşunun semeresidir. Arapça karşılığı “Ribh” olup Kur’an’da Bakara; 16’da “İşte onlar, doğru yol karşılığında sapıklığı satın alan kimselerdir de onların ticaretleri kâr etmedi ve onlar kılavuzlandıkları doğru yolu bulan kimseler olmadılar” ifadesiyle yer alır.
Kâr, olmadan ekonomik bir hayat söz konusu olmaz. O nedenle Rabbimiz, Bakara; 275’te“…. Oysa ki Allah, alış-verişi helâl, bu ribayı harâm kılmıştır. …” buyurmuştur.
Ticaret; alış-veriş kâr sağlamak veya ihtiyacı karşılamak amacıyla yapılır. Ticaret meşrû olunca, doğal olarak kâr da meşrudur, yasak değildir.
İslam dini, belirli oranda; standart bir kâr haddi öngörmeyip bunu doğal şartlar ve ahlaki ölçüler içinde belirlenmeye bırakmıştır. Kâr hadleri, genel olarak, arz ve talep kanunlarına bağlı serbest rekabet esasları içinde kendiliğinden oluşur. Bununla birlikte bu prensibi korumak ve insanların temel ihtiyaçlarının istismarını önlemek için, bir takım tedbirler öngörülmüştür. Ribanın yasaklanması, karşılıksız kazanç yollarının kapatılması ve gerektiğinde narha başvurulması bunlar arasında sayılabilir.
Rabbimiz bu konularda şu uyarıları yapmıştır:
Ey iman etmiş kişiler! Mallarınızı –kendi rızanızla yaptığınız ticaret şekli hariç olmak üzere– aranızda haksız yolla yemeyin, kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size çok merhametlidir.(Nisa/ 29)
De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri tabulaştırdığını; dokunulmaz kıldığını okuyayım:
‘Kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızı,
ana babaya iyilik yapmanızı- güzel davranmanızı,
fakirlik endişesiyle / fakirleştiriliriz korkusuyla çocuklarınızı öldürmemenizi, – Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz.-
kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmamanızı,
haksız yere, Allah’ın haram kıldığı nefsi öldürmemenizi, -İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.-
Yetimin malına da yaklaşmamanızı, -Yalnız erginlik çağına erişinceye kadar en güzel biçimde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz.-
ölçüyü, tartıyı hakkaniyetle tastamam yapmanızı, -Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile; kapasitesi dışındaki bir şeyle yükümlü tutmayız.-
söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olmanızı
ve Allah’a verdiğiniz sözü tastamam tutmanızı.’ -İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye Allah’ın size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.-”
Ve şüphesiz ki, bu, dosdoğru olarak Benim yolumdur. Hemen ona uyun. Ve başka yollara uymayın da sizi O’nun yolundan ayırmasın. İşte bunlar, Allah’ın koruması altına girersiniz diye Allah’ın size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır. (Enam/ 151- 153)
Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve dosdoğru terazi ile tartın. Bu, hem daha hayırlıdır ve sonuç/uygulama olarak daha güzeldir. (İsra/ 35)
Ve semayı da yarattı, onu yükseltti ve terazide/ölçüde/dengede taşkınlık etmeyesiniz diye teraziyi/ölçüyü/dengeyi koydu. Ölçüyü hakkaniyetle dikin/ayakta tutun, teraziye/ölçüye/dengeye zarar vermeyin. (Rahman/ 7-9)
Medyen’e de kardeşleri Şu‘ayb’ı elçi gönderdik. Şu‘ayb: “Ey toplumum! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Ölçeği ve teraziyi eksik tutmayın. Şüphesiz ben sizi hayır ile görüyorum. Ve ben kuşatacak bir günün azabından sizin için korkuyorum. Ve ey toplumum! Ölçerken ve tartarken adaleti yerine getirin. İnsanların eşyalarını eksiltmeyin ve yeryüzünde kargaşacılar olarak fenalık etmeyin. Eğer mü’min iseniz, Allah’ın bıraktığı/helâlinden size ihsan ettiği kâr, sizin için daha hayırlıdır. Ve ben sizin üzerinize bir koruyucu değilim” dedi. (Hud/ 84- 86)
Yazıklar olsun, insanlardan kendilerine bir şey aldıkları zaman tam ölçen, kendileri ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik ölçen hilebazlara! (Mutaffifîn 1-3)
Bu ayetler ile sağlam bir ticaret ahlâkının oluşması amaçlanarak, alış-verişlerde yalan, hile, aldatma, satılan şeyin ayıbını gizleme veya onu mevcut olmayan vasıflarla övme yasaklanmış, açık, gerçekçi ve mâkul ölçüler geliştirilmiştir.
Buna rağmen ticaret erbabının kontrolsüz bırakılması sûiistimale; ihtiyaçlıların sömürülmesine neden olabileceğinden kamu otoritesinin gerekli önlemleri alması da Allah’ın direktifleri kapsamındadır.
KİRA (İCÂR)
Kira, “Yararlanılması mümkün bir şeyden (arazi, arsa, bina, işyeri), belli bir süre yararlanmanın karşılığı”dır. Ve bu karşılık, yararlanma ile doğru orantılıdır. İyi verim veren arazinin kirası az verim veren araziye göre daha çoktur. Çok gelir getiren bir ticarethanenin kirası, az gelir getiren ticarethaneye göre daha yüksektir. Daha iyi şartlarda barınılacak bir meskenin kirası da sıradan bir meskene göre daha yüksektir.
İktisatçılara göre kiranın nedeni kıtlıktır. Yani yaşanılan yörede spekülatörler tarafından kontrol altına alınma nedeniyle ev, arazi, mesken, işyeri edinilemeyişi veya kişilerin kiralayacakları nesneyi satın alacak imkâna sahip olamayışlarıdır.
KENZ
“Kenz”, lügatta “Define, hazine, yeraltında saklı kalmış değerli eşya; para veya altın” demektir.
Terimsel olarak ise “Üretime, istihdama, ticarete katılmayan bankada, yastık altında, kasada tutulan havaic-i asliye fazlası her türlü değer; para, altın, gümüş, döviz, mal, mülk” demektir.
Havâici asliye (zorunlu ihtiyaçlar):
Havaici asliye, “Bir kimsenin ömür boyu içinde oturacağı evi, evinin eşyası, kışlık yazlık giyeceği, çalışma ortamı için gerekli aletler, binit ve borçlarından sonra bir senelik geçimini sağlayacak mali imkân” demektir. Binit ve mesken orta değerde olup lüks ve lükse kaçmayacak ölçüde olmalıdır.
Rabbimiz, tedavülde olması gereken değerlerin tümünün, ihtiyaç fazlası olanlarının infak edilmesini emretmiş, kenz edip infakta bulunmayanların de dünya ve ahirette cezalarını çekeceği ihtarında bulunmuştur.
Ve Allah yolunda malınızı harcayın, kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin-güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri-güzelleştirenleri sever. (87/2, Bakara; 195)
Ey iman etmiş kişiler! Şüphesiz, hahamlardan, rahiplerden birçoğu kesinlikle insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Ve altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayan kimseler, hemen onlara acıklı bir azabı müjdele!
O gün, biriktirdikleri altın ve gümüşlerin üstü cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak: “İşte bu kendi canınız için saklayıp biriktirdiğiniz şeydir. Haydi, şimdi tadın şu biriktirmiş olduğunuz şeyleri!”(113/9, Tevbe/34-35)
Sana aklı karıştıran/örten şeylerden ve şans oyunlarından soruyorlar. De ki: “Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat dünya ve âhirette günahları, menfaatlerinden daha büyüktür.” Yine sana neyi Allah yolunda harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan fazlasını harcayın.” Allah, iyiden iyiye düşünürsünüz diye âyetlerini işte böyle sizin için ortaya koyuyor. Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: Onlar için, “iyileştirme”, en iyisidir. Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi birbirinden ayırt eder. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.(87/2, Bakara/219-220)
Bazıları zekâtı verilmiş malın stoklanmasının “kenz” olmayacağını ileri sürmüşlerdir. Bu görüş, bakara; 177’den açıkça anlaşıldığı üzere doğru bir görüş değildir.
Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz “iyi adamlık” değildir. Ama “iyi adamlar”, Allah’a, Âhiret Günü’ne/Son Gün’e, meleklere, Kitab’a, peygamberlere inanan; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve özgürlüğü olmayanlara, Allah’a/mala/vermeye sevgisi olmasına rağmen veren ve salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma kurumları oluşturan-ayakta tutan], zekâtı/vergiyi verenkimselerdir. Ve de sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden kimselerdir. İşte onlar, özü-sözü doğru olanlardır. Ve işte onlar, Allah’ın koruması altına girmiş kişilerin ta kendileridir. (87/2, Bakara/177)
Görüldüğü gibi bu âyette (altı çizili olarak gösterildi) zekât ve malın harcanması; infak ayrı ayrı yer almıştır. Müslümanların işe, aşa, istihdama, istihsala ihtiyaçları varken servet; altın, gümüş, döviz, nakit biriktirip; ikinci, üçüncü evler, yazlıklar edinip tedavülde olması gereken değerlerin atıl bırakılması Müslümanlıkla bağdaşmaz. Müslümanlar, “tekâsür (çoğaltma yarışı)” yapıp kapitalizm dinine mensup kimselerle birlikte dünyayı cehenneme çevireceklerine, çok çalışıp çok kazanıp hayırlarda yarışarak hem dünyayı cennete çevirebilirler hem de ahirette “mukarrebun”dan olabilirler.
Ve sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlatlarınız değildir. Ancak kim iman eder ve düzeltmeye yönelik işleri yaparsa, işte onlar; kendileri için yaptıklarına karşı kat kat karşılık olanlardır. Ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler. (Sebe/ 37)
Onlar, kendilerini hayırlarda koşturalım diye, kendilerine maldan ve oğullardan bir şeyler vermekte olduğumuzu mu sanıyorlar? Tam tersi, işin farkına varamıyorlar.
Şüphesiz Rablerine duydukları derin hayranlık ve saygı sonucu O’ndan uzaklaşma korkusundan tir tir titreyen şu kimseler, Rablerinin âyetlerine inanan kimseler, Rablerine ortak tanımayan kimseler, şüphesiz kendileri, Rablerine dönecekler diye verdiklerini kalpleri ürpererek veren kimseler; işte onlar, iyiliklerde yarışanlardır ve iyilikler için önde gidenlerdir.
Ve Biz hiç kimseyi, gücünün yettiğinden başkası ile; kapasitesi dışındaki bir şeyle yükümlü tutmayız. Nezdimizde de hakkı konuşan bir kitap vardır ve onlar, haksızlığa uğratılmazlar.(Mü’minun/56-62)
Şüphesiz şu dünyadaki basit hayat, ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve Allah’ın koruması altına girerseniz, Allah size ödüllerinizi verir, sizden mallarınızı da istemez. Eğer Allah, sizden mallarınızı isteyip de sizi zorlasaydı cimrilik ederdiniz. Sizin kinlerinizi de çıkarırdı.
İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılan kimselersiniz. Öyleyken sizden kimileri cimrilik ediyor. Ve kim cimrilik ederse, artık kendi benliğinden cimrilik ediyordur. Ve Allah zengindir, siz ise fakirlersiniz. Eğer siz yüz çevirirseniz, Allah yerinize sizden başka bir toplum getirir. Sonra onlar, sizin benzerleriniz olmazlar. (Muhammed/36-38)
Allah’a ve Elçisi’ne inanın. Sizi, kendisine sonradan sahip yaptığı şeylerden harcayın. Artık sizden, inanan ve harcayan kimseler; kendileri için çok büyük karşılık vardır.
Size ne oldu da, Elçi sizi Rabbinize inanmanız için davet ettiği hâlde Allah’a inanmıyorsunuz? Oysa O, –eğer siz inananlar iseniz– sizden inanacağınıza kesin söz almıştı.
Allah, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetleri indirendir. Ve şüphesiz Allah, size çok şefkatli, çok merhametlidir.
Göklerin ve yerin son sahipliği Allah’ın olmasına rağmen neden siz Allah yolunda harcamıyorsunuz? Sizden, fetihten önce harcayan ve savaşan kimse eşit olmaz. Onlar, derece bakımından, sonradan Allah yolunda harcayan ve savaşan kimselerden daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de “en güzel”i vaat etmiştir. Ve Allah yaptıklarınıza haberdardır.
Kimdir o, Allah’a güzel bir ödünç verecek olan kişi ki Allah da onun için kat kat artırsın! Onun için şerefli bir ödül de vardır. (94/57, Hadîd/7-11)
FAİZ İLE KÂR ARASINDAKİ FARK
Alışveriş (Kâr) ile riba doğuran işlemler arasındaki farkları görmek için, her iki faaliyetin hangi aşamalardan geçtiğini kaba hatlarıyla gözden geçirmek yeterlidir:
İlk aşamada; alışveriş yaparak kazanç sağlamayı planlayan kişi, önce bir malı satın alarak o malın sahibi olur. Riba doğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayan kişi ise, sahibi bulunduğu para veya malı ödünç vermek için, bu para veya mala ihtiyaç duyan bir başka kişiyi arar veya ihtiyaç sahibinin, kendisini bulmasını bekler.
İkinci aşamada; alışveriş yaparak kazanç sağlamayı planlayan kişi, sahibi olduğu malın alış fiyatı üzerine, elde etmeyi düşündüğü kârı ilâve ederek bir satış fiyatı belirler. Bu kâr içinde, malın alışından itibaren yaptığı masraflar ile kişinin yaptığı bu hizmet karşılığı kendisine değer biçtiği ücret vardır. Riba doğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayan kişinin ise, belirlediği riba miktarına kaynak olacak ne bir masrafı ne de değer biçeceği bir hizmeti vardır. O sadece, kendisi gibi ribadan kazanç sağlayanlarla birlikte belirlediği riba miktarını ödünç isteyene bildirir.
Üçüncü aşamada; alışveriş yaparak kazanç sağlamayı planlayan kişi malını, kendi belirlediği fiyata göre değil de iradesi dışında piyasada oluşan fiyata göre satmak zorundadır. Riba doğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayan kişi ise sözleşmesini, kendi belirlediği riba miktarı üzerinden yapar.
Görüldüğü gibi, alışveriş yaparak kazanç sağlamayı planlayan kişi ile riba doğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayan kişi, yukarıdaki aşamaları farklı davranışlarda bulunarak geçirirler ve farklı sonuçlar elde ederler:
– Alışveriş yaparak kazanç sağlamayı planlayan kişi, eylemli olarak gerçekleştirdiği iki hukukî işlemle, söz konusu malı üreticiden alarak tüketiciye ulaştırır. Bu kişinin belirlediği kâr, verdiği hizmete karşılıktır ama garanti değildir, risk altındadır.
– Riba doğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayan kişi ise, sözleşme imzalamak suretiyle eylemsiz yaptığı bir hukukî işlemle, herhangi bir masraf ve hizmet karşılığı olmadan belirlediği fazlayı, vade süresince almayı sürdürür. Riski; ödünç alanın ödeyemez duruma gelmesidir ki bu ahval de muhtemelen önceden düşünülmüş ve risk, rehin veya kefil yoluyla bertaraf edilmiştir.
Alışveriş ile riba doğuran işlemler arasındaki bu çok önemli farklar, sadece ticarî alanda değil, sanayi ve tarım sektörlerinde emek harcanarak yapılan üretim faaliyetleri için de söz konusudur. Yani kol gücü ve beyin gücü konularak meydana getirilmiş bir üretimin satışından elde edilen kâr ile, borç para vererek borçlunun serveti, emeği üzerinden sağlanan fazla, bir tutulamaz.
Yukarıda sayılan farklar, bir cümle ile ifade edilmeye çalışılsa, şunu söylemek mümkündür: Alışverişteki, sanayideki, tarımdaki emek; “yapıcıdır” ve bu emek karşılığı elde edilen kâr helâldir, riba doğuran işlemler sonucu elde edilen fazla ise; “yıkıcıdır” ve bu yolla sağlanan kâr haramdır.
Bu mukayeseden hareketle, yasaklanan ribanın özellikleri hakkında şunları söylemek mümkündür: Rabbimizin yasakladığı “er riba”; herhangi bir masraf veya hizmet karşılığı olmadan alınan, yani ödeyenin kazancına risksiz bir şekilde ortak olmak anlamına gelen ribadır. Başka bir söyleyişle Rabbimiz, “karşılıksız” ve “risksiz” olan “fazla”yı yasaklamıştır.
“Er riba”nın bir numaralı unsuru olan faizin, bireyler üzerindeki etkilerine gelince, faiz gerçekten, insanlar üzerinde tehlikeli, manevî anlamda öldürücü etkiler doğurmaktadır:
Faiz, insanları çalışmaktan alıkoyar. Çünkü imkânı olan kimseler, paralarını faize vermek suretiyle kolayca; emek vermeden, riske girmeden kazanç sağlayacaklarından, çalışmaya gerek duymayabilirler. Bu durum, toplumsal hareketliliğin düşmesine, verimliliğin azalmasına yol açar. Zira borç alan kişi çalışır ve kazanır ama bu kişinin çalışması ile elde ettiği kazançtan, faiz alan kişi de çalışmadan beslenir. Oysa bir ülkenin refahının artması, ancak her alanda daha fazla çalışmak ve daha fazla üretmek ile mümkün olabilir. Kısacası daha az zahmet, daha az rahmet getirir.
Faiz, toplumlarda yardımlaşmayı, dayanışmayı ortadan kaldırır. Faiz gibi kolay elde edilen ve risksiz kazanç, genellikle insanları bencilliğe iter. Dolayısıyla, bir başkasına yardım edecek kadar birikimi olan kişiler, paralarını ihtiyacı olan kardeşlerine verecekleri yerde faize yatırmayı tercih ederler. Allah’ın emrettiği “ihtiyaç sahiplerine yardım” yolunun açılması için ise, faizin reddedilip bu yolla elde edilecek kazanca itibar edilmemesi gerekmektedir.
Faiz, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapar. Yüksek oranlı ve uzun süreli enflâsyon dönemlerinde spekülâtif yatırım yapanlar hariç, borç alıp faiz ödeyenin zengin olduğu görülmüş bir olay değildir. Çünkü faiz oranları, elinde parası olanlar tarafından belirlenir ve bu kişiler faiz oranlarını, içinde bulunulan ekonomik ortamın imkân verdiği kazanç oranlarındaki aslan payını kendileri alacak şekilde belirlerler. Yani faiz oranları, o ortamda sağlanabilecek ortalama rantın daima büyük kısmına tekabül eder. Dolayısıyla faizle borç alan yatırımcının zengin olmasına değil, ancak geçinmesine, başka bir ifade ile ancak borçlanmayı sürdürebilmesine izin verilir. Eğer borç alan yatırımcı değil de ihtiyaç sahibi, yani fakirse, bu kişinin faiz ödeyerek daha da fakirleşeceği zaten ortadadır. İşte bu yüzden; toplumda küçük bir azınlığın refah, çoğunluğun ise yoksulluk içinde yaşamalarını sağlayan ve sürekli kılan bir ortamın sebebi olduğu için faiz, fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapar. Ama iş bununla bitmez, bu tarz bir düzenin, çoğunluğu teşkil eden dar gelirliler bakımından giderek cehenneme dönüşmesi kaçınılmazdır. Çünkü böyle toplumlardaki faizci zenginler, zenginleştikçe hayatlarından ve servetlerinden daha fazla endişe eder hâle gelirler ve onları koruyabilmek için de daha değişik zulüm yollarına başvururlar.
Faiz, kulun şükretmesine engel olur, kişiyi Allah’a karşı nankör yapar. Allah tarafından fazlalıklı kılınmış varlıklı kimselerin, bu fazlalıklarının karşılığını zekât, sadaka ve infak yollarıyla ödeyerek Allah’a şükretmeleri gerekmektedir. Ama kolay ve risksiz bir kazanç olan faizin cazibesine kapılan insan, Allah’ın kendisine verdiği nimetlerin karşılığını Allah’ın gösterdiği adreslere iletmek yerine faize meyleder ve tuzağa düşüp bu görevleri yerine getirmez. İnsanın bu yanlışa düşme ihtimalinin çok yüksek olduğunu, onun Rabbi olması dolayısıyla çok iyi bilen Allah, Bakara suresinin 276. ayetinde “Allah, ribayı yok eder, sadakaları da artırır. Allah, tüm çok nankör ve günahkâr kimseleri sevmez.” ifadesiyle; faizi de kapsayan ribanın kimseye hayrının, bereketinin olmayacağı, çünkü Kendisinin onu yok edeceği tehdidi ile sadakaların ve infakın dünyada ve ahırette kat kat iade edileceği vaadini birlikte yapmıştır, Böylece insanların nankörlüğü değil, şükrü tercih etmeleri gerektiğini bir kez daha hatırlatmıştır. Kur’an’da; “Allah’ın ‘yaklaşma’ dediği ağaçtan Âdem’in tadıvermesi ve hemen de istifçiliğe başlaması” şeklinde temsilî olarak anlatılan da, aslındabu meseledir.
Görüldüğü gibi faiz, kişilerin psikolojilerinden başlayarak iş hayatlarını, geçimlerini değiştirmekte, aile düzenlerinin alt üst olmasına yol açmaktadır. Böyle bireylerin toplum içinde giderek çoğalması, o toplumu adım adım tehlikeye yaklaştırmakta, faizin kölesi hâline gelmiş böyle bir toplum da üzerinde yaşadığı ülkeyi, yukarıdaki Osmanlı örneğinde olduğu gibi, yerüstü ve yeraltı servetlerinin bitirilmesi sonucuna doğru, yani sömürgeleşmeye doğru, yani ateşe doğru götürmektedir.
Özet olarak faiz, sonuçları itibarıyla, fakirlerin köle, ülkelerin de sömürge hâline gelmesinde en büyük etkenlerden biridir.
Ancak, “er riba” faize indirgenemez. Çünkü yukarıda saptadığımız gibi Rabbimiz faizi değil, “karşılıksız” ve “risksiz” fazlayı yasaklamıştır. Dolayısıyla Müslümanların, sadece faizden uzak durup da, “er riba” kapsamına giren diğer karşılıksız fazlaları yemek gibi kendi kendilerini kandırma sapkınlığına düşmemeleri lâzımdır. Fakat ne yazık ki “er riba” insanlara vazgeçilmez gelmiş, bu tatlı kazancı bırakmak istemeyenler, “er riba”yı faize indirgemek ve yedikleri “er riba”yı da muamele-i şer’iyye denilen uygulamalarla faiz görüntüsünden çıkarmak suretiyle, yaptıklarının, Allah’ın yasakladığı “er riba” kapsamında olmadığına kendilerini inandırmışlardır.
FÂİZ, KENZ İLE KİRA ARASINDAKİ FARK
Kur’an’ın indiği dönemde arazi ve bina kıtlığı, kişilere göre malzeme azlığı söz konusu olmadığından “Kira” ile ilgili açık bir âyet yoktur. O nedenle bu konu Kur’an’da yer alan diğer hükümler çerçevesinde incelenmektedir.
Bazıları “kira” ile “riba” aynı şey olmayıp aralarında hem muamele hem gelir bakımından bir takım farklar olduğunu ileri sürmüşler, aşağıdaki gibi örnekler getirmişlerdir:
— Kiralama olayında mal sahibi, malını kiraya verdikten sonra, malı ile ilişkisini kesmez. Kira süresince hem kiracının malı kullanmasıyla hem de malının durumu ile ilgilenir. Faiz de ise parayı veren kişi ve kuruluş, paranın kullanılması konuları ile ilgilenmez. Onun için önemli olan, anaparanın ve faizinin aksamadan alınmasıdır.
— Kiralama olayında bir arıza yüzünden kiralanan malı kullanmak, kiralama amacını gerçekleştirmek mümkün olmazsa mal sahibi onu tamir etmeye, kusuru gidermeye mecbur olur. Bu durumda kiralanan nesne kiracının elinde olduğu halde kullanılamayan sürenin kirasını ödemez. Faizle alınan para ise bu parayı alan kişi kullansın kullanamasın, ondan yararlansın yararlanamasın mutlaka faizi öder.
— Kira durumunda, kiraya verilecek malın konusunu, büyüklüğünü ve yararlılığını malın sahibi belirler. Yani kiralanan malın kontrolü mal sahibindedir. Bu yüzden, malın kullanım yeri ve amacı belirlidir. Faizde ise durum böyle değildir. Faizle alınan paranın kontrolü faizle para alan kişidedir. Paranın kullanım yeri, şekli ve amacı asıl para sahibini ilgilendirmemektedir. Bu yüzden sermaye, kötüye kullanılabilmektedir.
—Kira karşılığı yapılan ödemeler, gider kabul edilip kazançtan, gelirden ödenerek üretimde maliyet fiyatına katılmaz. Faiz; finansman giderleri ise üretim maliyetine eklenir. Bu maliyet de tüketiciye yansıtılır. Böylece tüketicilerin, genellikle yoksulların zararına neden olur.
— Kira olayında kâr olasılığı kadar zarar etme ihtimali de vardır. Bu durum, sermayenin kira getirici işlerde kullanılması, zamanını boşuna harcayan aylak bir sınıfı ortaya çıkarmaz. Faizde ise zarar etme ihtimali yoktur. Parasını faize veren, ipotek, kefil alma gibi yollarla parasını garanti altına alır. Bu özellik, toplumda zamanını boşuna harcayan aylak, asalak bir sınıfı ortaya çıkarır.
—Kira olayında, kiracı kiraladığı nesneden elde ettiği bir yararın karşılığını öder; evde barınır, işyerinde üretim yapar, arazide ziraat yapar. Faizde ise alınan paradan direkt olarak yararlanma olmaz. Para yenilmez, içilmez, paranın üstüne oturulmaz vs. Ancak alınanı para bir ticaret veya üretimde kullanırsa o zaman paradan yararlanılır. Buna rağmen ticaret ve üretimde yine kar ve yarar sağlamak garanti değildir. Faizde ise kâr ve kârın miktarı peşinen garanti altına alınır.
—Kiraya verilen nesneler, her zaman değerlenmez, hatta yıpranır. Buna göre kira, bir yıpranma payı karşılığıdır da. Hâlbuki faize verilen parada yıpranma, aşınma ve eskime diye bir şey olmaz. Enflasyonsuz bir ortamda eski para ile yeni para arasında alım gücü bakımından hiçbir fark yoktur. Yani eski para ile yeni para aynı değere sahiptir.
Oysa yukarıda ileri sürülen tezler, hayatın gerçekleriyle tam olarak uyuşmamaktadır:
— Borç verenler de tıpkı malını kiraya verenler gibi, paralarını verdikleri borçlunun durumunu her bakımdan takip ederek paralarını riske atmamakta, herhangi bir olumsuzluk anında verdikleri kredileri hemen geri istemektedirler.
— Kiralanan malın vasıflarında kiracının kusurundan kaynaklanmayan hasarlar mal sahibi tarafından ödense bile, hasar giderme süresinde kiranın ödenmemesi gibi bir durum uygulamada söz konusu değildir. Meselâ damı akan bir dükkânın damının mal sahibi tarafından yapılan tamiri süresince mal sahibinin kiracıdan kira almaması yolunda bir teamüle gerçek hayatta rastlamak mümkün değildir.
— Kiralanan malın hangi işte kullanılacağı başlangıçta tespit edilse bile, daha sonra kiracının o işyerinde kanuna aykırı olmayan başka bir iş yapmasına engel olunamaz. Ya da eğer kiracı kötü niyetli ise mal sahibinin bilgisi dışında bazı faaliyetlerini o mekânda yürütebilir. Diğer taraftan faizle alınan para ile, meselâ okul açmak gibi çok hayırlı işlerin yapılması da mümkündür.
— Kira giderlerinin üretim maliyetine eklenmediği yolundaki iddia gerçeklerle hiç bağdaşmaz. Çünkü her işletmede kira giderleri de, tıpkı faiz giderleri gibi maliyetlere eklenir ve mal veya hizmetin satış fiyatına yansıtılır.
— Malını kiraya verenin bu işlemden ötürü zarar ettiği uygulamada hiç görülmemiş bir şeydir. Mal sahibi için kiralama işleminden zarar doğması, ancak ve ancak kiranın ödenmemesi hâlinde söz konusu olur ki bu durum, işin başında alınan depozitolarla ve kefillerle sağlama bağlanır ve mal sahibini zararı engellenir. Diğer taraftan, kiralama işleminin aylak sınıf yaratmayacağı görüşü de gerçeklere uymamaktadır. Çünkü sahip olduğu gayrimenkullerin kiralarıyla çalışmadan aylak aylak yaşayan kişilerin sayısı hiç de az değildir.
— Paranın zaman içinde kayba uğramadığı iddiası ise tam bir fantezidir. Çünkü en gelişmiş ekonomilerde bile paranın enflasyonla değer kaybettiği kaçınılmaz bir gerçektir. Diğer taraftan, mal sahibinin malının, zaman içinde imar planının veya kentsel gelişim yönünün değişmesi gibi sebeplerle aşırı derecede değerlenebilir olması, malın zaman içinde yıpranarak değer kaybına uğraması gibi bir iddiayı tümüyle geçersiz kılmaktadır.
Özetle, yukarıdaki gibi gerçek hayata uymayan iddialar, “Kira, toprak veya malın sağladığı bir kazanç, faiz de, mal veya aktife dönüştürülme potansiyeli olan sermayenin sağladığı bir gelirdir. Kiraya veren de kiraya verdiği tarihten itibaren emeksiz bir kazanç elde ediyor.Dolayısıyla birbirinden farkı yoktur” gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.
Dolayısıyla, ihtiyaç fazlası ev, arazi, işyeri vs. edinip bundan kira geliri sağlamak açıkça Kenz ve Riba kokusu yaymaktadır.
Çare
Kapitalizm dini günümüzde, dünyanın büyük çoğunluğuna hâkim olan bir ekonomik düzendir. Bu dinin temelinde, “küçük balık büyük balığı yutar” ilkesi yatmaktadır. Bu sebeple de kapitalizm dini, hem ahlâken, hem vicdanen İslâm dininin tam tersidir. Böyle olmasına rağmen Müslüman olduklarını iddia eden insanların, Allah’ın istediği sistem ve kurumları oluşturmak yerine Kapitalizm dininin ilkeleri içerisinde kendilerine bir yer bulmak için gayret göstermeleri, gerçekten utanılacak bir davranıştır. Müslümanlara yakışan davranış ise; Allah’ın önerdiği hayat tarzına uygun olan bir ekonomik sistem kurmak, ama daha önce “Allah ve Elçisinin düşmanı” konumundan çıkmak için “er riba”dan hemen uzaklaşmaktır.
Rabbimiz, her konuda olduğu gibi bu konuda da rahmetini esirgememiş; kişilerin, ailelerin ve ülkelerin “er riba” ve “Kenz” belâsından, afetinden kurtulmaları için ne yapmaları gerektiğini insanların arayıp bulmalarına bırakmayarak, kurtuluş için gerekli sistem ve kurumların nasıl oluşturulacağına dair yolları Kur’an’da (Maide; 12, Teğabün; 17, 18, Tövbe; 34, 35, Bakara; 45, 46, 153, 195, 219, 245, Hadid; 11, Maide; 2, 48, Âl-i Imran; 103, 104, Asr; 1-3, Ankebut; 45, Meryem; 59-61, Fatır 6, A’la; 14-17) açıkça göstermiştir.
Yukarıdaki ayetler, “er riba” ve “Kenz”den uzaklaşmanın yollarından olan zekâtı, sadakayı, infakı, salâtı ve salâtın ikamesini emreden yüzlerce ayetin bir kısmıdır. Bu ayetler ile Rabbimiz; müminlerin teşkilâtlanarak birlik ve beraberlikler oluşturmalarını, ihtiyaç fazlası birikimlerini Allah için infakta bulunmalarını, sosyal yardım ve destek kurumlarını oluşturarak iyilik ve hayırlarda yarışmalarını emretmekte, bunları yerine getirmeyenlerin ise, kendilerini ve toplumlarını tehlikeye, hüsrana atacaklarını, dünyada cehennem hayatı yaşayacaklarını, kenz yapanların (paralarını küpte, yastık altında, kasada, bankada biriktirerek tedavüle çıkarmayanların) cezalandırılacaklarını açık bir dille haber vermektedir. O hâlde, kişilerin, ailelerin ve ülkelerin “er riba” ve “Kenz” belâsı gibi bir illetlerden kurtulmalarının çaresi bu ayetler ile amel etmek; Allah’ın bu ayetlerde emrettiği görevleri yerine getirmektir.
Meselâ Müslümanlar bu ayetler ışığında, Allah’ın kendilerine bahşettiği fazlalarını, spekülâtif yatırımlara veya faize yatırmak yerine birleştirebilirler; denetimlerinin kamu otoritesince sağlandığı ve suiistimallere fırsat verilmeyen, ortaklıklar kurabilirler, İslâm dininde meşruiyeti tartışılmayan ticareti yaparak veya Mudârebe/Mukâraza (Bir taraftan sermaye, diğer taraftan işletme olmak üzere oluşturulan emek-sermaye ortaklığı) ortaklığı kurarak tedavüle sürüp istihsal (üretim), istihdam ve kâr sağlamaya yönelebilirler.
Böylece bu kişiler, ülkede yeni iş sahalarının açılması suretiyle işsizlere iş imkânları yaratmış ve ellerindeki paraların başkalarına da fayda vermesini sağlamış olurlar. Daha sonra ise, bu ortaklıklardan sağlanan kazançlarla, infak amaçlı sosyal yardım ve destek kurumları, yardımlaşma sandıkları kurabilirler ve bu kuruluşlar vasıtasıyla ihtiyacı olan Müslümanlara karz-ı hasen; faizsiz ödünç verebilirler. Tabii ki, bu yardımlaşma sandıklarından yapılan ödünç verme işlemlerinde, eğer ödünç alan borcunu gerçekten ödeyemiyorsa, Allah’ın tavsiyesi gereği borcun silinebilmesi, hatta gerekiyorsa daha da takviyenin yapılabilmesi mümkün olmalıdır. Yine bu sandıklardan esnaf ve tüccarın kısa vadeli ticarî ihtiyaçları karşılanmalı, böylece Müslümanların tefecinin, bankanın kıskacına girmeleri önlenmelidir. Bu sandıklarda daha da atıl para kalıyorsa, bu fonlarla yine meşru şekilde değişik sektörlerde yeni şirketler, yeni şirketlerin gelirleriyle de yeni yardım sandıkları kurulabilir ve bu verimli döngünün büyüyerek devam etmesi sağlanabilir.
Ancak, böyle bir sistemin işlerlik kazanması için işe aile çevresinden başlanmalı, sistemin kuruluşu giderek mahalle, köy, şehir ölçeklerinde gerçekleştirilmelidir. Çünkü başarı, Rabbimizin emrettiği gibi, ancak kişilerin tek tek kendilerini düzeltmeleri sonucunda elde edilebilir.
Böyle bir sistemde ne faize, ne borsaya, ne de “er riba”nın başka bir unsuruna gerek vardır, daha doğru bir ifade ile “er riba”nın hiçbir türüne yer yoktur. Çünkü bu tarz bir ekonomik düzenin yürümesi için kamu otoritesi, yani devlet; halkın elindeki fazlaları toplama, toplanan fazlaları yatırımlarda kullanacak ortaklıkların istifadesine sunma gibi işleri faizsiz olarak gerçekleştiren kurumlar tesis etmek durumundadır. Bu kurumlar ise, sadece kapitalist sistemin bankalarının, borsalarının yaptığı işleri bihakkın yerine getirmekle kalmayacak, ayrıca esnafın, tüccarın, vatandaşın çek-senet tahsilâtını, havale işlemlerini de, bugünkü bankaların yaptığı gibi bir soygun düzeni içinde değil, masrafı karşılığı, masrafı yoksa ücretsiz yerine getirecektir.
Yukarıda kiranın nedeninin kıtlık olduğunu ifade etmiştik. İslam dini “Kıtlık”ı ortadan kaldıran ilkeler ortaya koymuştur. İslam ilkelerinin uygulandığı yerlerde kıtlık söz konusu değildir. İslam dini kıtlık nedenlerini ortadan kaldırmıştır. Bunlardan birkaçı:
-İslam dini servetin zenginler arasında bir güç olarak dolaşmasını yasaklamış, toplumda spekülatörlerin, kartellerin oluşmasını engellemiştir.
Allah’ın, o kent halkından, Elçisi’ne verdiği fey’ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler], içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah’a, Elçi’ye, yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere –ki onlar, Allah’ın armağan ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah’a ve Elçisi’ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah’ın koruması altına da girin. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır. (Haşr/ 7, 8)
– Yüzlerce ayette, salat, salatın ikamesi, zekât, infak, sadaka emredilerek bunlarla herkese eşit, iş, aş, eğitim, öğretim imkanı oluşturulmasını öngörmüştür. Müslümanlar, bu ilkeler ile yeterince işyerleri, eğitim kurumları, sosyal destek kurumları oluşturup arazi, arsa, ev ve bunlara sahip olacak imkân kıtlığı çekmeyeceklerdir.
Kesinlikle, Allah tarafından bir taksim/zorunlu görev olarak sadakalar/ kamunun gelirleri ancak fakirler, miskinler/ yoksullar, işsizler, o iş üzerine çalışan görevliler/ kamu görevlileri, kalpleri İslâm’a ısındırılacaklar, özgürlüğü olmayan köleler, ağır borç altındakiler, Allah yolundakiler [askerler, öğrenci ve öğretmenler], yolda kalmışlar içindir. Allah her şeyi en iyi bilendir ve en iyi yasa koyandır. (Tevbe/ 60)
Bu ayetten başka yüzlerce salât, infâk, zekât ayetleri dikkate alınmalıdır.
İslam dini, insanların belirli yerleşim birimlerinde yığılmalarını da engellemiş, Allah’ın arzının geniş olduğunu, uygun yerlerde yerleşim birimleri oluşturarak, kıtlık oluşturmamalarını ve kıtlıktan kurtulmalarını öngörmüştür.
Ve hani bir zamanlar Mûsâ, toplumu için su istemişti de, Biz, “Birikimini taş kalpli toplumuna uygula!” demiştik. Bunun üzerine o taş kalpli toplumdan on iki toplum-belde halkı ayrışmıştı. Oluşan her beldenin halkı, kendi su alacağı yeri kesinlikle öğrendi. –Allah’ın rızkından yiyin, için ve bozgunculuk yaparak yeryüzünde taşkınlık yapmayın.– (Bakara/ 60)
Allah, doğrusunu en iyi bilendir.
Hakkı Yılmaz