İSLÂM DİNİNDE DEVLET, DEVLETİN GEREKLİLİĞİ VE DEVLETİN OLUŞUMU

Şüphesiz ki insan sosyal bir varlıktır. Bu özellik onun çok sayıdaki ihtiyaçlarını tek başına karşılayamayacak şekilde yaratılmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, istese de toplu hâlde yaşamaktan vazgeçemez. Yüce Allah insanı, değişik ihtiyaçlarını toplum içinde farklı meslekler icra ederek ve aralarında iş bölümü yaparak gidermelerini sağlayacak beceri ve yeteneklerle donatmıştır. Her insan kendi beceri ve yeteneği doğrultusunda sosyal hayata katılmakta ve diğer insanlarla her alanda ve her düzeyde çeşitli ilişkiler kurmaktadır. Sonuçta insanların maddî ve manevî ihtiyaçları birbirleriyle kurdukları bu ilişkiler sayesinde giderilmiş olmaktadır. Ancak toplum içindeki bu alma-verme ilişkisi âdil bir düzen içinde gerçekleşmelidir ki, insanlar barış içinde yaşayabilsinler, hayırlarda yarışabilsinler.

Bu düzenin sağlanabilmesi ve insanlar arasında çıkabilecek anlaşmazlıkların giderilebilmesi için herkesin tartışmasız olarak kabul edeceği, itaat edeceği bir otoriteye ihtiyaç vardır. Sosyal bünye de aynı insan bünyesine benzemektedir. İnsan vücudundaki tüm organların ve sistemlerin sağlıklı işleyebilmesinin bir beyine ihtiyaç duyması gibi toplumlardaki görev bölümlerinin sağlıklı işleyebilmesi, merkezi bir otoriteye; yöneticiye ihtiyaç duyar. Bu otorite bugün ki anlamıyla “Devlet”tir.

DEVLET

“Devlet” kavramı, ideolojik, politik nedenlerle çok çeşitli şekillerde tarif edilmektedir.

Yunan filozoflarından Eflatun[1], devletin, “İnsanın tek başına kendi kendisine yetmemesi sebebiyle, ihtiyaçlarını karşılamak üzere meydana getirdiği bir topluluk” olduğunu söyler. Aristo[2] ise devletin, “Kendi kendisine yetmek iddiasında olan ve yaşayabilmek için ihtiyacı bulunan her şeyi genellikle kendisi sağlayabilen bir vatandaşlar topluluğu” olarak tanımlar. Machiavelli[3] de, devleti, “Örgütlenmiş bir kuvvet olarak kendi bölgesinde üstün ve diğer devletlerle bağlantısında bilinçli bir büyüme siyaseti izleyen bir kurum” olarak tanımlar.

İdeolojik ve politik boyutlarını bir tarafa bırakırsak “Devlet”,   özetle, “Manevî kişiliği ve belirli bir anayasal düzeni olan egemenlik sahibi, sınırları belli bir ülkeye sahip, bir hükümete ve ortak kanunlara bağlı teşkilatlı millet veya milletler topluluğunu meydana getiren siyâsi teşekkül”dür diye tanımlanır.

“ دولةDevlet” sözcüğü (Dûlet olarak da okunabilir), Arapça bir sözcük olup esas anlamı “dolaşmak, dönüp durmak, sıkıntılı bir halden kurtulup rahata; huzura, genişliğe, bolluğa kavuşma; refah” demek olan “ د و لdvl” kökündendir.[4]  Bu sözcüğün türevlerinden olan “Tedavül” sözcüğü de Türkçemizde yaygın olarak kullanılmaktadır.

Sözcük,  Kur’an’da şu âyetlerde yer alır.

Eğer size bir yara değmişse, o topluma da benzeri bir yara dokunmuştu. Ve işte o günler; Biz onları, Allah’ın sizden iman eden kimseleri bilmesi ve sizden şâhitler edinmesi, Allah’ın iman eden kimseleri arındırması, Kendisinin ilâhlığını, rabliğini örtenleri de mahvetmesi için insanlar arasında döndürür dururuz. Ve Allah şirk koşarak yanlış yapanları sevmez.( Âli İmrân/140)

Allah’ın, o kent halkından, Elçisi’ne verdiği fey’ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler], içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın; devlet (gücün getirdiği refah) olmasın diye Allah’a, Elçi’ye, yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere –ki onlar, Allah’ın armağan ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah’a ve Elçisi’ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah’ın koruması altına da girin. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır. (Haşr/ 7, 8)

Bu otoritenin  “Devlet” diye adlandırılmasının nedeni, “iktidarın, elden ele, aileden aileye, partiden partiye dolaşıp durması ve iktidar sahiplerini veya yönetilenleri sıkıntıdan kurtarıp rahata kavuşturması” olsa gerektir.

Tarihi belgelere göre hem Rasülüllah döneminde hem halîfeler döneminde hem de Emevîler döneminde yönetime devlet denildiğine rastlamıyoruz. Yönetime “devlet” denilmesi ilk defa Abbasiler ile başlamaktadır. Ki bunun nedeni Emevî hâkimiyetinde iken sıkıntı çekip iktidarı ele aldıklarında rahata kavuşmuş olmaları olsa gerektir. O günden bu güne Arap kültürü etkisiyle bu kullanım devam edip gitmektedir.

Sosyologların, psikologların tespitleri ve de Kur’an’da Allah’ın ifade ettiği üzere insan bir takım zaaflara ve tutkulara yani negatif özelliklere sahiptir. Bunlar:

Bencillik, zalimlik, nankörlük,  ümitsizlik, sevinç delisi,  kendini beğenmişlik,  cimrilik, kafa tutuş, tahammülsüzlük, acelecilik, sabırsızlık, şehvetperestlik ve servet düşkünlüğüdür.

İslam dininin salt bir inançlar manzumesi olmayıp, Rabbimiz rahmeti gereği toplumu ve bireyleri, bencil, zalim, nankör,  ümitsiz, sevinç delisi,  kendini beğenmiş,  cimri, kafa tutan, tahammülsüz, aceleci, sabırsız, şehvetperest, cahil ve servet düşkünü insanların eline bırakmayıp insanların yemelerinden içmelerine, kazanmalarından harcamalarına, giyim kuşamlarına, evlenmelerine- boşanmalarına dair bir takım ilkeler koyduğu gibi, insanlığı insanın eline bırakmamış insanlığa adalet ve barışı getirmek, kargaşayı ortadan kaldırmak; anlamsız hayatı anlamlı, hoş bir hale getirmek için de ilkeler koymuştur. İnsanlığın siyasal yönü de bu ilkeler çerçevesindedir. Yani siyasî yönetim ve yönetilme de İslam dininin müdahale ettiği alanlardandır.

Konunun doğru anlaşılması, “Din” ve “İslâm dini” tanımlarının doğru tanınmasına bağlıdır.

Din

Din,  “toplum nizamı, yaşam kurallarının bütünü, yani şeriat” demektir. Bu sözcük ile kastedilen düzen, sadece Allah’ın koyduğu ilkeleri kapsayan Hakk Düzen’den ibaret olmayıp insanlar tarafından kurulan beşeri düzenleri de kapsar. Bu anlamda din, “ister Hakk ister bâtıl olsun, ister Allah ister insanlar tarafından kurulmuş olsun, her türlü toplum nizamı, yaşam kurallarının bütünü” demektir.

Kurallarını Allah’ın koyduğu Hakk Dîn Kur’ân’da; “Allah’a ait din, e’d-Dînü’l-Hanif, e’d-Dînü’l-Kayyim, Muhlisine lehü’d-Dîn, E’d-Dînü’l-Hâlis ve İslâm adlarıyla yer almıştır.

Kelâm bilginleri “Hakk Din”î şöyle tarif etmişlerdir:

Hakk Dîn, “Yüce Allah’ın kullarını hakka ulaştırmak üzere peygamberleri aracılığı ile akıl sahibi insanlara tebliğ ettiği, onları kendi iradeleriyle dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşturan sistem, Allah’ın koyduğu hükümler”dir.

Hakk Din ile diğer beşeri dinler, yasama ve yürütme açısından birbirlerinden farklıdırlar, birbirinden ayrıdırlar; birleşemezler, kesişemezler, bir sentez oluşturamazlar. Zaten birleşmemeli ve kesişmemelidirler.

Hakk Dîn’in Allah tarafından belirlenmiş, siyasî, iktisadî, hukukî ana ilkeleri vardır. Doğal olarak beşerî dinlerin de bu konularda ilkeleri vardır. Bu noktada Müslüman kendi dinini, Müslüman olmayan da kendi dinini/düzenini yaşamalıdır. Kimse bir diğerininkine karışmamalıdır. Fitne olmadığı sürece Müslüman, Müslüman olmayana zor kullanmamalıdır. Müslüman da İslâm’ın ilkelerinin tamamını kabullenmeli, saf dinine yapay dinlerin ilkelerinden karıştırmamalıdır. Hak Din’deki herhangi bir ilkenin yerine yapay dinlerden bir ilke benimsenmesi, Rabbimizin Bakara; 85’deki beyanı gereği, kâfirliktir. Herkesin mertçe, sonucuna katlanmak kaydıyla mümin veya kâfir olma özgürlüğü vardır.

İslâm dini

“İSLÂM” NE DEMEKTİR?

 الإسلام[islâm] sözcüğü,  س ل م [silm] kökünden türemiş if‘âl kalıbında mastar bir sözcük olup isim ve mastar olarak kullanılır. Silm sözcüğü, “berâet/uzak tutma; korkudan, kuşkudan, beladan, huzursuzluktan, mutsuzluktan, kavgadan savaştan, ağrıdan, sızıdan, maddî ve manevî sıkıntılardan, zayıflıktan çürüklükten… tüm olumsuzluklardan uzak olma” demektir. Bu sözcük, sâlim, selâm, teslim, islâm vs. sözcüklerinin de köküdür. Sözcüğün “islâm” kalıbı, “sağlamlaştırma” [dertten, tasadan, korkudan, mutsuzluktan, kavgadan, savaştan ve benzeri olumsuz şeylerden uzaklaştırma] demektir. Öyleyse İslâm dini de, “insanları sağlamlaştıran din [dert, tasa, savaş, zayıflık, manevî hastalık, mutsuzluk ve benzeri şeylerden uzaklaştırıp sağlama, güvenceye alan ilkeler bütünü] demektir.

Dinin ilkeleri Kur’an’da “Hikmet” olarak ifade edilmiştir. Hikmet de “zulüm ve fesadı engellemek; adaleti sağlamak için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler” demektir. Ki İslam dinin ilkeleridir.

Müslüman ne demektir?

Bu sözcüğün anlamı ise “Kendini, toplumunu dertten, tasadan, korkudan, mutsuzluktan, kavgadan, savaştan ve benzeri tüm olumsuz şeylerden uzaklaştıran kimse”  demektir.

Bu anlama göre Müslüman sürekli faaliyet halinde bulunan, pasiflikten uzak kimsedir.

Bir Müslüman için bu tanımlar bir mihenk taşı; kalite kontrol malzemesi olmalıdır. Din adına duyduğu her şeyi bu ölçüler ile sağlama yapmalıdır. Bu tanımlar çerçevesine girmeyen uygulamaların Hak din ile ilgisinin olmadığını bilmelidir.

Müslümanlar, kurdukları devleti Sadaka [Zekât (vergi), infak] ve diğer kamu gelirleriyle ayakta tutarlar.

Ey iman etmiş kişiler! Elçi ile fısıldaşacağınız [başbaşa konuşacağınız, özel hizmet alacağınız] zaman, bu fısıldaşmanızdan önce hemen bir sadaka veriniz. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Böyle olmasına rağmen eğer birşey bulamazsanız, artık şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Başbaşa konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz mu? İşte, yapmadınız. Ve Allah, sizin bilinçle hatadan dönüşünüzü kabul etti. Artık salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/verginizi verin, Allah’a ve Elçisi’ne itaat edin. Ve Allah, yaptıklarınıza en çok haberi olandır. (Mücadele/ 12, 13)

Ve yüzlerce zekât ve infak ayetleri dikkate alınmalıdır.

Kur’an’a baktığımızda İbrahim peygamberden itibaren Rabbimizin sosyal, siyasal ilkeleri koyduğu Müslümanların da özgür bir vatan edinerek ve devletleşerek İslâm’ı yaşamaya çalıştıkları görülür. Sosyal devlet olmanın ana şiarı olan Salât’ın İbrahim peygambere (İbrahim/35- 41), İsa peygambere (Meryem/33-35, 36), Musa peygambere (Ta Ha/ 11-15, Yunus/ 87), İshak ve Ya’kub peygambere (Enbiya/ 72, 73) Zekeriyya peygambere (Al-i Imran/ 39), İsmail peygambere (Meryem/55), Lokman’a (Lokman/ 13, 16- 19),  Şuayb peygambere (Hud/87), israiloğullarına (Bakara/ 83),  tüm insanlığa (Nur/56, Rum/31, 32, Bakara/ 110) ile olmazsa olmaz bir görev olarak verilmiştir. Salih peygamber- Semud kavmi kıssalarında konu edilen “Allah’ın devesi” de “salât”tır.

Gerçek iman, salâtın ikamesi ve zekâtın verilmesi gerçek dinin temelidir.

Oysa ki onlara sadece, dini yalnız Allah için arındıran kişiler hâlinde sadece Allah’a kulluk etmeleri, salâtı ikame etmeleri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma kurumları oluşturmaları, ayakta tutmaları], zekâtı/vergiyi vermeleri emredilmişti. Ve işte bu, doğru/eksiksiz/aşınmaz dindir. (Beyyine/5)

Rasülüllah, Mekke’den Medine hicret ettikten sonra Medine’de Rabbimiz Müslümanların kıblesini nasihat ve uyarı boyutundan çıkarıp devlet organizasyonuna yükseltmiştir. Böylece Müslümanlar, O güne kadar nazil olmuş İslâm dini esaslarına dayalı bir devleti Medine’de oluşturdular. O günkü mevcut İslâm ilkelerine dayalı ilk İslâmî anayasa hazırlandı ve yürürlüğe kondu. Daha sonra Rabbimizden birçok ilke daha geldi ve İslam dini tamamlandı. Dolayısıyla İslam devleti ana ilkeleri de tamamlandı. Medine şehri sınırları da Müslümanların ülkesi oldu.

İslâm dini, her zaman ve yer için uygulanabilecek özellikteki ilkeler içerir. O nedenle, devlet, devlet yapısına yönelik olan ve diğer tüm ilkeler her zaman uygulanabilir ilkelerdir. İslâm dininde, devlet işleri ve din işleri diye bir iş ayırımı yoktur. Devlet işlerinin tümü, A’dan z’ye hepsi din işleridir.

Konumuz olan merkezi otorite (Manevî kişiliği ve belirli bir anayasal düzeni olan egemenlik sahibi, sınırları belli bir ülkeye sahip, bir hükümete ve ortak kanunlara bağlı teşkilatlı millet veya milletler topluluğunu meydana getiren siyâsi teşekkül”),  Kur’an’da  “ تمكينtemkîn[5]” ifadesiyle yer alır.

Kendilerine savaş açılan kimselere, kendileri haksızlığa uğramaları; onlar, başka değil sırf “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle savaşmalarına izin verildi.

Ve şüphesiz ki Allah, onları zafere ulaştırmaya en iyi gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yerle bir edilirdi.

Allah, Kendisine yardım edenlere –kendilerini yurtlandırıp/özgür vatan sahibi yapıp güçlendirirsek salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma kurumları oluşturan, ayakta tutan], zekâtı/vergilerini veren, örfe uygun/herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden ve vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü, çirkinliği kabul edilen şeylerden alıkoyan kimselere– kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, çok güçlüdür, mutlak galiptir. İşlerin sonucu da sadece Allah’a âittir. (Hacc 39-41)

Ve Allah, sizlerden iman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış olan kimselere, kendilerinden öncekileri başkalarının yerine getirdiği gibi, yeryüzünde onları da başkalarının yerine geçireceğini, onlar için beğenip seçtiği dini onlar için kesinlikle tutunduracağını; yurtlandırıp özgür vatan sahibi yapacağını ve korkularından sonra, onları kesinlikle güvene değiştireceğini vaat etti. Onlar Bana kulluk ederler, Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Bundan sonra da kim Benim ilâhlığımı ve rabliğimi örterse/inanmazsa, artık işte onlar, yoldan çıkanların ta kendileridir.(Nûr, 55)

VATAN ya da YURT

 “Vatan” sözcüğü, arapça bir sözcük olup anlamı, “kendisinde ikamet edilen yer.; insanın yurt edindiği yeri” demektir. (Lisan) Bu sözcüğün mekan ifade eden kalıbı, “mevtın” olup çoğulu “mevatın” şeklindedir. Kur’an’da “vatan” ve “mevtın” kelimeleri yer almazken mevatın sözcüğü,   Tevbe/25’te “Andolsun ki Allah, birçok yerde ve Huneyn Günü  size yardım etti. …..” şeklinde  yer alır.

Bizim anladığımız  anlamdaki “vatan” kavramı, Kur’ân’da, “ed-dâr” sözcüğü ile yer alır. Türkçemize geçen “vatan” ve öztürkçe olan “yurt” sözcükleri Kur’an’daki “ed Dar” sözcüğüyle aynı anlamdadır.

Vatan sözcüğü,  kavram olarak, “Belli bir topluluğun, diliyle, diniyle, kültürüyle egemen, bağımsız güç olarak yaşadığı, sınırları belirli toprak parçası” olarak tanımlanır. Böyle bir toprak parçasına “vatan”,  “ülke” veya “yurt”;  tebeasına da “vatandaş” veya “yurttaş” denir.

Özgür, bağımsız yurt sahibi olmayan Müslümanların İslam dininin ilkelerini yaşamaları, varlıklarını sürdürmeleri  imkansızdır.

Mü’mininlerin tüm  manevi değerlerini ve evrensel haklarını koruyabilmeleri, vatanlarında  güven içinde yaşamalarına bağlıdır. Bu kural tüm milletler için geçerlidir. Milletler varlıklarını, vatan sınırları içinde, dış saldırılardan korur,  içte de mal, can, ırz ve namus güvenliğini sağlar, din ve vicdan özgürlüğü yaşar.

Onun için Allah, Müslümanların mutlaka bağımsız bir ülkelerinin olmasını, bu ülkeyi savunmalarını ve kendilerini yurtlarından etmek için uğraşanlarla savaşılmasını emretmiştir.

Kur’an’da geçmişte birçok peygamberin, toplumlarının özgür bir vatan sahibi olmaları için uğraştıkları nakledilmiştir.

45.Güç ve öngörü sahibi kullarımız İbrâhîm’i, İshâk’ı ve Ya’kûb’u da hatırla!

46.Şüphesiz Biz onları “Yurt Düşüncesi/ özgür vatan hasreti” saflığıyla saflaştırdık, arı-duru hâle getirdik. 47Ve şüphesiz onlar, yanımızda seçilmiş en hayırlı kimselerdendir. 48İsmâîl’i, Elyasâ‘yı, Zülkifl’i de an. Hepsi de hayırlı kimselerdendir.(Sad/ 45-48)

4.Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı; onlardan bir grubu güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını da sağ bırakıyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi.

5.Biz ise istiyoruz ki, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere armağan verelim, onları önderler yapalım ve onları mirasçılar yapalım. 6Ve onları yeryüzünde sağlamca yerleştirelim, Firavun, Haman ve bu ikisinin askerlerine, onlardan çekinmekte oldukları şeyleri gösterelim.(Kasas/4,5)

Yurdun ve yurt sevgisinin, yurda bağlılığın önemini belirten ayetlerden birkaçını burada sunuyoruz:

93.Ve andolsun İsrâîloğulları’nı çok güzel bir yurda yerleştirdik ve onları hoş nimetlerden rızıklandırdık da kendilerine bilgi gelene kadar ihtilâfa düşmediler. Şüphesiz Rabbin, o anlaşmazlığa düştükleri konularda kıyâmet günü aralarında gerçekleştirecektir.(Yunus/ 93)

32,33.Sonra Biz, Kitab’ı kullarımızdan, süzüp seçtiklerimize miras bıraktık. Şimdi de onlardan bazıları kendilerine haksızlık eden, bazıları orta yolu tutan/ikili oynayan, bazıları da Allah’ın izniyle/ bilgisiyle hayırlarda önde gidenlerdir. İşte bu, büyük armağanın; Adn cennetlerinin ta kendisidir. Onlar oraya gireceklerdir. Orada altın bileziklerle ve incilerle süsleneceklerdir. Oradaki elbiseleri ipektir. 34,35Onlar orada, “Tüm övgüler, bizden o üzüntüyü gideren ve bizi armağanlarından, kendisinde bize yorgunluk gelmeyen, kendisinde bizim için usanç olmayan, durulacak bu yurda girdiren Allah’a özgüdür; başkası övülemez. Gerçekten Rabbimiz çok bağışlayıcı ve çok karşılık vericidir” derler. (Fatır/ 32-35)

109-112.Firavun’un toplumundan ileri gelenler, “Kesinlikle bu çok bilgili büyüleyici, etkin bir bilgindir.  O, sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor” dediler. Firavun, “O hâlde siz ne emredersiniz?” dedi. Onlar: “Onu ve kardeşini alıkoy, şehirlere de toplayıcılar gönder. Bütün çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginleri sana getirsinler” dediler.(Araf/ 109-112)

HİCRET

“Hicret”, anlam olarak, “Bir yerden başka bir yere göç etmek” demektir.

Eğer Müslümanlar, yaşadığı ülkede mal, can, ırz, dinî inanç ve dinini koruma ve yaşama hürriyetini kaybetmişse bunları koruyup, dinlerini yaşayabilecekleri bir yere hicret etmek zorundadırlar. Allah, kesinlikle Müslümanların düşkünlüğüne, esaretine, işgal altında; Müslüman olmayanların egemenliği altında yaşamalarına izin vermemiştir.

97,98.Kesinlikle görevli güçlerin, kendilerine haksızlık ederlerken, geçmişte yaptıklarını ve yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırdıkları şu kimselerin durumuna gelince; görevli güçler, “Ne işte idiniz?” derler. Onlar: “Biz, yeryüzünde güçsüzleştirilmiş kimselerdik” derler. Görevli güçler: “Allah’ın yeryüzü geniş değil miydi, siz, orada hicret etseydiniz ya?” derler. Artık, –erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan göçe güç yetiremeyen, kılavuzlandıkları doğru yolu bulamayan kimseler hariç– işte bunların varacakları yer cehennemdir. Ve o ne kötü gidiş yeridir(Nisa/ 97, 98

Bu ayete göre, mü’minler, bu gibi durumlarda “Biz, esirdik, başkalarının buyruğu altında idik. O nedenle İslam ilkelerini yaşayamadık; dinimizi, dilimizi, kültürümüzü, malımızı, canımızı, ırzımızı koruyamadık” demekle kendilerini kurtaramazlar. Bu ayet, imkânı olan her Müslümanı kapsamaktadır. İslâm’ı tam olarak yaşayabilmek için herhangi bir teşebbüste bulunmayıp hicret etmeyenler,  kendilerine dünya ve ahirette yazık ederler.  Çünkü küfre rıza küfürdür.

68Ve âyetlerimiz/ alâmetlerimiz/ göstergelerimiz hakkında boşa uğraşanları gördüğün zaman, onlar ondan başka söze dalıncaya kadar hemen onlardan uzak dur. Ve eğer şeytan bunu sana terk ettirse de, hatırladıktan sonra o şirk koşarak yanlış davrananlar; kendi zararlarına iş yapanlar topluluğu ile beraber oturma.(En’am/68)

140,141.Ve Allah, size Kur’ân’da: “Allah’ın âyetlerinin bilerek reddedildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze dalmadıkları sürece onlarla beraber oturmayın. Aksi hâlde siz de onlar gibi olursunuz” diye indirdi. Şüphesiz Allah, sizi gözetleyip duran kimselerin/münâfıkların ve kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin hepsini cehennemde toplayandır. Artık Allah tarafından size bir zafer olursa onlar: “Biz, sizinle beraber değil miydik?” derler. Kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler için bir pay olunca da: “Size üstünlük sağlamadık mı, sizi mü’minlerden korumadık mı?” derler. Artık Allah, kıyâmet gününde aranızda hükmünü verecektir. Allah, mü’minlerin aleyhine kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere asla bir yol vermeyecektir. (Nisa/ 140, 141)

Ayrıca Âl-i Imran/ 102, Nisa/ 60, Maide/ 54,  81, Hud/ 113’e de bakılmalıdır.

Yüce Allah, hicret edilecek yerle ilgili duyulabilecek iş bulamama, aç kalma, çevre edinememe gibi kuşkulara karşı da şu uyarılarda bulunmuştur:

100.Kim de Allah yolunda yurdundan göç ederse, yeryüzünde barınacak çok yer ve genişlik bulur. Kim Allah’a ve Elçisi’ne katılmak üzere evinden çıkar, sonra kendisine ölüm gelirse, o kişinin ecri/ödülü şüphesiz Allah’a düşmüştür. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir.(Nisâ/ 100)

56.Ey iman etmiş kullarım! Şüphesiz Benim yeryüzüm geniştir. O hâlde yalnız Bana kulluk edin.(Ankebût/ 56)

Tarihe baktığımızda birçok peygamberin, Müslüman kitlenin hicret ettiğini görmekteyiz.

Allah, bu hicret görevini yerine getirenleri ödüllendireceğini de vadetmiştir:

218.Şüphesiz ki iman eden kimseler, yurtlarından başka yurtlara göçen kimseler ve Allah yolunda gayret gösteren kimseler, Allah’ın rahmetini umarlar. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. (Bakara/ 218)

20.İman eden, hicret eden ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda çaba gösterenler, Allah katında derece bakımından daha büyüktür. İşte bunlar, kurtulanların ta kendileridir. (Tevbe/20)

100.Muhacir ve Ensar’dan ilk önce öne geçenler ve iyileştirme-güzelleştirme ile onları izleyen kimseler; Allah onlardan razı oldu, onlar da O’ndan razı oldular. Ve Allah onlara, içlerinde temelli kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, büyük bir kurtuluştur.(Tevbe/100).

41,42.Ve haksızlığa uğradıklarından sonra Allah yolunda hicret eden kişiler, kesinlikle Biz onları, sabretmiş ve sadece Rablerine işin sonucunu havale eden şu kimseleri bu dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Ötekinin/âhiretin ücreti ise daha büyüktür. Keşke bilselerdi!(Nahl/ 41, 42).

Allah, Kur’an’da, Tevbe/ 13, Mümtehıne/1, 9, Hacc/ 39- 41. âyetler ile, Müslümanlara, ileride Savaş bölümünde ayrıntılı şekilde açıkladığımız gibi, kendilerini yurtlarından çıkarmak isteyenlerle savaşılması emrini vermiştir

Bu âyetler ışığında, Müslümanların devleti için “Müminlerin İslâm’a göre teşkilatlandıkları, İslâm dini ilkeleri çerçevesinde oluşturdukları, yeryüzünde (her yerinde veya herhangi bir bölgede) İslâm’ı bütünüyle yaşamak üzere kurdukları organizasyondur denilebilir. Ve Müslümanlar bu organizasyonu gerçekleştirmek zorundadırlar.  Ama devlet, İslâm’ın bir gayesi değil, İslâm dinin eksiksiz uygulanması ve özgürce yaşanması için bir araçtır. “İslâm devleti” diye bir tanım olmaz, “Müslümanların devleti” olur.

Müslümanlar, devletlerini “Hâkimiyet, mülk, Allah’ındır” esasına göre kurarlar. Devletin oluşumunda ırk, renk, kabile, soy, sosyal sınıf etkin olmaz.

Ve zindana o’nunla birlikte iki delikanlı girdi. Onlardan birisi: “Şüphesiz ben, kendimi şarap sıkarken gördüm” dedi. Öteki de: “Şüphesiz ben başımın üstünde ekmek taşıdığımı, kuşların da ondan yediğini gördüm. Bize bunun te’vîlini haber ver. Şüphesiz biz seni iyilik/güzellik üretenlerden görüyoruz” dedi.

Yûsuf: “Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun te’vîlini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Şüphesiz ben Allah’a inanmayan bir toplumun –ki onlar âhireti örtenlerin; inanmayanların ta kendileridir– dinini, yaşam tarzını terk ettim. Ve atalarım İbrâhîm, İshâk ve Ya‘kûb’un dinine, yaşam ilkesine uydum. Bizim, Allah’a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, Allah’ın bize ve insanlara bir armağanıdır. Velâkin insanların çoğukendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödemiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok rabbler mi daha hayırlı, yoksa her şeye hâkim ve galip olan bir tek Allah mı? Sizin, O’nun astlarından o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka birşey değildir. Bunlara tapmanız konusuna Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah’a aittir: O, size, Kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte bu dosdoğru/koruyan dindir. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar.(Yusuf 36- 40)

Kesin olarak, inanmamakla emrolundukları tâğutu[6] aralarında hakem yapmak isteyerek kendilerinin, sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri süren şu kişileri görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Şeytan da onları uzak/geri dönülmez bir sapıklıkla sapıttırmak istiyor.(Nisa/ 60)

Şüphesiz sana bağlılık yemini eden şu kimseler, gerçekte Allah’a bağlılık yemini etmektedirler. Allah’ın gücü; nimetleri, yardımları onların güçlerinin; yardımlarının, hizmetlerinin üzerindedir. O nedenle kim sözünden dönerse, artık sadece kendisi aleyhine olmak üzere dönmüştür. Kim de Allah’a verdiği söze vefa gösterirse, Allah ona hemen büyük bir ödül verecektir.(Fetih/ 10)

Mülk ve idare; hâkimiyet Allah’a aittir.

Bize kavuşmayı ummayan, dünya hayatına razı olan, onunla tatmin bulan şu kimseler ve kendileri Bizim âyetlerimize/ alâmetlerimize/ göstergelerimize duyarsız, ilgisiz olan kimseler; işte bunlar, kendi elleriyle ettikleri yüzünden varacakları yer ateş olanlardır.

Hiç şüphesiz iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan şu kimseler; imanlarından dolayı Rableri kendilerine kılavuz olur. Bol nimetli cennetlerinde onların altlarından ırmaklar akar durur.(Yunus/ 7, 8)

Yoksa o insan başıboş bırakılacağını mı sanır? (Kıyamet/36)

Sizin, O’nun astlarından o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka birşey değildir. Bunlara tapmanız konusuna Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah’a aittir: O, size, Kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte bu dosdoğru/koruyan dindir. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. (Yusuf/ 40)

Yeryüzü de Allah’ındır

Yeryüzü, parsellenip insanların Allah’ın nimetlerinden yararlanması engellenemez.  Herkes, rahat bir hayat geçirebilmek için dünyanın her yerine gidebilir. Bakara; 58 ve Nisa; 154’ün hükmüne göre gidilen yerin otoritesine bilgi verilir, gelindiği yerin hukukuna uyulacağı, orada kargaşaya sebep olunmayacağı da taahhüt edilir.

Kesinlikle görevli güçlerin, kendilerine haksızlık ederlerken, geçmişte yaptıklarını ve yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırdıkları şu kimselerin durumuna gelince; görevli güçler, “Ne işte idiniz?” derler. Onlar: “Biz yeryüzünde güçsüzleştirilmiş kimselerdik” derler. Görevli güçler: “Allah’ın yeryüzü geniş değil miydi, siz orada hicret etseydiniz ya?” derler. Artık, –erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan göçe güç yetiremeyen, kılavuzlandıkları doğru yolu bulamayan kimseler hariç– işte bunların varacakları yer cehennemdir. Ve o ne kötü gidiş yeridir! (Nisa/ 97)

Ey iman etmiş kullarım! Şüphesiz Benim yeryüzüm geniştir. O hâlde yalnız Bana kulluk edin.(Ankebut/ 56)

Ve Nisa; 126, 131, 132, 170, 171 ve Maide; 17.

Kur’ân’a göre, mülk, hâkimiyet yalnızca Allah’ındır, yani yeryüzünde Allah hükmeder. (İslâm dini genel hükümler ifade eder. Genel hükümlerin hepsi de evrenselliğin göstergesidir.)

Bu bakımdan Kur’ân’ın şu âyetleri anlamlıdır:

De ki: “Ey hükümranlığın hükümranı Allah’ım! Sen hükümranlığı dilediğin kimseye verirsin, dilediğin kimseden de hükümranlığı çeker alırsın, dilediğin kimseyi güçlü yaparsın, dilediğin kimseyi de alçak, rezil edersin. Hayır Senin elindedir. Şüphesiz Sen, her şeye güç yetirensin! Sen geceyi gündüzün içine sokarsın, gündüzü gecenin içine sokarsın; Sen ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın. Sen dilediğine de hesapsız rızık verirsin.” (Al-i İmran/ 26, 27)

Göklerin ve yeryüzünün yönetimi Allah’ındır. Ve Allah her şeye en iyi güç yetirendir.(Al-i İmran/ 189)

Göklerde ve yerde olan şeyler sadece Allah’ındır. Şüphesiz Allah, zengindir/ hiçbir şeye muhtaç değildir, daima övülmeye lâyıktır. (Lokmân/ 26)

İnsanlar kendilerinden güçlü olan Allah’ın otoritesinden ayrılarak hayat sürdürürlerse dünyada hak hukuk, düzen kalmaz. Allah ise insanları Dârusselâm’a (esenlik, güvenlik, mutluluk yurduna) çağırır.

Sonra kim yaptığı haksızlıktan sonra tevbe eder ve düzeltirse, bilsin ki şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Göklerin ve yerin sahipliğinin, yönetiminin Allah’a ait olduğunu bilmedin mi? O, dilediğine azap eder, dilediğini de bağışlar? Ve Allah her şeye en iyi güç yetirendir. (Maide/ 40)

Dediler ki: “Allah, çocuk edindi.” O, bundan arınıktır. O, zengindir/ hiçbir şeye muhtaç değildir. Göklerde ve yerde olan şeyler O’nundur. Buna dair yanınızda hiçbir delil yoktur. Allah’a karşı bilmeyeceğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?(Yunus/ 68)

Ve Allah, selâmet [esenlik, mutluluk] yurduna çağırıyor ve O, dilediği/dileyen kimseye kılavuz olur.  “Yunus/ 25

Hiç şüphesiz Allah, göklerin ve yeryüzünün mülkü yalnızca Kendisinin olandır. O, diriltir ve öldürür. Sizin için O’nun astlarından bir yol gösterici, koruyucu yakın ve bir yardımcı yoktur.(Tevbe/ 116)

De ki: “Allah, yazıt ashâbının ne kadar kaldıklarını en iyi bilendir.” Göklerin ve yerin görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği yalnızca O’nun içindir. O, ne güzel görür, O ne güzel işitir! Onlar için, O’nun astlarından bir yardım eden, yol gösteren, koruyan bir yakın kişi yoktur. Allah, Kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez. (Kehf/ 26)

Allah, “Rabbülâlemîn”dir. Rabb, “terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak birtakım hedeflere götüren, gelişmeyi programlayıp yöneten” demektir. Her mü’min Allah’ın Rabbliğini; dünya hayatına müdahale edişini kabul eder. Kabul etmeyenlerin Mekke müşriklerinden farkı kalmaz. Mekke müşrikleri de Allah’a inanırlar ama Allah’ın Rabbliğini; dünya hayatına müdahale edip yasalar, ilkeler gönderdiğini kabul etmez, dünyadaki yasaları kendi çıkarları doğrultusunda oluştururlardı.

Bu âyetlerden anlaşıldığına göre, evrende Allah’ın hükümleri uygulanmalıdır. Çünkü evren onun mülküdür. Kimsenin babasının malı değildir.

“Hâkimiyet (egemenlik)”; “kendi üstünde bir başka güç ve irade olmama durumu” demektir. “Hükmün,/ hâkimiyetin Allah’ın olması,  “Allah’ın kulları arasına inip de onları tek otorite olarak yöneteceği” şeklinde anlaşılmamalıdır. Bunun anlamı, “insanların, yönetimde Allah’ın gönderdiği fıtrata uygun evrensel ilkelerden başkasına uymamaları” demektir. Allah elçiler aracılığı ile yasalar, ilkeler içeren kitapları gönderir kullar da bunlara uyarlar. Aynı zamanda bu uyuma ibadet (kulluk) denir.

İnsanlar tek bir önderli toplum idi de Allah müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve anlaşmazlık ettikleri konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile kitap indirdi. Ve sırf o Kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar. (87/2, Bakara/213)

Şüphesiz Biz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmedesin diye Kitab’ı hak olarak indirdik. Sen de hainler için savunucu olma! Ve Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz, Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir. Kendilerine hainlik edenleri de savunma. Şüphesiz Allah, aşırı derecede hainlik eden günahkârları sevmez.(Nisa: 105- 107)

Sana da Tevrât’ın bir bölümünden kendisinin içinde konu edilenleri doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hak ile Kitab’ı/Kur’ân’ı indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen haktan saparak onların arzu ve heveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir yol haritası/ toplu yaşam ilkeleri ve yol belirledik. Ve eğer Allah dileseydi sizi tek bir önderli toplum yapardı, fakat size verdiklerinde sizi yıpratmak/ denemek için böyle yapmadı. Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah’adır. Sonra O, kendisi hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.(Maide/ 48)

Ayrıca A’raf/ 3, Lokman/ 21, En’am/ 150-153, Şûra/ 115,  Casiye/ 18-20’e de bakılmalıdır.

İslâm dini, bazılarının iddia ettiği gibi bir inançlar manzumesi değildir. Herkesin Dinin ne demek olduğunu iyi bilmesi gerekir. Hakk Dîn, “Yüce Allah’ın kullarını hakka ulaştırmak üzere peygamberleri aracılığı ile akıl sahibi insanlara tebliğ ettiği, onları kendi iradeleriyle dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşturan sistem, Allah’ın koyduğu hükümler”dir.

Burada şunu tekrar hatırlatıyoruz: Allah, merhameti gereği insanların kişisel davranışlarından; yemelerinden içmelerinden, giyinmelerinden, kazanma şekillerinden harcamalarına,   savaşmalarına, evlenmelerine, boşanmalarına, doğayla olan ilişkilerine, yönetim biçimlerine kadar her şeylerine müdahale edip, toplumdan zulüm ve fesattan kurtarıp adaletin sağlanması için bir takım ilkeleri kullarına elçileri aracılığı ile bir kitap ile göndermiştir. Kısacası Rabbimiz insanları ve evreni cahil ve zalim insanların eline bırakmamıştır. İnsanların dünya ve ahirette esenliğini, mutluluğunu sağlayacak ilkeleri göndermiş ve bunların tamamına uyulmasını istemiş, bazılarının kabulüne bazılarının reddine razı olmamıştır.

Ve hani Biz, sizin mîsâkınızı almıştık: “Kanlarınızı dökmeyeceksiniz, kendilerinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız.” Sonra siz tanıklık ederek ikrar verdiniz. Sonra, siz, işte o kimselersiniz; kendi kendinizi öldürüyorsunuz ve sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onların aleyhinde günah ve düşmanlıkta yardımlaşıyorsunuz. Eğer onlar size esir olarak gelirlerse de onlar için fidye/kurtarmalık almaya çalışırsınız. Hâlbuki o; onların çıkarılmaları, size harâmlaştırılmıştır. Peki, siz Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümüne inanmıyor musunuz? Şu hâlde içinizden böyle yapanların alacağı karşılık dünya hayatında bir rüsvâlıktan başka nedir? Kıyâmet günü de azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan bilgisiz, duyarsız değildir.

İşte onlar, âhiret karşılığında basit dünya yaşamını satın almış kimselerdir. Artık bunlardan azap hafifletilmez, onlar yardım da olunmazlar. (Bakara/ 84-86)

Allah’a ve elçilerine inanmayarak Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini örten, “Biz, bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız” diyerek Allah ve Elçisi’nin arasını ayırmayı isteyen ve böylece imanla Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini örtme arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler; işte onlar gerçek Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini örtenlerin ta kendileridir. Ve Biz, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini örten o kimselere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa/ 150, 151)

Ve kim İslâm’dan başka bir din ararsa, o takdirde hiçbir zaman ondan kabul edilmeyecektir. Ve İslâm’dan başka din arayan kimse, âhirette zarar edenlerden olacaktır. Al-i Imran/ 85

O hâlde sen yüzünü, eski inançlarını terk eden biri olarak dine, insanları üzerine ilk olarak yaratmış olduğu Allah’ın fıtratına doğrult. Allah’ın yaratışında değişiklik söz konusu değildir. Dosdoğru/ ayakta tutan din, budur. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar.

Kalben O’na yönelenler olarak, Allah’ın koruması altına girin, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma kurumları oluşturun-ayakta tutun], ortak koşanlardan; dinlerini parça parça bölmüş, ayrılıkçı gruplara ayrılmış kimselerden de olmayın. –Her ayrılıkçı grup kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir.– (84/30, Rûm/30

Rabbimiz, Kur’an’da yer alan ana ilkelerde de kullar içi herhangi bir serbestlik tanımaz.

Ve Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiçbir mü’min erkek ve mü’min kadın için kendiişlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah’a ve Elçisi’ne isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır.(Ahzab/ 36)

Allah koyduğu ana ilkeleri tabulaştırmıştır; bunların uygulamalarını ve uygulama şekillerini insanların istişare ederek alacakları karara bırakmıştır.

De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri tabulaştırdığını; dokunulmaz kıldığını okuyayım:

‘Kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızı,

 ana babaya iyilik yapmanızı- güzel davranmanızı,

 fakirlik endişesiyle / fakirleştiriliriz korkusuyla çocuklarınızı öldürmemenizi, – Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz.-

kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmamanızı,

haksız yere, Allah’ın haram kıldığı nefsi öldürmemenizi, -İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.- 

Yetimin malına da yaklaşmamanızı, -Yalnız erginlik çağına erişinceye kadar en güzel biçimde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz.-

 ölçüyü,  tartıyı hakkaniyetle tastamam yapmanızı, -Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile; kapasitesi dışındaki bir şeyle yükümlü tutmayız.-

söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olmanızı

ve Allah’a verdiğiniz sözü tastamam tutmanızı.’ -İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye Allah’ın size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.-”

Ve şüphesiz ki, bu, dosdoğru olarak Benim yolumdur. Hemen ona uyun. Ve başka yollara uymayın da sizi O’nun yolundan ayırmasın. İşte bunlar, Allah’ın koruması altına girersiniz diye Allah’ın size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır. (En’am/ 151- 153)

Yüce Allah, koyduğu kuralları uygulamayan sözde inanmış geçinenleri de tehdit eder.

İçinde doğru yol rehberi ve ışık bulunan Tevrât’ı, şüphesiz Biz indirdik. Müslümanlaşmış kişiler olan peygamberler onunla Yahudilere hükmederler, kendilerini Allah’a adamış kişiler ve hahamlar da, Allah’ın kitabından kendilerinden korumaları istenilen ve kendilerinin de üzerine tanıklık ettikleri şeylerle hükmederler. İnsanlara saygı duyup ürpermeyin Bana saygı duyup ürperin. Benim âyetlerimi de az bir paraya satmayın. Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini örten kimselerin ta kendileridir.

Ve Biz Tevrât’ta onlara, zata zat, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş yazdık. Yaralara kısas vardır. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendisi için kefaret olur. Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar yanlış iş yapanların ta kendileridir.

Ve Biz o peygamberlerin izleri üzerine, yanlarındaki Tevrât’tan içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak Meryem oğlu Îsâ’nın gelmesini sağladık. Ve o’na Tevrât’tan içinde konu edilenleri doğrulamak, Allah’ın koruması altına girmiş kişilere yol gösterme ve öğüt olmak üzere içinde yol gösterme olan İncîl’i verdik.

İncîl ehli de Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim, Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, artık işte onlar, hak yoldan çıkanların ta kendileridir.

Sana da Tevrât’ın bir bölümünden kendisinin içinde konu edilenleri doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hak ile Kitab’ı/Kur’ân’ı indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen haktan saparak onların arzu ve heveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir yol haritası/ toplu yaşam ilkeleri ve yol belirledik. Ve eğer Allah dileseydi sizi tek bir önderli toplum yapardı, fakat size verdiklerinde sizi yıpratmak/ denemek için böyle yapmadı. Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah’adır. Sonra O, kendisi hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.

Sen yine aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet, onların tutkularına uyma. Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni davandan vazgeçirerek ateşe atmalarından sakın. Artık sırt çevirirlerse, artık bil ki şüphesiz Allah, bir kısım günahları sebebiyle/ günahlarının acısıyla onları musibete uğratmak istiyor. Ve şüphesiz insanlardan pek çoğu kesinlikle hak yoldan çıkan kimselerdir.

Yoksa cahiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesinlikle bilen bir toplum için, hüküm yönünden Allah’tan daha güzel kim olabilir? (112/5, Mâide/41- 50)

Şüphesiz Biz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmedesin diye Kitab’ı hak olarak indirdik. Sen de hainler için savunucu olma! Ve Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz, Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir. Kendilerine hainlik edenleri de savunma. Şüphesiz Allah, aşırı derecede hainlik eden günahkârları sevmez. (92/4, Nisâ/105- 107)

Müslümanlar bölünemezler

Allah’ın Kur’an’da bildirdiği ilkelere göre Müslümanlar, ırk, coğrafi ve etnik bir temele dayanan devlet kuramazlar. Renk, dil, şube, kabile ne olursa olsun, Müminler kardeştirler, bir bütündürler ve birbirlerine karşı imtiyazlı değildirler. Bu ilke sınıf, zümre ve şahıs tahakkümünün ortadan kaldırılması, toplumsal eşitliğin ve adaletin sağlanması açısından temel bir ilkedir.

Birbirine coğrafi olarak bitişik bulunan Müslümanlar birden fazla da devlet kuramazlar. Ancak birbirine mesafeli bölgelerde ayrı devlet kursalar da bunlar kardeş olup her alanda bir bütün olarak hareket ederler. Bir tek “Ülülemr”e bağlı bulunurlar. Önce ulus devletin oluşturulup sonra “İttihad-ı İslâm’ı (Müslümanların birliğini) oluşturma hedefini gerçekleştirme tezi bir züğürt tesellisinden başka bir şey değildir. Bu anlayış, Müslümanların İslâm dinini yeterince özümsemeyişlerinden kaynaklanır. Şimdiye kadar bu birliğin küçük çapta da olsa sağlandığı görülmemiştir.

Müslümanların Devleti İçinde Müslüman Olmayanlar

Allah, insanlara irâde ve seçme hakkı tanımıştır. İnanç bir gönül işi olduğundan insanların kalplerine nüfuz etmek ve beyinlerini kontrol etmek mümkün değildir. İnanç konusunda insanları zorlamanın, ikiyüzlü kimseler üretmekten başka bir işe yaramadığı tecrübeyle sabittir. Ayrıca cebir/zorlama ve baskı, imtihan esprisine de aykırıdır. O nedenle Yüce Allah insanları bu konuda özgür bırakmıştır.

Ve de ki: “O gerçek, Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen örtsün/ inanmasın.” Şüphesiz Biz şirk koşarak yanlış yapanlar için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir! Dayanma/ sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür!  (Kehf/ 29)

Şüphesiz alâmetlerimiz/ göstergelerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar. O hâlde ateşe atılacak olan kişi mi daha hayırlıdır, yoksa kıyâmet günü güven içinde gelecek kişi mi? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki Allah, yaptığınız şeyleri en iyi görendir.(Fussılet/ 40)

Şüphesiz Biz, insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu yıpratacağız/ yükümlülükler vereceğiz. Bu nedenle onu çok iyi işitici, çok iyi görücü yaptık; iyiyi kötüyü ayıracak bilgileri yollayarak bilgilendirdik. Şüphesiz Biz, ona yolu gösterdik, ister kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen biri olsun, ister nankör.(İnsan/2, 3)

Dinde zorlamak/tiksindirmek yoktur; iman Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini örtmekten, iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan kesinlikle iyice ayrılmıştır. O hâlde kim tâğûtu örter/ tanımaz Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Bakara/156))

Ve  de En’âm Sûresinin 35, 104–107, 149; Ra’d Sûresinin 31; Şu’arâ Sûresinin 3–4; Hûd Sûresinin 15, 28; Kâfirûn Sûresinin 6; Yûnus Sûresinin 99, 108; Teğâbün Sûresinin 2; Zümer Sûresinin 7, 15; Nahl Sûresinin 9, 36, 93, 99; Secde Sûresinin 13; Mâide Sûresinin 48; İsrâ Sûresinin 15, 18; Şûrâ Sûresinin 20, 48; Ğâşiye Sûresinin 21–22; Nisâ Sûresinin 80; Beled Sûresinin 10. âyetleri .

Bu durumda Müslümanların devleti içinde tabii olarak Müslüman olmayanlar da bulunabilir; dünya kimsenin babasının malı değildir. –Dünya, taşıyla toprağıyla, yer üstü ve yer altı kaynaklarıyla üzerindeki şayan tüm varlıklarındır. Kimse Allah’a ait nimetleri başkasından saklayamaz, kıskanamaz.– Bunlara “Zimmi” denir. Zimmîler, Tevbe; 29. âyetin hükmü gereği  “Cizye (mükellef olan erkeklerinden can ve mallarını koruma bedeli olarak yılda bir defa alınan vergi)” verir.  Herkesin Müslüman olmadığı ve olamayacağı bir gerçektir. Zimmiler Müslümanların devleti bünyesinde kendi dinlerini, hukuklarını özgürce yaşarlar.

Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin kabından önce onların kaplarını aramaya başladı. Sonra su kabını kardeşinin kabının içinden çıkardı. İşte Yûsuf’a Biz böyle bir oyun öğrettik.  Melikin dininde/ülkenin yasalarında, kardeşini alıkoymasına imkân yoktu. –Ancak Allah dilerse o başka. Biz dilediğimiz kişileri derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde bir daha iyi bilen vardır.– (Yusuf/ 76)

Ve Mâide; 41-50. âyetlerden oluşan pasajda da aynı mesajlar verilmiştir.

Bu bakımdan Müslümanların devleti,  Müslüman olmayan vatandaşlarına karşı da adaletle davranır hatta Müslümanlar için verdiği teminattan ayrı ve ek olarak, inanç hürriyetini mal ve can güvenliklerini bir anlaşmayla belirler,  onlara inanç, ibadet, can, mal, ticaret güvenliği getirir. Onlara İslâm dinin tanıtımı ve sevdirilmesi için ayrıca da özen gösterilir. Bu kural, fitneye (Müslümanları dinden çıkarmaya, Yeryüzünde kargaşaya) teşebbüs etmedikleri sürece bozulmaz.

Bu hükümler çerçevesinde Medine’de Müslümanların oluşturduğu devlette Müslüman olmayanların kendi dinlerini yaşayacakları sözleşmeye konuldu.

Müslümanların devletinin unsurları

Kur’an’a baktığımızda Müslümanların devletinin Din ve halk; sivil oluşumdan; çift yapılı bir sistemden meydana geleceği anlaşılmaktadır; bu iki yapı, hâkimiyet olarak Hakk; Allah, uygulama olarak da halktır. Yönetim, yasallığını  “Şura” prensibi gereği halktan,  İslâm ilkelerine bağlılıktan dolayı da Hakk’tan alır.

Kur’an’da Rabbimiz Kendisine ve elçisine itaatten sonra “Ülülemr”e (emir/iş/plan program sahiplerine) itaat edilmesini emir buyurmuştur.

Ülülemr (emir/iş/plan program sahipleri)

Ey iman etmiş kimseler! Allah’a itaat edin, Elçi’ye ve kendinizden olan emir (emir/iş/plan program) sahiplerine; kendi palementonuza itaat edin. Sonra, eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi’ye havale edin. Bu, daha iyidir ve en uygun çözümü bulmak bakımından daha güzeldir.(Nisa/ 59)

Burada konu edilen “Ülülemr” Müslümanların kendilerinden oluşturduğu “Şûra Meclisi”dir. Buna ister “Parlamento”, ister “Halk meclisi”, ister  “Millet meclisi” ister “Konsey” denilsin, isminin hiç önemi yoktur. “Şûra “ ilkesi ile hem ehil olan herkesin yönetime katılımı sağlanır hem de diktatörlük engellenir. Meclis, Müslümanların tümünün meclisi durumundadır.

İşte, verilen herhangi bir şey basit dünya hayatının kazanımıdır. Sadece dünya hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar [nimetler, ödüller] ise;

iman etmiş ve sadece Rablerine işin sonucunu havale eden kimseler için,

günahın büyüklerinden ve hayâsızlıktan kaçınan ve öfkelendikleri zaman bağışlayan kimseler için,

Rablerinin çağrısına cevap veren, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı oluşturan-ayakta tutan], işleri de kendi aralarında görüşme, danışma olan, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden harcamada bulunan kimseler için

ve kendilerine bir haksızlık ve saldırı isabet ettiği zaman birbirleriyle yardımlaşan/ intikam alan kimseler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır. (Şura/ 36- 39)

İşte sen, sırf Allah’ın rahmeti sebebiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için bağışlanma dile. İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah’a işin sonucunu havale et. Şüphesiz Allah, işin sonucunu Kendisine havale edenleri sever. (Ali-i Imran/ 159)

İslâm “Ülülemr”lik kurumunu hiçbir zaman bir kişiye uygun görmemiştir. Bunun kurumsallığını istemiştir.

Ve içinizden hayra çağıran, herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden, vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü-çirkinliği kabul edilen şeyleri engelleyen bir önderli toplum bulunsun. Ve işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (Al-i Imran/ 104)

Ülülemr’in oluşması

Geçmişte; Rasülüllah’tan sonra Müslümanlar, Ülülemr’i “İmameti kübra” veya “Hilafet” olarak nitelediler. İslâm hukukçuları “Hilâfet” terimini, genellikle “Peygamberin yerine geçmek” anlamına kullanmışlardır. Ve “Ülülemr” niteliğini, ümmete vermeyip imam, halife,  padişah, vs. gibi isimlerle kişiye verme gafletini gösterdiler, yanlışı yanlışla örtmeye çalıştılar.  Bu yanlışın bedeli tarihte çok acı bir şekilde ödendi; bilindiği gibi bu yanlış yüzünden Müslümanların iki yakası asırlardır bir araya gelmedi. Kişiye verilen sözde halifelik, zaten bölük pörçük olmuş Müslümanlar arasında el değiştirirken itibar da görmemiştir. Ara sıra dar günlerde göstermelik yardımlaşmalar boyutunda kalmıştır.

Konu buraya gelince “halife” konusunu ile ilgili biraz ayrıntı verelim.

” خلافةHilâfet” sözcüğünün; “Allah’ın yeryüzündeki temsilciliği, vekilliği” olarak anlaşılması ve “Halife”nin de; “Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi, vekili”, bir başka ifade ile de “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi”(!) sayılması sonucunda, bu sözcükler öz anlamları dışında kavramlaşmış ve sözcüklerin anlamları konusunda “bilenler” arasında bile ayrılıklar oluşmuştur.

Üzerinde ciltler dolusu kitaplar yazılmış olan “halife” ve “hilâfet” kavramları kimileri tarafından sûistimal edilerek sömürü konusu yapılmış ve tarihteki birçok kanlı olay da bu kavramlar yüzünden meydana gelmiştir.

” خليفةHalife” ve ” خلافةhilâfet” sözcüklerinin, sözcük anlamları dışında kullanılmasının ve kabulünün en önemli sonucu ise Müslümanlar arasında kendisini göstermiş, her zamanki gibi yine yanlış inançlar; hurafeler ortaya çıkmıştır. İşte bu sebeple sözcüklerin Kur’an’daki kullanımlarının iyice araştırılması ve anlamlarının doğru bir şekilde anlaşılması gereği vardır ve bu yazımız ile sözcüklerin Kur’an’daki konumu gözler önüne serilmeye çalışılmıştır.

” خليقةHalife” sözcüğü, “arka” demek olan ” خ ل ف hlf” kökünden ism-i fail kalıbında bir sözcüktür. Aslı ” خلافةhilâfetün” olan sözcüğün sonundaki ” ةt” harfi mübalâğa için olup, sözcük halk arasında “halife” şekline dönüşmüştür ve “halifeh” diye okunur. Sözcüğün anlamı da; “arkadan gelen” yani “zaman itibariyle bir başkasının arkasından gelip onun yerine geçen” demektir. Örneğin bir ülkenin 16. başkanı, 15. başkanının halifesidir. Keza bir kurumun mevcut yöneticisi, kendisinden evvelki yöneticinin halifesidir. Türkçe’deki “kalfa sözcüğü de “halife” sözcüğünün değişime uğramış bir biçimidir.

“Halife” sözcüğü tekil olarak Kur’an’da iki kez yer alırken, çoğulu olan ” خلفاءhulefa” ve ” خلائفhalaif” sözcükleri yedi kez yer almıştır: En’âm; 165, A’râf; 74:A’râf; 69: Yunus; 73: Fatır; 39: Yunus; 13, 14: Neml; 62.

 Bu âyetlerde yer alan “halifeler” sözcüklerinin hepsi de; “arkadan gelip eskilerin yerini alanlar” manasındadır. Yani, bütün “halifeler” sözcükleri, sözcük anlamı ile kullanılmış olup, hiçbiri “yeryüzünde Allah’ın yerini alan, O’na vekâlet eden, O’nun adına hareket eden” anlamında değildir.

Yukarıdaki âyetler haricinde bir de ” خلفhalf” kökünün ” إستفعالistif’al” kalıbıyla kullanıldığı âyetler vardır ki, bu âyetlerdeki  (Nur; 55: En’âm; 133: Hud; 57: A’râf; 129:) sözcükler de yine “halef, halife bırakmak, birisini başkasının yerine geçirmek” anlamındadır:

 Gerek “halifeler” sözcüğünün geçtiği âyetlerde gerekse ” خلفhalf” sözcüğünün istif’al kalıbında olanlarının geçtiği âyetlerde “hilâfet”; “kendinden evvelkinin yerine geçmek” anlamına gelmektedir. Yani bütün bu âyetlerde halifeliği konu edilen kişi veya toplumlar, hep başka kişilerin veya yok edilmiş toplumların yerini almışlar, ama hiç Allah’ın halifesi, temsilcisi, vekili olmamışlardır.

”Halife” şeklinde tekil hâliyle Kur’an’da sadece iki kez yer alan sözcüklerin ilki, iniş sırasına göre Sad suresinde geçmektedir:

 Ey Dâvûd! Gerçekten Biz seni bu yerde Halife; eski yöneticinin yerine yönetici yaptık. O hâlde insanlar arasında hak aracılığıyla, haksızlık ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla. Keyfe, arzuya uyma. O takdirde seni Allah’ın yolundan saptırır. Kesinlikle Allah yolundan sapanlar; hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır. (Sad/ 26)

Acaba bu âyette halife yapıldığı söylenen Davud peygamber Allah’ın yerini mi almış, O’nun yerine mi halife olmuştur? Tabiî ki bu sorunun cevabı “Hayır!” olmalıdır. Çünkü hem Kur’an hem de tarihî bilgiler bize Davud peygamberin, İsrailoğullarının o günkü yöneticisi olan Talut’un yerini aldığını bildirmektedir. Kitab-ı Mukaddes ve İbranî tarihinde ise Davud peygamberin yönetimi, bir söylentiye göre kayınpederi olan Saul’den aldığı bilgisi yer almaktadır. Yani, Davud peygamber Allah’ın halifesi değildir, yeryüzünde O’nun yerini almamıştır; Talut’un (veya Saul) ölümü üzerine onun yerine İsrailoğullarının kralı olmuştur.

 Kur’an’da yer alan “halife” sözcüklerinin ikincisi Bakara suresindedir:

Ve bir zaman Rabbin, doğadaki güçlere, “Şüphesiz Ben, yeryüzünde bir halîfe getiren Zatım” demişti. Doğadaki güçler, “Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi yapacaksın? Oysa biz, Senin övgünle birlikte tüm noksanlıklardan arındırıyoruz ve Senin tertemiz; her türlü kötülük ve eksiklikten uzak olduğunu haykırıyoruz” demişlerdi. Senin Rabbin, “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri çok iyi bilirim” demişti.  (Bakara/ 30)

Bu âyette, birçoklarının anladığı gibi, insanın ilk yaratılışı değil, halife yapılışı anlatılmaktadır. Çünkü insanın halife yapılışı, “takdir etmek, biçim vermek, yaratmak” anlamındaki “halk” fiiliyle değil, “bir hâlden başka bir hâle dönüştürmek” anlamındaki ” جعلca’l” fiiliyle anlatılmıştır. Ayrıca âyetten, halife kılınacak olanın, daha önce yaratılmış melekler tarafından tanınıp bilindiği anlaşılmaktadır ki, bu husus da âyetin ilk yaratılışı anlatmadığını göstermektedir.

Bakara suresinin 30. âyetindeki halifenin kimliği, Sad suresinde halife kılınan Davud peygamber gibi açıkça belirtilmemesine rağmen, bir sonraki âyette Allah’ın Âdem’e isimleri, yani konuşmanın temeli olan kelimeleri öğrettiği ve bunları meleklerin bilmeyip Âdem’in bildiği, onun için halifeliğe ehil olduğu anlatıldığından, halife yapılanın, insan olduğu anlaşıl maktadır. Ama buradaki “insan halife”nin kime halife kılındığı belli değildir. Bir insanın; Âdem’in veya Davud’un Allah’tan sonra gelip O’nun yerine geçmesi söz konusu edilemeyeceğine göre bu âyetteki halifenin kime halife kılındığı düşünülmelidir, araştırılmalıdır.

Bu noktada, Rabbimizin geçmişte birçok kavimleri yok edip onların arkasından yenilerini getirdiği; halifeler kıldığı ve gelecekte de dilediği takdirde toplumları yok edip onların yerine yenilerini getireceği; halife kılacağı yolundaki mesajlarını hatırlamakta yarar vardır. Bu mesajlardan; bizim bildiğimiz insan türünden başka varlıkların daha evvel yeryüzüne hâkim oldukları, o dönemde insan denen ve kan döküp fesat çıkaran varlıkların da bilgilendirilmemiş hâlde mevcut oldukları, Yüce Allah’ın hâkim olanları ortadan kaldırmasından sonra onların arkasından kan döküp fesat çıkaran insanoğlunun yeryüzüne halife kılındığı, daha sonra da bu kan döküp fesat çıkaranların Allah’ın lütfu ile bilgilendirilmeleri sayesinde, yani kendilerine ruh üfürülmesi (vahy gönderilmesi) sayesinde erdemli bir konuma geldikleri anlaşılmaktadır. Fakat insanoğlunun kimlerin ya da nelerin halefleri olduğu, başka bir söyleyişle insanoğlunun seleflerinin kimler ya da neler olduğu ise bu mesajlardan anlaşılamamaktadır. Bunların ne tür yaratıklar olduğu belki ilerideki zamanlar içinde anlaşılacaktır.

Eğer yönetici anlamında “halife” diye adlandırılacak birileri varsa, o da  “Ülülemr”dir.

Ülülemr’in oluşturulması

Rabbimiz, Müslümanlardan kamu görevine getirilecek kişiler için genel olarak  şu çerçeveyi çizmiştir:

Şüphesiz Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Şüphesiz Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah, en iyi işiten, en iyi görendir. (Nisa/ 58)

Rasülüllah da bu ilkeyi şöyle dile getirmiş ve hayatında uygulamıştır:

İş, ehil olmayanın eline geçti mi, kıyameti gözetleyiniz” (Buhârî, İlim, 2)

Bu ilkelere göre tepeden tırnağa kamu görevlileri “ehliyet sahibi (lâyık ve yeterli)” kimselerden istişare sonucu seçilip atanacaktır.  “Ülülemr” kamu görevinin en üst makamıdır.  Dolayısıyla de “Ülülemr”  tamamen ehil kimselerden oluşacaktır. Yöneticilerin Kureyş’ten veya Ehl-ibeyt’ten olacağı hem mesnetsizdir hem de İslâm’dan onay almaz. Müslüman devlette görev verilecek kişilerin ait olduğu zümreye, kabileye, aileye, partiye ilişkin olarak değil, verilecek işe ait bilgisine, yeteneğine ve aşağıdaki özelliklere göre görevlendirilmesi gerekir.

Kur’an’a bakıldığında ehliyet konusunda şu âyetler bize ışık tutacaktır:

Peygamberleri de onlara, “Şüphesiz Allah, size hükümdar olarak Tâlût’u gönderdi” demişti. İsrâîloğulları, “O, bizim üzerimize nasıl hükümdar olur, oysa hükümdar olmaya biz ondan daha çok hak sahibiyiz, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir” dediler. Peygamberleri, “Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve onu bilgi ve vücut bakımından fazlalıklı kılmıştır” dedi. Allah da, mülkünü dilediği kimseye verir. Ve Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, çok iyi bilendir.(Bakara/ 247)

Nûh: “Rabbim! Şüphesiz toplumum bana isyan etti. Malı ve evladı kendisine zarardan başka birşey vermeyen kimseye uydular. Ve onlar büyük tuzaklar kurdular. Ve ‘Sakın ilâhlarınızı bırakmayın. Ve sakın Vedd, Suvâ, Yagûs, Yeûk ve Nesr’i bırakmayın’ dediler. Kesinlikle birçoklarını da saptırdılar. Sen de o şirk koşarak yanlış yapanlara sadece sapıklığı arttır” dedi.(Nuh/ 21- 24)

Ve Mûsâ: “Rabbimiz! Şüphesiz Sen Firavun’a ve ileri gelenlerine basit dünya hayatında zînet ve mallar verdin. –Rabbimiz! Senin yolundan saptırsınlar diye– Rabbimiz! Onların mallarını sil-süpür ve kalplerine sıkıntı düşür. Çünkü onlar o acıklı azabı görmedikçe iman etmeyecekler” dedi.(Yunus/ 88)

1.Nûn/50. Kalem’i ve onların satır satır yazıp söylediklerini/efsaneleştirdiklerini kanıt gösteriyorum ki;  2Sen Rabbinin nimeti sayesinde, mecnun [gizli güçlerce desteklenen/deli bir kişi] değilsin. 3,4Ve kesinlikle senin için minnete bulaşmamış çok mal var. Ve kesinlikle sen, çok büyük bir ahlâk üzerindesin.(Kalem/ 1-4)

Bu âyetlere göre siyasi konularda ilim ve cisim; sağlık, bedenen kusursuzluk ve heybetli olmak, saygınlık, akıl-zeka yönünden sağlıklı olma, minnetsiz, lekesiz geçim kaynağına ve yüce bir ahlaka sahip olma gibi özellikler dikkate alınacak, zenginlik; mal, mülk, para pul, evlat çokluğu dikkate alınmayacaktır.

Kalem suresinin giriş ayetlerinden açıkça anlaşılıyor ki, Muhammed, toplumda saygı duyulan, yüce ve temiz ahlâklı, akıl ve zeka yönünden sağlıklı, temiz bir servet sahibi olması nedeniyle peygamber seçilmiştir.

Sad suresinde de Davud peygamberin yönetici yapılışı da bize örnek olarak sunulmaktadır. Davud peygamber örnek bir devlet başkanıdır. Dâvûd peygamberin Kur’ân’daki nitelikleri şunlardır:

Dâvûd peygamber, Allah’ın, “çok sabırlı, kulumuz” diye onurlandırdığı, çok güçlü, evvâb, [sürekli Allah’a yönelen]  dağlarda bile Allah’ı kötü niteliklerden arındırmış, yaratıklar üzerinde iyi gözlemler yaparak Rabbinin yüceliğini kavramış, mülkü güçlendirilmiş, kendisine hikmet [yasalar]  ve fasl-ı hıtâb verilmiş bir kişidir. Ayrıca iman ve sâlihâtı işlemede bilinçli, Allah’a secde eden, [boyun eğen]  Allah’ın koruması altında bulunan, Allah katında yakınlığı ve güzel bir yeri olan, bu nitelikleri nedeniyle halifeliğe lâyık olup halife seçilen, demiri yumuşatma ve zırh yapma sanatı öğretilen, Kur’ân’da Ne güzel kuldu o! diye övülen Süleymân gibi bir evlat bağışlanan çok güzel bir kul.

Davud peygamber böyle nitelikli bir kişi olduğundan toplumu onu devlet başkanı seçmiştir:

Ey Dâvûd! Gerçekten Biz seni bu yerde eski yöneticinin yerine yönetici yaptık. O hâlde insanlar arasında hak aracılığıyla, haksızlık ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla. Keyfe, arzuya uyma. O takdirde seni Allah’ın yolundan saptırır. Kesinlikle Allah yolundan sapanlar; hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır. (Sâd/26)

Bu özellikler dikkate alındığında “ehliyet” kavramı özetle şu maddeler ile açıklanır:

Adil olmak;  (Günlük yaşantısında fısk ve isyanın içinde olmamak, haramları işlememek, çirkin işler yapmamak, hevâ, heves ve şehvete düşkün olmamak, herkese eşit davranmak, kin gütmemek, kültür, bilgi ve mevkî farklılıklarından dolayı insanlara başka başka davranmayan kişi olmak).

Âkil (Reşit olma) olmak; zihinsel açıdan kusurlu olmamak; deli, baygınlık geçirip duran, bunak,  vs. olmamak.

Âlim olmak; atandığı görevin mahiyetine ve uygulamasına yönelik yeterli bilgi, beceri ve deneyim sahibi olmak (yasama meclisi üyesi ile belediye meclisi üyesinin tabi olacağı nitelikler doğal olarak farklı farklıdır).

Temiz, minnetsiz kazanca sahip olmak

Yüce bir ahlaka sahip olmak

Özgür olmak; başkasının kontrolünde ve etkisinde bulunan kimselerin; kölelerin, ağa marabalarının, şeyh müritlerinin, sendika uşaklarının ve beslemelerin seçme ve seçilme ehliyeti olmaz. Çünkü bunlar hakkaniyetle hareket edemez, sahiplerinin direktiflerini uygularlar.

Siyâsî basirete sahiplik; toplumun karşılaşabileceği tüm sıkıntıların çözümünde konuları öncelikleyebilme yetisine sahip olmak.

İslâm dini ehliyeti ön plana çıkarmış,  yönetimin irsen intikaline izin vermemiştir.

Ve hani Rabbi İbrâhîm’i, birtakım kelimeler ile sınamış, o da onları tam olarak yerine getirmişti. Rabbi, “Ben seni insanlara önder yapanım” demişti. İbrâhîm, “Soyumdan da önderler yap!” dedi. Rabbi, “Benim ahdim/ tutulmak üzere verdiğim söz, kendi benliğine haksızlık eden kimselere ulaşmaz!” dedi.(Bakara/ 124)

İnsanlık tarihine bakıldığında, Mısır, Asur, Sümer, Babil, Roma, Emevî, Abbasî, Eyyubî, Selçuklu, Osmanlı tüm devletlerin “ehliyetsiz” yöneticiler; kamu görevlileri yüzünden yok olup gittikleri görülür.

Müslümanlar, ehliyetli kimseleri arar, tarar ve bu göreve getirirler veya ehil Müslümanlar göreve talip olurlar ve yetkili kurumca atanırlar. Bu olaya velâyet verme, vekâlet verme veya bey’at etme denir.

Kur’an’a baktığımızda “Ülülemr”in (Yetki sahipliğinin; kamuda görev almanın) oluşturulması şekli ile ilgili iki örnek verildiğini görüyoruz.

 Birincisi: Toplumun vekâlet, velâyet verip biat edeceği ehil kişileri arayıp, bulup kapısını çalarak bu göreve atamasıdır. Bunu İsrailoğullarının Davûd’u kendilerine devlet başkanı yapmaları örneğinde görürüz.

Ve sana şu davacıların haberi geldi mi? Hani onlar mihraba (Dâvûd’un özel evine) çıkıp varmışlardı.

Dâvûd’un yanına girdiklerinde o, onlardan korkuvermişti. Ona, “Korkma! Biz, iki davacıyız. Bazımız, bazımıza haksızlık etti. Şimdi sen aramızda hak ile hüküm ver, haksızlık etme ve bizi doğru yolun ortasına yönelt” dediler. Birisi de dedi ki: “İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu var, benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, ‘Onu da bana ver’ dedi ve konuşmada bana üstün geldi/tartışmada beni yendi.”

Dâvûd dedi ki: “Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle o sana haksızlık etmiştir. Gerçekten de ortakların, bir toplulukta yaşayanların çoğu kesinlikle birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler haksızlık etmezler. Ama onlar da ne kadar azdır!” Ve Dâvûd, Bizim kendisini birtakım sıkıntılarla imtihan ederek arı-duru hâle getirdiğimize/olgunlaştırdığımıza kesin kanaat getirdi ve anladı. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi, ortak koşmaktan uzak olarak yere kapandı ve döndü.

Biz de o’nun için bunu bağışladık/Biz de o’nu bağışladık. İşte böyle! Şüphesiz yanımızda o‘nun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.

Ey Dâvûd! Gerçekten Biz seni bu yerde eski yöneticinin yerine yönetici yaptık. O hâlde insanlar arasında hak aracılığıyla, haksızlık ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla. Keyfe, arzuya uyma. O takdirde seni Allah’ın yolundan saptırır. Kesinlikle Allah yolundan sapanlar; hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır. (Sad/ 21-26)

Müslümanların Salât, Kıble ve Hacc görevleri kapsamında her zaman için ehliyetli kişileri yetiştirip hazır bulundurmaları bir kulluk görevidir. Gerektiğinde tolumdaki yetişmiş ehliyetli kişiler arasından seçim ve görevlendirme yaparlar.

İkincisi: Ehil, yeterliliği olan kimselerin göreve talip olmaları ve talipler arasından ehil seçmenlerin seçimiyle onlara görev verilmesidir. Bunun örneğini de Yusuf peygamberin Firavun’dan görevi istemesi örneğinde görürüz.

Ve hükümdar, “Onu bana getirin, kendi işlerime atayayım” dedi. Sonra o’nunla konuşunca da, “Şüphesiz sen bugün yanımızda gerçekten önemli bir mevki sâhibisin, güvenilir birisin” dedi.

Yûsuf dedi ki: “Beni yeryüzünün hazineleri üzerine görevlendir. Şüphesiz ben, iyi koruyan, çok iyi bilenim.”

–Ve işte Biz böylece Yûsuf için o yerde iktidar; ülke yönetimi verdik. Neresinde isterse orada konaklardı. Biz rahmetimizi dilediğimize nasip ederiz. Ve iyilik edenlerin ödülünü kaybetmeyiz. Ve iman eden ve Allah’ın koruması altına girmiş kişiler için elbette âhiret ödülü daha hayırlıdır.–(Yusuf/ 54- 56)

Bu âyetlerden ehil olanların göreve talip olabileceklerini, Müslümanların ehil olanları tespit edip kapılarını çalacaklarını anlıyoruz. “Ülülemr” her iki metodlada oluşturulabilir. Burada dikkate alınması gereken en önemli unsur, kendilerinden olması ve adayın ehil (yeterlilik sahibi) olmasıdır.

Yesribliler de Mekke’de tebliğ görevi sürdüren Rasülüllah’ı tespit ve teşhis etmiş, Davud örneğinde olduğu gibi gelip kapısını çalarak kendilerine idareci olmalarını istemişlerdir. Rasülüllah da bu davet üzerine Yesrib’e hicret etmiş ve orada İslâm dini ilkeleri çerçevesinde bir yönetim oluşturmuştur.

Velâyet – vekâlet – bey’at

Ülülemr’in (Şura Mecisinin) üyelerinin kaç kişiden oluşacağını, üyelerin görev sürelerini yine Müslümanlar kendi aralarında istişare etmek suretiyle belirlerler. Bu konu kullara bırakılmıştır. Bazıları Rasülüllah sonrasındaki halife seçimlerini baz alarak üye sayısı belirlemeye çalışmışa da o günkü halife seçimleri islâmi çerçevede yapılmadığından bu yola başvurmak yanlış olur.

Vekâlet

Pratik hayatımızda özetle ” وكالةVekâlet“; “Bir kimsenin, işini görmesi için bir başkasını kendi yerine bırakması veya bir başka kişiye yetki vermesi“, ” وكيلVekil” de; “bir kimsenin, işini görmesi için kendi yerine bıraktığı ya da yetki verdiği kişi” demektir.

“Vekil” ve “tevekkül” sözcükleri, hem sözcük hem de terim olarak İslâm dininde önemli bir yer tutmaktadır. Fakat Kur’an’daki “vekil” ve “tevekkül” sözcüklerinin anlamları ile bu sözcüklerin sosyal yaşamda ifade ettiği anlamlar arasında bir benzerlik bulunmamaktadır. Çünkü sosyal yaşamda bir avukata, bir siyasî temsilciye ve yürütme meclisindeki bir “bakan”a da vekil denmesine karşılık, Kur’an’da “Vekil” sözcüğü Allah’ın isimlerinden birisi olarak geçmekte ve Yüce Allah, sadece kendisinin “Vekil” tutulmasını, inananların sadece kendisine tevekkül etmesini istemektedir.

Aslında “vekil”; “Canlı cansız tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” demektir. Bu anlamıyla gerçek “Vekil” Allah’tır.

Müslümanlar da oluşturdukları “Şura Meclisi”nde,  rahat yaşamını sağlayacak, bekasını ve istikbalini düzene koyacak; yasa yapacak, uygulayacak, denetleyecek kimseleri kendi adına hareket etmeye yetkilendirirler. Vekâletin meşruluğunu Kehf; 19’daki “Şimdi siz birinizi, bu gümüş paranızla şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size yiyecek getirsin. Ve çok nazik davransın ve sizi kimseye sezdirmesin” ifadelerinden anlayabiliriz.

Velâyet:

ولاية – velâyet sözcüğü de, “arada bir şey bulunmadan bitişiklik, yakın olma, yan yana olma ve yaklaşma” demek olup yer, niyet, zaman, din gibi faktörlere bağlı kalmaksızın arkadaşlıkta ve yardımda tam bir yakınlığı ifade eder.

Veli

Hem  ولىvelî sözcüğü, hem de bu sözcüğün çoğulu olan  اولياءevliyâ sözcüğü Kur’ân’da hep bu anlamda kullanılmıştır. Bu sözcükler İslâm’ın ortaya çıkışından yüzyıllar sonra, yabancı kültürlerin etkisiyle sözcük anlamları dışında birer kavram hâline gelmiş ve Müslümanların dinî hayatlarını istila etmiştir. Açıklıkla belirtmek gerekir ki, velî ve evliyâsözcükleri Kur’ân’da tamamen kendi doğal anlamlarıyla kullanılan iki sözcüktür. Tasavvuf literatürünün bu doğal anlamları bozarak halk kültürüne özel mistik anlamlar ve hiyerarşik bir derecelendirmeyi ifade etmek üzere soktuğu “veli” ve “evliya” kavramlarının Kur’an’daki “veli” ve “evliya” sözcükleriyle bir ilgisi yoktur.

Esma-i Hüsnâ’dan biri olan ve Kur’ân’da hem Allah hem de kullar için kullanılmış olan velîsözcüğü Âyetlerde hep  نصير – nasîr = yardımcı,  مرشد- mürşid = aydınlatan, yol gösteren, شفيع– şefî’ = şefaat eden,  واق – vâk = koruyucu,  حميد – hamîd = öven, yücelten sıfatları ve “karanlıklardan aydınlığa çıkarırbağışlayıp merhamet ederzarardan alıkoyup yarara yaklaştırır” nitelemeleri ile birlikte yer almıştır. Bu da demektir ki, velîliğin [yakınlığın]  bu nitelikler ve bu sıfatlar ile yakın ilişkisi vardır. Yani, bu nitelik ve sıfatlar, velînin [yakın olanın]  belirgin özellikleridir. Buna göre her nerede bir kimse için velî [yakın]  sıfatı kullanılmışsa, o kimsenin “yardım eden, yol gösteren, şefaat eden, aydınlatan ve koruyan” bir kimse olduğu anlaşılmalıdır. Bunu şu âyetlerden kolayca anlamak mümkündür:

Bakara/107,120, Nisâ/45,123, 173, En’âm/14, 51,70, Ra’d/37, Kehf/17, 26, Şûra/ 28, 46, A’raf /196, Yusuf/ 101.

Velâyet sözcüğü zaman içinde, kişilerin ve toplumların birbiriyle olan ilişkilerinde hukukî bir kavram hâline gelmiş ve bu kavram uluslararası ilişkiler düzeyinde de genel kabul görmüştür. “Reşit bir şahsın, şahsi ve mali işlerini gözetip yürütme hususunda kasır [becerisi ve yeteneği olmayan, eksikli]  olan bir şahsın yerini tutması” demek olan bu kavram, hukuk alanında geniş bir yer işgal etmesine rağmen, mana olarak sözcüğün kök anlamı ekseninden uzaklaşmamıştır.

Kısacası “Ülülemr, aynı zamanda Müslümanın velisi; “Yardım edeni, yol göstereni, aydınlatanı ve koruyanı” olmaktadır.

Rabbimiz biz Müslümanlara kimlere vekâlet, velâyet vermememiz gerektiğini Kur’an’da defalarca konu etmiştir.

Mü’minler, kendilerinden seviyesiz, Allah’ın ilâhlığını, Rabliğini örten kimseleri yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmesinler; yönetici yapmasınlar, yaşamlarını onların ellerine teslim etmesinler. Artık onu her kim yaparsa Allah’tan hiçbir şeyi yoktur. Ancak onlardan bir korunma yapmanız başkadır. Allah sizi Kendisinden sakındırıyor. Ve oluş/varış yalnızca Allah’adır. 89/3 [Âl-i Imran, 28]

Ey iman etmiş kimseler! Kendinizden seviyece düşük olan, Allah’ın ilâhlığını ve Rabliğini örten kimseleri yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmeyin; yönetici yapmayın. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık bir kanıt vermek mi istiyorsunuz? 92/4 [Nisa, 144]

Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu yardımcı, koruyucu; yönetici yapanları görmedin mi; hiç düşünmedin mi? Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan. Ve onlar bilerek yalan yere yemin ediyorlar.  105/58 [Mücadile, 14]

Ey iman etmiş kimseler! Eğer Benim yolumda cihat etmek ve Benim rızamı kazanmak için çıktınızsa, size haktan gelen şeyleri örttükleri; inanmadıkları halde, onlara sevgi ulaştırarak; onlara sevgiyi gizleyerek Benim düşmanımı ve kendinizin düşmanını yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmeyin; onları yönetici yapmayın. Onlar, Rabbiniz Allah’a inandığınızdan dolayı elçiyi ve sizi çıkarıyorlar. Oysa Ben sizin gizlediğiniz şeyleri ve açığa vurduğunuz şeyleri en iyi bilenim. Ve sizden kim bunu yaparsa artık o, kesinlikle yolun ta ortasından sapmıştır.

Eğer onlar sizi ele geçirirlerse, sizin için düşman olacaklardır, ellerini ve dillerini kötülükle size uzatacaklardır. Ve onlar, “keşke Allah’ın ilâhlığını ve Rabliğini örtseniz; inanmasanız” diye arzu etmektedirler.

Kıyamet günü akrabalarınız ve çocuklarınız size asla yarar sağlamazlar. Allah, aranızı ayırır. Ve Allah yaptıklarınızı en iyi görendir.       91/60 [Mümtehıne, 1- 3]

Belki Allah, sizlerle onlardan kendilerine karşı düşmanlık beslemekte olduğunuz kimseler arasında bir sevgi oluşturur. Allah, en iyi güç yetirendir. Ve Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara hakkaniyetle davranmaktan men etmez. Şüphesiz ki Allah, hakkaniyetle davrananları sever.

Allah, ancak sizi, sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardımlaşan kimseleri velîleştirmenizi [koruyucu, gözetici, yönetici yapmanızı] yasaklar. Kim onları velîleştirirse, işte onlar, yanlış yapanların ta kendileridir.(91/60, Mümtehine/7-9)

Ey iman etmiş kimseler! Allah’ın gazap ettiği toplumu velileştirmeyin; yönetici, gözetici yapmayın. Allah’ın ilâhlığını ve Rabliğini örtenlerin mezarlık halkından ümit kestiği gibi, kesinlikle onlar, ahiretten ümit kesmişlerdir. 91/60 [Mümtehıne, 13]

Ey iman etmiş kimseler! Yahudileri ve Hıristiyanları yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmeyin. Onlar birbirlerinin koruyucu, yol gösterici yakınıdırlar. Sizden kim onları mütevelli; koruyucu, gözetici, yönetici yaparsa, artık o, şüphesiz onlardandır. Şüphesiz Allah, şirk koşarak, küfrederek yanlış yapanlar topluluğunu kılavuzlamaz.  112/ 5 [Maide, 51]

Ey iman etmiş kimseler! Kendi seviyenizde olmayanlardan sırdaş/sıkı arkadaş edinmeyin.Onlar size fenalık etmekten geri kalmazlar. Onlar, sıkıntıya düşmenizi istediler. Kesinlikle kinleri ağızlarından dışa vurmuştur. Göğüslerinde gizledikleri şeyler de daha büyüktür. Eğer siz, aklınızı kullanacaksanız, Biz, sizin için âyetleri/alâmetleri/göstergeleri kesinlikle açığa koymuşuzdur.(Al-iImran; 118)

Meseleyi özetlersek, velâyet ve vekâlet vermek velâyet verilen kişinin, kurumun, ülkenin vesâyeti altına girmek demektir.

Bu ayetlerin bize verdiği mesajlara göre Mü’minler kesinlikle velâyetlerini [korunmalarını, gözetilmelerini, yönetimlerini; hak ve özgürlüklerini], müşriklere-kâfirlere, Yahudi ve Hıristiyanlara veremezler, teslim edemezler. Bu, kesinlikle yasaklanmıştır. Müslümanlar, korunma, gözetilme, yönetilme; bekalarını ve geleceklerini etkileyecek işlerine; hak ve özgürlüklerine Müslüman olmayanları el sürdürmemelidir. Onlara ne velâyet ne de vekâlet verilebilir.

Allah’ın koyduğu bu, velâyetin, Yahudi, Hıristiyan, kâfir ve münafıklara verilmemesi kuralı, bağımsızlığın, özgürlüğün, varlığı sürdürmenin ve gelecekte de var olmanın teminatıdır.  Bir Müslüman erkek, Yahudi veya Hıristiyan bir kadınla evlenebilir. Bunda her hangi bir sakınca yoktur. Yahudi veya Hıristiyan kadın, Müslüman erkeğin eşi, çocuklarının anası olabilir ama aile bünyesinde “Velî” olamaz. NitekimTevbe suresinin 71. âyetinde de şu ifadeler yer alır: “İnanan erkekler ve inanan kadınlar; bunların bazısı bazılarının velîsi; koruyucu, yol gösterici yakınlarıdırlar. ……”.

Şu âyetlere de bakılabilir:  Enfal; 72, 73, Mâide; 51, 57, 80–82, Âl-i İmrân; 28, Tövbe; 23, Mümtehine; 1–2, 8, 9, Nisâ; 89, 144.

Bu ilkeye ters davrananların ve önemsemeyenlerin ibretlik akıbetleri tarih kitaplarında bolca görülebilir.

İşte bu ölçüleri dikkate alınan Müslümanlar, idari açıdan mahalle muhtarından, kaymakamdan, validen, bakandan başbakana, askeri açıdan da onbaşıdan generaline kadar velâyet ve vekâlet vereceği kişilerde bu özelliği arar. Bunları bulur, seçer ve atar. Sonra da atanmışlar İslâmi çerçevede bulundukları sürece ona itaat ederler. Bir Müslümanın aile reisi, mahalle muhtarı, belediye başkanı, kaymakamı, valisi, milletvekili, bakanları, başbakanı (idari yönetimdeki tüm yetkilileri) mutlaka kendilerinden yani Müslüman olmalıdır. Keza bir Müslüman askerin de manga komutanından mareşale tüm komutanları kendinden yani Müslüman olmalıdır; bir Müslüman asker, kesinlikle Müslüman olmayan bir komutanın emrinde askerlik yapamaz, o komutanın inancı çerçevesine savaşa çıkamaz.

 البيعةBEY’AT

 Sözcüğün anlamı “itaat”, “itaatleşme” demek iken, “bir konuda ölümü pahasına, itaat etmeye, sadık kalmaya sözleşme” olarak terimleşmiştir.

Müslümanların Rasülüllah ile bey’atleştiklerini Kur’an’daki âyetlerden öğreniyoruz.

Şüphesiz sana bağlılık yemini eden şu kimseler, gerçekte Allah’a bağlılık yemini etmektedirler. Allah’ın gücü; nimetleri, yardımları onların güçlerinin; yardımlarının, hizmetlerinin üzerindedir. O nedenle kim sözünden dönerse, artık sadece kendisi aleyhine olmak üzere dönmüştür. Kim de Allah’a verdiği söze vefa gösterirse, Allah ona hemen büyük bir ödül verecektir.(Fetih/ 10)

Andolsun o ağacın altında sana bağlılık yemini ederlerken Allah, mü’minlerden razı olmuştur. İşte kalplerinde olanı bilmiş, onlara kalbi teskin eden, güven ve yatışma duygusu/ moral indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ve alacakları birçok ganimetler ile ödüllendirmiştir. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. (Fetih/ 18)

Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri, ma’rufta; herkesçe kabul gören/vahye uygun hususlarda sana isyan etmemeleri üzerine bağlılık yemini ederek gelirlerse, hemen onların bağlılık yeminlerini al ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.(Mümtehıne/ 12)

Mümtehıne; 12’deki “ma’rufta; herkesçe kabul gören/vahye uygun hususlarda” ifadesi dikkat çekicidir. Buradan anlaşılıyor ki bey’at, sadece Ma’ruf’tadır. Maruf olmayan konularda peygambere bile biat edilmez.

Âyetlerin ilk muhatabı olan ve hayatında en güzelini uygulayan Rasülüllah da bu ilkeyi,  ”Âllahu Teâlâ’ya isyan olan yer ve konuda mahlûka itaat yoktur. İtaat ancak ma’ruftadır” diye deklera etmiştir. (Müslim, İmâre, 39; Ebû Davûd, Cihad, 87; Nesâî, Bey’at, 34; İbn Mâce, Cihad, 40)

Ayrıca Rabbimiz birçok âyetinde Elçisi Muhammed’i muhatap alarak; hevasına uyan, Allah’ın zikrinden gâfil, kafir, münafık, ahıreti yalanlayan, çok yemin eden, aşağılık, alaycı, gammaz; arkadan çekiştiren, arabozucu, kovuculuk için gezip duran, mal ve oğulları var diye hayrı engelleyen, saldırgan, günaha batmış, kaba/obur, sonra da kötülükle damgalı olan, günahkar, nankör, kimselere itaati yasaklamıştır. Şu âyette ise hepsini icmalen Müslümanlara emretmiştir.

Semûd, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.

Hani kardeşleri Sâlih onlara demişti ki: “Allah’ın koruması altına girmez misiniz? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’ın koruması altına girin ve bana itaat edin. Ben sizden hiçbir ücret istemiyorum da. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Siz burada; bahçelerde, pınarlarda ve ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacak mısınız? Ve siz dağlardan ustaca evler yontuyorsunuz. Artık Allah’ın koruması altına girin ve benim dediklerimi yapın. Ve yeryüzünde bozgunculuk yapıp ıslah etmeyen o aşırı giden kimselerin emrine uymayın.”

Onlar dediler ki: “Sen, kesinlikle büyülenmişlerdensin! Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir alâmet/gösterge getir.”

Sâlih: “İşte bu Destek Kurumu’dur, onun yaşaması için desteklenmesi gerekir; kazancınızın bir bölümü onun için ayrılmalıdır. Onu ayakta tutun. Yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalayıverir” dedi.

Buna rağmen onlar Destek Kurumu’nu, gelir kaynaklarını kurutarak yok ettiler de pişman olanlar olarak sabahladılar.

Bunun üzerine onları azap yakalayıverdi. Doğrusu bunda, büyük bir ders vardır, ama onların çoğu iman etmediler.

Ve Şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, engin merhametlinin ta kendisidir.(47/26, Şu‘arâ/141-159)

Müslümanlar kendilerinden ehil kimselerle  “Ülülemr”i oluştururken; vekâlet ve velâyet verirken aynı zamanda ma’rufta, ölüm pahasına da olsa Ülülemr’e uyacaklarına, “Ülülemr”e itaat edeceklerine, sadakat göstereceklerine, anarşi çıkarmayacaklarına söz verirler. Böylece Müslümanların devleti sağlıklı bir şekilde işler.

Çağımızda siyasi Vekâlet, Velâyet ve Bey’at işleri sandıklarda oy kullanılması şeklinde icra edilmektedir. Müslümanlar oy verme işlemlerinde yukarıda konu edilen “Vekâlet”, “Velâyet” ve “Bey’at” hükümlerini mutlaka dikkate almak zorundadırlar.

İslâmi yönetimde seçilmişler, yöneticiler küçüğünden en büyüğüne kadar topluma hizmet ederek Allah’a kulluk yapan memurlardır. Herhangi bir kutsiyetleri, dokunulmazlıkları yoktur. Hepsi hem Allah’a karşı hem de halka karşı mukayyet ve sorumludurlar. Her zaman hesap verirler ve gözetim altında tutulurlar. Ma’ruf’tan (İslâm ilkelerinden) saptıkları anda görevden alınır ve sorgulanırlar.

Ülülemr’in görevleri:

Ülülemr”, toplumun; sosyal bünyenin beynidir. O nedenle “Ülülemr”, İslâmi hükümler çerçevesinde toplum için bağlayıcı kaideler, kurallar, kanunlar yapar, bunları günceller, kamu için gerekli kurumları ve organları oluşturur ve bunları denetler.

Devletin korunması

Devletin varlığını, toprak bütünlüğünü ve egemenliğini savunmak, halkını korumak, hayatı tehdit edecek her türlü terörü engellemek için de bir orduya gerek vardır. Müslümanlar da ordularını şu âyetlerin işaret ettiği ölçülerde hazırlarlar.

Ey iman etmiş kişiler! Önleminizi alın, sonra da onlara karşı ya küçük birlikler hâlinde sefere çıkınız veya toptan sefere çıkınız. (Nisâ/71)

Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki, onlarla, Allah’ın düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ve Allah’ın bilip de sizin bilmediğiniz, bunlardan aşağı daha başkalarını korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz hakksızlığa uğratılmazsınız.(Enfal/ 60)

Bu âyette hitap, tüm mü’minlere ve tüm zamanlara yöneltilerek, Siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki, onlarla, Allah’ın düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ve Allah’ın bilip de sizin bilmediğiniz, bunlardan aşağı daha başkalarını korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz hakksızlığa uğratılmazsınız buyurulmuş ve böylece mü’minler için askerî strateji belirlenmiştir.

Âyette önce, gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin denilerek, her türlü askerî silah ve malzeme tedariki emredilmiş, sonra da savaş atları hazırlayınbuyurularak, “savaş atları”na vurgu yapılmıştır. Malumdur ki Kur’ân’ın indiği dönemde en iyi savaş aracı at idi. O nedenle âyetteki “at” ifadesi, bugün için, savaş uçağı, tank, denizaltı, güdümlü füze, hatta atom bombası olarak anlaşılmalıdır.

Âyetteki, Allah’ın düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ifadesiyle, “müşrikler, Yahûdiler ve tüm İslâm düşmanları”; Allah’ın bilip de sizin bilmediğiniz düşmanlar ile de, “münâfıklar ve uzaklardaki düşmanlar” kastedilmektedir:

Evet Müslümanlar güçlü olurlarsa, bilinen ve bilinmeyen düşmanların hepsi korkar; Müslümanlara saldırmak şöyle dursun onları rahatsız bile edemezler. Ayrıca güçlü olmaları gelişmelerine ve ila-yı kelimetullah için gayretlerine de vesile olur.

Âyetteki, Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz hakksızlığa uğratılmazsınız ifadesi ise, bilinen-bilinmeyen düşmanlara karşı en üst düzeyde kuvvet ve teknoloji hazırlamanın infak gibi mâlî bir desteğe muhtaç olduğuna, dolayısıyla Müslümanların ekonomik yönden de çok güçlü olmaları gerektiğine işaret ediyor.

Savaş ve infak konuları daha evvel de birlikte zikredilmişti:

Ve de fitne kalmayıp, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Artık eğer, vazgeçerlerse, düşmanlık, zâlimlerden başkasına yoktur. Harâm ay [dokunulmazlık ayı], harâm aya karşılıktır. Ve bütün harâmlar [dokunulmazlıklar; bağlayıcı hükümler], kısastır [birbirine karşılıktır]. O hâlde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynıyla saldırın. Ve Allah’a takvâlı davranın. Ve bilin ki Allah, takvâ sahipleriyle beraberdir. Ve Allah yolunda infak yapın, ellerinizi [kendinizi] ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin-güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri-güzelleştirenleri sever. (Bakara/193-195)

Ülülemr’i desteklemek ve itaat Müslümanların görevidir.

Şüphesiz Allah ve doğadaki güçleri/indirdiği Kur’ân âyetleri Peygamber’i destekliyorlar/yardım ediyorlar/arka çıkıyorlar. Ey iman etmiş kimseler! Siz de Peygamber’e destek olun/o’na yardım edin/arka çıkın ve o’nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın! (Ahzab/ 56)

Ve onlar, “Allah’a ve Elçi’ye inandık ve itaat ettik” diyorlar. Sonra da onlardan bir grup, arkasından geri duruyorlar ve bunlar, mü’minler değildir.

Ve aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Elçisi’ne çağrıldıkları zaman, bakarsın ki, onlardan bir grup mesafelenmişler. Ama eğer hak kendi lehlerine ise, o’na, gönülden bağlı kimseler olarak gelirler.

Peki, onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüpheye mi düştüler? Yoksa Allah ve Elçisi’nin kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Tam tersine onlar, yanlış davrananların ta kendileridir!

Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Elçisi’ne davet edildiklerinde mü’minlerin sözü ancak “İşittik ve itaat ettik” demeleri oldu. İşte bunlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

Ve kim Allah’a ve Elçisi’ne itaat eder, Allah’a saygı, sevgi ve bilgiyle ürperti duyar ve O’nun koruması altına girerse, işte onlar başarıya ulaşanların ta kendileridir.

Ve o münâfıklar, sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde kesinlikle savaşa çıkacaklarına dair, en ağır yeminleri ile Allah’a yemin ettiler. De ki: “Yemin etmeyin. İtaat, örfe uygun/herkesçe iyi olduğu kabul edilen şekildir! Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır.”

De ki: “Allah’a itaat edin, Elçi’ye de itaat edin.” Artık, eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki o’nun üzerine olan, sadece kendisinin yüklendiğidir. Sizin üzerinize de, size yüklenendir. Eğer Elçi’ye itaat ederseniz, kılavuzlandığınız doğru yola girersiniz. Elçi’nin üzerine olan da, sadece apaçık mesajı iletmektir. (Nur/47- 54)

Ve Nisa 13, 59, 69, 80, Ahzab 33,  Âl-i Imran 32, 132, 71,  Maide 92, Fetih 17,  Tevbe 71, Enfal 1, 30,46, Muhammed 32,  Mücadele 13, Teğabün 12. âyetlerdeki itaat edilecek Rasül, devlet başkanı da olan Rasüldür. Bu âyetler indiği dönemde Rasülüllah “Ülülemir”liği de temsil ediyordu. Yani Rasülüllah, peygamberliğinin yanında hem devlet başkanı, hem de askeri komutan idi.

Seçmen ve Seçim

Müslümanların devletinde en alt birimden en üst birime tüm kurumlarının oluşturulması ve kurumların icraatları “şura; istişare” kuralına dayanır. İstişare edecek kimseler seçmenlerdir. Dolayısıyla İslâmî ilkeler doğrultusunda; Nisa; 59’a göre seçmenlerin de yine halk arasından ehil olanların seçmenliğe seçimi söz konusudur. Ama seçmenlik ve seçilmek doğal bir hak değil bir görevdir ve burada da ehliyet (âdil, âkil, âlim, hür, siyasi basiret sahibi) şartı aranacaktır. Seçmenlikte de “ehliyet” söz konusu edilince herkesin seçmen olamayacağı, oy kullanamayacağı da ortaya çıkmaktadır. Kısaca Müslümanların devletinde ehil (âdil, âkil, âlim, hür, siyasi basiret sahibi) olmayanlar seçmen olamazlar, oy kullanamazlar.  Seçmenliği de ehil olmayan kimselere bırakan toplumların kıyameti kopar, yıkıma uğramaları kaçınılmazdır.

De ki: “Hiç bilen kimseler ve bilmeyen kimseler eşit olur mu?” Kesinlikle sadece temiz akıl sahibi olanlar öğüt alırlar/gereği gibi düşünürler. (Zümer/ 9)

Demek oluyor ki, İslâm dini, bugün ki demokrasi denilen sistemdeki gibi herkese oy kullanım hakkı vermiyor ve çoğulculuğu esas almıyor. Geçmişten bu güne toplumların çoğunluğunu hevâsına uyan, çıkarını gözeten cahil, nankör, sapkınlar, nefsine uyanlar oluşturduğuna bundan sonra da oluşturacağına göre cahil, nankör ve sapkınlara seçme hakkı tanınmaması gerekiyor.

İslâm dini, niceliğe değil niteliğe önem veriyor.

Allah, gökten bir su indirdi de vadiler, kendi ölçüsünde sel olup aktılar. Sonra da sel, suyun yüzüne çıkan bir köpük yüklendi. Bir zînet eşyası veya bir yarar sağlamak için, ateşte erittiklerinin üzerinde de benzeri bir köpük vardır. –Allah, hak ve bâtılı böyle örnekler.– Sonra köpük atılır gider, insanlara yararı olan ise yerde kalır. İşte Allah, örnekleri böyle verir.(Ra’d/ 17)

İnsanların çoğunluğunun İslâmî açıdan niteliksiz; şehvetperest, mal tutkunu, cahil, nankör, zalim, inançsız; dolayısıyla cehennemlik nitelikli olduğu,  Hıcr/ 40, Sad/ 83, A’raf/ 17, 102,  187, Furkan/ 44, 50, Enfal/ 73, Yunus /55, 60, Yusuf/ 21, 38, 40, 68,  103, 106, Nahl/ 38, 75, 83, 101, Enbiya/ 24, Mü’minun 70, Şuara/ 8, 67, 103, 121,139, 158,174, 190, 223, Neml/ 61, 73, Kasas/ 13, 57, Ankebut/ 63, Rum/ 6, 30, 42, Lokman/ 25, Sebe/ 28, 36, 41,  Ya Sin/ 7, Zümer/ 29, 49, Fussılet/ 4, Duhan/ 39, Hucurat/ 4,  Tur/ 47, Bakara/ 100, 243, Hud/ 17,  Ra’d/ 1,  Saffat/ 71, Mü’min/ 57, 59, 61, Casiye/ 26,  Maide/ 59, 103, Zuhruf/ 78,  Al-i Imran/ 110,  En’am/ 37, 111’de açık açık defalarca bildirilmiştir.

Eğer çoğunluğa uyulursa insanlık felaketten kurtulmaz.

Ve Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek biri yoktur. O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.

Ve eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece “zann”a uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar. (En’am/ 115, 116)

Seçim ehliyeti, seçerken de seçilirken de aile içinden başlayıp, mahalleden, köyden, kentten, şehirden ana merkeze kadar her alanda dikkate alınır. Aile meclisleri<  mahalle meclisi< kent meclisi< vilâyet meclisi< eyalet meclisi<  ülke meclisi gibi oluşumlar sağlanır.

Bu meclislerin kaç üyeden oluşacağını da Müslüman halk istişare ile belirler.

Partili seçim

İslâm dini, Müslümanların yekvücut olmalarını öngörür ve sosyal sınıflar, ırk, renk farklılığına dayalı parti parti ayrışmanın felaket getireceği uyarısında bulunur.

Allah, dinden Nuh’a yükümlülük olarak ulaştırdığı şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Mûsâ’ya ve İsa’ya yükümlülük olarak ulaştırdığımız şeyi yaşam yolu yaptı: “Dini hayata geçirin, ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.” Senin kendilerini davet ettiğin şey, ortak koşan kimselere ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve kalpten yöneleni de o davet edilene kılavuzlar.(Şura/ 13)

Ve hep birlikte Allah’ın ipine sıkıca sarılın/Allah’ın ipi ile korunun, ayrılmayın ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, Allah, kalpleriniz arasında ülfet oluşturdu. Sonra da siz O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah, kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız diye alâmetlerini/ göstergelerini sizin için böyle ortaya koyar. (Al-i Imran/ 103)

Ve işte bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O hâlde Benimkorumam altına girin.

Sonra insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup, kendinde bulunan ile sevinip böbürlenmektedir. (Mü’minun/ 52, 53)

O hâlde sen yüzünü, eski inançlarını terk eden biri olarak dine, insanları üzerine ilk olarak yaratmış olduğu Allah’ın fıtratına doğrult. Allah’ın yaratışında değişiklik söz konusu değildir. Dosdoğru/ ayakta tutan din, budur. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar.

Kalben O’na yönelenler olarak, Allah’ın koruması altına girin, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma kurumları oluşturun-ayakta tutun], ortak koşanlardan; dinlerini parça parça bölmüş, ayrılıkçı gruplara ayrılmış kimselerden de olmayın. –Her ayrılıkçı grup kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir.– (Rum/ 30- 32)

Şüphesiz dinlerini parça parça edip grup grup olan şu kimseler; sen hiçbir şekil ve davranışça onlardan değilsin. Şüphesiz onların işi Allah’adır. Sonra Allah, onlara yapmakta oldukları şeyleri haber verecektir.(En’am/ 159)

Partili idarelerde önce partililerin sonra yandaşların çıkarları dikkate alınır. Sonra bu çıkar mekanizmasının devam etmesi için; yeniden seçim kazanmak için yatırım yapılır, halk umursanmaz.

Partili seçimlerde halkın en iyiyi, ehil olanı seçme özgürlüğü olmaz. Parti başkanının veya parti yönetiminin belirlediği kimseler zoraki seçtirilir.

İslâm dini ile Demokrasi arasındaki fark

Demokratik sistemde (beşeri dinlerden Demokrasi dininde) de seçimin, düşünce ve inanç hürriyetinin varlığı, tam mülkiyet hakkının bulunması, insanlar arasında dil, din, ırk ve sınıf ayrılığının olmaması, gelirlerin hakça bölüşülmesi, idarede adaletin, eşitliğin, hukukun üstünlüğünün esas alınması, genel ahlakın ve haysiyetin korunması gibi bazı noktaların yüzeysel olarak olması, demokrasi (beşeri dinlerden Demokrasi dini) ile Hak Din olan İslâm dininin örtüştüğü izlenimini doğurabilmektedir. Hatta bazı kimseler, demokrasinin tamamen İslâm dinine uygun olduğunu bile ileri sürebilmektedir.

İşin aslında bunlar bir benzeyişten ibarettir. İslâm dini Allah’ın hâkimiyeti esasına dayandığı için demokrasiden doğabilecek sorunlara da izin vermeyen bir sistemi öngörür. Halk hâkimiyetine dayanan sözde demokratik idarelerin bir zaman sonra diktatörlüğe dönüşmesi ve anarşi doğurması kaçınılmazdır.

Demokraside genellikle ideolojik ve kişisel garazlar mücadele eder. Böylece toplumda bir takım sosyal sınıflar oluşur. Bu durum da cemiyetin çıkmazlara sürüklenmesine neden olur. İslâm dini ise bunlara izin vermez.

Demokratik iktidarlar toplumun tümüne hizmetten önce kendi seçmenlerinin yandaşlarının hizmetini düşünür. İslâm ise buna izin vermez.

Demokrasi seçilmiş kimseleri efendi; sorumsuz bir kitle yaparken İslâm dininde seçilmişler, topluma hizmet ederek Allah’a kulluk yapan memurlardır.

Demokrasilerde, açıkgöz, hileci, düzenbaz, sahtekâr, ikiyüzlü kimseler bir takım entrikalarla yönetime gelebilirken, ülke tek kişinin veya bir sınıfın hâkimiyeti altına alınabilirken İslâm dini bunların hiçbirine fırsat vermez. İslâm dini, koyduğu ilkelerle ehliyeti ön plana çıkarır.

Demokrasilerde herkesin seçme ve seçilme hakkı varken İslâm dini seçmende ve seçilecek de ehliyeti arar. Ehil olmayan kimselere seçmenlik hakkı vermez. Seçmenliği ve seçilmeyi görev olarak görür ve ehliyet arar. Ama herkesin ehliyet sahibi olmak için gerekli öğrenim ve eğitimi alma hak ve özgürlüğü vardır.

Demokrasilerde oy çokluğu esas alınırken, İslâm dini, toplumun çoğunluğunun şahsi çıkarları ön planda tutan, duyarsız, cahil, ehliyetsiz kişilerden oluşacağı gerçeğinden hareketle, ehliyetsizlerin de yanlış yapacağını, aldanacağını, aldatılabileceğini dikkate alarak çoğunluğun seçimine izin vermez, ehil kişilerin seçimini itibara alır.

Demokrasiler her alanda sınırsız hürriyet tanırken İslâm dini genel davranışlarda, servet, mülkiyet ve tasarruflarda sınırlama getirir. İslâm dini, içki, kumar, zina, faiz, çıplaklık vs. gibi münker ve fahşâda da özgürlük tanımaz.

İslâm dini kendi devletine Müslüman olmayanları ortak kabul etmezken demokrasi dininde tüm vatandaşlar ortak kabul edilir.

 Hakkı YILMAZ


[1]Eflatun/Platon (MÖ: 27 Mayıs 427-347)

[2]Aristo/Aristoteles ( MÖ. 384-322)

[3]Machıavel/Nicoloe Mackiavelle (1469-1527) İtalyan politika filozofu ve politikacısı.. Kendisinin son çağın politika bilimini kurduğu ve bu sözde bilime uygulama mantığı soktuğu için felsefesel bir özgünlük gösterdiği söylenen ilginç bir kişidir. . Bkz. Filozoflar ansiklopedisi, cemil Sena cilt 3 s. 330 -334.  Remzi Kitapevi…

[4] (Lisanü’l Arab; dvl. Mad)

[5]Tutunmak;yurtlanmak/özgür vatan sahibi olmak,  güçlenmek.

[6] Tâğût. = ‘Azgın, sapık, kötülük ve sapıklık önderi zorba, şeytan, put, puthane, kâhin, sihirbaz, Allah’ın yargılarına sırt çeviren kişi ve kuruluş’ anlamına gelmektedir. Bir başka deyişle şerri şeriat şeytanı mabut edinmiş kişi ve kuruş da diyebiliriz.