Öncelikle sizi kutlamaktan başka bir şey gelmiyor elimden,onu bir belirteyim.Gerçekte sırf ilk vahyin yerini ve gerçek Mescid i aksa yı tanımladığınız veya en azından bilinenlerin ,yaygın kanaatin,yüzde yüz doğru olmadığını kanıtladığınız için ,yanlızca bunun için bile bir madalya verilmeliydi size.Kuşkusuz,tefsir işi zor bir iştir,ve asla yeterli değildir,zira bir ayeti sindirmek ve yaşamak,bir kaç kelime okumakla  aynı şey değildir,bir de farklı açılardan değerlendirdikçe Kutsal Kitabımızın daha farklı,çok daha farklı yönleri bulunmaktadır.Tefsir işindeki izlenecek yol,mümkün olduğunca somuta ve zahire yönelik olmalıdır,bir kere bu başarıldıktan sonra üzerine daha derin veya aslında bu kelimeyi farklı anlama gelmemesi için kullanmak istemiyordum ama,batıni yani deruni,anlamlarıda ,zahire abes kaçmamak kaydı ile zaten günden güne eklenebilir,gerçek renkliliğe ulaşılabilir kanaatindeyim.Aslında genel olarak eleştriel bir üslup kullandığınız izleniyor,bir tepki havası seziliyor,bu yöndede haklısınız,bu yüzden ben sizin tefsirinizi bir reform olarak görüyorum,tabii ki kastım Luther tarzı,siyasi dini,veya modernist tek yanlı ,reformlar değil,bazi köklü hatalarımızı düzeltme yönünden,bir aydınlanma hamlesi yönünden bir reform kabul ediyorum.Bu yüzden çalışmalarınız değerlidir.Çok kuvvetli bir şekilde heyecanla tefsirinizin yeni bölümlerini bekliyorum,yeni araştırma sonuçlarınızı..

Fakat üzgünüm ki bazı konularda merakımı yenemeyeceğim,sabrda edemeyeceğim,meşgul ve yoğun olduğunuzu da biliyorum ama ısrarla sizden

 1)Mescid i aksa nın ,coğrafi yer ve yapının bir fotoğrafını,eğer hala mevcud ise  tabii ki   

2)Yusuf peygamberin rüyayı yorumlaması konusunu 

3)Neml suresindeki Hud Hud un kimliğini   

 bu 3 sorumun cevabını bahane kabul etmeden istiyorum..Kuşkusuz,cemaatsiz,tarikatsız (!!!!!) zavallı bir müslüman olsakta ,kendimize göre bizim de bir takım kalbi,ve bazı noktalarda bilimsel analizlerimiz var.(biz derken ben yani),tabii bid at niteliğinde ,islam dışı şekiller değil…O yüzden şahsi bir kavrayışı gerçekleştirmeye çalıştığımı,kendi bilgimi geliştirmeye çalıştığımı ve burada rastladığım kimi zor noktalarda yardımınıza ihtiyacım olduğunu belirtmeliyim,herkes kısmen,gücü ölçüsünde tefsir araştırsa,tefsirleri bir de kendi yüreğinde tartsa,sonra bunları tekrar ,alimlerin terazisine,fıkıha vurup,bidat değilse ,kendine dahil etse ne güzel olur….genç bir doktor olarak ,tıp dışı alanlarda çok okuyan,entellektüel sayılabilecek bir insanım,bu kadar yoğun olmama rağmen ben dinimizle ilgili sürekli kendimi geliştirmeye çalışıyorsam,bunu herkes yapabilir..Dünyada tefsir okumaktan daha çok beni mutlu eden bir uğraş bilmiyorum.Hudhud meselesini özellikle açmanızı bekliyorum,yoksa benden çok çekersiniz:))  Bir de çok az ve sonderece kısıtlı bir kaç noktada da olsa ,kimi ayet yorumlarında,şahsi bir kaç görüşümüde belirtmek isterim(ciddiyetle emin olduğum ,arkasında durabileceğim konularda) tabii eğer bir gün tanışabilirsek..iyi çalışmalar dilerim.,Başarılar

Selamün aleyküm!
Mesajınızı aldım, ilginize ve iltifatınıza teşekkür ederim. Ayrıca Kur’an’ımızı gerçekten anlamak için gösterdiğiniz gayretten dolayı da sizi tebrik ederim.
Üslûbumuz hakkındaki tespitleriniz isabetlidir. Kur’an’da olmayan şeylerin İslâm adı altında alabildiğine yaygınlaştığı böyle bir ortamda, daha dikkat çekici, daha sarsıcı olmak bakımından bu tarzın yararlı olacağına inanmıştık ve yararı olduğunu da görmekteyiz.

Mesajınızdaki gibi taleplerinizi her zaman bekliyoruz ve Allah’ın izniyle cevap vereceğiz.

 MESCİD-İ AKSA

Rivayetlere dayalı yorum yapanlar, İsra suresinin 1. ayetinde geçen Mescid-i Aksa’nın, bugün Kudüs’te bulunan tapınak olduğunu ileri sürerek kitaplara bu şekilde yazılmasını sağlamışlar ve insanlara bu yanlışı âdeta dayatmışlardır. Halbuki Mescid-i Aksa sözcüğü, bu mescidin nerede olduğu belli olmadığı hâlde sadece üç rivayette yer alırken, Kudüs’te bulunan tapınağın kastedildiği rivayetlerde ise bu tapınak hep Beyt-ül Makdis adıyla anılmıştır.
Bu rivayetlere geçmeden önce, her Müslüman tarafından mutlaka iyice ve doğru olarak bilinmesi gerektiğine inandığımız aşağıdaki hususları hatırlatmakta yarar görüyoruz:

Uyarı:

Hadis ıstılahında “sahih” demek, mutlak doğru ve sağlam demek olmayıp, o ilmin konulmuş belli kalıplarına kurallarına uyan demektir. Hadis İlmi’nin de belli kuralları vardır. Bu kurallara göre; adalet ve zabıt sahibi kişilerin birbirinden nakilleriyle meydana gelen, kesintisiz senetle rivayet edilen, şazz olmak ve illetli bulunmaktan uzak hadislere “sahih” denir. Bu kurallar içerisindeki hadislerin sahih olduğu söylenebilir ama bu hadislerin kesinkes doğru olduğu söylenemez. Ayrıca muhaddislerden bazısının sahih gördüğünü, bir başkası sahih görmeyebilir.
Hadisçiler, rivayet ettikleri hadislerin “metin tenkidi”ni hiç yapmamışlardır. Yani hadislerin “akla, bilime, Kur’an’a, mütevatir sünnete ve ümmetin icmaına” uygun olup olmadığını hiç dikkate almamışlardır. Herkesin duyup bilmesi lâzım gelen olayları, yalnızca tek bir kişinin rivayet etmesi onların umurunda olmamıştır. Onlar sadece “sahih” tanımı içindeki kriterleri göz önüne almışlar ve rivayetlerin nakil kurallarına uygun olup olmadığına dikkat etmişlerdir.
Bazı mezhepler ise ne yazık ki, Bakara suresinin 143., Âl-i Imran suresinin 110., Enfal suresinin 64., Tövbe suresinin 100., Fetih suresinin 18., Haşr suresinin 8. ayetlerini kendi siyasî görüşleri doğrultusunda çarpıtıp, ayrıca bir çok hadis de uydurarak sahabe sıfatlı kişilerin “udulüne (yüzde yüz güvenilir olduğuna)” karar vermişler, yani sahabeninhatasız, kusursuz, yalansız, yanlışsız, art niyetsiz olduklarını kabul etmişler, onlara dokunulmazlık zırhı giydirmişlerdir. Durum böyle olunca da hiç kimse önüne konulan rivayeti sorgulama cesaretini gösterememiştir. Dolayısıyla yalan ve yanlışın üstüne gidilememiş, “Hazretin böyle deyişinde, böyle yapışında vardır bir hikmet” denip teslim olunmuştur. Halbuki beşerin masumluğu söz konusu olamaz. Ayrıca, İslâm literatüründe “münafık” denilen kesimin, peygamberimizin çevresinde bulunan, bizim de sahabe dediğimiz kimselerden bazılarının oldukları unutulmamalı, bunlar gibi başka “hazret”lerin de o dönemdeki gibi her türlü hainliği, sinsi düşmanlığı yapabilecekleri göz ardı edilmemelidir.
Sonuç olarak bu tarz kabuller, hem bazı kimselerin uydurdukları yalanlarla arı duru İslâm dinini yozlaştırma çabalarına destek olmuştur hem de o kimselerin haksız olarak elde ettikleri saltanatlarını ve gayrimeşru icraatlarını meşrulaştırmıştır. Peygamberimiz döneminde sus pus olanlar, iktidarları ellerinden alınanlar da, hırs ve hınçlarını peygamberimizin ölümünden yıllar sonra bu yolla almışlardır.
Bu safsataları gören muhterem din büyüklerimiz ise “bu, yalan veya yanlıştır.” deyip geri itmek yerine, yalanları kılıfına sokabilmek için yüzlerce yalan ve yanlışın daha yapılmasına vesile olmuşlardır.
Rivayetlerdeki Mescid-i Aksa:
Mescid-i Aksa ismi sadece üç rivayette yer almaktadır.
Birinci rivayet; Sahih-i Buharî, 21 kitab, 1. Bab, 1 numaralı hadis: 3.cilt/1130
“…… Ebu Hüreyre’den tahdis etti ki, Peygamber şöyle buyurmuştur: “İbadet için şu üç mescitten başkasına yolculuk edilmez: Mescidi Haram, Mescid-i Rasülüllah, ve Mescid-i Aksâ.”
İkinci rivayet; Sahih-i Buharî 21. Kitab, 8 numaralı hadis:
…Bize Şu’be, Abdulmelik ibn Umeyr’den tahdis etti. O şöyle demiştir: Ben, Ziyâd’ın himayesinde olan Kazaa’dan işittim, o şöyle dedi: ben Ebu Said Hudri’den işittim; o, peygamberden dört şey tahdis ediyordu ki, bu dört şey hem beni hayrete düşürdü, hem de sevindirdi. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Eşi veya bir mahremi kendisiyle beraber bulunmayan kadın, iki günlük mesafeye sefer etmesin.Ramazan bayramının ilk günü ile kurban bayramının dört gününden ibaret olan ramazan ve kurban bayramı günlerinde oruç tutmak yoktur. İki namazdan sonra da namaz yoktur; biri sabah namazından sonra güneş doğup yükselinceye kadar, öbürü ikindi namazından sonra güneş batıncaya kadar. Namaz kılmak için şu üç mescitten başka bir mescide sefer edilmez: Mescidi Haram, Mescid-i Aksâ ve benim mescidim.
Bu iki rivayet aslında aynı olmasına rağmen ravileri farklıdır; birincisi Ebu Hüreyre menşeli iken, ikincide ara ravi Ebu Said el Hudri olmuştur.
Ezrakî’nin tespitlerine göre bu rivayet, saray beslemelerinden Şihab-ez Zühri tarafından o günkü iktidara yaranmak ve iktidara meşruiyet kazandırmak maksadıyla peygamberimizin;
“Ancak üç mescit için sefere çıkılır. İbrahim’in mescidi (Kâbe), şu benim mescidim veSüleyman’ın mescidi.” şeklindeki ifadesinin,
“Ancak üç mescit için ziyaret seferine çıkılabilir. Bunlar, Mescid-i Haram, şu benim mescidim ve Mescid-i Aksa’dır.”
şekline sokulması suretiyle tahrif edilmiştir. Geniş bilgi Ezrakî’de vardır.
Üçüncü rivayet; Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 8. Cilt; 134. sayfası (Bu rivayet, Buharî, Müslim, Tirmizi, Nesai, İbni Mace’de çeşitli konularda mükerreren yer almıştır):
İbrahim İbnü Yezid et-Teymî anlatıyor: Babamdan mescidin avlusunun kenarında Kur’ân öğreniyordum. Bu sırada secde âyeti okumuşsam babam hemen secdeye kapanıyordu. Kendisine: “Babacığım yolda niye secde ediyorsun?” diye sordum. Dedi ki: “Ben Ebu Zerr RA’ın şöyle dediğini işittim: Rasülüllah’a yeryüzünde inşa edilen ilk mescidin hangisi olduğunu sordum: Mescid-i Haram olduğunu söyledi. Ben: Sonra hangisi? dedim, Mescidi Aksâ! diye cevap verdi. Ben İkisi arasında kaç yıl fark var? dedim. Kırk yıl! dedi ve ilave etti: Yeryüzü sana mescittir, öyleyse nerede namaz vaktine ulaşırsan namazını kıl, çünkü fazilet ondadır.”
Bu rivayet Sahih-i Buharî’nin Kitab ül Enbiya’sında 40 ve 98 numara ile yine Ebu Zerr kaynaklı, ama son ravileri farklı olarak da yer almıştır. Fakat bu rivayetlerde de “Mescid-Aksa” adı geçmektedir.
Yukarıdaki üçüncü rivayette dikkat edilmesi gereken nokta; iki mescidin yapımı arasında kırk senenin oluşudur.
Şimdi düşünelim: Bakara suresinin 127. ayetine göre Mescid-i Haram’ı İbrahim peygamber yapmıştır, amenna, tartışılmaz. Peygamberimiz zamanında Kudüs’te mevcut olan mescidi, Davut ve Süleyman peygamberlerin yaptıkları da tarihî bilgilerle sabittir. Yine tarihî bilgilere göre İbrahim peygamber ile Davut ve Süleyman peygamberler arasında yaklaşık BİN-BİN İKİ YÜZ yıl fark vardır. Bu durumda iki mescidin yapım tarihleri arasında kırk sene fark nasıl olur? Buyurun cenaze namazına! Çözün bu sorunu! Acaba peygamberimiz salladı mı? Hâşâ, sümme hâşâ. Sallayanın kim-kimler olduğu ortadadır.
Bu durumda yukarıdaki rivayetlerde konu edilen Mescid-i Aksa’nın, Davut ve Süleyman peygamberler tarafından yapılan Kudüs’teki tapınak olması mümkün değildir.
Rivayetlerdeki Beyt-ül Makdis:
Sahih rivayetlerin tümünde peygamberimizin ve sahabenin, Kudüs’teki mescit için “Beyt-ül Makdis” ifadesini kullandığı görülmektedir.
Birinci rivayet; Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 17. Cilt, 95. sayfası:
… Rasülüllah’ın azatlısı Meymune RA. anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasülü! Bize  Beyt-ül Makdishakkında fetva ver!” demiştim. Şöyle buyurdular: “Orası mahşer ve menşer yeridir. (İnsanların kıyamet gününde toplanacağı ve defterlerin yayılacağı yer.) Oraya gidin ve içinde namaz kılın. Çünkü orada kılınacak tek namaz kendi dışındaki yerlerde kılacağınız bin namaz gibidir.”
Ben tekrar sordum: “Oraya gitmeye muktedir olamazsam ne yapmalıyım?” Şu cevabı verdi: “Ona kandil yağı bağışlarsın, aydınlatılmasında kullanılır. Böyle yapan da oraya varan gibidir.”
Not: Bu rivayetin bir çok ta’n noktası vardır. Ama biz bu rivayeti sadece konumuz sadedinde yani “Beyt-ül Makdis” konusunda ele aldığımız için diğer hususlara değinmiyoruz, onları siz değerlendirebilirsiniz.
İkinci rivayet; Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 17. Cilt, 96. sayfası:
…Abdullah İbnü Amr RA. anlatıyor: Rasülüllah buyurdular ki: “Hz.Davut’un oğlu Süleyman, Beyt-ül Makdis’in inşaatını tamamlayınca Allah’tan üç şey talep etti: Allah’ın hükmüne uygun düşecek şekilde hüküm vermek, kendinden sonra kimseye nasip olmayacak bir saltanat, bu mescide sırf namaz kılmak niyetiyle gelenlerin günahlarından temizlenerek annelerinden doğdukları gündeki gibi olmaları.”
Sonra dedi ki: “İlk ikisi verilmiştir, üçüncünün de verildiğini ümit ediyorum.”
Bu hadiste de görüldüğü gibi, Kudüs’teki mescidin adı o dönemde “Beyt ül Makdis”dir, Mescid-i Aksa değildir.
Beyt-ül Makdis’in kıble olması ile ilgili rivayetler:
Peygamberimiz, vahy gelmeyen bir çok konuda Ehlikitab’ı esas almakta idi. Yani, Ehlikitab’ı müşriklerden üstün tutuyordu. Hatta müşriklere muhalefet olsun diye saçlarının şeklini bile Ehlikitabınkine benzetmişti. Hakkında herhangi bir vahy bulunmayan kıble konusunda da Medine’ye gelince Ehlikitab’a uymuş ve onların kıblesi olan Beyt-ül Makdis’i kıble edinmişti. Rivayetlere göre Medine’de 16-18 ay kadar Beyt-ül Makdis’e yönelerek namaz kılınmıştır. Ancak bu uygulama, peygamberimizin fayda mülâhaza ederek, kendisinin yaptığı bir tercih ve “içtihat”tır. Bazıları bunun vahy ile olduğunu ve sonradan bu vahyin neshedildiğini ileri sürerlerse de bu saçma bir iddiadır. Ama peygamberimiz bu tercihten umduğu faydayı bulamayınca konu hakkında vahy özler oldu. Çok geçmeden özlediği vahy geldi ve kıble Mescid-i Haram olarak belirlendi. Mekke dönemindeki kıble ile ilgili ise iki farklı rivayet vardır. Konunun aslı Bakara suresinin 142-145. ayetlerde yer almakta olup oradan tetkik edilmesi daha uygundur.
Birinci rivayet; Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 17. Cilt, 26, 27. sayfası:
el-Berâ anlatıyor: Rasülüllah ile birlikte  Beyt-ül Makdis’e doğru on sekiz ay namaz kıldık. Medineye girişinden iki ay sonra kıble istikameti Kâ’be’ye çevrildi. Rasülüllah Beyt-ül Makdis’emüteveccihen namaz kılarken yüzünü çokça semaya çeviriyordu. Allah Teala hazretleri, peygamberinin kalbinden geçeni, yani, Kâ’be’ye yönelme arzusunu bildi. Bir gün Cebrail aleyhisselam yükseldi. Rasülüllah, o,  yerle gök arasında yükselirken onu gözüyle takip etmeye başladı, onun nasıl bir vahy getireceğini gözetliyordu. Derken Aziz ve Celil olan Allah “Biz senin yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz…..” (Bakara suresi 144. âyet) âyetini indirdi. Biz, Beyt-ül Makdis’e doğru farzın iki rekatını kılmış tam rükuda iken, bir  adam gelip: “Kıble, Kâ’be’ye doğru çevrilmiştir!” haberini getirdi. Derhal yönlerimizi çevirdik. Namazımızı yenilemeyip kıldığımız kısmın devamını tamamladık. Rasülüllah: “Ey Cibril! Beyt-ül Makdis’edoğru kıldığımız namazların hali ne olacak?” diye sordu. Bunun üzerine de Allah teala hazretleri: “Allah sizin imanınızı ( daha önce Beyt-ül Makdis’e doğru kıldığınız namazları) zayi etmeyecektir.” âyetini (Bakara suresi 143. âyet) inzal buyurdu.
İkinci rivayet; Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 2. Cilt, 154. sayfası (Bu hadis Buhari’de dört kez, Müslim’de bir kez, Tirmizi’de üç kez, Nesaî’de dört kez yer almıştır):
…el-Berâ İbn-ül Âzib buyurdular ki: Rasülüllah Medine’ye gelince, önce Ensar’dan olan ecdadının- veya dayılarının- yanına indi: O zaman namazlarını on altı veya on yedi ay boyunca Beyt-ül Makdis’e doğru kıldı. Ancak kıblenin Kâ’be’ye doğru olmasını arzuluyordu. Kâ’be’ye doğru kıldığı ilk namaz da ikindi namazı idi. Bu namazı Rasülüllah ile beraber ashaptan bir grup kimse kılmıştı. Bu namazı kılanlardan biri, oradan ayrılınca bir mescide rastladı. Cemaati namaz kılıyordu ve tam rükû halinde idiler. Adam onlara: “Şehâdet ederim ki Hz. Peygamber’le Kâ’be’ye doğru namaz kıldık.” dedi. Cemaat oldukları yerde Kâ’be’ye yöneldiler. Müslümanların Beyt-ül Makdis’e doğru namaz kılmaları Yahudileri memnun ediyordu. Yüzler Kâ’be’ye doğru yönelince Yahudiler bundan hiç memnun kalmadılar. Beyinsiz Yahudiler dedikoduya başladılar.  Arkadan hemen şu âyet nazil oldu: “İnsanlar içinden bazı beyinsizler…” (Bakara suresi âyet 142- 145)
Üçüncü rivayet; Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 2. Cilt, 157. sayfası:
Müslim ve Ebu Dâvud’un Enes’ten rivâyet ettikleri bir diğer hadis şöyledir: Onlar Beyt-ül Makdis’e doğru  yönelmiş halde, sabah namazının rükûunda iken, Benî Seleme’den bir adam kendilerine uğradı ve “Kıble istikameti Kâ’be’ye çevrildi” dedi. Bu sözünü iki kere tekrar etti. Cemaat rükûda iken KÂ’be’ye yöneldiler.
Dördüncü rivayet; Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 2. Cilt, 157. sayfası (Bu rivayet Ebu Davut ve Tirmizî’de yer alır):
İbnü Abbas anlatıyor: Âyeti kerimenin emriyle Rasülüllah kıbleyi Kâ’be’ye yöneltince Müslümanlar sordular: “Ey Allah’ın rasülü, Beytül Makdis’e yönelerek namaz kılmış ve şimdi ölmüş olan kardeşlerimizin namazları ne olacak?” Bunun üzerine Cenabı Hakk şu âyeti indirdi: “ Senin yöneldiğin  istikameti, peygamberlere uyanları, cayanlardan ayırd etmek için kıble yaptık…” (Bakara  suresi 143. âyet.) 
Tarihî kaynaklardaki Mescid-i Aksa:
“Mescid-i Aksa”; “en uzak mescid” demektir. Bu ifadenin kullanılabilmesi için birden fazla mescit olması ve bu mescitlerden birinin merkeze diğerlerinden daha uzak olması gerekir. Aksi hâlde bu ifade dil bilimi bakımından hatalı olur. Nitekim o dönemin Mekke şehrinin tarih ve coğrafyasından bahseden eserlere bakıldığında, karşımıza bu mantığı doğru çıkaran bilgiler çıkmaktadır.
İlk İslâm tarihçilerinden Vakıdî’nin “Kitab-ül Meğazî” ve el-Ezrakî’nin “Ehbar-ül Mekke” adlı kitaplarında derlemiş oldukları bilgilere göre, Mekke’de Mescid-i Haram’dan başka değişik yerlerde mescitler vardır. Hatta bazı evler bile Mekkeliler tarafından mescit olarak kullanılmaktadır. Bu mescitlerden biri de Mekke’ye sekiz kilometre mesafedeki CİRANE VADİSİ’ninyukarısında olmasından dolayı “Mescid-i Aksa/ en uzak mescit” denilen mescittir. Bunu Kureyş’ten birisi yaptırmıştır. Bir keresinde peygamberimiz burada ihrama girerek Mescid-i Haram’a gelmiş ve Kâbe’yi tavaf etmiştir. Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlar bu eski küçük mescitleri yenilememişlerdir. Buna rağmen bu mescitlerin yerlerinde teberrüken namaz kılmışlardır.

Adını verdiğimiz kitapların eski nüshalarında yer alan bu bilgiler, sonraki nüshalarından çıkartılmıştır. Bu tahrifatın sebebi, Kudüs’teki tapınağı, Kur’an’da sözü edilen Mescid-i Aksa olarak yutturma çabaları olsa gerektir.

Uyarı:

O günkü Mekkeliler, İbrahim peygamberin dininin mensupları idiler. Dinleri tahrifata uğramış olsa da namaz, secde, rükû ve hacc gibi dinî vecibeleri kendi mevcut inançları doğrultusunda yerine getirmekteydiler. Peygamberimizin durumu da aynıydı. Bu husus daima göz önünde tutulmalı, namazın, secdenin ve dolayısıyla da mescidin peygamberimizin elçi oluşu ile ortaya çıktığı düşünülmemelidir. Diğer taraftan, mescit denilince bugünkü şaşaalı mescitler akla gelmemelidir. Örneğin Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî denilince onların bugünkü şekli akla gelip bugünkü yapısı vs. anlaşılmamalıdır. Mescit, secde edilen yer demek olduğuna göre, bu mescitler de, namaz kılmak ya da toplantı yapmak için belirlenmiş olan yerler, yani o çağa göre basit kerpiç yapılar veya ağaçtan yapılma çardaklardır. Önemli olan oranın yapısı değil kullanımıdır. O mescitler bugünkü şaşaalı, debdebeli, şatafatlı şekle sonradan getirilmişlerdir.

Kur’an’daki, çevresi mübarek kılınmış olan Mescid-i Aksa:
Konumuzu aydınlatarak yerli yerince anlaşılmasını sağlayacak olan hususlar, aşağıdaki iki sorunun sağlıklı cevaplarıdır:
– Mescid-i Aksa neresidir?
– Mübarek çevresi neresidir?

Mescid-i Aksa’nın “en uzak mescit” anlamına geldiği ve Kâbe’ye sekiz kilometre uzaklıkta olduğu, yukarıda zikredilen tarihî eserlerden anlaşıldığına göre, burada ikinci sorunun cevabını aramak gerekmektedir.

İsra suresinin 1. ayetinde açıkça Mescid-i Aksa’nın çevresinin mübarek bir yer olduğu ifade edilmiştir. Yani Mescid-i Aksa, mübarek bir yerin kenarındadır. Şu hâlde önce mübarek yerin neresi olduğunu bulmamız ve bilmemiz gerekmektedir. İşte size cevap:
Âl-i Imran; 96:            İnsanlar için konulan ilk ev, Bekke (Mekke)’deki mübarek ve âlemlere rahmet olan evdir.

Mescid-i Haram; “Haram bölgenin mescidi” demektir. Yani mescit, haram bölgenin merkezindedir. Bu mescit ise Kâbe’dir.

 Buna göre Kâbe merkez kabul edilerek, haram/ mübarek/ bereketli bölge de şöyle belirlenmiştir:

– Kâbe’den Medine yolu istikametine dört mil,
– Kâbe’den Yemen yolu  istikametine altı  mil,
– Kâbe’den Taif yolu istikametine on bir mil,
– Kâbe’den Irak yolu istikametine yedi mil,
– Kâbe’den Ci’rane vadisi istikametine dokuz mil,
– Kâbe’den Cidde yolu istikametine on mil
mesafede olan bölge, haram/ mübarek/ bereketli bölgedir.
Görüldüğü gibi, mübarek yer Kudüs değil, Mekke’deki haram bölgedir. Öyleyse Mescid-i Aksa da Kudüs’te değil, Mekke’deki haram/ mübarek yerin  kenarındadır. Dolayısıyla rivayetlerde söz konusu edilen mescit de Kudüs’teki mescit değil, Mekke’nin kenarındaki bu mescittir. Yani, hakikî Mescid-i Aksa, Mekke’nin civarındadır. Ayrıca unutulmamalıdır ki, Kudüs şehri ve civarı Kur’an’da; Rum suresinin 3. ayetinde “Edna -l- Arz/ yakın yer” olarak ifade edilmiş olup, oralara “Aksa” denmemektedir.
Gerçek bu olmasına rağmen yukarıda verdiğimiz rivayetlere tefsir, şerh, haşiye yazanların, hadisin içeriğinden çıkardığımız sorulara (onların anlayışına göre oluşan tutarsızlıklara) kılıf hazırlamak için yaptıkları hokkabazlıkları, tevilleri görmek ve gülmek için metinlerin ister orijinaline ister tercümesine bakılabilir.
Kur’an’daki Mescid-i Aksa’nın neresi olduğu anlaşıldığına göre, bugün Kudüs’te bulunan ve Mescid-i Aksa denilen yapının ne olduğunu da araştırmak lâzımdır:
Kudüs’teki Mescid-i Aksa:
Ana Britannica ansiklopedisinin 22. cildinin 304, 305. sayfalarında, Mescid-i Aksa maddesi karşılığında şu bilgiler verilmektedir:
Kudüs’te, Eski Kent’teki Harem’ş-Şerif’te, Kubbetü’s-Sahra’nın hemen güneyinde yer alan ve İslâm’ın en kutsal yerlerinden biri sayılan cami. … İlk biçiminin Bizans imparatoru I. İustinianos’un (hd 527-565) yaptırdığı bir bazilika olduğu kabul edilir. Hz. Ömer 638’de Kudüs’ü aldıktan sonra yapıyı, değişiklik yaptırmadan camiye çevirtti. Emevî halifesi I. Velid de (hd 705-715) çok büyük bir onarımdan geçirerek baştan aşağı yeniledi. …
Görüldüğü gibi bugün Kudüs’teki Mescid_i Aksa adıyla bilinen yapı tarihî kayıtlara göre peygamberimiz döneminde bir bazilika idi. Bu yapıya Mescid-i Aksa adının ne zaman ve kim tarafından verildiği ise ansiklopedide belirtilmemiştir.
Kudüs’teki Beyt-ül Makdis:

Çoğunluk tarafından yanlış olarak Mescid-i Aksa diye bilinen bu mescit ise Davut ve Süleyman peygamberler tarafından yapılmıştır. Bu mescide Yahudiler “İlya Mescidi”, Araplar “Mescid-i Mukaddes” veya “Beyt-ül Makdis” derlerdi. (“Aksâ” sözcüğü ile “mukaddes” ve “makdis” sözcüklerinin anlam ve yapı yönünden bir bağ ve yakınlığı yoktur, yanılmamalıyız.) Asırlarca da burası bu isimle anılmış, tüm tarih, coğrafya  kaynaklarında, Arap, Acem ve Rum şiir ve nesirlerinde böyle yer almıştır. Bu mescit  bir çok kez tahrip edilmiş ve tekrar yapılmıştır. Son olarak Roma’lı General Titus bu mescidi yıkıp yerle bir etmiştir.

Ana Britannica’da “Kudüs Tapınağı” maddesinde bu tapınakla ilgili şu bilgilere yer verilmiştir:
… Birinci tapınak, Hz. Davut’un oğlu Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı sırasındainşa edilerek İÖ 957’de tamamlandı. … Babil kralı II. Nabukadnezar İÖ 586’da … yapıyı tümüyle yıktırdı. … Babil fatihi II. Kyros (Büyük), İÖ 538’de … Yahudilerin Kudüs’e dönmelerine ve tapınağı yeniden inşa etmelerine izin verdi. Çalışmalar İÖ 515’te tamamlandı. Özgün yapının gösterişsiz bir benzeri olarak yapılan İkinci Tapınak’ın ayrıntılı plânı günümüze ulaşamadı. … İS 66’da Roma’ya karşı çıkan ayaklanma kısa sürede tapınak üzerinde odaklaştı ve İS 70’de … Romalıların tapınağı yıkmasıyla sonuçlandı. İkinci Tapınak’tan geriye yalnızca batı duvarının bir parçası, bugün Ağlama Duvarı diye anılan bölüm kaldı. …
Beyt-ül Makdis’e Mescid-i Aksa adını kim verdi?
Bazı kaynaklara göre bu isim, Kudüs’teki Kubbetü’s-Sahra’yı yaptıran Abdülmelik bin Mervan (hd 685-705) tarafından politik amaçlı olarak konulmuştur. O dönemde Abbasi ile Emevî hanedanları birbirleriyle mücadele hâlindedir ve Hicaz bölgesi (Mekke, Kâbe) zamanın halifesi Abdullah b. Zübeyr’in kontrolündedir. İşte böyle bir ortamda Abdülmelik bin Mervan, Mescid-i Haram’a alternatif olarak yönetimi altındaki topraklarda bulunan ve Ömer tarafından camiye çevrilen yapının adını “MESCİD-İ AKSA” koymuştur. Abdülmelik bin Mervan’ın koyduğu isim meşhurlaşınca, geriye konumuz olan İsra suresinin 1. ayetinde geçen Mescid-i Aksa’nın, bu mescit olduğunu kitaplara yazdırmak kalmıştır ve bu da pek zor olmamıştır.
O yıllardan bu yana ne yazık ki tüm Müslümanlar bunu böyle kabul etmişler ve bunun aksini söylemek, açıklamak hatta düşünmek bile imkânsız hâle gelmiştir.
HÜTHÜT KONUSU
Hüthüt’ün ne olduğunu anlayabilmek için meseleye Davut peygamberden başlamak gerekmektedir.
Bakara suresinin 246-252. ayetlerine göre Davut peygamber Talut’un ordusunda bir askerdir. Sad suresinin 18, 19. ayetlerine ve Enbiya suresinin 79. ayetine göre ise Davut peygamberin kuşlar ile haşır neşir olduğu bir dağ hayatı vardır.
Hüthüt olayına da, Davut peygamberin kuşlar ile ilişkisinin mahiyetini düşünerek başlamak lâzımdır. Neml suresinin 16. ayetinde Süleyman peygamberin Davut peygambere vâris olduğunun bildirilmesinden ve Süleyman peygamberin de “Bize kuşların mantığı öğretildi” demesinden anlaşılmaktadır ki, Davut peygamber, dağlarda bir gerillâ gibi yaşarken kuşların özelliklerini keşfetmiş ve bu keşfini de oğlu Süleyman peygambere öğretmiştir. Davut peygamberin kuşlarda keşfettiği özellikler ise, meselâ Doğan ve Şahin’in avcılıktaki becerisi ve sahibine gösterdiği sadakat, Güvercin’in bir çeşidinin haberleşmede kullanılabilecek kadar yön tayin etme ve yer bulma becerisi, Hüthüt’ün yer altı ve yer üstü su kaynaklarını bulabilme yeteneği … gibi özelliklerdir.
Hüthüt bir kuş adı olmasına rağmen burada o kuşu belirtmek için kullanılmamıştır. Bize göre Hüthüt burada, Süleyman peygamberin ordusunda su arama-bulma işleriyle görevli memurun adıdır. Nasıl bugünkü toplumlarda da Doğan, Şahin, Kartal gibi bir çok kuş adı özel isim olarak kullanılıyor ise, Hüthüt de Süleyman peygamberin ordusunun su ihtiyacını gideren, ordunun gideceği güzergâhtaki su ve su kaynaklarını araştıran kişinin müstear adı olabilir. Bu takdirde, müşebbeh ile müşebbehünbih arasında tam bir alâka mevcut olmaktadır. Diğer taraftan bu kişinin hüthüt ismini alması, su arama faaliyetleriniHüthüt/ Çavuşkuşu (Upupa epops) marifetiyle yapmasından dolayı da olabilir. Bugünün toplumlarında da, kişiye yaptığı işe uygun ad koyma, lâkaplarla anma, sık rastlanan hâllerdendir. Örnek olarak: Ordularda ordunun su ihtiyacını gidermekle görevli memurlara “Saka” (aslı “sakkâ’ olup, su getirip götüren, su işleriyle uğraşan kimse demektir) adı verilir. Bu isim, aslında bir kuşun (carduelis carduelis) adıdır. Kuşa bu ismin verilmesinin sebebi ise, gagası ile çevreye su sıçratmasındandır. Bu tip başka örnekler bulunabilir.
Neml suresindeki kıssada Hüthüt’ün bir insan olduğunu düşündüren bir diğer husus da; 23-26 ayetlerdeki konuşmalarıdır. Dikkat edilirse Hüthüt’ün konuşmaları, iman, küfür, tevhit, şirk gibi konuları içeren, ancak akıllı, bilinçli ve imanlı insanların yapabileceği konuşmalardır. Bir başka ifade ile, Hüthüt’ün açıklamaları, kuşların bilgisi ve sorumluluğu sınırlarının ötesinde iradeli ve akıllı, hatta din bilgisi kuvvetli birinin açıklamalarıdır.
Yukarıdaki hususlara bir de Süleyman peygamberin cezalandırmak istemesi eklenince, Hüthüt’ün bir kuş olmayıp bir insan olduğu kanaati kesinleşir.
Burada üzerinde durulması gereken başka bir husus mektup olayıdır. Süleyman peygamber tarafından Melike’ye yollanan mektubun niteliği (içeriği değil!), hüthüt’ün bir kuş olamayacağına dair en önemli kanıtlardan biridir. Gerçekten de mektubun niteliği düşünülünce, yani bu mektubun hangi yazıyla, neyin üzerine yazılmış olabileceği sorgulanınca, Hüthüt’ün bir kuş olamayacağı anlaşılmaktadır. Çünkü, olayların geçtiği çağda yazı ve yazı malzemesi henüz gelişmemiştir. Yazı, muhtemelen çivi yazısı veya hiyeroglif yazısıdır. Yazının üzerine yazıldığı malzeme de, kâğıt henüz icat edilmemiş olduğundan, kil tabletler, hayvan derileri, papirüs veya taş levhalardır. Bu faktörler göz önüne alındığında, Süleyman peygamberin Melike’ye yazdığı mektup, bir kuşun taşıyamayacağı bir hacimde ve ağırlıkta olmak durumundadır. Zamanının hangi yazı malzemesi üzerine yazılırsa yazılsın bunu bir kuşun, özellikle de güvercin büyüklüğündeki bir kuşun, Filistin’den Yemen illerine taşıyabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla Süleyman peygamberin mektubu, mezkûr maddelerden birisine yazılmış olarak at, eşek, deve gibi zamanının ulaşım araçlarıyla Hüthüt’ün himayesinde gönderilmiş olmalıdır. Arkeolojik araştırmalarda bu mektubun bulunması hâlinde gerçek daha iyi anlaşılacaktır.
21. ayetteki Süleyman peygamberin “onu muhakkak keseceğim” ifadesini kullanması, adamın kuş ismi taşıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Eğer kişi başka bir canlının adını taşıyor olsaydı, cezalandırma ifadesi de o canlıya göre olacaktı. Meselâ kişi bir yılan adı taşısaydı cezalandırma ifadesi “onun başını ezeceğim” şeklinde olabilirdi. Ya da kişi bir böcek adı taşısaydı cezalandırma ifadesi “onu ezeceğim” şeklinde olabilirdi. Dolayısıyla Hüthüt de kuş adı taşıdığından, cezalandırma ifadesi kuşlara uygun bir ceza şekli ile söylenmiştir.
Sorularınıza tatmin edici açıklamalar getirdiğimizi umuyor ve her konuda çekinmeden bizi aramanızı bekliyoruz. Unutmayınız ki Rabbimiz, kulları hatalı da olsa, onların samimiyetini ve cehdini mutlaka ödüllendirmektedir.
Ayrıca, bizimle paylaşmak istediğiniz konular olursa çok memnun oluruz, istifade ederiz. Özellikle de mesleğinizle ilgili mucize özelliği taşıyan tespitlerinizi  bizimle paylaşırsanız bizi çok sevindirirsiniz.