39-A‘RÂF SÛRESİ-2

TAHLİL:

1Elif/1, Lâm/30, Mîm/40, Sâd/90.

Daha önceki Kalem, Kaf ve Sad surelerinde olduğu gibi bu sûre de “huruf-u mukattaa” adı verilen harfler ile başlamıştır. Bu bağımsız harflerin ne anlama gelebileceği hakkındaki görüşlerimizi, adı geçen bu surelerde daha önce belirtmiştik.

Kısaca hatırlatacak olursak, bize göre bu harfler ya uyarı ifadeleridir, ya Kur’an’ın yapısı itibariyle özel birer yapı taşı niteliğindedir ya da mesajı henüz tespit edilememiş bir sayıyı ifade etmektedir.

ابجد [Ebced] hesabı denilen uygulamaya göre bu harfler:

ا[elif]:                 1

ل[lam]:              30

م[mim]:              40

ص[sâd]:            90 sayılarını temsil etmektedir.

Belki de bu sûreden önce inmiş olan Sâd sûresi ile bu sûrenin 1. âyetinin sonundaki ص [sâd] harfi arasında henüz anlamı saptanamamış bir ilişki mevcuttur.

Allah’ın izni ve yardımıyla bu konu üzerinde ciddî çalışmalar yapacak olan Kur’an erlerinin, bir gün bu harflerle neyin amaçlanmış olduğunu tespit edeceklerine inanıyoruz.

2O, kendisiyle uyarman ve inananlara öğüt/ hatırlatma için sana indirilen; içine işletilen Kitaptır. Onun için, ondan, göğsünde hiçbir sıkıntı olmasın.

Giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, bu sûre Sâd sûresi’nin devamı niteliğindedir. Hatırlanacak olursa, Sâd sûresinin son üç ayeti şöyleydi:

86De ki: “Ben Kur’ân’a karşı sizden bir ücret istemiyorum. Ben yükümlülük getirenlerden/ kendiliğinden bir şeyler uyduranlardan, külfet getirenlerden, başa iş çıkaranlardan da değilim. 87Kur’ân, bütün âlemler için bir öğüttür ancak. 88Ve onun müthiş haberini bir zaman sonra kesinlikle bileceksiniz.”

(Sâd/86-88)

Sad suresinin son üç ayetinde vurgulanan “Kur’an’ın insanlık için zikir [öğüt/hatırlatma] olduğu” konusu, tahlilini yapacağımız A’raf suresinin 2. ayetinde de tekrarlanmakta, insanlara öğüt vermeye ve uyarıda bulunmaya devam edilmektedir. Konunun bu surede de devam etmesi, Mekkelilerin vurdumduymazlıklarının ve peygamberimize karşı giriştikleri psikolojik saldırılarının devam ettiğini, dolayısıyla peygamberimizin de tebliğ ve uyarı görevinde zorluk çektiğini, hatta normal yaşamında bile sıkıntılarla karşılaştığını göstermektedir. Öyle ki, Rabbimiz Sad sûresi’nde peygamberimize Davud, Süleyman, Eyyüb, İbrahim, İsmail ve İshak peygamberleri örnek göstermiş, ondan bu peygamberler gibi sabırlı ve metin olmasını istemişti. Peygamberimizin karşı karşıya kaldığı bu sıkıntıların boyutları hakkında bundan önceki surelerde ve özellikle de Beled suresinde verdiğimiz bilgilerin hatırlanmasında yarar görüyoruz.

Âyette geçen Onun için, ondan, göğsünde hiçbir sıkıntı olmasın ifadesinden, Peygamberimizin yalanlayıcıların duyarsızlıkları yüzünden başlarına gelecek felâketleri düşündüğü ve merhametinden dolayı üzülüp kahrolduğu anlaşılmaktadır. Peygamberimizin bu anlamda çektiği sıkıntılar başka âyetlerde de belirtilmiştir:

6Sonra da sen onlar bu Kur’ân’a inanmazlarsa, onların yaptıklarından dolayı, üzüntüden neredeyse kendini harap edeceksin!

(Kehf/6)

3Onlar; Hıcr 91Kur’ân’ı sihir, şiir, esatir (mitolojik söylentiler), uydurulmuş söz gibi birtakım parçalar, kötü sözler kabul eden kimseler, 3iman edenler olmuyorlar diye sen kendini yıkıma uğratacaksın!

(Şu‘arâ/3)

97Andolsun, Biz biliyoruz ki, kesinlikle onların söylediklerine senin göğsün daralıyor.

(Hicr/97)

12Şimdi sen, “Ona bir hazine indirilse ya da beraberinde bir melek gelse ya!” diyorlar diye sana vahyolunan vahyin bir kısmını terk edecek oluyorsun ve bundan dolayı göğsün daralır. Sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah ise her şeyi belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayandır.

(Hûd/12)

Yukarıdaki âyetlerden anlaşılmaktadır ki, Peygamberimizin Mekke müşriklerine tebliğde bulunurken çektiği sıkıntıların benzerlerini, Kur’ân’ı tebyîn etmek isteyen ve “hâlis din” ile “hanîf Müslüman”ı tanıtmaya gayret eden herkes mutlaka çekecektir. Onun için Kur’ân erleri bunu peşinen kabul etmeli ve başlarına geleceklere hazırlıklı olmalıdırlar:

186Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız konusunda yıpranacaksınız/imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine Kitap verilen kimselerden ve ortak koşan kimselerden birçok eza; can sıkıcı, sinir bozucu şeyler de işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’ın koruması altına girerseniz, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir.

(Âl-i İmrân/186)

Kitap

 

“Kitap” sözcüğü; “yazılan-okunan” anlamına geldiği için, bir defa buradan hemen anlıyoruz ki, Kur’an ayetleri ilk vahyden itibaren yazıya geçirilmiştir. İkinci olarak; Kur’an’nın henüz tamamlanmadığı dönemlerde eldeki mevcut olan bölümler de Kur’an’da “kitap” olarak tanımlandığı için anlıyoruz ki, “kitap” sözcüğü Kur’an’ın tamamını temsil etmemektedir. Nitekim yukarıda sunduğumuz ayetlerin bazılarındaki “kitap ve hikmet” kalıbına karşılık, Ahzab suresinin 34. ayetinde; “…Allah’ın ayetlerini ve hikmeti anın” şeklinde “ayetler” sözcüğü kullanılarak bir kalıp oluşturulmuştur. Yani “kitap” ve “ayetler” sözcükleri, Kur’an’ın bölümleri için kullanılmıştır.

Bizim görüşümüze göre “kitap ve hikmet” kalıbıyla verilen ayetlerdeki “kitap”; Zümer suresinin 23. ayetinde bahsedilen “müteşabih kitap”tır. Yani mucize nitelikli, anlamları gayet açık olmasına rağmen birbiriyle benzeşen birçok anlamı ifade edebilen eşsiz sanat mucizeleri konumundaki müteşabih ayetlerin oluşturduğu metindir.

Bilindiği üzere Kur’an indiği dönemde Araplar arasında henüz kültür ve edebiyat, yazılı konumda değildi. Arap dil ve edebiyat bilginlerinin eserleri dilden dile dolaşmaktaydı. Arap dili gramer ve edebiyat açısından henüz kuramlaştırılmamıştı. Gramer ve edebiyat bilgileri ediplerin kasidelerinde, halk deyimlerinde kendini göstermekteydi.

Arapçaya ait bu günkü dilbilgisi kuralları Kur’ân’ın inişinden yaklaşık 150–200 sene sonra Sibeveyh, Ahfeş (ölümü H. 177 M. 793), Kisâî, Îsâ b. Ömer, Yûnus b. Habib ve Ebû Ubeyde Ma’mer b. Müsenna gibi bilginlerce Kur’an metinleri ve İmruü’l-KaysTarafe ibnü’l-Abd (539-564), Haris bin Hilliza (veya A’şa)., Amr bin KulsumAntere bin Şeddad (veya Nabiğa), Züheyr bin Ebu SulmeLebid ve diğer ediplerin eserleri dikkate alınarak oluşturuldu.

Kur’an’ın metni Arap dilinin gramer ve edebiyat ilkelerini kuramlaşmış haliyle insanlığa sunmuş ve derli toplu olarak göstermiştir. Hem de Arap dili gramer ve edebiyatını bilmeyen birisi tarafından. Kur’an’ın nüzulünden sonra Arap dil ve edebiyatının temel kaynağı artık Kur’an metni (Kitap) olmuştur. İşte Kur’an’da “Kitap” diye konu edilen, Kur’an’ın yazılı metnidir, içeriği de Hikmet olarak yer almaktadır. Bunu, A’raf/2, Yûnus/1, Hûd/1, Yûsuf/1, Ra’d/1, İbrahim/1, Hıcr/1, Kehf/1, Şûra/2, Neml/1, Kasas/2, Lokman/2, Secde/2, Sâd/29, Zümer/ 1, 2, 23, 41 Mü’min/ 2, Fussıllet/3, Zuhruf/2, Duhan/2, Câsiye/2, Ahkaf72 ve Bakara/151’de görmekteyiz.

Surenin 2. âyetinde dikkati çeken bir diğer nokta da, Kur’ân’ın indiriliş amacının hem “uyarı” hem “öğüt” olarak gösterilmesidir. Bu sözcüklerin geçtiği daha önceki âyetlerde “uyarı”nın kâfirlere, “öğüt”ün ise müminlere yönelik olduğunu açıklamıştık. Bu açıklamaları da göz önüne alarak 2. âyetten Kur’ân’ın mümin-kâfir ayırımı yapmadan herkese hitap ettiği sonucunu çıkarmak mümkündür.

3Rabbinizden size indirilene uyun ve O’nun astlarından, yol gösteren, yardım eden ve koruyan sözde yakınlara uymayın. Ne kadar az öğüt alıyorsunuz/hatırlıyorsunuz!

Kur’ân’ın niteliklerini bildiren ve Peygamber’i zorluklara göğüs germeye davet eden 2. âyetten sonra, Rabbimiz bu âyette hitabını tüm insanlara yöneltmiştir. Bu sûredeki temel konunun da özetlendiği 3. âyetin takdiri bize göre şöyle yapılabilir: “Siz, sadece size indirilene uyun, sakın başka kılavuz edinmeyin, dininize Kur’ân’dan başka kaynak aramayın. Ve kesinlikle de Allah’ın astlarından [rahip, haham, hacı, hoca, şeyh gibi kimseleri] velîler [yol gösteren, yardım eden ve koruyan yakınlar] edinmeyin. Ne de az öğüt alıyorsunuz, aklınızı hiç kullanmıyorsunuz.”

VELÎ ve EVLİYÂ: الاولياء [evliyâ] sözcüğü, الولىّ[velî] sözcüğünün çoğuludur. Velî ise, ولاء[velâ] kökünden türemiş sıfat-ı müşebbehe kipinde bir sözcük olup anlamı “yakın olan, yakın duran” demektir. Ancak bu yakınlık nicel değil, nitel bir yakınlıktır.

Hem velî sözcüğü, hem de bu sözcüğün çoğulu olan evliyâ sözcüğü Kur’ân’da hep bu anlamda kullanılmıştır. Bu sözcükler İslâm’ın ortaya çıkışından yüzyıllar sonra, yabancı kültürlerin etkisiyle sözcük anlamları dışında birer kavram hâline gelmiş ve Müslümanların dinî hayatlarını istila etmiştir. Açıklıkla belirtmek gerekir ki, “velî” ve “evliyâ” sözcükleri Kur’ân’da tamamen kendi doğal anlamlarıyla kullanılan iki sözcüktür. Tasavvuf literatürünün bu doğal anlamları bozarak halk kültürüne özel mistik anlamlar ve hiyerarşik bir derecelendirmeyi ifade etmek üzere soktuğu “veli” ve “evliya” kavramlarının Kur’an’daki “veli” ve “evliya” sözcükleriyle bir ilgisi yoktur.

Esma-i Hüsnâ’dan biri olan ve Kur’ân’da hem Allah hem de kullar için kullanılmış olan velî sözcüğü âyetlerde hep نصير[nasîr=yardımcı], مرشد[mürşid=aydınlatan, yol gösteren], شفيع [şefî‘=şefaat eden], واق[vâk=koruyucu], حميد[hamîd=öven, yücelten] sıfatları ve “karanlıklardan aydınlığa çıkarır”, “bağışlayıp merhamet eder”, “zarardan alıkoyup yarara yaklaştırır” nitelemeleri ile birlikte yer almıştır. Bu da demektir ki, velîliğin [yakınlığın] bu nitelikler ve bu sıfatlar ile yakın ilişkisi vardır. Yani, bu nitelik ve sıfatlar, velînin [yakın olanın] belirgin özellikleridir. Buna göre her nerede bir kimse için velî [yakın] sıfatı kullanılmışsa, o kimsenin “yardım eden, yol gösteren, şefaat eden, aydınlatan ve koruyan” bir kimse olduğu anlaşılmalıdır. Bunu aşağıdaki âyetlerden kolayca anlamak mümkündür:

107Göklerin ve yerin egemenliğinin şüphesiz yalnız Allah’a ait olduğunu ve sizin için Allah’ın astlarından bir yakın ve bir yardımcı olmadığını bilmedin mi?

(Bakara/107)

120Ve sen onların dinlerine/yaşam tarzlarına uymadıkça Yahûdiler ve Nasara/ Hristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar. De ki: “Şüphesiz Allah’ın kılavuzluğu, kılavuzluğun ta kendisidir.” Ve eğer bilgiden sana ulaşan şeyden sonra bunların boş ve iğreti arzularına uyarsan, senin için Allah katından herhangi bir yakın olmaz, herhangi bir yardımcı da olmaz.

(Bakara/120)

45Ve Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Ve yol gösterici, koruyucu yakın olarak, Allah yeter. Yardımcı olarak da Allah yeter.

(Nisâ/45)

123Bu iş, sizin kuruntularınızla ve Kitap Ehlinin kuruntularıyla değildir. Kim kötülük yaparsa onunla cezalandırılır. Ve o kendisi için Allah’ın astlarından bir yol gösterici, koruyucu yakın ve iyi bir yardımcı bulamaz.

(Nisâ/123)

173Artık inanan ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler; Allah, onların ödüllerini tam verecek ve armağanlarından onlara fazlalıklar da bağışlayacaktır; kulluktan çekinip büyüklük taslayan kimseler de; onlara çok acıklı bir azapla azap edecektir. Onlar, kendileri için Allah’ın astlarından bir koruyucu, yol gösterici yakın ve bir iyi yardımcı bulamazlar.

(Nisâ/173)

51Ve Rablerinin huzurunda toplanılacaklarından korkanları, Allah’ın koruması altına girmeleri için sana vahyedilenle uyar. Onların, O’nun astlarından yardım eden, yol gösteren, koruyan bir yakın kimseleri ve destekçileri, kayırıcıları yoktur.

(En‘âm/51)

70Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş/ oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak ve Kur’ân ile hatırlat/öğüt ver: Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığıyla değişim ve yıkıma düşerse, onun için Allah’ın astlarından bir yardım eden, yol, gösteren koruyan bir yakın kimse ve destekçi, kayırıcı söz konusu olmaz. Suçuna karşı her türlü bedeli ödemeyi istese de ondan alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile değişime/yıkıma uğrayan kimselerdir. İyilikbilmezlik ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.

(En‘âm/70)

37Ve Biz, böylece Kur’ân’ı Arapça; mükemmel bir yasa olarak indirdik. Ve eğer sana gelen bilgiden sonra onların boş-iğreti arzularına uyarsan, Allah’tan sana “bir yardımcı, yol gösterici yakın ve bir koruyucu” yoktur.

(Ra‘d/37)

17Ve sen, doğduğu zaman, güneşi, onların o büyük mağaralarından sağ yana yöneldiğini, battığı zaman da onları sol yandan keser-geçer göreceksin. Kendileri de ondan geniş bir boşluktadırlar. Bu, Allah’ın alâmetlerinden/göstergelerindendir. Allah kime kılavuzluk ettiyse artık o, kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Allah kimi şaşırttıysa da, artık sen ona yol gösteren bir Yakın Kimseyi asla bulamazsın.

(Kehf/17)

Bu konu için ayrıca Kehf/26, Şûrâ/28 ve 46, En‘âm/14, A‘râf/196, Yûsuf/101’e de bakılabilir.

ولاء [Velâ] sözcüğünün mastarı olan ولاية[velâyet] sözcüğü de, “arada bir şey bulunmadan bitişiklik, yakın olma, yan yana olma ve yaklaşma” demek olup yer, niyet, zaman, din gibi faktörlere bağlı kalmaksızın arkadaşlıkta ve yardımda tam bir yakınlığı ifade eder.[1] Velâyet sözcüğü Kur’ân’da 2 yerde ve bu anlamda geçmektedir:

72Kuşkusuz iman etmiş, yurtlarından göç etmiş, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşan ve barındırıp yardım eden şu kimseler; evet işte bunlar, bazısı bazısının yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakını olanlardır. İnanan ve hicret etmeyen kimselere gelince, hicret edene kadar, onlara yakınlık söz konusu değildir. Ve din uğrunda yardım isterlerse, aranızda antlaşma bulunan bir halk zararına olmaksızın, onlara yardım etmeniz gerekir. Ve Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir.

(Enfâl/72)

44İşte burada egemenlik/yardımcılık, koruyuculuk, yol göstericilik ancak hak olan Allah’a aittir. O, ödüllendirme bakımından en iyi ve kovuşturma yönünden de en iyi olandır.

(Kehf/44)

[1](Lisanü’l Arab, el İsfehani; el Müfredat, vly mad.)

Velâyet sözcüğü zaman içinde, kişilerin ve toplumların birbiriyle olan ilişkilerinde hukukî bir kavram hâline gelmiş ve bu kavram uluslararası ilişkiler düzeyinde de genel kabul görmüştür. “Reşit bir şahsın, şahsî ve mâlî işlerini gözetip yürütme hususunda kasır [becerisi ve yeteneği olmayan, eksikli] olan bir şahsın yerini tutması” demek olan bu kavram, hukuk alanında geniş bir yer işgal etmesine rağmen, mana olarak sözcüğün kök anlamı ekseninden uzaklaşmamıştır.

Velâyet sözcüğü, “ve” harfinin kesresiyle vilâyet olarak da okunur. Bu okuma şeklinin normalde anlam değişikliğine yol açmaması gerekirken vilâyet sözcüğü, “toplumsal yakınlık” manasında “emirlik, sultanlık” [devlet yakınlığı] anlamında kullanılır olmuştur.

Velâ kökünden türemiş ve mastarı velâyet olan bir sözcük de والى[vâlî] sözcüğüdür. Bu sözcük velî sözcüğü ile aynı anlamda olup Kur’ân’da Allah için de kullanılmıştır:

11Her kişi için, iki elinin arasından ve arkasından –Allah’ın işinden olarak–, onu gözetip koruyan izleyiciler vardır. Gerçekte, bir halk, kendi benliklerinde olanı değiştirmedikçe, Allah hiçbir şeyi değiştirmez. Ve Allah, bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onun geri çevrilmesi söz konusu değildir. Onlar için O’nun astlarından bir yardım eden, koruyan, yol gösteren bir yakın da yoktur.

(Ra‘d/11)

İnananların Velisi Allah, Allah’ın elçisi ve mü’min kardeşleridir:

55Sizin yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınınız, sadece Allah’tır, O’nun Elçisi’dir, bir de Allah’ı birleyerek salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan, ayakta tutan], zekâtı/vergiyi veren iman etmiş kimselerdir.

56Allah’ı, O’nun Elçisi’ni ve iman edenleri kendine yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakın kabul edenler bilsinler ki, kesinlikle Allah’ın taraftarları, galip olanların ta kendileridir.

(Maide/55, 56)

Yine aynı kökten türemiş ve aynı anlamda olan bir diğer sözcük ise مولى [mevlâ] sözcüğüdür. Hem fail hem de mef‘ul anlamında kullanılan mevlâ sözcüğü, fail anlamında kullanıldığında, velî sıfatı gibi “yakın olan, yardım eden, koruyan, yol gösteren”; mef‘ul anlamında kullanıldığında ise “yakın olunan, yardım olunan, korunan, yol gösterilen” demek olur. Nitekim İslâm Hukuku’nda köle azat eden köle sahibine fail anlamıyla mevlâ denildiği gibi, azat edilen köleye de mef‘ul anlamıyla yine mevlâ denilir.

Ancak İslâm âleminin birçok yerinde saygı için bazı kimselereمولانا [mevlânâ=mevlâmız] denmektedir ki, bize göre, Kur’ân’daki açıklamalar dikkate alındığında, bu sıfatın dinî anlamda Allah’tan başkası için kullanılması kesinlikle uygun değildir.

ALLAH’IN ASTLARI: Kur’an’ın pek çok âyetinde من دونه[min dûnihi] ve من دون اللّه[min dînillâhi] şeklinde geçen ifadeler, piyasadaki birçok meal ve tefsirde Türkçeye من غيره [min ğayrihi] ve من غيراللّه[min ğayrillâhi] anlamlarında, yani “O’ndan başka” ve Allah’tan başka” şeklinde çevrilmiştir. Oysa دون[dûn] sözcüğünün esas anlamı, “seviyesi düşük, ast” demektir.[1] Dolayısıyla bu âyetlerin Türkçeye “Allah’ın astları” şeklinde çevrilmeleri gerekir. “Allah’ın astları”ndan kasıt, O’nun yarattıklarıdır; yani melek, insan, cinn, şeytân, hayvan cinsi yaratıklardır. Dûn sözcüğünün yine bu anlam ekseninde olarak سوى[sivâ], وراء [verâ = öte, başka] manasında da kullanılması söz konusu olabilir. Nitekim Sebe/41’de bu manada kullanılmıştır. Ancak özellikle konumuz olan âyette ve bu doğrultudaki diğer âyetlerde dûn sözcüğünden seviye olarak Allah’ın altındaki bir seviyenin kastedildiği anlaşılmalıdır. Bu da Allah tarafından yaratılanların seviyesi anlamına gelir ki, bize göre tüm yaratıklar “Allah’ın astları” kapsamındadır.

Bu anlam gözetilerek âyete bakıldığında, “Allah’ın astlarından velîlere uymamamız” ifadesinden, Allah’ın astlarından olan herhangi birilerine yol gösteren, yardım eden ve koruyan yakınlar olarak uymamamızın öğütlendiği anlaşılmaktadır. Başka bir ifadeyle; yakınlık kurulacak, güvenilecek, izinden gidilecek kişi veya kurum Allah gibi mükemmel olmalıdır. Bu da böyle bir kişi veya kurumun Allah’ın sıfatlarını aynen taşıması gerektiği anlamına gelir. Yüce Allah’ın taşıdığı sıfatlara O’ndan başka hiçbir varlığın sahip olması söz konusu olmadığına göre, O’nun astlarından velîlere uymayın ifadesi ile bizlere zımnen şu mesaj verilmiş olmaktadır: “Sadece Allah’la yakınlık kurun, sadece Allah’ın yardım edeceğini, sizi karanlıklardan aydınlığa sadece O’nun çıkaracağını, yol gösterici olanın sadece O olduğunu, sadece O’nun şefaat edeceğini ve sadece O’nun koruyucu olduğunu kabullenin; O’nun astlarında böyle nitelikler kabullenmeyin ve onlarla yakınlık kurmayın!”

Âyette geçen من دونه[min dûnihi] ifadesindeki hu [o] zamiri Rabb sözcüğüne gönderilerek âyetten “Rabbinizin astlarından bir takım velîlere uymayın” anlamı çıkarılabileceği gibi, aynı zamir ما انزل[mâ ünzile] ifadesindeki ما[]ya gönderilerek âyet “Size indirilenin astlarından bir veli edinmeyin” şeklinde de anlaşılabilir. Bu durum Kur’ân’daki ifade zenginliğini göstermektedir. İkinci seçeneğe göre, söz konusu ifadenin anlamı “Kur’ân’ın yerini tutamayan kitaplara uymayın, onları kılavuz edinmeyin” şeklinde takdir edilmiş olur.

 

4Ve Biz nice kentleri değişime, yıkıma uğrattık. Azabımız kimilerine gece uyurlarken kimilerine de gündüz dinlenirlerken onlara gelivermişti. 5Azabımız onlara geldiğinde de, “Biz gerçekten şirk koşarak kendilerine yazık eden kimselermişiz!” demelerinden başka yalvarışları olmamıştı.

“Kıssadan hisse çıkarma”nın eğitim ve öğretimde en etkili yöntemlerden biri olduğu bugün tüm eğitimciler tarafından kabul edilmektedir. Gerçekten de tarihî olaylardan ve başkalarının deneyimlerinden istifade etmek, ufkun genişletilmesi yanında, atılacak yanlış adımların önlenmesinde de insanlara avantajlar sağlamaktadır. Dünya antik uygarlık kalıntılarıyla, tarih de ibret verici olaylarla doludur. İncelendiğinde, nice milletlerin ve nice medeniyetlerin Allah’a karşı tuğyan etmeleri, Allah’ın gönderdiği vahiylere kulak asmamaları ve elçileri yalanlamaları sonucu yerle bir olup yeryüzünden silindikleri görülmektedir. İşte âyetteki nice kentler ifadesi, bu örneklerin çokluğunu anlatmaktadır. Tarihte böyle kötü örneklerin çokluğu başka âyetlerde de dile getirilmiştir:

10Ve hiç kuşkusuz senden önce de elçiler ile alay edildi. Sonra da onlardan alay eden kişileri alay ettikleri şey kuşatıverdi.

(En‘âm/10)

45Sonra nice kentler de vardı ki şirk koşmak sûretiyle yanlış; kendi zararlarına iş yaparlarken Biz, onları değişime/ yıkıma uğrattık. Artık damları çökmüş, duvarları üzerine yıkılmıştır; nice terk edilmiş kuyularla bomboş kalmış yüksek saraylar!

(Hacc/45)

45-47Peki sinsice kötülükleri plânlayanlar, Allah’ın kendilerini yere batırmayacağından yahut bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden yahut onlar dolaşıp dururlarken Allah’ın, kendilerini yakalayıvermesinden, –üstelik onlar, âciz bırakanlar da değillerdir– yahut da kendilerini azar azar/korku içinde yakalamasından emin mi oldular? İşte, şüphesiz sizin Rabbiniz, kesinlikle çok şefkatlidir, çok merhametlidir.

(Nahl/45-47)

11Biz, şirk koşmak sûretiyle yanlış; kendi zararlarına iş yapan nice kentleri de kırıp geçirdik. Onlardan sonra da başka toplumları var ettik.

12Öyle ki onlar azabımızın şiddetini hissettikleri zaman ondan hızla uzaklaşıp kaçıyorlardı. –13Hızla uzaklaşıp kaçmayın, sorgulanmanız için, içinde şımarıp azdığınız şeylere ve evlerinize dönün.–

14Onlar: “Yazıklar olsun bizlere! Şüphesiz biz gerçekten yanlış davrananlar; kendi zararlarına iş yapanlar imişiz” dediler.

15İşte onların bu çağrıları, onları biçilmiş bir ekin ve sönmüş ocak/kül hâline getirinceye kadar son bulmadı.

(Enbiyâ/11-15)

  1. âyette, cezayı hakk eden kavimlerin helâk edildikleri “iki vakt”e dikkat çekilmiştir. Bu vakitler, coğrafî özellikler sebebiyle Arapların istirahat ettikleri; gece uyudukları ve öğleyin kaylûle yaptıkları [öğle uykusuna yattıkları] vakitlerdir. Yani bu vakitler, Arapların kendilerini en çok güvende hissettikleri vakitlerdir. Nitekim aynı coğrafyada yaşamış olan Lût (as)’ın kavmi seher vaktinde, Şu‘ayb (as)’ın kavmi de öğle vaktinde helâk edilmişlerdir. Helâkin, suçluların en beklemedikleri ve kendilerini en çok güvende hissettikleri vakitlerde gerçekleşeceği, bu sûrenin ilerideki âyetlerinde de bildirilmiştir:

97-99Acaba o kentlerin halkı, geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmesinden güvende oldular mı? Yoksa o kentlerin halkı, kuşluk vakti anlamsız işlerle uğraşırlarken onlara azabımızın geleceğinden güvende oldular mı? Öyleyse Allah’ın ince plânından güvende oldular mı? Ziyana uğramış topluluktan başkası Allah’ın ince plânından kendini güvende görmez.

(A‘râf/97-99)

  1. âyetteki, Hışmımız onlara geldiğinde, “Biz gerçekten zâlimlermişiz!” demelerinden başka yalvarışları olmamıştı ifadesinden, azabın gelmesiyle müşrikler için suçlarını itiraf ve ikrar etmekten başka yapacak bir şey kalmadığı anlaşılmaktadır. Suçlular hışmı görünce gerçeği kabullenmektedirler, ancak o saatte artık iş işten geçmiş olmaktadır. O andaki iman ve itiraflar, يأس [ye’s] ve بأس[be’s] sebebiyle olduğu için işe yaramamaktadır.[2]

ZULM: Zulm: “bir şeyi, aslında olması gereken yerin dışına koymak” demektir. Aslı, “Kurdu sürüye çoban etti” deyiminden gelmektedir.

İşkence, sınırı aşmak, maksattan meyletmek, cahillik, inançsızlık, fiziki ve ruhi karanlıklar bu sözcükle ifade edilir.[3]

Âyette geçen Biz gerçekten zâlimlermişiz! ifadesindeki zulm, insanın kendi kendisine ettiği zulümdür. Yani yaptığı en büyük yanlıştır. Kur’ân’ın birçok âyetinde daha yer alan bu zulm ile kasdedilen, “şirk”tir:

13Ve hani bir zaman Lokmân oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki Allah’a ortak koşmak, kesinlikle büyük bir yanlış davranıştır; kendi zararlarına iş yapmaktır” demişti.

(Lokmân/13)

82Şu iman edenler ve imanlarına yanlış; kendi zararlarına olan iş giydirmeyenler/ ortak koşma inancı karıştırmayanlar, işte onlar, güven kendilerinin olanlardır. Kılavuzlandıkları doğru yolu bulanlar da onlardır.

(En‘âm/82)

21Yoksa onların, Allah’ın dinde izin vermediği şeyi kendileri için meşru kılmış ortakları mı vardır? Eğer “Fasl Sözü” olmasaydı, aralarında kesinlikle işleri bitirilmişti. Ve şüphesiz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar; kendileri için acı bir azap olanlardır.

(Şûrâ/21)

Bu âyetlerde insanlara akıllı olmaları, felâket kapıyı çalmadan akıllarını başlarına almaları gerektiği, aksi hâlde pişmanlık duyacakları, ama o andaki pişmanlığın yarar sağlamayacağı ihtar edilmektedir.

6Sonra da andolsun, kendilerine elçi gönderilmiş olanları da sorguya çekeceğiz, andolsun, gönderilen elçileri de sorguya çekeceğiz.

Kur’ân âyetlerinde bulunan birçok vurgunun çeviriye bire bir yansıtılması teknik olarak mümkün olmadığından, bazı durumlarda bu âyetteki gibi ek bilgi aktarılmasına ihtiyaç duyulmaktadır.

Bu âyetin ف[fe] takip edatı ile başlamasından anlaşılmaktadır ki, tuğyanları sonucu Allah’ın indirdiklerine uymayanların bu dünyada helâk edilmeleriyle işleri bitmemektedir. Çünkü âyette, helâkin arkasından bir de sorgulamanın varlığı ihtar edilmektedir.

Gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir husus, kendilerine elçi gönderilmiş olanların sorgulanacağı yargı gününde, gönderilen elçilerin de sorgulanmaktan vareste tutulmayacaklarıdır. Bu durum, hem işin ciddiyetini hem de sorgunun genişliğini ifade etmektedir. Peygamberleri bile kapsayacak olan bu sorgulamadan ne cemaat önderlerinin, ne üstatların, ne de kerametleri müritlerinden menkul tarikat şeyhlerinin kaçması mümkün olacaktır.

Bilindiği gibi, sorgulama ya öğrenmek ve anlamak, ya da ikrar ettirmek ve ortaya çıkarmak için yapılır. Rabbimizin yapacağı sorgulamanın öğrenmek ve anlamak maksadıyla olmayacağı açıktır. Çünkü her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilmekte olan ve hiçbir şeyin kendisinden gizli kalamayacağı Rabbimizin öğrenme amaçlı soru sormasına gerek yoktur. Nitekim bu durum başka âyetlerde şöyle ifade edilmiştir:

39Artık işte o gün, bildik-bilmedik, gelmiş-gelecek hiç kimse, bir başkasının günahından sorumlu tutulmaz.

(Rahmân/39)

78Karun, “Bu servet, bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi” dedi. Bilmez miydi ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı, birikimi olan kimseleri kesinlikle değişime/yıkıma uğratmıştı. –Ve bu günahkârlar, diğerlerinin günahlarından sorumlu tutulmaz.–

(Kasas/78)

Zaten sorgulama sırasında işlenen suçlar yüzlerden okunacak ve bizzat insanın organları tarafından ortaya dökülecektir. Rabbimizin sorgulamasının ikrar ettirmeye ve ortaya çıkarmaya yönelik olduğu buradan da anlaşılmaktadır. Kısaca belirtmek gerekirse, bu sorgulama kınama, azarlama ve mahşer halkına ifşayı da kapsayan bir hesap sorma niteliğindedir.

Âyette, kendilerine elçi gönderilen halk ile elçinin bir arada zikredilmesi, toplumdaki önderler ile bunlara uyanlar arasındaki tâbiiyetin de karşılıklı sorumluluk gerektirdiğini ve sorgulama kapsamında olduğunu göstermektedir. Toplumlar ve o toplumların bireyleri, tâbi oldukları kişi veya kurum ile aralarındaki karşılıklı ilişki sebebiyle birbirlerinden sorumlu tutulacaklardır. Ne var ki, sorgulananların dünyada iken kendi aralarında kurmuş oldukları tüm bağlar ve yakınlıklar sorgulama esnasında ortadan kalkacaktır:

25-28Birbirlerinin yüzüne dönüp soruyorlar: “Gerçekte biz daha önce ailemiz içinde korkanlardan idik. Allah bizi kayırdı ve bizi içe işleyen azaptan korudu. Şüphesiz biz daha önce, O’na yalvarıyor idik. Şüphesiz O, iyilik yapanın, acıyanın ta kendisidir.”

(Tûr/25)

101Artık Sûr’a üflendiği zaman, işte o gün aralarında soy-sop ilişkisi yoktur, kimse kimseden bir şey isteyemez de.

(Müminûn/101)

Aslında önderler ve halk arasındaki bu durum geneldir ve birbiriyle ilişki içinde olan herkes bu ilişkilerinden sorumlu tutulacak ve sorgulanacaktır:

92,93İşte, andolsun Rabbine ki, Biz, kesinlikle onların hepsini yaptıkları şeylerden hesaba çekeceğiz.

(Hicr/92-93)

Ancak bu sorgulamanın temel muhataplarından biri de peygamberlerdir. Peygamberlere halkın kendilerini nasıl karşıladığı sorulacağı gibi, halka da peygamberlere nasıl davrandıkları sorulacaktır:

65Ve o gün Allah, onlara seslenir de; “Gönderilen elçilere ne cevap verdiniz?” der.

(Kasas/65)

109Allah, elçileri toplayacağı gün şöyle diyecek: “Size verilen cevap nedir?” Onlar: “Bizim hiçbir bilgimiz yoktur; şüphesiz ki Sen, görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği en iyi bilenin ta kendisisin” dediler.

(Mâide/109)

Buna örnekler:

116-118Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah’ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” Îsâ: “Sen arınıksın, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen, bunu kesinlikle bilmiştin. Sen, benim içimde/özümde olanı bilirsin, ben ise Senin zatında olanı bilmem. Şüphesiz Sen; görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği en iyi bilenin ta kendisisin! Ben, onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ dedim. Ve ben, içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen, beni vefat ettirdin; geçmişte yaptıklarımı ve yapmam gerekirken yapmadıklarımı bir bir hatırlattırdın/ beni öldürdün, Sen, onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar, senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapanın ta kendisisin” dedi. (Maide/116-118)

30Elçi de: “Ey Rabbim! Hiç şüphesiz benim toplumum şu Kur’ân’ı mehcur/ terk edilmiş bir şey edindiler” dedi. (Furkan/30)

7,8Ve hani Biz, doğru kimselere doğruluklarından sormak için peygamberlerden; Nûh’tan, İbrâhîm’den, Mûsâ’dan ve Meryem oğlu Îsâ’dan ‘kesin söz’lerini almıştık. Senden de ‘kesin söz’ aldık. Biz, onlardan ağır bir ‘kesin söz’ aldık. Ve Allah, kâfirler; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler için acı verecek bir azabı hazırladı.

(Ahzâb/8)

Kendilerine elçi gönderilen halk ile elçinin bir arada zikredilmesinin bize gösterdiği bir diğer husus da, kendilerine peygamber gelmemiş [mesaj tebliğ edilmemiş] toplumların sorgulanmayacağıdır. Bu husus, başka bir âyette farklı bir ifadeyle yer almıştır:

15Kim, kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz, bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık.

(İsrâ/15)

7Sonra da andolsun, onlara, bir bilgi ile anlatacağız; çünkü Biz uzakta olanlar değildik.

Rabbimiz bir önceki âyette hem elçileri, hem de elçi gönderdiği toplumları sorgulayacağını bildirmişti. Bu âyette de onlara bir bilgi ile anlatacağız ifadesiyle sorguda neler yaşanacağını özetlemektedir. Sorgunun ayrıntıları ise aşağıda mealleri verilen âyetlerde bildirilmiştir. Bu âyetlere göre, inkârcıların feci şekilde yok edilişleriyle kapanmış olmayan hesapları sorgulama ile devam edecek, helâk edilmelerine sebep olan her şey, küçük-büyük hiçbir suçu dışarıda bırakmayan kitaplar [amel defterleri] hâlinde önlerine getirilerek bizzat kendilerine okutturulacaktır. Dolayısıyla, hesaplaşma gününde hiç kimse yaptıklarının [işlediklerinin] unutulacağını zannetmemelidir:

52Ve onların işledikleri her şey, yazıtlarda kayıt altındadır. 53Küçüğün, büyüğün, hepsi satır satır yazılmıştır.

(Kamer/52-53)

28,29 Ve her önderli toplumu, diz çökmüş görürsün. Her önderli toplum, kendi kitabına çağrılır: “Bugün, yapmış olduğunuz amellerin karşılığı size verilecektir. İşte bu, yüzünüze karşı hakkı konuşan Bizim kitabımızdır. Şüphesiz Biz, sizin yaptıklarınızı yazdırıyorduk/ birebir kopyalatıyorduk.”

Casiye/28, 29

49Ve Kitap/ amel defteri konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük-küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış” derler. Ve onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye haksızlık etmez.

(Kehf/49)

13,14Ve her insanın kendi yaptıklarının karşılıklarını, ayrılmayacak şekilde boynuna doladık. Ve Biz, kıyâmet günü açılmış bulacağı kitabı onun için çıkarırız: “Oku kendi kitabını! Bugün kendi zatın, kendine karşı hesap sorucu olarak sana o yeter!”

(İsrâ/13-14)

 

3,4Ve kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler: “Bize o kıyâmetin kopuş anı gelmeyecektir” dediler. De ki: “Evet, gelecektir. Görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilen Rabbime andolsun ki iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan o kimselere –ki işte onlar kendileri için bir bağışlanma ve hatırı sayılır bir rızık olanlardır– karşılıklarını vermek için size kesinlikle gelecektir. O’ndan göklerde ve yerde zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi kesinlikle açık bir kitaptadır.”

(Sebe/3)

Yapılan her şeyin hesaplaşma gününde ortaya getirilecek bir kitapta bulunacağı, Rabbimizin çünkü Biz gaipler [uzakta olanlar] değildik ifadesinden de anlaşılmaktadır. Rabbimiz, kimseden uzakta olmadığını, herkese çok yakın olduğunu başka âyetlerde de beyan etmiştir:

16Ve andolsun insanı Biz oluşturduk. Nefsinin kendisine neler fısıldadığını da biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız. 17,18Onun sağından ve solundan (her yanından) yerleşik iki tesbitçi onun her işini tesbit edip dururken, insan hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın.

(Kâf/16-18)

4O, gökleri ve yeri altı evrede oluşturan sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran, yeryüzüne gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilendir. Ve nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir. Ve Allah yaptıklarınızı en iyi görendir.

(Hadîd/4)

8Ve tartı, o gün haktır. Kimin terazileri/tartıları ağır basarsa, işte onlar kurtulanlardır.

9Ve kimin terazileri/ tartıları hafif kalırsa, işte onlar âyetlerimize karşı zâlimlik etmelerinden dolayı kendilerini ziyana sokan kimselerdir.

Bu âyetler, hesaplaşma günündeki sorguda mutlaka adaletle davranılacağını, kesinlikle kimseye haksızlık yapılmayacağını vurgulamaktadır. Terazinin ağır basması ve hafif gelmesi şeklinde ifade edilen bu vurgulama, daha önce 30. sırada inmiş olan Kâriah sûresi’nde geçmiş ve orada yeterli açıklama yapılmıştı. Ancak İşte Kur’ân‘ın 1. cildi elinde olmayanlar için bu açıklamayı tekrar sunuyoruz:

Âyette geçenموازين [mevâzîn] sözcüğü, kalıbı itibariyle hemميزان [mîzân] sözcüğünün, hem deموزون [mevzûn=ölçülen] sözcüğünün çoğulu olabilir.

Mîzân, “ölçü ve tartı işleminde kullanılan ölçü aleti” demektir. “Terazi” olarak özelleştirilmiş olsa da sadece ağırlık ölçmeye mahsus bir alet değildir. Isı ve hız gibi fiziksel özellikleri ölçmeye yarayan ölçü aletleri de “mîzân” kapsamındadır. Mîzân [terazi] sözcüğü mecâzen hukukta ve iyilik ile kötülüğün ölçülmesinde de kullanılır. Hukuk düzeninde “adalet”in sembolü hâline gelen terazi; “hak terazisi”, “iyilik terazisi”, “akıl terazisi” gibi deyimlerle bütün dillerde aynı anlama gelen kavramları temsil etmektedir.

Âyetteki mevâzîn sözcüğü mîzân sözcüğünün çoğulu olarak kabul edilirse, âyet “kimin terazileri ağır basarsa” şeklinde; mîzân’ın değil de mevzûn sözcüğünün çoğulu olarak kabul edilirse, âyet “kimin tartıları ağır gelirse” şeklinde çevrilebilir.

Yararlı olacağını düşünerek tartı ve terazi sözcüklerinin yer aldığı Kur’ân âyetlerini tekrar hatırlatıyoruz:

105İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na ulaşmayı bilerek reddetmiş/ inanmamış kimselerdi de bu yüzden yaptıkları bütün amelleri boşa gitti. Artık kıyâmet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız/ hiç bir değer vermeyiz.

(Kehf/105)

47Biz kıyâmet günü için “hak edilen pay terazileri” koyarız; hiçbir kimse, hiçbir şekilde haksızlığa uğratılmaz. O şey bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getiririz. Ve hesap görenler olarak Biz yeteriz.

(Enbiyâ/47)

101Artık Sûr’a üflendiği zaman, işte o gün aralarında soy-sop ilişkisi yoktur, kimse kimseden bir şey isteyemez de.

102Böylece kimlerin tartıları ağır basarsa, işte onlar asıl kurtuluşa erenlerdir.

103Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; cehennemde sürekli kalıcıdırlar.

104Orada onlar, dişleri sırıtır hâlde iken ateş yüzlerini yalar.

105Benim âyetlerim size okunmadı mı? Siz de onları yalanlıyor muydunuz?

106,107Dediler ki: “Rabbimiz! Azgınlığımız bizi yendi ve biz, bir sapıklar topluluğu olduk. Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha aynısını yaparsak işte o zaman gerçekten biz yanlış; kendi zararlarına iş yapanlarız.”

108Allah dedi ki: “Sinin oraya! Bana konuşmayın da.

(Müminûn/101-108)

25Andolsun ki Biz, elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların hakkaniyeti ayakta tutmaları ve Allah’ın, dinine ve elçilerine, kimse kendilerini görmediği ve tanımadığı yerlerde yardım edenleri bildirmesi/ işaretleyip göstermesi için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz, kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlar için yararlar bulunan demiri/ gözünü keskinleştiren, kişiyi kurmay yapan Kurân’ı da indirdik. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, mutlak üstündür.

(Hadîd/25)

17Allah, bu kitabı ve teraziyi/ ölçüyü hakla indiren Zat’tır. Ve sana ne bildirir ki, belki de o kıyâmetin kopuş zamanı çok yakındır!

(Şûrâ/17)

7-9Ve semayı da oluşturdu, onu yükseltti ve terazide/ölçüde/dengede taşkınlık etmeyesiniz diye teraziyi/ölçüyü/dengeyi koydu. Ölçüyü hakkaniyetle dikin/ayakta tutun, teraziye/ölçüye/dengeye zarar vermeyin.

(Rahmân/7-9)

Tartı ve terazi konusu, geçmişte Ehl-i Sünnet ve Mutezile ekollerinin farklı anlayışlar geliştirmelerine neden olmuş bir konudur. Kimileri bu teraziyi iki kefeli pazar terazisi gibi anlamışlar ve birçok rivâyeti kendilerine destek yapıp âhirette Cebrâîl’in bu terazi ile insanların iyiliklerini ve kötülüklerini tartacağını ileri sürmüşlerdir. Kimileri de âyetlerde geçen tartı ve terazi ile mecâzen “adalet”in kastedildiğini; Allah’ın olan-biten her şeyi bilmesi nedeniyle âhirette gerçek terazi ile tartı yapmanın bir mantığı bulunmadığını söylemişlerdir. Bu konuda ileri sürülen görüşlerin ayrıntıları Kelâm kitaplarında mevcuttur.

Bizim görüşümüz de tartı ve terazi ile “adalet”in kastedildiği yolundadır. Yukarıda mealleri verilen Rahmân/7-9, Şûrâ/17 ve Hadîd/25’e dikkat edildiğinde, Rabbimizin bu dünya için de “mîzân” [tartı ve terazi] koyduğu anlaşılmaktadır. Görünürde fizikî olarak Allah tarafından indirilmiş bir terazi mevcut olmadığına göre, âyetlerde tartı ve terazi ile kastedilen husus kefeli, gramlı, okkalı terazi değil, “adalet”tir. Öyleyse âhiretteki tartı ve terazi ile de “adalet” kastedilmiştir: Kur’ân, kimsenin kesinlikle hakksızlığa uğramayacağını; terazisi ağır basanların -ki bunlar inananlardır- mutlu bir yaşamda olacaklarını, terazisi hafif çekenlerin de -ki bunlar da inançsızlardır- kızgın ateş çukurunda olacaklarını bildirmektedir. Hatırlanacak olursa, bu durum farklı üslûpla Tîn sûresi’nde de ifade edilmişti.

Tartının ağır basması ve hafif çekmesi, genellikle iyiliklerin ve kötülüklerin birlikte tartılması sonucu iyiliklerin veya kötülüklerin birbirine göre ağır basması veya hafif çekmesi olarak anlaşılmaktadır. Oysa bu anlayış Kur’ân’a uymamaktadır. Kur’ân’ın ifadelerine göre, inananlar günahları [kötü davranışları] bulunsa da -Allah o kötülükleri örteceği için- cehenneme girmeyeceklerdir. İnançsızlara gelince, onların iyi davranışları olsa bile cehenneme gireceklerdir. Yapılan iyilik ve kötülükler ise cennet ve cehennem hayatında etkili olacaktır. Yani inançsız birisi iyi işler yaptıysa, cehennemdeki azabında hafiflik söz konusu olacaktır; inançlı birisi de kötülük yaptıysa cennette eriştiği nimetler ve alabileceği zevkler ona göre az olacaktır. Böylece herkes zerre kadar iyiliğinin de, kötülüğünün de karşılığını almış olacaktır. Sonuç olarak; tartıları ağır bastıranın iman, tartıları hafif çektirenin ise küfür/şirk olduğu anlaşılmaktadır.

 

10Ve hiç kuşkusuz Biz, sizi yeryüzünde yerleştirdik ve orada size geçimlikler sağladık; kendinize verilen nimetlerin karşılığını ne kadar da az ödüyorsunuz!

Buraya kadar olan âyetlerde Allah’ın indirdiğine uyulması ve Allah’tan veya Kur’ân’dan başka velî edinilmemesi öğütlenmiş, herkesin hesaba çekileceği ve sorgulanan herkese adaletle muamele yapılacağı bildirilmişti. Allah’ın dinine uymayanlar ise hem dünyada hem de âhirette azap ile tehdit edilmişti.

Bu âyette ise insana onu bu dünyaya yerleştirenin, orada kentler, yurtlar kurduranın, yaşayabilmesi için meyve, sebze, hava ve su gibi nimetleri ve her türlü aracı sağlayanın Rabbimiz olduğu hatırlatılmakta, arkasından da nankörlüğü dile getirilerek tehditkâr bir ifade ile uyarılmaktadır. İnsanın nankörlüğünün vurgulandığı âyetlerden biri de aşağıdaki âyettir:

32-34Allah, gökleri ve yeri oluşturan, gökten su indirip de onunla size rızık olarak çeşitli meyveler çıkarandır. Ve Allah, emri gereğince denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi/ sizin yararlanacağınız özelliklerde yarattı, ırmakları da emrinize verdi. Sürekli olarak dönüş hâlinde olan güneşi ve ayı da emrinize verdi/ onları da yararlanacağınız özelliklerde yarattı. Geceyi ve gündüzü de sizin emrinize verdi. Ve O, Kendisinden istediğiniz her şeyden size verdi. Allah’ın nimetini saymak isterseniz de sayamazsınız! Şüphesiz insan kesinlikle çok yanlış; kendi zararına iş yapan, çok iyilikbilmez biridir.

(İbrâhîm/32- 34)

İnsanın hem kendini hem de İblisi biraz daha yakından tanımasını sağlayan 11-18. âyetlere geçmeden önce, aynı konunun işlendiği Sâd/71-85’den oluşan pasaj ile bu sûrenin 11-18. âyetlerinden oluşan pasajın birlikte değerlendirilmesinin yararlı olacağı kanısındayız. Bu önerinin dikkate alınması, konunun daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.

11Ve hiç kuşkusuz Biz, sizi oluşturduk, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da evrendeki güçlere, “Âdem’e/ bilgilenmiş, vahiy almış insana boyun eğip teslim olun” dedik; İblis/düşünce yetisi hariç onlar hemen boyun eğip teslim oldular; o, boyun eğip teslim olanlardan olmadı.

Sözü edilen olayları yaşamış olanlar insanoğlunun ilk ataları olmasına rağmen, âyette onlar için ikinci çoğul zamiri olan “siz” ifadesi kullanılmıştır. Rabbimiz Kur’ân’ın muhataplarına sanki insanlığın ilk döneminde yaşamış insanlar onlarmış gibi hitap etmektedir. Bu tarz anlatımlar, olayı canlı tutmak ve anlatılan olayı muhataba yaşatmak maksadıyla kullanılmaktadır. Zaten konu da bir haber şeklinde değil, temsilî bir anlatımla işlenmektedir. Böylelikle muhataplara kendilerini Âdem yerine koyarak olayları canlı bir tiyatro sahnesindeymiş gibi hissetmeleri sağlanmaktadır. Bir şeyi yaşayarak veya yaşarmış gibi hissettirerek öğretmek, etkili bir eğitim metodudur. Bu metodun uygulandığı anlatımlara Kur’ân’da sıkça rastlanır:

49Ve hani Biz, bir zaman sizi, sizi azabın en kötüsüne çarptıran, oğullarınızı boğazlayan; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiren, kadınlarınızı utanca boğan Firavun’un yakınlarından kurtarmıştık. –Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir bela vardı.–

(Bakara/49)

72Ve hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle atışmıştınız. Hâlbuki Allah, saklamış olduğunuzu çıkarandır.

(Bakara/72)

63Hani bir zamanlar Biz, sizden, “Allah’ın koruması altına girmeniz için verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun ve içindekileri hatırınızdan çıkarmayın!” diye sağlam bir söz almıştık ve sizin üstünüzü; seçkininiz Mûsâ’yı Tûr’a/dağa yükseltmiştik/çıkarmıştık.

(Bakara/63)

[1] Lisanü’l Arab, el İsfehani; el Müfredat, vly mad.)

[2]              İman-ı ye’s ve iman-ı be’s konusunun ayrıntıları, Tebyînu’l-Kur’ân/İşte Kur’ân’ın, Kıyâmet sûresi’nin tahlilinde “Zoraki İman” başlığı altında verilmiştir.

[3] (Lisanü’l Arab, “zlm” mad. )

  1. âyette dikkat edilmesi gereken bir başka husus da; Biz, sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da meleklere, “Âdem’e secde edin” dedik ifadesindeki tekâmül aşamalarıdır. İnsanoğlunun “yaratılış”, sonra “mükemmelleştirme”, sonra da “sorumluluk yükleme” aşamalarından geçtiğini bildiren bu ibarede iki tane ثمّ [sümme=sonra] edatı kullanılmış ve böylece bu aşamaların bir anda olmadığı, birbiri ardına meydana geldiği ifade edilmiştir. Tekâmül aşamaları arasına konan iki adet sümme [sonra] sözcüğünün temsil ettiği zaman dilimi, Sâd/70-72’nin tahlilinde söylediğimiz gibi belki de milyonlarca yılı kapsamaktadır.

12Allah, “Sana emrettiğim zaman, seni boyun eğip teslimiyet göstermekten ne alıkoydu?” dedi. İblis, “Ben, ondan hayırlıyım; beni ateşten/enerjiden oluşturdun, onu da çamurdan/maddeden oluşturdun” dedi.

Allah ile İblis arasında geçen bu konuşmadan ilk anlaşılan, İblis’in ateşten [enerjiden] yaratıldığını gerekçe göstererek Âdem’den/beşerden üstün olduğunu iddia etmesi ve Allah’ın emrine karşı gelmesidir. Ancak dolaylı olarak anlaşılan bir başka nokta da, ateşin [enerjinin] Âdem’in yaratıldığı “çamur”dan [maddeden] daha üstün olduğunun zımnen ifade edilmiş olmasıdır. Rabbimizin İblis’e cevap vermeyerek doğruluğunu teyit ettiği bu üstünlüğün sebebi bugün için bilinmemektedir. Ancak zaman içinde enerjinin maddeden üstün olduğunu ortaya çıkarmak için araştırma yapacak bilim adamlarının elde edecekleri başarılı sonuçlarla bu sebebin anlaşılabilmesi ihtimal dâhilindedir.

Âyetteki اذ امرتك[iz emertüke = sana emrettiğim zaman] ifadesi, 11. âyetteki istisnânın “istisnâ-i muttasıl” olduğunu, yani İblis’in kesinlikle meleklerden birisi olduğunu göstermektedir. Zira Allah’ın 11. âyetteki secde edin talimatı tüm meleklere yöneliktir. İblis’e yönelik olarak “Sen de secde et!” gibi ayrıca bir talimat söz konusu değildir. Eğer İblis meleklerden olmasa idi, ona da ayrıca emir verilmiş olması gerekirdi.

 

13Allah, “Öyleyse oradan hemen alçal, senin için orada büyüklük taslamak olmaz, hemen çık, sen kesinlikle aşağılıklardansın” dedi.

Hatırlanacak olursa, Sâd sûresi’ndeki temsilî anlatımda İblis’e الرّجيم[racîm] ve الّعين [lâ‘în] denilmişti. Aynı sahne bu âyette de gözler önüne serilmiş ve bu sefer İblis’e aşağılıklardansın denilmiştir. İblis için kullanılan bu niteleyici sözcükler hemen hemen aynı anlamlara gelen sözcüklerdir. İblis artık hep bu yaftaları taşıyacak ve her zaman aşağılık, lânetli ve racîm olarak tanınacaktır. Çünkü böyle programlanmıştır; kaderi böyledir.

Birçok meal ve tefsirde “ininiz” olarak çevrilen اهبطوا[ihbitû=alçalın] ve اخرج [uhruc=çık] ifadeleri Kur’ân okuyanların daima merakını uyandırmış, bu merakı gidermek üzere İblis’in nereden ineceği, nereden çıkacağı hakkında klâsik eserler tarafından da nakledilen bir sürü senaryolar üretilmiştir. İblis’in “cennetten kovulduğu”, “semâdan kovulduğu”, “denizin ortasındaki bir adaya kovulduğu” gibi iddiaları içeren bu senaryoların tümü dayanaksız, dolayısıyla da asılsızdır. Buradaki ifadenin temsilî bir anlatım olduğu unutulmamalı ve İblis’in kovulmasını dile getiren bu ifadeler, “İblis’in bulunduğu konumdan aşağı inmesi, rütbesinin düşürülmesi” şeklinde değerlendirilmelidir. Olay sanki bir tiyatro sahnesinde canlandırılmakta olduğundan, İblis de bu sahnenin içindedir ve başka herhangi bir mekân veya mahalde olması söz konusu değildir. Dolayısıyla bir “yer” veya “mekân”dan değil, Türkçe’deki “defol, hadi oradan” sözlerine denk gelen bir ifade ile sahnede canlandırdığı “konum”dan kovulmaktadır.

14İblis, “Yeniden diriltilecekleri güne kadar bana süre ver” dedi.

İblis’in bu talebi, Sâd/79’da Rabbim! O hâlde tekrar diriltilecekleri güne kadar beni bakıt [beni karşında tut/mühlet ver] sözleri ile verilmişti. Dikkat edilirse, İblis’in konumuz olan âyetteki ifadesinde “Rabbim” sözcüğü yer almamaktadır. Ancak buradan hareketle İblis’in Allah’a karşı saygısızlık yaptığı düşünülmemelidir. Çünkü İblis hiçbir zaman Allah’a karşı saygısızlık yapmamıştır. Bu âyette “Rabbim” sözcüğünün olmaması, bir ifadenin aynı sözcüklerle birebir tekrar edilmesi şeklindeki edebî kusura Kur’ân’da yer verilmemesinden dolayıdır. Kur’ân’da özel mesajlar dışındaki tekrarlarda hep farklı üslûp ve sözcükler kullanılmıştır. Dolayısıyla İblis’in bu âyetteki sözlerinin de sanki içinde saygı ifade eden “Rabbim” sözcüğü varmış gibi anlaşılması gerekmektedir. Yoksa İblis’in Allah’a karşı saygısızlık yapması ve Allah’ın da bu saygısızlığa mükâfat verirmiş gibi ona kıyamete kadar müsaade etmesi düşünülemez. İblis’in Âdem’e secde etmeyişi [boyun eğmeyişi] onun âsiliğinden değil, Allah’ın onu bu şekilde yaratmış olmasındandır. Yani, İblis’e kendi irâdesi ile suç işleme veya işlememe serbestliği verilmemiştir. O, kendisine ne görev verildiyse onu yapmaktadır.

15Allah, “Sen süre verilmişlerdensin” dedi.

Rabbimiz bu âyette İblis’e haşre kadar süre verdiğini bildirmiştir. Yani İblis, –Sâd sûresi’nde açıklandığı gibi– kıyâmete kadar insanın ayrılmaz bir parçası olacak, haşirde de “karîn”i [yaşıtı] olmak sıfatıyla insanın aleyhinde tanıklık yapacaktır.

16,17İblis, “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, andolsun ki ben, onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine andolsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenler bulmayacaksın” dedi.

Yani, bana bu iğva gücünü vermene karşılık ben de vazifemi yapacağım; Senin dosdoğru yolun [insanları cennete götüren yolun] üzerine oturacağım; orada pusu kuracağım ve onlara dört yönden geleceğim, onları etkileyeceğim.

Bu ifadeler Sâd sûresi’nde; (İblis,) “Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka azdıracağım, ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesnâ” dedi şeklinde verilmişti. Hicr sûresi’nde ise; (İblis) dedi ki: “Rabbim! Beni Sen azdırdığın [beni azdırmak için yarattığın] için, mutlaka ben de yeryüzünde onlara süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini mutlaka azdıracağım!” şeklinde verilecektir.

İblis’in bu beyanının Allah’a bir meydan okuyuş olmadığına dikkat edilmelidir. Burada İblis, kendisini kimin görevlendirdiğini ve görevine göstereceği sadakati açıklamaktadır.

Âyette geçen الاغواء[iğvâ] sözcüğü, “aşırı derecede sapıklık isteğinin kalbe yerleştirilmesi” demektir. İblis, “İçime yerleştirdiğin bu saptırma yetisi sebebiyle” diye açıklamada bulunmak sûretiyle, bu özelliğin benliğine Allah tarafından yerleştirildiğini ifade etmiştir. Allah İblis’in içine saptırma yetisini yerleştirmekle birlikte, ona bu konuda bir zorlama gücü vermemiştir. Ayrıntılarını İsrâ ve İbrâhîm sûrelerinde öğreneceğimiz gibi, İblis’in insanlar üzerinde herhangi bir şekilde yaptırım gücü yoktur:

63-65Allah dedi ki: “Git! Sonra onlardan kim sana uyarsa, bilin ki, şüphesiz ki, cezanız yeterli bir ceza olarak cehennemdir. Onlardan gücünü yetirdiklerini sesinle sars. Ve atlılarınla ve yayalarınla onların üzerine yaygara kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun.” –Ve şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.– Şüphesiz ki, Benim kullarım, senin için onlar aleyhine hiçbir güç yoktur.” –Tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” olarak da Rabbin yeter.–

(İsrâ/65)

22Ve iş bitince şeytan [İblis/düşünce yetisi] onlara, “Şüphesiz ki Allah size gerçek vaadi vaat etti, ben de size vaat ettim, hemen de caydım. Zaten benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi çağırdım siz de bana karşılık verdiniz. O nedenle beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın! Ben sizi kurtaramam, siz de benim kurtarıcım değilsiniz! Şüphesiz ben, önceden beni Allah’a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim” dedi. –Şüphesiz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar, kendileri için acı bir azap olanlardır!

(İbrâhîm/22)

41-44Allah dedi ki: “İşte bu Benim üzerime aldığım dosdoğru bir yoldur. Sana uyan azgınlardan başka, kullarımın üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Şüphesiz ki onların hepsine vaat edilen yer de cehennemdir. Onun için yedi kapı vardır. O kapıların her biri için onlardan bir parça ayrılmıştır.”

(Hicr/41-44)

99,100Şüphesiz ki iman etmiş ve Rablerine işin sonucunu havale eden kimseler üzerinde Şeytan-ı Racim’in hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onun zorlayıcı gücü, ancak kendisini, yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakın edinenler ve Allah’a ortak koşanların ta kendileri olan kimseler üzerinedir.

(Nahl/99-100)

İblis’in, insanların üzerine geleceğini söylediği dört yön [ön, arka, sağ ve sol] ile ilgili olarak klâsik eserlerde birçok yorumlar yapılmış ve yönler “Dünya tarafından, âhiret tarafından, iyilik tarafından ve kötülük tarafından” veya “Gördükleri yerden, görmedikleri yerden, şehvetlerinden, öfkelerinden ve akıllarının erdiğinden-ermediğinden” şeklinde tanımlanmaya çalışılmıştır.

Bize göre bu yönler, İblis’in etkilendiği yönlerdir. Tekvîr sûresi’nin tahlilinde “insandaki düşünce yetisi” olarak tanımladığımız İblis, çevredeki olayların etkilerine karşılık insanın zihninde oluşan dolaylı bir tepki şeklinde faaliyet göstermekte, duyu organlarıyla algılanan her şeye karşı ânında bir ham düşünce üretmektedir. Bu da, “insanın aklına geliveren ilk şey”dir. Dolayısıyla, İblis’i harekete geçiren şey, çevreden [dört yönden] gelen etkilerdir. Eğer insanın çevresinde etki yapan bir hareket yoksa; ya da insan duyu organları ile bu hareketleri algılayamadığı için bunlardan etkilenmiyorsa, zihninde de bir tepki oluşmayacak, yani İblis harekete geçmeyecektir. Âyette, İblis’in hareket edeceği yönlere “alt” ve “üst”ün dâhil edilmemesi, insanın etki algılamasında bu iki yönün pasif olması sebebiyledir.

“Dosdoğru yol” olarak çevirdiğimiz الصّراط المستقيم[sırât-ı mustakîm] ifadesi, Fatiha suresinde ayrıntılı olarak açıkladığımız üzere, “cennete götüren yol” anlamına gelir. İblis, bu yol üzerine oturacak ve insanları bu yoldan saptırarak kendi yoluna sevk etmeye çalışacaktır. İblis’in yolunun ise cehenneme götüren yol olduğu aşağıda 18. âyette açıklanmıştır.

Tekrar hatırlatmakta yarar görüyoruz ki; İblis’in insanları Allah’ın dosdoğru yolundan saptırmak için ısrarlı bir çaba göstereceğini bildiren sözleri, Allah’a karşı bir meydan okuma anlamına gelmez. Bu ifadeler İblis’in özelliklerinin bize temsilî yöntemle anlatılması sebebiyle ona söylettirilmiştir.

18Allah, “Haydi, sen, yerilmiş ve itilmiş olarak oradan çık. Onlardan sana kim uyarsa, andolsun ki sizin hepinizden cehennemi dolduracağım”

 

İblis’e uymak demek, “her aklına geleni ölçüp biçmeden, vahiyle sağlamasını yapmadan uygulamak” demektir. Bu tür davranışlar şımarık ve kibirli bir insanın yapacağı davranışlar olup inkâra ve sonuçta o kimsenin zarar görmesine sebep olacak davranışlardır. Dürtü, tutku ve arzularını gereği gibi dizginleyemeyenler, İblis’in dört yönden yaptığı iğva ve ifsat saldırılarına mağlup olmak durumunda kalacaklardır. Bunun doğal sonucu, cehennemin vahye kulak vermeyenlerden ve akletmeyenlerden doldurulacak olmasıdır:

10Ve onlar derler ki: “Eğer biz dinlemiş olsaydık yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin ashâbı içinde olmazdık.”

(Mülk/10)

19Ve, “Ey Âdem/bilgilenmiş, vahiy almış insan! Sen ve eşin cennete yerleşin, dilediğiniz yerden de yiyin ve girift, çekişmenin kaynağı olan şu şeye yaklaşmayın; malın-mülkün, paranın-pulun tutkunu olmayın, yoksa yanlış; kendine zararlı iş yapanlardan olursunuz” dedi.

Âdem-İblis kıssasının anlatıldığı pasajın bu âyete kadarki bölümünde, insanın ve İblis’in kim olduğu, İblis’in görevi, İblis’in insanı nasıl yanıltacağı temsilî bir sahne ile bize âdeta seyrettirilmişti. Bu âyetle başlayan bölümde ise sıra İblis hakkında verilen teorik bilgilerin insan üzerindeki pratik yansımasını göstermeye gelmiştir.

Bu perdenin birinci sahnesi, bölüm hakkında kısa bir ön bilginin verildiği 19. âyettir. Bu âyette Allah, Âdem’e -daha doğrusu insanoğluna- şöyle seslenmektedir: Ey Âdem! Sen ve eşin cennette iskân edin, dilediğiniz yerden de yiyin ve şu ağaca/mala yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz.

Âyetten anlaşıldığına göre; Âdem ve eşi [insanoğlu] cennete [yeşillik bir yere] yerleştirilmiş ve burada kendilerine bir konu hariç her türlü özgürlük verilmiştir. Âdem ve eşinin Şu ağaca yaklaşmayın ifadesi ile konulan yasağa İblis’in kışkırtmasıyla nasıl bir tepki verdiği ilerideki âyetlerde ortaya çıkacaktır.

Âdem, eşi ve yasaklanan ağaç konusu Müslümanlar arasında maalesef yanlış bilinmektedir. Kur’ân üzerinde çalışanların bu konuda şimdiye kadar yeterli çalışma yaptıkları da söylenemez. Bu yüzden Allah’ın izniyle çok titiz bir çalışma yürütülmüş ve konu hakkında yaptığımız açıklayıcı yorumların okuyucuya sunulması aşamasına gelinmiştir.

Konuyu daha iyi kavrayabilmek için aynı konunun temsilî olarak anlatıldığı âyetleri iniş sırasına göre değerlendiriyoruz:

115Ve andolsun Biz, bundan önce Âdem’den söz aldık da o aklından çıkardı, yapmadı ve Biz, onda bir kararlılık bulmadık.

116Ve Biz bir zaman doğa güçlerine, “Âdem için boyun eğip teslimiyet gösterin!” dedik de İblis/düşünce yetisi hariç hepsi boyun eğip teslimiyet gösterdiler, o dayattı.

117-119Sonra da Biz, “Ey Âdem! Şüphesiz İblis sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra bedbaht olursun, kesinlikle senin acıkmaman ve çıplak kalmaman cennettedir. Ve sen orada susamazsın ve güneşin sıcağında kalmazsın” dedik.

120Sonunda şeytan ona vesvese verdi. Dedi ki: “Ey Âdem! Sana sonsuzluğun ağacı ve eskimez/çökmez mülk/saltanat için rehberlik edeyim mi?”

121Bunun üzerine ikisi de mal-mülk, altın tutkunu oldular. Hemen çirkinlikleri kendilerine açılıp görünüverdi. Ve kendi zararlarına, cennet yaprağından örtüp istifçiliğe başladılar. Âdem, Rabbine asi oldu da şaşırdı/azdı.

122Sonra Rabbi, onu seçti de tevbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi.

123Allah, o ikisine: “Birbirinize düşman olmak üzere hepiniz oradan alçalın. Artık Benden size bir kılavuz geldiği zaman, kim Benim kılavuzuma uyarsa, işte o, sapıklığa düşmez ve mutsuz olmaz” dedi.

(Tâ-Hâ/115-123)

35Ve Biz, “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette iskân ediniz/burayı yurt tutunuz, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol nasiplenin ve şu girift şeye yaklaşmayın; mal/altın-gümüş tutkunu olmayın, yoksa kendi benliğine haksızlık edenlerden olursunuz” dedik.

36Bunun üzerine şeytân; İblis/düşünce yetisi onları oradan kaydırdı, içinde bulundukları ortamdan çıkardı. Ve Biz, “Birbirinize düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir yararlanma vardır” dedik.

37-39Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: “Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar.” Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir.

(Bakara/35-39)

ÂDEM’İN CENNETİ: Bakara/30, Tâ-Hâ/55, Müminûn/79, Sâd/71, Hicr/26, İsrâ/61-65, Secde/7 gibi Kur’ân’ın birçok âyetinde belirtildiğine göre, Âdem ve insanlar topraktan yaratılmışlardır. Âdem ve tüm insanlığın ilk yaratıldığı toprak başka bir âlemde veya cennette değil, yeryüzündedir. Dolayısıyla buradaki cennet sözcüğünden âhiretteki cennet anlaşılmamalıdır. Zaten cennet‘in esas sözcük anlamı “yeşili ve ormanı toprağı örten sulak arazi parçası” demek olup[1] Bakara/265, Sebe/15-16, Kehf/32-40, Necm/15, Kalem/17 ve daha birçok âyette de bu anlamda kullanılmıştır.

Diğer taraftan, âhiretteki cennetin birçok niteliği Kur’ân’da açıklanmıştır. Âyetlerdeki açıklamalara göre, âhiretteki cennet ebedîlik yurdu olup nimetleri bitmez ve tükenmez. Ayrıca orada günaha girme, boş lâkırdı olmadığı gibi, herhangi bir şeyin yasaklanması da söz konusu değildir. Oysa Âdem’in yerleştirildiği cennette her şey geçicidir ve orada Âdem’e bir yasak konmuştur. (Bakara/25, Fâtır/33-35, Sâffat/40-49, Duhân/51-57, Tûr/17-24, Rahmân/46-78, Vâkıa/10-40, İnsan/5-22, Nebe/31-37, Tûr/17-28, Zuhruf/68-73, Tâ-Hâ/120)

Sonuç olarak, Âdem mükâfaat yurdu olan cennette yaratılıp da oradan dünyaya indirilmiş değildir. Bize göre Âdem, yeryüzünün yeşil, ormanlık, sulak bir bölgesinde yaratılmış, sonra da oradan cennet niteliği olmayan başka bir bölgeye [çöle] düşürülmüştür.

Bizi bağlamamakla birlikte, Kitab-ı Mukaddes’in Âdem’in bu dünyada topraktan yaratıldığını anlatan Tekvin 2-3. Babları da Kur’ân ile uyumludur.

YASAKLANAN AĞAÇ: Kur’ân kendisini tanıtırken âyetlerinin bir bölümünün müteşâbih [mecâz, kinâye gibi sanatsal anlatımlı ve çok anlamlı] olduğunu açıklamış olsa da, kimileri sözcükleri mutlaka hakikat manalarında kabul edip Kur’ân’ı buna göre anlama çabası göstermişlerdir. Bu âyette geçen الشّجر[şecer=ağaç] sözcüğü de hakikat manasında anlaşılmakta ısrar edilen sözcüklerden birisidir. Kur’ân âyetlerinin bir bölümünün müteşâbih olduğu gerçeği göz ardı edilerek yasaklanan ağaç hakkında da çok değişik açıklamalarda bulunulmuştur:

Meselâ İbn-i Mes‘ûd, İbn-i Abbâs, Sa‘îd b. Cübeyr ve Ca‘fer b. Hubeyre bu ağacın “üzüm ağacı” olduğunu ve şarabın da bu yüzden yasaklandığını söylemişlerdir.[2]

İbn-i Abbâs, Ebû Mâlik, Katâde ve Vehb b. Münebbih ise “Bu ağaç sümbüldür [buğday başağıdır]. Eskiden buğdayın her bir tanesi sığır böbreği büyüklüğünde, baldan tatlı ve yağdan yumuşak idi. Allah Âdem’in tevbesini kabul edince, onu Âdem soyuna gıda yaptı” demişlerdir.[3]

İbn-i Cüreyc de bu konuda “Bu ağaç incir ağacıdır. Bu bakımdan, bir kimsenin rüyasında incir yediğini görmesi, pişmanlık duyacağı şeklinde yorumlanır. Çünkü Âdem onu yediği için pişmanlık duymuştur” açıklamasını yapmıştır.[4]

Yasaklanan ağaç hakkındaki görüşlerinden örnekler verdiğimiz isimlerin bu ağacı hakikat anlamıyla fizikî bir ağaç olarak kabul etmeleri, Kitab-ı Mukaddes’in bu konudaki anlatımıyla örtüşmektedir. Bu örtüşme klâsik anlayışı temsil eden bu kişilerin Kitab-ı Mukaddes’in etkisinde kaldıklarını düşündürmektedir:

Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı. Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi. Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün yaptığı, yarattığı bütün işi bitirip dinlendi. RABB Tanrı göğü ve yeri yarattığında, yeryüzünde yabanıl bir fidan, bir ot bile bitmemişti. Çünkü RABB Tanrı henüz yeryüzüne yağmur göndermemişti. Toprağı işleyecek insan da yoktu. Yerden yükselen buhar bütün toprakları suluyordu. RABB Tanrı Âdem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Âdem yaşayan varlık oldu. RABB Tanrı doğuda, Aden’de bir bahçe dikti. Yarattığı Âdem’i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı. Aden’den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu. İlk ırmağın adı Pişon’dur. Altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar. Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur. İkinci ırmağın adı Gihon’dur, Kûş sınırları boyunca akar. Üçüncü ırmağın adı Dicle’dir, Asur’un doğusundan akar. Dördüncü ırmak ise Fırat’tır. RABB Tanrı Aden bahçesine bakması, onu işlemesi için Âdem’i oraya koydu. Ona, “Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin” diye buyurdu, “ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.” Sonra, “Âdem’in yalnız kalması iyi değil” dedi, “ona uygun bir Yardımcı yaratacağım.” RABB Tanrı yerdeki hayvanların, gökteki kuşların tümünü topraktan yaratmıştı. Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Âdem’e getirdi. Âdem her birine ne ad verdiyse, o canlı o adla anıldı. Âdem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökte uçan kuşlara ad koydu. Ama kendisi için uygun bir yardımcı bulunmadı. RABB Tanrı Âdem’e derin bir uyku verdi. Âdem uyurken, RABB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Âdem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Âdem’e getirdi. Âdem, “İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış ettir” dedi, “ona ‘Kadın’ denilecek, çünkü o adamdan alındı.” Bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacak. Âdem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı.[5]

RABB Tanrı’nın yarattığı yabanıl hayvanların en kurnazı yılandı. Yılan kadına, “Tanrı gerçekten, ‘Bahçedeki ağaçların hiçbirinin meyvesini yemeyin’ dedi mi?” diye sordu. Kadın, “Bahçedeki ağaçların meyvelerinden yiyebiliriz” diye yanıtladı, “ama Tanrı, ‘Bahçenin ortasındaki ağacın meyvesini yemeyin, ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz’ dedi.” Yılan, “Kesinlikle ölmezsiniz” dedi, “çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.” Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi, o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar. Derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen RABB Tanrı’nın sesini duydular. O’ndan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler. RABB Tanrı Âdem’e, “Neredesin?” diye seslendi. Âdem, “Bahçede sesini duyunca korktum. Çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim” dedi. RABB Tanrı, “Çıplak olduğunu sana kim söyledi?” diye sordu, “sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan mı yedin?” Âdem, “Yanıma koyduğun kadın ağacın meyvesini bana verdi, ben de yedim” diye yanıtladı. RABB Tanrı kadına, “Nedir bu yaptığın?” diye sordu. Kadın, “Yılan beni aldattı, o yüzden yedim” diye karşılık verdi. Bunun üzerine RABB Tanrı yılana, “Bu yaptığından ötürü bütün evcil ve yabanıl hayvanların en lanetlisi sen olacaksın” dedi, “karnının üzerinde sürünecek, yaşamın boyunca toprak yiyeceksin. Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu birbirinize düşman edeceğim. Onun soyu senin başını ezecek, sen onun topuğuna saldıracaksın.” RABB Tanrı, kadına “Çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim” dedi, “ağrı çekerek doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, seni o yönetecek.” RABB Tanrı, Âdem’e “Karının sözünü dinlediğin ve sana, meyvesini yeme dediğim ağaçtan yediğin için toprak senin yüzünden lanetlendi” dedi, “yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın. Toprak sana diken ve çalı verecek, yaban otu yiyeceksin. Toprağa dönünceye dek ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın ve yine toprağa döneceksin.” Âdem karısına Havva adını verdi. Çünkü o bütün insanların annesiydi. RABB Tanrı Âdem’le karısı için deriden giysiler yaptı, onları giydirdi. Sonra, “Âdem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu” dedi, “artık yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli.” Böylece RABB Tanrı, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere Âdem’i Aden bahçesinden çıkardı. Onu kovdu. Yaşam ağacının yolunu denetlemek için de Aden bahçesinin doğusuna Keruvlar ve her yana dönen alevli bir kılıç yerleştirdi.[6]

 

Biz, “yasaklanan ağaç” konusunu tam olarak açıklığa kavuşturabilmek için, âyette geçen الشّجر [şecer] ve مال[mâl] sözcüklerinin kökenine inme ihtiyacı duyuyoruz:

ŞECER: الشّجر[şecer], “bitki cinsindendir. Gövdesi üzerinde desteksiz duran bitkidir; kış mevsiminde varlığını koruyan bitki”dir. Şecer sözcüğü, “karışık, karmaşık; GİRİFT demektir. Ağaca bu ismin verilmesi de dallarının, yapraklarının iç içe geçmiş, karışık, karmaşık; girift olmasındandır. Şecer sözcüğü, ihtilaf ve “sarf etme” anlamlarında da kullanılır. Çünkü ihtilâfların ekserisi “mal” yüzündendir, en çok harcaması yapılan da “mal”dır.[7]

65Artık, hayır! Rabbine andolsun ki onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadıkça ve tam bir güvenlikle güvenlik sağlamadıkça iman etmiş olamazlar.

(Nisa/65)

Dikkat edilirse, âyetlerdeki şecer sözcüğü ile 22. âyetteki ورق الجنّة[varaku’l-cennet] ifadesi aynı anlama gelmektedir ve her ikisi de kısaca “mal, altın, gümüş, deve, arpa buğday ve hurma” demektir.

MAL: المال[mal] sözcüğü Türkçeye Arapçadan gelmiş bir sözcüktür. Konunun iyi anlaşılabilmesi için bu sözcüğün de Arapçadaki gerçek manasını tespit etmek gerekmektedir.

Mal, “tüm eşyadan sahip olunan şeyler” demektir. Mal aslında “altın ve gümüşten sahip olunan” demektir. Sonradan kazanılan, elde tutulan ve ayniyattan sahip olunan şeylere ıtlak olunur oldu. Arab’ın mal dediği şey, ekseriyetle “deve”dir.[8]

Kıssayı anlatan âyetlerdeki ifadeler ve sözcüklerin gerçek manaları göstermektedir ki, Allah insanın mal tutkusundan uzak olmasını istediği için Âdem ve eşini mal düşkünü olmaktan menetmekte, İblis de Âdem ve eşini mal ile aldatmaktadır.

Nitekim Tâ-Hâ/120’de İblis, Âdem’i ebedîleştirmek için onu شجرة الخلد[şeceretü’l-huld]a; mala [altına, gümüşe, deveye, arpaya, buğdaya, hurmaya …] yönlendirmiştir. Aslında “şeceretü’l-huld”a yönlendirme, İblis’in üçüncü iğvasıdır. Aşağıda, 20. âyette görüleceği gibi İblis’in ilk iğvaları, melek [irâdesiz varlık; robot] yapılma ve خالد [hâlid] olma [hiç değişmeden aynı kalma] üzerine olmuştur.

İblis’in Âdem’i yoldan çıkartmak için başvurduğu bu son iğva, akla hemen Hümeze/2-3 âyetlerini getirmektedir:

2,3O ki, malı toplayıp ve malının gerçekten kendisini sonsuzlaştırdığını sanarak onu çoğaltan/ tekrar tekrar sayandır.

(Hümeze/2-3)

Netice olarak; bize göre gerçekte ne böyle bir olay cereyan etmiştir, ne de ortada herhangi bir ağaç vardır. Çünkü âyetlerde temsil tekniği kullanılmış olup her şey temsilî olarak anlatılmıştır. Yüce Allah mesajını Âdem, Âdem’in eşi ve İblis arasında geçen temsilî bir olay üzerinden iletmiştir. Bu temsilin sahnesi cennet [yeşil bir bölge]; sahne dekoru ise şecer [mal; altın, gümüş, arpa, buğday, hurma, deve]’dir.

20Derken İblis, onların kendilerinden gizli kalan çirkinliklerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi. Ve “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek; iradesiz/ melik güç olmanız ya da sonsuz olarak kalıcılardan/ gelişmeyen, değişmeyen birer varlık olmanız için sizi girift, çekişmenin kaynağı olan şu şeyden; maldan-mülkten, paradan-puldan men etti/ bunları size yasakladı” dedi.

Bu âyette İblis’in derhâl harekete geçtiği görülmektedir. Onu harekete geçiren husus, Âdem’e “şu ağaca yaklaşma” emrinin verilmesidir. Âdem’e konulan yasak ânında tepki getirmiş, İblis vesvese üretimine geçerek bu yasak hakkında bahaneler, gerekçeler aramaya ve ileri geri fikir yürütmeye başlamıştır: Rabbiniz başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek/melik olmanız ya da ebedî kalıcılardan olmanız için sizi şu ağaçtan men etti.

Âyetteki ملكين[melekeyni=iki melek] sözcüğünün, melikeyni [iki kral] olarak okunması da mümkündür. Nitekim İbn-i Abbâs, Dahhâk ve Yahyâ b. Ebî Kesîr sözcüğü melikeyni [iki kral] olarak okumuşlardır. Bu kıraatı, yukarıda verdiğimiz Tâ-Hâ/120’deki, eskimez/çökmez mülk/saltanat ifadesi de desteklemektedir. Bu kıraate ve bu anlama göre Âdem ve eşi, İblis’in etkisiyle özgürlüğü krallığa tercih etmiş olmaktadırlar.

VESVESE: Ayrıntılarını Nâs sûresi’nin tahlilinde verdiğimiz[9] ve bu âyetten başka Nâs/5, Kaf/16 ve Tâ-Hâ/120’de de geçen وسوسة[vesvese] sözcüğü, Nas suresinde açıkladığımız üzere, “alçak bir sesle, fısıltıyla gizli bir düşünce aşılamak, bir işe, eyleme yöneltmek” demektir.

SEV’ETE: سوأة[sev’ete] sözcüğü, “çirkinlikler” demektir ve سؤ[sue] sözcüğünden türemiştir. “Her türlü kötü, çirkin şeyi yapmak” anlamındaki sue sözcüğünün, bu anlam ekseninde daha birçok türevi vardır. Meselâ, سيّئة[seyyie=kötülük, çirkinlik] sözcüğü, حسنة [hasene=iyilik, güzellik] sözcüğünün karşıt anlamı olarak kullanılır. Dolayısıyla bu kökten türemiş olan sev’ete sözcüğü de her türlü çirkin iş, söz ve durumu ifade eder. Arapların bu sözcüğü cinsel organlar için kullanmaları, yaşadıkları toplumda çoklukla bu organların kötülüğe sebep olması sebebiyledir. Sev’ete sözcüğü ayrıca “ceset” için de kullanılır. Zira ruh bedenden çıkınca, beden çürüyüp kokmakta, yani çirkinleşmektedir.[10]

Nitekim Mâide sûresi’nde geçen sev’ete sözcüğü, “ceset” için kullanılmıştır:

31Sonra Allah, hemen ona kardeşinin cesedini nasıl gömmekte olduğunu göstermek için toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. O, “Yazıklar olsun bana, ben, şu karga gibi olmaklığımla âciz mi oldum da kardeşimin cesedini gömüyorum.” dedi. Sonra da pişman olanlardan oldu.

(Mâide/31)

Konumuz olan âyette sev’ete sözcüğü “çirkinlikler” anlamında olup “cinsel organlar” olarak çevrilmesi yanlıştır. Çünkü Allah, insanı en güzel bir biçimde yaratmış olduğundan, cinsel organlar için “çirkin” nitelemesi yapılamaz. Buradaki sev’ete sözcüğüyle, insana ilham edilmiş olup çeşitli etkilerle dışa vuran kötü huylar [fücûr] kastedilmiştir:

1-10Kur’ân’ı ve onun yaydığı sosyal aydınlığı, Kur’ân’ı izleyen Elçi ve mü’minleri, Kur’ân ışığı ile aydınlanan toplumları, Kur’ân ışığından yoksun kalan toplumları, bilginleri ve bilginleri yücelten bilgileri, kara cahilleri ve kara cahilleri bu hâle getiren ilke ve anlayışları, benliğini bulmuş kimseleri ve benlik bulduran etmenleri –ki O, ona taşkınlık yapma ve kendini koruma içgüdülerini/günah işleme ve “Allah’ın koruması altında olma yeteneklerini ilham etti– kanıt gösteririm ki, benliğini arındıran gerçekten kurtulmuştur. Onu bilerek reddeden de kesinlikle zarara uğramıştır.

(Şems/8)

ÇİRKİNLİKLERİN KENDİLERİNDEN GİZLİ KALIŞI: Çirkinlikler sözcüğü “insana ilham edilmiş fücûr”u; çirkinliklerin kendilerinden gizli kalması ifadesi ise bu fücûrun durağan bir özellikte olduğunu ve bir etkiye tepki olarak dışa vuruluncaya kadar insanın kendisinden bile gizli kaldığını ifade etmektedir. Nitekim 22. âyette görüleceği gibi, Âdem de, yasağı dinlemeyerek verdiği tepkiden sonra, içinde saklı olan fücûrun dışa vurması sonucu bencil, haris birisi olup çıkacaktır.

21Ve “Elbette ben, size öğüt verenlerdenim” diye onlara yemin etti/ kanıtlar ileri sürdü.

Burada İblis’in Âdem ve eşine karşı hangi kanıtları kullanıldığı açıklanmamıştır. Ancak kıssanın başlangıcında İblis’in Âdem’den üstün olduğu yönündeki iddiasından hareketle, İblis’in kendisinin enerjiden Âdem’in ise maddeden yaratıldığı hususunu kullandığı ve “Olanı biteni ben sizden daha iyi bilirim, çünkü ben sizden üstünüm!” demiş olabileceği düşünülebilir.

22Böylece onları aldatarak aşağılığa düşürdü. Onlar girift, çekişmenin kaynağı olan şeyin; malın-mülkün, paranın-pulun tadına varınca, hırsları, doyumsuzlukları devreye girdi ve mal-mülk, para-pul istifçiliğine başladılar. Rableri onlara seslendi: “Ben, size mal-mülk, para-pul tutkunu olmayı yasaklamadım mı ve size, ‘Bu şeytân, kesinlikle sizin için apaçık düşmandır’ demedim mi?”

Âyetin bildirdiğine göre Âdem ve eşi, İblis’in vesvesesini, iğvasını, ölçüp biçmeden [tefekkür etmeden] uygulamış ve içlerinde gizli olan çirkinlikleri, yani istenmeyen, sevilmeyen huyları ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan ilk çirkinlik ise “istifçilik”tir.

 

CENNET YAPRAKLARI (AĞAÇ YAPRAKLARI DEĞİL): “Ağaç yaprağı” ve/veya “kitap yaprağı” olarak meşhurlaşmış olan الورق[varak] sözcüğü; Arap dilbilimcilerinden Cevherî’ye göre, “gümüşlerden yapılma ve develerden meydana gelme mal varlığı”; İbn-i Sîde’ye göre, “koyun ve develerden meydana gelen mal varlığı”;[11] Râgıb’a göre, “kitap ve ağaç yaprağından başka, ağaçtaki yaprağın çokluğuna benzetilerek ‘çok mal’ için de varak tabiri kullanılır.[12] Ebû Ubeyde’ye göre, “gümüş ve her türlü canlı hayvan”; Ebû Sa‘îd’e göre, “basılmış gümüş” [gümüş para] anlamlarına gelmektedir.[13]

Bu açıklamalara göre, âyetteki ورق الجنّة[varaku’l-cennet=cennet yaprağı] ifadesi, “insana haz veren para, mal, mülk ve çeşitli nimetler” anlamına gelmektedir ki Rabbimiz bunların neler olduğunu başka bir âyette bildirmiştir:

14Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu aşırı istek, insanlara süslü/çekici kılındı. Bunlar, basit dünya hayatının kazanımıdır. Ve Allah, varılacak güzel yer Kendi katında olandır.

(Âl-i İmrân/14)

Âdem ve eşi, Kur’ân’da varaku’l-cennet olarak adlandırılmış olan “iğreti yaşamın faydalarını sağlayan şeyler”e dadanmışlar ve bu tarz süsleri üst üste koyarak [bütün süsleri bir araya toplayarak] üzerlerine almışlardır [yaşamlarının ayrılmaz parçası hâline getirmişlerdir].

ZEVK: الذّوق[zevk], “lezzet alma, hoşa gitme; bir şeyin tadını almak, tadına varmak, bir şeyin müptelâsı olmak” demektir. Bu şey, iyi bir şey olabileceği gibi, çirkin bir şey de olabilir. Bir şeyin tadını almak ağız yoluyla olabileceği gibi başka yollarla da olabilir. Nitekim Kur’ân’ın birçok âyetinde azabın-belanın tam içerisine düşme de zevk sözcüğüyle ifade edilir.[1]

Esas anlamı bu olmasına rağmen sözcük genellikle “dil ucuyla tatma” anlamında anlaşılmaktadır. Hâlbuki esas anlamı “iliklere işleyecek ölçüde hissetmek” demektir. Bu sözcük, türevleriyle birlikte Kur’ân’da 60 kez yer almış ve “nimetlerin veya cezanın azıcık dokunup geçivermesi” olarak değil de “gerçekten, iyice yaşanması” anlamında kullanılmıştır.

Burada da Âdem ve eşinin konu edilen ağaçtan [altından, gümüşten, deveden, arpadan, buğdaydan ve hurmadan] basitçe tatmayıp onun iyice tadına vardıkları, müptelâsı [tutkunu] oldukları anlaşılmaktadır. Zaten Tâ-Hâ/121’de bu durum, zâka [tadına vardılar] sözcüğü yerine, ekele [yediler] sözcüğü ile dile getirilmiştir.

Görüldüğü gibi, âyetteki ifadeler tam anlamıyla hayatın gerçeklerini yansıtmaktadır. Âdem ve eşinin, nimetlerin tadına varınca onların esiri olmaları ve tutkuyla bağlandıkları bu nimetlerden ayrılmamak için onlara sımsıkı sarılmaları, bugün de karşılaşılabilecek manzaralardır. İğreti dünya hayatının süslerinden bir tanesini bile dışarıda bırakmadan hepsine sahip olan veya olmak isteyen, faydalandığı süsleri âdeta üzerine yapıştırıp tam anlamıyla bir süs istifçisi hâline gelen insanlar hiç de az değildir. O hâlde, Rabbimizin sözleri kesinlikle bir masal gibi algılanmamalı ve bilinmelidir ki, “kendisine ilham edilmiş fücûrun İblis’in etkisiyle dışa vurması” şeklinde ortaya çıkan çirkin insan davranışları, Âdem ve eşine kadar dayanmaktadır.

Tekâsür sûresi’nde bu hastalığın dünyayı cehenneme çevirdiğini bildiren Rabbimiz, Âdem ve eşinin davranışlarıyla dünyanın cehenneme dönüşmeye başlaması karşısında, âyetin son cümlesi ile duruma müdahale etmiştir: Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve size ‘bu şeytân kesinlikle sizin için apaçık düşmandır’ demedim mi?

Klâsik eserlerde ileri sürülen “yasak ağaçtan yedi de avret yerleri açığa çıktı, avret yerleri açığa çıkınca da incir yapraklarıyla onları örtmeye çalıştı” anlayışı, Kur’ân’ın ifadelerine aykırıdır. Çünkü âyetin teknik yapısı buna izin vermez. Âyete göre, Âdem ve eşi ağaçtan/maldan tadınca iki olay meydana gelmiştir: Önce çirkinlikleri [kötülükleri] ortaya çıkmış, sonra da tekasür hastalığına yakalanarak biriktirmeye başlamışlar, tadını aldıkları bütün süslerin kendilerinin olmasını istemişlerdir.

İşinin ehli uzmanların burada dikkat etmeleri gereken önemli bir nokta daha vardır: Âyetteki وطفقا [ve tafikâ] diye başlayan cümlenin önündeki bağlaç, ف[fe] değil, و[vav]dır ve vav bağlacı بدت [bedet=belli oldu] fillinin üzerine atfedilmiştir. Dolayısıyla Arap dilini bilen kişilerin âyetin bu yapısına itibar ederek safsata anlamlara kulak asmamaları gerekir.

 

23Onlar/her ikisi, “Ey Rabbimiz! Biz kendimize haksızlık ettik ve eğer bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle işlem yapmazsan kesinlikle zarara uğrayacaklardan oluruz!” dediler.

Bu âyette, Rabbimizin müdahalesi üzerine Âdem ve eşinin, yapmış oldukları yanlış hareketi kabullenip hemen dönüş yaptıkları görülmektedir. Kur’ân’ın anlatımlarına göre, İblis’in dürtüsü Âdem’le eşini birlikte etkilemiştir. İblis’in önce Âdem’in eşini etkilediği ve onun da Âdem’i etkilediği şeklindeki görüşler Kur’ân’a uymamaktadır. Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın “ilk günah” anlayışına temel teşkil eden İsrailiyat anlatımı kısmen Müslümanlar arasında da etkili olmuş ve Âdem’in eşi tarafından kandırıldığı ve onun etkisiyle cennetten çıkarıldığı şeklindeki kadını aşağılayan bir mantığın halk kültüründe yerleşmesine neden olmuştur.

Âyetteki eğer Sen bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle muamele etmezsen biz, kesinlikle zarara uğrayacaklardan oluruz ifadesinden, takip edilecek yolun mutlaka Allah’ın gösterdiği yol olması lâzım geldiği anlaşılmaktadır. Yani, insanların içinde İblis kanalıyla oluşan düşüncelerin de, insanlara başkaları tarafından önerilen davranışların da önce vahiyle uyumluluğu test edilmeli, ancak ondan sonra uygulamaya geçilmelidir.

200Eğer sana şeytândan bir vesvese gelirse de hemen Allah’a sığın. Kesinlikle O, en iyi işiten, en iyi bilendir. (A’râf/200)

 

24Allah, “Birbirinize düşman olarak alçalın, sizin için yeryüzünde bir süreye kadar kalmak ve yararlanmak vardır” dedi.

Bu âyette Yüce Allah, Âdem ve eşi için nihaî kararını açıklamıştır. Rabbimizin bu kararını bildiren diğer âyetleri de göz önünde bulundurmak tahlilimize yardımcı olacaktır:

36Bunun üzerine şeytân; İblis/düşünce yetisi onları oradan kaydırdı, içinde bulundukları ortamdan çıkardı. Ve Biz, “Birbirinize düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir yararlanma vardır” dedik.

37-39Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: “Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar.” Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir.

(Bakara/36-38)

 

123Allah, o ikisine: “Birbirinize düşman olmak üzere hepiniz oradan alçalın. Artık Benden size bir kılavuz geldiği zaman, kim Benim kılavuzuma uyarsa, işte o, sapıklığa düşmez ve mutsuz olmaz” dedi.

                                                                            (Tâ-Hâ/123)

Gerek konumuz olan âyetteki ve gerekse Bakara sûresi’ndeki اهبطوا[ihbitû=alçalın] sözcüğü, Tâ-Hâ sûresi’ndekinden farklı olarak çoğuldur. Dolayısıyla A’raf ve Bakara sûrelerindeki bu çoğul ifade, Âdem’i, eşini ve başkasını/başkalarını da kapsamaktadır. Bu konudaki genel kabul, bu hitabın Âdem, eşi ve İblis’e yönelik olduğu yolundadır. Ancak biz bu hitabın daha da geniş kapsamda “Âdemoğulları” [tüm insanlar] olarak anlaşılmasından yanayız. Çünkü hem bu âyetin mesajı birkaç kişiye özgü olmayıp tüm insanlara yönelik bir mesajdır, hem de Rabbimiz 26. âyette Ey Âdemoğulları! diyerek tüm insanlara seslenmiştir.

“İHBİTÛ”NUN ANLAMI: Âyette geçen ihbitû sözcüğü meal ve tefsirlerde “ininiz” diye çevrildiği için, doğal olarak akla hemen “nereden” ve “nereye” inileceği soruları gelmektedir. Her ne kadar Yüce Allah, Sizi yeryüzünde yarattık, Sizi topraktan yarattık dese de, Rabbimizin verdiği bu bilgileri değerlendirmede yeterli dikkati göstermeyen müfessirler, Âdem’in cennette yaratıldığı ve yeryüzüne de oradan indirildiği yorumunu benimsemişlerdir.

Rabbimizin bildirdiklerine ters olan bu yorumları aşabilmek için ihbitû sözcüğünün gerçek anlamının ortaya çıkarılması gerekmektedir:

İhbitû sözcüğü, هبط[hbt] kökünden türemiş çoğul emir kipidir. Hbt sözcüğü “alçalış, eksiliş, züll, zillete düşüş, sefillik” [gözden düşme, çaptan düşme, değer kaybetme, rütbede eksiliş] demektir. Bu anlam ekseninde صعود[su‘ûd] ve ارتفاء[irtifâ] sözcüklerinin karşıtı olarak kullanılan sözcük, şerr içinde olan kişinin durumunu ifade etmek için kullanıldığı gibi, sağlığını yitirmiş hasta için de kullanılır.[2]

Bize göre burada sözcüğün asıl manasına bağlı kalınmalı ve ihbitû sözcüğü “alçalın/alçalınız” olarak çevrilmelidir.

Sözcüğün bu asıl anlamına göre âyetin takdiri şöyle yapılabilir: “Bu dünya süslerinin esiri olur ve istifçilik yapan bir tekasür hastası gibi [Âdem gibi] yaşarsanız, şu geçici dünyada birbirinize düşmanlar hâlinde ve alçalmışlar olarak yaşarsınız!”

BİRBİRİNİZE DÜŞMAN OLARAK: Birbirinize düşman olarak ifadesi, kıssanın anlatıldığı diğer âyetlerin hepsinde de yer almıştır. Bize göre bu ifade, Âdem soyunun çoğaltma yarışına kapılma, istifçilik sevdasına düşme gibi çirkinlikleri işlemesi hâlinde birbirine düşmanca davranışlar içine gireceğini bildiren bir uyarıdır. Yoksa bazı kişiler tarafından ileri sürüldüğü gibi, hataları sebebiyle Âdem ve eşine verilmiş bir ceza değildir.

 

25Allah, “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan çıkarılacaksınız” dedi.

Yani, hem geçicisiniz, hem de başka gideceğiniz yeriniz yok, orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz. Çirkinleşmenize, mal-mülk hırsıyla birbirinize düşman olmanıza gerek yok.

Bu âyetteki uyarının farklı bir ifadesi Tâ-Hâ sûresi’nde de yer almaktadır:

55Biz sizi yeryüzünden oluşturduk, sizi ona döndüreceğiz ve sizi bir kere daha ondan çıkaracağız.

(Tâ-Hâ/55)

26Ey Âdemoğulları! Size çirkinliklerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Ve “Allah’ın koruması altına girme” elbisesi; o, daha hayırlıdır. İşte bu, düşünüp öğüt alırlar diye Allah’ın âyetlerindendir.

Hatırlanacak olursa, 23. âyette Âdem ve eşi, Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik ve eğer Sen bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle muamele etmezsen biz, kesinlikle zarara uğrayacaklardan oluruz diyerek Allah’tan bağışlanma ve rahmet dilemişlerdi. Bu âyet, Rabbimizin insanoğluna rahmetini tecelli ettirdiğini bildirmektedir. Herkesin bildiği gibi, O’nun rahmeti, elçiler göndermek ve bu elçilere vahyetmek [kitap indirmek] sûretiyle insanlığa kılavuzluk etmesidir.

ÇİRKİNLİKLERİ ÖRTECEK, SÜSLEYECEK ELBİSE ve BUNLARIN İNDİRİLMESİ: Rabbimizin bu âyetteki çirkinliklerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik sözleri, klâsik anlayış tarafından “Biz size çirkin yerlerinizi [cinsel organlarınızı] örtecek pamuk, yün, keten ve deri elbise indirdik” diye algılanmış ve avret yerlerinin örtülmesinin gereği ve önemine dair açıklamalar yapılmıştır. Bu anlayış sahipleri ayrıca âyette geçen indirdik sözcüğünü “yarattık” anlamına hamletmiş, Zümer/6 ile Hadîd/25’deki انزلنا [indirdik] sözcüğünün خلقنا [yarattık] anlamında kullanıldığını bu anlama örnek olarak göstermişlerdir.

Biz, eski çağlarda yapılmış bu tür anlam zorlamalarını gayet olağan karşılıyor, onları Kur’ân’ı anlama yolunda sarf edilmiş iyi niyetli çabalar olarak görüyoruz. Ne var ki, aynı anlayışın günümüzde de devam ettirilmesini doğru bulmuyoruz. Çünkü bilimde meydana gelen gelişmeler, Hadîd sûresi’ndeki demiri indirdik ifadesinin artık “demiri yarattık” olarak anlaşılmasına engeldir. Bugün bilim çevrelerinde demir elementinin başka bir yerde yaratıldığı ve oradan dünyaya geldiği [indirildiği] kanaati oluşmuş, bundan da Kur’ân’ın eşsiz mucizelerinden birisinin daha açığa çıktığı kabul edilmiştir:

Kur’ân’da demirin kimyasal özelliklerinden birçoğuna işaretler vardır. İlk önce demirin öneminden ve özelliğinden söz eden biricik âyeti inceleyelim:

 

25Andolsun ki Biz, elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların hakkaniyeti ayakta tutmaları ve Allah’ın, dinine ve elçilerine, kimse kendilerini görmediği ve tanımadığı yerlerde yardım edenleri bildirmesi/ işaretleyip göstermesi için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz, kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlar için yararlar bulunan demiri/ gözünü keskinleştiren, kişiyi kurmay yapan Kurân’ı da indirdik. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, mutlak üstündür.

(Hadîd/25)

 

Kur’ân’da geçen inzal fiili genellikle dünya dışından yapılan indirme ve gelişleri ifade eder. İnzal fiili dünyadaki bir yaratılışın dünya dışındaki oluşumlar sayesinde meydana geldiğini bize anlatır. Dünyamızın ilk sıcaklığı demirin oluşumuna uygun değildir. Hatta güneşimiz tipi orta büyüklükte yıldızlar bile demirin üretimi için yeterli ısıya sahip değildir. Bu yüzden demir, sırf dünyamıza değil, güneş sistemimize bile indirilmiştir [inzal edilmiştir]. Şu anda dünyamızda var olan demir, güneş sistemimize yüksek ısılı yıldızlardan gelmiştir. Kur’ân’ın demirin oluşumunu anlatırken inzal fiiliyle indirilme olayına dikkat çekmesi mucizevî niteliktedir.

Konumuz olan âyette de indirme sözcüğü “yaratma” anlamına çekilmemeli ve âyetten elbisenin indirildiği anlaşılmalıdır. Ancak indirilen bu elbise‘nin, bildiğimiz elbise olmadığı da dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Zira yukarıda açıkladığımız gibi, bu elbisenin örteceği sev’ete “avret yerleri” demek olmayıp “çirkinler”dir. Bu çirkinlikler ise bildiğimiz elbiselerle örtülemez. Bunları örtecek ve beğenilecek duruma getirecek tek şey vahiy’dir. İnsanın şirki, günahı, kini, düşmanlığı, bildiğimiz elbise ile değil, ancak vahiyle ortadan kalkar. Nitekim Rabbimiz, açıklamanın devamında takvâ elbisesi‘ni ön plâna çıkarıp herkesin takvâlanmasını ve takvâ elbisesini giymesini istemiştir. Bu demektir ki, insanın çirkinliklerini örtecek elbise ancak “takvâ elbisesi”dir ve o da ancak Allah’ın indirdiği vahiylerle hazırlanabilir. Kısaca söylemek gerekirse, çirkinlikleri örtmek üzere indirilen elbise vahiy’den başka bir şey değildir. Gerçekten de, birçok yerde vurguladığımız gibi, Rabbimizin bizlere vermiş olduğu görevlerin hepsi de bize takvâ elbisesi giydirmeye ve bu sayede bizi çirkinliklerden uzak tutmaya yöneliktir.

TAKVÂ: Daha önce Mürselât sûresindeki muttakîn sözcüğünü açıklarken “takvâ”ya kısaca değinmiş ve bu sözcüğün Kur’ân’da ilk önce “şirkten uzak olmak” ve “âhirete inanmak” anlamıyla ortaya konduğunu belirtmiştik. Yeri geldiği için sözcüğü burada ayrıntılı olarak tahlil ediyoruz:

Takvâ sözcüğü, وقاية [vikâye], توقية [tevkiye], وقاءة [vikâe] köklerinin mastarı olan وقي [vekâ] sözcüğünden türemiştir. Vekâ “bir şeyi korumak, himaye etmek, ona zarar verecek şeylerden çekinmek, bir şeyi başka bir şeyle bir tehlikeye karşı korumaya almak, zararlı şey ile korunacak şey arasına bir engel koymak” anlamına gelir.[3] Sözcük Kur’ân’da da bu anlamda kullanılmıştır:

5-22Şüphesiz, “iyi adamlar”, kâfur katılmış bir tastan içerler, fışkırtıldıkça fışkırtılacak bir pınardan ki ondan, verdikleri sözleri yerine getiren, kötülüğü yayılan bir günden korkan ve “Biz sizi, ancak Allah rızası için doyuruyoruz ve sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz; evet, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde Rabbimizden korkarız” diyerek Allah sevgisi için/sevmesine rağmen yiyeceği, yoksula ve öksüze ve tutsağa veren Allah’ın kulları içerler.

Allah da, bu yüzden onları, o günün kötülüğünden korur; onlara aydınlık ve sevinç rastlayacak, sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve ipekleri verecek; orada tahtlara kurulmuş olarak kalacaklar; orada bir güneş de, dondurucu bir soğuk da görmeyecekler ve bahçenin gölgeleri onların üzerlerine sarkacak ve alçaltıldıkça alçaltılacak. Ve aralarında gümüş bir kap ve billûr kâseler dolaştırılacak, -kendilerinin ayarladığı billûrları gümüştendir-. Ve orada onlar, karışımı zencefil olan bir tastan sulanırlar, orada Selsebil denilen bir pınardan… Ve aralarında büyümez, yaşlanmaz çocuklar dolaşır; onları gördüğünde, saçılmış birer inci sanacaksın! Orayı gördüğünde, mutluluk ve büyük bir mülk ve yönetim göreceksin; üzerlerinde ince, yeşil ipekli, parlak atlastan giysiler olacak; gümüş bileziklerle süslenmiş olacaklar; Rableri onlara tertemiz bir içecek içirecek. Şüphesiz ki bu, sizin için karşılıktır. Çalışmalarınız da karşılık ödenecek niteliktedir.

(İnsan/5-22)

6,7Ey iman etmiş kimseler! Kendinizi ve yakınlarınızı, yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir Ateş’ten koruyun. Ateşin üzerinde, Allah’a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba görevli güçler vardır. Ey kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş kimseler! Bugün özür dilemeyin. Siz ancak işlediklerinizin cezasını çekeceksiniz!

(Tahrîm/6)

16O nedenle gücünüz yettiğince Allah’ın koruması altına girin, dinleyin ve itaat edin. Ve mallarınızdan, kendinizin iyiliğine olarak bağışlayın. Kim de benliğinin açgözlülüğünden korunursa işte onlar, başarıya ulaşanların ta kendileridir.

(Teğâbün/16)

Vekâ fiilinin mezidatından [harfleri artırılmış kalıplarından] olan اتّقاء [ittikâ] sözcüğü ise, “korumayı kabul etmek, acı ve zarar verecek şeyden sakınıp kendini korumaya almak, sakınmak; Allah’ın koruması altına girmek” demektir. Bu sözcük de Kur’ân’da sözlük anlamıyla kullanılmıştır:

18,19Ey inanmış olan kişiler! Allah’ın koruması altına girin; her kişi yarın için ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah’ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, işlediklerinize haberdardır. Ve Allah’ı umursamayan kimseler gibi olmayın: Böylece Allah, onlara kendilerini umursatmaz. İşte onlar, yoldan çıkmış kimselerin ta kendileridir.

(Haşr/18-19)

131Kâfirler; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseler için hazırlanmış olan ateşten de sakının. 132Merhamet olunmanız için Allah’a ve Elçi’ye itaat edin.

(Âl-i İmrân/131)

24Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse kâfirler; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseler için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korunun.

(Bakara/24)

Takvâ sözcüğü de ittikâ sözcüğünün ismidir ve sözlük anlamı olarak “kuvvetli himayeye girmek, korunmak, kendisini koruma altına almak” demektir.

Takvâ ve ittikâ sözcüklerinin ikisi de sözlük anlamları ekseninde kavramlaşmış ve Kur’ân’da hep sözlük anlamlarına yakın manalarda kullanılmıştır. Bu sözcüklerin türediği vekâ fiili ve türevleri Kur’ân’da tam 258 yerde geçmektedir.

Kur’ân’ın en önemli kavramlarından olan takvâ ve ittikâ, kulun Rabbi karşısındaki durumunu en iyi anlatan sözcüktür. Kur’ân’da birçok âyette insanlara Allah’tan ittikâ etmeleri söylenmiş, birçok peygamberin de kavimlerini İslâm’a davet ederlerken onları “Allah’tan ittikâ etmez misiniz?” sözleriyle uyardıkları anlatılmıştır. Çünkü insan için en önemli şey, bir yaratıcının varlığı, yaratılışın sebebi ve kendisinin Yaratıcı karşısındaki durumudur. İnsan, öncelikle kendini var edeni tanımakla ve O’nun razı olacağı bir yaşam sürmekle yükümlüdür. İnsan, her şeyin sahibi olan Allah tarafından başıboş, kendi haline bırakılmamıştır; hayatının hesabını vermek üzere kendisine döndürülecektir. Bu sebeple Kur’ân, Allah fikrini ve O’na ait ulûhiyeti ısrarla gündeme getirerek âlemlerin Rabbi olan Allah’ı bütün sıfatları ve O’na ait en üstün yücelik makamları ile tanıtmakta ve insana bu yücelik karşısında kendisine çeki düzen vermesini, kendisini iyi amellerle koruma altına almasını tavsiye etmektedir. Amaç, insanın O’nun her yerde kendisini gördüğünün ve yaptığı her şeyin kayıt altına alındığının bilincinde olan bir varlık olmasını; Allah’ın yüce makamı karşısında çekinmesini; O’na kuvvetli bir imanla bağlanmasını ve yaptığı hatalardan dolayı O’na sığınmasını sağlamaktır. Özetle, insanı muttakî /ittikâ eden/ takvâ sahibi bir varlık yapmaktır.

Bugüne kadar takvâ’nın birçok tanımı yapılmıştır. Bu tanımların hepsinde de değişik kelime ve ifadelerle aynı anlamlar gözetilmiştir. Bu nedenle tanımlar arasında herhangi bir çelişki yoktur. Meselâ takvâ‘yı “Allah’ın emrettiklerini yapmak, yasaklarından kaçmak” diye tarif edenler olduğu gibi, “Yapılması günah olanı yapmaktan, terk edilmesi günah olanı terk etmemekten çekinmektir” ya da “Allah’ın cezalandırmasından korkarak O’nun verdiği bir nur ile O’na itaat etmektir” veya “Allah’ın dışındakileri Allah’a tercih etmemektir” şeklinde tanımlayanlar da olmuştur.

Biz de şöyle bir tanım yapabiliriz: Takvâ, “insanın kendisini Allah’ın koruması altına koyarak âhirette kendisine zarar ve acı verecek şeylerden sakınması, ya da günahlardan uzak durması ve iyiliklere sarılması”dır.

Ancak konu ile ilgili diğer Kur’ân âyetleri de göz önüne alınarak daha geniş bir tarif de yapılabilir:

Takvâ; iman etmek, şirkten uzak durmak, Allah’ı unutmamak, Allah ve elçilerine boyun eğmek, inkârcılarla mücâdele etmek, bollukta ve darlıkta sahip olunan mallardan bağışta bulunmak, namaz kılmak, salat etmek, salatı ikame etmek, zekât vermek, verilmiş sözlerde durmak, sıkıntılara sabretmek, açgözlü olmamak, ana-babaya iyi davranmak, hiçbir zaman kendini temize çıkarmaya çalışmamak, tevbe etmek, yanlışlarda ısrar etmemek, yaptıklarının affını dilemek, öfkeye sahip olmamak, başkalarını bağışlamak, adaletli olmak ve adaleti ayakta tutmaya gayret etmektir.

Bütün bu tariflere dayanarak özlü bir ifade ile takvâ‘nın “iman ve onun yansıması” olduğunu söylemek de mümkündür.

Bu noktada takvâ ile ibâdet arasındaki bağlantının belirtilmesinde yarar görüyoruz. Bize göre, “ilâhî emir ve yasakları yerine getirmek” demek olan ibâdet, “zarar verecek davranışlardan sakınmak” demek olan takvâ‘nın kendisi değildir, ama kişiyi takvâya ileten davranışlardır.

Takvâ sözcüğünün anlamında “korku” ve “korkmak” unsurları bulunmasına rağmen, takvâ‘nın sadece “korku” olarak anlaşılması doğru değildir. Fakat ne yazık ki, birçok meal ve tefsir, takvâ ve ittikâ sözcüklerini sadece “korkmak” anlamıyla açıklamıştır. Takvâ ve ittikâ sözcüklerinin ifade ettiği korunma ve sakınmanın Arapça’da havf, mehâfet, rehbet gibi sözcüklerle ifade edilen “basit korku” sebebiyle korunmak ve sakınmak ile aynı anlama gelmediği yukarıda görülen İnsan/10, 11. ayetlerden de açıkça anlaşılmaktadır.

Takvâ, içerdiği “korku” unsuru da belirtilerek “Kişinin korktuğu şeylerden kendini korumasıdır” şeklinde de tanımlanabilir. Ancak bu önemli kavramın basitçe “Allah korkusu” olarak ifade edilip geçiştirilmesi bize göre son derece yanlıştır. Çünkü Rabbimiz, “Allah korkusu” anlamına gelen haşyet sözcüğü ile ittikâ [takvâlı davranış] sözcüğünü aynı âyet içinde zikretmek sûretiyle, bu sözcüklerin farklı anlamlara geldiğini bizlere göstermiştir:

52Ve kim Allah’a ve Elçisi’ne itaat eder, Allah’a saygı, sevgi ve bilgiyle ürperti duyar ve O’nun koruması altına girerse, işte onlar başarıya ulaşanların ta kendileridir.

(Nûr/52)

 

Kur’ân’daki bu açık belirlemeye rağmen takvâ sözcüğü ve tüm türevleri “korkmak” anlamında anlaşılarak Müslümanlar arasında tam bir korku furyası oluşturulmuştur. Bunun sonucu olarak da, Allah ile kul arasındaki ilişkiler sevgi, saygı ve rahmetten çok korku üzerine kurulmuş, ortaya birçok yanlış ve olumsuz anlayış ve davranışlar çıkmıştır. Oysa ne takvâ ve ittikâ “haşyet” [Allah korkusu] demektir, ne de haşyet “havf”, “mehâfet”, “rehbet” gibi sözcüklerle ifade edilen basit “korku” anlamındadır.

Konunun önemine binaen bu bahsi ayrı bir başlık altında ayrıntılı olarak tahlil etmeyi uygun buluyoruz.

KORKU ve ALLAH KORKUSU: “Korku” insanın fıtratında olan bir duygudur. Bu nedenledir ki insan, karşısında aciz kaldığı her şeyden korkma eğilimindedir. Buna karşılık “ümit” de fıtrattandır ve korkuyu dengeleyen bir duygudur. İnsanın “korku” ve “ümit” duyguları arasında bir denge kurabilmesi, insanı hayata bağlayan, ona huzur ve güven veren bir durumdur. Eğer insan bu fıtrî duygularını iyi yönlendirmez de korkularını giderecek ümitten ya da ümidin vereceği gevşekliği önleyecek korkulardan uzak kalırsa, hayatı gereği gibi denge içinde götürebilecek ruhsal donanımdan mahrum kalmış olur. Ancak bu duyguların birbiriyle dengelenmesi kadar, nelerden korkulup nelerin ümit edilmesi gerektiğini doğru bilmek de önemlidir. Çünkü yanlış ve batıl korkular da, temelsiz ve boş ümitler de insanı hüsrana götürür. İnsan asıl korkulması gerekli olandan gerektiği gibi korkmaz ve asıl sığınılması gerekli olana gerektiği gibi yönelmezse, hayatındaki dengeler alt üst olur ve bir sürü sahte otoritenin önünde boyun eğer hâle gelir. Nitekim insan, tarih boyunca lüzumsuz korkular yüzünden sayısız tanrı edinmiştir: Doğa güçlerinden korkmuş; ateşi, gökleri, karanlıkları ilâh edinmiştir. Firavunlardan, diktatörlerden korkmuş; onları ilâh edinmiştir. Açlıktan korkmuş; ekmek ve maaş verenleri ilâh edinmiştir. Yalnızlık ve sahipsizlikten korkmuş; putları veya başka şeyleri ilâh edinmiştir. Kısacası insanoğlu boş ve temelsiz korkuları yüzünden sığınacak güvenli kucaklar aramış, umutla sarıldığı kucaklar çoğu zaman onu daha da tehlikeli ve acınası durumlara düşürmüştür.

İnsanın bariz şekilde zararına yol açan korkular, aslında ona dayatılan korkulardır. Bu dayatma, insan hayatında çok önemli olan iki konuda yapılmaktadır: Eğitim ve din.

EĞİTİMDE KORKU: Eğitim uzmanları tarafından kabul edilen evrensel gerçek şudur ki, baskı ve korku ile ne verimli bir eğitim yapılabilir, ne de yararlı bir disiplin sağlanabilir. Çünkü baskı ve korku sonucu ancak ikiyüzlü, samimiyetsiz, tutarsız, çıkarcı, âsi ve anarşist bireyler meydana gelebilir. Baskıcı ve korkutucu ana-babanın çocukları, baskıcı ve korkutucu öğretmenin öğrencileri, baskıcı ve korkutucu işverenin işçileri, baskıcı ve korkutucu devletin yurttaşları hep ikiyüzlü, samimiyetsiz, tutarsız, çıkarcı, âsi ve anarşist yapıdadırlar. Böyle bir insan tipi amaçlanamayacağına göre, salt baskı ve ceza korkusu altında yapılan bir eğitimin verimsiz neticeler elde etmekle sonuçlanacağı iyi bilinmelidir. Baskı ve korku ile hiçbir yere varılmadığı gibi, disiplin de sağlanamaz. Baskı ve korku ile sağlanmış gibi gözüken bir disiplin asla kalıcı değildir. Bireyler üzerindeki baskı ve korkunun biraz gevşediği ya da bireyler tarafından kanıksandığı an, ortaya telâfi edilmesi mümkün olmayan zararlı sonuçların çıkması kaçınılmazdır.

Bilimsel gerçek bu olmasına rağmen ne yazık ki toplumumuz korku ile disiplin sağlama yolunu seçmiş ve bu seçiminin en bariz göstergesi olarak “Kızını dövmeyen dizini döver”, “Öğretmenin vurduğu yerde gül biter”, “Dayak cennetten çıkmadır” gibi baskıyı ve şiddeti olumlayan birçok ifadeyi “atasözü” hâline getirmiştir.

DİNDE KORKU: İnsan fıtratında var olan “korku” ve “ümit” dengesi, diğer konularda olduğu gibi “inanç” konusunda da insan davranışlarını yönlendirmektedir. Bu konuda da insanlara sadece korku aşılamak, yani ümitlerin bağlanması gereken yegâne varlık olan Allah’a karşı sevgi yerine korku beslemeye yol açacak telkinlerde bulunmak çok yanlış bir tutumdur. Hele hele aklı gelişmemiş, reşit olup mümeyyiz duruma gelmemiş, henüz sabî çağındaki çocukların eğitmenleri [ister ana-babaları, ister öğretmenleri] tarafından “Allah seni taş yapar”, “Allah senin gözünü kör eder”, “Allah seni cehennemde yakar”, “Allah seni çarpar” şeklindeki ifadelerle terbiye edilmeye çalışılması son derece zararlı bir davranıştır. Çünkü din ve iman sorumluluğunu üstlenmek erişkin ve yetişkin kimselerin işidir. Yüce Allah çocukları hiçbir konuda mükellef tutmamaktadır. Eğer çocuklara Allah tanıtılmak isteniyorsa, doğru olan tanıtma O’nu celâl [kâfirleri kahreden, cezalandıran] sıfatları ile değil, cemal [kullarını seven, koruyan, affeden] sıfatları ile tanıtmaktır.

Rabbimiz, evrendeki her şey gibi insanın da programlayıcısıdır. Yaratılış özelliklerini çok iyi bildiğinden dolayı insanı en uygun yaşayış tarzına yönlendirmiş, indirdiği hidâyet rehberi Kur’ân’da da ona en uygun bir kulluk programı hazırlamıştır. Gerçekten de Kur’ân’da insandaki korku ve ümit duyguları fıtrata en uygun biçimde değerlendirilerek lüzumsuz korkuları ayıklanmış, insanın kimden ve niçin korkması gerektiği ile kimden ve neyi ümit etmesi gerektiği açıkça ortaya konmuştur.

İnanç eğitimini Kur’ân’dan alan müminler, tabiatlarından gelen sıradan korku ve ümit duygularının çerçevesini Kur’ân’ın verdiği bilgilerle doğru olarak belirlemeli, belirledikleri bu duyguları Kur’ân’ın önerdiği şekilde geliştirip derinleştirmeli, bu fıtrî duyguları yerli yerinde kullanmayı öğrenerek onları manevî yücelmenin yolunu açan birer anahtar hâline dönüştürmelidirler. Bunu başarmak, bazılarının bilgisizce “korku” diye tanımladığı takvâ denen manevî donanımı kazanmak demektir. Takvâ sıradan bir korku değil, korku duygusunu da içine alan bir saygı, çekinme ve korunma güdüsünü bir ahlâk olarak yaşanan hayata aktarma özenidir. Korku duygusu, takvâ sahibi bir insanda başka nitelikler kazanmış, yaratılıştaki ham halini kaybederek bir korunma ahlâkı, bir sorumluluk bilinci hâline gelmiştir. Doğru yönlendirilmiş ümit duygusu ise takvâ sahibi insanın sadece Allah’a yönelen ve sadece O’na sığınan bir insan olmasını sağlamıştır. Dolayısıyla, insanın yaratılışında en basit şekliyle var olan bu duygular, takvâ sahibi insanda övülen sıfatlar hâline dönüşmüş, bu da o insana yücelme faaliyetinin kapılarını açmıştır.

İslâm dininde خوف/havf veمخافة /mehâfet sözcükleriyle ifade edilen basit korku anlamında bir “Allah korkusu” kavramı yoktur. Kur’ân’da bu sözcüklerle ifade edilen korkuların hiçbiri kesinlikle “Allah korkusu” ile ilgili değildir. Böyle olmasına rağmen, sözcüklerin anlam farklılıkları göz ardı edilmek sûretiyle havf veya mehâfet denilen basit anlamdaki korku, “Allah korkusu” olarak Müslümanların dinî terminolojisine de girmiştir. Hatta bu konuda رأس الحكمة مخافة الله [re’sü’l-hikmeti mehâfetullâh=Hikmetin başı Allah korkusudur] diye Peygamberimizin ağzından bir de hadis uydurulmuştur. Bu rivayet öylesine meşhur olmuştur ki, hat sanatlarının icra edildiği değişik tablolar hâlinde resmedilerek camilerin iç duvarlarına asılmış, dindar evlerinin salonlarına kadar girmiştir. Oysa bu ifade, araştırmak isteyenlerin kolayca bulabilecekleri gibi, Kitab-ı Mukaddes’in Süleymân’ın Meselleri’ndeki 1:7 cümlesidir.

Elbette ki en geniş ve kapsamlı koruma, rahmet sıfatına sahip olan ve bütün yaratılmışları koruyan Allah’ın korumasıdır. Bu nedenle inanan insan, kendisine zarar verecek şeylerden korunmak için Allah’a yönelir ve işlediği kötü fiillerden dolayı da sadece kendisini koruyabileceğine inandığı Allah’tan korkar. Ancak buradaki korunma isteği, işlenen kötü fiillerin sonuçlarından dolayı duyulan korkudan kaynaklanır. Bu korku “ceza korkusu”dur. Nitekim Kur’ân’a bakıldığında, birçok yerde havf sözcüğü kullanılarak insanlara korkmaları ihtar edilmiştir. Ancak bu ifadelerin hepsi de Allah’ın kendisinden değil, “suç işlendiği takdirde Allah’ın azabından, Allah’ın vaîdinden korkulması gerektiği” yönündedir.

27-29Onlara iki Âdemoğlunun haberini de hakkıyla oku. Hani her ikisi, Allah’ın rızasını kazanmak için bir araç edinmişlerdi de birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. O: “Seni kesinlikle öldüreceğim” dedi. Diğeri: “Allah, yalnız Kendisinin koruması altına girmiş kişilerden kabul eder. Sen, beni öldürmek için elini bana uzatsan da, ben, elimi, seni öldürmek için uzatacak değilim [ben, elimi seni etkisiz kılmak için uzatırım]. Şüphesiz ben, âlemlerin Rabb’i Allah’tan korkarım. Şüphesiz ben, isterim ki sen, beni öldürmen nedeniyle oluşacak zaman kaybına neden olan şeyleri/ hayırda ağırda almayı/ zarar vermeyi/ kusur oluşturmayı ve kendi zaman kaybına neden olan şeylerini/ hayırda ağırda almanı/ zarar vermeni/ kusur oluşturmanı yüklenip de Ateş’in ashâbından olasın! Şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapanların da cezası budur!” dedi.

(Mâide/28)

15De ki: “Ben kesinlikle, eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım.”

(En‘âm/15)

13,14Ve kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, elçilerine: “Ya sizi kesinlikle yurdumuzdan çıkaracağız, ya da kesinlikle bizim dinimize/ yaşam tarzımıza döneceksiniz!” dediler. Rableri de elçilerine: “Biz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları kesinlikle değişime/ yıkıma uğratacağız ve onlardan sonra sizi kesinlikle o yere yerleştireceğiz. Bu, makamımdan ve tehdidimden korkan içindir” diye vahyetti.

(İbrâhîm/14)

175Şüphesiz ki o şeytan/kötü niyetli insan, kendi yakınlarını korkutur. Onlardan korkmayın, eğer mü’min iseniz Benden korkun.

(Âl-i İmrân/175)

Bu konu için ayrıca; Hûd/3, 26, 84, 103; Rahmân/46; Nâziât/40; Mâide/54, 69, 94; En‘âm/48; A‘râf/35, 54; Enfâl/48; Yûnus/15, 62; Meryem/45; Zümer/13; Ahkâf/13, 21; Haşr/16; Âl-i İmrân/170; Kâf/45; Müddessir/53; İnsan/7,10; Nahl/49-50; İsrâ/57; Nûr/37; Zâriyât/37;Bakara/37, 62, 112, 262, 274, 277; Zuhruf/68’e de bakılabilir.

Görüldüğü gibi, Kur’ân’da havf sözcüğü ile dile getirilmiş olan “korku”, “Allah korkusu” değil, Allah’ın adaleti gereği âhirette suçlulara vereceği “ceza korkusu”dur. Allah’ın adaletinden, yani suça karşı vereceği cezadan korkma konusu, birçok âyette de yine mutlak basit korku anlamını ifade eden rehb sözcüğü ile dile getirilmiştir. Rehb sözcüğünün Kur’ân’da bu anlamda kullanıldığını görmek isteyenler A‘râf/116, 154; Bakara/40; Nahl/51; Enfâl/60; Kasas/32; Haşr/13; Enbiyâ/90’a bakabilirler.

Havf sözcüğü ile “ceza korkusu”nu ifade eden Rabbimiz, iman eden, sâlihâtı işleyen ve Allah’ı Rabb edinip istikâmetini düzenleyenlerin, yani Allah’ın yakını ve yardımcısı olanların Allah’tan korkmalarına hiç gerek olmadığını da yine havf sözcüğü ile ifade etmiştir:

262Allah yolunda mallarını bağışlayan, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve incitmeyen şu kimselerin mükâfâtları Rablerinin yanındadır. Onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

(Bakara/262)

277Şüphesiz iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutan] ve zekâtı/vergiyi veren kişilerin Rableri katında mükâfâtları vardır. Ve onlar üzerine hiçbir korku yoktur, onlar üzülmezler de.

(Bakara/277)

62,63Açın gözünüzü! Allah’ın yakınlarına, yardımcılarına –ki onlar inanan ve Allah’ın koruması altına girmiş kimselerdir– kesinlikle kaygı yoktur. Onlar üzülmeyecekler de.

(Yûnus/62)

13Şüphesiz işte şu: “Rabbimiz Allah’tır” deyip, sonra da dosdoğru olan kişiler üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

(Ahkâf/13)

Bu konudaki diğer âyetler şunlardır: Bakara/62, 112, 274; Mâide/69; En‘âm/48; A‘râf/35; Fussılet/30.

İslâm dininde, خشية [haşyet] vardır, خشية الله [haşyetullâh] vardır. Haşyet; bilgi, idrak neticesinde oluşan hayranlık ve saygının doğurduğu hasret kalma, uzak düşme korkusudur.[1] Bu sözcüğü, yukarıda açıkladığımız basit “korku” anlamındaki havf sözcüğü ile eş anlamlı olarak Türkçeye çevirenler büyük bir yanlış içindedirler. Çünkü haşyet ile havf sözcüklerinin farklı anlamlara geldiği, bizzat Rabbimiz tarafından aynı âyet içinde kullanılmak sûretiyle bildirilmiştir:

19-24Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yetenekleri olan kişiler;

Allah’a verdiği sözleri yerine getiren ve antlaşmayı bozmayan,

Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi; iman ve ameli birleştiren,

Rablerine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler,

Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş,

salâtı ikame etmiş [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmuş, ayakta tutmuş],

kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık Allah yolunda harcamış

ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte onlar, bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar Adn cennetlerine gireceklerdir. Görevli güçler/ haberci âyetler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabretmiş olduğunuz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!”

(Ra‘d/21)

Âyetin ifadesinden kolayca anlaşıldığı gibi, havf ile haşyet sözcükleri aynı anlama gelmez, birbirlerinden farklıdırlar. İnsanlar her zaman ve zeminde, suç işlediklerinde veya suçsuzken de Allah’a haşyet duyarlar ve ittikâ ederler. Allah’ın adaletinden [suçlulara vereceği cezadan] ise sadece suçlular havf ederler; zaten etmelidirler de…

Basit korku [havf] duygusu yaratılıştan herkeste var olmasına rağmen, haşyet herkeste olmaz. “Havf” denen basit korkuya [kapılan kişi, korktuğundan uzak durmaya çalışır. Meselâ, ateşten korkan ateşin yanına yaklaşmaz, hastalıktan korkan hasta olmamak için gerekli tedbiri alır, cehennemden korkan isyan etmez, düşmanından veya vahşî hayvanlardan korkan kimse de onlarla karşılaşmamaya çalışır. Korku duygusu insanı kesinlikle korktuklarından kaçınmaya iter. Ancak haşyet hissi basit korkuya benzer bir his olmadığı gibi, haşyet sahibi de korktuğundan kaçınan ve uzaklaşan biri değildir. Tam tersine, haşyet sahibi kimse haşyet duyduğuyla hep beraber olmayı arzular. Onun asıl korktuğu, haşyet duyduğundan uzak kalmaktır; çünkü ona derin bir sevgi ve saygı duyar, onun darılmaması, gücenmemesi için gayret eder, kendisini ona sevdirmeye, beğendirmeye çalışır.

Kısaca ifade etmek gerekirse, haşyet hissi “havf” gibi fıtrî bir duygu değildir. İnsanda sonradan oluşur, bilgi ve idrake dayanır, bilgi ve idrakle doğru orantılıdır:

28İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah’tan ancak bilginler saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperirler. Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.

(Fâtır/28)

Âyette de vurgulandığı gibi, bilginler, bilgileri sayesinde Allah’ı bilgisizlerden daha iyi tanırlar ve O’na sonsuz bir saygı ve hayranlık duyarlar. Gerçekten de sıradan bir kimse ile atomun içini bilen bir fizik bilgininin veya hücrenin yapısındaki DNA ve RNA yapılarını gören bir tıp bilgininin Allah hakkındaki saygı ve hayranlık hisleri aynı değildir. Bu bilginler, Allah’ın sonsuz gücünü ve evreni programlama [Rabb olma] özelliğini gözleriyle görürler ve bunları bilmeyenlere nazaran Allah’ı daha iyi tanırlar. Bu tanımanın sonucu olarak hem Allah’a karşı çok daha fazla saygı ve hayranlık duyarlar, hem de Allah’a uzak kalmaktan ve O’na saygısızlık etmekten korkarlar [haşyet duyarlar]. Haşyet konusu ile ilgili olarak şu âyetlere bakılabilir: Yâ-Sîn/11; Nâziât/45; Tâ-Hâ/3, 44; A‘lâ/10; Enbiyâ/49; Fâtır/18; Kâf/33; Mâide/44, 52; Tevbe/18; Nûr/52; Beyyine/8; Zümer/23; Ahzâb/37; Bakara/74 ve Haşr/21.

38,39Allah’ın kendisine farz kıldığı şeyde Peygamber üzerine, daha önce gelip geçen kimselerde; Allah’ın verdiği elçilik görevini tebliğ eden, O’na saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve Allah’tan başka kimseye saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymayan kimselerle ilgili Allah’ın uygulaması olarak bir güçlük yoktur. Allah’ın emri, ayarlanmış, belirlenmiş bir kaderdir. Hesap görücü olarak Allah yeter.

(Ahzâb/39)

57-61Şüphesiz Rablerine duydukları derin hayranlık ve saygı sonucu O’ndan uzaklaşma korkusundan tir tir titreyen şu kimseler, Rablerinin âyetlerine inanan kimseler, Rablerine ortak tanımayan kimseler, şüphesiz kendileri, Rablerine dönecekler diye verdiklerini kalpleri ürpererek veren kimseler; işte onlar, iyiliklerde yarışanlardır ve iyilikler için önde gidenlerdir.

(Müminûn/57)

26-28Ve onlar: “Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], çocuk edindi” dediler. Rahmân, bundan arınıktır. Aksine onlar armağanlar verilmiş kullardır. Onlar, O’nun sözünün önüne geçemezler; onlar, yalnız O’nun emriyle iş yaparlar. O, Rahmân’ın çocukları saydıkları şeylerin önlerinde olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve onlar, O’nun hoşnut olduğu kimselerden başkasına yardımda/destekte bulunmazlar. Bununla birlikte onlar O’na duydukları derin saygı ve sevgiden dolayı ondan uzaklaşma korkusundan tir tir titrerler.

(Enbiyâ/28)

İşte, İslâm’daki Allah korkusu bu haşyet duygusudur, sıradan bir korku değildir.

لعلّ[LE‘ALLE] EDATI:

لعلّ[le‘alle] edatı Arapçada harf-i cerr ve fiile benzeyen harflerden [edatlardan] biri olarak değerlendirilmiş ve içinde bulunduğu cümleye “umut” ve “endişe” anlamı kattığı kabul edilmiştir. Öyle ki, giderek genel bir kural hâline gelen bu kabul nedeniyle hem güzel şeylerin umulması ve hem de kötü şeylerden endişe duyulması kısaca bu edat yardımıyla ifade edilir olmuştur.

Ancak, Kur’ân’da geçen لعلّ[le‘alle] edatlarına bakıldığında, bu edatın “umut” ve “endişe” anlamlarından başka anlamlarda kullanıldığı görülmektedir. Zira bu edat Kur’ân’da bizzat Allah için de kullanılmıştır. Hâlbuki “Allah’ın umması” veya “endişe duyması” söz konusu olamaz. Çünkü “ummak” ve “endişe duymak”, bir şeyin sonunu bilmemekten, neticeden emin olmamaktan kaynaklanır, Allah ise her şeyi kesin bir bilgi ile bilmektedir.

Kur’ân üzerine en çok araştırma yapmış kişilerden Zerkeşî el-Bürhân; Suyûtî ise bu konuyu ve el-İtkân adlı eserlerinde birer bölüm ayırarak derinlemesine incelemişler ve özetle aşağıda naklettiğimiz hususları belirtmişlerdir:

Le‘alle, içinde bulunduğu isim cümlesinin ismini nasb, haberini ref eden bir edattır. Bu edatın bir takım anlamları vardır. Bu anlamlarından en ünlüsü توقّع [tavakku‘]dur. Tavakku‘ ise “terecci” [sevilen şeyleri ummak] ve “işfak” [çirkin şeylerden de endişe duymak] demektir. Bunlara örnek Bakara/189 ve Şûrâ/17 âyetleridir. En ünlü ikinci anlamı ise “ta‘lîl”dir. Ta’lîl, sebep göstermek, bahane, müessirden esere yapılan istidlâl [gerekçe] demektir. Buna örnek Tâ-Hâ/44 âyetidir. Üçüncü anlamı ise إستفهام[istifhâm]dır. Buna örnek de Talâk/1 ve Abese/3 âyetleridir.[2]

 

Bu genel açıklamadan sonra Suyûtî, aynen şu notu düşmüştür:

el-Bürhan’da Zerkeşî’nin naklettiğine göre, Begavî’nin Vâkıdî’den hikâye ettiğine göre Kur’ân’da yer alan bütün le‘alle edatları ta‘lîl içindir. Sadece Şu‘arâ/129’daki le‘alle teşbih içindir. Teşbih için olması biraz gariptir. Çünkü nahivciler böyle bir şey zikretmemişlerdir. Sahîh-i Buharî’de de لعلّكم تخلدون [le‘alleküm tahlüdûn] ifadesindeki le‘alle’nin teşbih için olduğu yer alır. Ben derim ki, İbn-i Ebî Hatim’in Süddî tarikinden ortaya koyduğuna göre, Kur’ân’da yer alan le‘alle edatlarının hepsi كى[key] anlamındadır. Yani, hepsi ta‘lîl içindir. Sadece Şu‘arâ/129’daki le‘alle edatı, كأنّ [keenne] anlamındadır. Nitekim Katâde’den nakledildiğine göre Şu‘arâ/129’daki le‘alleküm tahlüdûn ifadesi, bazı kıraatlerde (Ubeyy mushafında) كأنّكم تخلدون [keenneküm tahlüdûn] şeklindedir.[3]

 

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Kur’ân’da tam 129 kez yer alan le‘alle edatı aslında ta‘lîl [sebep göstermek, bahane, müessirden esere yapılan istidlâl, yani gerekçe] içindir. Bizim kanaatimiz bu yöndedir.

Zaten “terecci” [umut] anlamı vermiş gibi olan kullanımları da, âyetlerde uygun düşmemektedir. Bazıları bu uygunsuzluğu aşabilmek maksadıyla, Allah için kullanılan le‘alle edatlarının “kesinlik” anlamında olduğunu, kullar için kullanılan le‘alle edatlarının ise “terecci” [umut] anlamında olduğunu ileri sürerek edatın anlamında bir zorlamaya girmişlerdir. Oysa le‘alle edatının ta‘lîl için olduğunun kabulü hâlinde böyle zorlamalara gerek kalmamaktadır. Bizim -Allah’ın izniyle- yaptığımız Kur’ân çalışmalarında le‘alle edatı hep ta‘lil anlamıyla değerlendirilmiştir.

27Ey Âdemoğulları! Şeytân, ana-babanızı, kendi çirkinliklerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de fitneye düşürmesin; sizi hak dinden döndürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytânları, inanmayanlar için velîler/yol gösteren, yardım eden kimseler yaptık.

Rahmeti gereği Rabbimizin uyarılarına devam ettiği bu âyette bize göre iki nokta üzerinde durulmuştur:

Birinci nokta, İblis’in insan üzerindeki etkisidir. Sâd sûresi’nden beri işlenmekte olan İnsan-İblis ilişkisine bu sûrede daha ayrıntılı açıklamalarla yer verilmiş ve sûrenin başlangıcından bu yana insanlar İblis’in nereden ve nasıl etki edeceği hakkında bilgilendirilmiştir. Yapılan bu bilgilendirmeden sonra bu âyette Rabbimiz, İblis’in etkisi konusunda insana şu uyarıda bulunmuştur: Ey Âdemoğulları! Şeytân, ana babanızı, çirkinliklerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de bir fitneye düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler.

İkinci nokta ise İblis’in ve avenesinin kimlerle haşir neşir olduğudur. Rabbimiz bu âyette İblis’in ve avenesinin inanmayanlarla yakın ilişkide olacağını bildirerek onlara karşı uyanık olunmasını öğütlemektedir. Bu konudaki tanıtıcı bilgiler başka âyetlerde de verilmiştir:

30Bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapıklık hak oldu; onlar, şeytânları, Allah’ın astlarından, yol gösteren, yardım eden ve koruyan yakınlar edindiler ve kendilerinin de kesinlikle kılavuzlanan doğru yolda olduklarını sanıyorlar.

(A‘râf/30)

1-6“Gözükmeyen varlıklardan, bilinen varlıklardan; hepsinden, insanların akıllarında kötülük fısıldayan sinsi düşmanın kötü fısıltılarının kötülüğünden, insanların ilâhına, insanların hükümdarına ve insanların Rabbine sığınırım” de!

(Nâs/1-6)

50Ve hani Biz doğal güçlere, “Âdem’e boyun eğip teslimiyet gösterin” demiştik de İblis/ düşünce yetisi dışında hepsi boyun eğip teslimiyet gösterdi. İblis, görünmez varlıklardandı/ enerjidendi. Sonra da kendi Rabbinin emrine ters düştü. Şimdi siz, Benim astlarımdan onu ve onun soyunu yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar mı ediniyorsunuz? Hem de onlar sizin düşmanınızken. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için ne kötü bir değiştirmedir bu!

(Kehf/50)

Ve Meryem/83, Mücâdele/19, En‘âm/121, İsrâ/27.

ŞEYTÂNLARIN/İBLİS’İN SOYDUĞU ELBİSE: Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, İblis’in soyduğu elbise, bildiğimiz elbise değil, iyilik, güzellik, dostluk, kardeşlik elbisesidir. Çünkü İblis, dünya nimetlerini süslü göstermek sûretiyle insanları zevkusefa düşkünü, mal yığıcı, kargaşa çıkartıcı birer yaratık hâline dönüştürüp birbirlerine düşman etmekte ve böylece insana ilham edilmiş çirkinliklerin dışa vurmasını sağlayarak onu elbisesiz, çirkinlikleriyle baş başa bırakmaktadır. Bunları yaparken İblis’in tarzı mertçe değil, sinsicedir.

Rabbimiz, “şeytanlar” olarak nitelediği İblis ve onun etkisine girmiş kişilerin insana yoldan çıkartıcı telkinlerde bulunurken fark edilmesi zor yöntemler kullanacağını o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler ifadesi ile dile getirmiştir. Bu uyarı gayet açıktır. Yani Rabbimiz, “Onlar, insanın içinden ya da insana fark ettirmeden sinsice telkinde bulunurlar. Öyle ki, onlar sizi tanırlar ve yaptıklarınızın hepsini görürler, ama siz, yanınızda olmalarına rağmen takındıkları tavırlar sebebiyle onların düşmanlarınız olduğunu fark edemezsiniz” demektedir.

FİTNEYE DÜŞÜRMEK: الفتنة[fitne], “ateşe atmak” demektir. Rabbimizin bu sözcüğü kullanarak yaptığı uyarı, “şeytân sizi vahye uymayan hareketler yaptırmak, doğru olmayan bir hayat tarzı benimsetmek sûretiyle ateşe atmasın, başınızı belâya sokmasın, sizi perişan etmesin!” anlamındadır.

28Ve onlar bir iğrençlik yaptıkları zaman, “Babalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize Allah emretti” derler. De ki: “Allah iğrençliği emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”

29De ki: “Rabbim hakkaniyeti emretti. Her mescidin yanında; toplum içinde yüzünüzü; tüm benliğinizi O’na doğrultun ve dini yalnız Kendisine has kılarak Rabbinize yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi O’na döneceksiniz.”

30Bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapıklık hak oldu; onlar, şeytânları, Allah’ın astlarından, yol gösteren, yardım eden ve koruyan yakınlar edindiler ve kendilerinin de kesinlikle kılavuzlanan doğru yolda olduklarını sanıyorlar.

31Ey Âdemoğulları! Her mescidin yanında; toplum içinde süslerinizi alın, yiyin-için; keyfinize bakın fakat Allah’ın hakkını da göz ardı etmeyin; kesinlikle Allah, hakkını göz ardı edenleri sevmez.

32De ki: “Allah’ın, kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?” De ki: “Bunlar, iğreti dünya hayatında inananlar içindir –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–.” İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz.

33De ki: “Rabbim, sadece iğrençlikleri; onun açık ve gizli olanını, zararları/zarar vermeyi, haksız yere başkaldırmayı, haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram etmiştir.”

Konusu itibariyle bu âyetler Sâd/1-11’in devamı niteliğindedir. Böyle olunca, 28. âyetin başındaki Ve onlar ifadesinin Sâd/2’de sözü edilen inkâr edenler‘e ait olduğu ortaya çıkmakta ve böylece âyetler de doğru olarak anlaşılmaktadır.

Aslında bize göre bu âyetleri aşağıdaki âyetlerin devamı olarak okumak, onların daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır:

15Şüphesiz onlar, oldukça tuzak kuruyorlar. 16Ben de onları cezalandırırım. 17Bu yüzden sen kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere mühlet ver, onlara azıcık zaman tanı.

                                                                                                             (Târık/15-17)

2Onlar ise bir alâmet/gösterge görseler hemen yüz çeviriyorlar ve “Devam edip giden bir büyüdür” diyorlar.

3-5Kur’ân’da kendilerine verilen her emir, “kararlaştırılmış, en üstün seviyede yeterli, haksızlık ve kargaşayı engellemek için konulmuş bir kanun, düstur ve ilke” olduğu hâlde onlar yalanladılar ve tutkularına uydular. Şüphesiz onlara vazgeçirecek haberler de gelmişti. Buna rağmen uyarılar yarar sağlamıyor.

(Kamer/2-5)

 

1Sâd/90. Öğüt/şeref sahibi Kur’ân kanıttır ki, 3onlardan önce nice kuşakları değişime, yıkıma uğrattık Biz. Onlar da çağrıştılar. Ama artık kurtuluş vakti değildi. 2Aksine o kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler bir gurur ve bölünme içindedirler.

4,5Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, “Bu bir sihirbazdır, çok çok yalan söyleyen birisidir. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı yapmış? Bu gerçekten çok şaşılacak bir şey!” dediler.

6-8Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler: “İlâhlarınız üzerinde direnin ve sözünüzden, kararınızdan dönmeyin. Bu, gerçekten, sizden beklenen bir şeydir! Biz bunu son/başka bir dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır. Öğüt/ Kitap aramızdan o’nun üzerine mi indirildi?” –Aksine onlar Benim öğüdümden/ Kur’ân’dan yetersiz bilgi içindeler, aksine onlar henüz azabımı tatmadılar.–

9-11Yoksa çok güçlü ve çok bağış yapan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır? Ya da bütün o göklerin, yerin ve aralarında olanların mülkü onların mıdır? Öyleyse, burada, çeşitli gruplardan oluşmuş, bozguna uğramış bir ordu olan onlar, her yolu deneyerek yükselsinler, ellerinden gelen her şeyi denesinler!

(Sâd/1-11)

 

Biz, Mushaf’ta bu âyetler arasında yer almış olan diğer âyetleri de birer parantez olarak düşünüyor ve tahlilimize bu anlayışla devam ediyoruz:

 

28Ve onlar bir iğrençlik yaptıkları zaman, “Babalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize Allah emretti” derler. De ki: “Allah iğrençliği emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”

“ONLAR”IN KİMLİĞİ: Yukarıda da açıkladığımız gibi, buradaki onlar zamiri ile kasdedilenler, Peygamberimiz ile mücâdele eden ve şirkte direnen “Mekkeli müşrikler”dir.

فواحش [fevâhiş], “çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış, olması gereken sınırı aşmak, söz ve cevapta taşkınlık etmek” anlamına gelenفحشاء [fahşâ] sözcüğünün çoğulu olup bu ifadeler ile ilgili ayruntılı bilgi Necm suresinde verilmiştir.

Fuhş, fahşâ ve fâhişe kelimeleri, Râgıb el-İsfehanî tarafından, “son derece çirkin söz ve fiiller” olarak tanımlanmıştır.[4]

 

Fâhişe sözcüğünün çoğulu olan fevâhiş sözcüğü ise Kur’ân’da had cezasını [ağır cezayı] gerektiren hâller için kullanılmıştır. (En‘âm/151, A‘râf/33, Şûrâ/37, Necm/32). Müminler bu suçlardan uzak durmalı ve kendi aralarında bu ahlâksızlığın yayılmasına fırsat vermemelidirler. Zira düşmanları bu konuda sinsice çalışmaktadırlar.

Klâsik kaynaklarda, konumuz olan âyetteki fâhişe sözcüğüyle, Kâbe’yi çıplak tavaf eden ve kendilerine engel olmak isteyenlere karşı bu davranışın atalarından kalma ve onlara da Allah tarafından emredilmiş bir amel olduğunu söyleyen câhillerin kastedildiği ileri sürülmüştür. Bizim görüşümüz, bu sözcüğün ifade ettiği iğrençliklerin bununla sınırlı olmadığıdır. Öyle ki, Peygamberimize direnen o günkü Mekkeli idarecilerin başta şirk olmak üzere daha birçok sapıklıkları da bu sözcüğün kapsamı içerisindedir.

TAKLİT, ATALAR DİNİ: Hatırlanacak olursa, Sâd sûresi’nde, Peygamberimize direnen idareciler, kulun kula kulluğunu yasaklayan “tevhîd” [Allah’ı birleme] konusunda iğrenç bir tavır göstermişler ve atalarından böyle bir şey görmediklerini dile getirmişlerdi:

4,5Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, “Bu bir sihirbazdır, çok çok yalan söyleyen birisidir. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı yapmış? Bu gerçekten çok şaşılacak bir şey!” dediler.

6-8Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler: “İlâhlarınız üzerinde direnin ve sözünüzden, kararınızdan dönmeyin. Bu, gerçekten, sizden beklenen bir şeydir! Biz bunu son/başka bir dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır. Öğüt/ Kitap aramızdan o’nun üzerine mi indirildi?” –Aksine onlar Benim öğüdümden/ Kur’ân’dan yetersiz bilgi içindeler, aksine onlar henüz azabımı tatmadılar.–

(Sâd/4-8)

Rabbimiz Kur’ân’da atalar dininin benimsenmesi üzerinde çokça durmuş ve insanları sürekli uyarmıştır:

170Ve onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiği vakit, “Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız” dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve kılavuzlandıkları doğru yolu bulmaz idiyseler de mi?

(Bakara/170)

104Ve onlara: “Allah’ın indirdiğine ve Elçi’ye gelin” dendiği zaman: “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” dediler. Ataları bir şey bilmeyen ve kılavuzlanan doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı?

(Mâide/104)

Bu konuda ayrıca şu âyetlere de bakılabilir: Yûnus/78, Enbiyâ/53, Şu‘arâ/74, Lokmân/21, Zuhruf/23.

 

29De ki: “Rabbim hakkaniyeti emretti. Her mescidin yanında; toplum içinde yüzünüzü; tüm benliğinizi O’na doğrultun ve dini yalnız Kendisine has kılarak Rabbinize yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi O’na döneceksiniz.”

Yaptıkları iğrençlikleri Allah’ın emriymiş gibi göstererek kendilerini savunmaya kalkışan Mekkeli müşriklere, Rabbimiz de peygamberinin şöyle cevap vermesini emretmektedir: Allah iğrençliği emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?

Rabbimizin Mekkeli müşriklere denilmesini istediği sözler bu âyette şöyle devam etmektedir: Rabbim hakkaniyeti emretti.

Gerçekten de dinin amacını “insanı kula kulluktan kurtarmak ve yeryüzünde adaleti sağlamak” diye özetlemek mümkündür. İnsanlara verilen tüm görevler bu ilkenin gerçekleşmesini sağlamaya yöneliktir.

YÜZÜ ALLAH’A DOĞRULTMAK: Yüzü Allah’a doğrultmak ifadesi, kişinin yüzünü yön olarak Allah’a çevirmesi anlamına değil, “tüm benliğiyle Allah’a yönelmesi” anlamına gelen bir deyimdir. Yüz, vesikalık fotoğrafta olduğu gibi kişinin kimliğini tümden ifade eder. “Tüm benliğiyle Allah’a yönelmek”, inananlardan sürekli istenen ve beklenen bir tavırdır:

20Buna rağmen eğer seninle tartışırlarsa de ki: “Ben tüm benliğimi Allah için İslâmlaştırdım/ben Müslüman oldum. Bana uyanlar da Müslüman oldular.” Kitap verilenlere ve Anakentliler’e: “Siz de sağlamlaştırdınız mı/ İslâm’ı kabul ettiniz mi?” de. Eğer sağlamlaştırırlarsa/İslâm’a girerlerse, artık kılavuzlandıkları doğru yola ermişlerdir. Ve eğer sırt çevirirlerse sana düşen sadece mesajı iletmektir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.

(Âl-i İmrân/20)

78,79Sonra güneşi doğarken görünce de, “Bu benim rabbimdir, bu daha büyük!” dedi. Sonra o da batınca, “Ey toplumum! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif; bâtıl inançlardan dönmüş biri olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi.

(En‘âm/79)

112Hayır, aksine kim iyileştiren-güzelleştiren biri olarak kendisini Allah için islâmlaştırırsa, işte onun, Rabbi katında ödülü vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de.

(Bakara/112)

DİNİN ALLAH’A HAS KILINMASI: Kendini Müslüman ve dindar olarak niteleyen herkes, Rabbimizin bu âyetteki açık ve net talimatı doğrultusunda, sahiplendiği dinin “Allah’ın saf dini” olmasına dikkat etmek durumundadır. Ne var ki, yüzyıllardır insanlar Allah’ın saf ve tertemiz dininden farklı, katkılı ve yozlaşmış bir dini hayat sürdürmektedirler. Çünkü Allah’ın saf ve tertemiz dininin içerisine şeyhler, imamlar, üstadlar marifetiyle hevâ-hevese, paraya, siyasete, ideolojiye dayalı birçok katkı maddesi karıştırılmıştır. Yaşanan dinî hayatın bu durumda olup olmadığını anlamak aslında çok kolaydır. Yapılacak iş, sürdürülen inançların ve ortaya konan amellerin Allah tarafından mı yoksa başkaları tarafından mı belirlendiğine bakmaktan ibarettir. Allah’ın saf dini, Fâtiha’nın “besmelesi” ile Nâs sûresi’nin “ve’n-nâs” ifadesi arasındadır. Din adına ne varsa, iman ve ameliyle hepsi Kur’ân’dadır. Kur’ân’da yer almayan inanç ve ameller, Allah’ın saf dini dışında kalan din dışı inanç ve amellerdir. Bizim dayatılmış olduğunu çeşitli vesilelerle açıkladığımız inanç ve ameller de işte bu inanç ve amellerdir.

Âyette de görüldüğü gibi, Rabbimiz bizden dinin Allah’a hâlis kılınmasını istemektedir. Bu da yaşanan dinde Allah’ın koymadığı hiçbir inanç ve amelin bulunmaması anlamına gelmektedir:

1Bu kitabın indirilmesi, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan; mutlak galip, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah’tandır.

2Şüphesiz ki, Biz bu kitabı sana gerçekle indirdik. Öyleyse Din’i sadece O’nun için arındırarak Allah’a kulluk et.

3Dikkatli olun, halis din sadece Allah’a aittir. O’nun astlarından birtakım yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinenler: “Allah’ın astlarından edindiğimiz yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar, bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsın diye biz onlara tapıyoruz.” Şüphesiz kendilerinin ayrılığa/anlaşmazlığa düşüp durdukları şeylerde, onların arasında Allah hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk etmez.

(Zümer/1-3)

11,12De ki: “Ben, kesinlikle dini yalnızca Kendisine özgü kılarak Allah’a kulluk etmekle emrolundum. Ve bana Müslümanların ilki olmam için emir verildi.”

13De ki: “Şüphesiz Rabbime karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım.”

14-16De ki, “Dinimi yalnız Kendisine arındırarak Allah’a kulluk ediyorum. Buna rağmen siz, O’nun astlarından dilediğinize kulluk yapınız.” De ki: “Şüphesiz asıl kaybedenler, kıyâmet gününde kendilerini ve ailelerini ve yakınlarını kayba uğratanlardır.” –Dikkatli olun! İşte bu, apaçık bir kaybın ta kendisidir. Onların üstlerinden ateşten tabakalar, altlarından da tabakalar vardır. İşte Allah, kullarını bununla korkutuyor: Ey kullarım! Benim korumam altına girin.–

                                                                                               Zümer/11-16)

14Öyleyse, kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler hoşlanmasa da dini sadece Kendisine ait kılarak Allah’a dua edin.

(Mümin/14)

65O, diridir, O’ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Bu nedenle, dini sadece O’nun için arındıranlardan olarak O’na dua edin. Tüm övgüler yalnız âlemlerin Rabbi Allah’adır; başkası övülemez.”

(Mümin/65)

5Oysa ki onlara sadece, dini yalnız Allah için arındıran kişiler hâlinde sadece Allah’a kulluk etmeleri, salâtı ikame etmeleri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaları, ayakta tutmaları], zekâtı/vergiyi vermeleri emredilmişti. Ve işte bu, doğru/eksiksiz/aşınmaz dindir.

(Beyyine/5)

Âyetteki Allah’a hâlis kılınmış din ifadesinden, bir de hâlis olmayan, Allah’a özgü kılınmamış bir dinin varlığı anlaşılmaktadır. Bize göre bu din, azizlerin, şeyhlerin, papazların, hocaların, hahamların, efendilerin, Firavun’la türdeş olan ceberut liderlerin ekledikleri katkı maddeleriyle bozulmuş, yozlaştırılmış sahte dindir. Oysa Rabbimizin bu konu üzerindeki hassasiyeti bize göstermektedir ki, yaşanan din Allaha özgü, saf, katkısız, katışıksız, bir bakıma “hâlis süt” gibi olmalıdır. Hâlis süt nasıl hiçbir katkı maddesi içermezse, hâlis din de Allah’tan başkasının hükümlerini içermemelidir.

Bu konuda bize düşen görev, Allah’ın gerçek dinini bu katkı malzemelerinden arındırmak ve onu Allah’tan geldiği gibi saf ve hâlis bir halde insanlara ulaştırmaktır.

30Bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapıklık hak oldu; onlar, şeytânları, Allah’ın astlarından, yol gösteren, yardım eden ve koruyan yakınlar edindiler ve kendilerinin de kesinlikle kılavuzlanan doğru yolda olduklarını sanıyorlar.

ALLAH KİME YOL GÖSTERİR, KİMİ SAPIKLIKTA BIRAKIR: Bu konu Tekvîr sûresi’nin tahlilinde “Meşîet” başlığı altında tahlil edilmiştir.

Âyetlerde görüyoruz ki, Allah her şeyin ve her işin asıl yaratıcısıdır. Bu durum O’nun ilâhlığının olmazsa olmaz gereğidir. Şu hâlde dalâleti de, hidâyeti de yaratan Allah’tır. Ancak dalâleti ve hidâyeti isteyen ve o yönde meyil gösteren bizzat kulun kendisidir.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Hidâyet ve dalâletin Allah’a izafesi “yaratma” açısından, insana izafesi ise “seçme” açısındandır.

Bu âyetle artık Mekkeli müşriklere verilen özel mesaj bitmiş, bundan sonra tüm insanları muhatap alan genel mesajın verilmesine başlanmıştır:

31Ey Âdemoğulları! Her mescidin yanında; toplum içinde süslerinizi alın, yiyin-için fakat Allah’ın hakkını da göz ardı etmeyin; kesinlikle Allah, hakkını göz ardı edenleri sevmez.

32De ki: “Allah’ın, kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?” De ki: “Bunlar, iğreti dünya hayatında inananlar içindir –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–.” İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz.

Bu pasajla ilgili olarak klâsik kaynaklarda Kâbe’yi çıplak tavaf eden Arap kadınlarının veya tüm Arapların bu âyetlerden sonra artık Kâbe’yi çıplak değil de elbiseli olarak tavaf etmeleri gerektiğine dair birçok rivâyet mevcuttur. Tefsirlerin hepsinde de bu doğrultuda açıklamalar yer almıştır.

Ancak biz, Âdem-İblis kıssasından bu yana anlatılanlarda geçen elbisenin “beden giysisi” olmadığına kani olduğumuz için söz konusu rivâyetlere itibar etmiyor, burada hiçbirine yer vermiyoruz.

MESCİD: “Namaz kılınan yer” olarak meşhurlaşmış olan المسجد[mescid] sözcüğü, “secde edilen [Allah’a boyun eğilen] mekân, yer” demektir ki, bu tanımlamaya göre evrenin her yanı, yani her yer bir mescittir.

ZİYNET: الزّينة[ziynet] sözcüğü, “dünya ve âhirette insanın onurunu yükselten şey” demektir. Bu şey mal-mülk, para-pul, süs eşyası, güzellik, yakışıklılık, sağlık, makam-mevki gibi basit dünya süsü cinsinden bir şey olabileceği gibi, iman, güzel amel, güzel huy, ahlâk, edep, vakar gibi gerçek başarı anahtarı cinsinden bir şeyler de olabilir.[5] Kur’ân’da bu anlamlarda kullanılmış pek çok örnek mevcuttur.

İSRÂF: الاسراف[isrâf] [isrâf] سرف –

İsraf sözcüğü ile ilgili kadim lügatlerde şu bilgiler yer alır: İsraf sözcüğünün kökü olan “ سرفseref”, “amaç karşıtlığı, amacı aşmak, duyarsızlık, hata, cahillik, bir şey için hırslı olmak” demektir. Hata yapan, gaflet içinde olan kişiye “سرف الفئاد رجل  racülün serif’ül fuad” denir. Aklı fikri bozgunculuk olan kişiye te “ سرف العقل serif’ül akl” denir. Böceklenen ağaca “ سُرِفَت الشجرةsürifet’üş şeceretü”, kulakları kesik koyuna “ شأة مسروفةşat’ün mesrüfetün”, böcek sarmış araziye “ ارض سرفة arz’un serifatün”, böcekli vadiye, “ وادى سرفةvad’in serifatün”” denir. Dil bilimcilerinden İyas b. Muaviye de israf sözcüğünü “Allah’ın hakkından eksiltme” olarak açıklamıştır.

Bu sözcüğün ilk kullanılışı/ yaratılışı “ السُرْفَةُsürfe” sözcüğüdür. “ سزفةSürfe”, ağaç yapraklarını yiyen ve yapraklar arasında kendisine örümcek ağına benzer bir yuva kuran, tırtıl gibi küçücük bir kurtçuktur. Ki yaprağı yer, ağacın kurumasına bile neden olur.[6]

Anlam dikkate alındığında bu sözcüğün ilk önce, “bir şeyde noksanlaştırmak, kıyısından köşesinden eksiltmek, bir şeyin hakkını tam olarak vermemek” anlamında kullanıldığı kesinlikle anlaşılmaktadır.

Bu sözcüğün Kur’an’da yer alan kalıplarının hepsi if’âl babındandır.

Bu öz anlama göre İsraf sözcüğü, sürfelik yapmak demektir. Yani kurtçuğun ağaç yaprağına yaptığı gibi “nesneyi küçültmek, sağından solundan tırtıklamak (!); aşırmak, çalmak, eksiltmek” demektir.

Maalesef zamanla ilk kullanış anlamından uzaklaştırılan bu sözcük, literatüre genellikle “ferdî harcamalardaki aşırılık; savurganlık” olarak yerleştirilmiştir.

Kök; öz anlamdan uzaklaşınca ulema Kur’ân’daki İsraf sözcüğünü dört farklı anlamda kullanıldığını ileri sürme cihetine gitmiştir. Ki bunlar şöyledir:

  1. Şirk, küfür, zulüm (A‘râf /81; Yûnus /83; Şuarâ/151-152; Yâsîn/19).
  1. İsyankârlığa saparak günahlara boğulmak suretiyle kendisine kötülük etmesi (Zümer/ 53).
  1. Helâl kılınmış güzel nimetlerin haram sayılması (En‘âm/141; A‘râf/81) veya masum bir kimsenin haksız yere öldürülmesi İsrâ’/33).
  2. Kişinin kendine ait veya sorumluluğu altındaki mal ve imkânları gereksiz yere harcaması (Nisâ /6; Furkān /67).

Hâlbuki bir sözcük öz anlamı dışında, başka bir anlamda kullanılmaz; hele hele denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa kelimeleri tükenmeyecek olan Allah’ın sözleri.

Türkçemize de “Gereksiz yere para, zaman, emek vb.ni harcama,” savurganlık (TDK) olarak girmiştir. Ama “israf ve türevleri” bu anlamıyla Kur’an’daki ayetlere uygun düşmemektedir. Sözcük ve türevleri Kur’an’da 23 kez yer alır.

Kur’an ayetlerinde konu edilen israf, Türkçemizdeki yerleşik anlamında olduğu gibi harcamalardaki aşırılık ve yapılan savurganlık değildir. Ayetlerdeki anlamı, yapılması gereken kulluğu, verilmesi gereken maddi ve manevi değerleri azaltmak; hakka tecavüz etmek; olması gerekeni azaltmak, küçültmek, makaslamak, iç etmek ve bu sayede elde ettiği kazanç ile kendisine çıkar sağlamak” demektir. Güncel bir tabirle “vergi kaçırmak ve bundan elde ettiği kazanç ile kendisine ev ve araba almak” gibi örneklenebilir.

92Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça asla “iyi adamlık” mertebesine eremezsiniz. Ve siz, her neyi bağışlarsanız kesinlikle Allah, onu en iyi bilendir.

(Al-i/ Imran/ 92)

267Ey iman etmiş kimseler! Kazandıklarınızdan, sizin için yerden çıkardıklarımızın temizlerinden Allah yolunda harcayın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olamayacağınız pis şeyleri vermeye yeltenmeyin. Ve şüphesiz Allah’ın çok zengin/ hiçbir şeye muhtaç olmayan, övülen/övgüye lâyık bulunan olduğunu bilin.

(Bakara/ 267)

141Ve Allah, asmalı ve asmasız bahçeleri, hurmaları, ürünleri çeşit çeşit ekinleri, zeytinleri ve narları, birbirine benzer ve benzemez biçimde inşa edendir. Meyve verince meyvesinden yiyin, hasat günü de onun hakkını verin ve ONUN HAKKINDAN EKSİLTME YAPMAYIN. Şüphesiz Allah, HAKKTA EKSİLTME yapanları sevmez.

(En’am/ 141)

Bu ayetleri dikkate aldığımızda infak ederken sevilen şeylerin değil de sevilmeyen şeylerin verilmesi, kişinin kendisinin beğenmediği şeylerin verilmesi veya verilmesi gereken miktardan az verilmesi İsraftır.

Burada insanoğluna verilen mesaj şudur: Kişi, her yerde ve her zaman maddî ve manevî ziynetlerini takınmalı [temiz ve bayramlıklarını giymiş olmalı, pis, kirli olmamalı], kişisel veya toplumsal tüm davranışlarında Allah’ın koyduğu sınırları kendi çıkarına bozmamalı, halim-selim, olgun ve onurlu olmalıdır.

Bu mesaja uygun kişisel davranış örneği olarak insanın yiyip içerken Allah’ın hakkını da göz ardı etmemesi; Allah’ın hakkından bir kısmını çalmaması gerekir.

“Mescid”, “ziynet” ve “isrâf” sözcüklerinin yer aldığı 31. âyet, Rabbimizin “kıst”ı [hakk ve adaleti, dengeyi, orta yolu] emredip aşırılığı men ettiği 28-29. âyetlerin tefsiri mâhiyetindedir. Burada insanoğluna verilen mesaj şudur: Kişi, her yerde ve her zaman maddî ve manevî ziynetlerini takınmalı [temiz ve bayramlıklarını giymiş olmalı, pis, kirli olmamalı], kişisel veya toplumsal tüm davranışlarında Allah’ın koyduğu sınırları aşmamalı, halim-selim, olgun ve onurlu olmalıdır.

Bu mesaja uygun kişisel davranış örneği olarak insanın yiyip içerken haddi aşmaması ve dengeli beslenmesi; toplumsal davranış örneği olarak da helâli haramlaştırmaması, haramı da helâlleştirmemesi verilebilir.

Rabbimiz bir şeyin helâl veya haram kılınmasını salt Kendine ait bir yetki olarak ortaya koyduğundan, insanların kendi kafalarına göre haramlaştırma veya helâlleştirme yapmaları tam anlamıyla hadlerini aşmaları anlamına gelmektedir. Bu davranış hiç kuşkusuz “isrâf” sözcüğü kapsamına giren bir davranıştır. 32. âyetteki Allah’ın kulları için çıkardığı ziynetleri ve tertemiz rızkları kim haram etmiş ifadesi, insanların kendi çıkarları doğrultusunda oluşturdukları yasaklara ve serbestliklere karşı Rabbimizin tavrını yansıtmaktadır. Bir istifham-ı inkârî [cevabı beklenmeyen soru] olan bu ifade, aynı zamanda bu konuda yanlış davrananlara da bir azar mahiyetindedir.

Bu noktada akla hemen altının ve ipeğin erkeklere haram kılınması gelmektedir. Oysa bu iki nesnenin erkeklere haram olduğuna dair Kur’ân’da herhangi bir hüküm yoktur. Dolayısıyla kendi kendilerine bir takım haramlar koyanlar, Rabbimizin Allah’ın kulları için çıkardığı ziynetleri ve tertemiz rızkları kim haram etmiş sözlerinin birebir muhatapları olmaktadırlar. Ancak bu konuda dikkat edilmesi gereken asıl şey, sadece altın ve ipek ile sınırlı olmamak kaydıyla, Allah’ın kulları için çıkardığı bütün nimetlerin gurur ve kibre âlet edilmemesi veya başkalarının kıskanmalarına yol açacak şekilde kullanılmamasıdır. Çünkü nitelikleri ne olursa olsun, nimetlerin bu amaçlarla kullanılması, ilâhî ilkeler bakımından çirkin bir davranıştır. Meselâ, yaşadığı ortamdaki insanların standartlarının çok üstünde ve pek çoğunun mevcut imkânlarıyla asla sahip olamayacakları özellikte bir araba almak veya bir ev yaptırmak bize göre böyle davranışlardandır.

طيّبات [TAYYİBÂT]: Rızktan tayyibât, “hoş, sevilen, yararlı gıdalar” demektir. Bir gıdanın bu tanım kapsamına girip girmediği, bize göre kişisel görüşlerle tespit edilmemelidir. Geçmişte çeşitli kişilerin zevk ve görüşlerindeki farklılıklar, ortaya önemli ihtilâflar çıkarmıştır. Meselâ midye, istiridye, ıstakoz türü deniz ürünlerinin tayyibâttan olduğunu kabul edenlere karşılık, bunları habis [iğrenç] bulan ve haram kabul edenler de olmuştur. Aslında bir gıdanın yararlı olup olmadığının kararı ancak bu konunun uzmanları tarafından verilebilir. Dolayısıyla, bir şeyin tayyibâttan kabul edilmesinde kişilerin zevk anlayışları değil, bilimsel veriler etkili olmalıdır. Bu konuda Rabbimizin koyduğu genel ilkeler şunlardır:

4Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: “Size iyi ve temiz şeyler ve Allah’ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların avları helal kılındı.” Artık onların sizin için tuttuklarından yiyin ve üzerine Allah’ın adını anın ve Allah’ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk görendir.

(Mâide/4)

 

87Ey iman eden kimseler! Allah’ın size helal kıldığı temiz-nefis-güzel şeyleri haram saymayın. Ve aşırı gitmeyin. Şüphesiz Allah, aşırı gidenleri sevmez.

88Ve Allah’ın size verdiği rızıklardan helal ve temiz olarak yiyin ve siz, inandığınız Allah’ın koruması altına girin.

(Mâide/87-88)

156,157Allah diyor ki: “Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah’ın koruması altına girenlere, zekâtını; vergisini verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl’de yazılmış bulacakları Anakentli/ Mekkeli Peygamber, o Elçi’ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O’na iman eden, O’na kuvvetle saygı gösteren, O’na yardımcı olan ve O’nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”

(A‘râf/157)

Görüldüğü gibi Rabbimiz, özel hükümlerle belirlediği leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası için kesilen hayvan eti dışındaki bütün yiyecek ve içeceğin “tayyib” olanlarını helâl kılmıştır. Bu konuda ayrıca şu âyetlere bakılabilir: Bakara/57, 172; Mâide/5; Tâ-Hâ/81; Müminûn/51.

Âyetteki Bunlar, iğreti hayatta inananlar içindir, –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere– ifadesinden, esas olarak ziynetlerin ve tayyibâtın dünyada da müminlerin olmasının istendiği anlaşılmaktadır. Çünkü bu nimetleri veren Allah’a iman eden ve bağlılık gösteren onlardır, dolayısıyla da bu nimetler onların olmalıdır. Bu, özünde doğru olmakla birlikte, bu dünyanın bir imtihan yeri olması sebebiyle dünyadaki süslerin ve temiz rızkların kâfirlere de verilmesi söz konusudur. İğreti dünya hayatında bu nimetlerle yaşayan, hatta belki müminlere nazaran bu nimetlerden daha fazla pay alan kâfirlerin, ödüllerin iman ve amel esasına göre dağıtılacağı âhirette bu nimetlerden mahrum bırakılacakları ise kesindir. Çünkü orada bu ödüller sadece müminlerin olacaktır:

20Ve kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş kişiler ateş üzerinde yayılacakları gün: “Siz iğreti dünya hayatınızda bütün güzel şeylerinizi giderdiniz, onlar ile yararlandınız, artık yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanız ve hak yoldan çıkıcılık edip durduğunuzdan dolayı bu gün alçaltıcı bir azap ile karşılık göreceksiniz!”

(Ahkâf/20)

  1. âyetin İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz ifadesiyle bitmesi, bilgisizlerin muhatap alınmadığını, bu söylenenleri anlayıp kavramalarının ve uygulamalarının onlardan beklenmediğini göstermektedir. Bu ifadeyi, bilgisizliğin bir toplumu ne denli aşağı bir duruma düşürdüğüne dair bir ima olarak değerlendirmek de mümkündür.

33De ki: “Rabbim, sadece iğrençlikleri; onun açık ve gizli olanını, zararları, haksız yere başkaldırmayı, haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram etmiştir.”

Bu âyette Rabbimiz her isteyenin haramlaştırma yapamayacağını, bu konuda yetkinin sadece Kendisinde olduğunu bildirircesine, peygamberimizden haram kıldığı temel hususları insanlara açıklamasını istemektedir. Haram kılınanlar, gizli ve aşikâr fuhşiyât, günahlar, haksız yere başkaldırı, şirk ve Allah’a karşı yalan gibi çirkin iş ve davranışlardır.

GİZLİ ve ÂŞİKÂR FUHŞİYAT: 28. âyetin tahlilinde verdiğimiz fuhşiyâtı anlatan âyetlerden anladığımıza göre, fahşâ ve fuhşiyât‘ın gizli olanı “zina” gibi gizli yapılanıdır; aşikâr olanı ise baba eşlerini nikâhlamak gibi kitabına uydurularak alenen yapılanıdır.

GÜNAHLAR: Bizim “Zarar” diye çevirdiğimiz sözcüğün orijinali الاثم[el-ism]dir. Bu sözcüğün esas anlamı “ihmal, noksanlaştırma; zarara uğrama, getirinin karşıtı; götürü” demektir. Sözcük, Arapların geç kalan, ağırdan alan deve için kullandıkları esimetü’n-nâkatü tabirlerinden doğmuştur. Sözcüğün bu anlam kökeni dikkate alındığında, âyetteki anlamının da “insanın yapabilmeye gücü olmasına rağmen Rabbinin emirlerini ihmal etmesi, yapmaması, kendini zarara sokması ” demek olmaktadır.[1] Sözcüğün gerçek anlamının bu açılımı sayesinde hangi davranışın bu sözcük kapsamında olduğu kolayca bilinebilmektedir.

el-İsm sözcüğü Kur’ân’da açık olarak aşağıdaki davranışlar için kullanılmıştır:

* Allah’a karşı yalan uydurmak. (Nisâ/50)

* Şirk koşmak. (Nisâ/48)

* Başkalarının malını haksız olarak yemek ve hâkimlere rüşvet vermek. (Bakara/188)

* İçki ve kumar. (Bakara/219)

* Su-i zann. (Hucurât/12)

* Şâhitliği saklamak. (Bakara/283)

* Zina. (Furkân/68)

HAKSIZ YERE BAŞKALDIRMA: Bu günah, insanın hakkı olmayan sahaya girmesi, özellikle de meşru yönetimlere karşı makam ve para gibi kişisel çıkarları için baş kaldırması, kargaşa doğurması, anarşi yaratmasıdır.

Emredenin fâcir ve fâsık olması durumunda suskun kalmayarak, itaat etmeyerek yapılan baş kaldırma “haksız baş kaldırma” değildir. “Zulüm” ve “fesat” karşısında suskun kalınamayacağı gibi, haklı olarak Allah adına baş kaldırmak da gerekir.

ŞİRK: Fatiha sûresi’nin tahlilinde tanımını yaptığımız bu konuya, çeşitli vesilelerle değindiğimiz ve İhlâs sûresi’nde de “Tevhid İlkesi” başlığı altında ayrıntılı olarak yer verdiğimiz için burada tekrar girmiyoruz.

ALLAH’A KARŞI YALAN: Çok eskilerden başlayıp tarihte her zaman ve her yerde çok görülen bu davranış, insanları maddi ve manevi yönden sömürebilmek için onları Allah’ın adını kullanarak aldatmaktır. Allah’ın haram etmediğini “Allah haram etti”; ya da Allah’ın haram ettiğini “Allah bunu helâl kıldı” diyerek insanlara yalan söylemek şeklinde ortaya çıkan bu davranışın bir adı da “Allah ile aldatma”dır:

79Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak için, “Bu, Allah katındandır” derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara yazıklar olsun! O kazandıkları şeyler yüzünden kendilerine yazıklar olsun!

(Bakara/79)

Âyetteki haram listesine bakıldığında Rabbimizin yasaklarının nesebin, ırzın-namusun, aklın, canın-malın ve dinin korunmasına yönelik olduğu görülmektedir.

34Ve her önderli toplum için bir süre sonu vardır. Onun için süre sonları geldiğinde, ne bir an erteleyebilirler, ne de öne alabilirler.

Rabbimiz bu âyette hiç kimsenin kendileri için belirlenen süre dışında bu dünyada kalamayacağını beyan etmektedir.

ÜMMET: Çoğulu الامم[ümem] olan الامّة[ümmet] sözcüğü, ümm, ümmî, emam, imâm, âmmîn, teyemmüm sözcükleri gibi emm sözcüğünden türemiştir. Emm sözcüğü “kasdetmek, amaçlamak” demek olduğu için gerek ümmet sözcüğünde ve gerekse sözcüğün diğer türevlerinde –Türkçe’deki kullanımına uymasa da– “kasdetmek” anlamı mevcuttur.[2]

Türediği kök sözcüğün anlamına uygun olarak ümmet sözcüğünün kastetmek, amaçlamak anlamında kullanılışını Mâide sûresi’nde görmek mümkündür:

2Ey iman etmiş kimseler! Allah’ın alâmetlerine, haram aya, hedye/hac yapanlara yiyecek yollamaya, hediye etmeye, gerdanlıklarına [hac yapanların/orada yüksek ilâhîyat eğitimi için bulunanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretlerine] ve Rablerinden lütuf ve rıza bekleyerek Beytü’l-Haram’a/hac görevi yapmak isteyenlere saygısızlık etmeyin. Dokunulmazlığınız kalktığında/hac göreviniz bittiğinde de avlanın. Sizi Mescid-i Haram’dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve “iyi adam”lık ve Allah’ın koruması altına girme üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Ve Allah’ın koruması altına girin. Hiç şüphesiz Allah, azabı/kovuşturması çok çetin olandır.

(Mâide/2)

Ümmet (ya da immet) sözcüğünün ilk anlamı “yol” demektir. Ancak bu “yol” karada, denizde, havada gidilen hakikî manada yol değil, amaçlanmış, hedef olarak belirlenmiş mecâzî anlamda yoldur. Zaman içerisinde “ana, yol, din, cemaat, familya, nesil, boy, zaman” kavramları da bu sözcükle ifade edilir olmuştur.[3] Araplar, askerlerin arkasından yürüdükleri bir çeşit bayrak olan flâmaya da el-emm derler.

Ümmet sözcüğü terim olarak “kendi irâdeleriyle veya bir zorunluluk neticesinde aynı zamanda aynı yerde bulunan; iyi ya da kötü aynı inanca sahip olan; aynı amacı gütme neticesinde bir arada yaşayan insan topluluğu” demektir.[4] Çoğulu olan ümem sözcüğü ile birlikte Kur’ân’da 64 yerde geçmektedir. Ayrıca Kur’ân’da değişik kalıplarda olan ama aynı kökten (emm kökünden) gelen yüzlerce sözcük mevcuttur. Bu sözcüklerin hepsi de “kasdetmek, amaçlamak” anlamı eksenindedir.

Rabbimiz Kur’ân’da ümmet hakkında açıklamalarda bulunmuştur:

104Ve içinizden hayra çağıran, herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden, vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü-çirkinliği kabul edilen şeyleri engelleyen bir önderli toplum bulunsun. Ve işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

(Âl-i İmrân/104)

110Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emreder, vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü, çirkinliği kabul edilen şeyleri engeller ve Allah’a inanırsınız. Kitap Ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Onların bazıları mü’mindirler, pek çoğu da yoldan çıkmış kimsedirler.

(Âl-i İmrân/110)

113,114Hepsi bir değildirler. Kitap Ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir önderli topluluk vardır ki onlar, gecenin saatlerinde boyun eğip teslimiyet göstererek Allah’ın âyetlerini okurlar. Allah’a ve âhiret gününe inanırlar, herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emrederler, herkesçe kötülüğü kabul edilen şeylerden vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar, iyi insanlardandırlar.

(Âl-i İmrân/113)

181Yine Bizim oluşturduklarımızdan hakka kılavuzluk eden ve onunla adaleti uygulayan bir ümmet vardır.

 (A‘râf/181)

Rabbimiz insanların önceleri tek bir ümmet olduğunu bildirmiştir:

213İnsanlar tek bir önderli toplum idi de Allah müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve anlaşmazlık ettikleri konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile kitap indirdi. Ve sırf o Kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar.

(Bakara/213)

Bu âyette Yüce Allah, kendilerine uyarıcı gelmeden önce, küfür yolunda iken tüm insanların tek bir ümmet olduklarını bildirmektedir. Bu hükümden küfür yolundaki insanların da bir ümmet oldukları sonucu çıkmaktadır.

İMÂM: الامام[imâm] sözcüğü de “kasdetmek, amaçlamak” anlamındaki emm sözcüğünden türemiştir. Emm sözcüğünün ifti‘al ve tefe‘ul bablarındaki kalıpları, “yol oluşturma” anlamını ifade ederler. Nitekim temmene ve ı’temene sözcüklerinin anlamı “yol oluşturdu” demektir.[5]

امّ القوم [emme’l-kavme=toplumu amaçlandırdı] ve امّ بهم[emme bihim=onları amaçlandırdı] ifadeleri, “kavmin, toplumun önüne geçti, onlara önderlik etti” anlamında olup yapılan bu işe “imâmet/imâmlık, önderlik” denir. İmâm sözcüğü ise “me’mum” [uyulan] anlamında isimdir.[6]

Buna göre, çoğulu eimme olan imâm sözcüğü, “toplumu iyi ya da kötü bir amaç uğruna, söz ve eylemleriyle yönlendirip arkasında birçok gönüldaş [ümmet] oluşturan kişi” demektir.[7]

İmâm sözcüğü Kur’ân’da tekil olarak 8 yerde (Bakara/124, Hûd/17, Hicr/79, İsrâ/71, Furkân/74, Yâ-Sîn/12, Ahkâf/12) ve çoğul olarak da 5 yerde (Tevbe/12; Enbiyâ/73; Kasas/5, 41; Secde/24) geçmektedir. Bu âyetlerde imam, hem iyiliğe veya kötülüğe önder olanlar için, hem de insanların uyduğu kitap ve benzeri şeyler için kullanılmıştır:

124Ve hani Rabbi İbrâhîm’i, birtakım kelimeler/ yaralar, sıkıntılar ile sınamış, o da onları tam olarak yerine getirmişti. Rabbi, “Ben, seni insanlara önder yapanım” demişti. İbrâhîm, “Soyumdan da önderler yap!” dedi. Rabbi, “Benim ahdim/ tutulmak üzere verdiğim söz, kendi benliğine haksızlık eden kimselere ulaşmaz!” dedi.

(Bakara/124)

12Ve eğer verdikleri sözden sonra yeminlerini bozar ve dininize dil uzatırlarsa, vazgeçmeleri için o, küfür; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetme öncüleriyle hemen savaşın. Şüphesiz onlar için sözleşmeler diye bir şey yoktur.

(Tevbe/12)

Görüldüğü gibi, yukarıdaki âyette, küfre öncülük yapanlara da imâm denmektedir.

 

17Artık dünyayı isteyenler, hiç Rabbinden açık bir belge üzere olan ve kendisini Rabbinden bir şâhitin takip ettiği ve de önünde bir önder ve rahmet olarak Mûsâ’nın kitabı bulunan kimse gibi midir? İşte böyle olanlar, Kur’ân’a inanırlar. Hangi karşıt gruptan olursa olsun kim Kur’ân’ı örtbas ederse, ona vaat edilen yer ateştir. İşte bütün bunlardan dolayı sen de Kur’ân’dan şüphe içinde olma. Kesinlikle o, Rabbinden bir hakktır/gerçektir. Fakat insanların çoğu iman etmiyorlar.

(Hûd/17)

 

Bu âyette ise, insanların uyduğu kitap ve benzeri şeyler için imâm ifadesi kullanılmıştır. Kur’ân’daki bu kullanıma uygun olarak Halîfe Osman döneminde oluşturulan ilk Mushaf’a da “İmâm Mushaf” adı verilmiştir.

Bilindiği gibi, İslâm dünyasında “imâm” unvanı, fikirleriyle insanları etrafında toplamış olan İmâm Azam, İmâm Şâfiî, İmâm Mâlik gibi büyük İslâm bilginlerine, müctehidlere verilmiştir. Fakat sözcüklerin Kur’ân’daki kullanımlarından yola çıkılarak denebilir ki, küçük bir birlik komutanı da dâhil olmak üzere, toplumun öncüsü durumunda olan Lenin gibi bir devlet başkanı da, Buda, Konfüçyüs, Karl Marks gibi ekol olmuş şahsiyetler de birer “imâm”dır. Doğal olarak, onların yolundan giden, onlara tâbi olmuş yandaşları da bu imamların “ümmet”leridir.

ECEL:

“الاجل Ecel, bir şeyin müddeti [süresi]” demektir.”

“الاجل Ecel, bir şey için belirlenmiş süredir. İnsan hayatı için belirlenmiş olan süreye de “ecel” denmiştir. “Dena ecelühü [onun eceli yaklaştı]” deyimi, ölümünün yaklaştığını ifade eder.
“Ecel, ölümde vaktin gayesidir. “Dena ecelühü [onun eceli yaklaştı]” deyimi, ölümden ibarettir. Bunun aslı sürenin dolması, yani hayatın sona ermesidir. Lügatlerde yukarıdaki anlamlarla açıklanan “ecel” sözcüğü, Kur’an’da ya “belirlenmiş bir süre” anlamında ya da “bir sürenin son anı” anlamında kullanılmıştır.[8]

Bu âyetten öğrendiğimize göre, kişilerin ve toplumların belirlenmiş bir eceli vardır.

 

35Ey Âdemoğulları! Size, aranızdan, âyetlerimi anlatan elçiler geldiğinde, kim Allah’ın koruması altına girer ve iyileştirirse, işte onlara kaygı yoktur ve onlar üzülmeyecekler de.

36Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklük taslayanlar ise, işte onlar ateşin yâranıdır. Onlar orada sürekli kalacaklardır.

 

35-36. âyetler, parantez içi âyetler olup, Rabbimiz, bu âyetlerde Âdemoğullarına mükellefiyetlerinin başlangıcında vermiş olduğu ilk direktifleri hatırlatmaktadır. Âyetteki “Âdemoğulları” ve “elçiler” ifadesi bunu göstermektedir. 35. âyetteki, “Ey Âdemoğulları! Size, aranızdan, âyetlerimi anlatan elçiler geldiğinde” ifade, son Nebi Rasûlullah’tan sonra elçilerin de gelebileceğine işaret etmez. Âyetteki hitap, ilk Âdemoğullarından Rasülüllah dönemine kadar olan Âdemoğlullarına; tüm insanlaradır.

Bu direktifler, Allah’ın insanoğluna verdiği ilk uyarıların özüdür. Bu uyarılar, bu pasajda olduğu gibi Âdem ve onun cennetten çıkarılışının konu edildiği diğer pasajlarda da yer alır.

37-39Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: “Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmis ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; iste onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar.”

Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir. (Bakara/37-39)

122Sonra Rabbi, onu seçti de tevbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi.

123Allah, o ikisine: “Birbirinize düsman olmak üzere hepiniz oradan alçalın. Artık Benden size bir kılavuz geldiği zaman, kim Benim kılavuzuma uyarsa, iste o, sapıklığa düşmez ve mutsuz olmaz” dedi. (TaHa/122-123)

Bu uyarılar, insanlığa ahirette de hatırlatılacaktır.

130Ey gizli, âsikar, geleceğin, bugünün insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi uyaran kendinizden elçiler gelmedi mi?

Onlar, “Kendi aleyhimize sâhitiz” dediler. Basit dünya yasamı onları aldattı ve onlar kendilerinin kesinlikle kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin ta kendisi olduklarına sâhitlik ettiler. (En‘âm/130)

60-62Ben; “Ey Âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır ve Bana kulluk edin, iste bu dosdoğru yoldur ve andolsun ki şeytan sizden birçok kuşakları saptırdı” diye size ahit vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz?   (Ya Sin/60-62)

 

 

Bu âyetlerdeki dikkat çekici iki noktadan biri olan “elçinin, mesaj gönderilen toplumun içinden olması” konusunun ayrıntıları Sâd sûresi’nde işlendiği için aynı konuya burada tekrar girilmeyecektir. Ancak tüm elçilerin mesaj gönderilen toplumların içinden olmasının Rabbimizin bir ilkesi olduğu özellikle vurgulanması gereken bir durumdur. Sâd sûresi’nde Peygamberimize yönelik olarak dile getirilmiş olan bu ilke, burada tüm insanlığa hitaben yeniden dile getirilmiştir.

Dikkat çekici olan ikinci nokta, ateş ashâbının orada [cehennemde] ebediyen kalacak olmasıdır.

 

37Öyleyse, Allah’a karşı yalan uyduran veya âyetlerini yalanlayandan daha yanlış; kendi zararına iş yapan kim olabilir? İşte onlara Kitap’tan payları erişecektir; sonunda elçilerimiz, canlarını almak üzere onlara gelince, “Allah’ın astlarından yakardıklarınız nerede?” derler. Onlar, “Yakardıklarımız bizden sapıp ayrıldılar” derler ve kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişiler olduklarına, bizzat kendileri tanıklık ederler.

İstifham-ı inkâri ile başlayan âyetin üslûbu korkutucu, sakındırıcıdır. Rabbimiz bu âyetiyle, uyarılar yapıp doğru yola çağıran elçiler ve kitaplar göndermesine rağmen akıllarını başlarına almayanlara seslenmektedir: Öyleyse, Allah’a karşı yalan uyduran veya âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir?

Âyetteki İşte onlara Kitap’tan payları erişecektir ifadesinden iki anlam çıkarmak mümkündür. Birincisi, bu dünyadaki süslerin ve temiz rızkların kâfirler için de söz konusu olduğudur ki, âyetten bu anlamın çıkarılmasını Kur’ân’da destekleyen başka âyetler de vardır:

69De ki: “Şu, Allah’a yalan uyduran kimseler kesinlikle kurtulamazlar.”

70O şeyler, dünyada bir kazanımdır. Sonra dönüşleri yalnızca Bizedir. Daha sonra da küfrettikleri; bilerek reddedip kabul etmedikleri şeyler nedeniyle kendilerine o çetin azabı tattıracağız.

(Yûnus/69-70)

Kim de inkâr ederse, artık onun inkârı seni üzmesin. Onların dönüşü yalnızca Bizedir. O zaman Biz onlara yaptıkları şeyleri haber vereceğiz. Gerçekten Allah, kalplerin özünü bilir.

23Kim de küfrederse; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederse, artık onun küfrü; bilerek reddetmesi seni üzmesin. Onların dönüşü yalnızca Biz’edir. O zaman Biz onlara yaptıkları şeyleri haber vereceğiz. Gerçekten Allah, kalplerin özünü çok iyi bilendir.

24Biz onları biraz yararlandırırız. Sonra kendilerini yoğun bir azaba doğru zorlarız.

(Lokmân/23-24)

Âyetten çıkarılabilecek ikinci anlam ise bu dünyada ve âhirette müşriklerin, kâfirlerin, yalancı ve yalanlayıcıların sıkıntılarla karşılaşacak olmalarıdır. Söz konusu âyeti böyle anlamayı da mümkün kılacak yüzlerce Kur’an âyeti vardır. Konumuz olan âyetin sonundaki ifadeler bu ikinci anlayışın tercih edilmesi gerektiğini vurgular mâhiyettedir.

Âyette bir de ölüm ânına işaret edilmiştir: Sonunda elçilerimiz, canlarını almak üzere onlara gelince, onlara, “Allah’ın astlarından yakardıklarınız nerede?” derler. Onlar, “Onlar [yakardıklarımız] bizden sapıp ayrıldılar” derler ve inkârcı olduklarına bizzat kendileri tanıklık ederler. Hatırlanacak olursa, ölüm ânı Kıyâmet sûresi’nde farklı bir anlatımla yer almıştı:

13O gün, o insan, önden yolladığı şeyler ve geriye bıraktığı şeyler ile haberdar edilir.

14,15Aslında insan, tüm mazeretlerini koysa da bile/tüm perdelerini koysa da bile kendi aleyhine iyi bir gözetmendir: “16Onu çabuklaştırman için dilini ona hareket ettirme! 17Kuşkusuz yaptıklarının-yapmadıklarının birleştirilmesi ve toplanması yalnızca Bizim üzerimizedir. 18O hâlde Biz yaptıklarını-yapmadıklarını topladığımız zaman sen onun toplanmasını izle! 19Sonra, yaptıklarının-yapmadıklarının beyanı; kanıtlarıyla ortaya konması da sadece Bizim üzerimizedir.”

20,21Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! İşin aslında siz, dünyayı seviyorsunuz ve âhireti bırakıyorsunuz.

22Yüzler var ki, o gün apaydınlıktır; 23Rablerine nazar edicidirler; Rabblerinden nimet beklemektedirler.

24Ve yüzler de var ki, o gün asıktırlar; 25zannederler ki kendilerine “Belkıran” yapılıyor.

26-30Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! Köprücük kemiklerine dayandığı, “Çare bulan kimdir!” denildiği ve can çekişen kişi bunun o ayrılık anı olduğunu anladığı ve bacak bacağa dolaştığı zaman; işte o gün sürülüp götürülmek, sadece Rabbinedir.

(Kıyâmet/13-30)

38Allah, “Sizden önce geçmiş tanıdığınız-tanımadığınız ateş içindeki önderli toplumların içine girin!” der. Her toplum girdikçe kardeşini dışlayıp gözden çıkarır. Sonunda hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında, “Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver” derler. Allah, “Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz” der.

39Öncekiler de sonrakilere, “Sizin bize karşı fazlalığınız yoktur. O hâlde yaptıklarınızdan dolayı azabı tadın” derler.

Âyetlerdeki fiiller orijinal ifadede geçmiş zaman kipindedir. Daha önce de söylediğimiz gibi, Kur’ân’daki bu tür ifadeler, anlatılan olayın kesinlikle gerçekleşeceğini vurgulamaktadır. Ancak Türkçede gelecek zamanda vukû bulacak olayların geçmiş zaman kipiyle anlatılması yanlıştır.

ÖNCEKİLER SONRAKİLER: Bu ifade birçok eserde, “cehenneme önce girenler, sonra girenler” olarak açıklanmıştır. Biz bu görüşte değiliz. Âyetteki ifadenin imâm-ümmet ilişkisi üzerinden devam ettiği kanaatindeyiz. Ümmet, “bir imâmın arkasına düşmüş kitle” olduğuna göre, âyetteki ifade de bu ikisini, yani gerçek kılavuzdan ayrılmış imâmları ve akıllarına güvenmeyerek onun bunun peşinden gidenleri kastediyor olmalıdır.

71O gün Biz, bütün insanları önderleriyle çağıracağız. Ki o gün, kimin kitabı sağ eline verilirse, işte onlar kendi kitaplarını okuyacaklar ve onlar kandil fitili/çekirdeğin iplikçiği kadar bir haksızlığa uğratılmayacaklar.

(İsrâ/71)

41Ve onları, ateşe çağıran önderler yaptık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyecekler de.

(Kasas/41)

SÜREKLİ SORUMLULUK: Cehennemdeki cezanın kat kat olması, işlenen suçlarla ilgili sorumlulukların hesap gününe kadar devam ettiğini göstermektedir. Bu demektir ki, yanlış bir fikir akımı ortaya atan veya yanlış bir hareketi başlatan kişi veya toplum, sadece kendi hatasından sorumlu olmayacak, bu yanlışlıktan etkilenmeye devam edenlerin eylemleri sonucu ortaya çıkan kötülüklerden de sorumlu tutulacak ve onlardan da bir pay alacaktır. Buna göre, önce geçmiş olanlar, cehenneme girmelerine sebep olan suçları bizzat işlemiş olduklarından dolayı alacakları cezaya ek olarak bir de “sonrakiler”in bu suçları örnek alıp işlemelerine vesile oldukları için ceza alacaklardır. Böylece cezaları kat kat verilmiş olacaktır. Yani, önce gelenler [selefler], işledikleri suçların sorumluluğu yanında, ayrıca “sonrakiler”in [haleflerin] suç işlemelerine yol açacak kötü bir miras bıraktıkları için, ikinci bir defa daha sorumlu tutulacaklardır.

Kötülüklerin kat kat cezalandırılmasına karşılık, iyiliklerin de aynı şekilde kat kat mükâfaatlandırılması tabiîdir. Buna göre, bugüne intikal eden bir iyiliğin mükâfaatında, o iyiliği ilk yapandan başlayarak, süreklilik kazanmasında rolü olan herkesin hakkı olacaktır. Meselâ, bugüne intikal etmiş bir iyiliği korumamız ve başkalarının istifadesini sağlamak sûretiyle genişletmeye çaba göstermemiz hâlinde, yaptığımız iyiliğin mükâfaatını almaya lâyık olmamız normaldir. Ama bu iyilik bizim hayatımızla bitmiyor, sürüyorsa, kat kat mükâfaatlandırma esasları doğrultusunda, yaptığımız iyiliğin mükâfaatına ilâveten, miras olarak bıraktığımız bu iyiliğin iyi etkilerinin devam ettiği ve ondan faydalananlar olduğu sürece, meydana gelecek bütün güzel neticelerin mükâfaatlarından da pay almaya hakk kazanmamız söz konusu olacaktır.

Gerçekten de, bir kimsenin “hayır” ya da “şer” fiillerinin etkileri, her zaman o kimsenin ölümüyle bitmemekte, bazan kendisinden sonra asırlar boyu devam etmekte ve sayısız insanın hayatını etkileyebilmektedir. Bu durumda da adalet, etkileri devam ettiği sürece bu davranışların bunları yapanların hesaplarına da kaydedilmesini gerektirmektedir. Böylesine hassas bir adaletin dünya hayatında sağlanmasının mümkün olmadığı açıktır. Çünkü dünyadaki hayatın sınırlı ve imkânların kısıtlı oluşu, ortaya konan amellerin âdil bir şekilde ödüllendirilmesine veya cezalandırılmasına engel teşkil etmektedir. Meselâ, bir dünya savaşı başlatıp memleketleri yakıp yıkan, milyonlarca insanın hayatını mahveden ve arkasında milyarlarca insanın hayatını asırlar boyu etkilemeye devam edecek kötü bir miras bırakan bir kişinin cezası bu dünyada verilebilir mi? Veya yüzlerce yıl, milyonlarca insana yararlı olacak şekilde hayatını insanlığın hizmetine adamış bir insanın bu dünyada hakkıyla ödüllendirilebilmesi mümkün müdür? Elbette ki bu soruların cevapları olumsuzdur. Şu hâlde, hassas adaletin sağlanması için öncelikle başlangıçtan kıyâmete kadar yaşamış olan bütün kuşakların amelleriyle birlikte toplanacağı başka bir dünyaya ve her şeyi bilen, her şeyden haberi olan bir “Yargıç”a ihtiyaç vardır. Sonra da bu başka dünyanın, ebedî cezaları ve mükâfaatları mümkün kılacak imkânlarla donatılmış olması gerekir.

LÂNET EDİLEN KARDEŞ: Buradaki kardeşlik, karın kardeşliği değil, din ve inanç kardeşliğidir. Yani, o gün müşrik müşrikle, kâfir kâfirle, Yahudi Yahudi’yle, Hıristiyan Hıristiyan’la kardeş durumundadır. Birbirlerine “ahi”, “ıhvan”, “kardeş”, “birâder” diyen tarikat mensupları, o günün kardeşliği konusunda özellikle dikkatli olmalıdırlar. Çünkü Rabbimiz, o günün kardeşlerinin birbirlerine düşman olacaklarını bildirmektedir:

67O gün Allah’ın koruması altına girmiş kişiler hariç tüm önderler/ birbirinin izinden gidenler, birbirlerine düşmandırlar.

(Zuhruf/67)

Ayrıca, o günkü düşmanlık sessiz bir düşmanlık şeklinde değil, karşılıklı suçlamalar, lânetlemeler, ceza artırım talepleri içeren ve kardeşinin daha fazla azap görmesine yönelik çırpınmalar şeklinde tezahür edecektir:

24,25Ve onlara: “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman, onlar, kıyâmet günü, kendi günahlarını tam olarak yüklenmek ve bilgisizlikleri yüzünden saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yüklenmeleri için, “Öncekilerin efsaneleri” dediler. Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür!

(Nahl/25)

25Ve İbrâhîm dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah’ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyâmet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi dışlayıp gözden çıkaracaktır. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan da yoktur.”

(Ankebût/25)

165,166İnsanlardan kimi de Allah’ın astlarından birtakım eşler tutan kimselerdir. Onları, Allah’ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman etmiş kimseler, Allah’a sevgi yönünden daha kuvvetlidir. Ve şirk

koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler, azabı görecekleri zaman; kendilerine uyulan kimseler, azabı görerek kendilerine uyanlardan kaçıp uzaklaştıkları ve azabı gördükleri ve kendileriyle bağlar kesildiği zaman, bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke görselerdi.

167Onlara uyanlar da, “Ah, bizim için dünyaya bir dönüş olsaydı da onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!” derler. İşte böylece Allah onlara bütün amellerini, üzerlerine yığılmış pişmanlık ve üzüntüler hâlinde gösterecektir. Onlar bu ateşten çıkanlar da değillerdir.

(Bakara/165-167)

64-66Kesinlikle Allah, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseleri dışlayıp gözden çıkarmış ve içinde sonsuz olarak kalmaları için, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada, bir koruyucu yakın ve yardımcı bulamazlar. Yüzleri ateş içinde evrilip çevrildiği gün, “Ah keşke Allah’a itaat etseydik, elçiye itaat etseydik!” diyecekler.

67,68Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini tam anlamıyla dışla/rahmetinden mahrum bırak.”

(Ahzâb/64-68)

32Büyüklük taslayan kimseler, zayıf düşürülen kimselere: “Size kılavuz geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Tam tersi, siz kendiniz suçlular oldunuz” derler.

33O zayıf düşürülen kimseler de o büyüklük taslayan kimselere: “Tam tersi gecenin ve gündüzün tuzağı! Siz bize Allah’a inanmamamızı ve O’na birtakım eşler edinmenizi emrediyordunuz” derler. Bunlar azabı gördükleri zaman pişmanlıklarını gizleyeceklerdir. Biz de o kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimselerin boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar sadece yapmış olduklarının karşılığını görüyorlar.

(Sebe/32-33)

 

40Âyetlerimizi yalanlayan ve onlara karşı büyüklenen şu kimselere, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve deve/halat iğne deliğinden geçmedikçe onlar cennete girmeyeceklerdir. Biz suçluları işte böyle cezalandırırız. 41Onlar için cehennemden yataklar, üstlerinden de örtüler vardır. Ve Biz, zâlimleri işte böyle cezalandırırız.

Bu âyetlerde, yalanlayanlar ve iman edenlere karşı büyüklenenlere dair genel bilgiler verilmekte, Kur’ân’ın bilinen üslûbu ile uyarılara ve yol göstermeye devam edilmektedir.

GÖK KAPILARININ AÇILMASI: İnsanlar çok eskiden beri hayırların ve bereketlerin gökten yağdığına, iyi işlerinin göğe yükseldiğine, cennetin gökte olduğuna, insan iyi ise öldüğünde ruhunu göğe çıktığına, kötü ise göğe çıkamadığına, dualarının göğün açılmaması sebebiyle kabul edilmediğine inanmışlardır. Âyetteki gök kapılarının açılması ifadesi de bu örfe göredir. Bu ifade ile; o kimselerin cennete giremeyecekleri, mutluluk yüzü görmeyecekleri, hiçbir dileklerinin kabul edilmeyeceği ve onlara rahmet de edilmeyeceği bildirilmektedir. Rabbimizin buna benzer başka beyanları da vardır:

16Gökte olan/yüceler yücesi olan Allah’ın sizi yere batırmasından güvende misiniz? Bir de bakarsın ki çalkalanıvermiştir.

17Ya da siz, gökte olan Zat’ın üzerinize taş yağdıran bir kasırga göndermeyeceğinden güvende misiniz? Artık uyarımın nasıl olduğunu yakında bileceksiniz.

(Mülk/16-17)

10Her kim üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan; mutlak galip olmak istiyorsa, bilsin ki en üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi mümkün olmayan; mutlak galip olmak tamamıyla yalnızca Allah’ındır. Hoş kelimeler yalnızca O’na yükselir. Ve düzgün iş onu yükseltir. Kötülüklerin plânlarını yapan şu kişiler; onlar şiddetli azap kendileri için olanlardır. Onların plânları ise; o, darmadağın olur.

(Fâtır/10)

18-21Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! “Ebrar”ın/iyi adamların kaydı, kesinlikle Illıyyin’dedir. –Illıyyin’in ne olduğunu sana ne bildirdi? Yaklaştırılmışların tanık olduğu rakamlanmış/ yazılmış bir kayıttır!–

                                                                                           (Muttaffifîn/1 21)

DEVENİN İĞNE DELİĞİNDEN GEÇMESİ: Bu tabir de yine Arap örfüne göredir. Türkçe’deki “balığın kavağa çıkması” deyimiyle aynı anlama gelen bu tabir, işin imkânsızlığını, olmazlığını ifade eder. Deyim burada da müşriklerin, yalanlayıcıların cennete giremeyeceklerini vurgulamaktadır.

Âyetteki الجمل[cemel=deve] sözcüğünün “cümel” ve “cümmel” gibi kıraatleri de vardır ve bu kıraatlere göre sözcük “kalın ip, halat” anlamına gelmektedir. Nitekim Kur’ân üzerine çalışma yapanların bazıları, iğne-iplik ilişkisi dolayısıyla, sözcüğün “urgan” anlamını tercih etmişlerdir. Fakat “devenin iğne deliğinden geçmesi” deyimi, eski zamanlardan beri hem Arap hem de İbrânî kültüründe var olan bir deyimdir. Bu nedenle sözcüğün “deve” anlamı bizim de tercihimizdir.

Bu deyim, muharraf İncillerden Markos; 10:25, Luka; 18:25 ve Matta/ 19; 16-30’da da yer almaktadır.

  1. âyette, cennete giremeyecek olan müşriklerin âkıbetleri bildirilmektedir. Âyetteki zâlimler ifadesi, –yukarıda 5. âyetin tahlilinde de belirttiğimiz gibi– toplumda eziyet edenleri değil, “şirk koşanları” işaret etmektedir. Gidecekleri yerde zâlimler için “cehennemden yataklar, üstlerinden de örtüler” bulunduğunu bildiren bu âyetin uyarısında, aslında ince bir istihza vardır. Zira insanın rahatça dinlenip uyuyabilmesi için bir yatağa ve üstünü örteceği bir yorgana ihtiyacı vardır. Müşrikler ise cehennemde çok farklı bir yatak ve yorganla karşılaşacaklardır. Onları cehennemde nasıl bir yatağın beklediği, başka bir âyette daha farklı bir ifade ile açıklanmıştır:

14-16De ki, “Dinimi yalnız Kendisine arındırarak Allah’a kulluk ediyorum. Buna rağmen siz, O’nun astlarından dilediğinize kulluk yapınız.” De ki: “Şüphesiz asıl kaybedenler, kıyâmet gününde kendilerini ve ailelerini ve yakınlarını kayba uğratanlardır.” –Dikkatli olun! İşte bu, apaçık bir kaybın ta kendisidir. Onların üstlerinden ateşten tabakalar, altlarından da tabakalar vardır. İşte Allah, kullarını bununla korkutuyor: Ey kullarım! Benim korumam altına girin.–

                                                                                                                 (Zümer/16)

 

42,43İman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar; –ki Biz hiç kimseye kapasitesinin üstünde bir şey yüklemeyiz– işte onlar cennet yâranlarıdır ve onlar, orada sonsuz olarak kalıcılardır. Ve göğüslerinde kinden, hınçtan, kıskançlıktan, hileden, hainlikten, garazdan ne varsa çıkarıp atarız. Onların altlarından ırmaklar akar. Onlar, “Tüm övgüler, bize bunun için kılavuzluk eden Allah’adır. Eğer Allah bize kılavuzluk etmeseydi biz kılavuzlandığımız doğru yola erişemezdik. Şüphesiz Rabbimizin peygamberleri bize gerçek ile gelmiştir” derler. Ve onlara seslenilir: “İşte size cennet! Yapmış olduklarınızla buna vâris; son sahip oldunuz.”

Bu âyetlerde iman eden ve sâlihâtı işleyenlerin âkıbetleri ile ilgili bilgiler veren Rabbimiz onların cennette sürekli kalacaklarını; içlerinde kin, hınç, kıskançlık, düşmanlık türü hiçbir kötü huyun bulunmayacağını, altlarından ırmakların akacağını [tüm nimetlerin kendilerinin olacağını], kısacası mutlu olmaları için ne gerekiyorsa onlara orada sunulacağını beyan etmektedir. Bu beyandan sonra bir başka noktaya daha dikkat çekilmiştir ki, bu da Allah’ın elçiler ve hakk kitaplar göndermek sûretiyle insanlara kılavuzluk etmemesi halinde kimsenin bu konuma gelemeyeceği gerçeğidir.

İman eden ve sâlihâtı işleyenlerin cennet yâranı olduğunu bildiren 42. âyetin –ki Biz hiç kimseye gücünün, kapasitesinin üstünde bir şey yüklemeyiz- şeklindeki parantez içi ifadesi, cennete ulaşmanın pek zor olmadığına dair bir mesaj mâhiyetindedir. Buna göre, hiç kimsenin cennete ulaşmak için gücünün üstünde çalışmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Çünkü insanların güçlerinin yettiğinden başkasıyla yükümlü olması “sünnetullah”a uymaz. Bu ilke ile hem insanların cennete girebilmek için sıkıntıya düşmelerine engel olunmuş, hem de çeşitli zorluklarla karşılaştıklarında insanlara bu sıkıntıların üstesinden gelme azmi aşılanmış olmaktadır.

173O size, sadece ölü hayvanı, kanı, domuzun etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanları harâm kıldı. Sonra kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü geçmemek üzere ona bir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.

(Bakara/173)

233Anneler, çocuklarını, –emzirmenin tamamlanmasını isteyenler için– tam iki yıl emzirirler. Çocuk kendisine ait olan babaya da emzirenlerin yiyecekleri ve giyecekleri örfe uygun/ herkesçe kabul gören şekilde bir borçtur. Kişi sadece gücüne; kapasitesine göre yükümlü olur. Ve çocuğu sebebiyle bir anne, çocuğu sebebiyle bir baba da zarara sokulmasın. Vârise de bunun aynısı borçtur. Eğer ana ve baba birbirleriyle istişâre edip, kendi rızalarıyla çocuğu sütten ayırmak isterlerse kendilerine bir vebal yoktur. Eğer çocuklarınızı emzirtmek isterseniz, vereceğinizi örfe uygun/ herkesçe kabul gören bir şekil ile teslim ettiğiniz zaman, bunda da size bir vebal yoktur. Ve Allah’ın koruması altına girin ve şüphesiz Allah’ın yaptıklarınızı çok iyi gören olduğunu bilin.

(Bakara/233)

285,286Elçi, kendi Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de. Hepsi Allah’a, doğal güçlerine/haberci âyetlerine, kitaplarına ve elçilerine iman ettiler: “Biz Allah’ın elçileri arasında ayırım yapmayız.” Ve “Biz duyduk ve itaat ettik. Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz, dönüş ancak Sanadır. Ey Rabbimiz! Eğer terk ettiysek ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır sorumluluk/sıkıntıya sokacak şeyler yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Ve affet bizi, bağışla bizi, merhamet et bize! Sen bizim yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınımızsın. Ve de kâfirler toplumuna; Senin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden toplumlara karşı yardım et bize” dediler.

Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka; kapasitesi dışında yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kendi yaptığı zararınadır.

(Bakara/285- 286)

151De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri tabulaştırdığını; dokunulmaz kıldığını okuyayım:

‘Kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızı,

ana babaya iyilik yapmanızı- güzel davranmanızı,

fakirlik endişesiyle / fakirleştiriliriz korkusuyla çocuklarınızı öldürmemenizi, – Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz.-

kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmamanızı,

haksız yere, Allah’ın haram kıldığı nefsi öldürmemenizi, -İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.-

152Yetimin malına da yaklaşmamanızı, –Yalnız erginlik çağına erişinceye kadar en güzel biçimde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz.-

ölçüyü, tartıyı hakkaniyetle tastamam yapmanızı, -Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile; kapasitesi dışındaki bir şeyle yükümlü tutmayız.-

söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olmanızı

ve Allah’a verdiğiniz sözü tastamam tutmanızı.’ -İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye Allah’ın size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.-”

(En‘âm/151, 152)

62Ve Biz hiç kimseyi, gücünün yettiğinden başkası ile; kapasitesi dışındaki bir şeyle yükümlü tutmayız. Nezdimizde de hakkı konuşan bir kitap vardır ve onlar, haksızlığa uğratılmazlar. (Müminûn/62)

7Geniş imkânları olanlar, geniş imkânlarına göre harcasınlar/ nafaka versinler. Rızkı kısıtlı tutulan da, artık Allah’ın kendisine verdiğinden versin. Allah, hiçbir kişiye ona verdiğinden başkasıyla yükümlülük koymaz. Allah, bir güçlüğün ardından bir kolaylık sağlayacaktır.

(Talâk/7)

Cennet yâranının kalplerinin kötü huylardan arındırılmış olması, cennetin ne kadar huzurlu bir ortam olduğu hakkında güzel bir mesaj içermektedir. Cennetteki ebedî yaşam hakkında şu âyetlere bakılabilir: Tûr/17-28, Vâkıa/10-38, Nebe/31-36.

  1. âyetin sonundaki İşte size cennet! Yapmış olduklarınızla buna vâris oldunuz ifadesi de yine çok önemli bir noktaya dikkat çekmekte ve cennetin ekstra bir nimet, bir miras olduğunu vurgulamaktadır. Yani, iman edip sâlihâtı işleyenler cennette dünyada iken işledikleri güzel amellerin karşılığından kat kat fazlasını bulacaklar, tabir yerinde ise mirasa konacaklardır.

69Kim de Allah’a ve Elçi’ye itaat ederse artık onlar, Allah’ın, peygamberlerden, dosdoğru kimselerden, şehitlerden ve sâlihlerden kendilerine nimet verdiği kişilerle beraberdir. Ve bunlar arkadaş olarak ne güzeldir! 70Bu, Allah’tan bir armağandır. En iyi bilen olarak Allah yeter.

(Nisâ/69, 70)

175Artık Allah’a inanan ve apaçık ışığa sımsıkı sarılan kimseler; Allah, onları, Kendisinden bir rahmete ve fazladan bir armağan olarak bol nimete sokacak ve dosdoğru yol olarak Kendisine kılavuzlayacaktır.

(Nisâ/175)

A‘RÂF ve ASHAB-I A‘RÂF:

الاعراف[a‘râf] ve اصحاب الاعراف[ashâb-ı a‘râf] ifadelerinin tahlili için, aslında bu ifadelerin yer aldığı pasajın tümünü teknik olarak da göz önüne almak gerekir. Cennet ve cehennem ashâbından bahseden bu pasajda kurtuluş ve helâk yolları açıklanmış, insanlar yanlışa karşı uyarılmış; sonra da doğrunun peşinden giderek kendini kurtaranlar, müjdeler verilmek sûretiyle özendirilmiştir. Bu pasaj teknik ve anlambilgisi kurallar gereği resmi mushaftan farklı olarak, “40-45,50,51,46-49” tertibiyle sunulmuştur..

Konuyu bir bütünlük içinde sunabilmek amacıyla, pasajın bundan sonraki bölümünü [44-53. âyetler] tahlilde ele alacağımız âyet gruplarını da belirterek topluca aktarıyoruz:

44,45Ve cennet ashâbı ateş ashâbına, “Biz, Rabbimizin bize vaat ettiğini gerçek bulduk. Peki, siz Rabbinizin size vaat ettiğini gerçek buldunuz mu?” diye seslendiler. Onlar, “Evet” dediler. Aralarında bir duyurucu, şüphesiz ki Allah’ın dışlamasının/ rahmetinden yoksun bırakmasının, Allah’ın yolundan geri çevirip yolun eğri-büğrüsünü isteyen ve âhireti bilerek reddeden zâlimlerin; yanlış; kendi zararlarına iş yapanların üstüne olacağını duyurdu.

50,51Ve ateşin ashâbı, cennetin ashâbına, “Biraz su veya Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden bize aktarın” diye seslendiler. Onlar da, “Allah, dinlerini alaya ve eğlenceye alan, basit, iğreti dünya hayatına aldanan kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere ikisini de gerçekten yasaklamıştır!” dediler. –Bu günle karşılaşacaklarını umursamadıkları, âyetlerimizi/ alâmetlerimizi/ göstergelerimizi bile bile inkâr ettikleri gibi, Biz de bugün onları umursamayacağız/ cezalandıracağız.– 46Aralarında da bir perde vardır.

Ve Kur’ân bölümleri üzerinde bilgisi olan kimseler, onların hepsini alâmetlerinden tanırlar. Ve Kur’ân bilgisine sahip kimseler, cenneti umup da henüz girmemiş olan cennet ashâbına seslenirler: “Selâm olsun size!”

47Gözleri ateş ashâbına çevrilince, “Rabbimiz! Bizi bu hainlerle birlikte bulundurma” derler.

48,49Kur’ân bölümleri bilgisine sahip kimseler, alâmetlerinden tanıdıkları kimselere seslenip, “Topluluğunuz ve büyüklendiğiniz şeyler size yarar sağlamadı, Allah’ın, rahmetine –ki bu rahmet, Allah’ın “Girin cennete, size kaygı yoktur, üzülmeyeceksiniz de” diye verdiği sözdür– erdirmeyeceğine yemin ettikleriniz, şunlar mı?” derler.

52Hiç kuşkusuz onlara, inananlar için bir kılavuz ve rahmet olarak, tam bir bilgiyle ayrıntılı olarak açıkladığımız bir Kitap getirmiştik.

53Onun ilk plâna çıkmasından başka ne bekliyorlar? Onun ilk plâna çıkacağı gün geldiğinde, önceleri onu umursamayanlar, “Rabbimizin elçileri gerçekten bize gerçeği getirmişti. Acaba bizim için aracılık edecek aracılar var mı? Veya geri gönderilip de yaptıklarımızdan başkasını yapabilir miyiz?” diyecekler. Kuşkusuz kendilerini kayba uğratmışlardı. Uydurdukları şeyler de kendilerinden ayrılmıştır.

Asılsız ve tutarsız rivâyetler sayesinde bu konunun da “kabir azabı” ve “berzah âlemi” konuları gibi yanlış kabullerle zihinlere yerleşmemesi için pasajın bu bölümünün biraz daha fazla dikkat gösterilerek iyi ve doğru anlaşılması gerekmektedir. Çünkü a‘râf ve ashâb-ı a‘râf ifadeleri de rivâyet bombardımanı altında kalmış ve tefsirciler tarafından değişik şekillerde yorumlanmıştır.

Kaynak kitaplar maalesef mesnetsiz ve gerçek dışı kabullerden oluşan bu yüzlerce farklı yorumu bugüne taşımışlar, böylece Müslümanlar arasında tutarsız bir inanç, anlaşılmaz bir kavram oluşmasını sağlamışlardır. Dolayısıyla bu konuyu kaynak kitaplardan okuyanların, (Hâşâ!) “Bu Kur’ân ne anlaşılmaz bir kitap!” demeleri yadırganamaz hâle gelmiştir. Hâlbuki Kur’ân, anlaşılmaz, kapalı değil, tam aksine, akıl sağlığı yerinde olan her insanın kolayca anlayabileceği mübin [açık-seçik] bir kitaptır. Kur’ân ancak onu yeterli görmeyip ondan başka kılavuz arayanlar için “anlaşılmaz” olabilir. Çünkü bu sahte kılavuzlar insanların önüne, Kur’ân’ın bildirdiği “tek gerçek” yerine, “yüzlerce gerçek dışı masal” koymaktadırlar. Nitekim İbn-i Kesîr yüzlerce rivâyeti sayıp dökmüş, sonra da “Bu rivâyetler hep gariptir” diyerek konuya son noktayı koymuştur.

Biz, bu garip rivâyet örneklerini değil, bu garip rivâyetler sebebiyle a‘râf ve ashâb-ı a‘râf ifadelerinin Müslümanlar arasında kabul görmüş anlamlarını özetledikten sonra işin aslını Kur’ân’dan araştıracağız.

“A‘RÂF” İLE İLGİLİ İNANIŞLAR:

A‘râf , sırat köprüsünün üstündeki yüksekçe bir yerdir, burçtur.

A‘râf, cennetle cehennem arasında Uhud dağına benzer bir mevkidir.

A‘râf, cennetle cehennemi birbirinden ayıran bölgedeki surun yüksek bir yeridir.

“ASHÂB-I A‘RÂF” İLE İLGİLİ İNANIŞLAR:

Ashâb-ı a‘râf, iyi ve kötü amelleri eşit olan müminlerdir. Bunlar cennete hemen konulmayıp ikisi arasında [ârafta/ara bölgede] bir müddet bekletilip sonra cennete konulacaklar.

Ashâb-ı a‘râf, meleklerdir. Müminleri ve kâfirleri yüzlerinden tanırlar.

Ashâb-ı a‘râf, peygamberler, şehitler, yüksek şahsiyetli âlimlerdir.

Ashâb-ı a‘râf, cennet ve cehenneme girmeyi gerektirecek durumda olmayan kimselerdir ki, bunlar, peygamberlerden haberi olmayanlar, kâfir ana-babanın küçükken ölmüş çocukları, veled-i zinalar [zinadan doğan çocuklar] ve delilerdir.

Aslında a‘râf ve ashâb-ı a‘râf konusunda daha birçok madde sıralamak mümkündür. Fakat biz, pek çoğu Kur’ân ile çelişen bu inanışları, her biri zayıf rivâyetlere dayandırılarak ortaya atılmış olan dört ana grupta toplayarak özetledik. Ne yazık ki, Kur’ân bir tarafa bırakılıp Kur’ân dışı söylentilerin ardına düşüldüğünde, bu konuda olduğu gibi, çok sayıda yanlış inanışın ortaya çıkması tabii bir durumdur.

Bu genel açıklamadan sonra yeniden tahlilimize dönüyoruz:

44,45Ve cennet ashâbı ateş ashâbına, “Biz, Rabbimizin bize vaat ettiğini gerçek bulduk. Peki, siz Rabbinizin size vaat ettiğini gerçek buldunuz mu?” diye seslendiler. Onlar, “Evet” dediler. Aralarında bir duyurucu, şüphesiz ki Allah’ın dışlamasının/ rahmetinden yoksun bırakmasının, Allah’ın yolundan geri çevirip yolun eğri-büğrüsünü isteyen ve âhireti bilerek reddeden zâlimlerin; yanlış; kendi zararlarına iş yapanların üstüne olacağını duyurdu.

Bu âyetlerde yine daha önce yapılmış olan uyarı ve müjdelemeye uygun olarak ahirette yaşanacak olanlardan bir bölümü temsilî olarak anlatılmaktadır. Bu temsile göre, cennettekiler ile cehennemdekiler karşılıklı olarak konuşturulmakta ve insanlara kendilerini bekleyen akıbet hakkında müjde ve uyarılarda bulunulmaktadır. Bu temsilî anlatım sayesinde uyarı ve müjdelemelerin etkileri iyice artmakta, Rabbimizin verdiği mesaj en mükemmel şekle bürünüp insanları âdeta uyandırmaktadır.

Âyetteki Aralarında bir duyurucu, şüphesiz ki Allah’ın lânetinin Allah’ın yolundan geri çevirip yolun eğri büğrüsünü isteyen ve âhireti inkâr eden zâlimlerin üstüne olacağını duyurdu ifadesinden, cehennemde bir görevlinin suçlular arasında dolaşarak onlara devamlı cehenneme geliş nedenlerini anons edeceği anlaşılmaktadır. Bu anonsçu Neml sûresi’nde dâbbeh olarak adlandırılmıştı:

82Ve Söz üzerlerine vaki olduğu/gerçekleştiği zaman onlar için, insanların âyetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara söyleyen/anlatan, topraktan/maddeden yapılmış hareket eden, konuşan bir varlık çıkardık.

                                                                                              (Neml/82)

 

50,51Ve ateşin ashâbı, cennetin ashâbına, “Biraz su veya Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden bize aktarın” diye seslendiler. Onlar da, “Allah, dinlerini alaya ve eğlenceye alan, basit, iğreti dünya hayatına aldanan kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere ikisini de gerçekten yasaklamıştır!” dediler. –Bu günle karşılaşacaklarını umursamadıkları, âyetlerimizi/ alâmetlerimizi/ göstergelerimizi bile bile inkâr ettikleri gibi, Biz de bugün onları umursamayacağız/ cezalandıracağız.– 46Aralarında da bir perde vardır.

Ve Kur’ân bölümleri üzerinde bilgisi olan kimseler, onların hepsini alâmetlerinden tanırlar. Ve Kur’ân bilgisine sahip kimseler, cenneti umup da henüz girmemiş olan cennet ashâbına seslenirler: “Selâm olsun size!”

47Gözleri ateş ashâbına çevrilince, “Rabbimiz! Bizi bu hainlerle birlikte bulundurma” derler.

48,49Kur’ân bölümleri bilgisine sahip kimseler, alâmetlerinden tanıdıkları kimselere seslenip, “Topluluğunuz ve büyüklendiğiniz şeyler size yarar sağlamadı, Allah’ın, rahmetine –ki bu rahmet, Allah’ın “Girin cennete, size kaygı yoktur, üzülmeyeceksiniz de” diye verdiği sözdür– erdirmeyeceğine yemin ettikleriniz, şunlar mı?” derler.

 

  1. âyetin ilk cümlesinden sonra açılan parantez, 49. âyetle kapanmış ve bu âyetlerle tekrar cennet ashâbı ile ateş ashâbının karşılıklı konuşma sahnesine dönülmüştür.

Kâfirlerin, cehennemdeki azapları görünce yalvarıp yakarmaları ve hem cehennem görevlilerinden hem de cennetteki müminlerden yardım istemeleri Kur’ân’da birçok kez tasvir edilmiştir. Bu tasvirlere göre, cehennemdekiler cennetin içini gördükleri için daha fazla pişmanlık duyacaklar ve cehennemdeki azapların üstüne bir de acı pişmanlığın verdiği böyle bir psikolojik azapla karşılaşacaklardır. Bütün bu anlatımlar hep “başınıza gelmeden tedbirinizi alın” cinsinden uyarılardır:

77Ve onlar seslenirler: “Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin.” Mâlik: “Şüphesiz siz, böyle kalacaksınız” dedi.

(Zuhruf/77)

106,107Dediler ki: “Rabbimiz! Azgınlığımız bizi yendi ve biz, bir sapıklar topluluğu olduk. Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha aynısını yaparsak işte o zaman gerçekten biz yanlış; kendi zararlarına iş yapanlarız.”

108Allah dedi ki: “Sinin oraya! Bana konuşmayın da. 109Şüphesiz Benim kullarımdan bir grup: “Rabbimiz! Biz iman ettik; artık bizi bağışla, bize merhamet et, Sen merhametlilerin en iyisisin” diyorlardı. 110İşte siz onları alaya aldınız; sonunda da onlar, size Benim anılmamı, öğüdümü unutturdu/terk ettirdi. Ve siz onlara gülüyordunuz. 111Şüphesiz ki bugün Ben, sabretmelerine karşılık, onları ödüllendirdim; onlar, kazançlı çıkanların ta kendileridir.”

(Müminûn/106-111

12O gün, inanan erkekleri ve inanan kadınları, ellerinin arasında ve sağlarında ışıkları olduğu hâlde koşar göreceksin. –Bugün müjdeniz, altlarından ırmaklar akan, içlerinde sonsuza dek kalacağınız cennetlerdir. İşte bu, çok büyük kurtuluşun ta kendisidir!–

13O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar, o iman eden kimselere: “Bize bakın da sizin ışığınızdan alalım?” derler. Denildi ki: “Arkanıza dönün de ışık arayın!” Sonra da aralarına içinde rahmet, dışında da kendi yönünden azap olan kapılı bir sur çekilir.

14,15Onlara: “Biz, sizinle beraber değil miydik?” diye seslenirler. Mü’minler: “Evet ama, siz kendi canlarınızı ateşe attınız, gözlediniz, kuşkuya düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. Sonunda Allah’ın emri gelip çattı. O, çok aldatan da sizi, Allah ile aldattı. Bugün artık sizden kurtulmalık alınmaz, kâfirlerden; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerden de. Sizin varacağınız yer ateştir. O, size yaraşandır. O, ne kötü bir dönüş yeridir!”

(Hadîd/12-15)

NİSYÂN: Elli birinci ayetin orijinalindeki النّسيان[nisyân] sözcüğü, “unutmak” olarak meşhurlaşmıştır. Sözcüğün esas anlamı, “ ضدّ الذّكر والحفظ zıddu’z-zikri ve’l hıfz [söylememek, anmamak ve akılda tutmamak]”tır. Buna göre nisyân, “bile bile terk etmeyi, değer vermemeyi, umursamamayı” ifade eder. “Hatırlamamak, unutmak” kavramları da bu sözcükle ifade edilmekle beraber, Kur’ân’daki bütün nisyân sözcükleri için daima “umursamamak, ağza almamak” anlamı da itibara alınmalıdır.[1] Çünkü nisyân sözcüğü burada Allah’a da izafe edilmiştir, Allah ise unutmaz.

Hatırlamamak, unutmak bir mazerettir ama umursamamak bir suçtur. Kehf/60’da, genç arkadaşının Mûsâ peygambere “Hût’u unuttum” demesi veya hapishâne arkadaşının Yûsuf peygamberi unutması (Yusuf/42) normal bir unutma, hatırlamama değil, umursamamak, önemsememek, bile bile terk etmektir.

  1. âyette nisyân sözcüğünün Allah’a izafesi sûretiyle müşâkele sanatı yapılmıştır. Târık sûresi’nde açıkladığımız bu sanata göre, Allah’a izafe edilen nisyân, yaşamlarında Allah’ı umursamamış olanlara Allah’ın ceza vereceği anlamına gelmektedir. Kur’ân’da müşâkele sanatının nisyân sözcüğü ile yapılışına birçok örnek gösterilebilir:

67Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar birbirlerindendir; kötülüğü emreder, iyilikten sakındırırlar ve ellerini sıkı tutarlar/ cimrilik ederler. Allah’ı terk ederler de, Allah da onları terk ediverir. Gerçekten de münâfıklar, hak yoldan çıkmış kimselerin ta kendileridir.

(Tevbe/67)

124-126Kim Benim anılmamdan/ Benim öğüdümden mesafeli durursa, hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim/ yaşam vardır. Kıyâmet günü de onu kör olarak kıyâmet günü toplantı alanına toplarız. O der ki: “Rabbim ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak bu yere çıkardın?” Allah der ki: “Bu böyledir, âyetlerimiz sana geldi de sen onları terk etmiştin; bu gün de aynı şekilde sen terk ediliyorsun/cezalandırılıyorsun.”

(Tâ-Hâ/124-126)

34,35Ve denilmiştir ki: “Bugün Biz sizi, sizin bu gününüze kavuşmayı unuttuğunuz gibi unuturuz/ terk ederiz/ cezalandırırız. Yeriniz de ateştir. Sizin için yardımcılardan herhangi biri de yoktur. İşte bunlar, sizin Allah’ın âyetlerini alaya almanız ve basit dünya yaşamının sizi aldatması sebebiyledir.” Artık bugün onlar, ateşten çıkarılmaz ve özür dilemeleri de kabul edilmez/ Allah’ı hoşnut etmeleri de istenmez.

(Câsiye/34, 35)

  1. âyette ayrıca, kâfirlerin bazı niteliklerine değinilmek sûretiyle, onların hangi sebeplerle cehenneme gittikleri, cennet yâranının ağzından bildirilmiştir: Allah, ikisini de şu dinlerini bir eğlence ve oyun edinen ve iğreti hayatın aldattığı kâfirlere haram kılmıştır.

46-49. âyet grubu, 44-45. âyetlerle başlayan ve 51-52. âyetlerde devam edecek olan “cennet ashâbı” ile “ateş ashâbı”nın konuşmalarının arasına açılan bir parantez mâhiyetindedir. Ancak, 46. âyetin başındaki Aralarında da bir perde vardır ifadesi, anlam olarak 44-45. âyetlere bağlıdır. Bize göre bu ifade, cennet ve cehennem halkları arasındaki konuşmaların yüz yüze olmadığını, aralarında var olan bir perde sebebiyle tarafların birbirlerini görmeden konuştuklarını anlatmaktadır. Hemen belirtmek gerekir ki, bu âyette geçen hicab [perde] ile Hadîd/13’de geçen sur arasında bir alâka yoktur. Hadîd sûresi’nde geçen kapısı olan sur/duvar, bildiğimiz sur/duvar olup, oradaki bu ifade, “üzerinde cennet kapılarının bulunduğu sur/duvar” imajını insanların hayalinde canlandırmak için mecâzen kullanılmıştır. Konumuz olan âyetteki hicab [perde] ise, temsilî anlatıma göre sahnede bulunan iki ayrı grup oyuncu arasına çekilmiş olan bir perdedir, yani bir sahne dekorudur.

A‘RÂF: اعراف[a‘râf] sözcüğü, ef‘al kalıbında cem-i kıllet olup عرف[‘urf] sözcüğünün çoğuludur. Bu kalıptaki çoğul sözcükler, o şeyin 3 ilâ 10 adet arasında olduğunu gösterir. Oysa yukarıda, “A‘râf İle İlgili İnanışlar” başlığı ile yanlış inanışlar arasından grupladığımız inanışların hiç birinde bu husus dikkate alınmamış; “tepe”, “burc”, “ara bölge” denilip geçilmiştir. Hâlbuki en azından bu ifadelerin o eserlerde “tepeler”, “burclar”, “bölgeler” şeklinde çoğul olarak yer alması gerekirdi. Nitekim Lisânü’l-Arab‘da a‘râf için yakıştırılan bu gibi anlamların dilbilimciler tarafından değil, tefsirciler tarafından ortaya atıldığı belirtilmiştir.[2]

‘URF: عرف [‘urf] sözcüğü, “bilgi” [ilim, irfan/iyiyi kötüyü, eğriyi doğruyu ayırabilme özelliği] demektir[3] ve genel olarak bu anlamda kullanılır. Nitekim “örf, ma‘rûf” gibi sözcükler de bu anlam ekseninde olan sözcüklerdir. Ancak‘urf sözcüğünün esas anlamı “kum yığını, yerden yüksek olan yer, yığın, yığıntı” demektir. Arapların horozun ibiği ile atın yelesine ‘urf demeleri, sözcüğün bu anlamına göredir.[4]

Mürselât sûresi’nin tahlilinde yaptığımız ‘urf sözcüğünün vaz [ilk] anlamı ile isti’mal [kullanılan] anlamının birleştirilmesi şeklindeki önerimizi burada da tekrarlıyor, sözcüğün “bilgi yığını [bilgi kümeleri, bilgi öbekleri] hâlinde gönderilmiş Kur’ân âyetleri” olarak anlaşılması durumunda konunun doğru anlaşılacağını düşünüyoruz.

ASHÂB-I A‘RÂF: A‘râf ve ‘urf sözcükleri ile ilgili olarak yaptığımız açıklamalara göre ashâb-ı a‘râf, “bu dünyada az seviyede de olsa, Kur’ân hakkında bilgi sahibi olan, Kur’ân necmlerini bilen kimseler”dir.

Bu kimseler, sahip oldukları Kur’ân bilgisiyle kimin cennetlik, kimin cehennemlik olduğunu bilebilirler. Bize göre, Kur’ân’dan en az on necm öğrenmiş olan insanlar, başkaca bir sosyal bilgiye, tahsile gerek kalmadan, kişilerin yaşam tarzlarına bakarak cennetlikler ile cehennemlikleri ayırt edebilirler. İşte, cennet ashâbı ile ateş ashâbının konuşmaları arasına açılan parantezde verilen mesaj budur.

SİMALARINDAN TANIMAK: Simalarından demek, “alâmetlerinden” demektir. Bu alâmetler “müminlik-muttakîlik”, “kâfirlik-fâcirlik” gibi yaşam tarzlarıyla alakalıdır. Her iki yaşam tarzının temel parametrelerini bilenler, çevrelerindeki insanların hangilerinin cennetlik, hangilerinin cehennemlik olduğunu ayırt edebilirler.

Sima sözcüğü, çoğu meal ve tefsirlerde “yüzlerinden”, “yüz çizgilerinden” veya “yüzlerindeki alâmetlerden” diye çevrilmiştir. Bu durum sözcüğün geçtiği Bakara/273, Muhammed/30 ve Rahmân/41. ayetlerdeki sima için de geçerlidir. Oysa bu sözcük sadece “alâmet, gösterge, eser, belirti” demektir.[5] Buna karşılık, “yüz, çehre” anlamına gelen sözcük ise vech sözcüğüdür. Dolayısıyla, çevirilerde görülen “yüzdeki alâmet/belirti” ifadesinin karşılığı simaü’l-vech‘tir. Kanaatimize göre sima sözcüğünün anlamı, Fetih/29’daki simahüm fî vücûhihim [alâmetleri, secde eserinden dolayı yüzlerindedir] ifadesiyle karıştırılmaktadır. Hâlbuki sima ve vech sözcükleri Fetih/29’da öz anlamlarıyla ayrı ayrı zikredilmiştir.

Diğer taraftan, âhirette bazılarının yüzlerinin beyaz, bazılarının ise siyah olacağının bildirildiği Âl-i İmrân/106-107 ve Zümer/60’daki yüz ile ilgili açıklamanın bu âyetin tefsirinde kullanılması da yanlış ve isabetsiz bir yaklaşımdır. Bu da yine sima sözcüğünün yanlış anlamlandırılmasından kaynaklanmaktadır.

HENÜZ CENNETE GİRMEYİP CENNET UMANLAR: 46. âyette sözü edilen “cenneti umup da henüz girmemiş olan cennet ashâbı”, ashâb-ı a‘râf değildir. Çünkü bu nitelik, “ashâb-ı a‘râf”ın çevresinde bulunan ve yaşam tarzlarındaki alâmetler sayesinde “ashâb-ı a‘râf” tarafından cennetlik oldukları anlaşılarak kendilerine selâm verilen kimselerin niteliğidir. Zaten âyetin ifadesi de, gerek “ashâb-ı a‘râf”ın gerekse “cenneti umup da henüz girmemiş olanlar”ın henüz ölmemiş, dünyada yaşayan insanlar olduklarının açık seçik bir beyanıdır.

Bu açıklamalardan sonra 46-47. âyetlerin takdiri şu şekilde yapılabilir: “Kur’ân’dan azıcık bilgili insanlar, çevrelerindeki insanlara bakıp onların yaşam tarzlarından [mümin, muttakî oluşlarından] cennetlik olduklarını kavrayınca kendilerine imrenirler ve ‘Selâm size/ne mutlu size’ diye hayranlıklarını dile getirirler. Yine bu az bilgili insanlar, çevrelerine bakıp bazı insanların da yaşam tarzlarından [kâfirlik ve fâcirliklerinden] dolayı cehennemlik olduklarını öğrenince onlar gibi olmamak için dua ederler.”

48-49. âyetler de “ashâb-ı a‘râf”ın, cehennemlik olarak gördükleri insanları uyarma gayretlerini dile getirmektedir.

  1. âyet, meal ve tefsircilerin ekserisinin çözemedikleri bir âyettir. Çoğunluk, bu âyet üzerinde dirâyet gösteremeyerek kendilerinden öncekilerin yazdıklarını aynen kabul etmiş ve âyeti anlatabilmek için de, Girin cennete, size kaygı yoktur, üzülmeyeceksiniz de… ibaresinin önüne arkasına parantezlerle birçok ifade yamamak durumunda kalmışlardır. Parantezli ifadelerin çokluğu ve anlam olarak birbirlerinden farklılığı hem kimseyi tatmin etmemiş, hem de konuyla ilgili birçok yanlış anlayışın ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Bize göre 49. âyetteki, Girin cennete, size kaygı yoktur, üzülmeyeceksiniz de… cümlesi, âyetteki rahmetine ifadesinden “bedel” yapıldığı takdirde -ki teknik olarak buna herhangi bir engel yoktur- ortada anlaşılmayacak bir şey kalmaz ve anlam da bizim verdiğimiz gibi olur.