39-A‘RÂF SÛRESİ-4

ÜMMİ KAVRAMI

Anlamı yanlış bilinen sözcüklerin en önemlilerinden birisi de ” امّىümmî” sözcüğüdür. Kur’an’da peygamberimiz için kullanılmış olan bu sözcüğün yanlış manalandırılması sonucu yüce İslâm dini doğru anlaşılmaz olmuş ve peygamberimiz de yanlış tanıtılmıştır.

“امّى Ümmî” sözcüğü halk arasında “anasından doğduğu gibi bilgisiz, okur- yazar olmayan” anlamında kabul edilmiş, toplumlarda bu anlamıyla kullanılır olmuş ve “anasından doğduğu gibi bilgisiz” olmak hep yerilmiştir. Hem de bu yergi, Şair Eşref’in bir hicvinde yer alan;

“Rahm-i maderden (ana rahminden) nasıl çıkmışsa hâlâ o hâldedir,
Gezmeden seyyah-ı âlem bilmeden allâmedir”

beytinde olduğu gibi veya “Ümmînin ümmîye imameti caizdir (Cahilin cahile imam olması sakıncasızdır)” deyimindeki gibi alay eder tarzda yapılmıştır.
Hâl böyle iken “امّى ümmî” sıfatının peygamberimiz için “anasından doğduğu gibi bilgisiz” anlamında kullanılması, kaş yaparken göz çıkarma deyiminde olduğu gibi övgü amaçlı çabaları sövgüye dönüştürmekte ve bizim gibi kendisine işin doğrusunu Allah’ın yardımı ile öğrenmek nasip olmuş kimselere de bu doğruları anlatmak bir borç hâline gelmektedir.

Peygamberimizin ümmîliği

Bilindiği üzere, Müslümanların ekserisi tarafından peygamberimizin okuryazar olmadığına inanılmaktadır. Ama başkaları için söz konusu olduğunda kınanan bu özellik için, peygamberimize bir hayli methiye düzülmüştür. Böylece, bilerek veya bilmeyerek hem peygamberimize hem de yüce dinimize lekeler sürülmüştür. Peygamberimizin “anasından doğduğu gibi bilgisiz” anlamında “ümmî” olduğu yolundaki iddiaya ise, konu ile hiç ilgisi bulunmayan Ankebut suresinin 48. ayeti ile ilk vahyi konu alan meşhur Hıra mağarası senaryolu rivayet kanıt gösterilmiştir.

Bu ayette, peygamberimizin Kitap okumak ve yazmakla meşgul olması hâlinde, Tevrat ve İncil’de bozulmuş olarak var olan konuların gerçeğinin Kur’an’da yer alması sebebiyle onun peygamberliği hakkında şüphe uyanacağı bildirilmekte ve peygamberimizin ehl-i kitap hahamları ve papazları gibi kitap okumak ve yazmakla meşgul olmadığı vurgulanmaktadır.

Aslında bu ayet, iddiacıların iddialarının aksine peygamberimizin okur yazar olduğunun kanıtıdır. Çünkü, okuma yazma bilmeyen birine “onu sağ elinle (kendin) de yazmıyorsun.” ifadesinin kullanılması anlamsızdır. Yani peygamberimiz okuma yazma biliyordu ki kendisine bu şekilde bir ifade yöneltilmiştir. Ayrıca, peygamberimizin okuma yazma bilmediğine kanıt gösterilen Hıra mağarası rivayetinin de uydurma olduğu ve orada geçen “ma ene bikaiin” ifadesinin de “ben okuma bilmiyorum” demek olmayıp, ” ما انا بقارئben okuyucu değilim” demek olduğu, tarafımızdan Alak suresinin tebyininde (İşte Kur’an, cilt 1; s: 26-29) açıklanmıştır.

Diğer taraftan, peygamberimizin okuma yazma bilmediğine, uydurma olan Hıra mağarası rivayetini kanıt gösteren rivayetçiler, onun okuryazar olduğunu, hatta yazısının pek iyi olmadığını ileri süren ve Buhari Sulh ve İlim kitaplarında da yer alan şu rivayeti ise görmezden gelmektedirler:

Kitab-ül Megazi; 45. Bab:

45- Andlaşması Hükmü İle Yapılan Umre Babı

Bunu Enes, Peygamber(S)den zikretmiştir.

263- (Rivayet zinciri; el Berâ- Ubeydüllah b. Musa)…. : “Peygamber (S) zu`1-ka`de ayı içinde umre yapmak üzere yola çık tı. Fakat Mekke halkı Peygamber`i Mekke`ye girmeye bırakma larını kabul etmediler. Nihayet Peygamber Mekkeliler ile gelecek senede üç gün Mekke`de kalmak üzere, bir andlaşma yaptı. Andlaşma hükümlerini yazdıkları zaman, “Bu, Allah’ın Elçisi Muhammed’in üzerinde andlaşmış olduğu şeylerdir” yazmışlardı.

Onlar (Mekkeliler):

– “Biz bunu (senin elçiliğini) ikrar etmiyoruz. Eğer biz senin Allah`ın Elçisi olduğunu bilir ve tasdik eder olsaydık, seni hiçbir şeyden men etmezdik. Ama sen Abdullah oğlu Muhammed’sin” dediler.

Bunun üzerine o (Rasûlullah):

– “Ben Allah `in Elçisiyim ve Abdullah oğlu Muhammed’im” dedi.

Sonra da Alî’ye:

– “Allah’ın elçisini sil!” dedi. Alî:

– “Hayır vallahi ben Seni ebediyyen silmem!” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah, sallallahü aleyhi ve selem kitabı aldı. Rasûlullah kendisi yazı yazmayı güzel yapamıyordu. Akabinde: “Bu, Abdullah oğlu Muhammed’in üzerinde andlaşma yaptığı şeylerin yazısıdır” diye YAZDI:

– Mekke`ye silâh sokmayacak, yalnız kılıfı içinde kılıç getirecek;
– Mekkeliler`den bir kişi Muhammed’e tâbi olmak isterse, Mekke`den çıkamayacak. Muhammed’in sahâbîlerinden birisi Mekke’de kalmak isterse, bunun da Mekke’de ikameti men edilmeye­cektir.

Ertesi sene ……

Rivayetin bundan sonraki bölümleri ertesi sene Mekke’de cereyan eden olayları nakletmekte olup, burada konu edilen antlaşma, adı açıkça geçmese de Hudeybiye Antlaşması’dır.

Bu rivayetin altını çizdiğimiz bölümünün orijinal metni de aynen şöyledir: “فأخذ رسول اللّه صلى اللّه عليه و سلّم الكتاب و ليس يحسن يكتب فكتب هذا ما قاضى ….. ”

Bu metindeki ” كتبketebe (yazdı)” fiili birçok çeviride “yaz(dır)dı” veyahut “yazdırdı” şeklinde yer almıştır. Ayrıca bu rivayetlere göre Siyer ve Tarih yazanlar da her nedense bu rivayetin bizim üzerinde durduğumuz bölümünü görmezden gelmişlerdir. Biz, bu kadar önemli bir konuda, kaynak olarak kabul ettikleri rivayetler arasında yer alan yukarıdaki rivayeti dikkate almayanların bir cinayet işlediklerini düşünüyor ve bu cinayetin ne amaç güttüğünü ise kamu vicdanına havale ediyoruz.

Peygamberimizin “el ümmî” olduğu, Kur’an tarafından bildirildiği için tartışmasızdır. Burada tartışılması gereken konu; peygamberimizin hangi anlamda ve nasıl bir “el ümmî” olduğu, daha doğrusu “ümmî”liğin ne anlama geldiğidir. Bize göre meselelerin en doğru ve en kısa çözümleri Kur’an’a müracaat ederek bulunacağı için, bu konudaki gerçeklerin de Kur’an ışığında ve akıl yoluyla gözler önüne serilmesi gerekmektedir.

“Ümmî” ne demektir?

“امّى Ümmî” sözcüğü, “ana” anlamındaki ” امّümm” ile “ya-i nisbiyyeden (bağıntı ‘ya’sından, ‘ ىya’ edatından)” oluşturulmuş bir sözcük olup, “anaya mensup “analı” demektir. Sözcüklerin sonuna getirilen “ya” bağlantı edatı (Yâ-i nisbiyye), eklendikleri şeye aidiyyeti ifade eder. Örneğin; İlmî (bilimsel), Kavlî (sözel), leylî (geceli), Neharî (gündüzlü) gibi. Yine kişilerin hangi şehirli olduklarını ifade etmek için de kullanılır. Meselâ; Konevî; Konyalı, Bağdadî; Bağdatlı, Halebî; Halepli, Rumî; Romalı… demektir.

Okuryazar olmayan, câhil kimselere de “Ümmî (anasından doğduğu gibi kalmış, kendini geliştirmemiş kimse) denir. Bu ifade nekre (belirsiz) olarak kullanılır; başında harfi ta’rif de olmaz izafet (tamlama) halinde de olmaz. “Ümmî, Ümmiyyun” halinde kullanılır. Bu ifade, çoğul olarak Kur’an’da sadece Bakara suresinde bir kerre geçer:

78Bunlardan bir kısmı da, kuruntu dışında Kitab’ı bilmeyen, okuma-yazma bilmeyen/analarından doğdukları gibi kalmış kimselerdir (ümmiyyun). Bunlar, sadece zannediyorlar. (Bakara/ 78)

el ÜMMÎ

Bizim konumuz ise “Ümmî” sözcüğü olmayıp Peygamberimizin niteliği olan “el Ümmî” sözcüğüdür. Ki bu “el Ümmî” sözcüğü, “Ümm-ül kurâ” sözcüğünün başka bir ifade tarzıdır. Önce şu ayete dikkat edilmelidir. Burada sözcük, “ümm-ül kurâ” şekliyle yer almıştır.

92İşte bu da Bizim Anakent’i (Ümmülkurâ) ve yanı başındaki kişileri uyarman için indirdiğimiz, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı, bolluk dolu bir Kitaptır. Âhirete inananlar ona da inanırlar ve onlar salâtlarına [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmaya: toplumu aydınlatma kurumlarına] da koruyucudurlar. (En’âm/ 92)

Bu ayette peygamberimize önce ” امّ القرىümm-ül kura”yı, sonra da çevresindekileri uyarma talimatı verilmiştir. Biz biliyoruz ki peygamberimiz Mekke’de elçi seçilip ilk kez Mekkelileri uyarmıştır. O hâlde ayetteki “ümm-ül kura” ifadesi ile Mekke şehrinin kastedildiği açıktır. Nitekim Mekke, tüm yazılı Arap metinlerinde ve çevredeki halkın dilinde “ümm-ül kura”dır. Dolayısıyla Mekke şehrinin Kur’an’da da bu isimle anılması hiç yadırganmamış, bu konuda herhangi bir tartışma olmamıştır. “Ümm-ül kura”; “köylerin/ kentlerin anası, anakent” demek olup, Mekke’nin Arap toplumunda bu isimle anılmasının sebebi ise, Kâbe çevresinde kurulan ilk yerleşim merkezi olmasından kaynaklanmaktadır. Bazı yerleşim birimlerinin, kendi isimleri ile değil de, özelliklerini yansıtan isimlerle anılması Türkçe’de de vardır. Meselâ; Ankara yerine Başkent, Türkiye yerine Anayurt veya Anavatan, Kıbrıs yerine Yavruvatan denmesi gibi…

“Anakent/ Ümm-ül Kura” nasıl “Ana el Ümmî” oldu?

Arap dilindeki İzafetlerde (tamlamalarda), bazen “muzafun ileyh hazf olur, ondan bedel olarak da muzafa, lam-ı tarif getirilir”. Yani tamlanan kaldırılarak onun yerine tamlayanı belirgin (özel) hâle getiren bir edat getirilir. Burada da ” امّ القرىümm-ül kura” tamlamasındaki ” القرىel kura” kaldırılarak yerine lam-ı tarif olan ” الel” konmak suretiyle iki kelimeden oluşan tamlama ” الامّel Ümm (Ana)” şeklinde tek kelime hâline getirilmiş ve “kentlerin anası/ anakent” ifadesi “Ana” olmuştur. Bu gibi durumlarda yeni sözcük özelleşmekte ve artık özel isim hâline gelmiş olan yeni sözcüğün ilk harfinin de büyük harfle yazılması gerekmektedir.
Mekke’nin diğer ismi olan ” امّ القرىümm-ül kura”, yukarıdaki şekilde ” الامّel Ümm” şekline dönüşünce “Mekkeli”yi ifade etmek için de sözcüğün sonuna bağıntı ” ىya”sı getirmek yeterlidir: ” الامّىel Ümmî”. Bir başka ifade ile, “anakent” “Ana”ya, “anakentli” “Analı”ya dönüşmüş olduğu için “الامّى el Ümmî” denince “Anakentli” anlaşılmalıdır.

Yerleşme birimleri ile ilgili olarak bu tarz kısaltmalar Türkçe’de de uygulanmaktadır. Meselâ, Aydın’ın Kuşadası ilçesine, İzmir ve Aydın yöresi halkı tarafından “Ada” denmekte ve halk arasındaki konuşmalarda Kuşadası ile ilgili cümleler; “Ada’ya gittim”, “Ada’dan geliyorum”, “Ada’nın kaymakamı”, “Ada’nın belediyesi”, “Ada’lı Ahmet”, “Ada’lı Mehmet” vs. gibi ifadelerle söylenmektedir.
İşte “el Ümmî” sözcüğü de, “ümm-ül kura” ifadesinin yukarıda izah edildiği gibi bir değişime uğramış hâli olup, “Ana’ya mensup, Analı”, yani “Mekkeli” anlamına gelmektedir. Kur’an’da tekil ve çoğul olarak toplam beş ayette geçen ” elÜmmî” sözcüğü, bu ayetlerin hepsinde de aynı anlamı ifade etmektedir:

20Buna rağmen eğer seninle tartışırlarsa de ki: “Ben tüm benliğimi Allah için İslâmlaştırdım/ben Müslüman oldum. Bana uyanlar da Müslüman oldular.” Kitap verilenlere ve Anakentliler’e: “Siz de sağlamlaştırdınız mı/İslâm’ı kabul ettiniz mi?” de. Eğer sağlamlaştırırlarsa/İslâm’a girerlerse, artık kılavuzlandıkları doğru yola ermişlerdir. Ve eğer sırt çevirirlerse sana düşen sadece mesajı iletmektir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir. (Âl-i Imran/ 20)

75Ve Kitap Ehlinden öylesi vardır ki, eğer onlara yüklerle emanet teslim etsen onu sana geri öder. Onlardan öyleleri de vardır ki ona bir tek altın para emanet etsen, üzerine dikilmeden onu sana geri vermez. Bu, onların: “Ümmilerin/Anakentlilerin bizim aleyhimize yol bulmaları mümkün değildir” demelerinden dolayıdır. Onlar, bilip durdukları hâlde, Allah hakkında yalan da söylerler. (Âl-i Imran/ 75)

156,157Allah diyor ki: “Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah’ın koruması altına girenlere, zekâtını; vergisini verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl’de yazılmış bulacakları Anakentli/ Mekkeli Peygamber, o Elçi’ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O’na iman eden, O’na kuvvetle saygı gösteren, O’na yardımcı olan ve O’nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”

158De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah’ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde kılavuzlandığınız doğru yolu bulmanız için Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden, Ümmî; Anakentli; Mekkeli Peygamber olan Elçisi’ne iman edin ve o’na uyun.” (A’râf/ 156- 158)

2,3O, Anakentliler/Mekkeliler içinde, kendilerinden olan ve Anakentlilere ve henüz onlara katılmamış olan onlardan başkalarına Allah’ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten bir elçi gönderendir. –Onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde olsalar da.– Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. (Cuma/ 2, 3)

Yukarıdaki, “el ümmî” sözcüklerinin tekil veya çoğul olarak geçtiği ayetler, bulundukları pasaj ile birlikte dikkatli bir şekilde okunup iyi anlaşılırsa, “el Ümmî” kavramının; “Kitap ehli olmayan, yani Tevrat ve İncil’i okumayan veya Yahudi ve Hıristiyan olmayan Mekkeliler” demek olduğu kolayca anlaşılmaktadır.
O dönemde, peygamberimizin içinde yaşadığı toplumu; ehl-i kitap olanlar (Yahudi ve Hıristitanlar) ve ehl-i kitap dışındakiler olarak farklı iki zümreye ayırmak mümkündür. Yahudiliğin “millî din” olması sebebiyle, Yahudilerin aslen Mekkeli olmadıkları zaten bilinmektedir. Ehl-i kitap zümresinin diğer bölümü olan Hıristiyanların da, Mekke’nin “anakent” olması dolayısıyla Mekke’de yaşadıkları, Mekke’ye başka yörelerden göç etmiş oldukları, çeşitli kaynaklarla doğrulanmış bir gerçektir. Nitekim Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan ve “zımmî” adı verilen bu yabancıların hukukî varlıkları, peygamberimizin devlet başkanı olduğu dönemde yasalarla belirlenmiştir (Ana Britannica, c: 32, s: 393). Toplumun ehl-i kitap dışında kalan diğer zümresi ise, Kur’an’dan öğrendiğimize göre kitap (Tevrat, İncil) bilmeyen, sadece kuruntu ve zanlarıyla hareket edenlerdir ki bu zümre Mekke’de doğup büyümek suretiyle Mekkeli olanlardır. İşte Kur’an’da bu kesime mensup olanlara, yani Mekke’nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış olanlara, taşralı olmayanlara, bedevî olmayanlara “el Ümmî” denmektedir. Bunun böyle olduğu, hem Kur’an ayetleri hem de tarihî belgelerle sabittir.

Demek oluyor ki, peygamberimizin “el Ümmî” oluşu onun okuma yazma bilmediğini değil, Mekke’nin yerlisi olduğunu göstermektedir.

Konuya aklî olarak yaklaşıldığında da netice aynı olmaktadır:
Elçi olarak seçilmeden önce Mekke’de ticaretle uğraşan peygamberimizin, bir tüccar olarak okuma yazma bilmemesi mümkün değildir. Ayrıca Mekke’nin emini olması dolayısıyla herkesin malının, parasının kaydını, okuması yazması olmadan tutması da imkânsızdır.

Elçilik görevine seçildikten sonra, kendisine gelen ilk vahylerde “Öğren, öğret! En üstün olan Senin Rabbin ise kalemle öğretendir.” (Alak; 3, 4) talimatı verilmiştir. Bu ifade aslında, peygamberimize aldığı vahyleri yazmasını bildiren dolaylı bir emirdir. Okuryazar olmayana ise böyle bir emir verilmez. Ayrıca, Kur’an’da okuyup yazmayı özendiren, cehaleti yeren onlarca ayet mevcuttur. Eğer peygamberimiz okuryazar olmasa idi, sürekli onun açığını arayan müşrikler bunu kendilerine malzeme yaparlar, kendisi okuma yazma bilmeyen birisinin bunu başkalarına ne yüzle emredebildiğini sorarlar, üstelik bu tip davranışların Bakara suresinin 44. ve Saff suresinin 2. ayetleri ile yasaklandığı için kendisinin çelişki içinde olduğunu söylerlerdi.

Bir an için peygamberimizin elçi seçilmeden önce okuma yazma bilmediği var sayılsa bile, yirmi üç senelik elçilik hayatında da onun okuma yazma öğrenmediğini iddia etmek mümkün değildir. Çünkü, ilimi, bilgilenmeyi emreden ayetler karşısında, bu emirlere ilk muhatap ve ilk teslim olan insan olarak onun bu emirlere kayıtsız kalması ve bu süre içinde okuma yazma öğrenmemesi mantıksızdır. Kaldı ki peygamberimizin, Bedir Savaşı esirlerini, okuma yazma bilmeyen Müslümanlara okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakması gibi, Kur’an emirleri doğrultusunda ilmi ve irfanı tavsiye eden birçok önerisi ve uygulaması vardır.
Kısaca söylemek gerekirse; herkese ilim, irfan emredilirken, peygamberimize “Sakın sen okuma yazma öğrenme” diye özel bir emir verilmediğine göre, onun okuma yazma bilmediğini söylemek, mantıksızlığın ötesinde peygamberimize yapılan büyük bir haksızlıktır.

SONUÇ OLARAK: Naklen ve aklen sabittir ki, Kur’an’da geçen “el ÜMMΔ ifadesi “Anakentli (Mekke’nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış, taşralı olmayan, bedevî olmayan)” demektir. Bu ifade, Mekkelilere peygamberimizin kendi içlerinden biri olduğunu, hemşehrileri olduğunu, yakından tanıdıkları ve yabancı olmayan birisi olduğunu vurgulamak için kullanılmıştır. Kur’an’da, peygamberimizin Mekkelilerin kendi içlerinden biri olduğu konusu üzerinde duran daha birçok ayet vardır (Sad; 4, Kaf; 2, Tövbe; 128). Yani peygamberimiz; okuyup yazabilen, “el Ümmî/ Anakentli (Mekke’nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış, taşralı olmayan, bedevî olmayan)” birisidir.

Yukarıdaki 157, 158. ayetlerden anlaşıldığına göre, peygamberimizin yaşadığı dönemdeki ehlikitabın elinde bulunan Kitab-ı Mukaddes’te de, son peygamberi niteleyen ve haber veren cümleler bulunmaktadır. Zaten Kur’an’ın bu ayetlerine o günleri yaşayan Ehl-i Kitap tarafından bir tepki gösterilmemiştir. Kur’an’da da, kendilerine kitap verilenlerin peygamberimize inandıkları bildirilmiştir:

45,46Bir de sabretmekle, salâtla [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma ile] yardım isteyin. –Şüphesiz salât ve sabırla yardım isteme, saygılı olanlardan; gerçekten Rablerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O’na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına çok ağır gelir.–

                                                                                            (Bakara/ 46)

20Kendilerine Kitap verdiğimiz şu kimseler, Peygamber’i, kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler. Kendi nefislerini kayba uğratan şu kimseler, işte onlar iman etmezler.

(En’âm/ 20)

121Kendilerine kitabı verdiğimiz kimseler onu, okumasının-izlemesinin hakkını vererek okurlar-izlerler. İşte onlar, ona iman ederler. Her kim de Kitabı bilerek reddederse, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.

(Bakara/ 121)

Ümmî peygamber ile ilgili Kur’an’da bir başka ayet daha vardır:

6Ve hani Meryem oğlu Îsâ: “Ey İsrâîloğulları! Şüphesiz ben, Tevrât’tan iki elimin arasındakileri doğrulayan ve benden sonra gelecek, adı, Ahmed/övgüye başkalarından daha layık bir elçiyi müjdeleyen, Allah’ın bir elçisiyim” demişti. Sonra Îsâ, onlara apaçık delillerle gelince “Bu, apaçık bir büyüdür” dediler.

(Saff/ 6)

Kitab-ı Mukaddes’te, o günkü peygamber olan Musa peygamberden sonra bir peygamber geleceği, Tesniye 18. Bölüm 15–19. cümlelerde; İşaya 41. Bölüm 25. cümlede ve 42. Bölüm 1–5. cümlelerde yer almaktadır. Ancak geleceği söylenen bu peygamber, tarihî gerçekler itibarıyla İsa peygamberdir. Zaten bizi de orijinal İncil’deki ifadeler ilgilendirmektedir. İncil’in orijinalindeki ifadeleri bulma ve bilme imkanımız yoktur. Anlaşıldığına göre eldeki düzmece İncillerde de Rasülüllah’a işaret eden ibareler bulunmaktadır:

Yuhanna İncili

25- “Ben daha aranızdayken size bunları söyledim. 26- Ama Baba’nın benim adımla göndereceği Yardımcı, Kutsal Ruh, size her şeyi öğretecek, bütün söylediklerimi size hatırlatacak. 27- Size esenlik bırakıyorum, size kendi esenliğimi veriyorum. Ben size dünyanın verdiği gibi vermiyorum. Yüreğiniz sıkılmasın ve korkmasın. 28- Size, ‘Gidiyorum, ama yanınıza döneceğim’ dediğimi işittiniz. Beni sevseydiniz, Baba’ya gideceğim için sevinirdiniz. Çünkü Baba benden üstündür. 29- Bunları size şimdiden, her şey olup bitmeden önce söyledim. Öyle ki, bunlar olunca inanasınız. 30- Artık sizinle uzun uzun konuşmayacağım. Çünkü bu dünyanın egemeni geliyor. Onun benim üzerimde hiçbir yetkisi yoktur.[4]

 

7- Size gerçeği söylüyorum, benim gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem,
Yardımcı size gelmez. Ama gidersem, O’nu size gönderirim. 8- O gelince günah, doğruluk ve gelecek yargı konusunda dünyayı suçlu olduğuna ikna edecektir: 9- Günah konusunda, çünkü bana iman etmezler; 10- doğruluk konusunda, çünkü Baba’ya gidiyorum, artık beni görmeyeceksiniz; 11- yargı konusunda, çünkü bu dünyanın egemeni yargılanmış bulunuyor. 12- “Size daha çok söyleyeceklerim var, ama şimdi bunlara dayanamazsınız. 13- Ne var ki O, yani Gerçeğin Ruhu gelince, sizi tüm gerçeğe yöneltecek. Çünkü kendiliğinden konuşmayacak, yalnız duyduklarını söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek. 14- O beni yüceltecek. Çünkü benim olandan alıp size bildirecek. 15- Baba’nın nesi varsa benimdir. ‘Benim olandan alıp size bildirecek’ dememin nedeni budur.[5]

Matta İncili

 

33- “Bir benzetme daha dinleyin: Toprak sahibi bir adam, bağ dikti,
çevresini çitle çevirdi, üzüm sıkma çukuru kazdı, bir de bekçi kulesi yaptı.
Sonra bağı bağcılara kiralayıp yolculuğa çıktı. 34- Bağbozumu yaklaşınca, üründen kendisine düşeni almaları için kölelerini bağcılara yolladı. 35- Bağcılar adamın kölelerini yakaladı, birini dövdü, birini öldürdü, ötekini de taşladı. 36- Bağ sahibi bu kez ilkinden daha çok sayıda köle yolladı. Bağcılar bunlara da aynı şeyi yaptılar. 37- Sonunda bağ sahibi, ‘Oğlumu sayarlar’ diyerek bağcılara onu yolladı 38- “Ama bağcılar adamın oğlunu görünce birbirlerine, ‘Mirasçı bu; gelin, onu öldürüp mirasına konalım’ dediler. 39- Böylece onu yakaladılar, bağdan atıp öldürdüler. 40- Bu durumda bağın sahibi geldiği zaman bağcılara ne yapacak?” 41- İsa’ya şu karşılığı verdiler: “Bu korkunç adamları korkunç bir şekilde yok edecek; bağı da, ürününü kendisine zamanında verecek olan başka bağcılara kiralayacak.” 42- İsa onlara şunu sordu: “Kutsal Yazılar’da şu sözleri hiç okumadınız mı? ‘Yapıcıların reddettiği taş, İşte köşenin baş taşı oldu. Rab’bin işidir bu, Gözümüzde harika bir iş!’ 43- “Bu nedenle size şunu söyleyeyim, Tanrı’nın Egemenliği sizden alınacak ve bunun ürünlerini yetiştiren bir ulusa verilecek. 44- “Bu taşın üzerine düşen, paramparça olacak; taş da kimin üzerine düşerse, onu ezip toz edecek.” 45- Başkâhinler ve Ferisiler, İsa’nın anlattığı benzetmeleri duyunca bunları kendileri için söylediğini anladılar. 46- O’nu tutuklamak istedilerse de, halkın tepkisinden korktular. Çünkü halk, O’nu peygamber sayıyordu.[6]

 

Kitab-ı Mukaddes

 

15 Tanrınız RABB size aranızdan, kendi kardeşlerinizden benim gibi bir peygamber çıkaracak. Onu dinleyin. 16 Horev’de toplandığınız gün Tanrınız RABB’den şunu dilemiştiniz: ‘Bir daha ne Tanrımız RABB’in sesini duyalım, ne
de o büyük ateşi görelim, yoksa ölürüz. 17 RABB bana, ‘Söyledikleri doğrudur dedi. 18 ‘Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. 19 Adıma konuşan peygamberin ilettiği sözleri dinlemeyeni ben cezalandıracağım.[7]

  1. ayette geçen “ağır yükler” “üzerlerindeki bağlar” ve “zincirler”, İsrailoğullarının kendi kendilerine dine koydukları ağır hükümleri ifade etmektedir. Meselâ, bu ağır yüklerin bir tanesi, cumartesi günü çalışmayı terk etme yükümlülüğüdür. Rivayete göre Musa peygamber bu yükümlülüğe uymayan birisini görmüş ve onu öldürmüştür. Bundan başka, İsrailoğulları arasında yaygınlaşmış olan; cinayetlerde diyet uygulaması yerine sadece kısas uygulanması, işlenen suçlar için tövbe etmenin ancak insanın kendini öldürmesiyle mümkün olması gibi daha birçok kural, ayetteki “ağır yükler”, “üzerlerindeki bağlar” ve “zincirler” kapsamına girmektedir. İşte ayette, Ümmî peygamberin kaldırdığı yüklerle, kurtardığı bağlar ve zincirlerle kastedilen, bu hükümlerdir.
  2. ayette yapılmasını gerekli gördüğümüz bir tespit de, peygamberimizin tam dokuz sıfatla nitelenmesidir: “Resul”, “Nebiy”, “Ümmî”, “Tevrat ve İncil’de adı geçen”, “İyiliği emreden”, “Kötülüklerden nehyeden”, “Temizleri helâlleştiren”, “Pis şeyleri haramlaştıran”, “Ağır yükleri ve zincirleri kaldıran”.
  3. ayette dikkatlerden kaçırılmaması lâzım gelen husus, tüm insanlığa sesleniliyor olmasıdır. Bir önceki ayette nitelikleri ve görevi açıklanmış olan peygamberimize inanılmasını, yardım edilmesini ve destek verilmesini isteyen Rabbimizin bu ayette tüm insanlara seslenmesi, elçisinin belli bir kavme, belli bir yöreye değil, tüm insanlara gönderildiği anlamına gelmektedir. Nitekim Kur’an’ın ilk ayetinden son ayetine kadar peygamberimizin muhatabı tüm insanlıktır. Geçmiş peygamberler ise hep belli bir yöreye veya belli bir kavme elçi olmuşlardır. Buradan da, İslâm dininin Araplara özgü bir din olmayıp tüm insanlığın dini olduğu sonucu çıkmaktadır.

159Mûsâ’nın toplumundan da hakkı gösteren ve hak ile adaleti uygulayan bir liderleri olan bir topluluk vardır.

157 ve 158. ayetlerle kıssanın arasına konulan parantezden sonra konu tekrar İsrailoğullarına dönmüştür.

Bu ayette İsrailoğullarının hepsinin aynı olmadığı ifade edilmektedir. Yani onların içinde din hususunda sarsıntı geçiren, şüpheye düşen, “Allah’ı görmeden inanmayız” diyen, hatta buzağıya [ziynete] tapan gruplar olduğu gibi, hakkı gösteren, hakk ile adaleti uygulayan bilinçli bir gurubun da olduğu açıklanmaktadır. “يهدون Yehdûne” fiilinin âyette geniş zaman kipinde kullanılmış olması, İsrailoğulları arasında bulunan bu bilinçli grubun sadece Musa peygamber zamanında değil, tüm zamanlarda da var olduğunun kabul edilmesini gerektirmektedir. Böyle grupların ehl-i kitap içinde var olduğu başka ayetlerde de bildirilmiştir:

113,114Hepsi bir değildirler. Kitap Ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir önderli topluluk vardır ki onlar, gecenin saatlerinde boyun eğip teslimiyet göstererek Allah’ın âyetlerini okurlar. Allah’a ve âhiret gününe inanırlar, herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emrederler, herkesçe kötülüğü kabul edilen şeylerden vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar, iyi insanlardandırlar.

(Âl-i Imran 113,114)

199Şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah’a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene –Allah’a samimiyetle saygı duyanlar olarak– inananlar da vardır. Onlar, Allah’ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rableri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.

(Âl-i Imran/ 199)

162Fakat bu Yahudileşenlerden bilgide derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan, ayakta tutan], vergiyi veren, Allah’a ve âhiret gününe iman edenlerdir. İşte onlar, Bizim büyük bir ödül vereceklerimizdir

(Nisa/ 162)

Bu konuda ayrıca şu ayetlere de bakılabilir: Maide/82–84, Ra’d/36, İsra/107–109, Kasas/52, 53, Ahkaf/10, Ankebut/47 ve Bakara/121.

Bu surenin 181. ayetinde ise, hakka kılavuzluk eden ve hakk ile adaleti sağlayan Ehl-i Kitap dışındaki bir ümmetin varlığından söz edilecek ve o ümmet övülecektir:

181Yine Bizim oluşturduklarımızdan hakka kılavuzluk eden ve onunla adaleti uygulayan bir ümmet vardır.

(A’râf/ 181)

160Ve Biz onları on iki torun liderleri olan oymak topluluğa ayırdık. Ve toplumu kendisinden su istediği zaman Mûsâ’ya, “Birikimini, o taş kalpli toplumuna uygula diye vahyettik. Hemen o taş kalpli toplumdan on iki toplum/ belde halkı oluşuverdi. Halkın her biri su alacağı yeri iyice öğrendi/ işaretledi. Ve bulutu da üzerlerine gölge yaptık. Onlara kudret helvası ve bal/ bıldırcın indirdik; size rızık olarak ihsan ettiğimiz nimetlerin temizinden yiyiniz! Onlar Bize haksızlık yapmadılar, kendileri kendilerine haksızlık ediyorlardı.

Bu âyetin bir benzeri de Bakara sûresi’nde bulunmaktadır:

60Ve hani bir zamanlar Mûsâ, toplumu için su istemişti de, Biz, “Birikimini taş kalpli toplumuna uygula!” demiştik. Bunun üzerine o taş kalpli toplumdan on iki toplum-belde halkı ayrışmıştı. Oluşan her beldenin halkı, kendi su alacağı yeri kesinlikle öğrendi. –Allah’ın rızkından yiyin, için ve bozgunculuk yaparak yeryüzünde taşkınlık yapmayın.–

(Bakara/60)

12Ve andolsun ki Allah, İsrâîloğulları’nın sağlam sözünü almıştı. Ve Biz, kendilerinden on iki müfettiş/başkan göndermiştik. Ve Allah demişti ki: “Ben, kesinlikle sizinle beraberim. Salâtı ikame eder [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturur, ayakta tutar], zekâtı/verginizi verir, elçilerime iman eder, onları destekler ve Allah’a güzelce ödünç verirseniz, andolsun ki sizden kötülüklerinizi örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra küfrederse; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederse, artık kesinlikle yolun doğrusunu kaybetmiş olur.”

(Maide/ 12)

TAŞ

Yukarıda, asâ‘nın, “Mûsâ’nın birikimi” olduğunu ifade etmiştik. Burada ise Mûsâ’nın birikimini kullanacağı, vuracağı “taş” ifadesini ele alalım. “Taş”, sertlik ve katılığın sembolüdür. Allah’ın, İsrâîloğulları’nın kalplerinin taş gibi, hatta daha da katı olduğunu bildirdiği için buradaki “taş” ifadesiyle, malum taş-kaya değil, “taş kalpli İsrâîloğulları” kastedilmiştir:

Sonra da kalpleriniz katılaştı; işte onlar, taş gibidir, hatta daha katıdır. Ve şüphesiz taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır da ondan su çıkar, öyleleri vardır ki Allah’ın haşyetinden düşerler. Allah yaptıklarınızdan habersiz-duyarsız değildir. (Bakara/74)

ضرب [DARB]

Lisânu’l-Arab ve Tâcu’l-Arûs‘ta açıklandığına göre darb sözcüğünün hakikat manası, “bir şeyin üzerinde bir şey oluşturmak” demektir. Bu asıl anlamdan hareketle sözcük, “vurmak, çarpmak, yarmak, sıkıştırmak, yola gitmek, kalp atışı, nabız vuruşu, örnek vermek vs. gibi birçok anlamda kullanılır. Bunu, Sâd sûresi’nde Eyyûb peygamberle ilgili bölümün tahlilinde izah etmiştik.

Bu sözcüğün buradaki anlamı da, gerçek anlamı olan “bir şey üzerinde bir şey oluşturmak”tır.

Bu âyette, üzerinde durulması gereken bir diğer husus da ‘ayn sözcüğüdür. Bu sözcük hakkında lügatlerde şu bilgiler verilir:

عين [‘AYN]

Bu sözcüğün, “görme, göz, güneş, pınar, yağmur, mal, altın, insan, hayat, toplum, belde halkı…” gibi yüzden çok anlamı vardır.[1]

Bu âyetlerdeki ‘ayn sözcüğü, hep “pınar” anlamıyla çevrilegelmiştir. Halbuki Mûsâ pasajındaki ‘ayn sözcüklerinin “toplum, belde halkı” anlamı tercih edilmeliydi. Zira Allah böyle anlaşılması gerektiğine âyetin başındaki, Ve Biz onları on iki torun liderleri olan oymak topluluğa ayırdık ifadesiyle işaret buyurmuştur.

Bu, Mâide sûresi’nde de açıkça görülmektedir:

Ve andolsun ki Allah, İsrâîloğulları’nın misakını almıştı. Ve Biz, kendilerinden on iki kaymakam göndermiştik. Ve Allah demişti ki: “Ben, muhakkak sizinle beraberim. Salâtı ikâme eder, zekâtı verir, elçilerime iman eder, onları destekler ve Allah’a güzelce ödünç verirseniz, andolsun ki sizden kötülüklerinizi örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de bundan sonra küfrederse, artık kesinlikle yolun doğrusunu kaybetmiş olur.”

(Mâide/12)

 

Bu âyetlerdeki, “birikimini taş kalpli toplumuna vur” ifadesi üzerinde de durulması gerekir. Her iki âyetteki, Ve kavmi kendisinden su istediği zaman, Halkın her biri su alacağı yeri iyice öğrendi, Hani bir zamanlar Mûsâ, kavmi için su istemişti de ifadelerinden anlaşıldığına göre Mûsâ’nın kavmi su sıkıntısı çekmiştir. Su yüzünden aralarında problemler oluşmuş, Allah da Mûsâ’ya, birikimini/deneyimini kullanmasını vahyetmiştir.

Zira Mûsâ, su sıkıntısının nelere mâlocağını Mısır’dan Medyen’e kaçtığında Medyen suyunun başında görmüş; su yüzünden tartışma ve kavgaların olduğuna şâhit olmuştu. Bu konuda tecrübesi vardı. Bu konu Kasas sûresi’nde açıklanmıştır:

23Ve Mûsâ, Medyen suyuna varınca, orada hayvanlarını sulayan insanlardan bir önderli topluluk buldu. Ve Mûsâ, hayvan sulayanlar kadar güçlü olmayan, hayvanlarını geri çeken iki kadın buldu. Dedi ki: “Hâliniz nedir?” Dediler ki: “Çobanlar sulayıp çekilmeden biz sulamayız; babamız da çok yaşlı bir ihtiyardır.”

24Bunun üzerine Mûsâ, ikisi için hayvanları suladı. Sonra gölgeye çekildi de “Rabbim! Şüphesiz ki ben, iyilikten bana indirdiğin şeye muhtacım” dedi.

25Derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek Mûsâ’ya geldi. Dedi ki: “Şüphesiz babam, bizim yerimize sulamanın ücretini karşılamak için seni çağırıyor.” Mûsâ, kızın babasına geldi ve kıssaları ona anlattı. Kızın babası; “Korkma, o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmış toplumdan kurtuldun” dedi.

(Kasas/23-25)

 

Demek oluyor ki Mûsâ, bu kadar kalabalık halkın bir arada yaşamasının sorunlara yol açacağı gerekçesiyle İsrâîloğulları’nı on iki yere, on iki toplum hâlinde dağıtmış ve susuzluk problemini böyle çözmüştür. Malumdur ki yerleşim alanları hep subaşlarına, nehir kıyılarına kurulur.

İsrâîloğulları’nın on iki gruba/topluma ayrılması ve her birinin başına bir kaymakam/komutan/yönetici dikilmesi, Kitab-ı Mukaddes’te de yer alır:

İsrâîllilerin Mısır’dan çıkışının ikinci yılı, ikinci ayın birinci günü Rabb Sina Çölü’nde, Buluşma Çadırı’nda Mûsâ’ya şöyle seslendi: “Sen ve Hârûn İsrâîl topluluğunun bütün boylarıyla ailelerinin sayımını yapın. Bütün erkekleri bir bir sayıp adlarını yazın. İsrâîllilerden savaşabilecek durumda yirmi ve daha yukarı yaştaki bütün erkekleri sayıp bölüklere ayırın. Size yardım etmek için yanınızda her oymaktan birer adam bulunsun; bu kişiler aile başı olmalı. Size yardımcı olacak adamların adları şunlardır: Ruben oymağından Şedeur oğlu Elisur, Şimon oymağından Surişadday oğlu Şelumiel, Yahuda oymağından Amminadav oğlu Nahşon, İssakar oymağından Suar oğlu Netanel, Zevulun oymağından Helon oğlu Eliav, Yusufoğulları’ndan Efrayim oymağından Ammihut oğlu Elişama, Manaşşe oymağından Pedahsur oğlu Gamliel, Benyamin oymağından Gidoni oğlu Avidan, Dan oymağından Ammişadday oğlu Ahiezer, Aşer oymağından Okran oğlu Pagiel, Gad oymağından Deuel oğlu Elyasaf, Naftali oymağından Enan oğlu Ahira.” Bunlar İsrâîl topluluğundan atanmış adamlardı; atalarının soyundan gelen oymak önderleri, İsrâîl’in boy başlarıydı.[2]

Âyetteki السّلوى – selvâ sözcüğü; “bıldırcın” anlamına geldiği gibi “bal” anlamına da gelir. Bu sözcüğün içinde yer aldığı “bıldırcın/bal ile beslemek” deyimi ise, Türkçedeki “bir eli yağda bir eli balda” deyimi gibi bir rahatlığı ve “bal börekle beslemek” deyimindeki gibi iyi ve bol beslenmeyi ifade etmektedir.

 

161Ve bir zaman onlara, “Şu kente yerleşin ve oradan dilediğiniz şeyleri yiyin ve “Hitta” [günahlarımızı bağışla]! deyin ve teslim olmuş olarak kapıdan girin. Biz suçlarınızı bağışlayacağız, iyilere arttıracağız” denilmişti.

162Sonra onların içinden bir kısım yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar, sözü, kendilerine söylenenden başka söze değiştirdiler. Biz de yanlış; kendi zararlarına iş yaptıklarından dolayı üzerlerine gökten bir ceza gönderiverdik.

  1. ayetten başlamak üzere bu ayetlerde anlatılanlar, bazı sözcüklerin cümle içindeki yerleri öne veya arkaya alınmak suretiyle değiştirilmiş ve bazı farklı edatlar kullanılmış olarak Bakara suresinde de geçmektedir:

57Ve üstünüze o bulutu gölge yaptık ve üzerinize kudret helvası ve bıldırcın/bal indirdik. –Ve size verdiğimiz rızıkların hoş olanlarından yiyin.– Onlar, Bize karşı haksızlık etmediler, lâkin onlar şirk koşmak sûretiyle kendi benliklerine haksızlık ediyorlardı.

***

58Ve hani bir zamanlar Biz, “Şu kente girin de onun nimetlerinden dilediğiniz şekilde bol bol yiyin. O kapıdan da boyun eğip teslimiyet göstererek; onlara tebâ/uyruk olarak, taşkınlık, yanlış; kendi zararlarına iş yapmadan girin ve “Hıtta [bizi bağışla]!” deyin. Ki size, hatalarınızı bağışlayıverelim, iyilik-güzellik yapanlara nimetlerimizi daha da arttıracağız” demiş idik.

59Bunun üzerine o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler, sözü, kendilerine söylenildiğinden başka bir şekle değiştirdiler. Biz de yapmış oldukları hak yoldan çıkış karşılığında o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimselerin üstüne gökten bir azap indirdik.

***

60Ve hani bir zamanlar Mûsâ, toplumu için su istemişti de, Biz, “Birikimini taş kalpli toplumuna uygula!” demiştik. Bunun üzerine o taş kalpli toplumdan on iki toplum-belde halkı ayrışmıştı. Oluşan her beldenin halkı, kendi su alacağı yeri kesinlikle öğrendi. –Allah’ın rızkından yiyin, için ve bozgunculuk yaparak yeryüzünde taşkınlık yapmayın.–

***

61Ve hani bir zamanlar siz, “Ey Mûsâ! Biz, tek yemeğe asla dayanamayız, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. Mûsâ da size, “O, üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/ Mısır’a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır” demişti. Ve üzerlerine aşağılık ve meskenet damgalandı ve sonunda Allah’tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, küfretmiş; Allah’ın âyetlerini bilerek reddetmiş olmaları ve peygamberleri haksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir.

(Bakara/ 57- 61)

Bu ayetlerden İsrailoğullarının kendilerine söylenen bazı sözleri değiştirme cihetine gittikleri ve bundan dolayı cezalandırıldıkları anlaşılmaktadır. 161. ayetten anlaşıldığı kadarıyla değiştirdikleri söz “ حطّةhıttatün” sözüdür. Onlar “günahlarımızı affet!” anlamına gelen bu sözü “حنطة hıntatün [buğday]” şekline sokmuşlardır. Bu durum, İsrailoğullarının ne kadar aç gözlü, mala mülke meyilli bir karakterde ve dinlerinin imanlarının maddî çıkar olduğunu göstermektedir.

Bu olaylara Kitab-ı Mukaddes’in Yeşu bölümünde de değinilmektedir. Buradan hareketle anlatılan olayların Musa peygamberden sonra Yeşu döneminde cereyan ettiği ve ayette konu edilen şehrin de bugünkü Kudüs şehri olduğu sanılmaktadır. Rivayetlerde İsrailoğullarının bu şehre kendilerine tavsiye edilen şekilde teslim olarak değil de kıçları üzerinde emekleyerek girdikleri yer almaktadır.

163Ve onlara, o deniz kıyısındaki kentten de sor. O sırada onlar kulluğa, iyiden iyiye düşünmeye özgülenmiş günde sınırı aşıyorlardı. Kulluğa, iyiden iyiye düşünmeye özgülenmiş günde aşırı bunalıyorlardı, diğer günlerde ise çok mutluydular. İşte hak yoldan çıkmaları nedeniyle Biz onları böyle belâlandırıyoruz.

Bu ayette İsrailoğullarının her zaman kazanma zihniyetinde oldukları, kazançlarına engel olmasından dolayı ibadet günlerinde bunalıma girdikleri bildirilmektedir. Ancak ayeti böyle anlamak için ilgili sözcüklerin Kur’an’da hangi anlamda kullanıldığının iyi tahlil edilmesi gerekmektedir:

“SEBT” GÜNÜ

“Sebt” sözcüğünün öz anlamı, “kesmek” demektir. Üzerindeki kıllar temizlenmiş, tabaklanmış sığır derisine de “sebt” denir. Çevreyle İrtibatı kesip istirahat/rahat etmeye “sübat” denir.[3] Nitekim bu anlamıyla Furkan/47 ve Nebe/ 9’da uykunun istirahat kılındığı bildirilir.

 

Halk arasında “cumartesi günü” olarak bilinen “sebt” günü; insanların günlük yaşamları ile ilgili [dünyevî] işlerini bir taraf bırakıp bunları hiç düşünmeden, sadece Tanrı’nın sözlerini dinledikleri ve bunları derin derin düşünmeye vakit ayırdıkları, dolayısıyla hem bedenlerini hem de ruhlarını dinlendirdikleri gündür.

İsmi “Şabat Günü” olarak geçen “sebt” günü hakkında Kitab-ı Mukaddes’in, çıkış/20 Levililer/19, Sayılar/15, Yeremya/ 17, Hezekieel/20. Bölümlerinde ayrıntılı bilgi bulunmaktadır.

Dünya işlerini bırakıp ibadete tahsis edilen gün olan “sebt” gününün, halk arasında “cumartesi günü” olarak yaygınlaşmasının sebebi, “sebt”in cumartesi günlerinde uygulanmasından kaynaklanmaktadır.

Ayette geçen “hıytanühüm” ifadesi, “hut” sözcüğünün çoğuludur. Genellikle “balık” olarak çevrilen bu sözcük ile ilgili kalem suresinde ayrıntılı bilgi verilmiştir. Ki bu sözcük “bunalım”dan kinayedir.

“Hut” sözcüğünün Kur’an’da yer aldığı pasajlardaki anlatım dikkate alındığında, sözcüğün daima “sebebiyet mecaz-ı mürseli” şeklinde kullanıldığı görülmektedir. Yani, sebep olan “hırs ve doyumsuzluk” zikredilmekte fakat hırsın insanda sebep olduğu “bunalım ve karamsarlık” kastedilmektedir.

Buradan hareketle denilebilir ki, Kehf suresinin 61. ve 63. ayetlerinde geçen Musa peygamberin “hut”u da Yunus peygamberin “hut”u gibi balık değil, düşmüş olduğu bunalımdır, karamsarlıktır.

Bu açıklamalardan sonra, 163. ayetin tahliline başlarken bu ayette İsrailoğullarının aç gözlülüğünün ifade edildiği yönündeki görüşümüzün gerekçesi açıklığa kavuşmuş olmaktadır. Çünkü artık “sebt” yapıldığında gelen “hut”ların balık olmadığı anlaşılmış, bu “hut”ların doymazlık sebebiyle oluşan karamsarlık, bunalım olduğu ortaya çıkmıştır. Buna göre, 163. ayette geçen “sebt” yapılan günde “hut”ların akın akın geldiğine ve “sebt” yapılmadığında gelmediğine dair ifadeden şu anlam çıkmaktadır:

İsrailoğulları “sebt”e uydukları zaman iş yapıp para kazanmadıkları için çileden çıkıyorlar, aşırı derecede sıkıntıya, karamsarlığa, bunalıma düşüyorlardı. Yani, sebt günü İsrailoğullarının bunalımları, sıkıntıları artıyordu. “Sebt”e uymadıkları takdirde ise çalışıp kazanç sağladıkları için doymazlıktan kaynaklanan o sıkıntıya düşmüyorlardı.

“Hut” sözcüğünün 163. ayette “balık” anlamında kullanılmadığının bir başka göstergesi de ayetteki “hîtânühüm [onların hutları]” ifadesi ile “hut”ların kavme izafe edilmesidir. Gerçekte ise balıklar denize aittirler ve kavme ait olmaları söz konusu olamaz.

Bu bilgiler ışığı altında 163. ayetten anlaşılan şudur: Allah’ın kendilerine “Haftada bir gün sebt yapacaksınız; dünya işleriyle uğraşmayacaksınız, ibadet edeceksiniz” dediği İsrailoğulları, sebte uydukları zaman iş yapıp para kazanmadıkları için çileden çıkıyorlar, aşırı derecede sıkıntıya, karamsarlığa, bunalıma düşüyorlardı. Yani, sebt günü İsrailoğullarının bunalımları, sıkıntıları artıyordu.

164Ve hani onların içlerinden bir ümmet; önderli toplum, “Allah’ın değişime/ yıkıma uğratacağı ya da çetin bir azapla azap edeceği bir topluma ne diye öğüt veriyorsunuz?” dediği vakit, o uyarıda bulunanlar da dediler ki: “Rabbinize karşı mazeret olsun, bunlar da Allah’ın koruması altına girsinler diye.”

Hatırlanacak olursa 159. ayette İsrailoğullarının içinde hakkı gösteren ve hakk ile adaleti uygulayan bilinçli bir grup olduğundan söz edilmişti. Bu ayette de o bilinçli grubun kendi aralarında ikiye ayrıldıkları görülmektedir.

Bu bilinçli grubun içindeki bazı kişiler, uyarıların ve öğütlerin boşa gittiğini görünce diğer öğütçü arkadaşlarına “Söz dinlemeyen şu insanlara niye boş yere öğüt verip nefes tüketiyorsunuz?” diye sormaktadırlar. Daha derin düşündükleri için öğüt vermeye devam edenler ise, vazifelerini yaptıklarına dair Allah’a mazeret beyan edebilmek için uyarı ve öğüde devam ettiklerini, belki bir gün onların da yola gelebileceklerini umduklarını söylemektedirler.

Burada nakledilen yöntem her zaman dikkate alınmalı ve hakkı tavsiye etme işine yılmadan, sabırla devam edilmelidir.

165,166Ne zaman ki onlar kendisiyle hatırlatma yapılan şeyleri umursamadılar, Biz o kötülükten sakındıranları kurtardık, o zâlimleri de hak yoldan çıkmalarından dolayı şiddetli/ fakir düşüren bir azapla yakaladık. Ne zaman ki onlar kendisiyle yasaklandıkları şeyler konusunda büyüklendiler, Biz de onlara, “Aşağılık-dışlanmış kimseler durumunda maymunlar olun!” dedik.

Dikkat edilirse kurtulanlar daima iman edip salihatı işleyenler [devamlı düzeltmeye yönelik işler yapanlar] olmakta, diğerleri ise cezalandırılmaktadır.

İsrailoğullarının para canlısı, çıkar sağlamayı düşünen kesimine yöneltilen “Aşağılık-dışlanmış kimseler durumunda maymunlar olun!” ” ifadesi bir başka ayette daha geçmektedir:

65Ve siz içinizden sebtte/düşünme gününde sınırları aşan kimseleri de elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı onlara, “Aşağılık-dışlanmış kimseler durumunda maymunlar olun!” dedik. (Bakara/ 65)

Ayetteki “Hasiiyn” ifadesi, teknik olarak maymunların sıfatı değildir. “Künü” emrindeki muhatapların ‘hal’idir.

Bu ifade ile ilgili olarak, İsrailoğullarına mensup bu suçluların gerçekten maymun olduklarına dair rivayetler ortaya çıkmıştır:

“Yahudiler sabahleyin kendilerinin zelil maymunlar olduğunu gördüler. Onlar üç gün bu şekilde kaldılar. Derken diğer insanlar onları gördü… sonra da yok olup gittiler.” “Yahudilerin gençleri maymun, ihtiyarları ise domuz haline getirildiler.” [4]

Hâlbuki ayetlerde “Biz onları aşağılık maymuna çevirdik” denilmemiş, “Onlara ‘Aşağılık- dışlanmış kimseler durumunda maymunlar olun!’ dedik” denilmiştir. Yani burada, Rabbimizin suçluları maymun hâline getirmesi söz konusu değildir. Ayetteki “Aşağılık- dışlanmış kimseler durumunda maymunlar olun!” ibaresi, suçluların kendi davranışları sonucunda maymuna benzeyeceklerini ifade etmektedir. Yani zımnen onlara “Siz, size verilen kurallara uymaz, bu açgözlülüğü sürdürür, sürekli altına, mala-mülke taparsanız; her yerde ve her zaman para kazanacağız diye her türlü maskaralığı, hokkabazlığı yaparsınız. Madem istiyorsunuz, buyurun, maymunlar gibi maskaralık edip durun!” denilmiştir. Nitekim “maymun” sözcüğü, klâsik Arapçada “iştah ve arzuya gem vuramayan taşkın insanlar” için sık sık kullanılan bir sözcüktür. Bu tip doyumsuz insanlara Türkçede de “maymun iştahlı” denmektedir. Diğer taraftan, Kitab- Mukaddes’te de İsrailoğullarının maymunlaştığı hakkında herhangi bir bildirim yoktur.

Buna benzer bir ifade bir başka ayette daha vardır:

60De ki: “Allah katında cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah, kimleri dışlamış ve kimlerden razı olmamışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve tağûta tapanlar yapmışsa, işte bunlar, mekânca kötüdür ve yolun doğrusundan daha çok kaybolmuşlardır.”

(Maide/ 60)

Maide suresinin 60. ayetindeki Rabbimizin “Biz kıldık” ifadesi, Allah’ın kullarının tüm fiillerinin yaratıcısı olması bakımındandır. Yoksa onları maymunlaştıran, maskara yapan, şeytana taptıran Allah değil, bizzat kendileridir. Yani onlar bizzat kendileri maymun karakterine bürünerek maymun hâline gelmişlerdir.

167Ve o vakit Rabbin, kıyâmet gününe kadar üzerlerine, kesinlikle kendilerini en kötü azaba uğratacak kimseler göndereceğini ilân etti. Şüphe yok ki, Rabbin cezayı çabucak verendir. Ve kesinlikle O, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.

Bu ayette, haddi aşanlara karşı Allah’ın tavrının [sünnetüllah] ne olduğu ilân edilmektedir.

Buna göre, birçok topluma kıyasla fazlalıklı kılınmış ve çeşitli nimetlerle beslenmiş olan İsrailoğulları, Allah’ın emirlerini çiğneyerek buzağıya [ziynete] taptıkları, sebt yasağına uymadıkları ve daha birçok günah işledikleri için Allah’ın başka kulları vasıtasıyla cezalandırılmışlardır.

Gerçekten de İsrailoğullarının tarihine bakıldığında, hiçbir zaman rahat yaşamadıkları, onları her zaman haraca bağlayan, ezen, öldüren birçok ülke veya yönetimin olduğu görülmektedir.

İsrailoğullarına ilk musallat edilen Buhtunnasır’dır. Buhtunnasır onları öldürdü ve esir aldı. Şehirlerini yerle bir etti. Hıristiyanlar da onları çok ezdi. Onlardan cizye aldı. Daha sonra da Müslümanlar Medine yöresinden hatta Arap yarımadasından onları temizlediler. Son olarak da mallarına ve canlarına Almanya tarafından tasallut edildi.

İsrailoğulları ile ilgili bu mealdeki bir diğer ayet de şudur:

112Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine alçaklık damgası vurulmuştur. Ve –Allah’ın sözleşmesine ve insanların sözleşmesine bağlı kalanlar hariç– onlar Allah’ın hışmına uğradılar ve üzerlerine de miskinlik vurulmuştur. Bu, onların Allah’ın âyetlerini örtbas etmiş olmaları ve haksız yere peygamberleri öldürmeleri sebebiyledir. Bu, isyan etmiş ve sınırı da aşmış olmaları nedeniyledir.

(Âl-i Imran/ 112)

Bu ayette hem peygamberimizin dönemindeki hem de günümüzdeki Yahudilere ince göndermeler yapılarak sanki şöyle denilmektedir: “Bu tavırlarınızı sürdürürseniz kıyamete kadar rahat yaşama fırsatınız olmayacaktır. Ama ahitlerinize sadakat gösterip hakka dönerseniz rahat yaşarsınız.”

168Ve onları yeryüzünde birçok önderli toplumlara ayırdık. Onlardan bir kısmı düzgün kimselerdi, bir kısmı da bundan aşağı idi. Ve Biz, onları dönsünler; Allah’ın ilkelerine göre hareket etsinler diye iyiliklerle ve kötülüklerle sınama yaptık.

Bu ayette İsrailoğullarına verilen cezalardan birine değinilmekte ve onların birçok parçaya bölündükleri bildirilmektedir. İsrailoğullarına verilen bölünme cezası onların kendi ağızlarından Cinn suresinde de dile getirilmiştir:

11Şüphesiz bizler; bizlerden bir kısmı sâlihlerdendir, bizden bazıları da bunun aşağısındandır. Biz, çeşit çeşit yollarda idik.

                                                                                                                                    (Cinn/ 11)

  1. ayette ayrıca, İsrailoğullarının arasında, iyi yöne çalışan ve düzeltici mahiyette toplumsal girişimde bulunan “salihler” ile eski tutumlarında direnen “azgınlar” bulunacağı bilgisi tekrar verilmiştir.

Ayetin sonunda ise Rabbimizin onları hem kıtlık, kuraklık, hastalık, zorluk gibi sıkıntılarla hem de bolluk, sağlık, zenginlik gibi nimetlerle imtihan ettiği bildirilmiştir.

169Derken onlardan sonra bir nesil gelip onların yerlerine geçti. Kitab’a mirasçı oldular. Onlar bu dünyanın genişliğini; değersiz kazanımlarını alırlar, “Bize ileride mağfiret olunur/ suçlarımız bağışlanır” diyorlardı. Kendilerine ona benzer değersiz bir mal gelirse, onu da alıyorlardı. –Allah’a karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın teminatı alınmadı mı? Hâlbuki onda olanı okuyup öğrenmişlerdi. Âhiret yurdu, Allah’ın koruması altına girmiş kimseler için daha hayırlıdır. Hâlâ akıl etmeyecek misiniz?–

Bu ayette yine İsrailoğullarının mala tutkun karakterleri sergilenmekte ve bu tutumları kınanmaktadır.

Ayetin bildirdiğine göre, İsrailoğulları, kendilerine indirilen ve vâris oldukları kitapta malın, mülkün, kazancın ölçülerinin bildirilmiş olmasına ve kendilerinin de bu kitabı okuyup durmalarına rağmen kitapta söylenenin aksini yapmaktadırlar. Oysa kitaptaki bilgileri göz ardı etmeyeceklerine dair ortada verilmiş sözleri bulunmaktadır:

187Ve hani Allah, kendilerine Kitap verilen kimselerden sağlam sözünü almıştı: “Kitabı kesinlikle insanların önüne apaçık koyacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz.” Onlar ise bunu sırtlarının ötesine attılar ve onu az bir bedel karşılığı sattılar. İşte, satın aldıkları şeyler ne kötüdür!

(Âl-i Imran/ 187)

Ayet, hem o güne hem de bugüne hitap eden evrensel bir mesajla sona ermektedir: “Ahiret yurdu takva sahipleri için daha hayırlıdır. Hâlâ akletmeyecek misiniz?”

170Ve Kitab’a sımsıkı sarılanlara ve salâtı ikame edenlere [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumunu oluşturanlara-ayakta tutanlara] gelince, Biz o düzeltenlerin/iyileştirenlerin ödülünü yitirmeyiz.

Bu ayetten, mal canlısı İsrailoğullarının tamamen düzelmez, yola gelmez olmadıkları anlaşılmaktadır. Çünkü Rabbimiz dönüş kapısını aralayarak ayetteki iyi davranışlarda bulunanlara ödüllerini vereceğini bildirmektedir.

Aslında bu ilke sadece İsrailoğullarına yönelik olmayan, Yüce Allah’ın rahmeti gereği tüm kullarına bildirdiği bir ilkedir:

30Şüphesiz iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar; şüphe yok ki Biz, işi güzel yapanların karşılığını kaybetmeyiz.

(Kehf/ 30)

171Hani bir zamanlar dağ gibi sorunlar, gölgelik/ şemsiye gibi üzerlerine çökmüş iken, onlar da o dağ gibi sorunlarla yaşayıp duracaklarına inanmışlarken Biz, o dağ gibi sorunları silkip atmıştık: “Allah’ın koruması altında olmanız için size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekini hatırınızdan çıkarmayın!”

Ayette gecen Cebel (Dağ) ifadesi ile ilgili bu surenin 143. Ayetinin tahlilinde ayrıntılı açıklamalarda bulunduk. Göz atılmasında yarar vardır.

 

Bu Âyette İsrâîloğullarının yaşamından başka bir kesite değinilmektedir. Sûrede Mûsâ peygamber, Firavun ve İsrâîloğullarına dair kıssalara diğer kıssalardan daha fazla ve ayrıntılı olarak yer verildiği görülmektedir. Ne var ki, bu durum sadece bu Sûreye mahsus olmayıp Kur’ân’ın tümü için geçerlidir. Bunun sebebi, İsrâîloğullarının diğer kıssalardaki kavimler gibi yok edilmemelerinden kaynaklanmaktadır. Nitekim İsrâîloğulları sadece o gün için bulundukları bölge olan Ortadoğu ile sınırlı olmadan tüm dünyada varlık göstermiş ve etkin olmuş bir toplumdur. Bu özellikleri sebebiyle Rabbimiz bu toplumun iyi tanınmasını istemektedir.

Âyette İsrâîloğullarının karşılaştığı anlatılan olay, Kur’ân’ın indiği dönemde İsrâîloğulları arasında bilinen ve dilden dile söylenip gelen bir olaydır ve başka Âyetlerde de yer almıştır:

63Hani bir zamanlar Biz, sizden, “Allah’ın koruması altına girmeniz için verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun ve içindekileri hatırınızdan çıkarmayın!” diye sağlam bir söz almıştık ve sizin üstünüzü; seçkininiz Mûsâ’yı Tûr’a/dağa yükseltmiştik/çıkarmıştık.

64Bir de siz, bundan sonra yüz çevirdiniz. İşte eğer üzerinizde Allah’ın armağanı ve rahmeti olmasa idi kesinlikle siz zarara uğrayanlardan olmuştunuz.

(Bakara: 63-64)

93Ve hani Biz sizden, “Size verdiğimiz Kitab’ı kuvvetlice alın ve dinleyin” diye sağlam söz almış ve sizin üstününüzü/ seçkininiz Mûsâ’yı Tûr’a yükseltmiştik/ çıkarmıştık. Demişlerdi ki: “Dinledik ve isyan ettik/iyice sarıldık.” Ve gerçeği bilerek reddetmeleri yüzünden altının ilâhlığı kalplerine içirilmişti. De ki: “Eğer inananlar iseniz, inancınızın size emrettiği şey ne çirkindir!”

(Bakara/ 93)

154-158Ve söz vermeleri ile birlikte üstlerini/ en değerlilerini/Mûsâ’yı Tûr’a yükselttik. Ve onlara: “O kapıdan boyun eğip teslimiyet göstererek girin” dedik. Yine onlara: “Tefekkür/kulluk gününde sınırları aşmayın” dedik. Sonra da onların kendi sözlerini bozmaları, Allah’ın âyetlerine inanmamaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz örtülüdür/ sünnetsizdir” demeleri –aksine Allah, küfretmeleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeleri nedeniyle kalplerine damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar– ve Allah’ın ilâhlığına ve rabliğine inanmamaları ve Meryem’in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; “Biz, Allah’ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ’yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa O’nu öldürmediler ve O’nu asmadılar. Ama onlar için, Îsâ, benzetildi. Gerçekten O’nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir yetersiz bilgi içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. O’nu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah O’nu, Kendine yükseltti/ derecesini artırdı. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.

                                                                               (Nîsâ: 154-158)

Âyetteki zann sözcüğü burada yakîn = kesin bilgi anlamındadır ve muhtemelen Mûsâ peygambere Tevrât’ın vahyedilmesi sırasında meydana gelen yer sarsıntısı, yıldırım, şimşek gibi doğal afetlere atıfta bulunulmaktadır.

İsrâîloğullarının yaşadığı bu olay Kitab-ı Mukaddes’te de yer almaktadır:

Mûsâ halkın Tanrı’yla görüşmek üzere ordugâhtan çıkmasına öncülük etti. Dağın eteğinde durdular. Sînâ Dağı’nın her yanından duman tütüyordu. Çünkü RABB dağın üstüne ateş içinde inmişti. Dağdan ocak dumanı gibi duman çıkıyor, bütün dağ şiddetle sarsılıyordu.[5]

İsrail oğullarının üzerine dağlar gibi sıkıntıların geldiği Maide ve Bakara suresinde şöyle açıklanır:

20,21Ve hani Mûsâ, toplumuna: “Ey toplumum! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani Allah, içinizden peygamberler gönderdi. Sizi de hükümdarlar kıldı. Ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi. Ey toplumum! Allah’ın size yazdığı temizlenmiş toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrayanlar olarak dönersiniz” dedi.

22Onlar, “Ey Mûsâ! Şüphesiz orada zorba bir toplum var. Onlar oradan çıkmadıkça da biz oraya asla girmeyiz. Şâyet onlar, oradan çıkarlarsa, şüphesiz biz de artık girenleriz” dediler.

23Korkanlardan ve Allah’ın kendilerine nimet verdiği iki adam dedi ki: “Onların üzerlerine kapıdan girin. İşte, oradan girerseniz şüphesiz siz, galip olanlarsınız. Eğer inanıyorsanız da artık yalnızca Allah’a işin sonucunu havale edin.”

24Mûsâ’nın toplumu: “Ey Mûsâ! Şüphesiz biz, onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidin de savaşın. Şüphesiz biz, burada oturanlarız” dediler.

25Mûsâ: “Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu hak yoldan çıkmışlar toplumunun arasını ayır” dedi.

26Allah dedi ki: “Artık temizlenmiş topraklar onlara kırk sene haram kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O nedenle sen, hak yoldan çıkmış o toplum için tasalanma!”

Bakara 61Ve hani bir zamanlar siz, “Ey Mûsâ! Biz, tek yemeğe asla dayanamayız, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. Mûsâ da size, “O, üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/ Mısır’a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır” demişti. Ve üzerlerine aşağılık ve meskenet damgalandı ve sonunda Allah’tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, küfretmiş; Allah’ın âyetlerini bilerek reddetmiş olmaları ve peygamberleri haksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir. (Bakara/61)

Burada işaret edilen olayların detayı Kitab-ı Mukaddes’te Sayılar/13 ve 14. Bablarda yer alır. Oradan ayrıntılı olarak okumak mümkündür.

172-174Hâlbuki senin Rabbin, kıyâmet günü,

“Biz, bunlardan bilgisizdik” demeyesiniz

yahut “Bundan önce atalarımız ortak koşmuş, biz onlardan sonra gelen kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi değişime/ yıkıma uğratacaksın?” demeyesiniz

bir de âyetlerimizi yalanlamaktan dönsünler diye,

Âdemoğulları’nın sulbünden onların soylarını alır ve onları kendi aleyhlerine tanık eder;

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”

Derler ki: “Elbette Rabbimizsin, tanıklık ediyoruz.”

Ve işte Biz, âyetleri böyle ayrıntılı olarak açıklıyoruz.

172,173Hâlbuki senin Rabbin, kıyâmet günü, “Biz, bunlardan bilgisizdik” demeyesiniz yahut “Bundan önce atalarımız ortak koşmuş, biz onlardan sonra gelen kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi değişime/ yıkıma uğratacaksın?” demeyesiniz diye, Âdemoğulları’nın sulbünden onların soylarını alır ve onları kendi aleyhlerine tanık eder; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Derler ki: “Elbette Rabbimizsin, tanıklık ediyoruz.”

Hiç kuşku yok ki Kur’an hem mübin [apaçık], hem de mufassaldır [tafsilâtlıdır]. Kur’ân’ın böyle olduğu Rabbimizin beyanı ile sabittir. Böyle olmasına rağmen Kur’an’daki bazı ifadelere -sanki anlaşılmamış veya anlaşılamazmış gibi- açıklama getirmek için asılsız rivayetlere müracaat edilmiş ve tutarsız yorumlar yapılmıştır. Bunların sonucu olarak ortaya dinimizle hiç alâkası olmayan binlerce acayip kavram ve inanış çıkmıştır. Bunlardan biri de “Kalu Bela” veya “Elest Bezmi” kavramıdır. Bu kavram, surenin 172–173. ayetlerinin açıklaması için uydurulan rivayetlerde icat edilmiştir.

KALU BELA / BEZM-İ ELEST

A’râf suresinin 172–173. ayetleri dirayetle anlaşılmaya çalışılmadığı için, açık olmayan, gaybî manalar içeren bir ayet muamelesi görmüş ve ayetlerin anlaşılıp anlatılması da uydurmacılara kalmıştır. Bu konudaki uydurmacılar ve uydurulanlar o kadar çoğalmıştır ki, “Kalu Bela” veya “Bezm-i Elest” adlarıyla özel bir tasavvuf kültürü ve edebiyatı meydana gelmiştir. Bu gidişatın doğal sonucu olarak konunun kaynağı olan A’râf suresinin 172–174. ayetlerinin meali de dirayetsizce ve ortaya çıkan uydurmalar doğrultusunda yapılmıştır. Aşağıdaki meal, mevcut meallerin bir çoğuna da örnektir:

“Hani Rabbın; âdemoğullarının sulbünden soyunu çıkarmış ve kendilerini nefislerine şahit tutmuş: Ben sizin Rabbınız değil  miyim? demişti. Onlar da demişlerdi ki: Evet, biz buna şahidiz. Kıyamet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz.

Veya daha önce sadece atalarımız şirk koşmuştu, biz ise, onların ardından gelen bir nesiliz, bizi bâtıl işleyenlerin yaptıkları yüzünden helak eder misin demeyesiniz.

İşte biz âyetleri böyle uzun uzadıya açıklarız. Belki dönerler diye.”

 

Görüldüğü gibi, yapılan meal yeterince anlaşılır değildir. Arapça bilgilerine güvenerek ayetleri böyle meallendirenler de büyük olasılıkla kendi yaptıkları bu mealden bir şey anlamamışlardır. Söz konusu ayetlerin sonunda “İşte biz ayetleri böyle uzun uzadıya açıklarız” denilmesine rağmen yapılan mealleri neden yeterince anlaşılır değildir, bunun üzerinde dikkatle durulması gerekir. Bize göre sorun, âyetlerden bir şey anlayabilmek için rivayetçilerin eteğinden tutmak ve onların “Rasülüllah bu konuda şöyle buyurdu …” diye yaptıkları yalan yanlış açıklamaları itirazsız kabul etme alışkanlığından kaynaklanmaktadır. Her konuda rivayete ihtiyaç duyma alışkanlığı, o konuyla ilgili âyetlerin anlaşılmasında ortaya konması gereken tefekkür ve gayreti azaltan bir etki yapmaktadır.

Mesela İbn-i Kesir bu konu ile ilgili olarak tefsirinde on farklı rivayete, Suyutî ise ed-Dürrü’l-Mensur adlı eserinde yaklaşık elli rivayete yer vermiştir. Özellikle peygamberimize isnat edilerek rivayet edilmiş bu haberlerin hepsi de birbirinden farklı, birbiriyle çelişik, özü ve muhtevası değişik rivayetlerdir. Zihni melekeleri sağlam, akıllı ve düşünen bir insanın bu rivayetlere bakıp “Peygamberimizi bu tutarsız sözlerden, biri diğerini nakzeden bu tür rivayetlerden tenzih ederiz!” demekten başka çaresi yoktur. Peygamberimizi böyle bir kusurdan biz de tenzih ediyor ve bu rivayetlerden Kütüb-ü Sitte’de yer alan iki tanesini ibret için aktarıyoruz:

Rivayet 1:

Müslim İbn Yesar el-Cühenî anlatıyor: “Hz. Ömer RA’dan, “Rabbin Âdemoğullarından; bellerinden zürriyetlerini … (A’raf 172-173)” âyetinden soruldu. Hz. Ömer RA. şu cevabı verdi: “Bu âyetten Rasülüllah’a da sorulmuştu. O şöyle açıkladı: “Allah,  Âdem’i yarattı sonra sağ eliyle meshedip ondan bir zürriyet çıkardı ve: “Bunlar cennet içindir, bunlar cennet ehlinin ameliyle amel ederler” dedi. Rabb Teala, ikinci defa sırtını okşadı, ondan bir nesil daha çıkardı ve: “Bunları da cehennem için yarattım, bunlar da cehennem ehlinin amâlini işleyecekler” dedi.

Cemaattan bir adam: “Ey Allahın Rasülü! (Kaderimiz ezelden yazılmış ise) niye amel ediyoruz? diye sordu. Rasülüllah şu açıklamayı yaptı: “Allah bir kişiyi cennet ehli olarak yaratmışsa onu cennet ehlinin amelinde çalıştırır. Öyle ki cennetliklerin bir ameli üzere ölür ve Allah da onu cennetine koyar. Aksine bir kulu da cehennem ehli olarak yaratmışsa, onu da cehennemliklerin amelinde istimal eder. Öyle ki bu da cehennemliklerin bir ameli üzere ölür, Allah da onu cehenneme koyar.”[1]   

Rivayet 2:

Ebu Hüreyre anlatıyor: Rasülüllah buyurdular ki: “Allahü Zülcelâl Hazretleri Âdem’i yarattığı zaman sırtını meshetti. Bunun üzerine kıyamete kadar onun neslinden yaratacağı insanlardan her birinin iki gözü arasına nurdan bir parlaklık koydu. Sonra hepsini Âdem’e arzetti. Âdem:

“-Ey Rabbim bunlar kim? diye sordu.

“-Bunlar senin zürriyetindir” dedi.

Onlardan bir tanesi dikkatini çekti, gözlerinin arasındaki parlaklık çok hoşuna gitmişti.

“-Ey Rabbim şu da kim?” diye sordu.

“-Dâvûd!” deyince.

“-Pekâlâ, ne kadar ömür verdin?” diye sordu.

“-Altmış yıl!” dedi.

Âdem:

“-Ey Rabbim, ona benim ömrümden kırk yıl ilave et!” dedi.

Rasülüllah buyurdular ki: Âdem’in yaşı kırk yıl eksik olarak kesinleşince hemen ölüm meleği geldi. Âdem ona:

“-Yani benim ömrümden kırk yıl daha geride kalmadı mı?” dedi. Melek:

“-İyi ama, dedi, sen onu oğlun Dâvûd’a vermedin mi?”

Âdem inkar etti, zürriyeti de inkar etti, Âdem unuttu ve meyveden yedi. Zürriyeti de unuttu. Âdem hata işledi, zürriyeti de hata işledi.”[2]

Bu rivayetlere dayanılarak Müslümanlar arasında oluşturulmuş inancı şöyle özetlemek mümkündür:

Allah, henüz bedenleri yaratmadan önce ruhları karşısına toplamış ve onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuştur. Ruhlar da “Belâ! [Hiç şüphesiz sen bizim Rabbimizsin]” diye cevap vermişler ve böylece Müslüman olmuşlardır.

Konunun özeti bu olmakla beraber, Allah ile ruhlar arasında yapılmış olan bu sözleşmenin yeri ve zamanı konusunda rivayetlerde bir birlik sağlanamamıştır. Şöyle ki: Bazı rivayetlerde bu sözleşmenin Neman bölgesinde [Arafat’tan Mina’ya kadar olan vadide], bazılarında ise Taif ile Mekke arasındaki bölgede yapıldığı yer almaktadır.

Sözleşmenin zamanı konusunda ortaya atılan görüşleri de iki kısımda toplamak mümkündür:

  İnsanların bedenleriyle birlikte dünyaya gelmelerinden önce, zerreler hâlindeki zürriyetlerinden topluca alınmış bir ahit yoktur. Bu sözleşme mecazî anlamdadır ve bedenlerin yaratılmasıyla gerçekleşmiştir.

–  Allah’ın insanlardan aldığı ahit, insan türünün fiilen dünyaya gelmesinden önce gerçekleşmiştir. Bütün insanların zürriyeti, Âdem’in sırtından zerreler hâlinde çıkartılmış, onlara ruh ve akıl verilerek ilâhî hitapta bulunulmuş, onlar da buna sözlü olarak cevap vermişlerdir. Bu olay mecazî ve temsilî bir anlatım değildir, gerçekten vuku bulmuştur.

RİVAYETLERİN AKLEN VE NAKLEN TAHLİLİ:

  Rivayet 1’de, cemaatten bir adamın sorusuna cevap olarak peygamberimizce yapıldığı öne sürülen açıklama gerçekte bir “açıklama” değil, düpedüz Cebriyeciliktir.

  Konumuz olan ayette insan soyu “Benî Âdem [Âdemoğulları, insanlar]”, “Zürriyetehüm [Âdemoğullarının zürriyetleri/soyları]”, “Min zuhûrihim [Âdemoğullarının sırtları/belleri/sulbleri]” kelimeleriyle çoğul olarak zikredilmiştir. Ayette kesinlikle tek olarak Âdem’den bahsedilmemiştir. Oysa rivayetler, yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi hep Âdem odaklıdır.

  Ayette konu edilen “ataların şirki” Âdem’e fatura edilemez. Çünkü Âdem müşrik değildir. (A’râf suresinin 189. ayeti ile ilgili olarak Razi ve İbn-i Kesir’in yaptığı açıklamalarda Âdem’e şirk isnat edilmiş, şeytana kulluk yaptırılmış ve kendi çocuğuna “Abdülharis [şeytanın kulu]” adını verdiği ileri sürülmüştür.)

  Rivayetlere bakılırsa, insan misak vaktinde ve dünyada, kabirde, kıyamette hayat bulmuştur. Bu kabule göre onun yine misaktan sonra ve dünyada, kabirde ölmesi gerekir. Böyle bir anlayış, insanın doğmadan önce ölü olduğunu, sonra canlanıp dünyaya geldiğini, daha sonra öldüğünü ve en sonunda da diriltilip haşrolunduğunu bildiren Mümin suresinin 11. ve Bakara suresinin 28. ayetlerine, dolayısıyla da gerçeğe terstir.

  Rivayetlerde sözleşmenin tarafı olarak zerrelerden söz edilmekte ve Rabbimiz tarafından bildirilmemiş bilgiler verilmeye çalışılmaktadır. Oysa herhangi bir sözleşmede taraf olacakların akıllı ve reşit olmaları gerekmektedir. Dolayısıyla insanların zerreler hâlinde iken taraf oldukları bir sözleşmeden sorumlu tutulmaları mantıklı değildir. Zaten bu sözleşmeyi bilen ya da hatırlayan tek kişi bile yoktur.

Rivayetlerle ilgili olarak daha onlarca ta’n [ayıplama, kınama, suçlama] noktası sıralamak mümkündür. “Bir delinin kuyuya attığı taşı bin akıllı çıkaramaz” özdeyişi de göstermektedir ki, dinî literatürümüze girmiş bu tür akıl dışı görüşlerin ayıklanabilmesi, bu inanç ve kabullerin zihinlere yerleşmesinden çok daha zordur. Nitekim milyonlarca Müslüman hâlâ bu konudaki asılsız rivayetlerin tesiri altında kalmaya devam etmekte ve “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna “Kâlû Belâ’dan beri” diye cevap verme gereğini duymaktadır.

 

KONUMUZ OLAN AYETLERİN TAHLİL DÜZENİ:

Konumuz olan üç ayet, 163–174. ayetlerden oluşan pasajın bitim noktasını oluşturmaktadır. Bu pasajda Rabbimizin insanları bazı şeylerle deneyeceği, insanların bir kısmının sorumluluk sahibi olarak duyarlı davranacağı, diğer kısmının ise vurdumduymazlık sergileyerek görevlerini yapmayacağı, bu durumun kıyamete kadar böyle süreceği, sonuçta da sorumsuzların cezalandırılıp sorumluların ödüllendirileceği; ayrıca kâfirlerin seçmiş oldukları yolu gaflet ve bilgisizlikten değil kesinlikle bilinçli olarak istedikleri, bunu da herhangi bir bahaneye başvurmadan itiraf ederek kendi aleyhlerine tanıklıkta bulunacakları bildirilmektedir.

Meal ve tefsirlerin çoğunda rivayetlerin etkisiyle konumuz olan bu ayetlere birçok ekleme yapılmış, bu nedenle de ayetlerin gerçek anlamından ister istemez uzaklaşılmıştır. Biz söz konusu ayetleri sözcük sözcük tahlil etmek suretiyle güvenli bir yol izleyecek, böylece konuyu mevcut meal ve tefsirlerle karşılaştırarak okumak isteyenlerin yapılan ilâveleri daha rahat görmelerini sağlamaya çalışacağız.

Hâlbuki  senin  Rabbin,

Metinlerde genellikle “vaktiyle”, “bir zamanlar” diye tercüme edilen “ إذiz” edatı, bu edatın “anlamca zait olduğu, birçok yerde kelâmı süslemek için kullanıldığı” görüşündeki bazı tefsirciler ve bunlara itibar edenler tarafından meallerin çoğunda anlamca ihmal edilmiştir. Oysa “iz” edatı, anî ve beklenmedik bir şeyin meydana gelmesini veya anlatılan konuda birden bire yapılan bir dönüşü, değişikliği ifade etmek için kullanılır ve bu edattan sonra anlatılan konunun yer aldığı pasajın başlangıcı olur. Burada ayet “ve” bağlacı ile başlamaktadır. Bu, “iz” edatı ile başlayan konunun daha önceki ayetlerle bağlantılı olduğunu gösterir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, bu bölümün “Hâlbuki senin Rabbin” diye çevrilmesi gerekir.

… kıyamet günü, “Biz, bunlardan gafildik” demeyesiniz, yahut “Bundan önce atalarımız şirk koşmuş, biz onlardan sonra gelen kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi helâk edeceksin?” demeyesiniz diye

Bu cümlede Rabbimiz, insanoğlunun yapısına koyduğu üreme sistemi ile her kuşağa, her nesle kendi varlığını en iyi şekilde gösterdiğini belirterek bu sebeple şirk koşanların kıyamet günü mazeret bulamayacaklarını bildirmektedir.

Âdemoğullarının sulbünden onların soylarını alır,

Ayetin orijinalindeki fiillerin tümü geçmiş zaman kipiyle ifade edilmiş olup bu cümlede geçen ” اخذEHAZE” fiilinin Türkçedeki tam karşılığı “aldı” sözcüğüdür. Ancak insanların yeryüzüne gelişi herhangi bir zaman diliminde olmuş bitmiş bir şey değildir; insanoğlunun yeryüzündeki sorumluluk sınavı son insan nesline kadar devam edecek bir süreçtir. Yüce Allah “Rabb” sıfatıyla insanoğluna bu süreci başarıyla değerlendirebileceği birçok üstün yetenek vermiş, Hakk’ı bulması için kitap indirmiş ve peygamber yollamıştır. Yani, insanoğlunun gerek yetenekleri, gerekse kitaptan ve peygamberden yararlanması süreklidir, daima tekerrür eden bir süreçtir. Dolayısıyla gerek “ehrace” fiilinin gerekse ayette geçen “ اشهدeşhede [tanık etti]”, “ قالواkâlû [dediler]”, “ شهدناşehidnâ [tanık olduk]” fillerinin “şimdiki zaman-geniş zaman” kipiyle meallendirilmeleri gerekir. Söz konusu fiillerin ayette mazi [geçmiş zaman] kipiyle kullanılmış olması, anlatılan olayların gerçekleşeceğinin kesinliğini vurgulamak içindir.

ve onları kendi aleyhlerine tanık eder;

Piyasadaki birçok meal ve tefsirde bu bölüm de eksik olarak “Kendilerine şahit tuttu” gibi ifadelerle meallendirilmiş ve tanıklığın lehte mi yoksa aleyhte mi olduğu belirtilmemiştir. Söz konusu tanıklık, “ala enfüsihim [kendi aleyhlerine]” şeklinde ifade edildiği için aleyhte bir tanıklıktır. Bu husus kesinlikle gözden kaçırılmamalıdır.

Ben sizin Rabbiniz değil miyim?

Tahlilini yaptığımız konuyu anlayabilmek, bu soru cümlesinin manasını ve pasaj içindeki yerini bilmeye bağlıdır. Hemen belirtmek gerekir ki, piyasadaki birçok meal ve tefsirde yapılmış olan “dedi”, “demişti” gibi eklemeler, ayetin orijinal ifadesinde yoktur.

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusu ile başlayan “Elestü bi rabbiküm?” Kâlû: “Belâ… Şehidnâ.” [“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Derler ki: “Evet, Rabbimizsin. Tanık oluyoruz” cümlesi, ayette kendisinden önce yer alan “Ve eşhedehüm ala enfüsihim [ve onları kendi aleyhlerine tanık eder]” cümlesinin bedelidir; onu açıklar, tefsir eder. Dolayısıyla, bu cümle Allah’ın insanları kendi aleyhlerine nasıl tanık ettiğini açıklamaktadır.

Verilecek cevabı bilmesine rağmen Rabbimizin insanlara soru yöneltmesi, mesajın karşılıklı konuşma yöntemi ile verilmesi sebebiyledir. Bu metod aynı zamanda bir “Belâğat” sanatıdır. Belâğat ilmine göre soru cümleleri, bir şeyi sorup öğrenmekten daha çok, bir şeyi inkâr ya da takrir için veya muhataba iltifat ve minnet için, yahut da muhatabı tekdir ve sorumlu tutmak için kullanılır.

Bu soru cümlesi ile ilgili olarak yanlış anlamalara, yanlış kavram ve inançların oluşmasına yol açan bir husus da “rabb” sözcüğünün toplumda “ilâh”, “yaratan” anlamında kullanılması sebebiyle cümlenin “Ben sizin Allah’ınız, yaratıcınız değil miyim?” şeklinde anlaşılmasıdır. Oysa “rabb” sözcüğü “Terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak bir takım hedeflere götüren, tekâmülü programlayıp yöneten” demektir. Buna göre soru cümlesinin içerdiği gerçek anlam şöyle takdir edilebilir: “Ben, sizin yaratılışınızı, yaşayışınızı, üremenizi plânlayan; sizi terbiye eden, sizi bir hedef için hazırlayan, size akıl fikir veren; size doğruyu bulma, Rabbinizi bilme, hakikati idrak edebilme güç ve istidadını veren; ayrıca size peygamber yollayan, kitap indiren değil miyim?”

Derler ki: Elbette Rabbimizsin,

Burada geçen “ بلىbelâ” sözcüğü, “neam” sözcüğü gibi “Evet” anlamına gelen bir tasdik edatıdır. Fakat “ نعمneam” sözcüğü, olumlu veya olumsuz her söyleneni tasdik ve takrir için kullanılabilirken “belâ” sözcüğü sadece olumsuz soruya cevap olarak kullanılabilir. Meselâ; “Ali geldi mi?” sorusuna verilen “neam” cevabı, “Evet, Ali geldi” anlamına gelir. Ama soru, “Ali gelmedi mi?” şeklinde sorulacak olursa, bu takdirde “neam” cevabı “Evet, Ali gelmedi” demek olur. “Bela” edatı ise sadece olumsuz soruya cevap olarak verilebileceğinden, daima menfinin sübutunu ifade eder. Dolayısıyla, “Ali gelmedi mi?” sorusuna “belâ” cevabı verilecek olursa, bu cevap “Evet, Ali geldi” demek olur.

Konumuz olan ayette de “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna karşılık “bela” dendiğinden, cevap da “Evet, Sen bizim Rabbimizsin!” demektir.

Ayetteki bu diyalogdan anlaşılıyor ki, insanlar kıyamet günü kesinlikle inkâra yönelmeyeceklerdir. “Rabb” sözcüğünün anlamı dikkate alınarak, verilen cevap şöyle takdir edilebilir: “Evet, Sen bizim Rabbimizsin; Sen, bizi terbiye ettin, bizi bir hedef için hazırladın; bize akıl fikir verdin, bize doğruyu bulma, Rabbimizi bilme güç ve istidadını verdin, ayrıca bize peygamber yolladın, kitap indirdin. Ama biz bunlara itibar etmeyen suçlular olduk; kendi aleyhimize şahidiz.”

Üreme olayında herkesin tanık olduğu Allah’ın imzasını taşıyan ayetler:

Meninin yapısı, spermin ve yumurtanın özellikleri, zigot oluşumu, cinsiyetin belirlenmesi, rahim duvarına asılı olma, Bir çiğnemlik et olma, kemiklerin oluşumu, kemiklerin etle kaplanması, üç karanlıkta yaratılma, sulb teraib, atan su, döllenme şekli, doğum şekli; anne ve bebekte oluşan sevgi bağı vs.

tanıklık ediyoruz

Ayetin bu bölümü de tefsirlerin çoğunda “Senin Rabbimiz olduğuna tanığız” şeklinde yanlış olarak açıklanmıştır. Ayette insanların neye şahit oldukları beyan edilmemiştir. Zaten edebî kurallara uygun olması bakımından da beyan edilmemesi gerekir. Burada, ayetin sibakının delâletiyle “şehidna” fiilinin mef’ulü [tümleci] mahzuf olarak takdir edilen “alâ enfüsina (kendimizin aleyhine)” ifadesidir. Kur’an’ı anlayacak kadar Arapça bilenler, cümlenin siyak ve sibakına [bağlamına] iyi dikkat ettikleri takdirde bu gizli tümlecin “alâ enfüsina” ifadesi olduğunu kolayca anlarlar. Bu nedenle “şehidnâ” ifadesi “Biz kendi aleyhimize tanık oluyoruz” şeklinde anlaşılmalıdır. Nitekim En’âm suresinde de bu ayetin tefsiri mahiyetinde bir ifade mevcuttur:

130Ey gizli, âşikar, geleceğin, bugünün insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi uyaran kendinizden elçiler gelmedi mi? Onlar, “Kendi aleyhimize şâhitiz” dediler. Basit dünya yaşamı onları aldattı ve onlar kendilerinin kesinlikle kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin ta kendisi olduklarına şâhitlik ettiler.

131İşte bu; Rabbinin, halkı ilgisiz, bilgisiz iken, ülkeleri haksız yere değiştiren/yıkıma uğratan biri olmayışıdır.

(En’am/ 130, 131)

Yapılan tanıklığın “kendi aleyhlerine” olduğu şeklinde hem bu surenin 37. ayetinde hem de Nahl suresinin 89. ayetinde benzer ifadeler mevcuttur.

Haklarında yeterli ve ikna edici bilgiler bulunmayan kişilerce öne sürülen bazı görüş ve kanaatleri birer akide haline getirmemek, garip rivayetlerin arkasına düşüp yanlışlar içinde kaybolmamak ancak ayetlerin doğru anlaşılmasıyla mümkün olmaktadır. Ayetlerin doğru anlaşılması için Rabbimizin yardımını istemeli, O’ndan ilmimizi, anlayışımızı ve kavrayışımızı arttırmasını talep etmeliyiz. Ankebût/69’da söz verdiği gibi, uğrunda üstün çaba harcayanları Yüce Allah mutlaka kendi yollarına ulaştırır.

Gerçekten de Rabbimiz kendi varlığına yönelik kanıtları, uzaklarda aramamıza gerek kalmayacak şekilde çok yakına, kendi bünyemize de yerleştirmiştir. Kendi varlığı hakkında tefekkür eden, biyolojik yapısındaki fiziksel ve zihinsel sistemler, özellikle de üreme sistemi üzerinde düşünen bir insanın “Benim Rabbim Allah’tır!” dememesi mümkün değildir.

175Kendisine âyetlerimizi verdiğimiz, sonra da onlardan sıyrılıp çıkan, derken şeytânın peşine taktığı, böylece de azgınlardan oluveren o kişinin ciddî haberini onlara anlat.

176Ve eğer Biz, dileseydik onu o âyetlerle yüceltirdik, ama o alçaklığa saplandı kaldı ve tutkusuna uydu. Artık onun durumu, üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumuna benzer. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. O nedenle sen iyice düşünsünler diye bu kıssayı iyice anlat.

177Âyetlerimizi yalanlayıp, sırf kendilerine haksızlık eden o toplumun durumu ne kötüdür!

Bu pasajda, Allah’ın afak ve enfüsteki [insanın etrafındaki ve iç dünyasındaki] ayetlerine karşı duyarsızlaşarak kendi kalplerini mühürlemiş olan kişiler, tepki gösterme bakımından duyarsız bir köpeğe benzetilmiştir.

Rivayetlerde ayette karakterize edilen kişinin kim olduğu ile ilgili olarak İsrailoğullarından Bel’am b. Bahura, Sayfi b. er-Rahib, Ebu Amir b. Sayfi, Yemen halkından Bel’am, Ümeyye b. Ebu Salt gibi birçok şahsın adı geçmektedir.[3] Bazı rivayetlerde ise, ayette ismi belirtilmemiş olan bu kişi ile Mekke’nin duyarsız müşriklerinin kastedildiği ileri sürülmüştür. Ancak Müslümanlar arasında bu kişinin Bel’am b. Bahura olduğuna dair yaygın bir kanaat vardır. Bu ayet okunduğunda daima bu şahıstan ve onun hakkında uydurulan bir sürü mesnetsiz menkıbeden bahsedilir. Ne var ki, bu rivayet ve görüşlerin hiçbiri de itibar edilecek bir düzeyde değildir. Ayette tasvir edilen kişilikle ilgili olarak bizim de bazı isimleri zikretmemizin nedeni, konu hakkındaki spekülatif yorumların varlığını hatırlatmak ve bu gibi isimler etrafında anlatılan hikâyelere odaklanmayı engellemektir. Çünkü bu tür hikayeler gereksiz yere ilgi çekerek çoğu zaman insanları ayetin asıl mesajından uzaklaştırma riski taşımaktadır. Bu olumsuz durumu önlemek üzere mevcut rivayetleri kısaca hatırlatarak tarihsel değerleri hakkında bilgi vermek yararlı görülmüştür.

Dikkat edilirse ayette kişinin kimliği belirtilmeden karakteri üzerinde durulmuştur. Böylece belirli bir kişi değil, bu karakteri taşıyan herkes kastedilmiştir. Nitekim 177. ayette ifade genelleşerek kastedilenin “bir kişi” olmadığı iyice ortaya çıkmaktadır.

Kötüye örnek gösterilen bu karakterin belirgin özelliği, “vahyi bilmesi” ve “hakikati tanımış olması”dır. Yani bu kişiler sıradan kişiler değildirler. Vahyi bilmelerine, hakikatı tanımalarına rağmen kuruntularına kul olmuş, tutkularına esir olmuşlardır. Dolayısıyla bu ayetler, Kur’an’dan başka kılavuz edinip bilgili sandıkları bazı kişilerin ardına düşenlere “gerçek”ten uzaklaşıp uzaklaşmadıklarını her an kontrol etmeleri gerektiğini hatırlatan “çok önemli uyarı” niteliğindeki ayetlerdir.

Kötüye örnek gösterilen karakterdeki insanların varlığı ve sergiledikleri davranışlar, Kur’an’da birçok kez gündeme getirilmiştir:

23Peki sen, kendi boş-iğreti arzusunu ilâh edinen ve Allah’ın bir bilgi üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü/ hiç düşündün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim doğru yol kılavuzluğu yapacaktır? Yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?”

(Casiye/ 23)

43Kötü duygularını, tutkularını kendine tanrı edinen kişiyi gördün mü/hiç düşündün mü? Peki, onun üzerine sen mi vekil oluyorsun?

(Furkan/ 43)

42,43Ve onlar, var güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse, kesinlikle önderli toplumların her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi düzenbazını çepeçevre kuşatır. O hâlde öncekilerin kanunundan/ onlara uygulanandan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen, Allah’ın uygulamasında asla bir değişme bulamazsın. Sen, Allah’ın uygulamasında asla bir başkalaşma da bulamazsın.

(Fatır/ 42, 43)

Ve Enfal/ 31, İsra/ 84, Bakara/ 6,   Tövbe/ 80.

  1. ayette münafık, malperest, dünyayı ahirete tercih eden insan, dilini sarkıtarak soluyan köpeğe benzetilmektedir. Burada kesinlikle köpek aşağılanmaz; o hali köpeğin fıtratındandır. Burada Allah’ın ayetlerini dikkate almayan insan tipi aşağılanır ve TEFEKKÜRE davet edilir. Bu konuyu biraz açmakta yarar var.

Köpeklerde ter bezleri sadece patilerinde bulunur, vücutlarında yoktur. O nedenle yeterince terleyip vücut ısılarını düşüremezler. Bu durumda serinlemek, sıkıntıdan kurtulmak için ağızlarından dillerini sarkıtarak nefes alırlar.

Köpekler aşırı sıcakta, heyecanlı olduklarında ve yorulduklarında bu duruma; sıkıntıya düşerler. Sonrada ağızlarından dillerini sarkıtarak vücutlarını rahatlatırlar; sıkıntıdan kurtulurlar. Normal şartlarda ise bunu yapmazlar.

Ayetteki “üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi hâline bıraksan da” ifadeden anlaşıldığına göre burada köpek için de bir anormallik söz konusudur; bu köpek aşırı sıcak olmadan, heyecanlı olmadan, yorgun olmadan da dilini sarkıtarak ağzından nefes almaktadır. Yani her halde ve her zaman sıkıntılıdır ve sıkıntıdan kurtulmak için dilini sarkıtarak nefes almaktadır.

İşte münafık, malperest; bile bile Allah’ın ayetlerini, dini bilgileri menfaatine kullanan, dünyayı ahirete tercih eden bu kişiler, sürekli; gece gündüz, her an sıkıntı içinde olan kimselerdir. Onlarda gece gündüz bunalımdadırlar.

Kafirler için ise mal-mülk her şeydir. Malı kadar, parası kadar adamdır onlar. Evlâtları kadar güçlüdürler. Mal-mülk onlar için nihâ-i gâyedir. Onun için biriktirirler, onun için korurlar

1Arkadan çekiştirenlerin, kaş-göz hareketleriyle alay edenlerin hepsinin vay hâline!

2,3O ki, malı toplayıp ve malının gerçekten kendisini sonsuzlaştırdığını sanarak onu çoğaltan/ tekrar tekrar sayandır. (Hümeze/1-3)

İnsan çok sevdiği, amaçladığı herhangi bir şey için çok gayret sarf eder. Amacına ulaştığı zaman ise onu muhafaza etmeye çalışır, kaybetmek korkusuyla yaşar.

Çok mal ve çocuğu olan kimse de (eğer bunlar amacı olursa) eğer ki malı ve çocukları yanında iseler onları kaybetmekten korkarlar. Kaybetmişlerse sürekli onların acısıyla yanar tutuşurlar. Her iki halde de azap içindelerdir.

Mal kazanmak ve evlât büyütmek kolay iş değildir. Bin bir meşakkati vardır. Sonra onları korumakta kolay değildir. Kimi de azalmasın diye, bırakın ondan yemeyi koklayamazlar bile. Kısacası onlara yüktür malları mülkleri ve evlâtları. O takdirde mal onlara azap olur.

Müslüman kişi, mal ve evlâtların kendisine Rabbi tarafından verilmiş emânetler olduğunu ve bu emânetler ile kendisinin mutlak surette imtihan edileceğini bilir. Ve de basit, geçici, değersiz dünya hayatının süsü olduğuna, esas hayırlı olanların ise âhiret hayatında kendisine verileceğine candan inanır. Kısaca Müslüman emânetçidir. Hiçbir zaman, “benim malım, benim çocuklarım” demez. Her zaman “Allah bağışlarsa!” der. Onları kaybettiği zamanda da “Allah verdi, Allah aldı.” diye teslimiyet gösterir. Hiçbir zaman, kesinlikle onlarla özdeşleşmez. Onların varlığı-yokluğu, azlığı-çokluğu Müslüman için önemli değildir. Bunlarda hep hikmet arar. Ona göre yaşar. Eğer bunlar Rabbi ile kendi arasına girecekse, bunlar olmasın daha iyi diye düşünür

9Ey iman etmiş kimseler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Böyle bir şeyi kim yaparsa, artık işte onlar, zarara, kayba uğrayıp acı çekenlerin ta kendileridir. (Münafikun/ 9)

24De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, kabileniz, elde ettiğiniz mallar, durgunluğa uğramasından ürperdiğiniz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan, O’nun Elçisi’nden ve O’nun yolunda çaba harcamaktan daha sevimli ise, artık Allah, emrini getirinceye kadar bekleyiniz. Ve Allah, hak yoldan çıkmışlar toplumuna kılavuzluk etmez. (Tevbe/24)

46Mal ve oğullar, basit dünya hayatının süsüdür. Kalıcı düzeltmeye yönelik işler ise, Rabbinin katında, sevapça daha hayırlıdır, ümit bağlama yönünden de daha hayırlıdır. (Kehf/46)

55Öyleyse onların malları ve evlatları seni imrendirmesin. Ancak Allah, bunlarla, onları basit dünya yaşamında cezalandırmak, onlar kâfir; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri iken canlarını çıkarmak istiyor.

85Onların malları ve evlatları da seni imrendirmesin. Allah, ancak onları dünyada bunlarla cezalandırmayı ve onlar kâfir; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden biri iken canlarının güçlükle çıkmasını istiyor. (Tevbe/55, 85)

131Ve kendilerini imtihan etmek için, basit dünya hayatının süsü olarak, onlardan kimi çiftleri kendileriyle yararlandırdığımız mal, mülk, evlat ve saltanata sakın gözlerini dikme/rağbetle bakma. Ve Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir. (Ta HA/131)

87Andolsun ki Biz sana katmerli katmerli nice nimetleri ve büyük Kur’ân’ı verdik.

88,89Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere; mal ve servete heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında üzülme de… Sen kanatlarını mü’minler için indir. Ve: “Şüphesiz ben, apaçık bir uyarıcının ta kendisiyim” de. (Hıcr/87-89)

Mü’minler, işte bu âyetlerle terbiye olup, mala-mülke, evlât ve iyâla emânet, süs, aksesuar, imtihan aracı olarak bakarlar. Bu âyetlerde verilen mesajlar doğrultusunda değer verirler. Asla onlara bel bağlamazlar.

İşte bu gerçekler nedeniyle bu benzetme yapılmıştır: Kur’an’da Kehf, Nahl, Kalem ve Sebe surelerinde somut örnekler verilmiştir.

178Allah kime yol gösterirse, işte o kılavuzlandığı doğru yolu bulandır. Kimi de saptırırsa, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.

Bu ayet, bir önceki pasajda yapılan uyarılarla bağlantılı olarak Müslümanlara sabırlı ve metin olmaları gerektiği mesajını vermekte ve bir anlamda müminler teselli edilmektedir.

179Ve andolsun ki tanıdıklarınızdan-tanımadıklarınızdan birçoğunu; Kalpleri/ beyinleri/ akılları olup da onlarla iyiden iyiye düşünüp anlamayanları, gözleri olup da onlarla görmeyenleri, kulakları olup da onlarla işitmeyenleri cehennem için türetip ürettik.   İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar duyarsızların ta kendileridir.

 

İlk bakışta 178. ve 179. ayetlerden insanın doğru yola veya sapıklığa yönelmesinin Allah’ın zorlaması ile olduğu yolunda bir yanlış anlam çıkarılabilirse de, ayetlerin bulunduğu pasajdaki söz akışı dikkate alınarak değerlendirildiğinde Allah’ın kimseyi zorlamadığı görülmektedir. Çünkü cennete girebilecek yeteneklerle donatılmış insan, Allah’ın kılavuzluk ederek gösterdiği yola girmeye kendisi direnmekte, yaptıklarıyla cehennemi hak etmekte ve bunu da kendi aleyhine tanıklık ederek itiraf etmektedir. Dolayısıyla, Allah kimseyi zorlamamakta, tam tersine, serbest bıraktığı insanın kibre kapılarak gösterdiği yola gelmemesini kınamaktadır.

Allah’ın insanları iyiye veya kötüye zorlamadığı konusu, daha önce Tekvir suresinin tahlilinde “Meşiet”; Tin suresinin tahlilinde ise “Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi” başlıkları altında incelenmiştir.

Kendilerine verilmiş olan akıl nimetini kullanmayanlar, ayette dört ayaklı hayvanlardan daha sapık olarak nitelenmiştir. Hayvanların sadece içgüdüleriyle ve doğal ihtiyaçlarının yönlendirmesiyle hareket etmelerine fakat kendi yarar ve zararlarını bilmelerine karşılık, zihinsel ve fiziksel onca donanıma sahip insanın kendi yarar ve zararını ayırt edememesi ve kendi zararına yol açacak davranışlarda bulunması, onun o dört ayaklı hayvanlardan daha aşağı nitelikte olduğunu göstermektedir.

Allah’ın verdiği aklı ve diğer yetenekleri gerektiği gibi kullanmayan duyarsızlar, başka ayetlerde de kınanmıştır:

43Kötü duygularını, tutkularını kendine tanrı edinen kişiyi gördün mü/hiç düşündün mü? Peki, onun üzerine sen mi vekil oluyorsun?

44Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten vahye kulak vereceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir. Aslında yol bakımından daha sapıktırlar/şaşkındırlar/aşağıdırlar. (Furkan/43, 44)

26Ve andolsun ki Biz, sizi güçlü kılmadığımız şeylerde onları güçlü kılmıştık; size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik. Onlara da kulaklar, gözler ve duygular vermiştik. Buna rağmen kulakları, gözleri ve duyguları onlara hiçbir yarar sağlamadı/ kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştıramadı. Çünkü onlar, Allah’ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de onları sarıp kuşatıverdi.

(Ahkaf/ 26)

17Onların durumu, bir ateş yakmak isteyen kimsenin durumu gibidir. Ateş, ateş yakan kimsenin kenarını aydınlatınca, Allah, onların nûrlarını giderdi ve onları karanlıklar içinde görmez olarak bıraktı. -18Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler! Artık onlar dönmezler.-

                                                                                               (Bakara/ 18)

171Ve kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişilerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyen şeylere çoban haykırışı/ karga haykırışı yapan kimsenin hâli gibidir; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden onlar akıl da etmezler.

(Bakara/ 171)

46Peki onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki kendilerinin, akıl edecekleri kalpleri ve işitecekleri kulakları olsun. İşte, şüphe yok ki, gözler kör olmaz, fakat göğüslerin içindeki kalpler kör olur.

(Hacc/ 46)

36,37Ve her kim Rahmân’ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’ın] öğüdünden, anılmasından körleşirse Biz ona bir şeytan musallat ederiz de artık o, onun için akrandır/ yandaştır; ve şüphesiz ki yandaşlar/ akranlar, körleşenleri Yol’dan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin kılavuzlandıkları doğru yolda olduklarını sanırlar.

(Zühruf/ 36, 37)

 

180Ve en güzel isimler sadece Allah’ındır. Öyleyse O’nu onlarla çağırın. O’nun isimlerinde eğriliğe sapanları da terk edin. Onlar yapmakta olduklarının karşılığını yakında görecekler.

Bu ayet, tevhit ilkesinden sapanların dikkatlerinin çekilerek uyarıldığı başlı başına bir necm, bağımsız kısa bir pasajdır.

Klâsik kaynaklarda yer aldığına göre bu ayet özel bir nedenle inmiştir:

Namaz esnasında “Ya Rahman, Ya Rahîm” diyen bir kişiyi gören Mekkeli müşrik [Ebu Cehil], “Muhammed ve arkadaşları bir tek Allah’a ibadet etmiyorlar mıydı? Bu adama ne oluyor ki, iki rabbe dua ediyor” demişlerdi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.”[4]

“ الاسماء الحسنىEsma-i Hüsnâ” hakkında, bazısı Allah’ın 99 ismi olduğunu, bazısı 200’den fazla ismi olduğunu iddia eden pek çok rivayet bulunmaktadır. Biz böyle sınırlamaların çok yanlış olduğunu ve Allah için her dilden güzel isimler oluşturulabileceğini düşünüyoruz. Nitekim bu güne kadar Allah’a atfen Çalap, Tanrı, Huda, Yezdan gibi değişik dillerde birçok isim söylenmiştir.

     EN GÜZEL İSİM VE SIFATLAR ALLAH’INDIR

“En güzel isimler” ifadesi, bu ayetten başka İsra/110, Ta Ha/8 ve Haşr/24’de olmak üzere Kur’an’da üç yerde daha geçmektedir.

Herhangi bir dilde varlıkları belirtmek üzere bazı anlamsız sözcükler de isim olarak kullanılsa bile, genellikle isimler birer anlamı olan sözcüklerdir. İsimlerin “güzel isim” veya “çok güzel isim” olması, anlamlarının “güzel” veya “çok güzel” olmasına bağlıdır. Dillerin gereği olarak Rabbimizin de kendisini belirttiği, kimliğini niteleyen isimleri ve sıfatları vardır. Ancak bu isimler sıradan sözcükler değil, Rabbimize yakışan “çok güzel”, “en güzel” anlamlı sözcüklerdir.

Kur’an’da Rabbimiz kendini birçok farklı isim ve sıfatla anmıştır. İncelendiğinde bunların bir kısmının zatına ait, diğer bir kısmının da yarattıkları ile ilişkilerini niteleyen isim ve sıfatlar olduğu görülür.

“En güzel isimler” ifadesinin yer aldığı cümleler, yapı itibariyle “Kasr” ifade etmektedirler. Yani bu ifade cümleye “en güzel isimler sadece Allah içindir” şeklinde bir vurgu kazandırmaktadır. Bu vurgu, kullara ait olan isimlerin “en güzel” derecesine ulaşmadığını ve ulaşamayacağını ifade eder. Dolayısıyla yaratılmışlar için “en güzel isimler” değil, ancak “güzel isimler” söz konusu olabilir. Meselâ, insanlar “bilen” olabilirler ama “en iyi bilen” sadece Allah’tır. Bu sebeple Allah’a ait tüm isim ve sıfatlar mübalâğa kalıplarıyla; “en iyi bilen”, “her şeyi en iyi bilen” örneklerinde olduğu gibi ifade edilmiştir.

Allah’ın isim ve sıfatları ile ilgili olarak geçmişte ve günümüzde birçok çalışma yapılmıştır. Bu konu geçmiş dönemlerde birçok inanç ekolünün de ortaya çıkma nedenidir. Söz konusu ekollerin Akaid [Kelam] ile ilgili klasik eserlerden tetkik edilmesi mümkündür.

ALLAH’IN ÇOKÇA ANILAN ESMA-İ HÜSNÂ’SI [EN GÜZEL İSİMLERİ]

Adl: Çok adaletli, mutlak adil.

Afüvv: Affeden, bağışlayan.

Ahir: Varlığının sonu olmayan.

Alim: Her şeyi çok iyi bilen, hakkıyla bilen.

Aliyy: Çok yüce, yüceltici.

Allah: O’nun zat ve özel ismidir. Diğer isimler fiilleri, sıfatları ve tecellileri ile ilgilidir.

Azim: Çok ulu, sonsuz büyük.

Aziz: Üstün, kuvvetli, güçlü, şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan, galip olan.

 

Bâ’is: Öldükten sonra dirilten.

Baki: Varlığının sonu olmayan.

Bâri: Yaratan, kusursuzca var eden.

Basîr: Her şeyi gören, çok iyi gören.

Bâsit: Ruhları bedenlere yerleştiren, genişleten, açan ve bolluk veren.

Bâtın: Gizli, her şeyde gizli, O’ndan gizli bir şey olmayan.

Bedi: Örneksiz yaratan.

Berr: Kullarına şefkatli olan, iyilik yapan.

 

Cebbar: Dilediğini zorla yaptıran, ulaşılmaz, azametli, ihtiyaçları gideren, işleri düzelten, derman veren.

Celil: Ululuk, azamet ve büyüklük sahibi, emir ve yasak koyma hakkına sahip.

 

Darr: Dilediğine belâ verici, zarar verici, O’nun takdiri olmadan kimseye zarar verilemeyen.

 

Evvel: Varlığının başı olmayan.

 

Fettâh: Hayır kapılarını açan, hüküm veren.

Gaffar: Günahları tekrar tekrar, çokça bağışlayan.

Gani: Çok zengin, hiçbir şeye muhtaç olmayan.

Ğafur: Kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır.

 

Habir: Her şeyin iç yüzünden, gizli taraflarından haberdar.

Hadi: İstediğini hidayete erdiren.

Hâfid: Aşağıya indiren, alçaltan, değerini azaltan.

Hafiz: Gözetici, koruyucu.

Hakem: Hükmedici, bilgisi ve adaletiyle nihai hükmü veren.

Hakim: Hikmet ve hüküm sahibi, yerli yerine koyan.

Hakk: Hak ve hakikatin kendisi, gerçeklerin gerçeği.

Hâlik: Yaratıcı.

Halim: Yumuşak davranan.

Hamid: Hamd edilen, övülen, övgüye lâyık bulunan, öven.

Hasib: Hesap görücü, her şeyi saymışçasına bilen, hesaba çeken.

Hayy: Her zaman diri.

Kabid: Ruhları kabzeden, sıkan, daraltan, rızkı belli ölçülerde veren.

Kâdir: İstediğini istediği gibi yapamaya gücü yeten.

Kahhâr: İsyankarları kahreden, hiçbir şekilde mağlûp edilemeyen, üstün gelinemeyen.

Kavi: Her şeye gücü yeten, kudretli olan.

Kayyûm: Her şeyi ayakta tutan, koruyan, diri ve bütün kâinatın idaresini bizzat yürüten, hiçbir şeyin gizli kalmadığı.

Kebir: Mutlak büyük.

Kerim: Çok cömert, istemeden veren, vesilesiz ihsan eden.

Kuddûs: Her türlü kötülük ve eksiklikten uzak, temiz, kutsal, yüce ve saygın olan.

 

Lâtif: Lütfedici, gizliyi bilen.

 

Mâcid: Şanı yüce, ulu ve cömert.

Malikü’l-Mülk: Mülkün ebedî sahibi.

Mâni: Dilediğini engelleyen.

Mecid: Şanı büyük ve yüksek, ikramı çok, yüce.

Melik: Her şeyin hâkimi, bütün kâinatın hükümdarı.

Metin: Çok sağlam, kuvvetli.

Muaahhir: İstediğini sona erteleyici, zalimleri yüksek mertebelerden indiren.

Muğni: Dilediğini zengin eden.

Muhsi: Her şeyin sayısını bilen.

Muhyi: Hayat veren, dirilten.

Muid: Öldükten sonra tekrar dirilten.

Muiz: İzzet veren, yükselten.

Mukaddim: İstediğini öne alıcı, dilediğinin mertebesini yükselten.

Mukît: Bütün canlıların gıdasını veren.

Muksit: Adalet gösterici, adaletin gerçek sahibi, hükmünde adil.

Muktedir: Kudret sahipleri üzerinde istediği gibi tasarruf eden, mutlak güç sahibi.

Musavvir: Tasvir eden, her şeye şekil ve suret veren.

Mübdiü: Maddesiz ve örneksiz yaratıcı, yoktan yaratıp var eden.

Mücîb: Duaları kabul eden.

Müheymin: Gözetici ve koruyucu olan, doğrulayıcı ve güvenilir.

Mü’min: Güven veren

Mümit: Öldüren, ölümü yaratan.

Müntekim: İntikam alan (ceza vererek adaleti sağlayan).

Müte’ali: Pek yüce, yüceler yücesi, aklın alabileceği her şeyden pek yüce.

Mütekebbir: Büyüklük ve ululukta tek olan, her şeyde ve her hadisede büyüklüğünü gösteren.

Müzill: Alçaltan, zillet veren, hor ve hakir eden.

 

Nafi: İstediğine fayda sağlayan, O’nun takdiri olmadan kimseye yarar verilemeyen.

Nur: Âlemleri nurlandıran, aydınlatan.

Râfi: Dereceleri yükseltici, rızkı yükseltici.

Rahîm: Acıyıcı.

Rahman: Yarattığı bütün canlılara nimet veren.

Rakîb: Bakıp gözeten ve kendisinden hiçbir şey gizlenemeyen.

Rauf: Çok şefkat ve merhamet gösteren, çok esirgeyen, kolaylık sağlayan.

Reşid: Doğru yolu gösteren.

Rezzak: Rızk ihsan edici, tekrar tekrar, bol bol rızk veren.

 

Sabur: Çok sabırlı, sabreden, cezayı erteleyen.

Samed: Hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey kendisine muhtaç olan.

Selâm: Bütün ayıplardan arınmış. Selâm sahibi‚ yani her çeşit ayıptan selâmette‚ her türlü afetten beri.

Semi: İşitici.

Şehid: Her şeye şahit olan, O’ndan saklı olmayan.

Şekûr: Kullukları kabul edici, az amele çok sevap veren, şükrü kabul edip çok ihsan eden, şükredilen.

Tevvab: Tövbeleri çokça kabul eden, çok tövbe fırsatı veren.

Vâcid: İstediğini istediği an bulan, hiç bir şeye ihtiyacı olmayan.

Vahid: Tek ve eşsiz. Zatında, isimlerinde, sıfatlarında, işlerinde ve hükümlerinde, asla ortağı veya benzeri, dengi bulunmayan.

Vali: Yardım eden, destek veren, veliyy, dost, işleri düzenleyen, yöneten ve idare eden.

Vâris: Bütün servetlerin gerçek sahibi.

Vâsi: İlmi ve rahmeti geniş ve sınırsız, geniş olan.

Vedûd: Seven, bütün mahlûkatın hayrını isteyen, onlara ihsan eden.

Vehhab: Karşılıksız veren, sonu gelmeyen bağışların sahibi.

Vekil: Her şeye vekil.

Veliyy: Yol gösteren, yardım eden, koruyan yakın.

Zahir: Görünen, varlığı aşikâr olan.

Zü’l-Celali ve’l -İkram: Ululuk ve ikram sahibi.

Bu isim ve sıfatlardan tamlama yapmak suretiyle Rabbimizin her bir eylemini mübalâğa kalıplarıyla “en güzel isimler” hâline getirmek de mümkündür. Meselâ; “Rabbü’l-Âlemin [Âlemlerin Rabbi]”, “Maliki Yevmi’d-Dîn [Din Günü’nün Sahibi]”, “Allâmü’l-Guyûp [Gayıpları En İyi Bilen]”, “Settârü’l-Uyûp [Ayıpları Çokça Örten]”, “Gaffârü’z-Zünûp [Günahları Çok Bağışlayan]”, “Razzâku’l-Âlemîn [Âlemleri Çokça Besleyen]”, “Hayru’r-Râzikîn [Rızk Verenlerin En Hayırlısı]” gibi.

181Yine Bizim oluşturduklarımızdan hakka kılavuzluk eden ve onunla adaleti uygulayan bir ümmet vardır.

 

Bu ayet, akıllarını kullanmayanların düştükleri durumun anlatıldığı 179. ayetin devamı mahiyetindedir. Bu ayetle, hayvandan daha sapkın duruma düşebilen insanoğlu içinde akıllarını kullanan değerli kişilerin de var olduğu bildirilmektedir.

Bu ayetten, Rabbimizin dünyayı hakka davet eden, kılavuzluk yapan insanlardan hiçbir zaman boş bırakmayacağı, Allah’ın doğru yoluna kılavuzluk eden birilerinin bu dünyada her zaman bulunacağı anlaşılmaktadır. Hatırlanacak olursa 159. ayette İsrailoğulları içinde de hakka kılavuzluk edenlerin bulunacağı bildirilmişti.

182Ve âyetlerimizi yalanlayanları, bilemeyecekleri yönden derece derece, yavaş yavaş değişime/ yıkıma yaklaştıracağız.

183Ben onlara süre de tanırım. Kesinlikle Benim plânım pek çetindir.

 

Ayetlerde sözü edilen yalanlayıcılar ilk plânda Kur’an’ın indiği dönemdeki Mekkeliler olmakla birlikte, sonradan dünyada yaşamış ve kıyamete kadar var olacak olan yalanlayıcılar da bu ayetin kapsamına girmektedir.

Ayette geçen “ الاستدراجistidrac” sözcüğü “derece derece, azar azar yükseltmek veya indirmek, yavaş yavaş toplamak” anlamlarına gelir.[1] Buna göre ayetleri yalanlayanlar, kendileri farkına varamayacak şekilde yavaş yavaş helâke sürüklenmektedirler. Bu yalanlayıcılar günah işledikleri zaman hemen cezalandırılmazlar; çünkü Allah onlara mühlet vermiştir. Buna karşılık, hemen cezalandırılmamaları sebebiyle şımarırlar ve içinde bulundukları durumun aslında kendileri için bir tuzak olduğunu fark etmezler. Öyle bir tuzak ki, hemen cezalandırılmadıklarını gördükleri için tutkularının peşinde koşmaya başlarlar, Allah’ı hiç düşünmez olurlar, hesap vereceklerini unuturlar ve bulundukları ortamı terk edemez olurlar. Bu hallerinden dolayı da, hiç farkına varmadan yaptıkları işlerin tutsağı olarak kendi kötü sonlarını hazırlamış olurlar. İşte, Allah’ın plânı, tuzağı budur. Üstelik bu plân, içine düşen kişinin helâke sürüklendiğini anlayamaması sebebiyle çok da çetindir.

Yalanlayıcılara hazırlanmış olan bu plân, En’am suresinde de dile getirilmiştir:

44Derken kendilerine hatırlatılanı terk ettiklerinde, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki, kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar, umutları suya düşenler oldular.

45Böylece şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluluğun kökü kesildi. –Ve tüm övgüler, âlemlerin Rabbi Allah’adır; başkası övülemez.–

46De ki: “Hiç düşündünüz mü, eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alır ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah’tan başka getirebilecek ilâh kimdir?” Bak, Biz âyetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra da onlar sırt çevirip engelliyorlar?

47De ki: “Kendinizi hiç düşündünüz mü, Allah’ın azabı size ansızın veya açıkça gelirse, şirk koşarak yanlış davrananlar; kendi zararlarına iş yapanlar toplumundan başkası mı değişime/yıkıma uğratılmış olur?”

48Ve Biz gönderilen elçileri, ancak müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere göndeririz: Artık kim iman eder ve düzeltirse, artık onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun olmayacaklar da.

49Âyetlerimizi yalanlayanlara da, yapmakta oldukları hak yoldan çıkışlar yüzünden azap dokunacaktır.

(En’am/ 44–49)

184Ve onlar arkadaşlarında hiçbir deliliğin/ cinlenmişliğin bulunmadığını düşünmediler mi? O, ancak apaçık bir uyarıcıdır.

185Ve onlar göklerin ve yerin mülkiyeti ve yönetimine, Allah’ın oluşturmuş olduğu herhangi bir şeye ve ecellerinin gerçekten yaklaşmış olması ihtimaline hiç bakmadılar mı? Artık bundan sonra başka hangi söze inanacaklar?

186Allah, kimi saptırırsa, artık ona yol gösterecek bir kimse de yoktur. Ve O, bunları taşkınlıkları içinde şaşkın bir durumda bırakır.

 

Bu ayet grubunda, peygamberimiz ile çağdaşı Mekkeliler arasındaki olaylara değinilmekte ve yalanlayıcılar uyarılmaktadır. Bu pasajda Allah elçisinin mecnunun biri olmadığı ciddiyetle vurgulanmıştır. Bilindiği gibi, peygamberimize Mekkeliler tarafından “mecnun [deli/cinlenmiş]” dendiği Kur’an ile sabittir:

5Hiçbir ümmet, süre sonunun önüne geçemez ve geciktiremezler.

6,7Ve onlar; “Ey kendisine Öğüt/Kur’ân indirilen kişi! Şüphesiz sen gizli güçlerce desteklenen/deli birisin. Eğer doğrulardan isen, bize melekler ile gelmeliydin” dediler. (Hicr/ 6)

  1. ayette yine yalanlayıcıların düşüncesizliğine dikkat çekilmekte ve Allah’ın ayetlerine karşı duyarsız ve lâkayt kalan bu kişilere ömür sermayesinin tükenmekte olduğu hatırlatılarak üzerinde oldukları çıkmaz yoldan dönmeleri çağrısında bulunulmaktadır.

187Sana, Sâat’ten; kıyâmetin kopuş anından soruyorlar: “Ne zaman gelip çatacak?” De ki: “Onun bilgisi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun vaktini Kendisinden başkası açıklayamaz. Onun vaktini bilmek, göklerde ve yerde ağır basmıştır/ bilinemez olmuştur. O size ansızın gelir.”

Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.”

188De ki: “Ben kendim için Allah’ın dilediğinden başka ne bir yarar elde etmeye, ne de bir zararı önlemeye yetkin değilim. Ben eğer görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilseydim, elbette ben hayırdan çoğaltmak isterdim. Ve bana hiçbir kötülük bulaşmamıştır. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir topluma müjdeleyenim.”

Kıyametin ne zaman kopacağı hakkındaki soru, peygamberimize çok sorulan bir sorudur ve Kur’an’da birçok kez yer almıştır:

48Ve onlar; “Eğer doğrular iseniz bu vaat ne zamandır?” diyorlar.

(Yunus/ 48)

38Ve inkâr eden kişiler, “Eğer doğrular iseniz, bu vaat ne zamandır?” diyorlar.

(Enbiya/ 38)

Ve       Neml 71, Yasin 48.

Yukarıdaki ayetlerde kıyamet saati ile ilgili sorular inkâr nitelikli sorulardır. Ancak konumuz olan ayetlerdeki ifadelerden 187. ayetteki sorunun samimî olduğu ve kıyametin kopma saatinin tabii bir merak saiki ile sorulduğu anlaşılmaktadır. Ayette soruyu soranların kimliklerine dair bir açıklama yapılmamasına rağmen bu kişiler klâsik kaynaklardan gizli kalamamışlardır: Bir anlatıma göre bu soruyu peygamberimize yöneltenler, Hısl b. Ebi Kuşeyr ile Şemuyil b. Zeyd adlı Yahudilermiş.[2] Bu şahıslar kıyametin vaktini bildiklerini iddia ederek eğer peygamberimiz de bu vakti doğru olarak söylerse ona iman edeceklerine söz vermişler. Ancak bu soruyu yöneltmekteki asıl niyetleri, peygamberimizin bildireceği herhangi bir vakti yalanlamakmış. Bir başka anlatıma göre de soru Mekkeliler tarafından sorulmuş ve peygamberimize “Aramızda akrabalık bağları var; onun için bunu bize söyle de tedbir alalım” demişler.

Sure Mekke’de indiğine göre soruyu soranların da Mekkeliler olması gerekir. Ancak burada esas olan soruyu soranların kimlikleri değil, soruya verilen cevaptır. Çünkü çok önemli bir konuyu açıklığa kavuşturan bu cevap, peygamberimizin gaybı bilmediğini ve bilemeyeceğini ortaya koymaktadır.

Oysa hurafelere batmış bir topluluk içinde yaşayan peygamberimizin kendini olağanüstü güç sahibi biri olarak tanıtması için ortam uygundur. Nitekim kendisinde olağanüstü bir güç olmadığını söylemesine rağmen, çevresinde bulunanlar ona olağanüstü güç yakıştırma yarışına girmişler, hatta oğlu İbrahim’in öldüğü gün yaşanan “Güneş Tutulması” olayını Güneş’in matem tutması olarak yorumlamışlardır. Peygamberimiz ise Allah’ın vahyettiği gibi, gayb hakkında hiçbir şey bilmediğini söyleyerek sadece “açıkça uyaran” bir hakk peygamber olduğunu açıklamıştır.

Peygamberimizin hayatı boyunca karşı çıktığı ve mücadele ettiği olağanüstü güçlerle donatıldığı iddialarının kökü ne yazık ki kazınamamış, bu konudaki uydurmalar günümüze kadar gelmiştir. “Gayb Meselesi” başlıklı yazımızda peygamberimizin mücadele ettiği bu zihniyet ele alınmakta, aynı zihniyet tarafından üretilen sapkın anlayışların Kur’an ile çürütülmesi yoluna gidilmektedir.

  1. ayetteki “Ben eğer gaybı bilseydim, elbette ben hayırdan arttırmak isterdim” ifadesinin açıklamasını pek çok şekilde yapmak mümkündür:

  Eğer Allah’ın bana bildirmesinden önce neyi istediğini bilmiş olsaydım şüphesiz onu yapardım.

  Eğer ben gaybi bilseydim, gaybe dair her sorulanı cevaplardım.

  Eğer ben ne zaman öleceğimi bilseydim, çokça iyi işler yapardım.

  Eğer ben, savaşta ne zaman zafer kazanacağımı bilseydim, o vakit savaşırdım ve hiç yenilmezdim.

  Eğer ben hangi yılın veriminin kıt olacağını bilseydim bolluk zamanından bana yetecek kadarını hazırlardım.

  Eğer ben hangi malın ticarette çok satılacağını bilseydim, o malı alıcısının olmadığı zamanda satın alırdım.

189O, sizi bir candan oluşturan ve ondan da, kendisine ısınsın diye eşini yapandır. Ne zaman ki o, onu örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki hanım ağırlaştı, hemen o ikisi Rablerine dua ettiler: “Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen, andolsun ki kesinlikle karşılığını ödeyenlerden olacağız.”

190Ne zaman ki o ikisine sağlıklı bir çocuk verdi, o ikisine verdiği şey hakkında O’nun için ortaklar edindiler. Onların ortak koştuğu şeylerden Allah arınıktır, yücedir.

Hem ayetleri hem de asıl konuyu iyi anlayabilmek için bu pasajın ayrıntılı olarak tahlil edilmesi yararlı olur.

O, sizi bir candan yaratan ve ondan da, kendisine ısınsın diye, eşini yapandır.

 

Üzülerek tespit etmiş bulunuyoruz ki, bugüne kadar okuduğumuz Türkçe veya Arapça eserlerde ayetin bu kısmının Yahudi kültürünün[3] etkisinde kalınmadan yapılmış bir açıklamasına rastlanılmamıştır. Mevcut meal ve tefsirlerin tümünde de ilk insanın Âdem olduğu, Havva’nın ondan (kaburga kemiğinden) yaratıldığı, Âdem’in kaburga kemiklerinin Havva’nınkinden bir adet noksan olmasının da bundan kaynaklandığı ya açıkça yazmakta, ya da ima edilmektedir. Hâlbuki ayetin lâfzında Âdem ve Havva diye birilerinden söz edilmediği gibi, ima yolu ile de olsa bu ikisine herhangi bir işaret bulunmamaktadır.

İnsanın bir candan yaratılması, ondan da eşinin yaratılması konusu sadece bu ayette geçmemekte, Nisa/1, Zümer/6 gibi daha birçok ayette dile getirilmektedir. Rum suresinin 20, 21. ayetleri de konumuz olan ayetin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacak bir muhtevaya sahiptir.

Ayette önce cinsiyeti belirtilmeyen bir canlıdan bahsedilmekte, sonra da bu canlıdan onun eşinin yaratıldığı bildirilmektedir. Bu yaratılış tarzının bugünkü “klonlama”ya benzediği söylenebilir. Rabbimiz, insanın eşinin kendisinden yaratılmasının gerekçesini de göstermiş, bu yaratmanın ikisinin arasında bir sıcaklığın, yakınlığın, sevginin, sükûnetin [yatıştırmanın] doğması için olduğunu açıklamıştır. İnsanlar görünüm olarak erkek ve dişi olarak ayrılsalar da, yaratılışta tek canlıdan türedikleri için aynı özellikleri taşımaktadırlar. Bu da özde birbirlerinden farkları olmadığı anlamına gelmektedir. Erkeklik ve dişilik farkına gelince; bu fark ilk yaratılışta değil, Nisa suresinin 1. ayetinden anlaşıldığına göre yaratılışın üçüncü aşamasından sonra oluşmuştur.

Ayetin bu giriş bölümünde Allah’ın plânlı yaratıcılığı vurgulanmak suretiyle insanlar tevhide, imana yönlendirilmektedir.

Ne zaman ki o, onu örttü/bürüdü [örtüp bürüdü], hafif bir yük yüklendi ve bununla gidip geldi.

Ne zaman ki zevce ağırlaştı, ikisi [karı koca] Rabbleri Allah’a yalvardılar: “Eğer bize bir salih [sağlam çocuk] verirsen kesinlikle şükredenlerden olacağız!

Ne zaman ki Allah onlara bir salih [düzgün bir çocuk] verdi, o ikisi Allah’ın o ikisine verdiği şeyler hakkında onun için ortaklar kıldılar.

Görüldüğü gibi, hamileliğin başlangıcında eşler ne annenin başarılı bir doğum yapacağı, ne de bebeğin salih olup olmayacağı ile ilgili bir endişe taşımaktadır. Her ikisi de işlerin yolunda gittiği düşüncesiyle rahattırlar. Ancak anne adayı ağırlaşıp da doğum iyice yaklaşınca panik başlar ve açıkça Allah’tan yardım istemeye başlarlar. Başa gelen her sıkıntıda olduğu gibi, eğer sağlıklı, iyi bir çocuk ihsan ederse kesinlikle şükredenlerden olacaklarına ve asla nankörlük etmeyeceklerine dair Allah’a sözler verirler. Çocuk sağ ve salim doğduğunda ise verilen sözler unutulur, çocuğun sağlıklı oluşu Allah’tan başka etkenlere bağlanır ve şirk ortaya çıkar.

Bu çocuk ve şirk meselesi, İbrani kültürünce üretilen Âdem-Havva rivayetleri ile birleştirilmiş ve ortaya hayal ürünü anlatımlar çıkmıştır:

İbn Abbas:

Bu âyette geçen “bir nefs” kelimesiyle Hz. Âdem; “bundan da eşini yapan …” ifadesiyle de Hz. Havva murad edilmiştir. Yani Allah Teala, Hz. Havva’yı, eziyet vermeksizin Hz. Âdem’in kaburgasından yaratmıştır. … Vakta ki Âdem, Hz. Havva’yı bürüyünce, Havva hafif bir yük yüklendi [hamile kaldı]. Çocuk onun karnında ağırlaşınca, İblis, bir adam suretine girip Havva’nın yanına gelerek şöyle dedi: “Ey Havva, bu nedir? Ben, bunun bir köpek ya da herhangi bir hayvan olmasından korkuyorum. Onun, nereden çıkacağını nereden bileceksin? Arkandan mı çıkıp seni öldürecek, yoksa karnın mı yarılacak?” Bunun üzerine Havva endişelendi ve bunu Âdem’e anlattı. Böylece Âdem ile Havva hep bunun endişesi ve hüznünü taşıdılar. Daha sonra o İblis, Havva’ya gelerek şöyle dedi: “Eğer Allah’tan onu tıpkı senin gibi kusursuz ve hilkati tam bir kimse yapmasını ve onun karnından çıkmasını istersen, ona Abdül Harîs adını verirsin…” Melekler arasında, İblis’in adı el- Harîs idi. İşte bu, Cenab-ı Hakk’ın “Fakat Allah onlara düzgün bir çocuk verince, kendilerine verdiği çocuk hakkında ona eşler tutmaya başladılar” âyetinde ifade edilen husustur. Yani, “Allah onlara, düzgün ve kusursuz bir çocuk verince, Âdem ile Havva, O’na eşler tutmaya başladılar” demektir. İşte, buradaki koşulan şirk ile Harîs [İblis] kasdedilmiştir. Kıssanın tamamı bundan ibarettir.” [4]

AYETTE SÖZÜ EDİLEN İKİLİ / KARI KOCA KİMDİR?

Arap dili gramerine vakıf olanlar bilirler ki, “Kelâmda [sözde] zamirlerin merciinin mutlak surette lâfzen, manen veya hükmen zikredilmiş olması gerekir.” Oysa bu ayette ne lâfzen, ne manen ve ne de hükmen Âdem ve Havva diye bir merci bulunmamaktadır. Buna karşılık, ayetteki “nefs ve eşi” ifadelerinden bu ikilinin karı koca oldukları anlaşılmaktadır. Bundan dolayı da hem tesniye ifadelerinin özneleri, hem de zamirlerin mercileri bu “karı koca”ya raci olmaktadır. Klâsik Arap edebiyatında birçok uygulaması görülen bu durumun en meşhur örneği, “İ’dilû hüve akrabu littakvâ. [Adaletli olun; o (adalet) takvaya en yakın olandır]” ayetindeki “hüve [o] zamiridir. Ayette açıkça “adl [adalet]” sözcüğü geçmediği halde ayetin manasından “Hüve [o] zamirinin “adl [adalet]” sözcüğüne raci olduğu anlaşılmaktadır.

Aynı ayetteki zaman kiplerinin “geçmiş zaman kipi” olması, Kur’an’ın pek çok yerinde görüldüğü gibi, Allah için zaman mefhumunun söz konusu olmadığını ve anlatılanların kesinlikle gerçekleştiğini veya gerçekleşeceğini vurgulamak içindir.

Ayette konu edilen bu karı koca Âdem-Havva, Ali-Ayşe, Ahmet-Fatma gibi bilinen ve tanınan birileri değil, genel olarak tüm karı kocalar, tüm insanlardır. Dolayısıyla ayette ifade edilen davranışlar da tüm karı kocaların genel karakteridir, fıtrî özellikleridir.

İnsanın şirke ve nankörlüğe meyilli bu ham karakteri Hud suresinde de dile getirilmiştir:

9-11Ve eğer, sabreden ve düzeltmeye yönelik işleri yapan kişilerin –işte bunlar, bağışlanma ve büyük ödül kendileri için olanlardır– dışındaki insanlara, tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak, kuşkusuz o umutsuzdur, çok nankördür. Ve eğer, kendisine dokunan mutsuzluktan sonra, ona mutluluğu tattırsak, elbette, “Kötülükler benden gitti” der. Ve kuşkusuz o, şımarıktır, böbürlenen biridir.

(Hud 9- 11)

Kur’an’da konumuz olan ayetin üslûbunu taşıyan ve Hud suresinin yukarıda verdiğimiz ayetlerinin tefsiri mahiyetinde olan daha birçok ayet (Tövbe/ 75, 76, Yunus/ 22, 23, Nahl/ 53, 54, Lokman/ 31, 32, Rum/ 33,           Ankebut/ 65, İsra/ 67) vardır.

Zümer suresine ait aşağıdaki ayetler ise, konumuz olan 189, 190. ayetlerin bire bir tefsiri olarak değerlendirilebilir:

6O, sizi tek bir nefisten oluşturdu, sonra ondan eşini yaptı ve sizin için hayvanlardan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde, oluşturluştan sonra bir oluşturuluşla oluşturuyor. İşte bu, sahiplik, yönetim yalnız Kendisinin olan Rabbiniz Allah’tır. O’ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Öyleyse, nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?

7Eğer küfredecek; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedecek/ iyilikbilmezlik edecek olursanız, biliniz ki, şüphesiz Allah size hiçbir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için, küfre; Kendisinin ilâhlığının ve rabliğinin bilerek reddedilmesine/ nankörlüğe rıza göstermez. Ve eğer kendinize verilen nimetlerin karşılığını öderseniz, sizin için ona razı olur. Hiç bir taşıyıcı, bir başkasının yükünü çekmez. Sonra dönüşünüz yalnızca Rabbinizedir. Böylece yapmış olduklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı iyi bilendir.

8İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, bütün gönlünü O’na vererek Rabbine yakarır. Sonra kendisine tarafından bir nimet lütfettiği zaman da önceden O’na yakardığı hâli unutur da Allah’ın yolundan saptırmak için O’na ortaklar oluşturur. De ki: “Küfrünle; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedişinle biraz yararlan! Şüphesiz sen ateşin ashâbındansın.”

(Zümer/ 6 – 8)

Onların şirk koştuklarından Allah münezzehtir.

Ayetteki bu ifade, insanların yukarıda anlatılan olumsuz yönlerinin Allah’ın ortak koşulanlardan münezzeh olduğunu kabul etmemelerindem ileri geldiğini ve bu yanlış davranışların vahye dayalı bilgilerle ortadan kaldırılması gerektiğini anlatmaktadır.

Ayetin bu bölümünde dikkat edilmesi gereken bir husus da, daha önce kullanılan tesniye (ikil) ifadelerden, “ يشركونyüşrikûn [şirk koşup durdukları]” şeklindeki çoğul ifadeye yapılan geçiştir. Nitekim bu bölümden itibaren konu pasajın sonuna kadar hep çoğul olarak ifade edilmiştir.

191Hiçbir şey oluşturmayan ve kendileri oluşturulmuş olan şeyleri mi eş koşuyorlar?

192Hâlbuki bunlar, tapınanlar için yardıma güç yetiremezler. Kendi nefislerine de yardım edemezler. 193Eğer siz onları doğru yola çağırsanız, size uymazlar. Onları çağırsanız da çağırmayıp susmuş olsanız da size karşı hiç fark etmez.

194Allah’ın astlarından yakardığınız kimseler, tıpkı sizin gibi kullardır. Eğer doğru iseniz haydi onları çağırın da size karşılık versinler. 195Onların kendileriyle yürüyecek ayakları, tutacak elleri, görecek gözleri veya işitecek kulakları mı var?

De ki: “Çağırın ortaklarınızı, sonra bana tuzak kurun ve bana zaman da tanımayın.

 

Kendisine kullanılmaya hazır bir akıl verilmiş olan insanın, duyuları bile olmayan, ne kendisine ne başkasına zararı veya yararı dokunmayan bir şeyden medet umması, akılla bağdaştırılacak bir davranış değildir.

Bu ayetlerde, aklını kullanmayıp da aslında kendileri de kul olan ve kendilerine bile hayırları dokunmayan kişi ve nesneleri Allah’a eş koşanlar kınanmaktadır. Ayette “ الّذينellezine [kişiler]” ve “ عبادıbâd [kullar]” sözcükleri kullanılmak suretiyle, Allah’a eş koşulan kişi ve nesnelerin yelpazesi oldukça geniş tutulmuştur. Buna göre, yaşayan ve ölmüş azizler, azizeler, sözde evliyalar, kutsallık yakıştırılan kişiler ile put, fetiş gibi sembolik şeyler, idoller ve kutsal bilinen tüm varlıklar bu kapsama girmektedir.

Bu konu, Kur’an’da üzerinde çok durulan önemli konulardan biridir:

42-45Bir zaman o, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan şeylere niçin kulluk ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir bilgi bana geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahmân’a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’a] âsi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahmân’dan [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’tan] bir azap dokunur da şeytan için bir yol gösteren, koruyan, yardım eden bir yakın olursun diye korkuyorum” demişti.

(Meryem/ 42- 45)

73Ey insanlar! Bir örnek verilmektedir, şimdi ona kulak verin: Sizin Allah’ın astlarından şu yakardıklarınız bir araya gelseler bile, bir sineği asla oluşturamazlar. Ve sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen ve istenen güçsüzdür.

74Allah’ı gereği gibi değerlendirip bilemediler. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, her şeye üstündür.

(Hacc/ 73, 74)

95,96İbrâhîm: ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki sizi ve yaptığınız şeyleri Allah oluşturmuştur’ dedi.

(Saffat/ 95, 96)

53-57Onlar dediler ki: “Ey Hûd! Bize bir açık kanıt ile gelmedin. Ve biz, senin sözünle ilâhlarımızı terk edecek değiliz. Biz, sana inananlar da değiliz. Ancak ‘Tanrılarımızdan bazısı seni fena çarpmış’ diyebiliriz.” Hûd dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ı şâhit tutuyorum, siz de şâhit olun ki, ben, Allah’ın astlarından O’na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Hadi öyleyse hepiniz bana tuzak kurun, sonra beni hiç bekletmeyin. Şüphesiz ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a işin sonucunu havale ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir irili-ufaklı hareket eden canlı yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerinedir. Buna rağmen yine de sırt çevirirseniz, ben size ne ile gönderilmiş isem, işte onu tebliğ ettim. Ve benim Rabbim, başka bir toplumu sizin yerinize getirir. Ve siz O’na hiçbir şekil ve yolla zarar veremezsiniz. Hiç şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir.”

(Hud/ 53- 57)

75,76İbrâhîm: “Peki, siz ve en eski babalarınızın nelere tapmış olduğunuzu hiç düşündünüz mü? 77İşte onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi ayrı. 78-82O, beni oluşturandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yedirenin, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, kusurumu bağışlayacağını umduğumdur. 83Rabbim! Bana ‘hüküm’ ver ve beni iyilere kat! 84Ve beni, sonra gelecekler için doğrulukla anılanlardan kıl! 85Ve beni nimeti bol cennetin mirasçılarından kıl! 86Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu. 87-91Ve yeniden diriltilen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple/gerçek imanla gelenlerden başkasına yarar sağlamadığı ve cennetin Allah’ın koruması altına girenlere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme!” dedi.

(Şuara/ 75–91)

–26,27Ve hani bir zamanlar İbrâhîm babasına ve toplumuna: “Şüphesiz ben sizin taptığınız şeylerden uzağım. Beni yoktan yaratan ayrı. Şüphesiz ki artık O, beni doğru yola iletecektir” dedi.28İbrâhîm bu sözü, onların dönmesi için ardından gelecek olanlara devamlı kalacak bir söz yaptı.

(Zühruf/ 26-28)

196Şüphesiz ki benim velîm [yol gösterenim, yardım edenim, koruyanım], o kitabı indiren Allah’tır. Ve O, düzgün kimselere velî [yol gösteren yardım eden, koruyan] olur. 197Sizin O’nun astlarından yakardığınız kimseler ise, size yardıma güç yetiremezler, kendi nefislerine de yardım edemezler. 198Siz onları doğru yola çağırsanız da duymazlar. Ve onları sana bakar görürsün, hâlbuki onlar görmezler.”

Bu ayetlerde de yine şirk koşan akılsızlar kınanmakta ve tek ‘veliyy’nin Allah olduğu, dolayısıyla gerçek yardımın sadece Allah’tan geleceği, Allah’ın ise düzgün insanlara yardım edeceği bildirilmektedir.

Ayrıca ayetlerde, Allah’ın astlarından bel bağlanan ilâhların ne kendilerine ne de onlara tapanlara yardım edemeyecekleri, çağırıldıklarında sesleri duymayacakları ve bakar gibi durmalarına rağmen görmedikleri açıklanmak suretiyle, hem “Bizim ilâhlarımızı karalama! Sonra onların hışmına uğrarsın!” şeklinde peygamberimize yapılan tehditlere cevap verilmiş olmakta, hem de Allah’ın astlarından ilâh edinilen şeylerin kesinlikle ilâh olamayacakları vurgulanmaktadır.

Görünmez varlıkların sembolü sandıkları “şey”lere taparak Allah’a yaklaşacaklarını zanneden ve bu “şey”lerin Allah ile kendi aralarında şefaatçi olacaklarına inanan müşriklerin, bu “şey”lerden yardım isteme, o “şey”lere koku, yağ sürüp mum yakma, kurban kesme gibi törenleri, bazı değişikliklerle günümüzde de devam etmektedir. Ama bu müşrikler bilmelidirler ki, yaptıkları davranışların tümü Yüce Allah tarafından Kur’an’da pek çok defa kınanıp reddedilmiştir. Yakardıkları ise, kıyamet günü onların aleyhine dönecektir:

13,14Allah, geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneşi ve ayı insanlığın yararlanacağı yapı ve işleyişte yaratmıştır. Hepsi adı konmuş bir müddet için akıp gidiyor. İşte bu, mülk Kendisinin olan sizin Rabbinizdir. O’nun astlarından yakardığınız kimseler bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız, onlar çağrınızı işitmezler; işitseler bile size cevap veremezler, Kıyâmet günü de ortak koştuğunuzu kabul etmezler. Sana her şeyden haberdar olan Allah gibi kimse haber veremez.

(Fatır/13- 14)

199Sen afvı/ malın fazlasını al, “urf” [örf, Kur’ân âyetleri öbeği] ile emret ve câhillerden de mesafeli dur.

200Eğer sana şeytândan bir vesvese gelirse de hemen Allah’a sığın. Kesinlikle O, en iyi işiten, en iyi bilendir.

Bu ayetlerde Rabbimiz, peygamberimize hitap ederek ona çevresiyle olan ilişkilerini yönlendirmeye yönelik dört temel görev vermiştir:

AFV العفو

العفو [‘afv], “kolay gelen, fazlalık, çokluk, çıkartılıp verilmesi insana ağır gelmeyen, malın nafakadan fazlası/artanı, suyun içtikten sonra bardakta kalanı, ihmal edilen; ekilip biçilmeyen, ayak basılmayan; işe yaramayan arazi” demektir.[5]

Bu sözcük, beşeri ilişkilerde Türkçedeki “af (bağışlama; değersiz görme, önemsememe)” anlamında, infak konusunda ise “ihtiyaç fazlası”, demektir.

A’raf/199, Bakara/219’a bakılabilir.

Allah’ın afvı: Allah’ın kusurları, günahları önemsememesi; silip atması anlamındadır. Ki bu, rüzgârın toprak üstündeki izleri kaybetmesi olayından türetilmiştir.

Aynı kökten gelen âfiyet sözcüğü de Allah’ın bela ve hastalıkları yok etmesi anlamındadır.

Elbise için alınan kumaşın, Terzinin ölçüp biçtikten sonra atılan kısmı da Afvdır.

1- Afvı al: Bu ifade hem malın fazlasını almak [zekât toplamak], hem de hataları bağışlamak, özürleri kabul etmek anlamlarına gelir. Ancak bu ayet indiği dönemde henüz zekât ile ilgili bir yükümlülük bulunmadığından, ifadenin “bağışlamak” diye anlaşılması gerekir. Zaten ayetlerdeki söz akışı da “bağışlamak” anlamına daha uygundur. Bağışlayıcı olmak, insanlara müsamaha ile yaklaşmak ve çevresine karşı sert davranmamak gibi talimatlar, peygamberimize başka ayetlerde de tekrarlanmıştır:

159İşte sen, sırf Allah’ın rahmeti sebebiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için bağışlanma dile. İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah’a işin sonucunu havale et. Şüphesiz Allah, işin sonucunu Kendisine havale edenleri sever.

(Âl-i Imran/ 159)

125Rabbinin yoluna, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Şüphesiz Rabbin Kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, kılavuzlandıkları doğru yolda olanları da en iyi bilendir.

(Nahl/ 125)

2- Urf ile emret: “ عرفUrf” sözcüğü, bu surenin adı olan “ اعرافa’raf” sözcüğünün tekili olup hem bu surenin baş tarafında, hem de Mürselat suresinin tahlilinde açıkladığımız gibi öncelikle “Kur’an ayetleri öbeği” anlamına gelir. Bu anlama göre, peygamberimizden istenen ikinci husus çevresine Kur’an ayetleri ile emretmesidir. “Urf” sözcüğü ayrıca “örf, güzel ve hayırlı olan şey” anlamına da gelmektedir. “Maruf” kavramı da “urf” sözcüğünün bu anlamdaki türevlerindendir. Ancak; birinci anlamın ikinci anlamı da kapsadığı düşünülürse, sözcüğün buradaki manasını “Kur’an ayetleri öbeği” olarak anlamak daha isabetli görünmektedir.

3- câhillerden de mesafeli dur: “Cahil” sözcüğü, “düşüncesizce hareket eden, inkârcı, bir şey bilmez” anlamlarına gelir. Konunun akışı içerisinde buradaki anlamı ise, “hisleriyle ve tutkularıyla hareket eden, birden bire kızan, düşüncesiz ve kaba insan” demektir. Bu anlama göre Rabbimiz peygamberimizden böyle insanlara aldırmamasını, onların davranışlarından ve kırıcı sözlerinden etkilenerek maneviyatını bozmamasını istemektedir.

63Ve Rahmân’ın; yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’ın kulları öyle kimselerdir ki onlar, yeryüzünde alçakgönüllülükle yürürler ve cahil kimseler kendilerine lâf attığı zaman “Selâm!” derler.

72Ve Rahmân’ın kulları, yalan yere tanıklık etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman saygın bir şekilde geçerler.

(Furkan/ 63,72)

3Ve onlar, boş şeylerden yüz çeviren kimselerdir, …

(Mü’minun/ 3)

4- Şeytandan Allah’a sığın: Burada konu edilen şeytan “İblis” olup peygamberimizin dikkati kendi içinden gelebilecek zarara çekilmiş ve içindeki şeytandan [İblis’ten] Allah’a sığınması istenmiştir.

96Sen, kötülüğü en güzel bir şeyle sav. Biz onların yakıştırmakta oldukları şeyleri çok iyi biliriz.

97,98Ve de ki: “Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım! Ve Rabbim! Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.”

(Mü’minun/ 96–98)

33,34Ve Allah’a çağırıp/ yakarıp sâlihi işleyen ve “Ben, Müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır? Ve güzellikle çirkinlik/ iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel şeyle sav. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir yakın’dır.

35Bu olgun davranışa ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak büyük bir pay sahibi olan kavuşturulur.

36Ve eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa hemen Allah’a sığın. Şüphesiz ki O, en iyi duyanın ve en çok bilenin ta kendisidir.

(Fussılet/ 33–36)

98Öyleyse Kur’ân öğrenip öğrettiğin zaman Racim Şeytan’dan; [aklınıza hemen geliveren, iyiden iyiye düşünme sonucu olmayan, sizi mahvedecek mesnetsiz düşünceler üreten yetiden] Allah’a sığın.

99,100Şüphesiz ki iman etmiş ve Rablerine işin sonucunu havale eden kimseler üzerinde Şeytan-ı Racim’in hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onun zorlayıcı gücü, ancak kendisini, yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakın edinenler ve Allah’a ortak koşanların ta kendileri olan kimseler üzerinedir.

(Nahl/ 98–100)

 

ŞEYTANDAN ALLAH’A SIĞINMAK:

 

Şeytandan Allah’a sığınmak, “Euzu billahi mineşşeytanirracim [Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım / Allah’ım, şeytandan sana sığınırım, beni ondan koru!]” demek değildir.

Şeytandan Allah’a sığınmak:

  Şeytan tipler ve güçler tarafından dayatılan düşünce ve amelleri hemen Allah’ın gönderdiği Kur’an terazisinde tartmaktır.

  Şeytanın aklımıza, fikrimize zerk ettiği zehirleri Allah’ın Kur’an’da bize ikram ettiği panzehirle tedavi etmektir.

  Doğruyu Allah’tan öğrenip şeytanın bizi saptırmasına engel olmaktır.

  Fırtınaya tutulan geminin hemen limana sığınması gibi, derhal Kur’an’a sarılıp problemleri Kur’an ile çözmektir. Bilinmelidir ki, anlamadan Kur’an okumakla bu problemler çözülemez.

Günümüzde bu konuya örnek olabilecek çok sayıda şeytanî vesvese türü mevcuttur. Bu vesveseler birçok yönden insanların hayatına sokulmaya

çalışılmaktadır. Bunlardan bir tanesini somut bir örnek olarak sunmanın yararlı olacağı kanısındayız:

Mütedeyyin olmakla beraber bilgisiz ve sıradan insanlara yüzyıllardır şöyle telkinlerde bulunulmaktadır: “Şu kandil gecesinde şu kadar rekât namaz kılar, şu kadar sayıda tespih çekersen, bütün günahların affolur ve cennete gidersin!” Bu telkin ve öneriler ilk bakışta insanların hoşuna gitmekte, daha doğrusu işlerine gelmektedir. Çünkü insanın dünyaya gelişinden itibaren onun “karin”i olarak faaliyet gösteren şeytan [İblis], bu teklif üzerine hemen harekete geçip bir ham düşünce üretmekte, önerilen bu kolay davranışları yaparak cenneti ucuza elde etme fikrini insana “süslü” göstermektedir. Böylece insan, kendisine yapılan bu tür telkin ve öneriler ile hem Allah’ın bildirdiği dışında bir yolla cennet vadeden şeytanların, hem de bu yolu kendisine süslü gösteren beynindeki İblis’in vesveseleri ile karşı karşıya kalmaktadır. İşte, Rabbimizin kendisine sığınılmasını istediği şeytan vesvesesi bu ve buna benzer kuruntulardan oluşmaktadır. Ancak ayetteki ifadelerden anlaşıldığına göre, bu sığınma lâfla olmamaktadır. Zira ayette “Allah’a sığınırım de!” veya “Allah’a sığınmak istiyorum de!” değil, “Allah’a sığın!” denmektedir.

O hâlde yapılacak iş, yukarıda da söylediğimiz gibi, insanın kendisini sadece Allah’ın sözlerine teslim etmesidir. Nitekim yukarıda verdiğimiz örnek için insan “Cennetin bedeli nedir Ya Rabbi!” diye Allah’a sığınmak isterse, Allah’ın cevabını Kur’an’da bulacak ve bu bedelin “mütteki olmak, ebrardan olmak, malını ve canını Allah’a satmak” olduğunu öğrenerek kendini hem o teklifi yapan yalancı şeytanların, hem de beynindeki İblis’in vesvesesinden kurtarabilecektir.

Sonuç olarak insan mutlaka aklını çalıştırmaya yönelmeli ve bu tarz yalanlarla sürekli vesvese veren şeytanlardan korunmak için Allah’a, O’nun kitabına sığınmalıdır. Böyle yapmalıdır ki, Âdem ve eşi gibi hataya düşmesin.

201,202Kendi kardeşleri onları sapıklığa sürüklediği ve bırakmadığı hâlde şüphesiz Allah’ın koruması altına giren şu kimseler, kendilerine şeytândan bir vesvese, karanlık kuruntu, sırnaşma gibi bir tufan iliştiği zaman, hatırlarlar/düşünürler. Sonra bir de bakarsın ki onlar görüp bilmişlerdir!

Bu ayetlerde şeytandan Allah’a nasıl sığınılması lâzım geldiği anlatılmakta ve inanmayan kardeşleri tarafından çok büyük etki altında bırakıldıklarında bile, müttekilerin hatırlamak/düşünmek suretiyle Allah’a kulluktan ayrılmayacakları açıklanmaktadır.

89,90Münâfıklar, kendileri Allah’ın ilâhlığına ve rabliğine inanmadıkları gibi, sizin de inanmamanızı, böylece onlarla eşit olmanızı arzu ettiler. Onun için, onlar Allah yolunda yurtlarından göç edinceye kadar onlardan yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse, sizinle aralarında anlaşma olan bir topluma sığınan kimseler yahut sizinle ve kendi toplumlarıyla savaşmaktan göğüsleri daralarak size gelenler hariç onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün; onlardan bir yakın ve bir yardımcı edinmeyin. Sonra, eğer Allah dileseydi onları size musallat ederdi de onlar sizinle savaşırlardı. Artık eğer onlar sizden mesafelenip de sizinle savaşmaz ve size barış teklif ederlerse, Allah sizin için onlar aleyhine bir yol tanımamıştır.

(Nisa/ 89,90)

  1. ayetteki “ و اخوانهمve ihvanühüm [onların kardeşleri]” ifadesi pek çok yerde yanlış olarak “şeytanın kardeşleri” olarak çevrilmektedir. Hâlbuki ayetin yapısı bu anlamı çıkarmaya engel olup, “ همhüm” zamirinin “şeytan” sözcüğüne gönderilmesi mümkün değildir. Zira ayetteki “şeytan” sözcüğü tekil, ona gönderilmek istenen zamir ise çoğuldur. Dolayısıyla “ همhüm [onlar]” zamiri “müttekiler” sözcüğüne gönderilip “ihvanühüm” ifadesinin de “müttekilerin kardeşleri” olarak anlamlandırılması gerekir. Ayet, bizim yaptığımız gibi “Hâl cümlesi” şekline getirildiğinde cümlenin anlamında herhangi bir sorun oluşmamaktadır. Zaten “İsim cümlesi” olan ayetin teknik yapısı da buna uygundur. Cümlede “vav” bağlacının ve “hüm” zamirinin bulunuyor olması, ayetin “Hâl cümlesi” olarak anlamlandırılmasını mümkün kılmaktadır.

203Onlara bir âyet getirmediğin zaman da, “Kendin onu uyduruverseydin ya!” derler. De ki: “Ben ancak Rabbimden bana ne vahyolunuyorsa ona uyuyorum.” İşte bu Kur’ân, Rabbinizden gelen kalp gözünü açacak beyanlardır, iman eden bir toplum için bir kılavuz ve bir rahmettir.

Bu ayette, her istenildiğinde ayet veya mucize getiremeyen peygamberimizden, kendisine ayet uydurması yönünde yapılan tahriklere karşı sadece Allah’ın vahyettiğine tâbi olduğunu açıklaması istenmektedir. Çünkü peygamberimiz sadece bir elçidir ve ayet getirmek onun elinde değildir. Allah, dilediği zaman ona vahyeder ve o da kendisine vahyedileni tebliğ eder. Aslında bir peygamberin istenilen anda ayet getirememesi ve vahyi beklemesi, söylediği sözlerin kendi sözü olmayıp vahiy olduğunun kanıtıdır.

15Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: “Bundan başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir!” dediler. De ki: “Onu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.”

(Yunus/ 15)

109Ve ortak koşanlar, kendilerine bir alâmet/gösterge gelirse, ona kesinlikle iman edeceklerine dair en ağır yeminleriyle Allah’a yemin ettiler. De ki: “Alâmetler/ göstergeler ancak Allah katındadır.” Onlara alâmetler/ göstergeler geldiğinde de iman etmeyeceklerini anlamıyor musunuz?

(En’am/ 109)

90-93Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!”

(İsra/ 90- 93)

Ayetin son bölümündeki “İşte bu [Kur’an], Rabbinizden gelen basiretlerdir [kalp gözünü açacak beyanlardır], iman eden bir kavim için bir kılavuz ve bir rahmettir” ifadesi müşriklere bir uyarı mahiyetinde olup şu mesajı vermektedir: “Elçiyle ve sizi aşan şeylerle uğraşacağınıza, size kılavuz olacak, sizi aydınlatacak ve size rahmet olup sizi kurtaracak Kur’an’ı araştırın!”

 

204Ve esirgenmeniz için Kur’ân öğrenilip-öğretildiği zaman, hemen ona kulak verin ve susun.

 

Bu ayette, Kur’an okunurken onu dinlemenin adabı öğretilmekte ve Kur’an’ın saygıyla, sessiz ve can kulağıyla dinlenilmesi emredilmektedir. Çünkü her kitap gibi Kur’an’dan da ancak böyle istifade etmek mümkündür.

Ayette verilen “Kur’an’ın ciddiyetle dinlenmesi hâlinde ilâhî kelâm olduğunun anlaşılacağı ve ona inanılacağı, böylece de Allah tarafından esirgenip kurtuluşa erileceği” yolundaki mesaj, inanmayanlara yöneliktir. Çünkü müminler, kalp gözünü açan, kılavuz ve rahmet olan ayetleri zaten can kulağıyla dinlemektedirler. Kâfirler ise kendi hayat düzenlerini eskisi gibi sürdürebilmek için hem sürekli Kur’an’a kulaklarını tıkamakta hem de halkı Kur’an’dan uzak tutmaya yönelik çeşitli yollara başvurmaktadırlar:

26Ve kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler: “Üstün gelmeniz için bu Kur’ân’ı dinlemeyin, onun içinde anlamsız şeyler yapın/ anlaşılmasını her türlü yolla engelleyin” dediler.

(Fussılet/ 26)

205Ve her zaman kendi içinden, korkarak ve alçala alçala, yüksek olmayan bir sesle Rabbini an ve umursamazlardan olma!

 

Ayetteki “sabah akşam” ifadesi, Nâs suresinin tahlilinde de belirttiğimiz gibi, “daima, her zaman” anlamında olup burada peygamberimize ve dolayısıyla tüm insanlara Allah’ın nasıl ve ne zaman hatırlanması gerektiği bildirilmektedir.

“Allah’ın anılması, hatırlanması” anlamına gelen “zikrullah” sözcüğü zaman içinde anlam kaybına uğratılarak yozlaştırılmıştır. Bir isim tamlamasından oluşan bu ifadenin doğru anlaşılabilmesi ancak Kur’an’daki bağlamının iyi incelenmesiyle mümkündür. Aksi takdirde sözcüğün tasavvuf terminolojisince zayi edilen gerçek anlamına ulaşılamaz.

206Şüphe yok ki Rabbini iyi tanıyan kişiler, Allah’a kulluk etmekten büyüklenmezler, O’nu her türlü noksanlıklardan arındırırlar ve yalnızca O’na boyun eğip teslim olurlar.

Surenin bu son ayeti, bir önceki ayette geçen “… korkarak ve yalvararak, yüksek olmayan bir sesle …” ifadesinin açıklaması mahiyetindedir. Ayette, Allah’a karşı derin sorumluluk duyan ve O’nun katında itibarlı olan kulların Allah’a kulluktan büyüklenmedikleri, sürekli O’nu noksan sıfatlardan arındırdıkları ve yalnızca O’na boyun eğdikleri bildirilerek Allah katında muteber birisi olmak için “Allah’a kullukta büyüklenmemek, sürekli O’nu arındırmak ve ürpererek sadece O’na yalvarmak, boyun eğmek gerektiği” mesajı verilmektedir.

Bu mesaj Secde suresinde biraz daha ayrıntılı verilmiştir:

15Gerçekten Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği zaman boyun eğip teslimiyet göstererek yerlere kapanan ve Rablerinin övgüsüyle birlikte noksan sıfatlardan arındıran ve büyüklük taslamayan kimseler inanırlar.

16Onların yanları, yan gelip yattıkları yerlerden uzaklaşır; onlar keyfetmezler, onlar korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan bağışlarlar.

(Secde/ 15, 16)

Allah, doğrusunu en iyi bilendir.

[1] (Lisanü’l-Arab; c:3, s:325-327; drc mad.)

[2] (Taberî; İbn Abbas’tan naklen)

[3] Tekvin/ II. Bab, 18–25. cümleleri)

[4](Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[5]              Lisânu’l-Arab; c. 6, s. 338-341, “Afv” mad.

[1] (Muvatta, Kader 2; Tirmizi, Tefsir, A’raf; Ebu Davut, sünnet.)

[2] (Tirmizi Tefsir, A’raf.)

[3] (Razi, Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

[4] (Mukatil)

[1]              Lisânu’l-Arab; Tâcu’l-Arûs, “Ayn” mad.

[2]              Sayılar, 1:1- 16.

[3] Lisan, Tac

[4] Razi, İbn Abbas’tan)

[5] Çıkış/ 19. bölüm

[1] (Kurtubi; A’râf; 148 ile ilgili açıklamalardan)

[2] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı: Meal- Tefsir

[3] (Lisanü’l-Arab; c: 3 s: 245)

[4] 14. Bölüm; 25–30. cümleler:

[5] 16. Bölüm; 7–15. cümleler:

[6] 21. Bölüm; 33–46. cümleler:

[7] Tesniye; 18. Bölüm, 15-19. Cümleler:

[1]              Lisânu’l-Arab, “Bhr” mad.; Tâcu’l-Arûs, “Bhr” mad.

[2]              Lisânu’l-Arab, “Yemm” mad.; Tâcu’l-Arûs, “Yemm” mad.

[3]              Mezmurlar, 136:11-16.

[4]              Çıkış, 14:1-31.

[5]              Lisânu’l-Arab; c. 7, s. 241-245, “Qtl” mad.; Tâcu’l-Arûs, c. 15, s. 607-606, “Qtl” mad.; Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, “Qtl” mad.

[6] (Lisanü’l Arab; c: 3, s: 486-488 “zbh” mad.; Tacü’l-Arus, c: 4, s: 38-41 “zbh” mad.)

[7] Kitab-ı Mukaddes; Çıkış; 1/ 8–22:

[8] Ana Britannica ansiklopedisi; c: 28, s: 34

[9] (Lisanü’l Arab, “n z r” mad. )

[10] El furuku fillugati; EBU HİLAL EL ASKERİ

[11] (Lisanü’l-Arab; Nazar mad.)

[1]  (Ana Britannica; c. 22 s. 37

[2] (Râgıp, el-Müfredât; Râzî, Mefâtihu’l-Gayb

[3] (Râzî, Mefâtihu’l Gayb; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân)

[4] el-Müfredât; Tavf, Tufan mad.)

[5] (Râzi, Mefatihu’l-Gayb; Zemahşerî, el-Keşşâf)

[6] Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an

[7] Yuşa; 24. 4, 15. Cümleler:

[1]              Lisânu’l-Arab, “Byz” mad.

[2] (Râzi; Mefatihu’l-Gâyb)

[1] (Ana Britannica, c. 12, s. 235)

[2] (Ana Britannica, c: 23, s: 217)

[3]              Lisân, “‘Asâ” mad.; Tâc, “‘Asâ” mad.

[4]              Lisânu’l-Arab, “Sab” mad.; Tâcu’l-Arûs, “Sab” mad.

[1]              İbn-i Abbâs.

[2]              el-Kelbî.

[3]              Vehb b. Münebbih.

[4]              Amr b. Şeddad.

[5] (Lisanü’l Arab, “hlf” mad. )

[6]              Sale (Kur’ân’ı İngilizceye çeviren bilgin).

[7]              Tâcü’l-Arûs, c. 4, s. 373-374; Lisânü’l-Arab, c. 1, s. 698.

[8]       (Lisanü’l Arab, “casim” mad. )

[9]              Tekvin, 9:20-27.

[10]            Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.

[11]      (Lisanü’l Arab, “srf” mad. )

[1] (Lisanü’l Arab, “te’vil” mad. )

[2] (Lisanü’l Arab, “istiva” mad. )

[3](Lisanü’l Arab, “shr” mad. )

[1] (Lisanü’l Arab, “nisyan” mad. )

[2]              İbn-i Manzur, Lisânü’l-Arab; c. 6, s. 198.

[3]              İbn-i Manzur, Lisânü’l-Arab; c. 6, s. 198.

[4]              İbn-i Manzur, Lisânü’l-Arab; c. 6, s. 198.

[5] lisan

[1](el İsfehani; el Müfredat, Lisanü’l Arab, “ ism” mad. )

[2]Lisanü’l Arab, “emm” mad. )

[3] Lisanü’l Arab, “ümmet” mad. )

[4](el İsfehani; el Müfredat, ümmet mad.)

[5] Lisanü’l Arab, “emm” mad. )

[6](Lisanü’l Arab, “emm” mad. )

[7](el İsfehani; el Müfredat, imam mad.)

[8](Lisanü’l Arab, (Tacü’l Arus; (el İsfehani; el Müfredat

“ecl” mad. )

[1] (el İsfehani; el Müfredat, hşy mad.)

[2]              Zerkeşî, el-Bürhân; Suyûtî, el-İtkân.

[3]              Suyûtî, el-İtkân; c. 1, s. 538, 539 ve Zerkeşî, el-Bürhân; c. 4, s. 392-395.

[4]              Râgıb el-İsfehanî, el-Müfredât, “Fahşâ” mad.

[5]              el-Müfredât; s. 218-219, “Zeyn” mad.

[6] Lisânü’l-Arab, c. 4, s. 563-564; el-Müfredât, s. 231, tacül arus “ س ر فSrf” mad.

[1]              Lisânü’l-Arab; c. 3, s. 535 “Zvg” mad.

[2]              Lisânü’l-Arab; c. 9, s. 18-19.

[3] (Lisanü’l Arab, el İsfehani; el Müfredat ; “vky” mad.)

[1] (Lisanü’l Arab, el İsfehani; el Müfredat, “cnn” mad. )

[2] (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[3](Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[4](Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[5]              Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 2:1-25.

[6]              Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 3:1-24.

[7]              Lisânü’l-Arab; c. 5, s. 32-33, “Şcr” mad.

[8]              Lisânü’l-Arab; c. 8, s. 403, “Mvl” mad.

[9]              Bkz. Tebyînu’l-Kur’ân/İşte Kur’ân, c. 1.s??????

[10]            Lisânü’l-Arab; c. 4, s. 434-436.

[11]            Lisânü’l-Arab; c. 9, s. 277, 280.

[12]            el-Müfredât; s. 520, “Verk” mad.

[13]            Tâcü’l-Arûs; c. 13, s. 476-480.