39-ARAF SURESİ-3
Bu ifade ile belirtilen Rabbimizin cennete koyduğu kullarına orada korkusuz ve üzüntüsüz bir yaşam sunacağı vaadi, yani “Allah’ın rahmeti”, konumuz olan pasajdaki 35. âyetten başka şu âyetlerde de zikredilmiştir: Bakara/112, 262, 274, 277; Âl-i İmrân/195, 170; Nisâ/13, 57, 122, 124; Mâide/12, 69; En‘âm/48; Yûnus/62; Zuhruf/68, 70; Ahkâf/13; Meryem/60; Mümin/40; Yâ-Sîn/26-27; Nahl/32; Hicr/46; Kâf/34; Fecr/29; Enbiyâ/86; Ankebût/9; Hacc/14; Muhammed/12; Fetih/5, 17, 25; Saff/12; Tahrîm/8; Teğâbün/9; Talâk/11; Mücâdele/22.
52Hiç kuşkusuz onlara, inananlar için bir kılavuz ve rahmet olarak, tam bir bilgiyle ayrıntılı olarak açıkladığımız bir Kitap getirmiştik.
53Onun ilk plâna çıkmasından başka ne bekliyorlar? Onun ilk plâna çıkacağı gün geldiğinde, önceleri onu umursamayanlar, “Rabbimizin elçileri gerçekten bize gerçeği getirmişti. Acaba bizim için aracılık edecek aracılar var mı? Veya geri gönderilip de yaptıklarımızdan başkasını yapabilir miyiz?” diyecekler. Kuşkusuz kendilerini kayba uğratmışlardı. Uydurdukları şeyler de kendilerinden ayrılmıştır.
- âyette dikkatler Kur’ân’a çekilmiş ve Kur’ân’ın özellikleri ile insanlar üzerindeki etkisi açıklanmıştır. Ayrıca, her konuya dair yeterince bilginin yer aldığı Kur’ân’ın tafsilâtlı olduğu ve bu tafsilâtı meydana getiren bölümlerin de gelişi güzel değil, bir bilgiye dayalı olarak oluşturulduğu bildirilmiştir. Bu ifadelerden, Kur’ân’ın her âyetinin, her faslının, insanların bir derdine derman olsun, bir problemini çözsün diye indirildiği anlaşılmaktadır.
Rabbimizin rahmeti gereği peygamber göndermesi ve kitap indirmesi, Kur’ân’da hep O’nun “ilim” sıfatıyla birlikte zikredilmiştir:
İsra1Kulunu, bir gece, âyetlerimizden/ alâmetlerimizden/ göstergelerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram’dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten Zat, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.
(İsrâ/1)
166Fakat Allah, sana indirdiğine –ki onu Kendi bilgisiyle indirmiştir– şâhitlik eder. Tüm âyetler de şâhitlik ederler. Şâhit olarak da Allah yeter.
(Nisâ/166)
TE’VÎL: 53. âyette, “Kur’ân’ın ilk plâna çıkması”, te’vîl sözcüğü ile ifade edilmiştir. Te’vîl sözcüğü, türediği kökün anlamından [“geriye dönüş”] değişimle “tedbir” [arkalaştırmak], yani “birinci, ikinci, üçüncü… gibi ardı ardına dizmek, sıralamak ve takdir” [ayarlamak], yani “öncelik sırasına koyup anlamlardan birisini birinci yapmak” anlamlarında kullanılır.[1]
Âyetteki ifadeden, Kur’ân’ın ilk plâna çıkacağı günün “Din Günü” olduğu anlaşılmaktadır. Kur’ân’ı iniş sırasına göre öğrenmiş olanlar da bilirler ki, Kur’ân ilk plânda “Din Günü” ve “âhiret inancı” üzerinde durmuştur. Ayrıca bu konu Kur’ân’da en çok uyarı yapılmış olan konulardan biridir. Başka bir ifade ile, Kur’ân’ın ilk plâna çıkacağı gün olan “Din Günü”, Kur’ân’da yer alan konuların başında gelmektedir.
Din gününde Melekler (Kur’an; vahyler) de tanıklık edecekler:
Nebe 38-40İndirilmiş âyetler ve vahiy, tanık olarak saf saf dikildikleri gün, Rahmân’ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’ın] izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. Ve o izin verilen, doğruyu söyler: “İşte bu, hak gündür. Artık dileyen Rabbine bir sığınak edinir. Şüphesiz Biz sizi yakın bir azap ile uyardık.” O gün, kişi iki gücünün/mal ve çevresinin ne takdim ettiğine bakar/yaptıklarıyla yüz yüze gelir ve kâfir; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişi: “Ah ne olaydı, ben bir toprak olsaydım” der.
21-23Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Yer üst üste sarsıntılarla dümdüz edildiği zaman, Rabbinin hesaba çektiği, gönderdiği vahiyler tanık olarak saf saf dizildiği zaman, o gün cehennem de getirilmiştir; o insanın, o gün aklı başına gelecektir, artık aklının başına gelmesinin kendisine ne yararı var ki!
(Fecr/21- 23)
İnkârcıları bekleyen akıbetin haber verildiği bu ayetlerde, uyarı amacıyla kıyamet gününün dehşeti ve insanın çaresizliği dile getirilmektedir. O gün en büyük tanık Allah’ın gönderdiği vahiyler olacaktır. İlahî kitaplar o gün saf saf dizilecek, insan hakkında tanıklık edecektir: “İşte bu, hak gündür. Artık dileyen Rabbine bir sığınak edinir. Şüphesiz Biz sizi yakın bir azap ile uyardık.”
Saf saf dizilip insanı uyaran melekler ve ruh, Allah’ın insanlığa gönderdiği kitaplar, yani vahiylerdir.
- âyet ayrıca, birçok âyette yer alan pişmanlık sahnelerinden birisidir.
54Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı evrede oluşturan, sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran, gündüzü, durmadan kovalayan gece ile bürüyen ve güneş, ay ve yıldızları emrine boyun eğmiş olarak yaratan Allah’tır. İyi biliniz ki oluşturma ve sistemler kurup yürütme sadece O’na özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah, ne cömerttir!
GÖKLERİN ve YERYÜZÜNÜN YARATILMASI: Âyette geçen الخلق[halk] sözcüğü, Alak suresinde açıkladığımız üzere, “yoktan var etme” anlamında olmayıp; “takdir etmek, şekil vermek, düzene sokmak, oluşturmak” anlamındadır. Dolayısıyla, Rabbimizin gökleri ve yeryüzünü yaratmasından onlara şekil verdiği, onları düzene soktuğu anlaşılmalıdır. Elbette ki her şeyi yoktan var eden de Yüce Allah’tır. Ancak Rabbimizin bu ifadede halk sözcüğünü kullanması, bize göre, göklerin ve yeryüzünün araştırılarak incelenmesini, elde edilecek bulgulardan yola çıkılarak “eserden müessire ulaşma” yöntemiyle, evrene düzen veren programlayıcının da Kendisi olduğunun bilinmesini istemesinden dolayıdır. Bizim, Kur’ân çalışmalarımızda gökler ve yeryüzüyle ilgili tespit edilebilmiş mucizelere yer verip bu bilgileri aktarma çabamız da kullara yüklenen bu görevin bir gereğidir.
Rabbimiz birçok âyette insanların yeminle dikkatlerini çekerek Kendisine delâlet edecek kanıtları sadece göklerde ve yeryüzünde değil, enfüste [kendi içyapımızda] de aramamızı istemiştir. Kur’ân’da Rabbimizi tanımamıza vesile olacak deliller arasından özellikle “gökler” üzerinde fazlaca durulmuş ve göklerin halk edilişinin [düzene sokuluşunun] insanın halk edilişine göre daha büyük bir iş olduğu bildirilmiştir:
3,4O, yedi göğü, birbiri üzerine uyumlu olarak oluşturandır. Rahmân’ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’ın] oluşturmasında bir çatlaklık-uygunsuzluk görmezsin. Haydi, gözünü döndür, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha döndür. Gözün, âciz olarak ve çok bitkin olduğu hâlde sana dönecektir.
(Mülk/3-4)
190-194Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu üzerinde: “Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş’in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi “iyi adamlar” ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, verdiğin sözden dönmezsin” diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır.
(Âl-i İmrân/191)
57Elbette göklerin ve yerin oluşturulması, insanların oluşturulmasından daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar.
(Mümin/57)
Demek ki, gökler araştırılıp incelendiğinde, insanın yaratılışındakine göre daha büyük bir ihtişamla karşılaşılacak, o ihtişama bakılarak da yaratıcının muhteşemliği daha iyi anlaşılacaktır. Eserlerindeki ihtişama bakarak yaratıcının muhteşemliğini tanıyan herkes, idrak edebildiği o muhteşemlik hissine uygun olarak yaratıcı güce bir isim koyacaktır. Konulacak bu isim ne olursa olsun, tüm güzel isimler Allah içindir. Göklerdeki ve duyularımızla algılayabildiğimiz her şeydeki ihtişamı yaratan, düzene koyan, bizim de Rabbimiz olan Allah’tır. O, bizi de yaratan ve bir programa göre yönetendir.
ALTI GÜN: Kaf/38’in tahlilinde ayrıntılı olarak açıkladığımız gibi, altı gün “altı evre” demektir. Bu ifade ile evrenin ve ona bağlı olarak dünyanın oluşması ve mevcut düzene girmesindeki evreler kastedilmiştir. Kur’ân’da birçok yerde geçen “altı gün” ifadesi, bize göre Kur’ân’ın mucizelerindendir ve bilim hâlen bu evreleri araştırmakla meşguldür.
ARŞA İSTİVA: Müteşâbih bir anlatım olan arşa istiva etme ifadesi, lâfzen “arşın üstüne kurulmak”, mecâzen de “en büyük makama sahip olmak, en büyük gücü elinde bulundurmak” anlamına gelir.[2] Allah’ın mekândan münezzeh olduğu birçok âyetle bildirildiğine ve aklen de böyle olduğu sabit olduğuna göre, bu ifadede sözcüklerin “hakikat” manalarının murat edilmiş olması mümkün değildir. Dolayısıyla Allah’ın arşa istiva etmesi, Allah’ın en büyük makama sahip olduğunu ve en büyük gücü elinde bulundurduğunu ifade etmektedir.
YARATMA ve EMRİN ALAH’A ÖZGÜ OLMASI: Konumuz olan âyetin tahliline başlanırken “yaratma” sözcüğü ile ilgili bilgi verildiği için, burada kısaca emr sözcüğü üzerinde durulacaktır.
Hem “buyruk”, hem de “iş” anlamına gelen emr sözcüğü, burada “buyruk” anlamıyla ele alınırsa, emrin sadece Allah’a özgü olması ifadesi de “Allah’ın yarattıklarına emirler vermesi, onları yönetmesi” anlamına gelir. Bu durumda âyetteki ifadeden de, “Allah’ın yaratıklarını Kendisinin yöneteceği, kimseyi kimseye yönettirtmeyeceği” anlamı çıkar.
Eğer emr sözcüğü “buyruk” değil de “iş” anlamıyla ele alınırsa, âyetteki ifadeyle Allah’ın yaratmaya başlamadan önceki irâdeleri, vahiy, melek indirme gibi işlerinin kastedildiği anlaşılır. Biz bu iki anlamdan herhangi birine öncelik vermeden her ikisini de birlikte değerlendirmenin daha uygun olacağı kanısındayız:
85Ve sana vahiyden soruyorlar. De ki: “Vahy, Rabbimin işindendir. Size ise az bilgiden başka bir şey verilmemiştir.”
(İsrâ/85)
82Şüphesiz ki O, bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu/işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen oluverir.
(Yâ-Sîn/82)
40Biz bir şeyi dilediğimiz zaman, Bizim ona sözümüz sadece “Ol!” dememizdir. O da hemen oluverir.
(Nahl/40)
40Allah, sizi oluşturan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldüren ve sizi diriltendir. Hiç sizin ortak koştuklarınızdan, bunlardan birini yapacak kimse var mı? Allah, onların ortak koştuklarından arınık ve çok yücedir.
(Rûm/4)
MUSAHHAR: Bu ifade, “Allah’ın programına karşı duramayan” anlamına gelir[3] ki buradan, güneş, ay ve yıldızların O’nun programı dışına çıkamadıkları, çıkamayacak özellikte yaratıldıkları anlaşılır.
11Sonra duman hâlinde bulunan göğe yerleşti/ egemenlik kurdu da ona ve yeryüzüne, “İsteyerek veya istemeyerek gelin!” dedi. İkisi de, “Biz isteyerek geldik” dediler.
(Fussılet/11)
55Rabbinize alçala alçala ve gizlice/ açıkça göstererek dua edin; namaz kılın. Kesinlikle O, sınırı aşanları sevmez. 56Ve düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O’na, ürpererek ve rahmetini umarak dua edin. Kesinlikle Allah’ın rahmeti, iyileştirenlere-güzelleştirenlere çok yakındır.
Tüm inananlara yönelik olan bu âyetlerde hem Yüce Allah’ın “rabb” sıfatı [programcılığı] ön plâna çıkarılmak sûretiyle dualarda bu özelliğin göz önünde bulundurulmasına işaret edilmiş, hem de inananlara dua adabı ve usûlü öğretilmiştir. Rabbimiz, Kendisine yapacağımız niyazı dil, beden ve gönül üçlüsü ile yapmamızı emrediyor. Bu tarz yapılan dua; niyaz toplumda “NAMAZ” adıyla yerleşmiş bulunmaktadır.
“Namaz” sözcüğü Hintçeden Farsçaya, Farsçadan da Selçuklular döneminde Türkçeye geçmiştir. Farsçadaki ilk anlamı, “ateş önünde saygıyla eğilmek” demektir. Sanskritçe, “saygı sunmak” anlamına gelen namaste kelimesinin Farsçaya geçmiş şekli olması muhtemeldir. Bu kelime de, “selam vermek” anlamına gelen nam kelimesinden türemiş olmalıdır. Hem nam [selam] ve hem de namaste [saygı sunmak] günümüz Hint kültüründe de görülebileceği üzere “eğilerek” yapılan bir fiildir.
Namaz” sözcüğünün Farsçadaki bu “eğilerek saygı ile dua etmek” anlamı, Arapça ve Kur’ân’da بالتّضرّع الدّعاء [ed-du‘au bi’t-tezarru‘=alçala alçala/sürekli alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir.
Âyetin orijinalindeki تضرّعاً[tezarru‘an] ifadesi, ض ر ع[d-r-a] kökünden türemiş “tefe‘ul” babından bir sözcüktür. Kök sözcüğün anlamı “zillet ve tevazu göstermektir.” Tazarru‘an sözcüğü, kalıp ve cümledeki “hal” ögeliği itibariyle “zillet üstüne zillet, zillet üstüne zillet” [alçala, alçala, alçala alçala] demektir.
Âyetin orijinalinde yine و[vav] bağlacıyla cümlede ikinci “hal” konumunda bulunan hufyeten sözcüğü, h-f-v kökünden türemedir ve ezdâd’dandır. Yani, iki zıt anlamı da içeren bir sözcük olup “açıkça göstererek, parıl parıl parlatarak” ve “gizleyerek” demektir.
Bu durumda âyetten her iki mana da anlaşılmalı ve her iki hal ile de bu görev yapılmalıdır.
Yukarıda da zikrettiğimiz, “Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin (A‘râf/55)” emri, namaz adıyla meşhurlaşan niyaz şeklini ifade etmektedir. Bir kere daha ifade edelim ki, Kur’ân’daki namaz, işte bu âyetle emredilmiştir yani farz kılınmıştır. Ritüelli duanın; namazın kaynağı işte bu ayettir. Daha önce de defalarca zikrettiğimiz üzere “salât” sözcüklerinin malum namaz ile alakası yoktur. Bu ayet, bu fakire göre Kur’an’da iki yüz civarındaki geçen; dua konu edilen ayetlerinin tefsiri konumundadır. O nedenle Kur’an’da namaz, tek bir ayette geçiyor demek yerinde değildir. Kur’an’daki her dua ayeti namazdan bahsetmektedir. Her duamızı da tazarrulu olarak yapmalıyız.
Girişte de açıkladığımız üzere “namaz” sözcüğünün Farsçadaki “eğilerek saygı ile dua etmek” anlamı Arapçada ve Kur’ân’da بالتّضرّع الدّعاء [ed-du‘au bi’t-tezarru‘=alçala alçala; sürekli alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir. Nitekim bu ritüelin ana hatları, Rasûlullah’tan bize intikal etmiştir. Ne var ki, bunların bazıları, anlam ve kavram olarak mecrasından çıkarılmıştır.
Âyetten anlaşıldığına göre tazarrulu duada; namazda [Rabbimizin huzurunda dua anında] sürekli bir alçalma sergilenmelidir.
Bu zillet sergilemesi aleni; göstere göstere olacağı gibi gizli de olabilir. Rabbimiz burada “hufyeten” ifadesini kullanmıştır. Bu sözcük Ezdat’tandır; iki zıt anlamı ifade eden sözcüklerdendir. İnfakı emreden ayetlerde (Bakara; 274, Ra’d; 22, İbrahim; 31, Nahl; 75, Fatır; 29) “sirren ve alaniyeten” ve “sirren ve cehren” şeklinde gelerek infakın da hem gizli hem de aşikar yapılabileceğini emir buyurmuştu. Bizim bu ifadelere göre kanaatimiz, farz olan ibadetlerin aşikar, tatavvuların (gönülden yapılan fazla ibadetlerin) ise gizli yapılmasının gerekli olduğudur. Zira farzın riyası olmaz, tatavvuda ise riya şaibesi olabilir.
Tazarru ile duanın nasıl yapılacağını insan düşünmelidir. Bunu Rabbimiz tarif etmemiştir. Namazın nasıl kılınacağını Cebrail Peygambere öğretti cinsinden söylentiler yalan ve yanlıştır. Onun için insan; Rabbine karşı zilleti dua ederken nasıl sergileyebilir? Bunu kendisi iyi düşünüp bulmalıdır. Zaten Rasülüllah da öyle yapmıştır. Bir de geçmişten gelme teamül söz konusu idi. Bizim bunu pratik hayattan algılamamız mümkündür.
İşsiz birinin, iş verecek olana, dertli birinin derdine derman olacak olana, suçlu birinin affedecek olana, borçlu birinin kredi sağlayacak olana karşı yaptığı hazırlıkları bir düşünün. Sonra da biz kiminle buluşacağız, kimin huzuruna çıkacağız bunu düşünelim:
Yer gök bütün evrenin sahibi, bizim, mülkünde yaşadığımız, hep muhtaç olduğumuz, bizi dünyaya gönderen sonra istemesek de Kendisine döndüren, teneffüs ettiğimiz hava, içtiğimiz su, rızık elde ettiğimiz toprak; hepsinin sahibi olan, dünya üzerinde canlı cansız hizmetimize verilmiş tüm varlıkların da asıl sahibi, bizi yaratan, bizi yaşatan, içimiz dahil her şeyimizi gören, bilen ve işiten; Her şeyin sahibi, her isteyene istediğini veren, cennet ve cehennemin sahibi, suçluları affeden, bize yardım edecek olan, bağışı sınırsız, bize merhamet eden, bizi terbiye eden, gerekirse kahreden ve istemesek de huzuruna götürüp hesap soracak olan ALLAH’IN huzuruna çıkacağız. (Burada Rabbimizi Esma-ü Hüsna’daki tüm niteliklerle düşünebilmeliyiz).
Bu düşünüşe İslam’da “ZİKİR; Allah’ın anılması, hatırlanması” denilir. Allah, klasik anlayıştaki “Allah, Allah, Allah, …..” denilerek değil Bakara; 220’deki yol gösterimine göre “Babaların zikredildiği; anıldığı gibi zikredilmelidir; anılmalıdır.” Yani Allah’tan istenen, babadan istermişçesine istenmeli, babaya karşılık ödermişçesine, saygı sunarmışçasına saygı duyulmalı, babanın evlatlar için ne anlama geldiği iyi düşünülmeli, bu baba evlat ilişkisinden hareketle, Allah-kul ilişkisi dikkate alınarak Allah’a niyazda bulunulmalıdır.
Allah’ı zikir, kulu Allah’a dua etmeye; yakarmaya sevk eder. Ve kul, gönlünü Rabbine açar:
190-194Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu üzerinde: “Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş’in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi “iyi adamlar” ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, verdiğin sözden dönmezsin” diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır.
195Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: “Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki hepiniz aynısınızdır– çalışanın amelini kaybetmem. O nedenle, göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır.”
( Al-i Imran/ 190- 195)
Biz de öyle yaptık; Rabbimizi Esma-i Hüsna’da yer alan tüm nitelikleriyle hatırladık bir de kendi durumumuzu ve konumuzu göz önüne getirdik. Bu durumda Rabbimizin karşısında nasıl durulabilir?
Aslında bunu iyi bir psikolog, tiyatrocu, iyi bir dram yönetmeni çok iyi anlatır; koreografisini yapar. Yine de biz, aklımızın erdiği kadarıyla zihin yoralım.
- Saygılı bir şekilde ayakta durarak, boyun bükerek,
- Ta’zim ve tekbir ile [Allah’ı büyükleyerek, Allah’ın her şeyden daha yüce olduğunu
- ifade ederek, övgüler sunarak],
- Bel bükerek,
- Yere kapanarak,
- Huzurda diz çöküp boyun bükerek,
- Yüzü, gözü semaya dikerek. (Dua esnasında “Sema” öteler ötesini temsil eder.
- Bakara; 144, mülk; 16, 17) Kullar, Rabblerinden beklenti halinde iken yüzlerini
- Rabblerine döndürürler:
“Yüzler var ki o gün apaydınlıktır; Rablerine nazar edicidirler (göz bebeklerini Rabblerine odaklarlar).”
(Kıyamet/ 22, 23)
Ya da mahcubiyetten yere bakarak.
Bunların hepsi; sürekli zillet sergileme şekilleridir. Bunların hepsi bir arada yapılabileceği gibi, içinde bulunulan ortama göre birkaçı da yapılabilir. Nitekim günümüzde kılınan namazın ana unsurları bize Rasûlullah’tan intikal etmiş bulunmaktadır. Ne var ki geçen zaman zarfında, mezhepçiler ve meşrepçiler tarafından eklenen çıngıllar işi aslından uzaklaştırmıştır.
Zaman içerisinde birileri namazla ilgili birtakım şartlar ileri sürerek “Bunlardan biri dahi eksik olsa namaz bâtıl olur. Vâcibler ise, namazın ikinci derecede kuvvetli bölümleridir. Farzları tamam olan bir namazın vâcibleri bulunmasa da namaz sahih sayılır, ancak eksik bir namaz olur. Vâcibleri bilerek terk ederse günah işlemiş olur, ama namaz yine tamamdır” demişlerdir.
Duanın adabı
Dua edilirken takınılacak tavır hakkında pek çok şey söylenmiştir. Ancak bunları aktarmanın bir yararı yoktur. Çünkü bu konuda göz önünde tutulması gereken tek ölçü, Allah’ın bildirdikleridir. Bu nedenle biz, Peygamberimizin de kesinlikle dışına çıkmadığına emîn olduğumuz şu âyetleri ve içerdiği kuralları aktarmakla yetiniyoruz:
Ve Allah’ın bazınıza, diğerlerinizden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Ve Allah’ın fazlından isteyin. Şüphesiz Allah her şeyi en iyi bilendir.
(Nisâ/32)
Kim dünya sevabını istiyor idiyse; bilsin ki dünya ve âhiret sevabı yalnızca Allah katındadır. Ve Allah çok iyi işiten ve çok iyi görendir.
(Nisâ/134)
15Gerçekten Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği zaman boyun eğip teslimiyet göstererek yerlere kapanan ve Rablerinin övgüsüyle birlikte noksan sıfatlardan arındıran ve büyüklük taslamayan kimseler inanırlar.
16Onların yanları, yan gelip yattıkları yerlerden uzaklaşır; onlar keyfetmezler, onlar korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar/ başta yakınları olmak üzere başkalarının nafakalarını temin ederler. (Secde/15, 16)
De ki: “Rabbim hakkaniyeti emretti. Her mescidin yanında; toplum içinde yüzünüzü; tüm benliğinizi O’na doğrultun ve dini yalnız Kendisine has kılarak Rabbinize yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi O’na döneceksiniz.”
(A‘râf/29)
Ve en güzel isimler Allah’ındır. Öyleyse O’nu onlarla çağırın. O’nun isimlerinde eğriliğe sapanları da terk edin. Onlar yapmakta olduklarının karşılığını yakında görecekler.
(A‘râf/180)
Ve her zaman kendi içinden, korkarak ve alçala alçala, yüksek olmayan bir sesle Rabbini an ve umursamazlardan olma!
(A‘râf/205)
Ve kullarım sana Benden sordukları zaman, biliniz ki şüphesiz Ben çok yakınımdır. Bana yakarınca, yakaranın yakarışına cevap veririm. O hâlde rüşte ermeleri için, onlar da Bana karşılık versinler ve Bana inansınlar.
(Bakara/186)
Ya‘kûb dedi ki: “Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi Allah’a şikâyet ediyorum. Ve ben Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın vereceği ferahlıktan ümit kesmeyin, kesinlikle Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini örtenler toplumundan başkası Allah’ın vereceği ferahlıktan ümit kesmez.” (Yûsuf/86-87)
Ve sizin Rabbiniz: “Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Şüphesiz Bana kulluk etmekten büyüklenen kimseler yakında horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir” dedi.
(Mü’min/60)
Ve Zekeriyyâ; hani o, Rabbine: “Rabbim! Beni tek başıma bırakma, Sen varislerin en hayırlısısın” diye seslenmişti de Biz, o’nun için karşılık vermiştik. Ve kendisine Yahyâ’yı ihsan ettik. Ve o’nun için eşini düzelttik/doğum yapmaya elverişli hâle getirdik. Şüphesiz onlar hayırlarda yarışıyorlar, umarak ve korkarak Bize yalvarıyorlardı. Ve Bize karşı derin saygı duyuyorlardı.
(Enbiyâ/90)
Bir zamanlar o, Rabbine gizli olarak seslenmişti. Demişti ki: “Rabbim! Şüphesiz benim kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başım ağarmış saçıyla alev gibi tutuştu. Sana dua etmekle de Rabbim, mutsuz olmadım. Ve gerçekten ben, arkamdan, yakınlarımdan/amcaoğullarımdan endişedeyim. Karım da kısırdır. Onun için katından bana, bana da mirasçı olacak, Ya‘kûb ailesine de mirasçı olacak bir velî [yardımcı, koruyucu yakın kimse] bağışla. Rabbim, onu rızanı kazanan/herkesin hoşnut olacağı biri kıl!”
(Meryem/3-6)
İlâhî ilkelere ilk teslim olan, onları ilk uygulayan, vahiy ile terbiyelenen Rasûlullah da muhataplarına, “Ey insanlar! Nefislerinize yumuşak davranın [sesinizi yükseltmeyin]! Çünkü sizler sağırı ve gâibi [uzakta, sizden haberi olmayan birisini] çağırmıyorsunuz. Lakin sizler semî‘ ve basîr Allah’a dua ediyorsunuz!” demiş; secili, kafiyeli ve ısmarlama, basmakalıp dua etmeyi uygun görmemiştir.
Mealleri verilen âyetler göz önüne alındığında, duada olması gereken âdab ve kurallar şu şekilde sıralanabilir:
- Dua edilirken önce Allah üstün vasıflarıyla anılıp O’na hamd edilmeli, sonra kişisel istekler dile getirilmelidir. Fâtiha Sûresi’nde öğretilen dua buna en güzel örnektir.
- Dua, Allah’ın en güzel isimleriyle yapılmalıdır. Çünkü Rabbimiz, Ve en güzel isimler Allah’ındır. Öyleyse O’nu onlarla çağırın (A‘râf/180) buyurarak Kendisine en güzel isimleriyle yakarmamızı istemiştir. Nitekim Şu‘arâ/78-82’ye bakıldığında, İbrâhîm peygamberin de Allah’a Esma-i Hüsna’sı ile hitap ederek yakardığı görülür:
İbrâhîm: “Peki, siz ve en eski babalarınızın nelere tapmış olduğunuzu hiç düşündünüz mü? İşte onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi ayrı. O, beni yaratandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yedirenin, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, kusurumu bağışlayacağını umduğumdur. Rabbim! Bana ‘hüküm’ ver ve beni iyilere kat! Ve beni, sonra gelecekler için doğrulukla anılanlardan kıl! Ve beni nimeti bol cennetin mirasçılarından kıl! Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu. Ve yeniden diriltilen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple/gerçek imanla gelenlerden başkasına yarar sağlamadığı ve cennetin Allah’ın koruması altına girenlere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme!” dedi.
(Şu‘arâ/77-82)
- Dua, samimiyet içinde, umarak, korkarak ve ürpererek yapılmalıdır. Bu kuralın en iyi uygulanma zamanlarının, günlük gailelerden uzak bulunulan gece ve seher vakitleri olduğu kanaatindeyiz. Toplu olarak dua etmenin de samimiyet ve heyecan duygularını canlandırması bakımından etkili olacağını düşünüyoruz.
- Dua sadece dil ile değil, gönül ve tüm beden dilleriyle de yapılmalı, ama dualarda Allah’ın koyduğu hadler aşılmamalıdır. Çünkü Rabbimiz, haddi aşanları sevmediğini açık bir şekilde ifade etmiştir.
- Dua ederken edebiyat yapma gayretine girilmemeli, kafiyeli, secili ifadeler kullanılmamalı ve yapmacık tavırlardan kaçınılmalıdır.
- Dua, Allah tarafından kabul edileceğine kesinlikle inanılarak yapılmalıdır.
Duada kimsenin zararı istenmemeli, haksız ve yersiz isteklerde bulunulmamalıdır. Dua; Kur’ân’da yer almış, Allah’ın tasvip ettiği türden, yani günahların affı, kötülüklerin def’i ve örtülmesi, canın iman ile ve iyilerle beraber alınması, kıyâmet gününde rezil ve rüsvâ olmamak, hidâyet, tevbenin kabulü, hayırlı bir nesle sahip olmak, iyi ve güzel işler yapabilmek, cehennem azabından korunmak, ilim ve sağlık istemek için olmalıdır.
Dua âyetlerinde yer alan bu kurallar dikkate alındığında, camilerde, televizyon ve radyolarda, değişik törenlerde artistik gösteriler eşliğinde, âdeta Allah’a emirler yağdıran düzmecelerin dua olmadığı anlaşılmaktadır.
Tüm inananlara yönelik olan bu âyetlerde hem Yüce Allah’ın “rabb” sıfatı [programcılığı] ön plâna çıkarılmak sûretiyle dualarda bu özelliğin göz önünde bulundurulmasına işaret edilmiş, hem de inananlara dua adabı ve usûlü öğretilmiştir.
Duanın kabul edileninin gizli yapılanı olduğuna dair Kur’ân’da birçok örnek vardır.
10Ve hiç kuşkusuz Biz, sizi yeryüzünde yerleştirdik ve orada size geçimlikler sağladık; kendinize verilen nimetlerin karşılığını ne kadar da az ödüyorsunuz!
(A‘râf/10)
36Bunun üzerine şeytân; İblis/düşünce yetisi onları oradan kaydırdı, içinde bulundukları ortamdan çıkardı. Ve Biz, “Birbirinize düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir yararlanma vardır” dedik.
(Bakara/36)
Rabbimizin, insanı bu durumdan kurtarmak için elçi gönderip kitap indirmesine rağmen, insanoğlu yeryüzünde doğayı kirletmiş, kan dökmüş, fesat ve kargaşa çıkarmıştır. Rabbimiz yine elçi gönderip kitap indirmiş ve bu sayede fesadın önüne geçilerek yeryüzü düzeltilmiştir. Bu âyette yeryüzü düzeltildikten sonra bozgunculuk yapmayın ifadesi ile verilen mesaj şudur: “Bundan sonra da Rabbinizin elçisine uyun, vahye kulak verin, yeryüzünde fesat çıkarmayın, kargaşa oluşturmayın, kendi aranızda düşmanlığa meydan vermeyin!”
57Ve O, hatırlarsınız/ öğütlenirsiniz diye, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeciler/ dağıtıcılar/ yayıcılar olmak üzere gönderir. O rüzgârlar, yağmur yüklü bulutları yüklenince, onu kurak bir beldeye gönderir, sonra onunla suyu indiririz. Böylece onunla ürünün hepsinden çıkartırız. İşte Biz, ölüleri de böyle çıkaracağız.
Bu âyette de yine Rabbimizin insanoğlunun rahat bir yaşam sürmesi için “rabb” sıfatıyla yaptığı plân ve programlarından söz edilmektedir. Bu âyetteki ifadeler birçok âyette başka ayrıntılarla yer almıştır:
46Size rahmetinden tattırsın, emriyle gemiler akıp gitsin ve sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını ödersiniz diye armağanlarından rızık aramanız için rüzgârları müjdeciler olarak göndermesi de O’nun alâmetlerinden/ göstergelerindendir.
(Rûm/46)
28Ve O, insanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayandır. Ve O, övülmeye lâyık olandır, yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakındır.
(Şûrâ/28)
50Öyleyse Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak; yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, kesinlikle ölüleri diriltir ve O, her şeye gücü yetendir.
(Rûm/50)
33Ve ölü toprak, duyarsız topluma bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da ondan yeyip duruyorlar.
(Yâ-Sîn/33)
58Ve güzel beldenin bitkisi, Rabbinin izniyle/ bilgisiyle çıkar; kötü olandan ise yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz. İşte Biz, kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen bir toplum için âyetleri böyle türlü türlü, tekrar tekrar açıklarız.
Bu âyetteki benzetme, iyi insan ile kötü insan arasındaki farkı anlatmak içindir. Yağmur alan ve Allah’ın izniyle en iyi bitkileri veren bir toprak ile kurak bölgenin yararsız bitki ve dikenden başka bir şey vermeyen toprağı arasındaki fark, özellikle Arabistan coğrafyasında yaşayanların çok iyi anlayabilecekleri bir mukayesedir.
İstiare sanatı ile yapılan bu mukayeseden anlaşılacak olan şudur: İyi [imanlı, bilgili] insan kendisine, ailesine, çevresine ve ülkesine yarar sağlayan insandır ve onun işleri de güzeldir. Kötü [imansız, bilgisiz] insan ise, kendisine, ailesine, çevresine ve ülkesine zarar veren insandır ve bu insan ancak kötü işler yapar. Ondan kimseye yarar gelmez. İyi ve kötü insanlar arasındaki kıyaslama başka âyetlerde de yapılmıştır:
26-28Ve Nûh dedi ki: “Bu yerde dolaşan kâfirlerden; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerden bir tek kişi bırakma. Şüphesiz ki Sen onları bırakırsan, kullarını yoldan çıkarırlar ve sadece din-iman tanımayıp kötülüğe batan ve kâfir; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden çocuklar YETİŞTİRİRLER. Rabbim! Benim için, anam-babam için, mü’min olarak evime giren kişiler için ve mü’min erkekler ve mü’min kadınlar için mağfiret et/bağışla hepimizi! Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlara da sadece yok oluşu arttır.”
(Nûh/26-28)
24,25Görmedin mi; hiç düşünmedin mi, Allah nasıl bir örnek verdi? Güzel bir söz, kökü, sabit, dalı-budağı gökte olan, Rabbinin izniyle/ bilgisiyle her an ürün veren güzel bir ağaç gibidir. Ve onlar öğüt alsınlar diye Allah, insanlara böyle örnekler verir.
26Kötü bir söz’ün durumu da, yerden koparılmış, sabit kalma imkânı olmayan kötü bir ağaca benzer.
(İbrâhîm/24-26)
Toplumsal ilişkilerde, özellikle komşuluk ilişkilerinde ve evlilik öncesinde ilişkilerde bu ölçüler dikkate alınmalı ve daima topluma yarar sağlayacak kişiler yetiştirilmelidir. Bu âyette Rabbimizin bizden istediği işte budur.
Eğitim ve öğretimde önemli role sahip olan kıssalar, uyarı konusunda da çok etkili olduğu için, Kur’ân’da birçok kıssaya yer verilmiş ve bu kıssalar birçok kez tekrar edilmiştir.
* Kur’ân’daki kıssalar, eskiden de peygamberlerin gelip geçtiği bilgisini vermek sûretiyle peygamberlerin türedi olmadığını gösterir.
* Kur’ân’daki kıssalar, gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin görevlerinin “tebliğ etmek” ve “öğütte bulunmak”tan ibaret olduğunu öğretir.
* Kur’ân’daki kıssalar, Allah’ın elçilerine daima gönderildikleri toplumun ileri gelenleri [mele’] tarafından karşı çıkıldığı bilgisini verir.
* Kur’ân’daki kıssalar, Peygamberimizin tebliğine karşı çıkıp o’nu engellemek isteyenlere, bu tavırlarının bedelini nasıl ödeyecekleri konusunda geçmişten (bazılarını kendilerinin de bildikleri) örnekler vermek sûretiyle hatırlatma yapar, uyarıda bulunur.
* Kur’ân’daki kıssalar, Peygamberimize ve o’nun yandaşlarına, karşı karşıya bulundukları durumun daha önceki peygamberler ve toplumları arasında meydana gelenlere benzediğini, hatta büyük ölçüde aynı olduğunu bildirmek sûretiyle onlara güven telkin eder, ayrıca Allah’ın elçilerinin daima galip geldiklerini bildirmek sûretiyle onlara azîm kazandırır ve onların manevîyatını kuvvetlendirir.
Kur’ân’dan öğrendiğimize göre, bütün peygamberler bir tek Allah’a kul olmaya, Allah’tan başka ilah edinmemeye, din gününe inanmaya davet etmişlerdir. Ne var ki, özellikle mal-mülk ve mevki sahibi olanlar onlara karşı çıkmışlar ve tebliğ ettikleri mesajları kabul etmemişlerdir. Elçilerin uyarıları fayda sağlamayınca, Yüce Allah bu inatçı yalanlayıcıları şiddetle cezalandırmıştır:
36Biz onlardan önce kendilerinden daha çetin güce sahip nice nesilleri değişime, yıkıma uğrattık. Öyle ki onlar beldeleri delik-deşik ediyorlardı. Hiç kaçıp kurtulacak yer var mı?
(Kâf/36)
82Daha yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş bir bakmazlar mı? Onlar kendilerinden hem daha çok, hem de kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerinin sağlamlığı bakımından daha çetin idiler. Öyle iken o kazandıkları şeyler, kendilerine yarar sağlamadı.
Hatırlanacak olursa, yalanlayıcıların helâk edilişleri, bu sûrenin 4-5. âyetlerinde de Ve Biz nice kentleri helâk ettik. Hışmımız onlar gece uyurlarken yahut kaylûle yaparlarken [gündüz dinlenirlerken] onlara gelivermişti. Hışmımız onlara geldiğinde de, ‘Biz gerçekten zâlimlermişiz!’ demelerinden başka yalvarışları olmamıştı ifadeleriyle dile getirilmişti.
Aynı “akıbete [son]”a uğramış kavimlerden bazılarının kıssaları bu âyetten itibaren bu sûrede de aktarılmakta ve ilk örnek olarak Nûh kavmi anlatılmaktadır.
NÛH PEYGAMBER ve KAVMİ:
59Andolsun ki Biz, Nûh’u toplumuna elçi gönderdik de o, “Ey toplumum! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Cidden ben, zararınıza olan üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum” dedi.
60Toplumunun ileri gelenleri, “Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler.
61-63Nûh dedi ki: “Ey toplumum! Bende herhangi bir sapıklık yoktur. Velâkin ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Allah’ın koruması altına girmeniz ve rahmete ulaşabilmeniz için, içinizden sizi uyaracak bir kişiye, Rabbinizden bir öğüt/kitap gelmesine şaştınız mı?”
64Bunun üzerine o’nu yalanladılar, Biz de Nûh’u ve o’nunla beraber gemide bulunanları kurtardık, âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk! Gerçekten onlar, kör bir topluluk idiler.
Nûh peygamberin yaşadığı çağ, yer ve kimliği hakkında elde sağlam bilgi yoktur. Dolayısıyla, Kur’ân’ın verdiği bilgiler dışında kalanlar söylentiden öte bir değer ifade etmemektedir. İşte söylentilerden birkaç örnek:
* Nûh 40 yaşında peygamber olmuştur. Tufandan sonra 60 yıl yaşamıştır.[1]
* Nûh, Âdem’den 800 sene sonra peygamber olarak gönderilmiştir.[2]
* Nûh 50 yaşında iken peygamber oldu.[3]
* Nûh, 350 yaşında iken peygamberlikle görevlendirildi.[4]
Birçok rivâyette de, mevcut insanların Nûh’un soyundan geldiği söylenmiştir. Buna göre; Araplar, Farslar, Rûmlar, Sûriye halkı ve Yemenliler Nûh’un Sâm adındaki oğlunun soyundan gelmektedir. Sind, Hint halkı, zenciler, Habeşliler Nûh’un Hâm adındaki oğlunun soyundandırlar. Türkler, Berberîler, Çinliler, Japonlar, Slavlar ise Nûh’un Yâfes adındaki oğlunun çocuklarıdır.
- âyetteki Biz de o’nu ve o’nunla beraber gemide/gemilerde bulunanları kurtardık, âyetlerimizi yalanlayanları da boğduk ifadesinden, Nûh kavmini helâk eden tufanın Kitab-ı Mukaddes’te belirtildiği gibi “genel” değil, “yöresel” bir âfet olduğu anlaşılmaktadır. Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi, bu yörenin neresi olduğu hakkında sağlam bir bilgi ve kanıt bulunmamaktadır. Bazıları tarafından bu olayın buzul çağında meydana geldiği ve Atlas okyanusu’nun Cebel-i Târık Boğazı’nı yararak Akdeniz’in oluşmasına yol açtığı gibi faraziyeler ileri sürülmüşse de, bunlar Kur’ân’a uymaz. Çünkü Kur’ân’daki açıklamalardan bu tufanın sadece su baskınından ibaret olmadığı, yağmurun da âfette rol oynadığı anlaşılmaktadır.
- âyette Nûh kavmi için ‘amîn sözcüğü kullanılmış olup bu sözcük, gözlerin görmemesi anlamındaki a‘mâ sözcüğünden farklıdır. ‘Amîn sözcüğü, manevî bakışın, basiretin kör oluşunu ve bu körlüğün devamlılığını ifade etmektedir. Manevî körlüğün ne demek olduğu, aşağıdaki âyetler yardımı ile daha iyi anlaşılabilir:
66İşte, o gün onlara bütün önemli haberler kapkaranlık olmuştur; artık onlar birbirlerine de soramazlar.
(Kasas/66)
104Kesinlikle size Rabbinizden gözünüzü açacak, doğru yolu bulduracak bilgiler geldi. Artık kim hakkı görürse yararı kendisine, kim de körlük ederse zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinize bir bekçi değilim!”
(En‘âm/104)
HÛD PEYGAMBER ve ÂD KAVMİ:
65Andolsun ki Âd’a da kardeşleri Hûd’u elçi gönderdik. O, “Ey toplumum! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Hâlâ Allah’ın koruması altına girmez misiniz?” dedi.
66Toplumundan, ileri gelen kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, “Biz seni akıl hafifliği/ câhillik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz” dediler.
67-69Hûd, “Ey toplumum! Bende akıl hafifliği/ câhillik yok, velâkin ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderilerini tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyarması için içinizden bir adam üzerine Rabbinizden, size bir öğüt/kitap gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nûh toplumundan sonra, halîfeler, sonradan gelen nesiller yaptı ve oluşturuluşta boy-pos itibariyle sizi arttırdı. Kurtulmanız için Allah’ın nimetlerini hatırlayın” dedi.
70Onlar dediler ki: “Demek sen Allah’a; başkasını karıştırmadan kulluk edelim ve atalarımızın kulluk ettiklerini bırakalım diye mi bize geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir!”
71Hûd dedi ki: “Artık size Rabbinizden bir azap ve bir hoşnutsuzluk inmiştir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı isimler hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim!”
72Bunun üzerine Hûd’u ve o’nunla beraber olan kimseleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayan ve iman etmemiş olan kimselerin kökünü kestik.
Fecr sûresi’nin tahlilinde geniş yer verdiğimiz Âd kavmi ile onlara elçi olarak gönderilen Hûd peygamber arasında yaşananlar, Peygamberimiz ile Mekkeliler arasındakilere benzemesi bakımından dikkat çekicidir. Hûd peygamberin yaptığı tevhîd çağrısına karşı Âd kavmi, Hûd peygamberi kıt akıllılıkla, câhillikle itham etmiş, atalar dininde direnmiş ve geleceğine inanmayarak Allah’ın azabına meydan okumuştur. Mekkeliler de Âd kavmi gibi, tevhîde yapılan çağrıya karşılık olarak Peygamberimizi mecnûnlukla/cinlenmişlikle itham etmişler ve atalar dininde direnmişlerdir:
4,5Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, “Bu bir sihirbazdır, çok çok yalan söyleyen birisidir. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı yapmış? Bu gerçekten çok şaşılacak bir şey!” dediler.
(Sâd/5)
Âd kavmi, bu direnişi ileri götürmüş ve geleceğine inanmadığı azaba meydan okumuştur. Ne var ki, sonuç onlar için perişanlık olmuştur. Bu kıssa, aynı davranışı göstermekte olan Mekkelilere, Âd kavmi ile aynı “son”u paylaşmamaları için örnek gösterilmektedir.
NÛH KAVMİNDEN SONRA HALÎFELER:
Hûd peygamberin 71. âyetteki Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı isimler hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? ifadesiyle, bu sapkın kavmin kendisine ilâh edindiği putların “adı var kendi yok” cinsinden salt birer isim oldukları belirtilmektedir. Putlara atfedilen işlevlerin boş birer adlandırma olduğu Yûsuf sûresi’nde de dile getirilmiştir:
37-41Yûsuf: “Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun te’vîlini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Şüphesiz ben, Allah’a inanmayan bir toplumun –ki onlar âhireti bilerek reddedenlerin; inanmayanların ta kendileridir– dinini, yaşam tarzını terk ettim. Ve atalarım İbrâhîm, İshâk ve Ya‘kûb’un dinine, yaşam ilkesine uydum. Bizim, Allah’a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, Allah’ın bize ve insanlara bir armağanıdır. Velâkin insanların çoğu kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödemiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok rabbler mi daha hayırlı, yoksa her şeye hâkim ve galip olan bir tek Allah mı? Sizin, O’nun astlarından o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız konusuna Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah’a aittir: O, size, Kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte bu dosdoğru/koruyan dindir. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Biriniz efendisine yine şarap sunacak. Diğeri de asılacak da kuşlar onu başından yiyecekler. İşte hakkında fetva istediğiniz iş gerçekleşti” dedi.
(Yûsuf/37-41)
Âd kavminin taptığı isimden ibaret putlar hakkında bir yabancı kaynakta şu malumat verilmektedir:
Âd kavminin Sâkıye, Hâfıza, Râzîka ve Salime adlarında dört ilahları vardı. Birincisinin yağmur verdiğine, ikincisinin kendilerini her tehlikeden koruduğuna, üçüncüsünün rızk verdiğine, dördüncüsünün de derde uğradıkça kendilerine derman verdiğine inanırlardı.[6]
İsimden ibaret putlara Peygamberimizin tebliğde bulunduğu dönemden verilecek örnekler ise; العزّ [‘ızz] ve الاعزّ[el-e‘azz]dan türemiş olan عزّى[‘Uzzâ] ile “ilâh”tan türemiş olan اللاّت[el-Lât] adlarındaki putlardır. Bu putların herhangi bir fonksiyonlarının olmadığı aslında onlara inananlar tarafından da bilinmektedir. Birer isimden ibaret olan bu ilahlar kimseyi yaratıp yönetemedikleri gibi, hiç kimseye izzet, şeref ve güç de veremezler:
73Ey insanlar! Bir örnek verilmektedir, şimdi ona kulak verin: Sizin Allah’ın astlarından şu yakardıklarınız bir araya gelseler bile, bir sineği asla oluşturamazlar. Ve sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen ve istenen güçsüzdür.
74Allah’ı gereği gibi değerlendirip bilemediler. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, her şeye üstündür.
(Hacc/73-74)
SÂLİH PEYGAMBER ve SEMÛD KAVMİ:
73Andolsun ki Biz, Semûd’a da kardeşleri Sâlih’i elçi olarak gönderdik. O dedi ki: “Ey toplumum! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir kanıt geldi. İşte şu, Allah’ın devesi/sosyal yardım ve destek ilkesi, sizin için bir âyettir; bırakın onu Allah’ın yeryüzünde yesin, sakın ona kötülükle dokunmayın, yoksa sizi acıklı bir azap yakalayıverir. 74Ve düşünün ki Âd’dan sonra sizi halîfeler yaptı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinden saraylar yapıyorsunuz, dağlarını evler hâlinde yontuyorsunuz. Öyleyse Allah’ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde kargaşa çıkaranlar olarak taşkınlık yapmayın.”
75Toplumundan büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görünen inanmış kimselere dediler ki: “Siz, Sâlih’in, gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu biliyor musunuz?” Onlar, “Kesinlikle biz o’nunla gönderilene inanıyoruz!” dediler.
76Büyüklük taslayan o kimseler, “Biz, sizin inandığınızı kesinlikle bilerek reddeden kimseleriz!” dediler. 77Hemencecik de o sosyal yardım ve destek kurumlarını ayakta tutan gelir kaynaklarını kuruttular ve büyüklenerek Rablerinin buyruğundan dışarı çıktılar ve “Ey Sâlih! Eğer gerçekten gönderilen elçilerden isen, bizi tehdit ettiğini getir bize!” dediler.
78Bunun üzerine hemen onları, şiddetli sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çöke kaldılar.
79Sâlih, o zaman onlara sırt çevirdi ve “Ey toplumum! Andolsun ki ben size Rabbimin gönderilerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz” dedi.
Semûd kavminden Fecr, Necm, Şems, Burûc, Kaf, Kamer ve Sâd sûrelerinde de bahsedilmiş ve bu sûrelerin tahlillerinde bu kavim hakkında bazı bilgiler verilmişti. Yararlı olacağını düşünerek bu bilgilerden Semûd sözcüğü ile ilgili olan kısmı burada tekrar veriyoruz.
“SEMÛD” SÖZCÜĞÜ: Arap dili uzmanlarının çoğu ثمود[semûd] sözcüğünün Arapça olmadığı ve dolayısıyla da çekimli olmadığı görüşündedir.
Bazı dilbilimciler ise sözcüğün Arapça olduğu ve smd kökünden türediği görüşündedirler. ثمد[smd] sözcüğü, “maddesi [kütlesi] bulunmayan su” demektir ve sözcük “az su” anlamı kastı ile “kırağı veya çiy suyu” için kullanılır. Bundan başka, su sarnıçları, içinde az su bulunan çukurlar, çukur kazılıp da suyun bulunamaması da semd sözcüğüyle ifade edilir.[7]Semûd sözcüğü semd kökünden türemiş bir sözcük olarak kabul edilirse, “suyu kıt olan” anlamına gelir. Ancak Sâlih peygamber kıssasındaki “deve” ve “su taksimi” ifadelerinin zâhirî anlamlarından yola çıkarak Semûd kavminin kırağı, çiy, sarnıç veya suyu az olan kuyulara mahkûm olduğunu düşünmek ve onları az sayıdaki bedevîden oluşmuş bir kabile olarak görmek yanlış olur. Çünkü Kur’ân’ın diğer âyetlerinde verilen bilgilerden anlaşıldığına göre, Semûd kavmi büyük bir medeniyettir ve kalabalık bir halktır. Ayrıca kıssada geçen deve de bize göre hakikat manada değil, mecâz manada düşünülmelidir. Zira eski çağlarda tarım ve hayvancılıkla geçinen toplumlarda, beş yaşında en verimli çağındaki bir devenin [en-nâkah], neredeyse çocuklardan bile değerli tutulduğu için kesilmesi mantıksızdır. Zaten âyette de bu deve, “Allah’ın devesi” olarak nitelenmiştir. Şems sûresi’nin tahlilinde açıkladığımız gibi, devenin Allah’a izafe edilişi, onu kimsenin sahiplenemeyeceğini ifade eder ki, bu da tıpkı “Allah’ın evi” [Beytullah] gibi devenin kimseye ait olmadığını, tüm insanlara, kamuya ait olduğunu gösterir.
- âyetin sonundaki Öyleyse Allah’ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde fesatçılar olarak taşkınlık yapmayın ifadesinden, Âd kavminden sonra o bölgede bir düzen kurulduğu anlaşılmaktadır. Yapılan ihtar da o düzenin bozulmaması ve kargaşa çıkarılmaması içindir. Bize göre, dolaylı olarak düzenin [adaletin] olmadığı yerde kargaşanın kaçınılmaz olduğu ve mülkün [yönetimin, devletin] temelinin adalet olduğu vurgulanmaktadır.
- âyetteki “diz üstü çökekaldılar” diye çevirdiğimiz جاثمين[câsimîn] sözcüğü, “hiç hareket etmeden, hiç bir şey hissetmeden diz üstü oturanlar” anlamında olup Semûd halkının düştüğü perişanlığı yansıtmaktadır.[8]
- âyetteki, (Sâlih de) o zaman onlara sırt çevirdi ifadesinden, Sâlih peygamberin bu olaydan sonra onların yanlarına uğramadığı ve onlara yardımcı olmadığı veya onlarla hiç muhatap olmadığı ve oradan ayrılıp uzaklaştığı anlaşılmaktadır.
Yine 79. âyetteki Sâlih peygamberin, Ey kavmim! And olsun ki ben size Rabbimin gönderilerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz ifadesi, Nûh peygamberin kıssasında olduğu gibi, peygamberlerin değişmez görevlerinin “tebliğ” ve “nasihat” olduğunu bildirmektedir. Buradan açıkça anlaşılmaktadır ki, değişmez görevleri dışında peygamberlere Yüce Allah tarafından ayrıca bir “teşri” [yasama] görevi ve yetkisi verilmemiştir.
Sâlih peygamber ile Semûd kavminin kıssası, İsrâîloğulları veya Uzakdoğu kıssalarından olmayıp Arap kıssasıdır. Bize göre, Arapların iyi bilmeleri ve aralarında sıkça anlatmaları sebebiyle bu kıssaya Kur’ân’da birçok kez yer verilmiştir.
Semûd kavminin uğradığı felâketi anlatmak için kullanılmış olan recfe [şiddetli sarsıntı] ve yol açtığı korkunç olaylar, başka âyetlerde de dile getirilmiştir:
52İşte, onların, şirk koşmak sûretiyle işledikleri yanlışlar yüzünden çatıları çöküp ıpıssız kalmış evleri. Hiç şüphesiz ki bunda, bilen bir toplum için bir alâmet/gösterge vardır.
(Neml/52)
31Şüphesiz Biz onların üzerine korkunç tek bir ses gönderdik; ağılcının topladığı çalı-çırpı gibi oluverdiler.
(Kamer/31)
LÛT PEYGAMBER ve KAVMİ:
80,81Andolsun ki Biz Lût’u da elçi olarak gönderdik. Hani o, toplumuna demişti ki: “Siz, sizden önce âlemlerden hiç birinin yapmadığı iğrençliği mi yapıyorsunuz? Gerçekten ve kesinlikle siz, cinsellikte kadınlardan aşağı olan erkeklere şehvetle gidiyorsunuz. Aslında siz gerçeği eksik gösteren bir toplumsunuz.”
Lût peygamber, İsrâîloğulları tarafından iftiraya uğramış peygamberlerdendir. Kitab-ı Mukaddes’te kızlarıyla çirkin ilişkileri anlatılan Lût peygamber, Kur’ân’da ise övülmüş ve takvâlı bir kimse olarak açıklanmıştır:
161-166Hani kardeşleri Lût onlara demişti ki: “Siz Allah’ın koruması altına girmez misiniz? Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Gelin artık, Allah’ın koruması altına girin ve benim dediklerimi yapın. Ve buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Rabbinizin sizler için oluşturduğu eşleri bırakarak âlemler içinden erkeklere mi gidiyorsunuz? İşin aslı siz sınırı aşan bir toplumsunuz.”
(Şu‘arâ/161)
Lût peygambere yönelik birçok karalamanın yer aldığı Kitab-ı Mukaddes’te o’nun takvâlı, iyi bir insan olduğu İbrâhîm peygamberin ağzından ifade edilmekle beraber, bu durum ona çalınan karaları temizlemekten uzaktır. Bu aynı zamanda Kitab-ı Mukaddes’in kendi içinde çeliştiğini de göstermektedir.
Kur’an’ın Lût peygamber konusundaki beyanları aslında Kitab-ı Mukaddes’i tashih eder mâhiyettedir. Bunun böyle olduğunun anlaşılabilmesi için Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin/ 18, 19, 20, 21, 22, 23. Babların okunmasını öneriyoruz. Biz, o iğrenç anlatımları burada nakletmekten hayâ ettik.
Kitab-ı Mukaddes’te çamur atılan Allah’ın bir başka elçisi de Nûh peygamberdir. Sözde, Nûh peygamber tufandan sonra oğlunun tasallutuna maruz kalmıştır. [9]
Hâlbuki Kur’ân, Lût peygamberin ağzından, Siz, sizden önce âlemlerden hiç birinin yapmadığı iğrençliği mi yapıyorsunuz? sözleriyle, bu iğrençliğin daha önce hiçbir kavimde görülmediğini bildirerek, Kitab-ı Mukaddes’te Nûh peygambere sürülmeye çalışılan karayı temizlemiştir.
- âyetteki, Aslında siz müsrif; sınırı aşan bir kavimsiniz ifadesi genellikle, Lût kavminde yaygın olan homoseksüel ilişki sebebiyle cinsel alana çekilmiş ve “bir işin gereksiz yapılması, cinsel ilişkinin asıl amacı olan üremeye yönelik olarak yapılmaması, Allah’ın nimetinin, meninin boşa atılması” olarak yorumlanmıştır. Yeri gelmişken Lût Peygamberin kavmi tarafından işlenen bu cinsel sapkınlığın Lût (as)’ın adı ile ilişkilendirilerek “Lûtîlik” veya “Livata” olarak isimlendirilmesinin yanlış bir tutum olduğunu özellikle belirtmek gerekir. Her ne kadar bu isimlendirme, söz konusu sapkınlığın Lût (as)’ın kavmine nispetinden dolayı ise de, yine de uygun bir isimlendirme değildir.
Râzî bu cinsel sapkınlık konusunda şunları söylemiştir:
EŞCİNSELLİK [HOMOSEKSÜELLİK]’TEKİ ÇİRKİNLİĞİN SEBEPLERİ
Üçüncü mesele, bu işin çirkinliğini gerektiren sebeplerin izahı hakkındadır:
Bil ki bu işin çirkinliği, insanların tabiatına âdeta yerleşmiş bir şeydir. Binâenaleyh bunun sebeplerini genişçe saymamıza gerek yok. Fakat biz yine de diyoruz ki: Bunun çirkinliğini gerektiren sebepler pek çoktur:
BİRİNCİ SEBEP: Pek çok insan çocuğunun olmasını istemez. Çünkü çocuğun doğması, insanı mal kazanmaya ve kazanç için kendisini yormaya sevk eder. Ancak Cenâb-ı Hakk, cinsî münasebeti o büyük lezzetin gerçekleşmesinin sebebi kılmıştır. Öyle ki, insan bu (şehevî) lezzeti elde etmek için cinsî münasebette bulunur. Bu durumda da o kimse istese de, istemese de çocuk olur. İşte bu yolla da insan nesli devam eder ve insan türü sona ermez. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, cinsî münasebete bir lezzet vermiştir. Bu tıpkı, bazı hayvanları avlamak için tuzak kuran insana benzer. Çünkü o insan mutlaka bu tuzağa, o hayvanın arzuladığı bir şeyi kor. Böylece bu, o hayvanın tuzağa düşmesine sebep olur. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk da o hayvanın arzuladığı bir şeyin tuzağa konulmasına benzer bir şekilde, cinsî münasebete bir lezzet koymuştur. Allah Teâlâ’nın bundan maksadı, en şerefli tür olan insan türünün devamını sağlamaktır. Bu sabit olunca, biz diyoruz ki: İnsan o lezzeti, neticede çocuk yapmaya götürmeyecek bir yoldan elde etme gayretine girerse, istenen hikmet gerçekleşmez ve bu, insan neslinin sona ermesi neticesine götürür. Bu ise Allah’ın hikmetinin hilafına bir davranış olmuş olur. Binâenaleyh bunun kesin olarak haram kılınması gerekir. Tâ ki bu lezzet, neticede çocuk doğurmaya götüren bir yol ile gerçekleşsin.
İKİNCİ SEBEP: Cinsî münasebette erkeklikten beklenen vasıf fail olma, kadınlıktan beklenen ise mef‘ul olma [bu failiyyeti kabul etme] durumudur. Halbuki erkek mef‘ul, kadın da fail durumuna geçecek olursa, bu hem insan tabiatının, hem de ilâhî hikmetin aksine ve hilafına bir şey olmuş olur.
ÜÇÜNCÜ SEBEP: Sırf şehevî duyguyu tatmin için uğraşmak, hayvanların yaptığına benzer. Şehvetle meşgul olunduğu zaman, bu, şehveti tatminin ötesinde başka bir manayı da ifade eder. O halde şehveti kadın ile gidermek de, sırf şehevî duyguyu tatmin etmenin ötesinde bir başka manaya gelir ki, bu mana da, bir çocuğun olması ve en şerefli tür olan insan neslinin devam etmesidir. Ama erkeğin şehvetini yine bir erkekle gidermesi, sadece şehveti gidermekten başka bir şey ifade etmez. Binâenaleyh bu, hayvanlara benzeme ve insanın fıtratına uygun olanın dışına çıkma olur ki, son derece çirkin bir iştir
DÖRDÜNCÜ SEBEP: Diyelim ki münasebette fail durumunda olan erkek lezzet alır. Fakat özellikle mef‘ul durumundaki erkek, ebediyyen zail olmayacak bir utandırıcı leke ile kirlenmiş olur. Halbuki aklı olan bir kimse bir anda sona erecek değersiz bir lezzetten ötürü, başkası sebebi ile, üzerinden hiç silinmeyecek bir ayıba düşmeye razı olmaz.
BEŞİNCİ SEBEP: Bu, fail ile mef‘ul arasında köklü bir düşmanlığın doğmasına sebep olan bir iştir. Çoğu kez bu iş, mef‘ul durumunda olan erkeğin failden nefretine sebep olduğundan, fail olanı öldürmeye yahut da onu, elinden gelen her yol ile imha etmeye sevk eder. Ama bu işin kadın ile kocası arasında yapılması ise, onlar arasındaki ülfet ve sevginin kökleşmesini, büyük faydaların meydana gelmesini sağlar. Nitekim Cenâb-ı Hakk, Size, nefislerinizden, kendilerine ısınmanız için zevceler yaratmış olması, aranızda bir sevgi ue merhamet yaratması da Allah’ın varlığına işaret eden âyetlerindendir (Rûm/21) buyurmuştur.
ALTINCI SEBEP: Allah Teâlâ, kadının rahmine, meniyi alabildiğine kendisine çekme kuvveti vermiştir. Dolayısıyla erkek, hanımı ile cinsî münasebette bulunduğunda bu çekme kuvveti güç kazanır, böylece erkeğin meni yolunda ne var, ne yoksa hepsi çıkar. Ama erkek yine bir erkekle münasebette bulunduğunda, mef‘ul olan erkeğin dübüründe meniyi çeken bir kuvvet yoktur. Bu durumda da meninin çekilmesi tam olmaz ve meni yollarında, meni parçacıkları kalır, iyice temizlenmez, bundan dolayı da oralarda kokar, kokuşur ve bu sebeple şiddetli iltihaplar ve önemli hastalıklar meydana gelir. Bu, ancak tıbbî incelemelerle anlaşılan birtakım fayda ve hikmetlerdir. İşte, homoseksüellik işinin çirkinliğini gösteren sebepler bunlardır.[10]
Hâlbuki 81. âyette geçen الاسراف[isrâf], “şirk, Allah’ı tanımama, elçileri yalanlama, aklı yerinde kullanmama, nasihati ciddiye almama” anlamındadır.[11] Eğer isrâf sözcüğünün bu âyetteki anlamı, yorumcuların çoğunun yukarıdakine benzer görüşleri doğrultusunda olsaydı, kısır, hamile ve menopozdaki eşlerle yapılan cinsel ilişkilerin de, bir çocuk doğmasına yol açmayan ilişkiler kapsamında olması sebebiyle, isrâf olarak nitelenmesi gerekirdi.
82Ve toplumunun cevabı yalnızca, “Onları kentinizden çıkarın, çünkü onlar, fazla temizlenen insanlarmış!” demek oldu.
Bu âyetten anlaşıldığına göre iyice ahlâksızlaşmış olan o yalanlayıcı kavim, aralarında birkaç temiz ve dürüst kişinin bulunmasına tahammül edememekte, onları aralarından çıkarıp sürmeyi istemektedirler.
83Bunun üzerine Biz de o’nu ve ailesini kurtardık, yalnız kadınını kurtarmadık; o, geride kalanlardan; düşünce bakımından günâhkar toplumla beraber olanlardan idi .
Aralarında bulunan birkaç erdemli kişi de Lût peygamber ile birlikte gidince geride sadece toprak altına atılması lâzım gelen pisliklerin bulunduğu bir kavim kalmış, onlar da topluca helâk edilmişlerdir. Lût peygamberin kadınının da helâk edilenler arasında olması, peygamber kadını dahi olsa her suçlunun cezasını çekeceğini, Allah’a karşı gelen birini Allah’ın azabından hiç kimsenin koruyamayacağını göstermektedir. İman, iyilik insanın kendisinde olmadıktan sonra, iyilere akraba olmak, iyilerin soyundan gelmek, –Nûh peygamberin tufanda boğulan oğlu örneğinde olduğu gibi– insana bir yarar sağlamaz.
Lût peygamberin karısının kurtarılmamasının sebebi, onun diğerleriyle işbirliği yapan bir hain olması idi:
81Misafir elçiler: “Ey Lût! Şüphesiz ki, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamayacaklar. Sen, gecenin bir parçasında ailenle birlikte hemen yola çık. Ve içinizden hiç kimse geri bakmasın [burada olanları, eskileri düşünmesin], kadının başka. Şüphesiz onlara isabet eden ona da isabet edecektir. Şüphesiz vaat edilenin zamanı, sabah vaktidir. Sabah vakti yakın değil mi?” dediler.
(Hûd/81)
10Allah, kâfirlere; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselere, Nûh’un kadını ile Lût’un kadınını örnek verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kulun nikâhı altında idiler. Sonra onlara hainlik ettiler. İkisinin kocası da, peygamber olmalarına rağmen Allah’tan hiçbir şeyi onlardan savamadı. Ve, “Girenlerle birlikte siz ikiniz de ateşe girin!” denildi.
(Tahrîm/10)
Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin/ 11- 17. Bablarında Lût ve İbrahim-Lût ile ilgili anlatımlar yer almaktadır.
84Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Bak bakalım günahkârların sonu nasıl oldu!
Lût kavminin helâkının konumuz olan A‘râf/84’te, Şu‘arâ/173 ve Neml/58’de “yağmur” ile; Hûd ve Hicr sûrelerinde ise bir “taş yağmuru” ile gerçekleştirildiği bildirilmiştir:
82,83Sonunda emrimiz gelince, oranın üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine, istif edilmiş pişmiş çamurdan Rabbinin katında işaretlenmiş taşlar yağdırdık. Ve bunlar, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlardan uzak değildir.
(Hûd/82)
74Böylece Biz, onların üstünü altı yaptık ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.
(Hicr/74)
Bunlardan ve diğer âyetlerden anlaşıldığına göre, Lût kavminin helâkı, bir volkan patlaması sonucunda püsküren lâvların, curufun bir boran marifetiyle bu kavmin yaşadığı kentin üzerine yağması ile gerçekleşmiştir.
Lût kavminin helâk sebebinin sadece eşcinsellik olduğu sanılmamalıdır. Çünkü onların esas suçu, şirk ve peygamberi tanımamaktır. Bu, hem 81. âyetteki Aslında siz sınırı aşan bir kavimsiniz ifadesinden, hem homoseksüelliğin cezasının “helâk edilmek” olmamasından, hem de Şu‘arâ/160’dan anlaşılmaktadır:
160Lût’un toplumu, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.
EŞCİNSELLİĞİN CEZASI: Bu cinsel sapkınlığın cezası üzerinde bilginler ihtilâf etmişler; kimi uçurumdan atalım, kimi diri diri gömelim, kimi taşlayarak öldürelim, kimi de zinadaki gibi yüz sopa vuralım cinsinden ceza öngörmüşlerdir. (Şu‘arâ/160)
Hâlbuki Rabbimiz, bu suçun cezasını Kur’ân’da bildirmiştir:
16Sizlerden cinsel sapıklık eden iki er kişi, hemen her ikisine de eziyet edin. Eğer tevbe ederler de düzeltirlerse artık onlardan mesafeli durun. Şüphesiz Allah, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verendir, çok merhamet edendir.
(Nisâ/16)
Görüldüğü gibi bu suça öngörülen ceza, faillere el ve dil ile yapılacak eziyettir. Eziyetin niteliği belirtilmediği için, ceza şeklinin günün koşullarına göre kamuca ayarlanması söz konusudur. Âyetten anlaşılan, bu çirkin davranışın toplumlardan silinmesi görevinin kamuya ait olduğudur. Dolayısıyla bu aşırılığın ortadan kaldırılması için gerekli çabayı devletler göstermeli; fizikî yapılarında anormallik olanlar tedavi edilmeli, değişik zevkler peşinde olup tutkularının esiri olarak bu işi yapanlar ise cezalandırılmalıdır.
- âyetteki Bak bakalım günahkârların sonu nasıl oldu! ifadesi sadece Peygamberimize yönelik bir hitap gibi görünse de, kıssa anlatımlarındaki bu tarz ifadeler tüm muhataplara yapılan tek tek hitaplar anlamındadır.
ŞU‘AYB PEYGAMBER ve MEDYEN HALKI:
85-87Andolsun ki Biz, Medyen’e de kardeşleri Şu‘ayb’ı elçi gönderdik. Dedi ki: “Ey toplumum! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi: Artık ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanlara varlıklarını eksiltmeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın; eğer inanan kimseler iseniz, bu sizin için daha hayırlıdır! Tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolun eğriliğini arayarak her yolun başında oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Ve bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın! Ve eğer içinizden bir grup benimle gönderilene inanmış, bir grup da inanmamışsa, o takdirde Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. Ve O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”
Şu‘ayb peygamber ve Medyen halkı, Kur’ân’da ilk kez burada konu edilmiştir. İleride, Hûd, Şu‘arâ ve Ankebût sûrelerinde tekrar gündeme getirilecektir.
Kitab-ı Mukaddes, Çıkış 18:1-27’de Yitro’nun Musa’yı ziyareti yer alır.
MEDYEN: Batlamyos bu şehirden “Modiana” diye söz etmiş ve Şu‘ayb sözcüğünün de “Jethro” sözcüğü ile aynı olduğunun söylendiğini kaydetmiştir.
- âyetteki Tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolun eğriliğini arayarak her yolun başında oturmayın ifadesinden, Medyen halkının ileri gelenlerinin sadece peygamberlerini yalanlamakla kalmadıkları, aynı zamanda karşı saldırıya da geçtikleri anlaşılmaktadır. O yolun eğriliğini arayarak her yolun başında oturmak ifadesi bize bu karşı saldırının Şu‘ayb’ın peygamberliğini kabul edenlere mal-mülk, menfaat teklifi ve tehdit şeklinde veya onların aralarına ve kalplerine bir takım şüpheler sokmak şeklinde olduğunu düşündürmektedir. Böylece vahyin tebliği, peygamberin öğüt vermesi, yani halkın Müslüman olması, tüm yollar kesilmek sûretiyle engellenmiş olmaktadır. Bu davranış ise tam olarak Allah’a ve elçisine savaş açmaktır. Medyen halkının kahredilmesinin sebebi bu suçtur. Yoksa ölçüde-tartıda hile yapmaları değildir.
Kur’ân’da, Şu‘ayb peygambere gelen belge ve bilgiler hakkında bir bildirim yoktur. Kıssadaki ifadelerden anlaşıldığına göre, Şu‘ayb peygambere, tevhîdin tebliğ edilmesi görevi yanında halkın birbirini sömürmemeye, insanların varlıklarını eksiltmemeye, haksız kazanç sağlamamaya; enflasyon oluşturmamaya çağırıldığı bir şeriat kitabı da verilmiş olmalıdır.
- âyetteki Ve eğer içinizden bir grup benimle gönderilene inanmış, bir grup da inanmamışsa, o takdirde Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin! Ve O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır ifadesi, Şu‘ayb peygamberin Allah’a olan güveninin tam olduğunu vurgulamaktadır. Tabiî ki sünnetullah da Şu‘ayb peygamberin inandığı gibidir ve inananlar ile inanmayanlar bir tutulmayacaktır:
21Yoksa kötülükleri işleyen o kimseler, kendilerini, hayatlarında ve ölümlerinde, iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler gibi yapacağımızı mı zannettiler? Ne kötü hüküm veriyorlar!
(Câsiye/21)
88,89Toplumundan büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: “Ey Şu‘ayb! Ya seni ve seninle beraber inananları kentimizden kesinlikle çıkarırız, ya da bizim dinimize/ yaşam tarzımıza dönersiniz!” Şu‘ayb, dedi ki: “İstemesek de mi! Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize/yaşam tarzınıza dönersek, kesinlikle Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi dışında ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimiz bilgisi ile her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a güvenip dayandık.” –Ey Rabbimiz! Bizimle toplumumuz arasında hak ile hükmet. Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın!–
Dikkat edilirse burada da Şu‘ayb peygambere karşı çıkan ve Ey Şu‘ayb! Ya seni ve seninle beraber inananları kentimizden muhakkak çıkarırız, ya da bizim milletimize dönersiniz diyenler, Medyen halkının ileri gelenleridir. Bilindiği gibi Peygamberimiz de
Mekke’nin ileri gelenleri yüzünden Yesrib’e göç etmek zorunda kalmıştır. “Kıssaların yararları” bahsinde söylediğimiz gibi, Allah’ın elçilerine karşı direniş, o toplumların “ileri gelenler”i tarafından yapılmaktadır.
Şu‘ayb peygambere karşı yapılan bu tehdit, sadece Medyen ileri gelenlerinin politikası değildir. Kıssaları nakledilen diğer kavimlerin hepsinde de “ileri gelenler”in politikaları aynıdır:
34Ve Biz herhangi bir memlekete uyarıcı gönderdikse, kesinlikle oranın varlık ve güç sahibi şımarık önde gelenleri: “Biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri/ mesajları bilerek reddedenleriz / inanmayanlarız” dediler.
(Sebe/34)
13,14Ve kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, elçilerine: “Ya sizi kesinlikle yurdumuzdan çıkaracağız, ya da kesinlikle bizim dinimize/ yaşam tarzımıza döneceksiniz!” dediler. Rableri de elçilerine: “Biz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları kesinlikle değişime/ yıkıma uğratacağız ve onlardan sonra sizi kesinlikle o yere yerleştireceğiz. Bu, makamımdan ve tehdidimden korkan içindir” diye vahyetti.
(İbrâhîm/13, 14)
90Ve o’nun toplumundan, kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan ileri gelenler dediler ki: “Eğer Şu‘ayb’a uyarsanız o takdirde siz kesinlikle ziyana uğrayanlardan olursunuz.”
Bu âyette Medyen halkının ileri gelenleri akıl hocalığı yaparak halka Şu‘ayb peygambere uyulduğu takdirde ziyana uğranılacağını telkin etmektedirler.
Bu âyet üzerinde iyi düşünülmeli ve Allah’ın kurulmasını istediği düzenin ne sebeple ve kimin ziyanına yol açacağı hakkında somut örneklemeler yapılmalıdır. Çünkü ancak bu şekilde Medyen ileri gelenlerinin halkı kandırmaya uğraşırken “ziyana uğrama” ile ne kasdettikleri anlaşılabilir.
Bize göre Medyen ileri gelenlerinin asıl söylemek istedikleri şunlardır: “Dürüstlük, doğruluk, ahlâk ve iyilik gibi hususları temel ilkeler kabul eder ve uygularsak tamamen biter, mahvoluruz. Çünkü ticaret ve alışverişimizde doğruluk ve dürüstlüğe uyar ve işlerimizi bunlara göre yürütürsek, ticaretimiz kesinlikle büyüyemez, serpilemez. Ayrıca, en önemli kervan güzergâhlarının kesiştiği bölgede yer alan şu coğrafî konumumuzdan yararlanmaz, bu yörenin iyi vatandaşları olur ve kervanların geçip gitmelerine bir şeyler yapmadan seyirci kalırsak, işte o zaman bu stratejik durumun sağlamakta olduğu bütün siyasî ve ticarî avantajlarımızı da kaybetmiş oluruz. Bu, komşu ülkelere karşı olan hâkimiyetimiz ve etkinliğimizin de sonu demektir.”
Yalan, hile ve ahlâksızlığa başvurmaksızın ticaret, siyaset ve diğer dünyevî işlerin yürütülmesinin imkânsız olduğu düşüncesi, tarih boyunca bütün iflâs etmiş toplumların görüşü olagelmiştir. Dolayısıyla inançsızların hakk, doğruluk ve dürüstlük hakkında her zaman aynı tedirginliği duymaları ve aynı tepkiyi vermeleri bu sebepledir. Nitekim bu örneklerin verilmesi sûretiyle doğru yola çağırılan o günün Mekke ileri gelenleri de aynı görüşte idiler.
91,92Bunun üzerine o müthiş sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. Şu‘ayb’ı yalanlayanlar, sanki orada hiç oturmamış/zenginlik sürmemiş gibi oldular. Şu‘ayb’ı yalanlayanlar var ya, işte ziyana uğrayanlar, kendileri oldular.
İman edenleri ziyana uğramak ve perişanlık ile tehdit edenler, Allah’ın şaşmaz adaletinin tecellisi sonucunda kendileri perişan olmuşlar, asıl ziyana kendileri uğramışlardır. Bu âyette anlatılanlar, Allah’ın elçileri ile gönderdiği mesaja sırt çeviren, Allah’ın kendilerine tanıdığı bu fırsattan yararlanmayan ve sapkınlıklarında ısrar edenlerin bu kaçınılmaz sonuçtan kurtulamayacaklarına dair o günün Mekkelilerine ve bugünün insanlarına çok ciddî bir mesajdır.
93Bunun üzerine Şu‘ayb, onlara sırt çevirdi ve: “Ey toplumum! Ben size Rabbimin gönderilerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, durum böyleyken kâfirler toplumuna; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden bir topluma nasıl tasalanayım?” dedi.
Şu‘ayb peygamberin felâketin ardından kavmi ile yaptığı bu konuşma, Medyen halkının tümüyle yok edilmediklerini göstermektedir.
Şu‘ayb peygamberin kıssası ileride; Hûd/84-95 ve Şu‘arâ/176-191’de gelecektir.
94,95Biz hangi kente bir peygamber gönderdiysek, onun halkını kesinlikle yalvarıp yakarsınlar diye yoksulluk ve darlıkla yakaladık. Sonra kötülüğün yerini iyiliğe değiştirdik; sonunda çoğaldılar ve “Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu” dediler. Bunun üzerine onları hemen, onlar hiç farkında değillerken ansızın yakalayıverdik.
Bu bölümde önce bu surenin 55, 56. Ayetlerini hatırlayalım da sonra bu paragrafı okuyalım. Burada Rabbimiz; mesajlarını dinletmek ve elçilerine uyulmasını sağlamak için hangi yolları kullandığını; insanların tâğûtlaşmasını önlemek ve tâğûtlaşanlara hadlerini bildirmek için insanları nasıl denediğini açıklamaktadır. Âyetlere göre Yüce Allah, yalvarıp yakarmalarını bekleyerek belâ, sıkıntı, hastalık vs. musallat ettiği toplumların sıkıntılarını bir süre sonra kaldırmakta, onlara rahatlık, sağlık, mutluluk vermekte, hatta o toplumları mal, mülk ve evlâtça da çoğaltmaktadır. Ama insanlar başlarından geçenlerin sebeplerini ve bu olup bitenin arkasında Allah’ın olduğunu düşünmemekte, yaşadıklarının öteden beri olağan şeyler olduğunu, atalarının da bunları yaşadıklarını ileri sürmektedirler. İnsanların bu tutumu başka âyetlerde de dile getirilmiştir:
77De ki: “Yakarışınız olmasa, Rabbim size değer verir mi ki de siz, kesinkes yakarmadınız, yalanladınız? Artık yakarmama, yalanlama sizin ayrılmazınız olacaktır; kendinizi bu durumdan kurtaramayacaksınız.” (Furkan/77)
10,11Şimdi sen, göğün, apaçık bir kıtlık getireceği günü gözetle. O kıtlık insanları sarıp sarmalar. Bu, elem verici bir azaptır.
12Rabbimiz! Bizden azabı kaldır. Şüphesiz biz artık kesinlikle inananlarız.
13,14Nerede onlarda öğüt almak? Hâlbuki kendilerine açıklayıcı bir elçi gelmişti. Sonra ondan yüz çevirdiler ve “Öğretilmiş bir deli/ gizli güçlerce desteklenen biri!” dediler.
15Şüphesiz Biz azabı birazcık kaldırırız, siz kesinlikle dönenlersiniz.
16En büyük bir yakalayışla yakalayacağımız gün, şüphesiz Biz, suçluyu yakalayıp ceza vererek adaleti sağlayanlarız. (Duhan/10- 16)
42Ve andolsun, senden önceki önderli toplumlara elçiler gönderdik de onları yalvarsınlar diye dayanılmaz zorluk; yoksulluk ve sıkıntılarla çeviriverdik.
43Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta oldukları şeyleri çekici gösterdi.
44Derken kendilerine hatırlatılanı terk ettiklerinde, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki, kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar, umutları suya düşenler oldular.
(En‘âm/42-44)
Âyetlerde verilen mesaja göre, Rabbimizin denemeye tâbi tuttuğu insanlardan beklediği, azap ile karşılaşmadan önce akıllarını başlarına alıp iman etmeleridir. Çünkü azapla, belâ ve musibetle yüz yüze geldiğinde insanın iman etmesi bir işe yaramamaktadır:
158Meleklerin gelmesinden yahut Rabbinin gelmesinden, ya da Rabbinin bazı alâmetlerinin/ göstergelerinin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? Rabbinin alâmetlerinden/ göstergelerinden bazısı geldiği gün, daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir yarar sağlamaz. De ki: “Bekleyiniz; şüphesiz biz de bekleyicileriz.”
(En‘âm/158)
Hatırlanacak olursa bu tür iman Kıyamet sûresi’nde karşımıza çıkmış ve “iman-ı ye’s” olarak adlandırılmıştı.
Tarihî kaynaklara göre, bu sûre, Mekke ve çevresinde gerçekleşen ve “ileri gelen” kesimin de etkilendiği bir kıtlık döneminde inmiştir. İnsanların o dönemde hayvan leşleri ve derileri yemeye başladıklarını kaydeden kaynaklar, çaresiz kalan Mekkelilerin Ebû Süfyân önderliğinde Peygamberimize gelerek başlarındaki kıtlık belâsının uzaklaştırılması için Allah’a dua etmesi ricasında bulunduklarını yazmaktadır. Fakat Allah’ın kıtlığı kaldırıp uzaklaştırmasından sonra işlerin yavaş yavaş yoluna girmesiyle birlikte Mekkeli kodamanlar eskisinden daha küstahlaşmışlar ve kalpleri birazcık imana meyletmiş olanları şu sözlerle engellemeye çalışmışlardır: “Kıtlık ve yokluk hayatın cilveleridir, bu durum Muhammed gelmeden önce de insanlara musallat olan bir hâldir. Bundan dolayı, kıtlığın tekrar gelmiş olması nedeniyle o’nun tuzağına düşmeyin. Babalarımız, ecdadımız da kıtlık ve bolluk dönemlerini yaşamışlardı.”
Rabbimizin bolluk ve darlık vererek insanlara uyarıda bulunduğu, ibret alınması için Kur’ân’da birçok kez dile getirilmiştir:
112Ve Allah bir kenti misal olarak verdi: Bu kent, güvenli, huzurlu idi ve oraya her bir yerden rızkı bol bol gelirdi. Ne var ki, onlar Allah’ın nimetlerine karşı iyilikbilmezlik ettiler. Allah da onlara, yapıp ürettikleri şeyler yüzünden açlık ve korku elbisesini/felâketini tattırıverdi.
(Nahl/112)
75Ve eğer onlara acıyıp da içinde bulundukları sıkıntıyı giderseydik, kesinlikle iyice körleşerek azgınlıklarında büsbütün direnirlerdi.
76Ve andolsun, Biz onları azap ile yakaladık; buna rağmen Rablerine boyun eğmediler ve Allah’a karşı zeliller olduklarını hiç göstermediler.
77Ta ki üzerlerine, azabı çok şiddetli bir kapı açtığımız zaman, bir de bakarsın ki onlar orada ümitsiz kalmışlardır!
(Müminûn/75-77)
Burada Kehf/32-44 ve Sebe/ 15-19. Ayetlerde anlatılanlar da dikkate alınmalıdır.
Tekrar tekrar yapılan bu uyarılara rağmen insanların bunları dikkate almadığı, 95. âyetteki atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu ifadesinden anlaşılmaktadır. Böylece, uyarıcıyı dikkate almayan ve şımaran toplumların helâk edilme gerekçesi ve kaçınılmazlığı açıklanmış olmaktadır.
NEBİY: 94. âyetteki النّبىّ[nebiy] sözcüğü, Kur’ân’da ilk kez bu âyette geçmektedir. Gerek bu sözcük, gerekse bu sözcüğün anlamdaşı olan resûl sözcüğü, Türkçe’de genellikle Farsça kökenli olan “peygamber” sözcüğü ile ifade edilmektedir
النّبىّ[nebiy] sözcüğü, نبأ[nebe’=haber] sözcüğünden türemiş olup “haberci” demektir. Ancak nebiy sözcüğünün türediği nebe’ sözcüğü, –Kamer sûresinin tahlilinde de belirttiğimiz gibi– Kur’ân’da hep çok ciddî konulardaki haberler için kullanılmıştır. Bu durumda nebiy, “önemli, ciddî haberleri veren kişi” demek olmaktadır. Nitekim nebiy sözcüğü Kur’ân’da sadece peygamberleri ifade etmek için kullanılmıştır. Çünkü peygamberler sıradan haberleri değil, Allah’ın kendilerine vahyettiği; geçmişteki büyük olaylara, geleceğe, ölüme, ölüm ötesine [mahşere, dirilmeye, cennet ve cehenneme] dair haberleri vermişlerdir.
Bazı araştırmacılar nebiy sözcüğü ile, aynı kişiyi işaret etmesi bakımından eş anlamlı olan resûl sözcüğü arasında bir takım farklar olduğunu açıklamaya çalışmışlarsa da, bunların pek ciddî farklar olmadıkları görülmektedir.
Bazı Batılı araştırmacılar ise nebiy sözcüğünün İbrânice “nabbi” sözcüğünden geldiğini kabul etmişlerdir. Oysa nebiy sözcüğü, hem şekil hem de kök anlamı itibarıyla tamamen Arapça bir sözcüktür.
96Ve eğer o kentlerin halkı inansalardı ve Allah’ın koruması altına girselerdi, elbette üzerlerine gökten ve yerden olan bollukları açardık. Velâkin onlar yalanladılar. Biz de onları yapıp durmakta olduklarına karşılık yakalayıverdik.
İnsanlığa yapılan uyarının devam ettiği bu âyet, sûrenin başında (4-5. âyetlerde) yer alan uyarı ifadelerinin tefsiri mâhiyetindedir.
İnanan ve takvâ sahibi olanlara yönelik olarak söylenen “gökten ve yerden bolluk açma” ifadesi, bol yağmurun yağdırılması ve yeryüzünden her türlü ürünün bol bol elde edilmesi anlamına gelmektedir. Bu ifade ile takvâlı kimselerin dünyada da her türlü nimete nail olacakları müjdesi verilmektedir. Bu, tarım toplumlarının iyi anlayabilecekleri bir müjdedir.
Âyetteki Biz de onları kazanmakta oldukları şeyler sebebiyle [yaptıklarına karşılık] yakalayıverdik ifadesi, helâk olanların kendi sonlarını kendilerinin hazırladığını, onlara herhangi bir şekilde hakksızlık yapılmadığını anlatmaktadır.
97-99Acaba o kentlerin halkı, geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmesinden güvende oldular mı? Yoksa o kentlerin halkı, kuşluk vakti anlamsız işlerle uğraşırlarken onlara azabımızın geleceğinden güvende oldular mı? Öyleyse Allah’ın ince plânından güvende oldular mı? Ziyana uğramış topluluktan başkası Allah’ın ince plânından kendini güvende görmez.
- âyette geçen مكراللّه[mekrellâhi=Allah’ın ince plânı, cezalandırması] ifadesi genellikle “Allah’ın tuzağı” olarak çevrildiğinden, ister istemez insanların aklına “Allah tuzak kurar mı?” sorusu gelmektedir. Hatırlanacak olursa, bu konuyu Târık/16’da geçen كيد [keyd] sözcüğü münasebeti ile tahlil etmiş ve bu ifadenin Allah’ın tuzak kuracağı anlamına değil, yapılan müşâkele sanatı çerçevesinde “Allah’ın tuzak kuranlara ceza vereceği” anlamına geldiğini belirtmiştik.
Buradaki مكر[mekr] sözcüğü ise, “Allah’ın insanlar için belirlediği fırsat verme, mühlet tanıma plânı” anlamına gelir ki, bu, Allah’ın sünnetidir, değişmez yasasıdır:
21Ve insanlara dokunan bir sıkıntıdan sonra kendilerine bir rahmet tattırdığımız zaman, âyetlerimiz/ alâmetlerimiz/ göstergelerimiz hakkında onların bir plânı vardır. De ki: “Plân bakımından Allah daha çabuktur.” Şüphesiz ki elçilerimiz plânladığınız şeyleri yazıp duruyorlar.
(Yûnus/21)
42,43Ve onlar, var güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse, kesinlikle önderli toplumların her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi düzenbazını çepeçevre kuşatır. O hâlde öncekilerin kanunundan/ onlara uygulanandan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen, Allah’ın uygulamasında asla bir değişme bulamazsın. Sen, Allah’ın uygulamasında asla bir başkalaşma da bulamazsın.
44Ve yeryüzünde gezip de bir bakmadılar mı, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş? Hâlbuki onlar, kuvvetçe kendilerinden daha çetin idiler. Göklerde ve yeryüzünde Allah’ı âciz bırakan hiçbir şey yoktur. Kesinlikle O, en iyi bilendir, en güçlü olandır.
45Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları şeyler dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde küçük-büyük hiçbir canlıyı bırakmazdı. Velâkin onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda süre sonları geldiği zaman da artık şüphesiz Allah, Kendi kullarını en iyi görendir.
(Fâtır/42-45)
22,23Ve eğer kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş kimseler, sizinle savaşsalardı kesinlikle Allah’ın öteden beri gelen kanunu/ uygulaması olarak arkalarına dönüp kaçarlardı. –Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.– Sonra bir yol gösteren, koruyan yakın ve yardımcı da bulamazlardı.
(Fetih/23)
- âyet, bizim “öyleyse” diye çevirdiğimiz, “fa-i netice” tabir edilen ف[fe] edatıyla başlamıştır. Yani, önceki âyetlerde şımarık toplumların helâk edilişleri anlatıldıktan sonra, söz, karşıdaki muhataba yöneltilmektedir: “Peki, geçmişte o kentleri Biz böyle helâk etmiştik. Öyleyse (Başta bu Mekke kenti ve çevresindeki kentler olmak üzere dünyadaki tüm kentler) Allah’ın mekrinden [ince plânından]güvende midirler?”
Âyetteki soru, cevabı beklenmeyen “istifhâm-ı inkârî”dir. Anlamı da olumsuz olup şöyle takdir edilebilir: “Hiçbir kent Allah’ın mekrinden güvende değildir. Her zaman onun imtihanı ve cezasıyla karşı karşıyadır.”
- âyetin son cümlesi olan Ziyana uğramış topluluktan başkası Allah’ın mekrinden [ince plânından] kendini güvende görmez ifadesi, bu yapılanın akıllı bir insanın yapacağı şey olmadığını, bunu ancak ziyana uğramış, yani aklını, düşünce gücünü kaybetmiş kimselerin yapabileceğini anlatmaktadır. Nitekim böyle davrananlar, akıllarının hilâfına hareket eden kâfirlerdir:
86,87Ya‘kûb dedi ki: “Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi Allah’a şikâyet ediyorum. Ve ben Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın vereceği ferahlıktan ümit kesmeyin, kesinlikle kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumundan başkası Allah’ın vereceği ferahlıktan ümit kesmez.”
(Yûsuf/86, 87)
100Ve önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris; son sahip olanlara kılavuz olmadı mı, etki yapmadı mı: “Eğer Biz dilersek onları da günahlarından dolayı cezalandırırdık. Biz onların kalplerinin üzerine damga vururuz/mühürleriz de onlar işitmezler.”
Bu âyette de hitap yine Kur’ân’ın muhataplarına, daha önce şımarıklıkları sebebiyle yok edilenlerin yerini alanlara, yeryüzünün şimdiki sahiplerinedir. Rabbimiz bu ifadesi ile sanki insanların “Allah bizi de öncekiler gibi niye kahretmiyor, niçin kalplerimizi mühürlemiyor, basiretimizi bağlamıyor, bunda bir şeyler olmalı” diye düşünmelerini ve kendilerine verilen fırsatlardan anlam çıkarıp akıllarını başlarına almalarını istemektedir.
Bu mesajı başka birçok âyette daha görmek mümkündür:
128Meskenlerinde gezip durdukları şu kendilerinden önce yok ettiğimiz bunca nesiller, onlar için kılavuz olmadı mı? Şüphesiz ki bunda akıl sahibi olanlar için nice deliller vardır.
(Tâ-Hâ/128)
137Kesinlikle sizden önce uygulamalar gelip geçti. Hadi, yeryüzünde gezin de yalanlayıcıların âkıbetinin nasıl olduğunu bir görün. (Al-i Imran/137)
42,43Sakın şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanların yaptıklarından Allah’ın duyarsız/bilgisiz olduğunu sanma! Ancak O, onları, başlarını dikerek koşacakları, gözlerin dışa fırlayacağı bir gün için erteliyor. Onların bakışları kendilerine dönmez ve onların gönülleri bomboştur.
44,45Ve sen insanları, azabın geleceği gün ile uyar. Artık şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler, “Ey Rabbimiz! Bizi yakın bir süreye kadar ertele de senin davetine uyalım ve elçilere tâbi olalım.” derler. –Daha önce siz, sizin için bitişin/tükenişin/yok oluşun olmadığına dair yemin etmemiş miydiniz? Hem siz, şirk koşarak kendilerine haksızlık edenlerin yurtlarında oturdunuz. Onlara nasıl yaptığımız size apaçık belli olmuştu. Ve size örnekler de vermiştik.–
(İbrâhîm/44-45)
98Ve Biz onlardan önce nice nesilleri değişime/yıkıma uğrattık. Onlardan herhangi bir kimse hissediyor musun? Yahut onlara ait hafif bir ses duyuyor musun?
(Meryem/98)
Ve En‘âm/6,10, Ahkâf/25-27, Sebe/45, Mülk/18, Hacc/45-46.
Kalplerin mühürlenmesi, cehâlet sebebiyle işlenen suçların ve saplanılan önyargılar ile hevâya kapılma sonucu oluşan kibir eksenli çeşitli zafiyetlerin insan psikolojisinde meydana getirdiği bozulmalardır. Kalbi mühürlü hâle gelmiş insanlar kimseyi dinlemez, hiçbir şeye kulak vermez, zannları dışında doğru kabul etmez olurlar ve dolayısıyla da hakktan uzak kalıp gerçeği yakalayamazlar. (Kalplerin mühürlenmesi konusunda daha geniş açıklama için Tîn sûresi’nin tahliline bakılabilir.
101,102İşte o kentler ki, sana onların önemli haberlerinden bir kısmını anlatıyoruz. Andolsun ki peygamberleri onlara apaçık deliller ile gelmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları şeylere iman etmemiş idiler. İşte kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimselerin kalplerinin üzerine Allah böyle damga basar/ mühürler. Onların çoğunda, sözde durma ilkesini bulmadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu yoldan çıkmış kimseler bulduk.
- âyetin ilk cümlesi olan İşte o kentler ki, sana onların önemli haberlerinden bir kısmını anlatıyoruz ifadesi ile bilgi verme üslûbundan canlı konuşma üslûbuna dönülmüş ve hitap Peygamberimize (dolayısıyla da bizlere) yönelmiştir.
Bu cümledeki haberlerinden bir kısmı ifadesinden anlaşılıyor ki, burada anlatılanlar serüvenlerin tamamı değil, sadece bir kısmıdır. Ayrıca, ne geçmişte helâk edilen kentler burada sayılanlar kadardır, ne de geçmiş peygamberler burada bahsi geçen Nûh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şu‘ayb peygamberlerden ibarettir. Yani, bize anlatılmayan birçok olay, bahsedilmeyen birçok kavim vardır.
110Ve Biz, onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz. Ve Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın olarak bırakırız.
111Ve eğer Biz, şüphesiz onlara birtakım güçler indirseydik, onlara ölüler söz söyleseydi ve her şeyi karşılarına toplasaydık, –Allah’ın dilemesi dışında– yine inanmayacaklardı. Velâkin onların çoğu cahillik ediyorlar.
(En‘âm/110-111)
- âyette konu edilen vefasızlık, sadece insan karakterinin özelliklerinden birini yansıtmaktadır. “İnsanın dara düştüğünde Allah’a yönelmesi, dardan kurtulduğunda ise nankörleşmesi” demek olan bu özellik, aslında insanın kendisiyle çelişmesidir. Bunun ayrıntıları ileride, 189- 195. âyetlerde yer alacaktır. Bazıları bu vefasızlığı, Yüce Allah’ın, güya, ruhlar âleminde (!) sorduğu “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet” diye cevap verenlerden çoğunun daha sonra dünyada bu cevaplarını inkâr etmeleri olarak yorumlarlar. Ancak 172-173. âyetlerde de görüleceği gibi, bu yorum doğru değildir.
MÛSÂ PEYGAMBER:
103Sonra o elçilerin/ o toplumların arkasından Mûsâ’yı alâmetlerimizle/ göstergelerimizle Firavun’a ve ileri gelenlerine gönderdik de onlar, alâmetlere/ göstergelere haksızlık ettiler. Hele bir bak, o bozguncuların âkıbetleri nasıl oldu!
Mûsâ peygamberin kıssası burada önceki kıssalardan hem farklı bir üslûpla hem de daha ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Bize göre bunun sebebi, Firavun ailesinin bundan evvelki kavimlerden daha azgın ve zorba olması, Mûsâ peygambere verilen Âyetlerin evvelki peygamberlere verilenlere göre daha çok olması ve Mûsâ peygamber ile peygamberimiz arasındaki ortak noktaların çokluğudur.
FİRAVUN:
Başlangıçta yalnızca “krallık sarayı” anlamına gelen sözcük, İ.Ö. y.1570’te 18. sülâleyle başlayan Yeni Krallık döneminde bugün bilinen anlamını kazanmış, İ.Ö y.945’te başlayan 22. sülâle dönemine doğru da saygı belirten bir sıfat olarak benimsenmiştir. Hiçbir zaman kralın resmî unvanı olarak kullanılmadığı hâlde, terim o dönemden sonra bütün Mısır krallarını belirten genel bir Âd durumuna gelmiştir. (… ) Mısırlılar firavunlarının tanrı olduğuna inanırlar, onu Gök Tanrısı Horus ile Güneş tanrıları Ra, Amon ve Aton’la özdeş tutarlardı. (… ) Kutsal bir hükümdar olan Mısır kralı, maat’ın (tanrıların kurduğu düzen) koruyucusuydu. Ülke topraklarının büyük bölümü firavunun mülküydü; bu toprakların kullanımını da doğrudan o yönetiyordu. Kullarına adalet dağıtan firavunun iradesinin üzerinde başka bir irade yoktu. Kral ülkeyi kararnamelerle yönetirdi ama adil bir yönetim sağlayabilmek için bazı sorumluluklarını devretmek zorundaydı.[1] Çıkış [Eksodus] için en olası tarih İÖ y. 1290’dır. Bu varsayımla Çıkış’ta (1:2 – 2:23) sözü edilen zâlim firavun I. Seti (hd İÖ 1318 – 04), Çıkış dönemindeki firavun da II. Ramses’tir (hd y. 1304 – 1237).[2]
Âyetteki “Mûsâ’yı alâmetlerimizle; göstergelerimizle Firavun’a ve ileri gelenlerine gönderdik de onlar, onlara [alâmetlere/göstergelere] zâlimlik ettiler” ifadesinin manası, “Onlar Elçiliğin, göstergelerin hakkını vermediler. O göstergeler ile akıllarını başlarına toplamaları gerekirken akılsızlık ettiler” demektir. İlerideki Âyetlerde Firavun ve avenesinin Mûsâ peygambere verilen ayetleri “Bu bir sihirdir” demek sûretiyle hafife alıp gülüp geçtikleri görülecektir.
101Ve andolsun Biz, Mûsâ’ya apaçık dokuz; birçok âyet [alâmet/gösterge] verdik –işte İsrâîloğulları’na soruver–. Hani Mûsâ, kendilerine geldi de Firavun o’na, “Ey Mûsâ! Ben senin büyülenmiş olduğunu kesinlikle biliyorum” demişti.
( İsra/101)
8-12Sonra oraya geldiği zaman seslenilmişti: “Ateşin içindeki ve yanı başındaki kişi bolluklu kılınmıştır! Ve âlemlerin Rabbi olan Allah, eksikliklerden arınıktır!
“Ey Mûsâ! Şüphesiz Ben, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah’ım!
“Ve birikimini ortaya koy!” –Onu sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görüverince, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. -Ey Mûsâ korkma! Şüphesiz ki Ben; Benim yanımda elçiler korkmaz. Ancak, kim yanlış; kendi zararlarına iş yapar, sonra kötülüğün ardında iyiliğe çevirirse, şüphesiz Ben, çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.–
“Ve koynundaki gücünü devreye sok, dokuz âyet [alâmet/gösterge] içinde Firavun’a ve onun toplumuna hiç kusursuz, mükemmel çıkacaksın. Şüphesiz onlar yoldan çıkmış bir toplum olmuşlardır.”
(Neml/8-12
Âyetin son cümlesi olan, Hele bir bak, o bozguncuların âkıbetleri nasıl oldu! ifadesi, “bu kıssayı iyi anlayın ve belleyin” anlamında peygamberimize ve onun şahsında tüm insanlara yönelik bir sesleniştir. Kur’ân’da buna benzer mesajlar vardır:
14Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!–
(Neml/ 14)
104,105Ve Mûsâ, “Ey Firavun! Ben kesinlikle âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Allah hakkında haktan başkasını söylememek bana bir yükümlülüktür. Gerçekten ben size Rabbinizden apaçık bir delil ile geldim. Bu nedenle İsrâîloğulları’nı gönder benimle” dedi.
Kıssanın hemen başında belirtilmesi gerekir ki, Mûsâ peygamber Firavun’a gittiğinde İsrâîloğulları Mısır’da köleleştirilmiş olarak ağır işlerde çalıştırılmaktaydı. Kur’ân’daki bilgilere dayanarak İsrâîloğullarının Mısır’a ilk yerleşmelerinin Yûsuf peygamber zamanında olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Yûsuf peygamberin Mısır’a yerleşmesini takiben anası, babası ve kardeşleri de Mısır’a gelip yerleşmişlerdi. Ne var ki, nüfusu çoğalan İsrâîloğullarının yerleştikleri bu yeni ülkenin halkı içinde asimile olmamaları zamanla Mısır idarecilerini rahatsız etmiş ve onları “ikinci sınıf insan/vatandaş” olarak görmeye, köle muamelesi yaparak onurlarını aşağılamaya yönelmiştir. Bu süreçte İsrâîloğulları her türlü kötü muameleye maruz bırakıldıkları gibi, düşünce ve inanç özgürlükleri de ellerinden alınmıştır. Doğumundan itibaren Mûsâ peygamberin tüm serüveni, Tâ-Hâ, Kasas, Neml ve Şu’arâ Sûrelerinde daha ayrıntılı olarak verilecektir. Burada sadece önemli noktalara değinilmiştir.
104-105. Âyetlerden, Mûsâ peygamberin Firavun’u hakka davet etmek ve İsrâîloğullarını kölelikten kurtararak Mısır’dan çıkarmak gibi özel bir görevle gönderildiği anlaşılmaktadır.
106Firavun, “Eğer bir alâmet/gösterge ile geldiysen, getir hemen onu, tabii eğer doğru kimselerden isen” dedi.
Tabii eğer doğrulardan isen ifadesi, “Eğer sen doğruluğu herkes tarafından bilinen ve kabul edilen gerçek peygamberler zümresinden isen hemen getirdiğin göstergeyi ortaya koy, göster” anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi, Firavun burada Mûsâ peygambere karşı henüz bir haksızlık yapmamış, normal olarak herkese davrandığı gibi basit bir sorgulamada bulunmuştur.
107,108Bunun üzerine Mûsâ, bilgi birikimini ortaya attı, o da birdenbire apaçık bir “silip süpüren” kesiliverdi. Gücünü de sıyırıp açığa koydu; artık gücü, izleyenler için mükemmel, tam kusursuzca idi.
Kur’ân’daki Mûsâ kıssalarının doğru anlaşılması için, İsrâîliyatın etkisiyle oluşmuş peşin kabullerin aşılıp bu kıssalarda kullanılan sözcüklerin gerçek anlamının tesbit edilmesi gerekir. Bunlardan biri olan asâ sözcüğü, nüzûl sırasına göre ilk olarak burada [A‘râf sûresi’nde] geçtiğinden bu sözcüğün burada tahlil edilmesi uygun olur:
عصا [‘asâ] sözcüğü, aslında إجتماع[ictimâ‘/toplanma] ve إئتلاف[i’tilâf/uyuşma] demektir. ‘Asâ sözcüğü, el ve parmaklar üzerinde toplandığı için (telli çalgılardan) “ud”a isim olmuştur. Esmai, bazı Basralılardan şöyle nakleder:
Baston’a, ‘asâ ismi verilmesinin nedeni, el ve parmakların üzerinde toplanmasıdır. Bu sözcük Arapların toplumu, hayır ya da şerr bir şey üzerine topladıkları zaman dedikleri عصوت القوم[‘asavtu’l-qavme], اعصوهم [a‘suhum/toplumu bir araya getirdim, onları bir araya getirin] deyişlerinden gelmektedir.
Asânın bırakılması ifadesi, mecâzen, “yolculuğun bitmesi, yolcunun gideceği yere varıp direklerini dikerek çadırını kurması; yerleşmesi” demektir.[3]
Bu açıklamalara göre ‘asâ sözcüğü, “birikim-sıkı tutulan” demek olup bu anlamıyla “Kur’ân” sözcüğünün de karşılığıdır. Bunun, “baston”a isim olması da, sadece el ve parmakların üzerinde toplanması değil, “üzerine dayanmak, yaprak silkelemek, silah, kazma olarak kullanmak vs. gibi birçok yararın da toplanması”dır.
Bu sözcük Mûsâ’ya izafe edildiğinde, “Mûsâ’nın birikimi, Mûsâ’nın kuvvetle tuttuğu [sıkı tuttuğu]” demek olur, ki bu da, –âyetlerden de anlaşılacağı üzere– “Mûsâ’ya yapılan vahiyleri ve Mûsâ’nın deneysel bilgi birikimi”ni ifade eder. Nitekim Bakara/63, 93; A‘râf/145, 171; Meryem/12’den de kuvvetle tutulacak şeyin, “kitap; ilâhî vahiy”ler olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
‘Asâ sözcüğü Kur’an’da 6 kez geçer. Tâ-Hâ/18’deki, “çoban asâsı/değneği”ni; diğerleri ise, “Mûsâ’nın vahiy ve tecrübe ile öğrendiği bilgi birikimi”ni ifade eder. Mûsâ’nın Firavun’a alamet; gösterge göstermek, sudan geçmek ve taş kalpli İsrâîloğulları’nı adam etmek için kullandığı ‘asâ, “Mûsâ’nın bilgi birikimi; kendisine verilen vahiyler, o zamana kadar öğrendiği bilgiler ve edindiği deneyimler”dir. Mûsâ’ya vahyedilenlerin özeti ise, Tâ-Hâ/11-16’da, Mûsâ! Ben, senin Rabbin olan Benim. Hemen iki nalınını çıkar, şüphesiz sen temizlenmiş vâdide, Tuva’dasın/iki kere temizlenmiş bir vâdidesin. Ve Ben seni seçtim; o hâlde vahyedilecek olan şeye; “Hiç şüphesiz ki Ben, Allah’ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikâme et. Şüphesiz ki o Sâ‘at [kıyamet] gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim. O nedenle ona [kıyâmete] inanmayan ve kendi hevasına uyan kimse seni, ondan [kıyâmete iman etmekten] alıkoymasın; sonra helâk olursun şeklinde vahyolunana kulak ver” diye verilmiştir. Anlaşılan o ki, Mûsâ bu ilkeleri tebliğ etmiş ve bunların kabulü için tartışmıştır, ki bu durum Kur’ân’da açıkça ortaya konmuştur:
79Ve Firavun, “Bana en bilgili, etkili söz söyleyen bilginlerin tümünü getirin!” dedi.
80Sonunda etkili söz söyleyen bilginler gelince, Mûsâ onlara, “Ne atacaksanız atın!” dedi.
81,82Onlar ortaya atınca da Mûsâ, “Sizin getirdiğiniz şey bir göz boyama/ aldatmacadır. Şüphesiz, Allah onun boş ve asılsızlığını ortaya çıkaracaktır. Şüphe yok ki, Allah kargaşacıların işini düzeltmez. Ve Allah, günahkârların hoşuna gitmese de, hakkı, Kendi kelimeleriyle ortaya koyup gerçekleştirir” dedi.
(Yûnus/79-82)
Görüldüğü gibi bu âyetlerde ‘asâ [Mûsâ’nın birikimi/sıkı tuttuğu şey], “Allah’ın kelimeleri” olarak tefsir edilmiştir.
- âyette, “silip süpüren” diye çevirdiğimiz (Türkçe meallerde “ejderha” diye de çevrilen) sözcük, su‘bân‘dır. Bu sözcüğün kadim lügatlerdeki anlamları şöyledir:
ثعبان [su‘bân], “su ve kan akması anlamındaki ثعب[se‘ab] sözcüğünden gelir. Vâdide sel yataklarının kıvrım kıvrım olması, kıvrım kıvrım dere yataklarından suyun akması, sevgilinin uzun saçlarının kıvrım kıvrım olması da bu sözcükle ifade edilir. Bu sözcüğün çoğulu ثعبان[su‘bân] şeklindedir. Su‘bân sözcüğü tekil olarak da, “uzun, güçlü, fare avlayan yılan” anlamında kullanılır.[4]
Demek ki su‘bân sözcüğünün esas anlamı, “selin, önüne gelen her şeyi içine alıp sürüklemesi”dir. Fareleri avlayıp yutan yılana da bu ismin verilmesi, yılanın şekli, uzunluğu ve kıvrım kıvrım olması itibariyle dereye benzemesi ve önüne çıkan fareyi sel gibi yutması sebebiyledir. Mûsâ’nın birikiminin buna benzetilmesi de, ilâhî vahyin, her türlü beşerî plan ve desiseleri [bâtılı] yok edip yutmasındandır.
Âyetteki su‘bân sözcüğü, ister “önüne geleni sürükleyen sel”; ister “fare avlayan yılan” anlamında ele alınsın, burada, Mûsâ’nın birikiminin, karşısındaki her şeyi silip süpürdüğü/yuttuğu, yani Mûsâ’nın ortaya koyduğu fikirlerin, bilgilerin, Firavun’un ve zînet günü yapılan müsabakada sihirbazlarının tezlerini çürüttüğü,
iptal ettiği anlatılmaktadır. Çünkü vahyin önünde hiçbir şey duramaz. Bu nitelik Kur’ân için de birçok yerde zikredilmiştir:
1-7Küme küme/necm necm gönderilip de önüne gelenleri devirdikçe deviren, toplumları canlandırdıkça canlandıran, canlandırdıkça da hakkı bâtılı ayıran, özür veya uyarı olarak öğüt bırakan Kur’ân âyetleri kanıttır ki kesinlikle tehdit olunduğunuz, korkutulduğunuz şey, kesinlikle meydana gelecektir.
(Mürselât/1-7)
1-5O saflar hâlinde dizilen/dizen, sonra da haykırıp sürükleyen, haykırıp sürükledikten sonra da öğüt okuyan Kur’ân âyetleri kanıttır ki sizin İlâhınız kesinlikle Bir Tek’tir. O, göklerin, yerin ve aralarındakilerin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir.
(Saffat/1-5)
1-6O tozuttukça tozutanlar, arkasından ağırlığı taşıyanlar, sonra kolaylıkla akanlar, sonra da bir emri paylaştıranlar kanıttır ki şüphesiz tehdit olunduğunuz o şey, kesinlikle doğrudur. Şüphesiz yapılanların karşılıklarını verilmesi de kesinlikle gerçekleşecektir.
(Zâriyât/1-6)
1-5Evrendeki çekim kuvveti, evrendeki itme kuvveti,
yıldızlar; galaksiler; güneş, ay ve bunların kendi eksenlerinde ve bağlı olduğu yıldız çevresindeki yörüngelerde yüzmesi, bu sayede gece, gündüz ve diğer yaşam koşullarının, med-cezirin, gece-gündüzün, mevsimlerin oluşması,
tüm canlı türlerinin ve bitkilerin yaşam koşullarının ayarlanması kanıttır ki
Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler için sürekli sıkıntı, bunalım ve vicdan azabı vesilesi olan,
mü’minlere hem kolay, hem de kolaylaştıran, onlara müjdeler veren, onların mutlu olmalarını sağlayan,
elden ele, dilden dile, gönülden gönüle dolaşıp duran, hep öne geçen, önemseten ve kişisel ve sosyal tüm işleri ayarlayan, her işe ait emirlerinin, yasaklarının olması; ilkeler koyan Kur’ân âyetleri kanıttır ki,
26şüphesiz bunda; “o gün, kişinin iki gücünün/mal ve çevresinin ne takdim ettiğine bakıp/yaptıklarıyla yüz yüze gelip ve kâfir; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişinin, ‘Ah ne olaydı, ben bir toprak olsaydım’ demesinde”, saygıyla, sevgiyle bilgiyle ürperti duyacak kimseler için bir ibret vardır.
(Nâziât/1-5, 26)
Bâtıl yok olucudur:
81Ve de ki: “Hak geldi, bâtıl yok oldu. Şüphesiz bâtıl yok olup gider.”
(İsrâ/81)
Bâtıl hakk ile yok edilir:
18Tam tersi Biz, hakkı bâtılın başına çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın bâtıl yok olup gitmiştir. Ve Allah’a yakıştırdığınız niteliklerden dolayı size yazıklar olsun!
(Enbiyâ/18)
- âyette geçen ve “Mûsâ’nın elinin ışık saçması” şeklinde kabul edilen, yed-i beyzâ’ tamlamasını tahliline gelince:
يد [YED]
Âyette geçen ve genellikle “el” diye çevrilen يد[yed] sözcüğü, mecâzen “kuvvet, zenginlik, iktidar, saltanat, nimet, yay, elle yapılan işlerin tümü” anlamında kullanılır.
Burada konu edilen güç, diğer âyetlerde [Neml/12, Kasas/32], “cebindeki/koynundaki güç” olarak nitelenmektedir. Bu güç ise, “Hârûn”dur.
بيضاء [BEYZÂ’]
Bu sözcükle ilgili şu bilgiler verilmektedir:
Biyz, “yumurta”, beyaz da “yumurta rengi” demektir. Bu sözcüğün beyzâe kalıbı, “aşırı beyazlığı, parlaklığı” ifade eder. Güneşe, beyaz yüzlü lekesiz kadına, üzerinde hiç bitki olmayan toprağa, kamerî ayların 14-15. geceki görünümlerine beyzâ’ denir. Yed-i beyzâ’, tamlaması, “isbatlanmış, kanıt” demektir.[1]
Bu açıklamalara göre bu sözcüğe, “bembeyaz” karşılığı verilebilir, ki bu da, mükemmellik ve kusursuzluğun mecâzî ifadesidir.
Yed’in/güc’ün, görenlere karşı bembeyaz [kusursuz, mükemmel] olmasıyla da, Hârûn’un ifade ve hitabet yeteneği kastedilmektedir. Tâ-Hâ/28’den açıkça anlaşıldığına göre Mûsâ peygamberin ifade yeteneği zayıftı. Mûsâ’nın bu zayıflığı, kardeşi Hârûn’un o’na vezir [sekreter, sözcü] olarak verilmesiyle giderilmiştir. Bunu Tâ-Hâ sûresi’ndeki pasajda açıkça göreceğiz.
Mûsâ peygamberin bu Âyetlerde gösterdiği peygamberlik göstergelerinin Allah tarafından kendisine verilişi Kur’ân’da; Tâ-Hâ: 17–22) , (Neml: 8–12, (Kasas: 30–32’de de konu edilir.
Rabbimiz, bu göstergeleri Mûsâ peygambere verdikten sonra, onu özel bir görevle Firavun’a göndermiştir:
10Bir vakit de Rabbin, Mûsâ’ya: “Git o yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluma; 11Firavun toplumuna, hâlâ Allah’ın koruması altına girmeyecekler mi?” diye nida etmişti.
12Mûsâ: “Rabbim! Şüphesiz ben, beni yalanlamalarından korkarım. 13Göğsüm de daralır, dilim konuşmaz, onun için Hârûn’a da elçilik ver. 14Hem onlara ait benim üzerimde bir suç var. Ondan dolayı beni öldürmelerinden korkarım” dedi.
15Allah: “Kesinlikle senin düşündüğün gibi değil! Haydi, ikiniz alâmetlerimizle/göstergelerimizle gidin. Şüphesiz ki, Biz sizinle beraberiz, işitenleriz. 16,17Haydi, ikiniz Firavun’a gidin de ‘Biz kesinlikle, İsrâîloğulları’nı bizimle beraber gönderesin diye’ âlemlerin Rabbinin elçisiyiz deyin” dedi.
18Firavun: “Biz seni çocukken içimizde terbiye etmedik mi? Hayatından birçok yıllar içimizde kalmadın mı? 19Sonunda o yaptığın işi de yaptın. Sen nankörlerden birisin de…” dedi.
20-22Mûsâ: “Ben, o işi şaşkınlardan olduğum zaman yaptım. Sizden korkunca da hemen sizden kaçtım. Sonra Rabbim bana yasalar-ilkeler bahşetti ve beni elçilerden biri yaptı. O başıma kaktığın nimet de İsrâîloğulları’nı kendine köle edinmiş olmandır” dedi.
23Firavun: “Âlemlerin Rabbi dediğin de nedir ki?” dedi.
24Mûsâ: “Eğer yakinen bilmiş olsanız, O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir.”
25Firavun, yanı başında bulunanlara “İşitmiyor musunuz?” dedi.
26Mûsâ: “O, sizin Rabbiniz ve daha önceki atalarınızın da Rabbidir” dedi.
27Firavun: “Size gönderilen bu elçiniz kesinlikle gizli güçlerce desteklenen/delinin biridir” dedi.
28Mûsâ: “Şâyet aklınızı kullansanız, O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir” dedi.
29Firavun: “Benden başka ilâh edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan yaparım” dedi.
30Mûsâ: “Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?” dedi.
31Firavun: “Haydi hemen getir onu, eğer doğrulardan isen” dedi.
32Bunun üzerine Mûsâ, birikimini ortaya koyuverdi; bir de bakmışsın ki Mûsâ’nın birikimi, apaçık bir “silip süpüren”dir.
33Gücünü de çekti çıkardı; bir de bakmışsın ki o güç, izleyenlere çok mükemmel, hiç kusursuzdur.
34,35Firavun, yanı başındaki ileri gelenlere: “Şüphesiz bu, kesinlikle çok bilgili bir etkin bilgin! Sizi etkin bilgisiyle topraklarınızdan çıkarmak istiyor. Şimdi ne buyurursunuz?” dedi.
36,37İleri gelenler dediler ki: “Onu ve kardeşini alıkoy, şehirlere de toplayıcılar gönder. Bütün büyük ve çok etkin bilginleri sana getirsinler.”
38Böylece, etkin bilginler belli bir günün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi.
39İnsanlara da, “Siz toplanıyor musunuz?” denildi.
–“40Bizim etkin bilginlere uymamız için, kendilerinin galip gelen kimseler olmaları gerekir!”–
41Etkin bilginler geldiklerinde Firavun’a: “Şâyet biz üstün gelirsek, kesinlikle bize bir ücret var mı?” dediler.
42Firavun: “Evet, o takdirde siz, hiç şüphe yok ki, yakınlardan olacaksınız” dedi.
43Mûsâ onlara, “Ortaya koyun ne koyacaksanız!” dedi.
44Bunun üzerine onlar, birikimlerini, eski inanç ve tezlerini/çer-çöplerini; eften püften bilgilerini ortaya koydular ve “Firavun’un gücü hakkı için şüphesiz elbette bizler galip olanlarız” dediler.
45Sonra Mûsâ birikimini ortaya koydu; bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuyor da yutuyor!
46-48Sonra etkin bilginler boyun eğip teslimiyet gösterenler olarak bırakıldılar:
“Biz, Âlemlerin Rabbine; Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine iman ettik” dediler.
49Firavun dedi ki: “Ben size izin vermeden o’na iman mı ettiniz? Şüphesiz ki o, elbette size sihri öğreten büyüğünüzdür! Peki, yakında bileceksiniz! Andolsun, sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkinizi kestireceğim ve kesinlikle hepinizi rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım, taş ocaklarında çalıştıracağım, zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim!”
50,51Etkin bilginler: “Zararı yok, şüphesiz biz Rabbimize dönenleriz. Biz mü’minlerin ilkleri olduğumuzdan dolayı, Rabbimizin bize mağfiret edeceğini; suçlarımızı bağışlayacağını umuyoruz” dediler.
63Sonra Mûsâ’ya: “Vur birikimini o bol suya/nehire!” diye vahyettik. Sonra o bol su/nehir yarıldı/barajlar yapıldı da, her bir parça baraj, ulular ulusu bir dağ gibi oluverdi.
52Ve Biz, Mûsâ’ya: “Kullarımı geceleyin yola çıkar, şüphesiz siz takip edilenlersiniz” diye vahyettik.
53-56Derken Firavun da şehirlere toplayıcıları gönderdi: “Şüphesiz bunlar, sayıları azar azar, bölük pörçük bir topluluktur. Ve onlar bizim için elbette öfkelidirler. Biz ise, elbette hazırlıklı, tedbirli bekleyen bir cemaatiz.” 60Sonra Firavun ve adamları güneş doğarken onların ardına düştüler.
61İki topluluk birbirini görünce, Mûsâ’nın ashâbı “Şüphesiz biz, kesinlikle kıstırıldık” dediler.
62Mûsâ: “Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Şüphesiz Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir” dedi.
64Ötekilerini de oraya yaklaştırdık.
65,66Ve Mûsâ ve beraberindekilerin hepsini kurtardık, sonra da ötekileri suda boğduk.
57-59Sonunda Biz, Firavun ve toplumunu bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve şerefli makamdan çıkardık. İşte böyle! Ve sonra onlara İsrâîloğulları’nı mirasçı/son sahip yaptık. 67Şüphesiz bunda kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır. Ama çokları iman etmiş değillerdi. 68Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle en üstün olanın, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, engin merhamet sahibinin ta kendisidir.
(Şuara,10- 51, 63, 52- 56, 60- 66, 57- 59, 67, 68)
Görüldüğü gibi, 107-108. Âyetler Mûsâ peygamberin Allah’tan aldığı alametleri; göstergeleri Firavun’a göstermesini dile getirmektedir.
- Âyette “Silip süpürenin” مبين – mübin = apaçık sıfatıyla yer almasından anlaşıldığına göre, bu mu’cize sihir gibi bir anda olup bitiveren bir göz aldatmacası, olmayıp herkesin açık açık kabul ettiği gerçekler olduğudur.
İşin gerçeği bu olmasına rağmen Müslümanlar arasındaki peşin kabul, Kitab-ı Mukaddes’ten kaynaklanmaktadır. Bu olaylar Kitab-ı Mukaddes’in Çıkış/ 4. Babında yer alır. İlgi duyanlar oraya bakmalıdır.
109-112Firavun’un toplumundan ileri gelenler, “Kesinlikle bu çok bilgili büyüleyici, etkin bir bilgindir. O, sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor” dediler. Firavun, “O hâlde siz ne emredersiniz?” dedi. Onlar: “Onu ve kardeşini alıkoy, şehirlere de toplayıcılar gönder. Bütün çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginleri sana getirsinler” dediler.
Mûsâ peygamberin burada ismi verilmeyen kardeşi, konuyla ilgili diğer Âyetlerden öğrendiğimize göre, Hârûn’dur. Mûsâ peygamber ile kardeşi Hârûn’un muhatapları ise, konuşmalardaki çoğul ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla Firavun ve kavminin ileri gelenleridir. Firavun, Mûsâ peygamber ile ilgili kararları kendi suç ortakları olan ileri gelenler kesimi ile istişare ederek vermekte, onlara danışmadan tek başına hareket etmemektedir.
MÛSÂ PEYGAMBERİN FİRAVUN İÇİN TEHLİKE OLUŞU:
Sihirbazlığın Mısır’da yaygın ve dolayısıyla sihirbazların fazla sayıda olmasına rağmen Mısır ileri gelenlerinin Mûsâ peygamber hakkında Muhakkak bu çok bilgili bir sihirbazdır. O, sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor demeleri ve onu kendileri için büyük bir tehdit olarak kabul etmeleri ilginçtir. Çünkü Mûsâ peygamberin gösterdiği mu’cizeler -ne kadar etkilenseler de- neticede onların gözünde bir sihirdir ve Mısır’da sihirle uğraşan pek çok sihirbaz bulunmaktadır. Üstelik Mûsâ peygamber köleleştirilmiş İsrâîloğullarının bir ferdidir. Köle soyundan gelen birinin pek çok kişi tarafından yapılan bir işi yapıyor olması, onun bu derecede bir tehdit olarak algılanmasını gerektirmemektedir.
Bizim görüşümüze göre, saray çocuklarıyla birlikte eğitim almış olan Mûsâ peygamberin temiz, güçlü bir karaktere ve üstün yeteneklere sahip olduğunu bilen Mısır ileri gelenleri, âlemlerin Rabbinin Elçisi olduğunu iddia eden Mûsâ peygamberin, taleplerinde geri adım atmayacağını ve kesinlikle uzlaşmaya yanaşmayacağını anlamışlardır. Böyle bir peygamberin varlığı ve onun çevresinde kendisine inananlardan oluşmuş bir halk kitlesinin toplanmış olması ise, yönetim düzeni dâhil mevcut hayat sisteminin tamamen değişmesi, yani tam bir inkılâp demektir. Mûsâ peygamberin bir tehdit olarak algılanmasının asıl sebebi budur.
Bu konu Mü’min suresinde şöyle açıklanır:
26Ve Firavun: “Bırakın beni, öldüreyim Mûsâ’yı, o da Rabbini çağırsın. Şüphesiz ben onun sizin dininizi değiştirmesinden veyahut bu yerde/ ülkemizdeki kargaşayı ortaya çıkarmasından; bozguncu düzenimizi deşifre etmesinden korkuyorum” dedi.
(Mü’min/26)
Bir diğer sebep de, Mûsâ peygamberin gösterdiği göstergeler karşısında ileri gelenlerin onun sıradan bir sihirbaz olmadığını anlayarak dehşet ve korkuya kapılmaları ve onun arkasında gerçekten doğaüstü bir gücün olduğuna inanmalarıdır. Gerçekten de Mûsâ peygamberi sıradan bir sihirbaz olarak görmüş olsalardı, kesinlikle ondan korkmaz, büyük değişimleri gerçekleştirebileceğinden tedirgin olmaz ve onu kendileri için yakın bir tehlike saymazlardı. Çünkü sihir hiçbir zaman devrimci hareketlerin ateşleyicisi olmamış, hiçbir sihirbaz da sihir gücüyle yönetime el koymamıştır.
İleri gelenlerin uyarılarından hemen sonraki gelişmeleri Tâ-Hâ Sûresinden öğreniyoruz:
57,58Firavun: “Ey Mûsâ! Sen etkili bilginle bizi topraklarımızdan çıkarmak için mi geldin bize? O hâlde biz de senin etkili bilgin gibi bir etkili bilgi ile sana geleceğiz. Şimdi bizimle senin aranda bir buluşma zamanı/yeri belirle ki; bizim ve senin karşı çıkmayacağımız düz ve geniş bir yer olsun” dedi.
59Mûsâ: “Sizinle buluşma zamanı, tören, şenlik günü ve insanların toplanacağı kuşluk vaktidir” dedi.
60Bunun üzerine Firavun sırt çevirdi de düzenlerini-planlarını topladı, sonra geldi.
(Tâ-Hâ: 57–60)
113,114Ve o çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler Firavun’a geldiler: “Eğer galip gelen/ yenen biz olursak, gerçekten bizim için büyük bir ödül olacak/ olacak mı?” dediler. Firavun, “Evet” dedi, “siz kesinlikle yakınlaştırılmışlardan olacaksınız da.”
- Âyette sihirbazların sözlerini ihtiva eden cümle “haber cümlesi” niteliğindedir. Aynı sözlerden oluşan Şu’arâ Sûresi’nin 41. Âyetinde ise bir “soru cümlesi” niteliğindedir. Bazı kurralar bu Âyetteki إنّ – inne sözcüğünü ائن – einne olarak okumak sûretiyle bu Âyeti de “soru cümlesi” hâline getirmişlerdir.[2] Ancak biz bu cümleyi “haber cümlesi” olarak değerlendiriyoruz. Buna göre, Firavun’un bilginlerinin sözleri Biz galip gelirsek bize büyük bir ödül vereceksin değil mi? şeklinde Firavun’la pazarlık yapar mahiyette değil, kazandıkları takdirde ünlerinin yayılıp işlerinin artacağı ve Firavun tarafından da fazlasıyla ödüllendirilecekleri inancını yansıtan, kısaca bu işten büyük bir kârla çıkacakları şeklindeki kanaatlerini bildirir mahiyettedir.
Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginlerin sözleri içinde geçen اجرا – ecren sözcüğünün nekre [belirtisiz] olması, sözcüğün anlamına çokluk ve büyüklük kazandırdığı için “büyük bir karşılık, ödül” olarak çevrilmiştir.
Bu hadisenin başka Âyetlerdeki anlatımlarından olayın bazı bölümlerinin burada hazfedildiği anlaşılmaktadır. Mesela Şu’arâ Sûresi’ndeki anlatımda Firavun’un kavmin ileri gelenlerinin görüşleri doğrultusunda civar şehirlere haberciler, toplayıcılar saldığı ve çok sayıda sihirbazı gösteri meydanına getirttiği ifade edilmektedir. Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginlerin 113. Âyette nakledilen eğer galip gelen biz olursak, gerçekten, bizim için büyük bir ücret [ödül] olacak/olacak mı? şeklindeki sözleri, bu toplantı anında söylenmiş sözlerdir. Firavun’un onları tasdikledikten sonra bir de onlara Siz kesinlikle yakınlaştırılmışlardan olacaksınız da demesi ise, bu sözde bilginlere beklentilerinin çok üstünde bir ödül vaat ettiğini göstermektedir: Saray’a girmek ve sarayda yer almak gibi.
38Böylece, etkin bilginler belli bir günün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi.
39İnsanlara da, “Siz toplanıyor musunuz?” denildi.
–“40Bizim etkin bilginlere uymamız için, kendilerinin galip gelen kimseler olmaları gerekir!”–
41Etkin bilginler geldiklerinde Firavun’a: “Şâyet biz üstün gelirsek, kesinlikle bize bir ücret var mı?” dediler.
42Firavun: “Evet, o takdirde siz, hiç şüphe yok ki, yakınlardan olacaksınız” dedi.
(Şu’arâ: 38-42)
115Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler: “Ey Mûsâ! Sen mi tezini ortaya koyacaksın, yoksa tez ortaya atanlar biz mi olalım?” dediler.
116Mûsâ: “Siz tezinizi ortaya atın” dedi. Onlar atınca da insanların gözlerini büyülediler ve onları kendi akıllarınca hizaya getirmek/ adam etmek istediler. Ve büyük bir etkin hüner gösterdiler.
117Biz de Mûsâ’ya, “Sen de birikimini ortaya atıver” diye vahyettik. Bir de ne görsünler, onların uydurup düzdükleri şeyleri süratle yakalayıp yutuyor.
BÜYÜK GÖSTERİ:
Daha fazla ayrıntı içermesi sebebiyle gösteriyi önce Tâ-Hâ Sûresinden takip etmekte yarar vardır. Örnek Âyet:
65Etkili bilginler: “Ey Mûsâ! Ya sen ortaya koyacaksın veyahut ilk ortaya koyan kişiler biz olalım” dediler.
66Mûsâ: “Tam tersi, siz ortaya koyun” dedi. Bir de ne görürsün! Onların birikimleri, eski inançları ve tezleri/çer-çöpleri/eften püften bilgileri, yaptıkları sihirden/hünerli gösterimden ötürü gözünde büyüdü.67Bu yüzden Mûsâ, içinde bir korku hissetti.
68,69Biz: “Korkma, şüphesiz sen; en üstün olan sensin: Sen sahibi olduğun birikimi ortaya koy; o, onların yapıp ürettiklerini yutsun dursun. Şüphesiz onların yaptıkları ancak bir göz boyayıcısı hilesidir. Göz boyayıp etkileyen kişi ise, her nereye giderse gitsin zafer kazanamaz, başarılı olamaz” dedik.
(Tâ-Hâ: 65–69)
Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginlerin, centilmenlik gibi gözüken Ey Mûsâ! Sen mi atacaksın yoksa atanlar biz mi olalım sözleri, kendilerine duydukları güvenden kaynaklanmaktadır. Nitekim Tâ-Hâ Sûresindeki ifadelerden, çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginlerin ileri sürdükleri tezlerle herkesi heyecanlandıran ve izleyenleri akılları sıra kendilerine bağlayacak bir gösteri sundukları anlaşılmaktadır. Ancak Mûsâ peygamberin önceliği onlara vermesi sayesinde halk, biraz önce etkilendikleri gösterinin aslında düzmece bir hünerden ibaret olduğunu görmüş ve böylece çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginlerın yaptıkları basit bir gösteri konumuna düşmüştür.
118Böylece hak yerini buldu ve Firavun ve ileri gelenlerin bütün yaptıkları boşa gitti, işe yaramadı.
119Firavun ve ileri gelenler, artık orada mağlup oldular ve küçük düşmüş bir toplum olarak geri döndüler.
Gösteri onu düzenleyenlerin hüsranıyla bitmiş, plânları ters tepen ve halkın karşısında küçük düşen Firavun ve avenesi, yenilmiş ve kahrolmuş bir halde oradan ayrılmışlardır.
120-122Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler ise boyun eğip teslim olmuş kimseler hâlinde bırakıldılar. “Âlemlerin Rabbine; Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine iman ettik” dediler.
Bu yenilginin Firavun ve yandaşlarını perişan ettiği anlaşılmaktadır. Çünkü bin bir emek ve masrafla getirilen bilginler, yenildikleri yetmezmiş gibi bir de gösterinin sonunda Mûsâ peygambere inandıklarını söylemişlerdir. Bilginlerin derhal imana yönelmeleri, akıllı ve bilinçli kişiler olarak Mûsâ peygamberin gösterdiği Tevrat’tan aktardığı ayetlerin basit birer aldatıcı bilgi olmadığını hemen anlamış olmalarıdır. Zira bir şeyin mahiyeti; iyi olup olmadığı, en iyi bizzat o işin ustaları tarafından anlaşılabilecek bir durumdur.
Bilginlerin Firavun’a karşı bir meydan okuma mahiyetindeki Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine iman ettik vurgulu sözleri, bilgi ile oluşmuş bir imanı göstermektedir. İmanlarını ikrar etmeden önce dile getirdikleri Âlemlerin Rabbine ifadesi ise, kendisini âlemlerin rabbi olarak gören Firavun tarafından yanlış anlaşılmasının önüne geçmek içindir.
123-126Firavun dedi ki: “Ben size izin vermeden önce ona iman mı ettiniz? Şüphesiz bu, halkını şehirden çıkarmak için, şehirde kurduğunuz gizli bir tuzaktır. Yakında bileceksiniz. Kesinlikle sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkinizi keseceğim, sonra da hepinizi kesinlikle rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım; taş ocaklarında çalıştıracağım; zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim. Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler de dediler ki: “Hiç şüphesiz biz sadece Rabbimize dönenleriz. Senin bizi, yakalayıp cezalandırman da sırf Rabbimizin ayetleri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır.” –“Ey Rabbimiz! Bize çok çok sabır ver de gevşemeyelim, zaafa düşmeyelim, boyun eğmeyelim. Canımızı da Müslümanlar olarak al!”–
- Âyette, Mûsâ peygamberin karşısına çıkarılan bilginlerin, ortaya konan ayetlerin sihir olmadığını anlayıp iman etmeleri üzerine, Firavun ve avenesinin gösteri mahallini terk ettiği bildirilmişti. Bu yenilgiyi kabul etmeyen Firavun, yeni oyunlar tertiplemek üzere tekrar sahneye çıkmıştır. Bilginlerin Mûsâ peygamberle el altından anlaşmış olduğunu iddia eder ve bilginlere tehditler yağdırır: “Ben size izin vermeden önce ona iman mı ettiniz? Şüphesiz bu, halkını şehirden çıkarmak için, şehirde kurduğunuz gizli bir tuzaktır. Yakında bileceksiniz. Kesinlikle sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkilerinizi keseceğim, sonra da hepinizi kesinlikle rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım; taş ocaklarında çalıştıracağım; zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim. ”
خلافHILAF/ حلافHILAF
Kur’an’da duyarlı davranmamız gereken sözcüklerden bir tanesi de “ خلافHılaf” sözcüğüdür. Bilindiği üzere ilk mushaflarda bu sözcük, noktasız ve harekesizdir. İlk Mushaflardaki noktasız ve harekesiz yazıyı, sözcüğün sonundaki harfi, tek nokta ile “ فF” okumak mümkün iken iki nokta ile “ قQ” okumak da mümkündür. Aynı zamanda kelimenin başındaki harfi, “ جC”, “ حH” ve “ خHI (noktalı ha)” olarak da okumak mümkündür.
Biz, konumuz ayette, şimdiki Mushaflardaki “ خHı” harfiyle okunan “ خلافHılaf” sözcüğü üzerinde duracağız.
Sözcüğü “ خلافHılaf (noktalı ha; hı)” olarak ele alınca, “arka” anlamındaki “ خ ل فhlf” kökünden türemiş olan bu sözcüğün anlamı, “tersine, karşısına, tam tersi olarak; arka arkaya” anlamına gelir. Bu sözcüğün birçok türevi (halef, halife, muhalif, muhalefet vs. gibi)Türkçemizde de kullanılır.
Nitekim. Tevbe/81 ve İsra/76’da “karşıt olarak”, “senin ardından” anlamında yer alır.
“Hılaf” sözcüğünü noktasız “ حلاف olarak okursak, bu sözcük, “yemin” anlamındaki “ ح ل فh l f” den türemiş olur. Bu kökten gelme Kur’an’da on iki adet fiil ( يخلفنّyahlifünne, خلفتمhaleftüm, يخلفونyahlifune) bir adet de mübaleğa ismifail ( خلاّفhallaf) mevcuttur.
“ حلافHılaf” sözcüğünün anlamı, “toplum arasında olan sözleşme , taahütleşme, ahitleşme,” demek olup, “genellikle birlik, beraberlik , güç birliği konularındaki sözleşme” demektir. (Tac ve LİSAN)
“Ellerin ayakların kesilmesi” ifadesi, “insanın nimetlerden yararlanamaz hale gelmesi” anlamında bir deyime dönüşmüş olmalıdır. Türkçemizde de “bir şeyle ilgisini, ilişkisini kesmek” anlamında “Elini ayağını (eteğini) kesmek (çekmek)” deyimi vardır. Bu deyimi “ حلافHılaf” ile birlikte kullanınca; “sözleşmelerden, yapılmış taahhütlerden; vatandaşlık haklarından yararlandırmama, nimetlerden uzaklaştırma; ilişkisini kesme” anlamına gelmektedir.
Kur’an’da; A’raf/124, Ta Ha/71, Şuara/49’te yer alan “لَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ “خِلَافٍ
ifadesinin anlamı. Size verilmiş sözlerden, sizinle yapılmış antlaşmalardan; vatandaşlık haklarından sizi yararlandırmayacağım; onlardan sizin ilişkinizi keseceğim” demek olur.
Nitekim Firavun ve bilginlerinin antlaşmalarını, A’raf/113, 114 ve Şuara/41, 42’de görmekteyiz.
A’raf/113, 114:
113,114Ve o çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler Firavun’a geldiler: “Eğer galip gelen/ yenen biz olursak, gerçekten bizim için büyük bir ödül olacak/ olacak mı?” dediler. Firavun, “Evet” dedi, “siz kesinlikle yakınlaştırılmışlardan olacaksınız da.”
Şuara/ 41, 42:
41Etkin bilginler geldiklerinde Firavun’a: “Şâyet biz üstün gelirsek, kesinlikle bize bir ücret var mı?” dediler.
42Firavun: “Evet, o takdirde siz, hiç şüphe yok ki, yakınlardan olacaksınız” dedi.
Bu durumda Firavun, bilginlerin ellerini ayaklarını fiziki olarak kesmeyi değil yapılan sözleşmedeki haklardan ve diğer vatandaşlık haklarından mahrum etmeyi bildirmiş olmaktadır.
Bu tespitlerden sonra Kur’an’ın ceza hukuku ile ilgili Maide/ 33’teki maddelerden “اَوْ تُقَطَّعَ اَيْد۪يهِمْ وَاَرْجُلُهُمْ مِنْ خِلَافٍ” hükmünün anlamı da “ Bu suçu işleyen kimselerin vatandaşlık haklarından ve diğer sözleşmelerdeki haklarından mahrum edilmesi; ilgi ve ilişkilerinin kesilmesi”dir.
- Âyetteki لاقطّعن – leugattı’anne ve لاصلّبنّ – le-usallibenne sözcükleri, yapı itibarıyla “çokluk” ifade ettiği için sözcükler “kesilmenin” ve “sert muamelenin” en kötüsünü ifade etmektedir.
“Salb” sözcüğü ile ilgili ayrıntılı açıklama Ta Ha/71. âyetin tahlilinde verilmiştir.
Ne var ki, Firavun’un bu şiddetli tehdidi, mu’cizeyi görüp aklı-selimleriyle imana yönelen sihirbazlar tarafından hiç umursanmamıştır. Aksine sihirbazlar, Hiç şüphesiz biz sadece Rabbimize dönenleriz. Senin bizden intikam alman [cezalandırman] da sırf Rabbimizin Âyetleri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır diyerek Allah’a yönelmişler ve Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır dök [yağdır] ve canımızı Müslümanlar olarak al şeklindeki duaları ile teslimiyetlerini ortaya koymuşlardır.
Başka bir ifade ile gösteri öncesi biraz dünyalık peşinde olan sihirbazlar, ilâhî mu’cize karşısında hemen imana gelmişler ve bu imanlarını canları pahasına koruyacaklarını beyan etmişlerdir. Bu davranışlarıyla da, hakikati az bir dünyalıkla değiştirmeyi değil, karşılığı en büyük ödül [cennet] olan hakikatin yanında yer almayı tercih etmişlerdir.
Sihirbazların bu cevapları, zımnen “Senin bizi tehdit etmen umurumuzda bile değil. Nasıl olsa Rabbimize döneceğiz. Ölüm şeklimizin hiçbir önemi yok… Ha yataklarımızda ölmüşüz, ha senin tarafından doğranarak, asılarak ölmüşüz, sürgün edilmişiz, taş ocaklarına gönderilmişiz; bizim için fark etmez” anlamına gelmektedir. Senin bizden intikam alman [cezalandırman] da sırf Rabbimizin Âyetleri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır şeklindeki sözleri ise dolaylı olarak “Biz Rabbimize iman gibi önemli bir nedenden dolayı öldürülüyoruz; yoksa adî bir suçtan dolayı değil! Bu nedenle, niye tehdidini umursayalım?” mesajını içermektedir.
İyi bilinmelidir ki, eza, cefa ve mihnet, iman ve teslimiyet yolunda yürüyenlerin göze almaları gereken bir durumdur. Nitekim İbrâhîm peygamber de, peygamberimiz Muhammed peygamberde, Ashâb-ı Uhdud’ta bahsedilen müminler de, Yasir, Sümeyye, Bilâl gibi ilk Müslümanlar da hep aynı eza ve cefalara maruz kalmışlardır. Bu süreçler bundan sonra da böyle devam edecek, inananlar kendilerinden önceki örnekleri gibi daima çeşitli eza ve cefalarla karşılaşacaklardır:
186Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız konusunda yıpranacaksınız/imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine Kitap verilen kimselerden ve ortak koşan kimselerden birçok eza; can sıkıçı, sinir bozucu şeyler de işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’ın koruması altına girerseniz, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir.
(Âl-i İmrân: 186)
39-41Kendilerine savaş açılan kimselere, kendileri haksızlığa uğramaları; onlar, başka değil sırf “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle savaşmalarına izin verildi.
Ve şüphesiz ki Allah, onları zafere ulaştırmaya en iyi gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, filiz, tomurcuk, ağaçtaki meyve, toplanmış tahıl, bakliyat, kıraç arazide diken, yapılı bina ne varsa hepsi, tüm alış-veriş yerleri; çarşı-pazar, tüm Salat; destek yerleri (iş; istihdam ve istihsal yerleri, eğitim öğretim kurumları ve güvenlik merkezleri) ve içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan mescitler yerle bir edilirdi.
Allah, Kendisine yardım edenlere –kendilerini yurtlandırıp güçlendirirsek salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan, ayakta tutan], zekâtı/vergilerini veren, örfe uygun/herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden ve vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü, çirkinliği kabul edilen şeylerden alıkoyan kimselere– kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, çok güçlüdür, mutlak galiptir. İşlerin sonucu da sadece Allah’a âittir.
(Hacc: 39-41)
4,5Uhdud’un/şiddetli tutuşturulmuş ateşin ashâbı öldürüldü: 6Hani onlar, onun üzerine oturmuşlar 7ve inananlara yaptıklarına tanık idiler. 8,9Mü’minleri cezalandırmalarının sebebi de, onların yalnız çok güçlü, övgüye lâyık, göklerin ve yerin hükümranlığı Kendisinin olan ve her şeye tanık olan Allah’a inanmalarından başka bir şey değildi.
(Bürûc: 4–9)
Gerçekten de kâfirlerin bu tutumları tarih boyunca süregelmiştir. Ancak sihirbazların sözlerini bildiren Âyetler, tehdit altındaki bir Müslüman’ın nasıl davranacağı konusunda iyi bir örnek durumundadır. Peygamberimizin arkadaşlarının savaşa giderken birbirlerine söyledikleri sözler de dikkat çekicidir:
51De ki: “Hiçbir zaman bize Allah’ın bizim için yazdığından başkası dokunmaz. O, bizim mevlamızdır. Onun için mü’minler, yalnızca Allah’a işin sonucunu havale etsinler.”
(Tövbe: 51)
123–126. Âyetlerdeki olayların Tâ-Hâ Sûresindeki anlatımı şöyledir:
70Sonunda bütün etkili bilginler, “Mûsâ ile Hârûn’un Rabbine iman ettik” demek sûretiyle boyunlarını uzatıp teslim olmuş durumda bırakıldılar.
71Firavun: “Ben size izin vermezden önce mi o’na iman ettiniz? Şüphesiz o, size etkili bilgi öğreten büyüğünüzdür. Andolsun ki sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkinizi keseceğim ve kesinlikle hepinizi rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım, taş ocaklarında çalıştıracağım, zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim. Ve hangimizin azap bakımından daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu kesinlikle bileceksiniz” dedi.
72,73Etkili bilginler: “Bize gelen bu açık kanıtlar ve bizi yoktan yaratana karşı asla seni üstün tutmayız. Ne hüküm vereceksen hadi ver! Sen, ancak bu iğreti dünya hayatına hükmedersin. Şüphesiz biz, hatalarımıza ve bizi etkili bilgiden zorladığın şeye karşı, bizi bağışlasın diye Rabbimize iman ettik. Ve Allah daha hayırlı ve daha kalıcıdır” dediler.
(Tâ-Hâ: 70–73)
127Firavun toplumundan ileri gelenler de, “Seni ve senin ilâhlarını/ seni ilâh edinmeyi terk etsinler de yeryüzünde kargaşa çıkarsınlar diye mi Mûsâ’yı ve toplumunu serbest bırakacaksın?” dediler. Firavun dedi ki: “Onların oğullarını katledeceğiz; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştireceğiz, kadınlarını utanca boğacağız ve biz onlar üzerinde ezici bir güce sahip kimseleriz.”
Bu Âyette, Firavun sülâlesinden ileri gelenlerin Firavun’u tahrik ederek onu Mûsâ peygambere ve İsrâîloğullarına karşı kışkırttıkları görülmektedir. Firavun’un cevabı ise, Mûsâ peygamberi değil de İsrâîloğullarını hedef alması bakımından ilginçtir. Firavun’un Mûsâ peygamberi bir tarafa bırakıp İsrâîloğullarına karşı bir güçsüzleştirme plânlaması bize göre iki sebeple açıklanabilir: Firavun, ya halkının güçsüzleştirilmesi hâlinde Mûsâ peygamberin yalnız, desteksiz kalıp kendisine zarar veremeyeceğini düşünmüş ve onu hiç önemsememiştir, ya da getirdiği göstergelerden etkilenerek onun gerçekten Hakk elçisi olduğunu düşünmüş ve üzerine gitmeyi göze alamamıştır.
Firavun’un bu güçsüzleştirme plânı, İsrâîloğulları için yeni bir zulüm döneminin başlayacağı anlamına gelmektedir. Çünkü buna benzer bir zulüm Mûsâ peygamberin doğumundan önce de İsrâîloğullarına uygulanmıştı.
4Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı; onlardan bir grubu güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiriyor, kadınlarını utanca boğuyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi. (Kasas/4)
الإستحياءİSTİHYÂ
Kur’an’ımızda, üzerinde önemle durulması gereken sözcüklerden bir tanesi de “ إستحياءİstihya” sözcüğüdür. Bu sözcük, A’râf/127, 141, Bakara/26, 49, İbrahim/ 6, Kasas/4, Ahzâb/53 (iki kerre), Mü’min/25’te olmak üzere dokuz yerde fiil formuyla (muzâri; geniş zaman ve şimdiki zaman kalıbıyla) geçmektedir.
Kalıp aynı olmasına rağmen genellikle Ahzâb/53’teki iki adet istihyâ ve Bakara/26’daki istihyâ “utanma, çekinme” anlamında; diğerleri de “hayatlandırma, hayatta bırakma” anlamında tercüme edilir. Böylece, Firavunun, israiloğullarının oğlan çocuklarını boğazladığı, öldürdüğü kız çocuklarını da sağ bıraktığı kabul edilir.
Biz daha evvel İsrailoğullarına uygulanan baskıları ifade eden ayetlerde geçen “zebh” ve “katl” sözcüklerinin mecaz anlamlarını dikkate alarak firavunun oğlan çocuklarını boğazlamadığını katletmediğini onları “niteliksizleştirerek mağdur ettiğini” açıklamıştık. (Tebyinü’l Kur’ân; A’râf/142. âyet tahlili)
Bu tahlilimizde de kadınlara yapılan “ إستحياءİstihyâ” uygulamasını tahlil edeceğiz.
“ إستحياءİstihyâ” sözcüğünün tahlili:
Kadim lügatlere ve kaynaklara baktığımızda Arapların “ حh ىy ىy” harflerinden iki farklı fiil türettiklerini görüyoruz:
Birincisi, Sarf ilmine göre İkinci Bab: “ حيَىَhayeye, يَحْيِىُyahyiyü, حيّاًhayyen, حياة hayâten … çekimi olup canlanmak, hayatta olmak anlamındadır. (Bazı bilginler, “canlılık” anlamındaki bu şıkkın “ وvav” harfiyle “ ح ى وhyv” kökünden geldiğini onun için de Mushafta “ صلوةsalât”, “ زكوةzekât” “sözcükleri gibi “ وvav” harfiyle “حيوة”. şeklinde yazıldığını açıklamışlardır.) (LİSAN ve TAC)
İkincisi, Sarf ilmine göre Altıncı Bab: “ حَىِىَhayiye, يَحيِىُ yehyiyü حياءً hayâen…” çekimi olup, utanmak, ucuzluk, değersizlik anlamındadır.
“Hayâ”, kınanma ve tenkit edilme korkusu ile insanda meydana gelen bir moral bozukluğu ve hal değişikliğidir. Bu kelime, حياة lafzından türemiştir. نسى خشى denildiği gibi حَيِىَ الرجل (Adam utandı) da denilir. Bir de aynı şekilde, atın diz kapağı kemikleri hastalandığı zaman, aynı vezinde, شطى الفرسdenilir. Hayâ, kendisine moral bozukluğu ve değişiklik arız olan varlığın kuvvetini kıran, hayatını kederlendiren şey manasına alınmışın Nitekim Araplar, مات حياءً هلك حياء من كذا ذاب حياء ورأيت الهلاك فى وجهه من شدة الحياء”Şundan utandığından dolayı kahroldu,” “utancından öldü;” “yüzünde utancının şiddetinden dolayı kahrolma belirtisi gördüm” ve “utancından eridi ” demişlerdir. (Razı: Bakara/26 açıklamalarından)
Kur’an’ımızda bu ifade إستفعالİSTİF’ÂL babının muzârisi (şimdiki zaman, geniş zamanı) kalıbıyla, istihyâ şeklinde yer alır. Bu kalıp, lazım (geçişsiz) filleri müteaddi (geçişli) yaptığından “ حياءhayâ” utanmak sözcüğü, istif’âl kalıbında “utandırma, ucuzlaştırma, değersizleştirme” anlamına dönüşmektedir.
Kur’an ayetlerindeki sözcüklerin “ النساءNİSÂ (kadınlar)” olduğunu ve “ إستحياء istihyâ” sözcüklerinin “ حياءhayâ” kaynaklı anlamlarını dikkate alınca kanaatimiz o dur ki, Firavun İsrailoğullarının kadınlarını da utanacakları, onurlarını kıracak birtakım işler yaptırtmak suretiyle itibarsızlaştırmaktadır, onları utanca boğmaktadır.
Bir de şu inceliği dikkate almalıyız: Kur’an’da geçen ifadeler “ النساءNİSÂ (kadınlar)” sözcüğü olup “ بناتBENÂT (kızlar)” sözcüğü değildir. Bu demektir ki, Firavun “İstihyâ” olayını yeni doğan kızlara değil erişkin kadınlara uygulamaktadır.
Ayetlerin, Firavun’un İsrailoğullarının kız doğan bebeklerini hayatta bırakmasıyla alakası yoktur. “İstihyâ” ayetlerini bu şekilde anlamak, Kasas/4’teki “mustazaflaştırma” ve Zuhruf/ 54’teki “hafifleştirme, hafife alma” yönündeki verilen bilgilere uygun anlayıştır:
Kasas4Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı; onlardan bir grubu güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiriyor, kadınlarını utanca boğuyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi.
Zuhruf54Firavun kendi toplumunu etkisizleştirdi; niteliksizleştirdi de onlar da ona itaat ettiler. Şüphesiz onlar, hak yoldan çıkmış kimseler toplumu idiler.
Bu zulümleri uygulayanlar her ne kadar farklı firavunlar da olsalar, zulmetmekteki amaç ve kasıtları birbirinin aynıdır. Bu güçsüzleştirme planı, bu surenin 141. Ayeti, İbrahim/6 Mü’min/ 25 ve Bakara/ 49’da da dile getirilmiştir.
Firavunun planının konu edildiği ayetlerde güçsüzleştirme, “katl (öldürme)” ve “zebh (boğazlama)” ifadeleri yer alır. Bu ifadeleri bu surenin 141. âyetinde tahlil edip meali tespit edeceğiz.
Âyetteki آلهتك – âlihetike = senin ilâhlarını sözcüğü, Ali b. Ebi Talib, İbn Abbas ve Dahhâk tarafından ve ilâheteke = senin ilâhlığını şeklinde okunmuştur. Ubey kıraatinde ise bu Âyet, etezerü Mûsâ ve gavmehü li-yüfsidü fi’l-arzı ve kâd terakûke en ya’budeke = Mûsâ’yı ve kavmini onlar sana ibadeti terk etmiş oldukları hâlde, yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi terk edeceksin? şeklindedir.
FİRAVUN’UN İNANCI:
Kur’ân’da Firavun’un inancı konusunda bilgi edinilebilecek Âyetler mevcuttur.
51-53Ve Firavun, toplumunun içinde seslendi: “Ey toplumum! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yahut ben, şu zavallının ta kendisi olan; nerede ise meramını anlatamayan kişiden daha hayırlı değil miyim? Hem o’nun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar hâlinde melekler gelmeli değil miydi?” dedi.
(Zühruf: 51–53)
28,29Ve Firavun ailesinden imanını saklayan bir babayiğit adam: “Bir adamı, Rabbim Allah dediği için öldürecek misiniz? Hâlbuki o, kesinlikle size Rabbinizden delillerle gelmiştir. Ve eğer o, bir yalancı ise bir bakarsın ki o’nun yalanı kendi aleyhine oluvermiştir. Ve eğer doğru ise size yaptığı tehditlerin bir kısmı size isabet eder. Şüphesiz Allah, aşırı giden bir yalancı kişiye kılavuz olmaz. Ey toplumum! Yeryüzünde açığa çıkmış olarak bugün yönetim sizindir. Peki, eğer gelecek olursa Allah’ın hışmından bizi kim yardım edip kurtarır?” dedi.
Firavun: “Ben size görüşümden başkasını göstermiyorum ve ben sadece size reşitliğin/akıllı olmanın yoluna kılavuzluk ediyorum” dedi.
30-35Yine o iman etmiş olan kimse: “Ey toplumum! Şüphesiz ben, sizin hakkınızda Ahzâb’ın günü benzerinden; Nûh toplumunun, Âd’ın, Semûd’un ve daha sonrakilerin maceralarının benzerinden korkuyorum. Ve Allah, kulları için bir haksızlık, yanlışlık istemez. Ey toplumum! Şüphesiz ben, size gelecek o çağrışma-bağrışma/ kaçışma gününden; arkanıza dönüp kaçacağınız günden korkuyorum. Sizin için Allah’tan koruyan biri yoktur. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur. Ve andolsun ki, bundan önce size Yûsuf delillerle gelmişti. O zaman da o’nun size getirdiği şeylerde şüphe edip durmuştunuz. Sonunda o öldüğünde de, “Bundan sonra Allah, asla elçi göndermez” dediniz. Allah, şu kendilerine gelmiş bir güç olmaksızın, Allah’ın âyetleri/alâmetleri/göstergeleri hakkında mücâdele eden, aşırı giden, şüpheci olan kişileri işte böyle şaşırtır. Bu durum, Allah katında ve iman edenler yanında buğz olarak büyüktür. İşte Allah, her böbürlenen zorbanın kalbi üzerine damga basar” dedi.
(Mü’min: 28–35)
Yukarıdaki Âyetler dikkatlice okunduğunda, Firavun’un Allah’ı ve melekleri inkâr etmediği anlaşılmaktadır. Fakat bazıları Firavun’un mübalâğalı iddiasına bakarak onun Allah’ı inkâr ettiği veya kendisini Allah yerine koyduğu anlamını çıkarmışlardır. Oysa Firavun’un Allah’ı göklerin hâkimi olarak kabul ettiği, özellikle Zühruf Sûresi’nin 53. Âyetinden belli olmaktadır. Firavun’un reddettiği husus, Allah’ın Elçiler göndererek emirler bildirmesi ve kendisinin yeryüzündeki hükümranlığına müdahale etmesidir. Çünkü Firavun kendisini teoride bütün insanlığın siyasî anlamda rabbi [hâkimi] olarak görüyor ve hükümranlığını kendisinin Güneş Tanrısının insan şeklindeki sûreti olduğu iddiasına dayandırıyordu. Nitekim bu konuya “Mısır Dini” başlığı altında yer vermiş olan Ana Britannica Ansiklopedisi, Eski Mısır’da firavuna tapınmanın, onun Tanrı’nın oğlu kabul edilmesi sebebiyle olduğunu ve firavunun ülkesini, Mısır tanrıları adına yönettiğini yazmaktadır.[1]
Sonuç olarak, bazıları tarafından ileri sürülmüş olan firavun’un kendisini gerçek ilâh ve Rabb yerine koyduğu tezi, hem Kur’ân’a hem de bilimsel araştırmalara uymamaktadır.
Mûsâ peygamberin Rabbini her şeye hilkatini veren, sonra yol gösteren nitelikleriyle tanıtması üzerine, Firavun, Mûsâ peygambere, o güne kadar değişik yollar izlemiş olan eski kavimlerin âkıbetlerini sorma ihtiyacı duymuştur. Bize göre Firavun’un bu soruyla asıl söylemek istediği şey şudur:
“Eğer her şeye ayrı ayrı yaratılışını verenden başka Rabb yok ise, yüzyıllardan beri başka ilâhlara tapan bizim atalarımızın hâli ne olacak? Tüm bu insanlar hatalı mıydı? Hepsi azabı mı hak etti? Onların aklı yok muydu?”
Firavun burada, eskiden beri herkesin yanlış inançlar peşinde koşmasının uzak bir ihtimal olduğundan hareket ederek, çoğunluğun gittiği yoldan gitmenin daha doğru olacağına kendisini ve çevresini inandırmak istemektedir. Hâlbuki Kur’ân, doğru yolda olanların daima azınlıkta kaldığını, çoğunluğun daima yanlış üzerinde, iman etmez ve nankör olduğunu bildirmektedir:
116Ve eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece “zann”a uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar.
(En’âm: 116)
16,17İblis, “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, andolsun ki ben, onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine andolsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenler bulmayacaksın” dedi.
(A’râf: 16–17)
105Ve göklerde ve yerde nice alâmetler/göstergeler var, onlar ondan yüz çeviren kimseler olarak üzerlerinden gelir geçerler. 106Onların çoğu, ortak koşmadan Allah’a iman etmezler.
(Yûsuf: 105, 106)
128Mûsâ, toplumuna dedi ki: “Allah’ın yardımını isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı yapar. Mutlu son da Allah’ın koruması altına giren kimseler içindir.”
Mûsâ peygamberin zulüm altındaki halkına verdiği mesajı dile getiren bu Âyet sadece İsrâîloğullarına yönelik değil, aslında tüm insanlığa yönelik bir mesajdır.
129Mûsâ’nın toplumu dediler ki: “Sen bize gelmeden önce de eziyet gördük, sen geldikten sonra da.” Mûsâ dedi ki: “Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı değişime, yıkıma uğratacak ve sizi yeryüzünde onların yerine geçirecektir. Böylece de sizin nasıl davranacağınıza bakacaktır.”
İsrâîloğullarının Mûsâ peygambere serzenişte bulunarak eskiden beri gördükleri eziyetin o geldikten sonra da azalmadığı şeklindeki cevabı, Mûsâ peygamberin bir önceki Âyette yer alan mesajından pek teselli bulmadıklarını göstermektedir. Mûsâ peygamber onların bu sızlanmalarına Hûd, Sâlih ve Şu’ayb peygamberlerin -bu Sûrenin önceki Âyetlerinde- Allah, …’dan sonra sizi halîfeler kıldı sözleriyle dile getirdikleri Allah’ın değişmez kuralını hatırlatarak cevap vermiştir:
Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı helâk edecek ve sizi yeryüzünde halîfe kılacaktır. [onların yerine koyacaktır] Böylece de sizin nasıl davranacağınıza bakacaktır.
130Ve andolsun ki Biz, Firavun sülâlesini, düşünüp öğüt alsınlar diye senelerle kuraklıklarla/ senelerce kıtlık ve ürün noksanlığı ile yakaladık.
Bu noktada, yukarıda geçen 94–96. Âyetlerin hatırlanmasında yarar vardır:
94,95Biz hangi kente bir peygamber gönderdiysek, onun halkını kesinlikle yalvarıp yakarsınlar diye yoksulluk ve darlıkla yakaladık. Sonra kötülüğün yerini iyiliğe değiştirdik; sonunda çoğaldılar ve “Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu” dediler. Bunun üzerine onları hemen, onlar hiç farkında değillerken ansızın yakalayıverdik.
96Ve eğer o kentlerin halkı inansalardı ve Allah’ın koruması altına girselerdi, elbette üzerlerine gökten ve yerden olan bollukları açardık. Velâkin onlar yalanladılar. Biz de onları yapıp durmakta olduklarına karşılık yakalayıverdik.
(A’râf: 94–96)
Âyette geçen سنين – sinîn sözcüğü, dilbilimcilerin bazılarına göre”seneler”, bazılarına göre de “kuraklıklar” anlamındadır. Sonuçta sözcük “senelerce kuraklık” anlamında kullanılır olmuştur.[2]
Senelerce kuraklık ifadesi tarımla uğraşan kesimin, ürün noksanlığı ifadesi de şehirde oturan tüccarın, memurun, yani Mûsâ peygambere karşı olanların sıkıntılarını, içine düştükleri ekonomik bunalımları ifade etmektedir.
131Sonra kendilerine iyilik geldiği zaman, “İşte bu bize aittir” dediler. Eğer kendilerine bir kötülük gelirse, Mûsâ ile yanındakilerin uğursuzluğu olarak kabul ederler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındadır. Fakat onların çoğu bilmezler.
Âyetteki “uğursuzluğu olarak kabul ederler” diye çevirdiğimiz يطّيّر – yettayyeru sözcüğünün esas anlamı, “kuş uçurturlar” demektir. Araplar uğursuzluğu kuşlara bağladıkları için, “uğursuzluk” kavramı ile “kuşlar” bir anlamda özdeşleşmiş ve kuş uçurtma ifadesi sözlüklerde “uğursuzluk” karşılığı ile yer almıştır.
Arapların bu konuda yaptıkları özdeşleştirmeye örnek olabilecek kabullerinden bazıları şunlardır:
- Yemen tarafından gelen ve “Sanih” diye adlandırılan kuşların uğurlu kabul edilmesine karşılık, Kuzeyden gelen ve “Barih” diye adlandırılan kuşlar uğursuz olarak kabul edilmiştir.
- Kuşların karşılıklı ötüşmelerinden veya zamansız ötmelerinden kötü anlamlar çıkartılmış, karga sesi ise “ayrılık” olarak yorumlanmıştır.
- Bir ihtiyacın giderilmesi için yola çıkmak gerektiğinde, yuvasında bulunan bir kuşun ürkütülmesi âdet hâline getirilmiştir. Eğer kuş sağ tarafa doğru uçarsa yola çıkılır, sol tarafa uçarsa yola çıkılmaktan vazgeçilirdi.[3]
Aslında cahil kesimin peygamberleri uğursuzlukla itham etmeleri çok eskilere dayanmaktadır. Bu tür ithamlar Mûsâ peygamberden önce Sâlih peygambere de yapıldığı gibi, daha sonra peygamberimize de yapılmıştır:
47Onlar, “Senin sebebinle ve seninle beraber olan kişiler sebebiyle başımıza uğursuzluk geldi/seni ve beraberindekileri uğursuzluk belirtisi sayıyoruz” dediler. Sâlih, “Uğursuzluğunuz Allah katındadır. Daha doğrusu siz, kendini ateşe atan/imtihana çekilen bir topluluksunuz” dedi.
(Neml: 47)
77,78Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/vergiyi verin” denilenleri görmedin mi/ hiç düşünmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah’a duydukları saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti gibi yahut daha şiddetli olarak insanlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyarlar. Ve “Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı, çok azdır. Âhiret ise Allah’ın koruması altına girmiş kişiler için daha hayırlıdır ve siz “bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar” bile haksızlığa uğratılmayacaksınız. Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde bulunsanız bile.” Ve onlara bir iyilik isabet ederse, “Bu Allah’tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu sendendir” derler. De ki: “Hepsi Allah’tandır.” Bunlara rağmen bu topluma ne oluyor ki, neredeyse hepten söz anlamayacaklar?
(Nîsâ: 77-78)
Âyetteki onların uğursuzluğunun Allah katından olduğunu bildiren ifade, başlarındaki kıtlık, kuraklık, hastalık gibi musibetlerin Mûsâ peygamber ve ona inananlarla bir ilgisinin olmadığı, bu belâların kendi yaptıkları kötülüklerin bir karşılığı olarak Allah tarafından başlarına Mûsâllat edildiği anlamına gelmektedir.
132Ve Firavun’un toplumu, “Sen bizi kendisiyle büyülemek için her ne alâmet/ gösterge getirsen de, biz sana inananlar değiliz” dediler.
Bu Âyet, son kararlarını açıklayan Firavun ve sülâlesinin, bâtıl üzerinde ısrar etmek sûretiyle ileri derecede bir yobazlık sergilediklerini göstermektedir. Çünkü bir ülkeye kıtlık getirmenin ve tüm halkını yoksul bırakmanın sihirle mümkün olabileceğini zannetmek -ki en cahil kişi bile bunun olmayacağını bilir- tam bir yobazlık örneğidir. Onların bu yobazlığı Neml sûresinde de dile getirilmiştir:
13Sonra da âyetlerimiz/alâmetlerimiz/göstergelerimiz onlara parlak bir şekilde gelince, “Bu apaçık bir göz boyama, insan kandırmadır” dediler.
14Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!–
(Neml: 13–14)
Bazı kaynaklarda ise Mûsâ peygamberin, sihirbazları mağlûp etmesinden Firavun’un suda boğulmasına kadar geçen sûre içinde (Îbranî kayıtlarına göre 20 yıl) Kıptilerin arasında yaşadığı ve onlara değişik göstergeler göstererek davette bulunduğu yer almakta, bu Âyette sözü edilen göstergelerin de bunlar olduğu ileri sürülmektedir.
133Biz de belirli aralıklarla âyetler olmak üzere üzerlerine tufanı, çekirgeleri, haşereleri, kurbağaları ve kanı gönderdik. Yine büyüklük tasladılar ve bir suçlular toplumu oldular.
Bu Âyette Mısırlılara verilen cezalar sıralanmıştır:
Tufan: Sözcük anlamı itibarıyla “etrafı dolaşan, çevreleyen” demektir. İnsanı kuşatan, çevreleyen her türlü felaket için de kullanılır.[4] Bu sözcükten “kolera tipi salgın hastalık” anlamı çıkaranlar da vardır. Ama sözcük “boğan su” anlamında meşhurlaşmıştır. Bundan da anlaşılan aşırı yağışlarla oluşan sel baskınlarıdır.
Çekirgeler: Başta ekinler olmak üzere bütün bitki örtüsüne zarar veren bir canlıdır. Anlaşıldığına göre bir çekirge istilâsı söz konusu olmuş, tarlalardaki, bağ ve bahçelerdeki tüm ürün mahvolmuş, çekirgeler onları açlığa mahkûm etmiştir. Haşere: Bit, pire, tahtakurusu, güve, kene, karınca gibi böcek türü yaratıklardır. Demek ki, Mısır halkı bir dönem de bunların istilâsına maruz kalmıştır.
Kurbağalar: Dere, göl gibi suların çevrelerinde ve bataklıklarda yaşayan hayvanlar olup bunların şehre gönderildiğine dair ifade, oluşan hortum afeti ile yaşadıkları yerlerden sökülüp şehrin üzerine yağdırıldıklarını düşündürmektedir.
Kan: Genellikle su kaynaklarının kana dönüşmesi tarzında yorumlanmışsa da, bunun Zeyd ibn-i Eslem’in öngördüğü gibi “burun kanaması” tarzında bir hastalık olarak anlaşılması bizce daha uygundur.
Yüce Allah tarafından Mısırlılara verilmiş olan bu belâlar, Kitab-ı Mukaddes’te 8-10. Bablarda zenginleştirilmiş olarak ve masalımsı bir anlatımla yer almıştır. İlgi duyanlar oradan okuyabilirler.
134Ve ne zaman ki, bu azap üzerlerine çöktü: “Ey Mûsâ! Sana olan ahdi/ verdiği söz nedeniyle bizim için Rabbine dua et, eğer sen bizden bu cezayı kaldırırsan sana kesinlikle iman edeceğiz. Ve kesinlikle İsrâîloğulları’nı seninle birlikte göndereceğiz” dediler.
Buradaki الرّجز – ricz = azap sözcüğü ile kastedilen belâ, 133. Âyette sayılan belâlardan daha farklı ve daha beter bir belâ olmalıdır. Çünkü Kıptiler bu azap başlarına gelince dize gelmişler ve bundan kurtulabilmek için Mûsâ peygambere ricaya gitmişlerdir.
135Ne zaman ki, ulaşacakları belli bir süreye kadar onlardan cezayı kaldırdık, derhal sözlerinden cayıveriyorlar.
Kıptilerin genel karakterlerinin açıklandığı bu Âyette, belâ onlardan uzaklaşır uzaklaşmaz, yeniden cezalandırılabileceklerini hesaba katmadan sözlerinden hemen döndükleri vurgulanarak ne kadar ahlâksız bir toplum oldukları ortaya konmaktadır.
136Biz de, şüphesiz âyetlerimizi yalanladıkları ve onlardan gâfil olmaları nedeniyle onları cezalandırıp adaleti sağladık. Ve onları bol suda/ nehirde boğduk. 137O zaafa uğratıla gelmiş/ güçsüzleştirilmiş olan toplumu da bereketlendirdiğimiz yerin her tarafına mirasçı yaptık. Ve böylece Rabbinin, İsrâîloğulları’na olan o pek güzel sözü, sabretmeleri nedeniyle yerine geldi. Biz de Firavun ile toplumunun yapageldikleri sınâî eserlerini ve yükseltmekte oldukları şeyleri yerlebir ettik.
- Âyette, Firavun ve sülâlesinin birçok suçları bulunmasına rağmen, peygamberlerini yalanlamaları ve Allah’ın mesajını umursamamaları sebebiyle helâk edildikleri bildirilmiştir. Dikkat edilecek olursa, daha önceki kıssalarda helâk edildikleri bildirilen kavimler de aynı sebeple helâk edilmişlerdir.
- Âyetteki يعرشون – ya’rişûn sözcüğü, يغرسون – yağrisûn olarak da okunmuştur.[5] Bu takdirde anlam “dikmekte, yetiştirmekte oldukları ağaçlar” demek olur. Bundan da Rabbimizin, Firavun ve kavminin yaptığı ev, bina, diktikleri ağaç ve yetiştirdikleri bahçeleri yıktığı anlaşılır.
PEK GÜZEL SÖZ:
- Âyette Rabbimiz, peygamberlerine inanarak onun tavsiyelerine uyan ve sabır gösteren İsrâîloğullarına lütfettiği şeyi “pek güzel” söz olarak açıklamaktadır. Buradaki “pek güzel söz‘ün” ne olduğu, başka Âyetlerde bildirilmiştir:
5Biz ise istiyoruz ki, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere armağan verelim, onları önderler yapalım ve onları mirasçılar yapalım. 6Ve onları yeryüzünde sağlamca yerleştirelim, Firavun, Haman ve bu ikisinin askerlerine, onlardan çekinmekte oldukları şeyleri gösterelim.
(Kasas: 5–6)
20,21Ve hani Mûsâ, toplumuna: “Ey toplumum! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani Allah, içinizden peygamberler gönderdi. Sizi de hükümdarlar kıldı. Ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi. Ey toplumum! Allah’ın size yazdığı temizlenmiş toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrayanlar olarak dönersiniz” dedi.
(Mâide: 20-21)
25-27Onlar, bahçelerden, pınarlardan, ekinlerden, saygın makamlardan ve içinde safalar sürdükleri nice nimetlerden nicelerini bıraktılar.
28İşte böyle! Biz onları başka başka toplumlara miras bıraktık.
(Duhân: 25–28)
Bazıları ise Allah’ın İsrâîloğullarına lütfettiği toprakların Mısır toprağı olduğunu, Kıptilerin çıkarılıp oraya İsrâîloğullarının yerleştirildiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak Kur’ân’da buna dair bir ifade olmadığı gibi, tarihte de böyle bir olayın vukuundan söz edilmemiştir.
İsrâîloğullarının kendilerine verilen topraklara yerleştirilmesi, Kitab-ı Mukaddes’in Çıkış/32. bölüm anlatılmıştır.
136-137. Âyetlerdeki olayların başka sûrelerde anlatımı da şöyledir:
77Ve andolsun, Mûsâ’ya “Yetişilmekten korkmayarak ve saygıyla, sevgiyle ürpermeden/ Firavuna minnet duymadan kullarımı geceleyin yürüt de kendileri için bol suda/nehirde kuru bir yol aç!” diye vahyettik.
78Firavun ordularıyla hemen onları takip etti de bol sudan/nehirden kendilerini kaplayan şey kaplayıverdi.
79Ve Firavun toplumunu saptırdı ve doğru yolu göstermedi.
(Tâ-Hâ: 77–79)
39Firavun, kendisi ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten Bize döndürülmeyeceklerine inandılar.
40Biz de onu ve askerlerini yakalayıp o bol suda/nehirde fırlatıp atıverdik. Şimdi, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanların sonunun nasıl olduğuna bir bak!
(Kasas: 39–40)
38,39Mûsâ’da da alâmetler/göstergeler vardır. Bir zaman Biz, o’nu apaçık bir delille Firavun’a gönderdik de Firavun, ordusu, tüm güç kaynakları ile birlikte yüz çevirdi. Ve “Bu, bir sihirbazdır, hatta gizli güçlerce desteklenen/ deli birisidir” dedi.
40Sonra da Biz, onu ve ordularını yakalayıverdik de onları bol suda/nehirde fırlatıp atıverdik. O ise ayıplanan/ kınayan biridir.
(Zâriyât: 38–40)
Âyetlerde görüldüğü gibi, Firavun ve sülâlesi bol suda; nehirde boğulup yok olmuşlardır. Ama İsrâîloğullarının serüveni yeni bir kıssa ile devam etmektedir:
138,139Ve İsrâîloğulları’nı bol sudan/ nehirden geçirdik. Derken kendilerine ait putlara tapmakta olan bir topluma rastladılar. Dediler ki: “Ey Mûsâ! Onların nasıl ki tanrıları varsa, sen de bizim için bir tanrı belirle!” Mûsâ dedi ki: “Siz gerçekten câhillik eden bir toplumsunuz. Şu gördüğünüz halkın içinde bulundukları din, yok olmaya mahkûmdur ve bütün yapmakta oldukları da bâtıldır.”
Bu ayetlerle başlayan pasajda Musa peygamberin İsrailoğullarının nasıl bir karaktere sahip olduklarının açıklandığı bir başka kıssası anlatılmaktadır.
- ayette İsrailoğullarının kimlerle karşılaştığı açıklanmamıştır. Zira önemli olan o kavmin kimliği değil, yaptıklarının niteliğidir. Muhtemeldir ki, bu karşılaşılanlar Filistin’in kuzeyinde yaşamakta olan kabilelerden biridir. Bazı araştırmacıların tespitlerine göre onlar Mafka yakınlarında yaşayan ve Ay’a tapan “Samiler”dir.[6]
Kitab-ı Mukaddes’te bunların Amorlular [Amoriler] oldukları yazmaktadır:
14- Yeşu, “Bunun için RABB’en korkun, içtenlik ve bağlılıkla O’na kulluk edin” diye devam etti, “Atalarınızın Fırat Irmağı’nın ötesinde ve Mısır’da kulluk ettikleri ilahları atın, RABB’e kulluk edin. 15- İçinizden RABB’e kulluk etmek gelmiyorsa, atalarınızın Fırat Irmağı’nın ötesinde kulluk ettikleri ilahlara mı, yoksa topraklarında yaşadığınız Amorluların ilahlarına mı kulluk edeceksiniz, bugün karar verin. Ben ve ev halkım RABB’e kulluk edeceğiz.”[7]
Mealde, “bol su; nehir” diye çevirdiğimiz sözcük, بحر’dır [bahr‘dır]. Kur’ân’da geçen Mûsâ pasajlarının doğru anlaşılabilmesi için بحر[bahr] ve يمّ[yemm] sözcüklerinin anlamının da doğru olarak tesbit edilmesi gerekir.
Bu iki sözcük genellikle “deniz” diye çevrildiğinden, doğal olarak Mûsâ’nın İsrâîloğulları’nı Kızıldeniz’den geçirdiği ve Firavun ile avanesinin de Kızıldeniz’de
boğulduğu kabul edilir. Ne var ki Kur’ân ve Arap dili buna izin vermez. İşin doğrusunun kavranabilmesi için bu sözcüklerin gerçek anlamını takdim ediyoruz:
البحر [BAHR]
Bahr, “ister tatlı ister tuzlu olsun çok su” demektir. Bu sözcük “kara parçası” sözcüğünün karşıtıdır. Bu sözcüğün aslı “yarmak” demektir. Su, kara parçasını yardığı için bu isimle isimlenmiştir. Eski Arap şiirlerinde de Fırat nehri bahr sözcüğüyle yer almaktadır. Büyük, tuzlu sulara [denizlere] bahr denmesi yaygındır.[1]
Bahr sözcüğü, Mûsâ ile ilgili olarak Bakara/50, A‘râf/138, Yûnus/90, Tâ-Hâ/77, Şu‘arâ/63 ve Duhân/24’te geçer.
اليمّ [YEMM]
Yemm, “bahr/çok su” demektir. Leys bu sözcüğü, “derinliği ve kıyıları bilinemeyen deniz olarak tarif etmiştir. Ama Kur’ân’da Tâ-Hâ/39’da, Mûsâ’nın annesine bebeği “yemm”e bırakması vahyedildiği ve Mûsâ’nın sandığının yemm’de sahile vurduğu açıkça belirtildiğine göre bu iddia doğru olamaz. Zira Mûsâ Nil nehrine bırakıldı ve sandık nehrin kenarına yanaştı.
Bu sözcüğün Süryanice’den Arapçalaştırıldığına da inanılır.[2]
Bu sözcük, A‘râf/136; Tâ-Hâ/39 (iki kez), 78, 97; Kasas/7, 40 ve Zâriyât/40’ta geçer.
Mûsâ’nın ailesinin ve Firavun’un yaşadığı yerler dikkate alındığında, Mûsâ pasajlarında geçen bahr ve yemm kelimelerinin, “bol su/nehir” olarak çevrilmesinin daha uygun olduğunu düşünüyoruz. Bu durumda Firavun, Mûsâ’nın bebekken bırakıldığı suda boğulmuştur, denizde/Kızıldeniz’de boğulmamıştır.
Lügatlerde, yemm sözcüğünün Süryanice’den Arapçalaştırılmış olabileceğinin de belirtildiğini zikretmiştik. Bunun doğru olma ihtimalinin yüksek olduğu, İbranice’de “deniz”e, yamm denilmesinden anlaşılıyor. Zaten ömründe deniz görmemiş bedevilerin denize isim vermesi de beklenemez. Eşyaya ismi, o nesneyle haşir-neşir olanlar verir. Dünyadaki doğal veya yapay nesnelerin adlarına bakıldığı zaman bu açıkça görülür.
Eldeki Kitab-ı Mukaddes’in bazı yerlerinde bu bol su “deniz, bazı yerlerinde “Kızıldeniz”, bazı yerlerinde ise “kamış denizi” şeklinde geçmektedir:
Güçlü eli, kudretli koluyla, sevgisi sonsuzdur; İsrâîl’i Mısır’dan çıkarana, sevgisi sonsuzdur; Kamış Denizi‘ni ikiye bölene, sevgisi sonsuzdur; İsrâîl’i ortasından geçirene, sevgisi sonsuzdur; Firavun’la ordusunu Kamış Denizi‘ne dökene, sevgisi sonsuzdur;Kendi halkını çölde yürütene, sevgisi sonsuzdur.[3]
Rabb Mûsâ’ya, “İsrâîlliler’e söyle, dönsünler” dedi, “Pi-Hahirot yakınlarında, Migdol ile deniz arasında, Baal-Sefon’un karşısında deniz kıyısında konaklasınlar. Firavun şöyle düşünecek: ‘İsrâîlliler ülkede şaşkın şaşkın dolaşıyorlardır, çöl onları kuşatmıştır.’ Firavun’u inatçı yapacağım. Onların peşine düşecek. Böylece Firavun’la ordusunu yenerek yücelik kazanacağım. Mısırlılar bilecek ki, Ben Rabbim.” İsrâîlliler söyleneni yaptılar. Halkın kaçtığı Mısır Firavunu’na bildirilince, Firavun’la görevlileri onlara ilişkin düşüncelerini değiştirdiler: “Biz ne yaptık?” dediler, “İsrâîlliler’i salıvermekle kölelerimizi kaybetmiş olduk!” Firavun savaş arabasını hazırlattı, ordusunu yanına aldı. Seçme 600 savaş arabasının yanısıra, Mısır’ın bütün savaş arabalarını sorumlu sürücüleriyle birlikte yanına aldı. Rabb Mısır Firavunu’nu inatçı yaptı. Firavun sevinçle ilerleyen İsrâîlliler’in peşine düştü. Mısırlılar Firavun’un bütün atları, savaş arabaları, atlıları, askerleriyle onların ardına düştüler ve deniz kıyısında, Pi-Hahirot yakınlarında, Baal-Sefon’un karşısında konaklarken onlara yetiştiler. Firavun yaklaşırken, İsrâîlliler Mısırlıların arkalarından geldiğini görünce dehşete kapılarak Rabbe feryat ettiler. Mûsâ’ya, “Mısır’da mezar mı yoktu da bizi çöle ölmeye getirdin?” dediler, “Bak, Mısır’dan çıkarmakla bize ne yaptın! Mısır’dayken sana, ‘Bırak bizi, Mısırlılara kulluk edelim’ demedik mi? Çölde ölmektense Mısırlılara kulluk etsek bizim için daha iyi olurdu.” Mûsâ, “Korkmayın!” dedi, “Yerinizde durup bekleyin, Rabb bugün sizi nasıl kurtaracak görün. Bugün gördüğünüz Mısırlıları bir daha hiç görmeyeceksiniz. Rabb sizin için savaşacak, siz sakin olun yeter.” Rabb Mûsâ’ya, “Niçin Bana feryat ediyorsun?” dedi, “İsrâîlliler’e söyle, ilerlesinler. Sen değneğini kaldır, elini denizin üzerine uzat. Sular yarılacak ve İsrâîlliler kuru toprak üzerinde yürüyerek denizi geçecekler. Ben Mısırlıları inatçı yapacağım ki, ardlarına düşsünler. Firavun’u, bütün ordusunu, savaş arabalarını, atlılarını yenerek yücelik kazanacağım. Firavun, savaş arabaları ve atlılarından ötürü yücelik kazandığım zaman, Mısırlılar bilecek ki, ben Rabbim.” İsrâîl ordusunun önünde yürüyen Tanrı’nın meleği yerini değiştirip arkaya geçti. Önlerindeki bulut sütunu da yerini değiştirip arkalarına, Mısır ve İsrâîl ordularının arasına geldi. Gece boyunca bulut bir yanı karartıyor, öbür yanı aydınlatıyordu. Bu yüzden, bütün gece iki taraf birbirine yaklaşamadı. Mûsâ elini denizin üzerine uzattı. Rabb bütün gece güçlü doğu rüzgârıyla suları geri itti, denizi karaya çevirdi. Sular ikiye bölündü, İsrâîlliler kuru toprak üzerinde yürüyerek denizi geçtiler. Sular sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturdu. Mısırlılar ardlarından geliyordu. Firavun’un bütün atları, savaş arabaları, atlıları denizde onları izliyordu. Sabah nöbetinde Rabb ateş ve bulut sütunundan Mısır ordusuna baktı ve onları şaşkına çevirdi. Arabalarının tekerleklerini çıkardı; öyle ki, arabalarını zorlukla sürdüler. Mısırlılar, “İsrâîlliler’den kaçalım!” dediler, “Çünkü Rabb onlar için bizimle savaşıyor.” Rabb Mûsâ’ya, “Elini denizin üzerine uzat” dedi, “sular Mısırlıların, savaş arabalarının, atlılarının üzerine dönsün.” Mûsâ elini denizin üzerine uzattı. Sabaha karşı deniz olağan hâline döndü. Mısırlılar sulardan kaçarken Rabb onları denizin ortasında silkip attı. Geri dönen sular savaş arabalarını, atlıları, İsrâîllilerin peşinden denize dalan Firavun’un bütün ordusunu yuttu. Onlardan bir kişi bile sağ kalmadı. Ama İsrâîlliler denizi kuru toprakta yürüyerek geçmişlerdi. Sular sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturmuştu. Rabb o gün İsrâîllileri Mısırlıların elinden kurtardı. İsrâîlliler deniz kıyısında Mısırlıların ölülerini gördüler. Rabbin Mısırlılara gösterdiği büyük gücünü görünce korkan İsrâîl halkı, Rabbe ve kulu Mûsâ’ya güvendi.[4]
140Mûsâ dedi ki: “O sizi âlemlere fazlalıklı kılmışken, ben size Allah’tan başka ilâh mı arayayım!”
İnsanın doğadaki varlıkların hepsinden üstün olduğu Kur’an’da defalarca vurgulanmıştır. Çünkü insan doğaya hâkim olmak için yaratılmış, doğa da insanın emrine müsahhar kılınmıştır. Musa peygamberin kavmine Allah’ın kendilerine verdiği lütfu hatırlattığı bu ayetteki “O sizi âlemlere fazlalıklı kılmışken” ifadesi bu hususu dile getirmektedir. Gerçekten de insanın her alanda rütbece kendisinden düşük nesnelere tapması gülünç bir durumdur. Rabbimizin defalarca üzerinde durarak insanları bu konuda uyarmasının sebebi, bu gülünç duruma düşmelerini istememesinden dolayıdır.
141Hani bir zaman Biz, size azabın kötüsünü yapan; oğullarınızı katleden; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiren, kadınlarınızı utanca boğan Firavun ailesinin elinden de sizi kurtarmıştık. Bunda da sizin için Rabbiniz tarafından büyük sınav vardır.
Bu ayet ile Bakara suresinin 49. ayeti, harfi harfine birbirlerinin aynıdır. Bu ayetin, burada, önceki ve sonraki ayetlerle bir bağlantısının olmaması ve Bakara suresinde ise İsrailoğullarına yönelik bir hatırlatma pasajının içinde yer alması, bize göre ileride [Bakara suresinde] yapılacak olan açıklamaların bir işareti olarak anlaşılmasını mümkün kılar.
Burada üzerinde durulması gereken nokta, bazı ayetlerde “zebh (boğazlama)” bazı ayetlerde “katl (öldürme)” ifadelerinin yer almasıdır.
Klasik anlayışa göre hem Musa’nın doğduğu dönemde hem de Musa’nın elçiliği esnasında Firavun israiloğullarına, oğlan çocuklarını öldürmek ve boğazlamak suretiyle soykırım uygulamıştır. Ama bu kabul, mantıklı olmamakla birlikte tarihten de onay almamaktadır. Görüleceği üzere Kitab-ı mukaddes’te de ebelere verilen çocuk öldürme olayı gerçekleşmemiştir. Orada da konu israiloğullarının mustazaflaştırıldığı; güçsüzleştiridiğidir.
Burada Kasas/4. Ayet üzerinde iyi düşünülmelidir.
4Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı; onlardan bir grubu güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiriyor, kadınlarını utanca boğuyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi.
Kasas/4 ve A’raf 127’ye göre Firavunun amacı bir toplumu yok etmek değil zayıf düşürmektir. Bir de âyette konu edilen “Katl (öldürme)” ve “Zebh (boğazlama)” ifadelerinin Kur’an’daki Mecaz kullanımlarıdır.
قتل [QATL]
قتل[qatl] sözcüğü, mecâzen “tahavvül” [değişim, hâlden hâle geçme] demektir. Şaraba su katan kimseye, قتل الشّراب[qatele’ş-şerâbe/şarabı katletti] denir. Çünkü şaraba su katarak, onun sertliğini ve sarhoş edici özelliğini değiştirmiştir. Âşık olup da aşkın serserileştirdiği kimseye ve işlerde deneyim kazanmış, acemiliği üzerinden atmış kişiye de رجل مقتّلة[racülün muqattelün] denir.[5]
Âyetten anlaşılan o ki, burada İsrâîloğulları’ndan istenen, tevbe ederek Allah’ın istediği gibi olgun kul olmalarıdır.
Ayetteki ifadeler içinde, üzerinde önemle durulması gereken sözcük, “kurban kesmek” anlamıyla değerlendirilen “zebh” sözcüğüdür.
ZEBH
“ ذبحZebh” sözcüğünün esas anlamı “şaklamak; herhangi bir şeyden parça koparmak” demektir. Daha sonraları “boğazdan kesme” anlamında kullanılır olmuştur. “Zebh” sözcüğü mecazen “helak (yıkıma değişime uğramak)” anlamında kullanılır. Zira boğazın kesilmesi, bir canlıyı helake götürmenin en seri yoldur.[6]
“ ذبحZebh” sözcüğünün mecaz anlamından açıkça bu sözcüğün “Kurban etme” (Kurban kesme değil), “helak etme”, “mağdur etme”, “feda etme”, argo ifadeyle “harcama” anlamlarında kullanıldığı anlaşılmaktadır.
102Sonra ne zaman ki o müjdelenen çocuk kendisiyle birlikte koşacak duruma/o’nunla birlikte iş tutacak çağa geldi, o zaman İbrâhîm: “Oğulcuğum! Şüphesiz ben, bu, uyunan; sakin, ilgisiz, duyarsız; yerde, şüphesiz kendimi, seni ZEBH ediyor (perişan, mağdur ediyor)görüyorum. Bak bakalım sen ne düşünürsün?” dedi. Oğlu: “Babacığım! Sen emrolunacağın şeyleri yap! İnşallah beni, sen yokken başıma gelecek tüm sıkıntılara, mağduriyetlere sabredenlerden bulacaksın” dedi.
(Saffat/102)
Bu ayetin lafzı manasında İbrahim peygamberin oğlunu boğazladığı söylenir. Bu akla ve dine uymayan bir davranıştır. O nedenle burada “zebh”(boğazlama)” sözcüğünün mecaz anlamına yönelmek mecburiyeti doğmaktadır.
Zebh’ın mecaz anlamına göre de, İbrahim peygamber, henüz oğlu kendisine muhtaç bir çağda iken oğlunu yüzüstü bırakmış, onun perişan olacağına aldırmadan Allah’a hizmete koşmuştur.
54Hani bir zamanlar Mûsâ toplumuna, “Ey toplumum! Şüphesiz siz altına tapmakla kendi kendinize haksızlık ettiniz. Gelin hemen Yaratıcınıza tevbe edin de benliklerinizi değiştirin. Böylesi, Yaratıcınız nezdinde sizin için hayırlıdır” demişti. Sonra da Yaratıcınız tevbenizi kabul etti. Şüphesiz Yaratıcınız, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, engin merhamet sahibinin ta kendisidir.
(Bakara/54)
66Eğer Biz, onlara: “Kendinizi katledin (öldürün) veya yurtlarınızdan çıkın” diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Ve eğer onlar, öğütlendikleri şeyleri yapsalardı, elbette kendileri için daha hayırlı ve sebat etmede daha kuvvetli olurdu. 67,68Ve o zaman kesinlikle kendilerine nezdimizden çok büyük bir ödül verirdik. Ve onları kesinlikle doğru yola kılavuzlardık.
(Nisa/66)
Bu ayetlerdeki Qatl sözcüğü, hakikat anlamıyla “öldürmek” demektir. Burada “tevbe ile qatl” söz konusu olduğuna göre, قتل[qatl] sözcüğünün hakikat manasına alınması mümkün değildir. O nedenle qatl kelimesi, mecâzî anlama (değişim, dönüşüm anlamına) hamledilmelidir.
Bu açıklamalardan sonra Firavunun planının konu edildiği ayetlerdeki “zebh” ve “katl” sözcüklerinin mecaz anlamlarını dikkate alınarak; Firavun’un israiloğullarının erkeklerini, eğitimsiz, öğretimsiz, mesleksiz bırakmak suretiyle mustazaflaştırdığını; güçsüzleştirdiğini, iktidarına zara veremeyecek alt tabaka halinde bıraktığını anlamak, kabullenmek daha sağlıklı olacaktır.
Bu konu hakkındaki tarihî bilgilerin ayetin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacağı kanaatindeyiz. Ancak bu konudaki tek yazılı kaynak Kitab-ı Mukaddes’tir:
8- Derken Yusuf hakkında bilgisi olmayan biri Mısır Kralı oldu.
9- Halkına, “Bakın, İsrailliler sayıca bizden daha çok” dedi,
10– “Gelin, onlara karşı aklımızı kullanalım, yoksa daha da çoğalırlar; bir savaş çıkarsa, düşmanlarımıza katılıp bize karşı savaşır, ülkeyi terk ederler.”
11- Böylece Mısırlılar İsrailliler’in başına onları ağır işlere koşacak angaryacılar atadılar. İsrailliler Firavun için Pitom ve Ramses adında ambarlı kentler yaptılar.
12– Ama Mısırlılar baskı yaptıkça İsrailliler daha da çoğalarak bölgeye yayıldılar. Mısırlılar korkuya kapılarak
13- İsrailliler’i amansızca çalıştırdılar.
14– Her türlü tarla işleri, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işlerde yaşamı onlara zehir ettiler. Bütün işlerinde onları amansızca kullandılar.
15– Mısır Kralı, Şifra ve Pua adındaki İbrani ebelere şöyle dedi:
16– “İbrani kadınlarını doğum sandalyesinde doğurturken iyi bakın; çocuk erkekse öldürün, kızsa dokunmayın.”
17– Ama ebeler Tanrı’dan korkan kimselerdi, Mısır Kralı’nın buyruğuna uymayarak erkek çocukları sağ bıraktılar.
18– Bunun üzerine Mısır Kralı ebeleri çağırtıp, “Niçin yaptınız bunu?” diye sordu, “Neden erkek çocukları sağ bıraktınız?”
19– Ebeler, “İbrani kadınlar Mısırlı kadınlara benzemiyor” diye yanıtladılar, “Çok güçlüler. Daha ebe gelmeden doğuruyorlar.”
20– Tanrı ebelere iyilik etti. Halk çoğaldıkça çoğaldı.
21– Ebeler kendisinden korktukları için Tanrı onları ev bark sahibi yaptı.
22– Bunun üzerine Firavun bütün halkına buyruk verdi: “Doğan her İbrani oğlan Nil’e atılacak, kızlar sağ bırakılacak.”[7]
Ayrıca Musa ile ilgili “katl (öldürme)” sözcüğü Kasas suresinde de yer almaktadır.
9Ve Firavun’un karısı: “Benim ve senin için göz aydınlığı! Onu katletmeyin; Musa’yı diğer israiloğulları çocukları gibi niteliksiz; eğitimsiz- öğretimsiz, mesleksiz bırakmayın”, belki bize bir yararı dokunur, ya da o’nu evlat ediniriz” dedi. Ve onlar, işin farkında olmuyorlar.
(Kasas/9)
Buradaki “onu katletmeyiniz (onu öldürmeyiniz)” ifadesi de mecazi anlamda olup, ayetteki anlam, “Bu bebek senin ve benim için göz aydınlığıdır. Onu katletmeyin; Musa’yı diğer israiloğulları çocukları gibi niteliksiz; eğitimsiz- öğretimsiz, mesleksiz bırakmayın” demektir.
Ayetteki İstihyâ ile ilgili ayrıntılı bilgi bu surenin 127. Ayeti açıklamalarında verilmiştir.
142Ve Mûsâ ile otuz geceye sözleştik ve süreyi bir on gece ile tamamladık. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit tam kırk geceye tamamlandı. Ve Mûsâ, kardeşi Hârûn’a, “Toplumum içinde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yoluna uyma!” dedi.
Bu ayetteki “otuz geceye on gece daha ekledik” anlamına gelen ifade, Bakara suresinin 51. ayetinde “kırk gece” olarak ifade edilmiştir. Bu anlatım usulü, Arap edebiyatında çok benimsenmiş ve Arap şiirinde pek çok örneği olan bir usuldür. Nitekim Ankebut/14’te Nuh peygamber ile ilgili de 1000-50 yıl ifadesi yer alır.
Ayetten anlaşıldığına göre, 40 günlük bir eğitime tâbi tutulacak olan Musa peygamber, bu süre için yerine kardeşi Harun’u vekil bırakmış ve ona “düzeltici ol, bozguncuların yoluna uyma” diye talimat vererek görev mevkiine gitmiştir.
Sina Dağı olan bu mevki hakkında şu bilgiler verilmektedir:
“Tur-i Sina, Musa Dağı ya da Harea Dağı olarak da bilinir, Arapça Cebel Musa, İbranice Har Sınaı. Mısır’da Sina yarımadasının ortagüney kesimindeki Sinaü’l-Cenubiye [Güney Sina] ilinde granit doruk (2285 m)”. Sina Dağı Yahudi tarihinde tanrısal vahyin indiği yer olarak kabul edilir, Tanrı’nın burada Hz. Musa’ya görünerek ona On Emir’i verdiğine inanılır (Çıkış 20; Tesniye 5). ( …) İ.S 530’da dağın kuzey eteğine Katherine Manastırı kuruldu. Günümüzde Sina Bağımsız Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı birkaç kişinin yaşadığı bu manastır, bir olasılıkla dünyanın aralıksız kullanılmış en eski manastırıdır. Bugün British Museum’da bulunan 4. yüzyıldan kalma Yunanca Kodeks Sinaitikos gibi pek çok eski yazmayı içeren kitaplığı, Kitab-ı Mukaddes metninin yeniden yazılmasında paha biçilmez bir kaynak olmuştur.”[8]
Kardeşi Harun, yaşça büyük olmasına rağmen rütbece Musa’dan küçüktür. Yüce Allah, Harun’u Musa’nın talebi üzerine kendisine yardımcı vermiştir:
20O da onu hemen bıraktı/ yerleşik hayata geçti, bir de ne görürsün! Artık sağ elindeki; kendisine vahyedilen Kitap, koşan bir candır; sosyal hayatın kaynağıdır.
25Mûsâ: “Rabbim! 33Seni tüm noksanlıklardan çok arındırmamız 34ve Seni çok çok anmamız için 25göğsümü aç, 26işimi bana kolaylaştır. 27Dilimden de düğümü çöz 28ki sözümü iyi anlasınlar. 29Ve ehlimden; 30kardeşim Hârûn’u 29benim için bir vezir kıl, 31o’nunla arkamı kuvvetlendir. 32İşimde o’nu bana ortak et. 35Şüphe yok ki Sen bizi görüp duruyorsun” 20dedi.
(Ta Ha/ 20-35)
35Ve andolsun ki Mûsâ’ya Kitab’ı verdik, kardeşi Hârûn’u da o’nunla birlikte yardımcı, destekçi verdik.
(Furkan/ 35)
143Ne zaman ki, Mûsâ, belirlediğimiz vakitte geldi ve Rabbi o’na söz söyledi: Mûsâ, “Ey Rabbim! Göster bana Kendini de nazar edeyim Sana; Seni inceleyeyim, Senin ile ilgili geniş ve derin bilgiye sahip olayım!” dedi.
Rabbi o’na dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa nazar et; dağı incele, teori geliştir. Eğer nazariyen (teorin/geniş ve derin bilgin), incelemen dağın mekanına tam oturursa; dağın bulunduğu yerin önünü arkasını, altını üstünü, sağını solunu, içini dışını tam ifade ederse işte o zaman sen beni görürsün.”
Böylece ne zaman ki Rabbi, Musa’nın Dağ gibi sorunları için Musa’yı aydınlattı; Musa’nın dağ gibi sorunlarını yıkıp attı. Mûsâ da dehşete düşüp heyecanla yere kapandı; Rabbine teslimiyet gösterdi. Ayılıp kendine gelince; heyecanı geçince de, “Seni tenzih ederim, Sana döndüm; tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim” dedi.
- ayet genel olarak “Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca «Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!» dedi. (Rabbi): «Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!» buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.(T. D. Vakfı Meali)” diye meallendirilir.
Bu meallerdeki olayda, Musa’nın hasar görmemesi; dağın yıkılışına kimsenin tanık olmaması; olaya ait herhangi bir işaretin, bulgunun olmaması; meallerin akla ve mantığa uygun olmadığını göstermektedir. Ancak bu olayların yaşandığına inanılır ve bunlar mucize kabul edilir. Hâlbuki Sünnetullah’da, Allah’ın evrendeki fiziksel kurallarında, bu kurallara aykırı böyle bir olayın gerçekleşmesi; söz konusu değildir.
Biz sünnetullah’a uyan gerçek anlamı bulabilmek için bazı tahliller sunuyoruz.
تجلّى TECELLİ
“ تجلّىTecelli” sözcüğü “ortaya çıkmak, görünmek” demektir. Sözcüğün kaynağı, Arapların “ جَلَيْتُ العَرُوسَceleytü’l-arûse [gelini açığa çıkardım]” tabiridir. Bu sözcük ayrıca “üzerindeki pası giderilerek ortaya çıkarılan kılıç” için de kullanılır.[1] “Tecelli” sözcüğünün mastarı olan “ جلاءcila” sözcüğü Türkçeye de aynı anlamla geçmiştir. Kısacası bu ifade kapalı bir şeyin açığa çıkarılması, bir muammanın çözülmesi, girift bir konunun açıklığa kavuşturulması demektir.
Ayetteki “ تَجَلَّىTECELL” kalıbı, bu işin bir defa değil defalarca yapıldığını ifade eder.
Ayette görme konusu ile ilgili iki farklı fiil kullanılmıştır. Birisi “اَرِن۪ٓي “ diğeri “اَنْظُر”. Musa, “Rabbim Kendini bana göster de Seni göreyim” demiyor. Yani buradaki ifadelere göre Allah Kendisini gösterecek Musa’da NAZAR edecektir. Bunun anlamı, Musa Allah’ı görüp enine boyuna, derinliğine Allah’ı inceleyecektir. Musa’nın istediği budur.
NAZAR النظر
Lisanü’l-Arab’a göre “ نظرnazar” sözcüğünün anlamı “karşı karşıya gelmek” demektir. Gözle bakılmasa da, görülmese de karşı karşıya bulunmak, “nazar” için yeterlidir. Hatta gözleri görmeyenler de “nazar” edebilirler. Buradan hareketle, bir işi göreceği, bitireceği umulan kimsenin ya da makamın karşısında durmaya, göz bebeğini ona yöneltmeye “nazar” denilir olmuştur.[9]
Nazar aydınlanma arzusudur. Nazır, bir şeyin ortaya çıkmasını arzu eden kişi demektir. Aynı zamanda eşyanın durumlarına ilişkin fikir ve iyice, etraflıca düşünmedir.. Nazar ancak meçhul olan bir şeyin bilinmesi hakkında geçerlidir.[10]
Bir konu hakkında derin düşünceye, incelemeye; teori üretmeye de NAZARİYE (Sistemli bir biçimde düzenlenmiş birçok olayı açıklayan ve bir bilime temel olan kurallar, yasalar bütünü, teori) denir.
جبلCEBEL DAĞ
Deyim olarak tüm dünya dillerinde dağ, aşılması zor iniş çıkışları, sarp yokuşları, uçurumları, mağaraları, vahşi varlıkları, altından kalkılması mümkün olmayan yükleri, sorumlulukları, zor işleri, aşırı derecedeki dertleri, deşifre edilmez sırları simgeler. Bunların metaforudur.
Ayette “ ألْجَبَلَel cebele”, “ عَلَى الْجَبَلِale’ l cebeli” veya “ الى الْجَبَلِile’l cebeli” denilmeyip, “لِلْجَبَلِ Li’l cebeli” denilmiştir. Bunun anlamı, Allah, “dağa tecelli etti” yani “dağı parlattı durdu” demek olmayıp “DAĞ İÇİN PARLATTI DURDU” demektir. Yani parlatılan Dağ değil Musa’dır. Musa’nın parlatılması, aydınlatılması dağ (Musa’nın içinde bulunduğu dağ gibi zihinsel sorunları; fikir işkenceleri) nedeniyledir. Dağ olmasa Musa aydınlatılmayacaktır.
NOT: Arapçadaki edatlardan ta’lil lamı “ لِ “ :
Bu edat, için, -den dolayı, -mesi sebebiyle anlamlarında kullanılır. Nitekim لِلْجَبَلِ li’l cebeli kelimesinde (لِ) edatı, için anlamında, yani DAĞ İÇİN anlamında kullanılmıştır.
دَكّDEKK
Bu sözcüğün de öz anlamı “duvarın ve dağın yıkılması” demektir. (Tüm lügatler)
Bu sözcük, Fecr/21 ve Hakka/ 14 gibi direkt fiil haliyle gelmeyip, bu ayette “ceale” filinin ikinci meful-ü bihi olarak gelmiştir. Bu bölümdeki sözcük öbeğinin anlamı “Rabbi dağı yıkılmış kıldı” demektir. Mecazi anlam olarak bu cilalama nedeniyle Allah, Musa’nın zihnindeki dağ gibi sorunları, dertleri, yıkmış, ortadan kaldırmıştır. Yani Musa’yı ikna etmiştir; Musa mutmain olmuştur.
İşin özü: Musa’nın zihninde Allah ile ilgili dağlar misali dertler, fikir sancıları; zihninde soru işaretleri vardır. Nitekim İbrahim (Saffat/ 88, 89) ve Yunus (Saffat/ 39-48) peygamberlerde de olmuştu.
Ama Musa’nın dertleri dağ metaforuyla ifade edildiğine göre diğer peygamberlerinkinden daha büyük, daha girift.
Musa, bu büyük sorunların çözümünü, Allah’ın bizzat Kendisini göstermesinde; kendisinin de O’na nazar etmesinde bulmakta ve buna inanmaktadır.
O nedenle “Ey Rabbim! Göster bana Kendini de nazar edeyim Sana/ iyi bir inceleyeyim Seni!” der.
Rabbi ise kendisine “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa nazar et; dağı incele, teori geliştir. Eğer nazariyen (teorin/geniş ve derin bilgin), incelemen dağın mekanına tam oturursa; dağın bulunduğu yerin önünü arkasını, altını üstünü, sağını solunu, içini dışını tam ifade ederse işte o zaman sen beni görürsün” der.
Bunun açık anlamı, “senin yapın; gözünle, zihninle bir dağa nazar etmeye; tastamam görmeye, incelemeye bile yetmezken sen Beni nasıl görüp incelersin! Beni görmek senin kapasiteni aşar” demektir. Kısacası Allah, Musa’ya haddini bildirmektedir.
Bu örnekleme ile ve başka vahiyler ile Musa aydınlatılır; Rabbi Musa’nın dağ gibi sorununu çözer, Musa’yı aydınlatır. Musa’nın dağ gibi dertleri yıkılır gider. Ve Rabbine karşı saygısından kendini yere atar. Normale dönünce de tövbe eder: “Seni tenzih ederim, sana döndüm (tövbe ettim) der. Musa, “ve ben inananların ilkiyim” demek suretiyle Allah’ın görülemeyeceğine ilk inananın kendisi olduğunu beyan etmiştir. Yoksa Musa peygamberin “inananların ilkiyim” ifadesi, “Allah’ın varlığına inananların ilkiyim” anlamında değildir. Çünkü Musa peygamberin inancı o anda gördükleriyle oluşmamıştır ve o eskiden beri Allah’a inanmaktadır.
- Ayetteki birinci cebel sözcüğü öz anlamında, ikinci cebel sözcüğü mecaz anlamında kullanılmış olup CİNAS sanatı yapılmıştır.
Cebel sözcüğünün mecaz anlamda kullanılışını aynı surenin 171. ayetinde de görmekteyiz.
171Hani bir zamanlar dağ gibi sorunlar, gölgelik/şemsiye gibi üzerlerine çökmüş iken, onlar da o dağ gibi sorunlarla yaşayıp duracaklarına inanmışlarken Biz, o dağ gibi sorunları silkip atmıştık: “Allah’ın koruması altında olmanız için size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekini hatırınızdan çıkarmayın!”
Bu olaydan daha sonra İsrailoğulları da Allah’ı görmek istemişlerdir:
55Hani bir zamanlar da siz, “Ey Mûsâ! Biz, Allah’ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız” demiştiniz de bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti.
(Bakara/ 55)
İdraki-i Meali
İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez
Zira bu terazi bu kadar sikleti çekmez
Ziya PAŞA
İdrak-i maali:Kelime anlamı yüksek fikirleri,derin hikmetleri kavramaktır.
Akıl mecaz aleminde olup bitenleri kavramak ve beden ülkesini yönetmekle görevli bir melekedir. Fizik alemin sultanı akılsa,fizik ötesi alemin sultanı Kalptir,Ruhtur.
O derin hikmetleri kavramak aklın karı değildir.
“Gözler O’na erişemez. Onun ilmi ise bütün gözleri ihata eder.” (Enam, 6/103)
Kelâmcıların bir hayli meşgul olup tartıştıkları ve sonuçta mümkün olmadığı, olamayacağı üzerinde ittifak ettikleri “Allah’ın görülmesi” meselesi, Kur’an’da hiçbir tereddüde mahal vermeyecek bir açıklıkla bildirilmiştir:
103Gözler O’na erişemez, O ise gözlere erişir; O, çok armağan sahibidir, her şeyden haberlidir.
(En’âm/ 103)
Zaten ayetteki “ لنlen” edatı ile arkadan gelen şart cümlesi, insanın Allah’ı görmesinin mümkün olmayacağını göstermektedir.
Buna rağmen bazı kimseler, içinde “ نظرnazar” sözcüğünün geçtiği Kıyamet suresinin 22, 23. ayetlerindeki ifadeyi, birçok rivayetten de destek alarak, Allah’ın görülebileceği şeklinde yorumlamışlardır. Hâlbuki “Lisanü’l-Arab”, “nazar” sözcüğünün anlamını “karşı karşıya gelmek” olarak vermiştir.[11] Yani sözcük gözlerle görmeyi değil, karşı karşıya bulunmayı ifade eder. Bu anlama göre “nazar etmek”, gözleri görmeyen birisinin de yapabileceği bir iştir. Dolayısıyla “Allah’a nazar etmek” tabirinin Allah’a gözle bakmak veya Allah’ı görmekle bir alâkası yoktur. Kıyamet suresindeki “Rabblerine nazar eden yüzler” ise Rabblerine yönelmiş ve O’ndan nimetler uman kişilerdir.
144Allah dedi ki: “Ey Mûsâ! Mesajlarımla ve kelâmımla seni insanlar üzerine seçtim. Şimdi sana verdiğimi al ve kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenlerden ol!”
Allah’ı görme talebinin mümkün olmadığının gösterilmesinden sonra, bu ayette de Musa peygamberin kendisine verilenlerle yetinmesi ve bunlara şükretmesi istenmektedir. Hiç de az sayılır cinsten olmayan bu nimetlere şükür elbette ki lâfla değil, nimetlerin gereğini hakkıyla yerine getirmekle olacaktır.
145Ve Biz o’nun için o levhalarda her şeyden, bir nasihat ve her şey için bir ayrıntı yazdık. “Haydi, bunları kuvvetle al, toplumuna da en güzel şekilde almalarını emret. Yakında size o hak yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim. 146Yeryüzünde, bütün âyetleri görseler de onlara iman etmeyen, doğrunun yolunu görseler de o yolu tutup gitmeyen, eğer sapıklığın yolunu görürlerse onu yol edinen haksız yere büyüklük taslayan şu kimseleri, âyetlerimizden uzak tutacağım.” –Bu, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil; duyarsız, ilgisiz olan kimseler oluşlarındandır.–
Musa peygambere verilen levhalarda neler yazılı olduğu, başka bir ayette açıklanmıştır:
154Sonra Biz, Rablerine kavuşacaklarına inansınlar diye iyilik-güzellik üretenlere tamam olarak, her şeyi genişçe açıklamak ve kılavuz ve rahmet olmak üzere Mûsâ’ya Kitab’ı verdik.
(En’âm/ 154)
İKİ LEVHA
Bu iki levhanın cinsi ve üzerlerine nasıl yazı yazıldığına dair kesin bir bilgi bulunmamaktadır. İncil’de bu levhaların kalın taş kalıpları hâlinde oldukları ve üzerlerindeki yazının Allah tarafından yazıldığı ifade edilmiştir. Levhalardaki yazılar Kur’an’da da Allah’a atfedilmekle beraber, levhaların ne şekilde yazıldığını bilmediğimiz için, onların Musa peygamber tarafından yazıldığı yönünde bir kanaate sahibiz.
FASIKLAR YURDU
İlk bakışta bu yurtların daha önce fasık [günahkâr] olmuş ve bugüne sadece isimleri kalmış olan Ad ve Semud gibi kavimlerin yurtları olduğu anlaşılmaktadır. Zaten eldeki bilgiler de bu kavimlerin Ortadoğu’da yaşadıklarını göstermektedir. Ancak bu fasıklar yurdunun o dönemde putperestlerin elinde bulunan yerler olması da mümkündür. “Fasıklar yurdu” ifadesi ile yukarıdakilerden hangisi kastedilmiş olursa olsun, İsrailoğulları bu yurtlara Musa peygamber döneminde sahip olamamışlardır. Dolayısıyla, ayetin ifadesi bir müjde niteliğindedir.
İsrailoğullarının fasıklar yurduna yerleştirilecek olması, bir yönüyle de “Eğer siz de o fasık kavimler gibi olursanız, sizi de yok eder, sizin yerinize başkalarını getiririm. Bunu gözlerinizle görün!” anlamına gelen bir ihtar mahiyetindedir.
- ayette, hevasını rabb edinip vahye kulak vermeyen ve Allah’ın ayetlerini yalanlayanların başlarına ne belâlar gelebileceği üzerinde durulmakta ve içine düştükleri durumun sebebi olarak onların kendi anlayış ve yaşayışları gösterilmektedir. Bu konu daha önce “Kalplerin Mühürlenmesi” başlığı altında geniş olarak işlenmiştir.
147Âyetlerimizi ve âhiretteki karşılaşmayı yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir. Onlar kendi yaptıklarından başka bir şey ile mi cezalandırılırlar?
Bu ayette, fasıkların sadece kendi amelleri karşılığında cezalandırıldıkları açıklanmaktadır. Bu açıklamadan da anlaşılmaktadır ki, bu kişilere zorla yaptırılmış bir davranış söz konusu değildir. Onların karşı karşıya geldikleri muamele, bir adalet gerçekleştirme işlemidir ve tamamen kendi özgür iradeleriyle yaptıkları davranışların önceden haber verilmiş sonuçlarıdır.
148–153. Ayetler:
148Mûsâ’nın toplumu, Mûsâ’dan sonra, kendi toplumunun süs takılarını bir araya getirerek aldatıcı, tuzağa düşürücü sesi olan, aslında hiç işe yaramayan bir ilâh edindiler; büyük bir sermaye oluşturarak ona tapındılar. –Onun kendilerine bir söz söylemezliğini ve bir yol göstermezliğini görmediler mi?– Onu edindiler ve zâlimlerden oldular.
149Ne zaman ki, gözlerinin önüne geldi ve sapıtmış olduklarını gördüler, “Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa, kesinlikle biz büyük zarara uğrayanlardan olacağız” dediler.
150Ve Mûsâ, hoşnut olmadan ve üzüntülü olarak toplumuna döndüğünde, “Bana arkamdan ne kötü bir halef/ nesil oldunuz! Rabbinizin emrini; sizi cezalandırmasını çabuklaştırdınız mı?” dedi. Ve levhaları bıraktı ve kardeşi Hârûn’u kendine çekerek başından tuttu. Hârûn: “Ey anamın oğlu! İnan ki, bu toplum beni güçsüz düşürdü, az daha beni öldüreceklerdi. Onun için bana düşmanları sevindirecek bir şey yapma. Ve beni bu zâlimler toplumu ile bir tutma” dedi.
151Mûsâ dedi ki: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Ve Sen merhametlilerin en merhametlisisin.”
152Şüphesiz o altına tapanlara Rablerinden bir hoşnutsuzluk, dünya hayatında bir “aşağılık” erişecektir. İşte Biz, uydurmacıları böyle cezalandırırız da.
-153Kötülükleri işleyip de sonra arkasından dönen o kimseler ve iman edenler için de hiç şüphe yok ki, Rabbin bundan sonra yine de çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.-
Burada Musa peygamberin bir başka kıssası anlatılmaktadır. Bu kıssanın daha ayrıntılı anlatımı Ta Ha suresindedir:
83Seni toplumundan daha çabuklaştıran nedir ey Mûsâ?
84Mûsâ: “Onlar, benim izim-öğretim üzerinde olanlardır. Ben de Sen hoşnut olasın diye Sana acele ettim Rabbim” dedi.
85Allah: “Şüphesiz işte, Biz senden sonra toplumunu imtihan ettik. Samirî de onları saptırdı” dedi.
86Bunun üzerine Mûsâ öfkeli ve üzgün olarak hemen toplumuna geri döndü; “Ey toplumum! Rabbiniz size güzel bir vaat ile söz vermedi mi? Şimdi size bu uzun mu geldi, yoksa Rabbinizden size bir gazap inmesini mi arzu ettiniz de bana olan vaadinizden cayıverdiniz?” dedi.
87Onlar dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden caymadık. Fakat biz o toplumun zînetlerinden birtakım ağırlıklar yüklenmiştik. Sonra onları fırlatıp attık. Sonra da işte böylece Samirî kafamıza soktu.”
88Samirî onlara bir aldatan, tuzağa düşüren cesedi/altını çıkardı da İsrâîloğulları: “İşte bu, sizin ilâhınızdır ve de Mûsâ’nın ilâhıdır. Ama Mûsâ onu terk ediverdi” dediler. –89Peki, onlar görmüyorlar mıydı ki, altın kendilerine hiçbir sözle karşılık veremiyor; onlara bir zarara ve bir yarara güç yetiremiyordu!–
90Ve andolsun ki Hârûn daha önce onlara: “Ey toplumum! Şüphesiz siz bununla imtihana çekildiniz/dinden çıkıp kendinizi ateşe attınız. Ve şüphesiz sizin Rabbiniz Rahmân’dır [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’tır]. Gelin bana uyun ve emrime uyun” demişti. 91Hârûn’un toplumu: “Mûsâ bize dönüp gelinceye kadar, biz ona tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz” dediler.
92,93Mûsâ: “Ey Hârûn! Bunların sapıklığa düştüğünü gördüğün vakit, seni benim yolumu takip etmekten engelleyen ne oldu? Yoksa benim emrime karşı mı geldin?” dedi.
94Hârûn: “Ey anamın oğlu! Sakalımı ve başımı tutma. Şüphesiz ben senin ‘İsrâîloğulları arasında ayrılık çıkardın ve benim sözüme bakmadın’ demenden korktum” dedi.
95Sonra da Mûsâ: “Ey Samirî! Senin bu yaptığın nedir?” dedi.
96Samirî: “Ben onların anlamadıkları bir şeyi anladım da elçinin eserinden bir avuç almıştım, sonra da onu fırlatıp attım. Ve bunu, bana böylece nefsim hoş gösterdi” dedi.
97,98Mûsâ: “Haydi git. Artık senin için hayat boyunca ‘Benimle temas yok’ diye söylemen var. Hem senin için asla karşı çıkamayacağın bir buluşma günü daha var. Bir de kulluk edip durduğun ilâhına bak” dedi. –Elbette Biz onu yakacağız, sonra da kesinlikle onu bol suda kökünden yıkacağız. Sizin ilâhınız, ancak Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. Şüphesiz ki O bilgi yönünden her şeyi kuşatmıştır.–
(Ta Ha/ 80–98)
Musa peygamberin kıssası ve Ta Ha suresinin 96. ayeti ile ilgili olarak kaleme alınmış aşağıdaki kısa pasaj, klâsik anlayışın bu konudaki ilginç yaklaşımına iyi bir örnek teşkil ettiği için, kendi tahlilimizden önce bu pasajı sunuyoruz:
Buzağı kıssasında rivayet olunduğuna göre, Samiri’nin adı Musa b. Zafer olup Samire diye bilinen bir kasabaya mensuptu. Erkek çocukların öldürüldüğü yıl dünyaya gelmişti. Annesi onu bir dağda mağarada saklamıştı. Onu Cebrail besledi. İşte onun Cebrail’i tanıması bundan dolayı olmuştur. Cebrail, Firavun denize doğru ilerlesin diye erkek ata arzu duyan bir kısrak üzerinde denizi geçtiği sırada Samiri onun kısrağının toynağının izinden bir avuç toprak almıştı. İşte yüce Allah’ın “Bunun üzerine o elçinin bastığı yerden bir avuç almıştım (Ta Ha 96)” buyruğunun anlamı budur.[1]
Kıssada bahsi geçen buzağı hakkında tarih kitaplarında ve İbrani kültüründe yeterince bilgi yoktur. Yahudi asıllı olup ihtida eden Muhammed Esed ise “Kur’an Mesajı” adlı Kur’an çevirisinde buzağı hakkında şu açıklamayı yapmıştır:
İsrailoğullarının bu altın buzağısı, besbelli, yüzyıllarca süren mısır etkisinin bir ürünüydü. Mısırlılar Menfis’te tanrı Ptah’ın tecessümü olarak gördükleri kutsal boğaya, Apis’e tapınırlardı. Boğa yaşlanıp da ölünce, onun yerine hemen yeni bir Apis’in doğduğu düşünülüyor ve eskisinin ruhunun ölüm ülkesinde Osiris’e hulûl ettiğine inanılıyor ve bu iki başlı tanrıya bundan böyle artık Osiris-Apis (Greco-Egiytian dönemde “Serapis”) adıyla tapınılıyordu. Altın buzağının çıkardığı “boğuk ses”e gelince, bunun, Mısır tapınaklarında bulunan ve içine açılmış bir takım oyuklar sayesinde ses çıkardığı bilinen putlarda olduğu gibi rüzgarın etkisiyle çıkan bir ses olması muhtemeldir.[2]
Buzağı konusu klâsik kaynaklarda yukarıda verdiğimizin dışındaki bir yaklaşımla yer almamıştır. Bizim bu konudaki tevilimiz ise başkadır:
BUZAĞI; BÖĞÜRMESİ [ÇEKİCİ, ALDATICI SESİ] OLAN CESET
Konumuz olan A’râf suresinin 148. ve Ta Ha suresinin 88. ayetlerine dikkat edilecek olursa, bu ayetlerde buzağı “böğürmesi olan bir ceset” olarak nitelenmiş ve insanların buzağı edinmek suretiyle şirke bulaşıp kendilerine zulmettikleri açıklanmıştır.
Bilindiği gibi, buzağı “sığır yavrusu” demektir. Ancak; günümüzde olduğu gibi, söz konusu olayın cereyan ettiği zamanlarda da yeryüzünde milyonlarca buzağının var olduğu gerçeği, ayetlerde geçen “buzağı” sözcüğünün müteşabih olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Zaten Rabbimiz de “buzağı”yı niteleyerek sözcüğün anlamını tevil etmiş ve “buzağı” ifadesinin müteşabih olduğunu bizzat göstermiştir.
Ceset, herkesin bildiği gibi “ölü vücut” demektir. Ama bu sözcük de müteşabihtir ve bize göre burada hakikat anlamı dışında kullanılmıştır. Hatırlanacak olursa “ceset” sözcüğü Sad suresinin 34. ayetinde de karşımıza çıkmış ve biz orada “ceset” sözcüğünün Süleyman peygamberi nitelediğini belirterek şu açıklamayı yapmıştık:
“Süleyman peygamberin tahtının üzerine bir ceset bırakılması, bize göre kinaye yollu bir anlatım olup bu ifade Süleyman peygamberin bir dönem tahtta yani iktidarda işe yarar işler yapmadığından kinaye olabilir. Nitekim Arapçada toplumda işe yaramayan kişilere “ الميّت المتحرّكmeyyit-i müteharrik [hareketli ölü] denmektedir. Muhtemelen Süleyman peygamber bir dönem elinde olarak veya olmayarak pasifleşmiştir, çok zayıf düşmüştür, iktidarda olmasına rağmen muktedir değildir, âdeta yaşayan bir ölü durumuna düşmüştür.”
Bize göre, “ceset” sözcüğü nasıl Sad suresinde Süleyman peygamberin “hareketli ölü” hâlini belirtmek için kullanıldıysa, burada da buzağının aslında hiçbir işe yaramadığını, iradesinin olmadığını, kendi kendine veya başkalarına yarar veya zarar vermeye malik olmadığını belirtmektedir. Buzağının bu işe yaramaz özelliği de A’raf/148’de “Onun kendilerine bir söz söylemezliğini ve bir yol göstermezliğini görmediler mi?” ve Ta Ha/89’da “Onlar görmüyorlar mıydı ki, o [buzağı], kendilerine hiçbir sözle karşılık veremiyor; onlara bir zarara ve bir yarara güç yetiremiyordu” ifadeleriyle pekiştirilmiştir.
Buzağının bu nitelikleri aslında insanların Allah’ın astlarından edindikleri sözde ilâhların nitelikleridir. Rabbimiz pek çok ayette tekrarlayarak bu nitelikleri insanlara iyice tanıtmış ve bu nitelikteki şeylerin ilâh edinilmemesini öğütlemiştir: Yunus/18, 106, Meryem/42, Enbiya/66, Maide/76, Ra’d/16, Şuara/73, Furkan/3, 55, Hacc/12 ve Bakara/102.
“Böğürmesi [çekici, aldatıcı sesi] olan” ifadesindeki “böğürme” sözcüğünün orijinali “ خوارhuvar” sözcüğüdür. Bu sözcük, Lisanü’l-Arab’ta şöyle açıklanmıştır:
“Leys, “boğa sesi” olarak, İbn-i Side, “sığır, koyun, geyik ve havada uçan nesnelerin sesi” demişlerdir. “Huvar’ın aslı: Avcı geyik yavrusunu yakalar, onu bir yere bağlar ve onun kulaklarını ovalar. İşte o zaman geyik yavrusu böğürür [bağırır]. Bunu duyan yavrusunu kaybetmiş olan ana geyik, yavrusunun yanına koşar ve avcıya yakalanır.”[3]
Lisanü’l-Arab’ın verdiği bu bilgiye göre “huvar”, bir hayvanın normal böğürmesi değil, bir hayvanı tuzağa düşürmek için başka bir hayvana çıkartılan sestir. Yani “çeken, aldatan bir ses”tir. Nitekim bu, bir yöntem olarak ördek ve keklik avında da yaygın şekilde kullanılmakta, hatta “huvar” bir nevi boru ile taklit bile edilmektedir.
Konumuza bu bilgiler ışığı altında bakıldığında, ayetlerde “böğürtüsü [çekici, aldatıcı sesi] olan ceset” olarak nitelenmiş buzağının [altının] insanları tuzağa düşüren bir özelliğe, aldatıcı bir cazibeye sahip olduğu anlatılmaktadır.
Sonuç olarak bize göre burada konu edilen buzağı, [böğürmesi, çekici, aldatıcı sesi olan ceset], “altın”dır. Nitekim 148. ayetteki “kendi kadınlarının süs takılarından bir buzağı” ifadesi de buzağının ziynet olduğunu bildirmek suretiyle bu görüşü doğrulamaktadır. “Altın”ın [ziynetin] insanları nasıl tuzağa düşürdüğü, nasıl onları kendisine köle yaptığı [insanların “altın”ı ilâh edindiği], günlük hayatın içinde hiç çaba sarf etmeden görülebilecek bir olgu durumundadır. Ayrıca aynı kıssanın Bakara/67–71. ayetlerindeki anlatımında, ilâh edinilen sığır için kullanılan “sarı, lekesiz ve bakanlara haz veren” ifadeleri de aynen “altın”ın özelliklerini yansıtmaktadır. Bu konu, orada Rabbimizin “Bakara [sığır]” ifadesinin tevilini yapışı ile daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Bu pasajda anlatılanlar Kitab-ı Mukaddes’in Çıkış/ 19 ve 32. Bölümlerinde yer almaktadır.
Kur’an’daki anlatım Kitab- mukaddes’teki anlatımdan farklıdır. Hele Musa peygamberin ilâhî emirlerin yazılı olduğu levhaları parçalayacak derecede hiddetine yenik düşmesi ve yere atılan taş levhaların üzerindeki yazılar okunmayacak şekilde parçalanması kabul edilir şeyler değildir.
154Hoşnutsuzluğu Mûsâ’yı rahat bırakınca da levhaları aldı. Onlardaki yazıda da, ancak Rableri için adam olan kimseler için bir kılavuzluk ve rahmet vardı.
Dikkat edilirse, Musa peygambere verilen levhaların [Tevrat’ın] bu ayette sayılan nitelikleri, Kur’an’ın nitelikleri ile aynıdır. Kur’an’da Tevrat için “zikir”, “furkan” isimleri kullanıldığı gibi, bu ayette de “rahmet” ve “kılavuz” olma nitelikleri kullanılmıştır. Bu nitelikler başka ayetlerde Kur’an için de kullanılmıştır:
2-4İşte bu kitap; kendisinde hiç kuşku yoktur, ıssız yerlerde iman eden, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutan], kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden Allah yolunda harcama yapan, sana indirilene ve senden önce indirilene iman eden Allah’ın koruması altına girmiş kişiler –ki bunlar, âhirete de kesinlikle inanırlar– için bir kılavuzdur.
(Bakara/ 2)
185Ramazân ayı ki, Kur’ân, bir kılavuz olarak ve furkândan, yol göstermeden açık seçik açıklamalar olarak kendisinde indirilmiştir. ….
(Bakara/ 185)
155Ve Mûsâ, belirlediğimiz vakit için toplumuna yetmiş adam seçti. Ne zaman ki, bunları o sarsıntı yakaladı, işte o zaman Mûsâ, “Rabbim!” dedi, “Dileseydin bunları da, beni de daha önce değişime/ yıkıma uğratırdın. Şimdi bizi, içimizdeki o aklı ermezlerin yaptıkları yüzünden değişime/ yıkıma mı uğratacaksın? O, Senin, saflaşmamız için ateşlere atmandan başka bir şey değildir. Sen bu saflaştırma işlerinle dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğine de kılavuzluk edersin. Sen bizim yardımcımız, kılavuzluk eden yakınımızsın. Artık bizi bağışla, merhamet et, Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Ve bize hem bu dünyada bir iyilik yaz, hem de âhirette. Biz gerçekten de Sana döndük.”
156,157Allah diyor ki: “Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah’ın koruması altına girenlere, zekat’ı; Allah’ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergiyi verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl’de yazılmış bulacakları Anakentli/ Mekkeli Peygamber, o Elçi’ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O’na iman eden, O’na kuvvetle saygı gösteren, O’na yardımcı olan ve O’nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”
Bu iki ayetten oluşan pasaj Musa peygamberin bir başka kıssasıdır. Bu kıssada, işledikleri günah için Allah’tan af dilemek ve yeni bir misak sağlamak [sözleşme yapmak] üzere İsrailoğullarından yetmiş kişinin Musa peygamberle birlikte Tur’a çıkışı anlatılmaktadır. Musa peygamberin yanında bu kadar kişi götürmesinin sebebi Bakara suresinde açıklanmıştır:
55Hani bir zamanlar da siz, “Ey Mûsâ! Biz, Allah’ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız” demiştiniz de bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti.
56Sonra Biz, kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödersiniz diye sizi ölümünüzün ardından dirilttik/zilletten kurtarıp onurlu duruma getirdik.
(Bakara/ 55, 56)
- ayette ve daha önce de bu surenin 78. ve 91. ayetlerinde geçmiş olan “ رجفة recfe [azap]” sözcüğü ile deprem gibi doğal bir afet kastedilmiş olabileceği gibi, mecazî anlamda kişilerdeki psikolojik sarsıntı da kastedilmiş olabilir. Çünkü şüpheye düşen, Allah’ı görmedikçe inanmayacağını söyleyen, hatta buzağıya [ziynete] tapan kişilerin durumunu anlatmak için, onların din hususunda tam anlamıyla sarsıntı içinde olduklarının söylenmiş olması mümkündür.
Rabbimizin 156. ayetteki sözleri ise genel bir mesaj mahiyetindedir. Allah’ın rahmetinin her şeyi kuşattığına dair ifade, Allah’ın azabının, belâsının bile rahmetinden kaynaklandığı anlamına gelmektedir. Çünkü insanın azapla fitnelenmesindeki maksat, onu incitmek değil, onu doğruya iletmektir. Bu rahmetten istifade edecekler ise müttekilerdir.
158De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah’ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde kılavuzlandığınız doğru yolu bulmanız için Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden, Ümmî; Anakentli; Mekkeli Peygamber olan Elçisi’ne iman edin ve o’na uyun.”
Bu paragrafın Musa peygamber kıssaları ile alâkası yoktur. Bu ayetlerin Musa peygamberin kıssaları içinde yer alması, sahabenin bu ayetlerdeki mesajı kıssaların arasına bir “parantez içi mesaj” olarak koyduklarını düşündürmektedir. Dolayısıyla, kıssalardan oluşan pasaj okunurken bu hususa dikkat edilmelidir.