Salât konusunda üzerinde durulup açıklığa kavuşturulması gereken bir diğer önemli husus da “kıble”dir. Çünkü bazıları, kıblenin konu edildiği Bakara suresinin 142-151. ayetleri hakkında; “yönelişte birliği sağlamak üzere namazda yönlerin Kâbe’ye çevrilmesi esasını getirmiştir” yolunda gerekçeler uydurmuşlar ve neticede “kıble” kavramını da aynen “salat” kavramı gibi içi boşaltılmış bir kavram olarak asırlardır dayatmışlardır. Hâlbuki aşağıdaki tahlillerinde görüleceği gibi, söz konusu edilen ayetlerde kesinlikle “namaz” hatta “salat” diye bir sözcük yer almamaktadır ve kıble konusunun da namazla uzaktan yakından alakası yoktur.

“القبلة  Kıble” sözcüğünün aslı “ ق ب لkbl” köküdür. Bu sözcüğün “ قَبلkabl” kalıbı; “önce” anlamında, “ قُبلkubl” kalıbı ise; “ دُبُرdübür (arka)” sözcüğünün karşıtı olarak “ön” anlamındadır. “Kıble” sözcüğü de “ön” anlamı ekseninde; “ جهةcihet (yüzün gösterdiği yön; ön yön”) demektir. (Lisan; 7/ 227-234 “kbl” mad.)

“Kıble” sözcüğün türevlerinden olan “kabile (sık yüz yüze gelen halk)”, “mukabil, mukabele (karşılık, karşılık verme)” gibi türevleri Arapçadaki anlamıyla aynen Türkçeleşmiştir.

Kur’an’da “kıble” sözcüğünün geçtiği ayetlere dikkat edilirse, bu sözcüğün fiziksel konuma göre “ön yön” anlamında değil de; görüş, inanç, ilke olarak üzerinde bulunulan, bakılan ve gidilen yön, yani “sosyal hedef; strateji” anlamında kullanıldığı görülmektedir. Buna göre “kıble” sözcüğüne kısaca, “hedef” veya “strateji” demek en doğrusudur.

İlgili ayetler

Bakara; 142:  İnsanlardan sefihler (aklı ermeyenler); “Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden (hedeften, stratejiden) çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu ve batı yalnız Allah’ındır. O, dilediği/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar.

Bu ayette öncelikle, aklı ermezlerin müminleri “Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden (hedeften, stratejiden) çeviren nedir?” diye itham edecekleri önceden açıklanmakta, dolayısıyla gaybtan haber verilmek suretiyle bir mucize ortaya konmaktadır. Diğer taraftan da Rasülüllah ve müminler, Rabbimizin ileride yapılacak ithamları ve verilmesi gereken cevabı haber vermesi sayesinde; kendilerine yeni hedefler verileceğine, bu hedeflere yürürken bazı fikrî saldırılara uğrayacaklarına ve bu saldırılara karşı koymaya hazırlanmaktadır.

Ayette geçen “ سفيهsefih” kelimesi; “aklı kıt ve hafif olan” demek olup, ayette çoğul şekliyle “sefihler (aklı ermezler)” olarak ifade edilmiştir.

Bilerek ya da bilmeyerek gerçek dışı konuşan, yalan söyleyip iftira atan bu “sefihler” ile kastedilenler ise Medine’deki Yahudiler ve münafıklardır:

Bakara; 13:      Ve onlara, “İnsanların inandığı gibi inanın” denilince, “Biz, o aklı ermezlerin inandığı gibi mi inanacağız!” derler. Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, aklı ermezlerin ta kendileridir. Velâkin bilmiyorlar.

Kıble konusu ile ilgili olan ayetlerin ilki olan Bakara/142 ayetinin iniş sebebi ve ortamı hakkında klasik kaynaklarda şu nakiller ve görüşler yer almaktadır:

Hadis imamlarının İbn Ömer’den rivayetlerine göre -lafız Malikindir- o şöy­le demiştir: Müslümanların Kuba’da sabah namazını kıldıkları bir sırada bi­risi yanlarına gelip şöyle dedi: Bu gece Rasûlullah (s.a)’a Kur’ân-ı Kerim na­zil oldu ve Ka’be’ye yönelmesi emredildi. Onlar da oraya yöneldiler. O sı­rada yüzleri Şam tarafına (Beytu’l Makdis’e doğru) yönelmiş idi, Ka’be’ye doğ­ru döndüler

Buhârî’nin el-Bera’dan rivayetine göre Rasûlullah (s.a) Beytu’l Makdis’e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Ancak kıblesinin Beytullah’a doğru olmasını arzu ediyordu. Onun (Beytullah’a doğru) kıldığı ilk na­maz ikindi namazıydı. Onunla birlikte bir topluluk da namaz kılmıştı. Pey­gamber (s.a) ile birlikte namaz kılanlardan birisi, çıkıp rükû’a varmış oldukları bir halde bir mescid halkının yanından geçti, şöyle dedi: Allah adına şa­hitlik ederim ki ben Peygamber (s.a) ile birlikte Mekke’ye doğru namaz kıl­dım. Oldukları gibi Beytullah’a doğru yöneldiler. Kıble Beytullah’a doğru de­ğiştirilmeden önce (eski) kıbleye doğru namaz kılıp öldürülmüş (şehid düş­müş) birtakım kimseler vardı ki onlar hakkında ne diyeceğimizi bilemiyor­duk. Bunun üzerine yüce Allah: “Allah imanınızı zayi edecek değildir.” (el-Bakara, 2/143) âyetini inzal buyurdu.

Görüldüğü gibi bu rivayette ikindi namazından, Malik’in rivayetinde ise sabah namazından söz edilmektedir: Bu buyruk, Peygamber (s.a)’e Seleme-oğulları Mescidinde farzın iki rek’atini kıldıktan sonra nazil olmuş ve namaz­da iken yüzünü Ka’be’ye doğru çevirmiştir. O bakımdan bu mescide Mesci-du’l Kıbleteyn, (iki kıbleli mescid) adı verilmiştir. Ebu’l-Ferec’in zikrettiğine göre Abbad b. Nehîk bu namazda Peygamber (s.a) ile birlikte bulunuyor idi. Ebu Ömer et-Temhid adlı eserinde Akabe’de bey’atte bulunan kadınlardan birisi olan Eşlem kızı Nuveyle’den şöyle dediğini zikretmektedir: Öğlen na­mazını kılıyordum. Bu sırada Abbad b. Bişr b. Kayzî gelip şöyle dedi: Rasûlullah (s.a) kıbleye -veya Beytu’l Haram’a doğru- yöneldi. Erkekler kadınla­rın yerine, kadınlar da erkeklerin yerine geçti.

Bu âyet-i kerimenin namazda olunmadığı bir sırada nazil olduğu da söy­lenmiştir. Çoğunluğun rivayeti bu şekildedir. Ka’be’ye doğru kılınan ilk na­maz ise ikindi namazı olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Başkası ise şöyle demektedir: Peygamber (s.a) Medine’ye geldiğinde yahudilerin kalplerini ısındırmak istedi. Bu, onların imana gelmelerini daha bir teşvik etsin diye onların kıblelerine doğru yöneldi. Onların inatları açıkça or­taya çıkıp onlardan ümidini kesince Ka’be’ye döndürülmek istediğinden semaya doğru bakıp dururdu. Hz. İbrahim’in kıblesi olduğundan dolayı Ka’be’yi seviyordu. Bu açıklama da İbn Abbas’tan nakledilmiştir. Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an

Burada hemen belirtmekte yarar vardır ki, yukarıda da değinildiği gibi, Kur’an’da konu edilen “kıble”nin; bu nakillerde yer alan “namazda yönelinen yön” anlamı ile ve kıble değiştirmenin de; Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a dönme ile uzaktan yakından alakası yoktur. Bu anlayışlar, Müslümanlığı yozlaştırmak, dinin olmazsa olmaz ilkelerini işe yaramaz hâle getirmek için zaman içerisinde yerleştirilmiş anlayışlardır. Çünkü her şeyden önce kulluk için mutlaka bir yön belirlenmeye kalkılması Kur’an’a terstir:

Bakara; 115:    Ve doğu, batı yalnızca Allah’ındır. Öyleyse her nereye yönelirseniz artık orası Allah’ın yüzüdür. Şüphesiz Allah, Vasi’dir, O, en iyi bilendir.

“Tazarruan dua hâlindeki (namazdaki) yönelme”nin ise, yüzün fizikî olarak herhangi bir yöne çevrilmesi ile hiç alâkası yoktur, bu yönelme manevî yönelmedir ve böyle olduğu, aşağıdaki ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır:

Rum; 31, 32:   Kalben O’na yönelenler olarak, O’na takvalı davranın, salâtı ikame edin,  müşriklerden; dinlerini parça parça bölmüş, fırka fırka olmuş kimselerden de olmayın. -Her fırka kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir.-

Mümtehıne; 4, 5:        İbrahim’de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Biz sizden ve sizin, Allah’ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz sizi inkar ettik. Ve siz bir tek olarak Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda ebedî bir düşmanlık ve buğuz belirmiştir.” demişlerdi. Yalnız İbrahim’in babası için, “Senin için mutlaka mağfiret dileyeceğim. Ve Allah’tan olan hiçbir şeye gücüm yetmez.” demesi hariç. -Rabbimiz! Yalnız sana dayandık, sana yöneldik. Ve dönüş ancak sanadır. Rabbimiz! Bizi inkar edenler için bir fitne kılma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz Sen Aziz ve Hakim’in ta kendisisin!-

Allah’a kulluk için mutlaka bir yön belirlenmeye kalkılmasının Kur’an’a tersliği ortaya konduktan sonra Bakara/142’nin tahlili çerçevesinde yapılması gereken bir diğer iş de; bu ayette geçen Yahudi ve münafıkların “Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden (hedeften, stratejiden) çeviren nedir?” sözleri ile kastedilenin, yani Müslümanların kıblesinin ne olduğunun ve onların neye yöneldiklerinin iyi tespit edilmesidir. Ancak bu tespit yapılırken gözden kaçırılmaması lâzım gelen bir husus vardır: “Kıbleden çevrilme” kavramı kesinlikle, eski hedef ve stratejilerin bir tarafa bırakıldığı anlamına gelmez, ilk hedef ve stratejilere ilâveten, yeni hedef ve stratejilerin belirlendiği anlamına gelir!

İlk kıble; sosyal hedef, strateji:

Kur’an’a bakıldığında, ilk inen vahyden bu ayetlerin indiği döneme kadar olan ayetlerde hedef ve stratejinin; “tevhidin öğretilmesi, öğüt, uyarı, Kur’an ile cihad etme, müjdeleme, sabırlı davranma, af ve hoşgörü ile muamele” olduğu görülmektedir.

Yeni kıble:

İlerideki ayetlerde açık açık görüleceği gibi, Müslümanların yeni hedef ve stratejilerini ise; salâtın ikamesi (okulların açılması, sosyal destek kurumlarının oluşturulması ve ayakta tutulması), zekât alınması, marufun emredilip münkerden nehyedilmesi, hikmetle (zulmü engelleyip adaleti sağlayan ilkelerle) hareket edilmesi, gerektiğinde de savaşılması, kısacası İbrahim’in Mescid-i haram’daki uyguladıklarının tatbik edilmesi; eğitim-öğretim eksenli bir yapılanma ile devlet hâline gelinmesi oluşturmaktır.

Bakara; 143:  Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şahitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık. Üzerinde olduğun bu kıbleyi kılmamız da yalnızca; elçilere uyan kimseleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım diyedir. Bu (tespit ettiğimiz kıble), elbette, Allah’ın hidayet ettiği kimselerin dışındakilere çok büyüktür. Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.

Bu ayette; kıble büyütülmesi (yeni hedef ve stratejilerin yükseltilmesi) sebebiyle, son ümmetin diğer ümmetlere şahit olan hayırlı bir ümmet olacağı ve bu sayede inananla inanmış gözükenlerin ayrışacağı, yeni hedefin inanmamış kimselere ise çok ağır, zor geleceği  bildirilmiştir.

Gerçekten de, yeni hedefler arasında yer alan “salâtın ikamesi”, huşusuzlara çok ağır gelmiş ve bu durum değişik ayetlerde çok net ifadelerle açıklanmıştır:

Bakara; 45, 46:Bir de sabırla, salâtla (eğitime, öğretimle, sosyal destek kurumlarıyla) yardım isteyin. -Şüphesiz bu (salât ve sabırla yardım isteme), saygılı olanlardan; gerçekten Rabblerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O’na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına çok ağır gelir.

Nisa; 142:Şüphesiz ki münafıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O, onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah’ı ancak, pek az olarak anarlar.

Ayrıca bu inanmamış kimseler, Tevbe ve Enfal surelerinde açıklandığı gibi, savaşa gitmemek veya Müslümanları savaştan caydırmak için ellerinden geleni artlarına koymamışlar, her vesilede topukları üstünde gerisin geri kaçmışlardır:

Âl-i Imran; 144:Ve Muhammed, ancak bir elçi. Ondan önce elçiler gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim ki de geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.

Âl-i Imran; 149:Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz şu küfretmiş kimsele  uyarsanız, onlar, sizi topuklarınız üstünde gerisin geriye çevirirler de siz kaybedenlerden oluverirsiniz.

Yeni kıble sayesinde, bu kıbleye yönelen ümmetin hayırlı bir ümmet olacağı açıklaması, bu ümmetin, kendilerine verilen hedef ve stratejileri gerçekleştirmek üzere “emri bilma’ruf ve nehyi anilmünker” yapmalarına, ila-i kelimetüllah için dışa açılmalarına dayanmaktadır.

Âl-i Imran; 110:Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah’a inanırsınız. Kitap ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Onların bazıları mümindirler, pek çoğu da yoldan çıkmış kimsedirler.

Vasat ümmet

“  وسطVst” kök sözcüğü, “vesat” ve “vest” şekillerinde okunup, “vesat” şeklinde okununca İsim, “vest” şeklinde okununca Zarf olarak kullanılır.

Bu sözcüğün anlamı; “bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı” demek olup, “bir şeyin kendi ortası” olarak anlaşılır ve sözcük “ipi ortasından kavradım”, “oku ortasından kırdım” cümlelerindeki gibi kullanılır.

Arap örfünde bir şeyin ortası, o şeyin en hayırlı, en yararlı bölümü anlamındadır. Meselâ, at veya devesine binecek bedevi için at veya devesinin en hayırlı yeri at ve devenin boyun ve kıçı olmayıp belinin ortasıdır. Yine bedevinin devesine kuracağı ağıl için en hayırlı yer, otlağın ortasıdır. Gerdanlığın, inci veya elmas takılacak en hayırlı (güzel ve uygun) yeri gerdanlığın ortasıdır. Ayrıca her güzel ve yararlı davranış, kendi cinsinden olan davranışların ortada olanıdır. Meselâ cömertlik; cimrilik ve savurganlığın ortasında bir davranıştır. Cesaret; korkaklık ve saldırganlık arasında bir davranıştır.

İşte bu nedenle  “ وسطvest” sözcüğü; “hayırlı, yararlı, üstün” anlamına genelleşmiştir.  Araplar, “O, kavminin evsatındadır” dediklerinde “O, kavminin hayırlı, yararlı, şerefli olanıdır” demek isterler. Veya “şu vesît kişiye bir bakın” dediklerinde “Şu hayırlı, şerefli kişiye bir bakın” demek isterler.

Dolayısıyla, Rabbimizin bu ayetteki “Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şahitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık” ifadesi; “Ve işte böyle sizi hayırlı, yararlı ve şerefli bir ümmet kıldık” demektir.

Bu ümmetin insanlara  şahitliği

Bu ümmetin diğer insanlara tanık yapılacağı konumuz olan ayetten başka Hacc suresinde de geçmektedir:

Hacc; 78:Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. O, sizi o seçti ve dinde; babanız İbrahim’in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda (Kur’an’da), elçinin size şahid olması, sizin de insanlara şahid olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikame edin, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin Mevlânızdır (yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır). O, ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!

Bilindiği gibi İslâm’daki ilk strateji; “yakınların uyarılması” ile başlamış, sonra Ümmülkura  (Mekke) ve civarının uyarılması idi. Yeni kıblenin belirlenmesi, tabiri caizse hedef ve strateji çıtasının yükseltilmesi sonucunda ise, yakınların, Mekke ve yakınlarının uyarılması yetmeyecek, UZAKLARDAKİ HALKLAR’ın da İslâm’a davet edilmesi gerekecektir. Yani onlara da vahyler ulaştırılacak, emir ve nehyler yapılacak, onlar da ikna edilmeye uğraşılacak, onların da yapılan davete karşı tavırları izlenecektir. Böylece de bu ümmet, diğer ümmetlerin hakka uyup uymadığının tanığı olacaktır.

İsra; 15:Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık.

Yukarıdaki ayet uyarınca tebliğ ulaşmadan ceza verilmeyeceğinden, bu ümmet, diğer ümmetlere tebliğin ulaşıp ulaştırılmadığının da tanığı olacaktır.

İşte Rasülüllah, bu yeni kıble; hedef, strateji belirlenmesi nedeniyle sınır ötesi tebliğlere, emir ve nehylere başlamış, çevredeki toplumların üst düzey yöneticilerine etkileyici diplomatik mektuplar yazmıştır. Bu mektuplar, Habeşistan Necaşisi’ne, Mısır’da Mukavkıs’a, Bizans İmparatoru Heraklius’a, İran İmparatoru Kisra’ya, Uman Melikleri Ceyfer ve Abd’e ve El Ahsa Valisi El Münzir’e gönderilen mektuplardır. Bunlardan  dönemin Mısır hükümdarı Mukavkısa gönderilen mektubu  örnek olarak sunuyoruz:

Mısır’da Mukavkıs’a Gönderilen Mektup

Rahman Rahim Allah adına, Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den, Kıbtilerin Büyüğü Mukavkıs’a. Selam,; hidayet yoluna tabi olan kimseler üzerine olsun.

Buna göre Ben, Seni tam bir İslam daveti ile çağırıyorum. İslam’a gir. Sonunda emniyet ve selamet içinde olursun. Allah sana ecrini iki kere verecektir. Şayet bundan geri duracak olursan bütün Kıbtilerin günahı senin üzerinde toplanacaktır. “De ki: “Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ın astlarından bazımız bazımızı rabler edinmeyelim.” Buna rağmen eğer onlar, yüz çevirirlerse, artık “Şüphesiz bizim Müslümanlar olduğumuza şahit olun” deyin. (Al-i Imran/64)” Mühür;Allah’ın elçisi; Muhammed

Netice olarak bu ümmet, Allah’ın mesajlarını tüm insanlara ulaştıracak, ulaştırdıkları insanların iman edip etmediklerini izleyecek ve aynen İsa peygamberin tanıklığı gibi tanıklık edecektir.

Maide; 117:Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, dedim. Ve ben aralarında olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun Sen.  Ve şüphesiz Sen gaybleri en iyi bilensin.

Zümer; 69:Ve yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hakk ile karar verilmiştir. Ve onlar zulüm olunmazlar (onlara haksızlık edilmez).

Nur; 13:Onların (bu iddiayı ortaya atanların), buna dair dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şahitler getirmediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler.

Bakara/143’ün son bölümündeki “Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir” ifadesiyle, müminler her zaman olduğu gibi hizmete teşvik edilmektedir.

Âl-i Imran; 195:Bunun üzerine Rabbleri onlara karşılık verdi: “Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun -Ki bazınız bazınızdandır (hepiniz aynısınızdır)- çalışanın amelini zayi etmem. Binaen aleyh göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır.

Neml; 89:Kim iyilik, güzellik getirirse, onun için ondan (getirdiğinden) daha hayırlısı / getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende olanlardır.

Bakara; 272:Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru yola getirir. Ve hayırdan infak ettiğiniz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında infak etmezsiniz. Ve hayırdan ne infak ederseniz o size tastamam ödenecektir. Ve siz,  zulmedilmeyeceksiniz.

Bakara; 144:Biz, yüzünü semaya evirip çevirdiğini kesinlikle görüyoruz. Artık seni hoşnut olacağın bir kıbleye (hedefe, stratejiye) çevireceğiz. Haydi, yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Siz de, nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin! Kendilerine kitap verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz onun, Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah, onların yapıp durduklarından gafil değildir.

Bu ayette, Rasülüllah’ın bazı sıkıntılarının giderileceği, onun da çok memnun olacağı müjdesi verilirken, hedef ve stratejileri tam olarak açıklanmamakla beraber yeni kıbleye işaret edilerek, önce peygamberimize sonra da tüm Müslümanlara yüzlerini “Mescid-i Haram yönü”ne çevirmeleri emri verilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta vardır ki bu da; yüzlerin “Mescid-i Haram”a değil, “Mescid-i Haram yönüne” çevrileceğidir.

Ayetteki “yüz” ifadesi, sadece sima anlamındaki yüz demek değil, tüm benlik ve varlık demektir. Çünkü “yüz”, Arapçada “cüz’iyyet mecaz-ı mürseli” sanatı gereğince, vesikalık bir fotoğrafın o insanın kimliğini temsil etmesi gibi, canlı varlıkların en belirleyici organıdır. Yüzün semaya evirilip çevrilmesi ise; “duada bulunmak, beklenti içinde olmak” demektir. Bu ifadedeki “sema” ile evrenin; yaratıkların ötesi; “en üst nokta” kastedilmiştir. (“Sema” sözcüğünün detaylı anlamı için Tebyinü’l Kur’an; c. 1,  s. 526, 527’ye bakılabilir.) Zira insan, fıtraten, Allah’ı düşünürken yere değil, gökyüzüne bakar. Nitekim dua ederken ellerini havaya doğru kaldıran kişi, sıkıntıya düştüğünde de yüzünü semaya çevirerek Allah’a yalvarır. Örfte de, olağan dışı olaylarda “gökten düştü” tabiri kullanılır, hatta Allah’tan gelen dinlere ve kitaplara “semavî dinler, semavî kitaplar” denir. Dolayısıyla ayette peygamberimizin yüzünü semaya çevirdiğinin bildirilmesi, onun tüm benlik ve varlığıyla Allah’a yönelerek dua edişini ifade etmektedir.

Konumuz olan ayetle ilgili klâsik anlayışlardan birkaçı ise şöyledir:

“Hoşnud olacağın” senin seveceğin anlamındadır. es-Süddî der ki: Hz. Peygamber Beytu’l-Makdis’e doğru namaz kıldığında başını semaya doğru kal­dırır, kendisine neyin emrolunacağına bakardı. Ka’be’ye doğru namaz kılma­yı seviyor ve arzu ediyordu. Bunun üzerine yüce Allah: “Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz” buyruğunu indirdi. Ebu îshak da el-Be-ra’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir. Rasûlullah (s.a)’ Beyt-i Makdis’e doğ­ru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Rasûlullah (s.a) kıblesinin Ka’be’ye doğru döndürülmesini arzu ediyordu. Bunun üzerine yüce Allah: “Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz* buyruğunu indirdi. Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an

Hz. Peygamber (s.a.s) Beyt-i Makdis’e dönmekten hoşlanıyor, Kâ’be’ye yönelmeyi arzuluyordu. Ne var ki o, bunu diliyle belirtmiyordu, bu sebeple de yüzünü gökyüzüne döndürüyordu.. İbn Abbas’dan Hz. Peygamber’in şöy­le dediği rivayet edilmiştir:”Ey Cebrail Allah m beni Yahudilerin kıblesinden başka bir kıbleye dön­dürmesini arzuluyorum.. Çünkü oraya yönelmekten artık hoşlanmıyorum.” Bunun üzerine Cebraîl O’na, “Ben de senin gibi bir kulum; bunu Rabbinden iste!” dedi. Artık bundan sonra Hz. Peygamber Cebrail’in, istediği şeyi getire­ceğini umarak, devamlı göklere doğru bakıyordu. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak bu ayeti indirdi. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

îbn Merdûyeh Kasım el-Ömerî’nin… İbn Abbâs’tan naklettiği hadîsi rivayet ederek der ki: Rasûlullah (s.a.) Kudüs’e doğru namazı kıldıktan sonra selâm verdi ve başını semâya kaldırdı. O esnada Allah Teâlâ’nm yüzünü «Mescidi Haram tarafma çevir.» âyeti nazil oldu. Cebrail (a.s.) ona rehberlik ederek; yüzünü Kâ’be’nin oluk tarafına döndürdü. Hâkim, Müstedrek’inde Ya’lâ İbn Atâ kanalıyla Şu’be’nin naklettiği hadîste Yahya İbn Kumta der ki; ben Abdullah İbn Amr’ı Mescidi Harâm’da oluk hizasında otururken gördüm ve o «Şimdi seni hoşnûd olacağın bir kıbleye çevireceğiz» âyetini okudu. Sonra bunun Kâ’be’nin oluğu olduğunu söyledi. Hâkim der ki; bu hadîsin isnada sahihtir. Ancak Buhârî ve Müslim onu tahrîc etmemiştir. Bu hadîsi İbn Ebu Hatim Hasan kanalıyla Hüşeym ve Yâ’lâ İbn Atâ’dan nakleder. Başkaları da böyle demişlerdir. Nitekim Şafiî merhumun iki görüşünden birisi böyledir. Buna göre maksad, Kıble’nin kendisini tutturmaktır. Şafiî’nin diğer görüşüne göre —ki ekseriyet bu kanâattadır.— maksad yönelmedir. Hâkim, Muhammed İbn İshâk kanalıyla… Hz. Ali (r.a.) den nakleder ki; «Yüzünü Mescidi Haram tarafına çevir,» âyeti konusunda «o yöne» demiştir. Ve ardından da bu hadîsin isnadı sahihtir, ancak Buhârî ve Müslim tahrîc etmemişlerdir, der. Bu kanâat Ebu’lÂliye, Mücâhid, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Katâde, Rebî’ İbn Enes ve diğerlerinin görüşüdür. Bir başka hadîste ,vârid olduğuna göre; Kıble Doğu ileBatı arasıdır. Ebu Nuaym der ki; bize Züheyr, Berrâ’dan nakletti ki Rasûlullah (s.a.) onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs’ü kıble edindi. Ancak içinden Kâ’be’nin kıble olmasını istiyordu. O, ikindi namazım kıldı. Beraberinde bir de topluluk vardı. Onunla beraber namaz kılanlardan bir kişi çıktı. Ve bir mescid halkına rastladı ki onlar rükû’da idiler. Adam, Allah adına şâhidlik ederim ki ben Rasûlullah (s.a.) ile Mekke yönüne doğru namaz kıldım, dedi. Bunun üzerine onlar oldukları gibi Mekke yönüne döndüler. Abdürezzâk der ki bize İsrâîl… Berrâ’dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) Medine’ye geldiğinde onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs’e doğru namaz kılmıştır. Ancak Rasûlullah (s.a.) Kâ’be’ye yöneltilmesini arzuluyordu. Nihayet «Doğrusu biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz…» âyeti nazil oldu ve böylece Kâ’be’ye çevrildi. Neseî de, Saîd İbn el-Muallâ’dan nakleder ki; o şöyle demiştir: Biz Rasûlullah (s.a.) devrinde erkence mescide, giderdik ve mescidde namazımızı kılardık. Bir gün mescide uğradık. Rasûlullah (s.a.) minberde oturuyordu. Ben dedim ki; yeni bir şey olmuş ki Rasûlullah minberde oturuyor. O sırada Rasûlullah (s.a.) «Doğrusu biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz…» âyetini okudu. Âyeti bitirince arkadaşıma Rasûlullah (s.a.) minberden inmeden önce gel iki rek’at namaz kılalım, ve ilk namaz kılanlar biz olalım, dedim. Arka arkaya geçtik ve iki rek’at namaz kıldık. Sonra Rasûlullah (s.a.) minberden indi ve insanlara namaz kıldırdı. O gün kılınan öğle namazı idi. İbn Merdûyeh Abdullah İbn Ömer’den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) in Kâ’ be’ye doğru yönelerek kıldığı ilk namaz öğle namazıdır ve o orta namazdır. Ancak meşhur olan göı iiş Rasûlullah’ın Kâ’be’ye doğru yönelerek kıldığı ilk namazının ikindi namazı olduğudur. Bu sebeple haber Kubâ halkına gecikmeli olarak ancak sabah namazında ulaşmıştır. (İbni Kesir)

Hâlbuki ne konumuz olan ayette, ne de bu pasajda yer alan diğer ayetlerde, salat veya namaz (tazarrulu dua) gibi ifadelerin olmadığı açıkça görülmektedir. Ama ne yazık ki birileri, bu ayetlerdeki “yüzün Mescid-i Haram yönüne, hoşnut olunacak kıbleye çevrilmesi” kavramlarını; “ Müslümanların, namaz kılarken Mescid-i Haram yönüne dönmeleri” olarak kafalara yerleştirmiştir. Bize göre bu davranış; gafletin ötesinde bir ihanettir, dini saptırma, bozma girişimidir, dinin işe yaramaz hale getirme operasyonudur.

Bakara; 145:  Ve ant olsun ki sen, o kitap verilmiş olan kimselere, bütün ayetleri de getirsen, yine de senin kıblene tâbi olmazlar. Sen de onların kıblesine uyan biri değilsin. Zaten onlar da birbirlerinin kıblesine tâbi değiller. Yine ant olsun ki, sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların hevalarına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, zalimlerden olursun.

Bu ayette, Rabbimizin bir önceki ayetteki “Kendilerine kitap verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz onun, Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah, onların yapıp durduklarından gafil değildir” ifadeleri açılmakta ve Rasülüllah’ın muhatap aldığı, alacağı Yahudiler ile ilgili bilgiler verilmektedir. Daha sonra da Rasülüllah’ın izleyeceği stratejinin önemi açıklanmakta ve bu stratejiden taviz vermemesi sert bir şekilde ihtar edilmektedir.

Görüldüğü gibi Rabbimiz ayette, onların kendilerine göre birer kıblelerinin (hedeflerinin, stratejilerinin) var olduğunu, birçok kanıt gösterse de onların bundan vazgeçmeyeceklerini ve Rasülüllah’ın kıblesine uymayacaklarını bildirmiştir.

Bilindiği gibi Yahudilerin kıblesi; sarı sığırdır, buzağıdır; ALTIN’dır. Müminlerin kıblesi de özetle tevhid ve adalettir. Bunu gerçekleştirmek için ise; salâtı ikame etmek, zekât vermek, emri bilmaruf ve nehyi anilmünkerde bulunmak, cihad etmek, gerektiğinde de savaşmak gerekmektedir. Durum böyle olunca, ne kıblesi “altın” olan Yahudilerin ne de inanmayanların, mal ve can verme gibi bir stratejiyi benimsemeleri söz konusu bile değildir.

Burada “sen” ifadesiyle Rasülüllah muhatap alınmış gözükse de asıl muhatap, tüm müminlerdir. Ayetteki “Yine ant olsun ki, sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların hevalarına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, zalimlerden olursun” ifadesiyle de, Kur’an dışı bir yol haritası edinilmemesi emredilmektedir.

Casiye; 23:Peki, sen, kendi hevasını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?”

Kıyamet; 5:Aslında o insan, önünü fücurla geçirmek istiyor:

Klasik kaynaklar bu ayetle ilgili olarak şunu nakletmişlerdir:

Rivayet edildiğine göre Medine yahudileri ile Necrân hristiyanları Hz. Peygamber (s.a.s)’e, “Senden önceki peygamberlerin getirdiği gibi, sen de bize bir mucize getir!” demişler; bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu ayeti indirmiştir. Doğ­ruya en yakın olan, bu ayetin yeni başlayan bir hâdise hakkında nazil olmadı­ğı, tam aksine bunun kıblenin değiştirilmesiyle ilgili olan hükümlerin geriye kalanlarından olmasıdır. (İbni Kesir)

Bakara; 146, 147: Şu, kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu (peygamberi) kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Şüphesiz onlardan bir kesim de bilip durmalarına rağmen, kesinlikle hakkı gizliyorlar. Hak,  Rabbindendir. O hâlde, şüpheye düşenlerden olma sakın!

Bu ayette, beşeri olan her şeye kuşku ile yaklaşılabileceği, Allah’ta gelen şeylerde ise tereddüt edilmemesi gerektiği ilkesi öğretilmektedir. Çünkü Hakk’tan, hakktan (gerçekten) başka bir şey sadır olmaz.

Bu ayetlerde ayrıca, Yahudilerin kendini beğenmişliğine, kibrine dikkat çekilmekte; onların, Rasülüllah’ın gerçek peygamber olduğunu bütün yaptıklarının hakkı temsil ettiğini, tıpkı oğullarını tanıyıp-bildikleri gibi bilmelerine rağmen içlerinden bir grubun bu gerçeği gizledikleri  ifşa edilmektedir. Onların bu davranışlarının gerekçesi ise başka surelerde verilmektedir.

Neml; 14:Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. -Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!-

Bakara; 89:Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı tasdik eden bir kitap gelince de -ki bunlar daha önceleri inanmayanlara karşı zafer kazanmak istemişlerdi de o tanıdıkları kendilerine gelmişti- onu inkâr ettiler. Artık Allah’ın laneti kâfirler üzerinedir.

Klasik kaynaklar bu ayet ile ilgili de şu olayları nakletmişlerdir:

Rivayete göre Hz. Ömer, Abdullah b. Selam’a şöyle demiş: Sen gerçekten oğlunu tanıdığın gibi Muhammed (s.a)’ı tanıyor musun? O şu cevabı verir: Evet, hatta bundan da öte. Allah semasındaki eminini yeryüzündeki emini­ne niteliklerini belirterek gönderdi ve ben de onu bu nitelikleriyle tanıdım. Oğluma gelince annesinin neler yaptığını bilemiyorum. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

Hz. Ömer (r.a.)’den rivayet edildiğine göre O, Abdullah İbn Selâm (r.a.)’den Hz. Peygamber (s.a.s.)’i sordu. Abdullah İbni Selâm cevaben şöyle aedi: “Ben onu, oğlumdan daha iyi tanırım.’ Hz. Ömer: “Niçin?” deyince, O, “Çünkü ben Hz. Muhammed (s.a.s)’in peygamber olduğundan şüphe etmem. Fakat çocuğumdan şüphe edebilirim; çünkü annesi hainlik etmiş olabilir..” Bu­nun üzerine Hz. Ömer onun başını öptü.  (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

Bakara; 148-151:Ve herkes için bir yön vardır;  o, ona yönelendir. O nedenle hep hayırlara koşun, yarışın. Her nerede olsanız Allah, tümünüzü bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye en iyi güç yetirendir.

Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden gelen bir hakktır. Allah, yaptıklarınıza gafil de değildir.

  Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ve siz, her nerede olsanız, insanlardan, -onlardan zulmeden kimseler hariç- sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, Benim size, içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için ve doğru yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü onun tarafına çevirin. Artık onlara haşyet duymayın, Bana haşyet duyun.

Bu ayet grubunda, her halkın benimsediği bir ideal hedef, strateji olduğu ve herkesin de  kendi hedefine yöneldiği açıklandıktan sonra müminlere; “hayırlara koşun, yarışın” denilmekte, sonra da “her nereden çıkarsanız çıkın yüzünüzü Mescid-i Haram yönüne çevirin” talimatı tekrarla vurgulanarak “Mescid-i Haram tarafı”nın kıble edinilmesi emredilmektedir.

Ayetin orijinalindeki “viche” sözcüğü, “yüzün döndüğü yön” anlamında olup “kıble” sözcüğünün anlamdaşıdır. Buradaki yön de sosyolojik yöndür. Yani hedeftir, idealdir, mefkûredir, stratejidir.

Bu paragrafta dikkat edilecek en önemli nokta “Mescid-i Haram tarafı”nın “kıble (hedef, strateji)” yapılmasının gerekçesidir. Yukarıdaki ayetlerde sayılan gerekçeler şunlardır:

1. “insanlardan, -onlardan zulmeden kimseler hariç- sizin aleyhinizde bir delil olmaması için”, yani; herkesten güçlü olmanız, kimsenin sizi ezmemesi için.

2. “Benim size, içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için”, yani; Allah’ın dininin yayılması nedeniyle tüm insanların kitaptan, hikmetten yararlanmaları ve bilgisizlikten kurtulmaları için.

3. “doğru yolu bulabilmeniz için”, yani; kurtuluşa erebilmeniz için.

İşte Allah, Mescid-i Haram tarafının kıble, hedef edinilmesi için bu hususları gerekçe olarak göstermektedir. Biraz düşünülecek olursa, namazda yüzün fizikî olarak Mescid-i Haram tarafına çevrilmesiyle bu gerekçelerin tahakkuk ettirilemeyeceği, yani öyle yapmakla Allah’ın bizler için istediklerinin sağlanamayacağı, her namuslu, dürüst insanın kabul edeceği bir gerçektir.

O hâlde “Mescid-i Haram tarafı” ifadesinden ne anlaşılması gerekmektedir?

Bu sorunun cevabı yine Kur’an’dadır ve şöyle verilmektedir:

Bakara; 125:Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri kılmıştık. -Siz de İbrahim’in makamından bir musalla (salât gerçekleştirilecek yer) edinin.- Ve Biz İbrahim ile İsmail’e: “Beytimi, dolaşanlar, ibadete kapananlar ve secde edenler, rüku edenler için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık.

Âl-i Imran; 96, 97:Şüphesiz, insanlar için mübarek ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Bekke’dekidir (Mekke’dekidir). Onda apaçık deliller; İbrahim’in makamı vardır. Oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir.

Maide; 97:Allah, Kâbe’yi; o Beyt-i haram’ı, haram ayı, heydi (hacda oraya hediye olarak kesilen hayvanı) ve (kurbanlardaki) gerdanlıkları insanlar için bir ayağa kalkış kıldı. Bu, Allah’ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini ve Allah’ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir.

Yukarıdaki üç ayette yer alan vurgular dikkate alındığında, “Mescid-i Haram”ın özellikleri hakkında şu tespitler yapılabilmektedir:

– Mescid-i Haram veya Beytüllah veya Kâbe (üçü de aynı şeyi ifade ediyor), insanlar için (bir tek insan için değil), yeryüzünde hazırlanan evdir (okuldur).

– Orada İbrahim peygamberin makamı (ayaklandığı, zalimlere karşı kıyam ettiği, mücadele ettiği yer) vardır. (Yoksa, Kâbe’yi yaparken ayağını bastığı taş değil.)

– Orada herkes güvende, dokunulmaz, hür olmalıdır, orada baskı ve zulüm olmamalıdır.

– Orada hikmetler (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler) yürürlüğe sokulmalı, herkes bilmediğini öğrenmelidir.

– Orası, orada dolaşanlara, akiflere, kaimlere, rükû edenlere, secde edenlere tertemiz tutulmalıdır.

– Müslümanlar “İbrahim’in makamından bir musalla (salâtın ikame edildiği yer, alan)” edinmelidir.

– Gidip gelmeye imkan bulanlar da oraya gidip gelmelidir.

“Mescid-i Haram”ın Kur’an’da bildirilen özellikleri yukarıdaki gibi tespit edilince görülmektedir ki; Rabbimizin yaptığı vurgular Mescid-i Haram, Beytüllah veya Kâbe’nin fizikî yapısı ile ilgili değil, işlevleriyle ilgilidir ve İbrahim peygamberin Kâbe yapması da, tevhid okulunu açması ve işletmesidir.

Buna göre, “Mescid-i Haram tarafı” ifadesinden ne anlaşılması gerektiği ve “Mescid-i Haram tarafına yönelmek” için nelerin yapılması lâzım geldiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır:

– Özerk ilâhiyat okulları (“Tabii Bilimler”in tümü doğal olarak ilahiyat okuludur) açılmalı ve bu okullardaki ilahiyatı, tevhidi öğreten öğretmenler (rüku edenler) ile öğrenciler (ilâhiyat eğitimi alarak ikna olanlar) gözetilmelidir.

– Salâtın ikamesi için, sosyal destek kurumları kurulmalıdır.

– Gerekli askerî güç ve organizasyon kurularak düşmanlardan üstün olunmalıdır. Bu alanda da iyi eğitimciler, askerî subaylar yetiştirilmelidir.

İşte Kur’an’da yer alan, Allah’ın emrettiği kıble, strateji budur. Yoksa, namaz kılarken insanların yönlerini fizikî olarak Mekke’ye çevirmesi değildir.

Bu strateji ile Rasülüllah topluma Allah’ın hikmetlerini öğretecek, toplumda yönetici sıfatını da kazanacaktır. Zaten bu ayetlerden sonra, diğer bir ifadeyle Medine döneminde peygamberimiz fiilen “Melik Elçi” olmuş, yani hem elçilik hem yöneticilik (askerî komutanlık dâhil) görevlerini yürütmüştür.

Şu ayetler onun bu görevlerine yöneliktir:

Âl-i Imran; 31:De ki, eğer siz Allah’ı seviyorsanız o zaman bana uyun. Allah sizi sevsin ve günahlarınızı sizin için bağışlasın. Ve Allah Gafurdur (), Rahıym’dir ().

Nisa; 80:Kim Elçi’ye itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.

Haşr; 7, 8:Allah’ın, o kent halkından, Resulüne verdiği ganimetler, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah’a, Elçi’ye Yakınlık sahiplerine; göç eden fakirler -ki onlar, Allah’ın lütuf ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah’a ve Elçisine yardım ederler. İşte onlar,  doğruların ta kendileridir-,  yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah’a da takvalı davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması çok çetin olandır.

Nisa; 59:Ey iman etmiş kimseler! Allah’a itaat edin, Elçi’ye ve sizden olan emir sahibine itaat edin. Sonra eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi’ye havale edin. Bu, daha iyidir ve ilk iş olma bakımından daha güzeldir.

Netice olarak diyoruz ki: “Kıble, uygulandığı gibi namazın rüknü değildir. Kıble, gerçekte, salatın ve Hacc’ın olmazsa olmaz hedefidir.” Detay, Bakara suresindeki Hacc ile ilgili pasajdadır.