30Gerçekten senin Rabbin, kullarından dilediği için rızkı genişletir ve daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından gerçekten haberdardır, hakkıyla görendir.

Bu ayette, insanlar arasındaki rızk farklılığının belli bir sebebe dayandığı, Allah’ın rızkları dağıtırken kullarının durumlarından haberdar olduğu ve dilediğini zengin, dilediğini fakir kılmak üzere rızkları bilerek dağıttığı açıklanmaktadır.

Allah’ın biz kulları arasında böyle bir farklılık yaratması, imtihana vesile olması sebebiyledir:

6-8Kesinlikle senin düşündüğün gibi değil! Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendisini yeterli gördüğünde, kesinlikle azar.

(Alak/6-8)

15-16İnsana gelince, Rabbi onu her ne zaman sınayıp da kendisini üstün kılar ve nimetler verirse: “Rabbim beni üstün kıldı” der. Ama her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa: “Rabbim beni aşağıladı” der.

17-20Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Doğrusu siz, yetimi, üstün-saygın bir şekilde yetiştirmiyorsunuz. Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi özendirmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına!

(Fecr/16-20)

27Ve eğer Allah rızkı kullarına yaysaydı/ döşeseydi [bol bol verseydi], kesinlikle yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Velâkin Allah dilediğini belli bir ölçüye göre indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından en çok haberi olandır, en iyi görendir.

(Şûra/27)

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, insanlar arasındaki ekonomik farklılıklar Rabbimizin koyduğu kural gereği gerçekleşmektedir. Böyle olmakla birlikte, Rabbimiz kendi yarattığı bu farklılığın insanlar tarafından giderilmesini istemiş ve fazlalıklı olan insanlara Kur’an’da emirler vererek fazlalıklarını diğerleriyle paylaşmalarını bildirmiştir. Her alanda olduğu gibi ekonomik alanda da ahlakiliği gözeten Rabbimiz, fazlalıkların diğerleriyle paylaşılmasını da “arınmanın gereği” bir davranış olarak nitelemiştir. Ancak kişilerin ahlakî tutumlarının açığa çıkarılmasında çok önemli bir husus olan bu ilâhî eşitsizliğin bir takım zorlayıcı yollarla ortadan kaldırılması [servet dağılımının bir otorite tarafından değiştirilmesi], ne gerçekten adil bir eşitlik sağlayabilmekte, ne de Rabbimizin amacına uygun bir davranış olmaktadır. Çünkü dünyadaki pek çok örneğinde görüldüğü gibi, bu tarz zorlama yöntemler yeni eşitsizlikler ortaya çıkarmakta, gönül rızası ile olmadığı için de ilâhî amaca hizmet etmemektedir. İlâhî sistem, bireyin bu eşitsizliği meydana getiren fazlalıklarından başkalarına da vererek kurtulmasını amaçlamakta, böylece bireylerin dünyadaki ekonomik düzenin daha adil olmasına katkıda bulunmalarına imkân tanımaktadır. Dolayısıyla, insanların tam bir rıza içinde olmadığı zorakî paylaşım sistemlerinin Rabbimizin bu konudaki amacına hizmet etmesi mümkün değildir.

31Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları ve sizi Biz rızıklandırırız/besleriz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.

Ayette geçen “ إملاقimlak” sözcüğü “bir şeye sahip olamamak, yoksulluk” demektir.[1] Bu sözcük hem geçişsiz hem de geçişli olduğundan, “yoksulluk” anlamına geldiği gibi, “yoksul bırakılmak” anlamına da gelir. Dolayısıyla ayetteki “imlak haşyeti” ifadesi hem “yoksulluk korkusu”, hem de “yoksul bırakılmak korkusu” demek olur. “İmlak” sözcüğünün geçişsiz anlamına göre “Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin” şeklinde meallendirilen ifade, “Çocuklara yapacağınız harcamalardan dolayı fakirleşeceğinizden korkarak çocuklarınızı öldürmeyin” şeklinde anlaşılmış olur.

“İmlak” sözcüğünün geçişli olduğu kabul edildiğinde ise aynı ifade “Yoksul bırakılacağınız korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin” şeklinde de anlaşılabilir. “Fakir bırakılma korkusu”, putlardan medet uman, onlara kurbanlar sunan müşrik Arapların hissettiği “putlar tarafından fakirleştirilme” korkusudur:

136Ve onlar, Allah’ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah’a bir pay ayırdılar da kendi sapık inançlarına göre, “Bu, Allah için; şu da ortaklarımız içindir” dediler. İşte, ortakları için olan pay Allah’a ulaşmaz, Allah için olan şey ortaklarına ulaşır. Verdikleri hüküm ne kötüdür!

138Ve onlar, yanlış inanışları sebebiyle, “Bunlar, dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar sırtları yasaklanmış hayvanlardır” dediler. Ve bir kısım hayvanları Allah’a yalan uydurarak üzerlerine O’nun adını anmazlar. Allah, onları iftira ettikleri şeyler sebebiyle cezalandıracaktır.

139Ve onlar, “Bu hayvanların karınlarındakiler sadece erkeklerimize ait olup kadınlarımıza haramdır. Eğer ölü olursa o zaman onlar onda ortaklardır” dediler. Allah, onların nitelemelerini onlara ceza olarak verecektir. Şüphesiz O, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır, çok iyi bilendir.

137Ve onların ortakları, kendilerini mahvetsinler ve dinlerini karıştırıp bozsunlar diye ortak koşanların çoğuna, yük, utanç nedeni ve ilâhlara kurban edilmesi gerekçeleriyle, çocuklarını öldürmeyi güzel gösterdi. Ve Allah dileseydi bunu yapmazlardı. O hâlde onları ve onların uydurdukları şeyleri bırak!

(En’am/136, 137)

“İmlak” sözcüğünün geçişsiz anlamına göre ayetteki ifadeden çıkan “fakirleşme korkusu”, aile mevcuduna bir boğazın eklenmesiyle oluşacağı düşünülen “yitecek sıkıntısı” korkusudur ki, bu da başka ayetlerde şöyle yer almaktadır:

58Ve onlardan biri kız doğum haberi ile müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir.

59Kendisine verilen haberin kötülüğü dolayısıyla toplumundan gizlenir; aşağılık ve horluğa rağmen kızı yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Dikkat edin, onların verdikleri hüküm/töreleri ne kötüdür!

(Nahl/58, 59)

Gerçekten de Arap cahiliye tarihine bakıldığında, Arapların kendi kız çocuklarını yukarıda belirtilen iki sebeple öldürdükleri görülmektedir. Rabbimiz “imlak” sözcüğünü kullanarak her iki sebebi de kapsayacak şekilde çocukların öldürülmesini yasaklamıştır. Rabbimizin kullarına olan merhametinin bir babanın evlâdına olan merhametinden daha fazla olduğunu gösteren bu yasak, bir başka ayette de tekrarlanmıştır:

151De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri tabulaştırdığını; dokunulmaz kıldığını okuyayım:

‘Kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızı,

ana babaya iyilik yapmanızı- güzel davranmanızı,

fakirlik endişesiyle / fakirleştiriliriz korkusuyla çocuklarınızı öldürmemenizi, – Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz.-

kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmamanızı,

haksız yere, Allah’ın haram kıldığı nefsi öldürmemenizi, -İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.-

(En’am/151)

Bugünkü dünyada kız çocuklar o günkü gibi doğrudan öldürülmemektedir. Ne var ki, ayetteki “evlâtlarınızı öldürmeyin” ifadesinin modern zamanlarda da tekabül ettiği anlam ortadan kalkmış değildir. İslami hiçbir gerekçesi olmadan bir takım geleneksel gerekçelerle kız çocuklarının sosyal ayrımlara uğratılması kısmen bugün de devam etmektedir. Ayetin mesajını, bu ayetin gözettiği ahlakî ilkeyi eksen alarak anlamak daha doğru bir yaklaşım olur. Bu bağlamda, “çocukların öldürülmemesi” emrine, kız-erkek ayrımı yapılmaksızın onların cahil, eğitimsiz, mesleksiz bırakılmamasını da kapsayacak şekilde bakılmalıdır. Çünkü bu sosyal alanlarda onları donanımsız bırakmak, bize göre, onları öldürmek demektir.

Burada konu edilen “çocuk öldürme” eyleminin doğum kontrolü ile bir ilgisi yoktur. Zira “evlât” sözcüğü doğum sonrası aşamayı ifade eden bir sözcüktür. Dolayısıyla doğum kontrolünün “evlâtlar” ile ilişkilendirilmesi doğru değildir.

32Zinaya da yaklaşmayın/ zinaya yol açacak yollardan uzak olun. Şüphesiz ki o, iğrençliktir ve kötü bir yoldur.

Ayetteki “yaklaşmayın” ifadesiyle, zina denen toplumsal ateşe, tabir yerinde ise, “dış kapının kapatılması” suretiyle ileri derecede önlem alınmaktadır. Çünkü “yaklaşmayın” ifadesi, başkalarının bulunmadığı yerlerde baş başa kalmak, kaş göz işareti yapmak, davet ya da tahrik edici söz söylemek, dokunmak, öpmek gibi zinaya yol açabilecek her türlü davranışı kapsamaktadır.

İğrençlik ve aşırılık olarak nitelenen zina fiiline yaklaşılmaması emrinin ayette çoğul olarak gelmesi, bu talimatın topluma verildiğini göstermektedir. Yani, Rabbimiz zinaya karşı önlem alma amacıyla yasa çıkarma ve insanlara eğitim verme görevlerini topluma yüklemektedir.

33Ve hak ile olmadıkça, Allah’ın haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin. Ve kim haksızlık edilerek öldürülürse, Biz onun yakınlarına bir yetki vermişizdir. O da öldürmede hak olandan (ödün) vermesin, eksik uygulama yapmasın.–Şüphesiz öldürülenin haklarını koruyacak yakınlarına yardım olunmuştur.

Bu ayette insanların hayat hakkı üzerinde durulmakta ve Arapların cana kıyma konusundaki âdetlerine değinilmektedir. Cahiliye Arapları kendi yakınlarından biri öldürüldüğünde ölenin öcünü almak için uğraşır, sadece katili öldürmekle ye­tinmeyip katilin yakınlarını da öldürerek öç ve intikamda haddi aşarlardı. Hele katilin sülâlesinden güçlü olduklarında daha da ileri giderlerdi.

Rabbimiz bu ayetiyle böyle gelenekleri olan bir topluma cinayetlerle ilgili olarak bir kanun koymuş, ölenin velisi­ne kısas hakkı tanımakla birlikte bu hakkın kötüye kullanılmasını kesinlikle men etmiştir.

Ayetteki “Allah’ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin” emri sadece insanın bir başkasını öldürmesini değil, kişinin kendini öldürmesini de kapsamaktadır. Bu sebeple intihar da cinayet kadar büyük bir günahtır.

Kısas uygulamasında dikkate alınması gereken bir husus da kısas uygulanacak kişinin fiziksel ve zihinsel bakımlardan erişkin ve yeterli olması gerektiğidir. Bu, “ نفس nefs” sözcüğünün “fiziksel ve zihinsel bakımlardan mükemmel olan kişi” anlamına gelmesi dolayısıyladır. Aksi hâldeki bir kısas uygulamasının zulüm olacağı ortadadır.

Kısas konusuna başka ayetlerde de yer verilmiş ve bu yetki bazı durumlarda büyük ölçüde kısıtlanmıştır:

178Ey iman etmiş kişiler! Ölümlü olaylarda kısas; taraflar arasında âdil karşılık size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın… Ama her kim, ölenin kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa, o zaman örfe uymalı, ona güzellikle ödemelidir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık kim sınırları aşarsa, artık acı veren azap onun içindir.

179Ey kavrama yetenekleri olanlar! Allah’ın koruması altına girersiniz diye bu âdil karşılık ilkesinde sizin için hayat vardır.

(Bakara/178, 179)

190Ve sizinle savaşan kimselerle Allah yolunda savaşın; ölün, öldürün. Ve sınırı aşmayın. Şüphesiz Allah, sınırı aşanları sevmez.

(Bakara/190)

92Ve hata dışında bir mü’minin, diğer bir mü’mini öldürmesi söz konusu değildir. Ve kim bir mü’mini, kasıtsız/kaza ile öldürürse, mü’min bir köleyi özgürlüğe kavuşturmalı ve ölenin ailesine/varislerine teslim edilecek bir diyet vermelidir. –Ancak ölünün ailesinin bağışlaması müstesnadır.– Eğer öldürülen, mü’min olmakla beraber size düşman bir toplumdan ise, o zaman öldürenin, mü’min bir köleyi özgür bırakması gerekir. Eğer öldürülen sizinle aralarında antlaşma olan bir toplumdan ise öldürenin, ölenin ailesine diyet vermesi ve mü’min bir köleyi özgürlüğüne kavuşturması gerekir. Bunlara gücü yetmeyenin de Allah tarafından tevbesinin kabulü için arka arkaya iki ay oruç tutması gerekir. Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.

93Ve kim bir mü’mini kasten [bile bile, isteyerek] öldürürse, işte onun cezası, içinde sürekli kalmak üzere cehennemdir. Ve Allah, ona gazap etmiş, onu dışlamış, rahmetinden mahrum bırakmış ve onun için çok büyük bir azap hazırlamıştır.

(Nisa/92, 93)

151De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri tabulaştırdığını; dokunulmaz kıldığını okuyayım:

‘Kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızı,

ana babaya iyilik yapmanızı- güzel davranmanızı,

fakirlik endişesiyle / fakirleştiriliriz korkusuyla çocuklarınızı öldürmemenizi, – Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz.-

kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmamanızı,

haksız yere, Allah’ın haram kıldığı nefsi öldürmemenizi, -İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.-

(En’am/151)

68-71Ve işte Rahmân’ın kulları, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın haram ettiği canı öldürmezler. –Ancak hak ile öldürürler.– Zina da etmezler. –Ve kim bunları yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyâmet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır. Ancak tevbe eden, iman eden ve sâlihi işleyenler bunun dışındadır. İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tevbe eder ve sâlihi işlerse, kesinlikle o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.–

(Furkan/68, 71)

Kur’an’da hakk ile nefsi öldürmeye, Kısas yolu dışında sadece savaş [cephe savaşı veya Allah ve elçisine, yani dine karşı savaş] sebebiyle izin verilmiş olup bu hususu belirleyen ayetlerden birkaçı şunlardır:

39-41Kendilerine savaş açılan kimselere, kendileri haksızlığa uğramaları; onlar, başka değil sırf “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle savaşmalarına izin verildi.

Ve şüphesiz ki Allah, onları zafere ulaştırmaya en iyi gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, filiz, tomurcuk, ağaçtaki meyve, toplanmış tahıl, bakliyat, kıraç arazide diken, yapılı bina ne varsa hepsi, tüm alış-veriş yerleri; çarşı-pazar, tüm Salat; destek yerleri (iş; istihdam ve istihsal yerleri, eğitim öğretim kurumları ve güvenlik merkezleri) ve içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan mescitler yerle bir edilirdi.

Allah, Kendisine yardım edenlere –kendilerini yurtlandırıp güçlendirirsek salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan, ayakta tutan], zekâtı/vergilerini veren, örfe uygun/herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden ve vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü, çirkinliği kabul edilen şeylerden alıkoyan kimselere– kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, çok güçlüdür, mutlak galiptir. İşlerin sonucu da sadece Allah’a âittir.

(Hacc/39-41)

33,34Allah’a ve Elçisi’ne karşı savaşan ; bozum yapmaya teşebbüs etmiş olan ve yeryüzünde kargaşa çıkarmaya çalışanların –siz onlar üzerine güçlü olmazdan/onları yakalayıp denetim altına almazdan önce hatalarından dönenler hariç– karşılığı, ancak öldürülmeleri/ eğitime öğretime tabi tutup dönmelerinin sağlanması veya kent yaşamından uzaklaştırılıp çiftliklerde tarım işçiliği yaptırılması, taş ocaklarında çalıştırılmaları yahut sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkilerinin kesilmesi, ya da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir aşağılıktır. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır. Artık iyi bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.                   (Maide/33, 34)

190Ve sizinle savaşan kimselerle Allah yolunda savaşın; ölün, öldürün. Ve sınırı aşmayın. Şüphesiz Allah, sınırı aşanları sevmez.

(Bakara/190)

8Allah, sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara hakkaniyetle davranmaktan men etmez. Şüphesiz ki Allah, hakkaniyetle davrananları sever.

(Mümtehıne/8)

91Sizden güvende olmak ve kendi toplumlarından güvende olmak isteyen diğerlerini bulacaksınız. Bunlar, ne zaman dinsizliğe, ortak koşmaya geri döndürürlerse, onun içine baş aşağı dalarlar/ hemen atılırlar. Öyleyse bunlar, eğer sizden uzak durmazlarsa ve size barış teklif etmezlerse ve güçlerini çekmezlerse hemen kendilerini bulduğunuz yerde yakalayın ve öldürün. Ve işte bunlar, onların aleyhinde size tanıdığımız apaçık bir yetkidir.

(Nisa/91)

Kur’an’da cana kıymanın sadece bu iki yolla mazur sayılacağı bildirilmiş olmasına rağmen, maalesef yine bazı rivayetler dikkate alınarak dinden dönenlerin, zina edenlerin, namaz kılmayanların, zekat vermeyenlerin, homoseksüellik edenlerin, büyücülerin, hayvanla cinsel ilişki kuranların da öldürüleceğine dair hükümler konulmuştur.

34Ergenlik çağına erinceye kadar yetimin malına da –en güzel bir şekilde olması dışında– yaklaşmayın. Ahdi/ verilmiş sözünüzü de yerine getirin. Şüphesiz verilen sözde sorumluluk vardır.

Bu ayetteki “yaklaşmayın” emri de çoğuldur, yani tüm kişileri ve kurumları muhatap almaktadır. Bir tavsiye şeklinde olmayıp zorunluluk ifade eden bu emre “en güzel bir şekilde olması müstesna” ifadesiyle getirilen istisna, bize göre, yetimin malının muhafaza edilmesi ve malın gelir getirmesinin sağlanması gibi yollardır. Bilindiği gibi, yetim hakkının gözetilmesi İslâm dininin ilk sosyal emridir. Rabbimiz, salattan, niyazdan, oruçtan önce inananlara yetimin kahredilmemesi ve yetimin kerimleştirilmesi [saygınlaştırılması] emirlerini vermiştir:

17-20Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Doğrusu siz, yetimi, üstün-saygın bir şekilde yetiştirmiyorsunuz. Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi özendirmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına!

(Fecr/17-20)

9,10O hâlde yetimi perişan etme/ daha da kötüleştirme! İsteyeni/ soranı azarlama.

(Duha/9)

1Âhirette herkesin iyi veya kötü, yaptığı işlerin karşılığını görmesini/ Allah’ın sosyal düzeni belirleyen ilkelerini yalanlayan şu kimseyi gördün mü/ hiç düşündün mü? 2,3İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse.

(Maun/1-3)

Bu emir daha sonra Nisa/1-10 ve 127, Bakara/83, 177 ve 215, Enfal/41, Haşr/7, İnsan/8 ve Beled/15’te de değişik ifadelerle tekrarlanmıştır.

 

Ahdi de yerine getirin

“ عهدAhit”, bir işi belgelemek ve onu iyice sağlama almak için önceden yapılmış olan anlaşmadır.[2]

Ahitlerin yerine getirilmesini emreden ayetin kapsamına alış-veriş, ortaklık, yemin, nezir [adama], sulh [barış] ve nikâh gibi bütün ahitler girer. Ahitlerin yerine getirilmesi bir zorunluluk olup Rabbimizin bu emri başka ayetlerde de geçmektedir:

1Ey iman etmiş kimseler! Sözleşmeleri yerine getirin. Siz, dokunulmaz iken [hac/yüksek ilâhîyat eğitimini sürdürürken] avlanmayı helal görmeksizin, size okunacaklar hariç, dört bacaklı, iki tırnaklı, geviş getiren ve ot yiyen hayvanların kusursuzları/gerdanlıksızları size helal kılındı. Şüphesiz Allah, dilediğini hükmeder; dilediği yasayı koyar.

(Maide/1)

177Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz “iyi adamlık” değildir. Ama “iyi adamlar”, Allah’a, Âhiret Günü’ne/Son Gün’e, meleklere, Kitab’a, peygamberlere inanan; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve özgürlüğü olmayanlara, Allah’a/mala/vermeye sevgisi olmasına rağmen veren ve salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan], zekâtı/vergiyi veren kimselerdir. Ve de sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden kimselerdir. İşte onlar, özü-sözü doğru olanlardır. Ve işte onlar, Allah’ın koruması altına girmiş kişilerin ta kendileridir.

(Bakara/177)

 

275O ribayı [emeksiz, risksiz, çalışıp çabalamadan kolayca elde edilen kazançları] yiyen şu kişiler, şeytânın bir dokunuşuyla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu, şüphesiz onların, “Alış-veriş, riba gibidir” demeleriyledir. Oysa ki Allah, alış-verişi helâl, bu ribayı harâm kılmıştır. Kendisine Rabbinden bir öğüt gelip de yaptığından vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah’adır. Ve kim ki yeniden dönerse, işte onlar ateşin dostlarıdır. Onlar orada sürekli kalacaklardır.

(Bakara/275)

91Ve sözleşme yaptığınızda Allah’ın ahdini/Allah’a verdiğiniz sözleri yerine getirin. Yeminlerinizi/ sözleşmelerinizi sağlama aldıktan ve Allah’ı kendinize kesin olarak kefil kıldıktan sonra da onları bozmayın. Şüphesiz ki Allah, işlediğiniz şeyleri bilir.

(Nahl/91)

1-5“Oluşturduğu şeylerin kötülüğünden ve çöktüğü zaman karanlığın kötülüğünden ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin/sözleşmelere uymayanların kötülüğünden ve kıskandığı zaman kıskananın kötülüğünden çatlamaların Rabbine; sıkıntıları ortadan kaldıran Allah’a sığınırım” de!

(Felak/1-5)

 

35Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve dosdoğru terazi ile tartın. Bu, hem daha hayırlıdır ve sonuç/uygulama olarak daha güzeldir.

Adalet ilkesinin ön plânda tutulduğu bu ayette, verilen emir yine çoğul olduğu için tüm kişi ve kurumları bağlamaktadır. Yani bu emir sadece çarşı-pazar esnafına değil, bu emrin hem uygulanmasını hem de denetimini sağlamakla yükümlü olan kamu otoritesine de verilmiştir. Dolayısıyla bu emir, toplumsal hayatın başta ticarî ve malî olmak üzere pek çok yönünü kapsamına almaktadır.

Eksik tartmak ve noksan ölçmek, yapılan hırsızlığın “gram” ve “santim” cinsinden olması sebebiyle aslında çok büyük bir yolsuzluk değildir. Ancak Rabbimizin bu fiillere karşılık olan tehdidi, aynı konudaki diğer ayetlerde de görüleceği gibi, bir hayli sert ve şiddetlidir. Bunun sebebi, bize göre, toplum düzeninde oluşabilecek büyük vurgunların, hortumların, suiistimal ve haksız kazanç kapılarının daha ilk baştan kapatılması, önlenmesi amacına yöneliktir. Nice gangsterin ilk suçunun yumurta çalmak olduğu dikkate alınırsa, bugün pazaryerinde gramla hile yapan kişinin yarın tüccar olduğunda malı batman batman götürmesi uzak bir ihtimal olmayacaktır. Bu ekonomik ahlaksızlığa geçit vermemek için yılanın başının küçükken ezilmesi istenmektedir. Buna göre insanların da adaletli bir düzen için bu ilkeyi toplumsal hayatın her alanında titizlikle uygulaması, Rabbimizin bu husustaki vaadinin ve tehdidinin büyüklüğüne bakarak yanlış yollara sapmaktan kaçınması gerekmektedir.

1-3Yazıklar olsun, insanlardan kendilerine bir şey aldıkları zaman tam ölçen, kendileri ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik ölçen hilebazlara!

(Muttaffifin/1-3)

7-9Ve semayı da oluşturdu, onu yükseltti ve terazide/ölçüde/dengede taşkınlık etmeyesiniz diye teraziyi/ölçüyü/dengeyi koydu. Ölçüyü hakkaniyetle dikin/ayakta tutun, teraziye/ölçüye/dengeye zarar vermeyin.

(Rahman/7-9)

Ve Hud/84-86,   A’raf/85-87,    Şuara/177-184.

Ayetin sonunda Rabbimiz bu ilkenin uygulamasının daha hayırlı, sonuçlarının daha güzel olduğunu bildirmiştir. Gerçekten de, tartı ve ölçüde bu ilkeye özen gösteren kişilerin bu özellikleri daima onlara duyulan güvenin artmasına ve kalplerin onlara yönelmesine yol açmış, dolayısıyla onların bu dünyadaki kazançlarının devamlı ve artan oranlı olmasını sağlamıştır. Bu ilkeye uymanın ahiretteki kazancı ise dünyadakinden daha büyük olacaktır. Bu ilkeye uygun davrananlar hem elem verici bir azaptan kurtulacaklar, hem de büyük bir mükâfat elde edeceklerdir.

36Ve hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Şüphesiz kulak, göz, gönül, bunların her biri ondan sorumludurlar.

Toplumsal hayatın ahlâkî, hukukî, siyasî, idarî tüm yönlerini kapsayan ve bilim, sanat, eğitim alanları için de geçerli olan bu emir, bilgi sahibi olmadan fikir beyan etmeyi ve ehil olunmayan bir konuda görev üstlenmeyi yasaklamaktadır. Kişinin yeterli araştırmayı yapmadan ve bilgi sahibi olmadan yapacağı her iş, onun “zann” ile hareket etmesi demektir. İnsanın başını belâya sokabilecek bu tür davranışlar [zann ile hareket etmek], Kur’an tarafından açıkça yasaklanmıştır:

36Ve onların çoğu, ancak bir zanna uyarlar. Şüphesiz ki zan, “hak”tan hiçbir şey kazandırmaz. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çok iyi bilir.

(Yunus/36)

11Ey iman etmiş kimseler! Bir topluluk bir topluluğu alaya almasın. Olabilir ki alay ettikleri topluluk kendilerinden hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınları alaya almasın. Belki de alay ettikleri kadınlar, kendilerinden hayırlıdır. Kendinizi de fırlatıp atmayın; ayıplamayın, küçük düşürmeyin; birbirlerinizi lakaplar ile fırlatıp atmayın; küçük düşürmeyin, küçümsemeyin. İmandan sonra hak yoldan çıkış ile adlanmak ne kötü şeydir! Ve kim hatadan dönmezse, işte onlar yanlış; kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir.

12Ey iman etmiş kimseler! Zannın birçoğundan sakının. Şüphesiz zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Bir bölümünüz bir bölümünüzün gıybetini yapmasın/ onun yokluğunda ileri-geri konuşmasın. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bunu çirkin buldunuz. Ve Allah’ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verendir, çok merhamet sahibidir.

13Ey insanlar! Biz sizi, bir erkek ile bir dişiden oluşturduk, birbirinizle tanışasınız diye sizi uluslar ve oymaklar yaptık. Şüphesiz ki, Allah katında en değerliniz, en çok Allah’ın koruması altına girmiş olanınızdır. Gerçekten Allah, en iyi bilendir, en çok haber alandır.

(Hucurat/11-13)

19,20Buna rağmen, hiç düşündünüz mü Lât ve Uzzâ’yı, diğer üçüncü Menât’ı?

21Erkek sizin için, dişi Allah için mi? 22İşte bu, bu şekilde olursa, eksik/ haksız bir bölüştürmedir. 23Bunlar, Allah, haklarında bir kanıt indirmediği hâlde sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka şeyler değildir. Andolsun, onlara, Rablerinden doğru yolun kılavuzluğu geldiği hâlde onlar, sadece zanna, bir de nefislerinin hoşlandığı şeylere uyuyorlar.

(Necm/19-23)

31,32Şu kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimselere gelince de, “Peki size âyetlerim okunmadı mı da siz büyüklük tasladınız ve günah işleyen bir toplum oldunuz? Ve ‘Allah’ın sözü kesinlikle gerçektir; ve kıyâmet anına gelince, onda kuşku yoktur’ denildiğinde, ‘Kıyâmet anının ne olduğunu bilmiyoruz, yalnızca biz, sadece zannediyoruz, kesin bir bilgi edinmiş değiliz’ dediniz.

(Casiye/32)

6Ey iman etmiş kimseler! Eğer hak yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse hemen araştırın/tesbit edin. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız/zarar getirirsiniz de yaptığınıza pişman olan kimseler olursunuz.

(Hucurat/6)

148Allah’a ortak koşan kimseler diyecekler ki: “Allah dileseydi biz ortak koşmazdık, atalarımız da ortak koşmazlardı, hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan önce yalanlayanlar da azabımızı tadıncaya kadar işte böyleydi. De ki: “Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.”

(Enam/148)

116Ve kendi dillerinizin yalan nitelemesi ile Allah’a yalan uydurmak için, “Şu helaldir, şu haramdır” demeyin. Şüphesiz Allah’a yalan uyduran kimseler iflah olmazlar.

(Nahl/116)

49De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, hemen Allah katından bana ve Mûsâ’ya inen kitaplardan daha çok doğruya kılavuz olan bir kitap getirin de ben de ona uyayım!”

50Buna rağmen eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar, yalnızca heveslerine uymaktadırlar. Allah’tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık [şaşkın, aşağı] kim olabilir? Kesinlikle Allah şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluma yol göstermez.

(Kasas/49, 50)

66Aslında onların âhiret hakkında bilgileri ardarda gelmektedir. Fakat onlar bundan bir şüphe içindedirler. Daha doğrusu onlar bundan kördürler.

(Neml/66)

 

İNSAN VE ORGANLARININ SORUMLULUĞU:

Konumuz olan ayetteki “Şüphesiz kulak, göz, gönül, bunların her biri ondan sorumludurlar” ifadesinden, insanın organlarının her birinin kendi işlevleriyle kesp ettiklerinden sorumlu tutulacağı anlaşılmaktadır. Ahirette insan, kalbiyle düşündüğü ve inandığı şeylerden, kulağıyla duyduklarından, gözüyle gördüklerinden sorumlu tutulup hesaba çekilecektir.

64Bilerek reddettiğiniz/ inanmadığınız şeyler nedeniyle hadi bugün yaslanın ona! 65Bugün Biz, onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şâhitlik eder.

(Ya Sin/65)

20Sonunda oraya geldiklerinde, onların işitme, görme duyuları ve derileri yaptıkları şeyler ile ilgili kendi aleyhlerinde şâhitlik ederler.

(Fussilet/20)

37Ve yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Şüphesiz ki sen asla yeri yaramazsın ve boyca dağlara erişemezsin.

Kibirli ve gösterişi seven insana zımnen şöyle denilmektedir: “Senin altında delemediğin, yaramadığın yer, üstünde de zirvesine ulaşamayacağın dağlar vardır. Dolayısıyla sen, üstünden ve altından bu iki tür cansızla kuşatılmışsın. O hâlde sen onlardan da pek çok zayıfsın. Etrafı kuşatılmış âciz ve zayıf bir varlığın kibirlenmesi uygun düşmez.” Böylece kibirli davrananlar eleştirilerek Müslümanların bireysel ve toplumsal ilişkilerinde alçakgönüllülükten ayrılmamaları gerektiği mesajı verilmektedir. Bu öğüt başka ayetlerde de görülmektedir:

18Ve insanlara avurdunu şişirme, suratını asma ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah, bütün övünen ve kuruntu edenleri sevmez. 19Ve yürüyüşünde mutedil ol, sesinden kıs. Şüphesiz seslerin en anlaşılmazı kesinlikle eşeklerin sesidir”

(Lokman/18, 19)

69-76Allah’ın âyetleri üzerinde tartışanları görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Nasıl da döndürülüyorlar? Kitabı ve elçilerimize gönderdiklerimizi yalanlayanlar elbette ileride, boyunlarında halkalar ve zincirler olarak kaynar suya sürülüp, sonra ateşte yakılırlarken bileceklerdir. Sonra onlara: “Allah’ın astlarından ortaklar koştuğunuz şeyler nerededir?” denir. Onlar: “Bizden kaybolup gittiler; aslında biz zaten önceleri hiçbir şeye yakarmıyorduk” derler. İşte Allah, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenleri böyle saptırır: “İşte bu, yeryüzünde haksız yere şımarmanız ve böbürlenmenizden ötürüdür. Orada sürekli kalmak üzere cehennem kapılarına girin!” –İşte, büyüklenenlerin durağı ne de kötüdür!–

(Mümin/69-76)

 

63Ve Rahmân’ın; yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’ın kulları öyle kimselerdir ki onlar, yeryüzünde alçakgönüllülükle yürürler ve cahil kimseler kendilerine lâf attığı zaman “Selâm!” derler.

(Furkan/63)

Bu ilâhî emirden dolayı İslam’ı yaşayan toplumlar ve onların idarecileri daima mütevazı olmuşlar, kibir, zorbalık, gurur gibi her türlü kötü özellikten uzak kalmaya çalışmışlardır. Savaş kazandıklarında bile gurur ve kibre neden olacak en ufak bir söz sarf etmemişlerdir. Onların giyecekleri, yiyecekleri, evleri ve binekleri hep sade ve basit olmuştur.

ALTIN TAKINMAK, İPEK GİYMEK

Allah’ın nehyettiği “gösteriş”in birer vesilesi olduğu düşüncesiyle “altın” ve “ipek” bazı ortamlarda haram kabul edilmektedir. Ancak bu kabul bizatihi “altın” ve “ipek”in madde olarak haramlığımdan değil, bunların yol açacağı olumsuzluklar bakımındandır. Zaten “altın” da “ipek” de Allah’ın lütfettiği nimetlerden olup Allah’ın kulları için yarattığı bu gibi ziynetleri haram etmek, yasaklamak kimsenin haddi değildir:

32De ki: “Allah’ın, kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?” De ki: “Bunlar, iğreti dünya hayatında inananlar içindir –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–.” İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz.

(A’raf/32)

Böyle olmakla beraber, Rabbimiz “birikim”i hoş görmemektedir. Altın’ın atıl tutulması, kenz yapılması tam anlamıyla bir “birikim” mahiyetindedir. Dolayısıyla “altın”ın takı olarak kullanılması veya günlük hayatta kullanılan tabak, kaşık, çatal gibi gereçlerin “altın”dan yapılması, bize göre, ancak “altın”ın lüks sayılmadığı, ekonomik değer taşımadığı, kimsenin “altın”a ihtiyaç duymadığı ortamlarda sakıncasızdır. Aynı şekilde, herkesin giyebildiği ortamlarda “ipek” giymenin de bir sakıncası yoktur. Ne var ki, giymek için pamuklu kumaş bile bulamayanların bulunduğu bir ortamda “ipek” giymek haramdır. Çünkü böyle bir ortamda “ipek” giymek hem diğer insanların kıskançlığına, hem de giyenin böbürlenmesine yol açar. Hemen belirtmek gerekir ki, buradaki “ortam” sözcüğü tüm dünyayı, yeryüzündeki bütün toplumları kapsamaktadır. Yani, her gün binlerce insanın açlıktan öldüğü bir dünyada hiç kimse “Benim çevremdeki insanların altına ve ipeğe ihtiyacı yoktur” diyerek Allah’ın sevmediği bir davranış içinde olmadığını ileri süremez.

Kısaca söylemek gerekirse, “altın” ve “ipek” lüks sembolleri olup bunların haramlığı lüks oluşlarından gelmektedir.

Diğer taraftan, haram diye parmağına “altın” yüzük takmayan, “ipek” kumaş giymeyen fakat şato gibi evlerde oturup lüks otomobillere binen din cahilleri, meselenin bu ince yönünü hiç anlamamış demektirler. Hâlbuki iyi anlamalıdırlar.

38Kötü olan bütün bunlar, Rabbinin katında hoşlanılmayan şeylerdir.

Bu ayette, 23-37. ayetlerde sayılan yasakların çiğnenmesinin Allah katında suç ve çirkin davranışlar olduğu bildirilmektedir.

39İşte yukarıda belirlenen bu ilkeler/ emirler, Rabbinin sana vahyettiği yanlış işleri ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerden bazılarıdır. Allah’la beraber başka bir ilâh edinme. Aksi hâlde kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme bırakılırsın.

Kur’an kendini birçok ayette “hikmet” ve “hüküm” adlarıyla nitelemiştir. Ayrıca ayetlerinin bir bölümünün muhkem [hikmet içeren] olduğunu beyan etmiş, ayetlerinin tamamı için de Kamer suresinde “Hıkmet-i baliğa” deyimi kullanmıştır. Konumuz olan ayetteki “bunlar” sözcüğüyle kastedilen ilkelerin, emirlerin, yasakların “hikmetten [yasalardan] bir kısmı” olduğu bildirilmektedir. “Hikmetten bir kısım” olarak kastedilenler ise, 23- 37. âyetlerden oluşan pasajda 25 adet mükellefiyetten oluşan sosyal ve ahlâkî temel yasadır.

Bu ayette de hitap peygamberimize gözükse de, diğer bir çok ayette olduğu gibi gerçek muhatap tüm insanlardır.

  1. ayet:

 

Bu ayet, Mukatil’in tespitine göre 42. ayetten sonra inmiştir. Biz de aynı görüşü paylaşıyor ve 40. ayeti, söz akışı olarak daha uygun olması sebebiyle 42. ayetin devamı olarak değerlendirmiş bulunuyoruz.

41Biz, bu Kur’ân’da, onların akıllarını başlarına almaları için türlü şekillerde evirip çevirdik/farklı farklı şekillerde açıklama yaptık. Ve bu açıklamalar, ancak onların nefretini artırmıştır.

Kur’an’ın işlevinin vurgulandığı bu ayette, insanların yararına olan her şeyin Kur’an’da evirile çevrile, yani detaylandırılarak tekrar tekrar verildiği anlatılmaktadır. Bu husus başka ayetlerde de bildirilmiştir:

50Ve andolsun Biz, öğüt almaları için her şeyi, çeşit çeşit şekillerde anlattık, ama insanların çoğu sadece iyilikbilmezlikte dayattılar.

(Furkan/50)

51Ve andolsun Biz, Söz’ü [vahyi/Kur’ân’ı] öğüt alırlar diye birbiri ardınca yolladık.

(Kasas/51)

63Hani bir zamanlar Biz, sizden, “Allah’ın koruması altına girmeniz için verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun ve içindekileri hatırınızdan çıkarmayın!” diye sağlam bir söz almıştık ve sizin üstünüzü; seçkininiz Mûsâ’yı Tûr’a/dağa yükseltmiştik/çıkarmıştık.

(Bakara/63)

Ayetin ikinci cümlesinde ise insanlara lütfedilen bu imkânlardan çoklarının yararlanmadığı, aksine bu lütfun onların nefretlerini arttırdığı bildirilmektedir. Öğüdün nefreti arttırışı geçmiş kavimlerde de olmuştur:

60Ve onlara “Rahmân’a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’a] boyun eğip teslimiyet gösterin!” dendiği zaman, “yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah da neymiş? Senin bize emrettiğin şey için mi boyun eğip teslimiyet göstereceğiz?” dediler. Ve bu boyun eğip teslimiyet gösterme emri, onların nefretlerini artırdı.

(Furkan/60)

Ve onlar var güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse, mutlaka ümmetlerin her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi ehlini çepeçevre kuşatır. O hâlde öncekilerin kanunundan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen Allah’ın sünnetinde asla bir değişme bulamazsın. Sen Allah’ın sünnetinde asla bir başkalaşma da bulamazsın.

(Fatır/42, 43)

Ve Nuh/5, 6, İsra/82, Tövbe/125, Müddessir/49-51.

45Kur’ân öğrenip- öğrettiğin zaman seninle âhirete inanmayanlar arasında görünmez/ gizli bir perde yaptık.

46Ve onların kalpleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık yaptık. Ve sen Kur’ân’da sadece Rabbini ‘bir ve tek’ olarak andığın zaman, ‘nefretle kaçar vaziyette’ gerisin geriye giderler.

Bu ayetlerde Mekkeli müşriklerin hâlleri anlatılmaktadır. Kur’an ile müşrikler arasındaki perde, aslında onların izledikleri Kur’an karşıtı politikalardan ve Kur’an’ı dinlememek için uydurdukları bahanelerden ibarettir. Onlar, önlerine getirilen onca delili, çıkar hesaplarına uymadığı için incelemezler. İblislerinin kendilerine süslü gösterdiği kibir ve inatları sayesinde de gerçekleri görmezler, geçmişten ders almazlar, geleceği düşünmezler. Müşriklerin burunlarını havaya dikmiş bu hâlleri başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

8Şüphesiz ki Biz, onların boyunlarının içinde demir halkalar geçirdik. Öyle ki onlar çenelerine kadardır. Böylece onlar burunları yukarı kaldırılmış olanlardır. 9Ve Biz, onların önlerinden bir set, arkalarından bir set oluşturduk. Böylece Biz, kendilerini sarmışızdır. Artık onlar görmezler. 10Ve onları uyarmışsın yahut uyarmamışsın onlara göre birdir, onlar inanmazlar.

(Ya Sin/8-10)

25Ve Biz onlara birtakım yaşdaşlarını/İblislerini kabuk gibi üzerlerine kaplattık, onlar da, önlerinde ve arkalarında [tüm çevrelerinde] olanları kendilerine süslü gösterdiler. Gelmiş geçmiş herkesten, kendilerinden önce gelip-geçmiş ümmetlerde yürürlükte olan “Söz” onların üzerine hak oldu. Şüphesiz onlar, zarara/kayba uğrayıp acı çeken kimseler idiler.

(Fussılet/25)

7Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur; onların gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlar içindir.

(Bakara/7)

7Ve ona âyetlerimiz okunduğu zaman sanki kulaklarında bir ağırlık varmış da onları işitmemiş gibi, büyüklük taslayarak sırt çevirir. İşte ona, çok acı verecek bir azabı müjdele.

(Lokman/7)

Esbab-ı Nüzul nakillerine göre ayette değinilen kişiler Ebuleheb ve karısı, Ebu’l-Bahteri, Zemaa, Süheyl ve Huveyti adlı kişilerdir.[3] Anlatılanlara göre, bu kişiler heyet halinde amcasının yanına geldiklerinde, peygamberimiz onlara “Allah’tan başka ilâh olmadığını kabul edin, bu sayede Arapların hükmedenleri olursunuz, Arap olmayanlar da size itaat eder” demiş, onlar da arkalarını dönüp gitmişlerdir. Bu tip kişilerin tavırları Kur’an’da şöyle yer almaktadır:

5Ve onlar: “Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü/zırh içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda da bir perde vardır. Artık sen, yapabileceğini yap, biz de gerçekten yapıyoruz” dediler.

(Fussılet/5)

  1. ayettekiVe sen Kur’an’da sadece Rabbini ‘bir ve tek’ olarak andığın zaman, ‘nefretle kaçar vaziyette’ gerisin geriye giderler” ifadesinden, müşriklerin bir ve tek olan Allah’ın yüceltilmesini ve bunda ısrar edilmesini kabul etmedikleri anlaşılmaktadır. Aslında onlar peygamberimizden, Allah ile beraber kendi ilâhlarının büyüklerinden, azizlerinden de bahsetmesini istemektedirler. Çünkü onlara göre Allah, ilâhlık güçlerinden bazılarını, onlara çocuklar veren, onları hastalıklardan koruyan, onların ticaretlerinin gelişmesini sağlayan, kısaca onların tüm istek ve arzularına cevap veren kendi ilâhlarına da vermiştir. Müşriklerin bu sapık inançları Kur’an’da şöyle ifade edilmiştir:

45Ve Allah, “bir tek” olarak anıldığı zaman âhirete inanmayan kişilerin yürekleri burkulur da, O’nun astlarından olan kimseler anıldığı zaman derhal yüzleri gülüverir.

(Zümer/45)

Mümin/ 11- 14

11Kâfirler dediler ki: “Rabbimiz! Sen, bizi iki kere öldürdün, iki kere dirilttin. Artık günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkışa bir yol var mı?”

12İşte bu, şu sebeptendir: Siz, “bir ve tek” olarak Allah’a davet edildiğiniz zaman küfrettiniz; inanmadınız. O’na ortak koşulunca da inandınız. Artık hüküm, o çok yüce ve çok büyük Allah’ındır.

13Allah, size alâmetlerini/göstergelerini gösteren, sizin için gökten bir rızık indirendir. Ve ancak gönülden yönelenler öğüt alırlar.

14Öyleyse, kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler hoşlanmasa da dini sadece Kendisine ait kılarak Allah’a dua edin.

Mümin/ 84

83Ne zaman ki elçileri onlara açık delillerle geldi, kendilerinde bulunan bilgiden dolayı şımarıklık etmişlerdi. Hâlbuki o, alay ettikleri şey onları kuşatmıştı.

84Sonra da ne zaman hışmımızı gördüler: “Allah’ın birliğine inandık ve O’na ortak koştuğumuz şeyleri kabul etmedik” dediler.

85Ama hışmımızı gördükleri zamanki imanları kendilerine yarar sağlayacak değildi. –Allah’ın, kulları hakkındaki sürüp giden tutumu…– İşte kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler burada kaybettiler, zarara uğradılar.

Bu sapık görüşler maalesef o günlerde kalmamış, günümüzdeki bazı çevrelere de intikal etmiştir. O ilkel çağda olduğu gibi, Allah’ın birçok sıfatı ve tasarrufu bu çevrelerde bir takım “kutub”lara, “gavs”lara verilmekte ve bu kimseler Allah’tan daha fazla zikredilmektedir.

47Biz, onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında da o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimselerin, “Siz, büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz” dediklerini çok iyi biliriz.

 

Bu ayette, peygamberimizin çağrısına karşı müşriklerin fısıldaşarak [herkesten gizli olarak] kendi aralarında kurdukları bir tuzak ifşa edilmekte ve onların Kur’an’dan etkilenen kişilere “Büyülenmiş bir adamdan nasıl etkilenirsin?” diyerek bu kişileri Kur’an’ın etkisinden uzaklaştırmak istedikleri bildirilmektedir. Müşriklerin bu plânı başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

2,3Rablerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü/hatırlatmayı ancak oyun yaparak ve kalpleri eğlenerek dinlerler. Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler, aralarında şu fısıltıyı gizlediler: “Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey midir? Artık görüp dururken büyüye mi gidiyorsunuz?”

(Enbiya/2, 3)

7,8Ve inkâr etmiş olanlar: “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece O’nunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar: “Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz” da dediler.

(Furkan/7, 8)

İsimleri Esbab-ı Nüzul nakillerine geçmiş olan bu zalimlerin peygamberimize karşı düzenledikleri oyunlar sadece ayette belirtilenden ibaret değildir. Ayrıca söz konusu nakillerde bu şahısların birbirlerini de kontrol altında tuttukları yer almaktadır:

 

Bana Muhammed İbn Müslim İbn Şihâb ez-Zührî dedi ki: Kendisine şöyle anlatılmış: Harb oğlu Ebu Süfyân, Hişâm oğlu Ebu Cehil, Şerik oğlu Ahnes bir gece Rasûlullah [s.a.] ı geceleyin evinde namaz kılarken dinlemek üzere gittiler. Onlardan her biri Hz. Peygamberi dinlemek için ayrı bir yer tuttu. Hiç birisi diğerinin yerini bilmiyordu. Onu dinlemeye başladılar. Sabah olunca ayrıldılar. Nihayet yolları birleşti de birbirlerini kınamaya başladılar. Birbirlerine şöyle diyorlardı: Bir daha yapmayınız. Halkınızın düşkünlerinden bazıları sizi görecek olurlarsa, onların içine bir şey düşürürsünüz. Sonra ayrıldılar. Ertesi gün ikinci gece olunca her biri tekrar bulunduğu yere gelip Kur’an dinlemeye koyuldular. Nihayet fecir ağarınca ayrıldılar ve aynı yolda karşılaştılar. Birbirlerine tekrar ilk söylediklerini söylediler ve dağıldılar. Üçüncü gece olunca her biri Kur’an’ı dinlemeye koyulmak üzere eski yerlerini aldılar. Fecir ağarınca ayrıldılar. Yolları birleşince birbirlerine dediler ki: Bir daha tekrarlamamak üzere sözleşmeden ayrılmayalım. Bunun üzerine sözleşerek ayrıldılar. Ahnes b. Şerik sabah olunca sopasını aldı. Sonra evinden çıktı Ebu Süfyân b. Harb’a geldi ve ona: Ey Ebu Hanzala, Muhammed’den duyduğun şey hakkında görüşün nedir, bana bildir? dedi. Ebu Süfyân dedi ki: Ey Ebu Sa’lebe, Allah’a and olsun, ben ondan öyle şeyler duydum ki onu ve ne demek istediğini biliyorum. Öyle şeyler de duydum ki, ne onun anlamını ne de söylemek istediğini biliyorum. Ahnes b. Şerik dedi ki: Allah’a andolsun ki, ben de senin yemin ettiğin durumdayım. Sonra Ebu Süfyân’ın yanından çıkıp Ebu Cehl’in yanına girdi, onun evine vardığında dedi ki: Ey Ebu Hakem, Muhammed’den duyduğun şeyler hakkında görüşün nedir? Ne duydum ki? dedi. Biz ve Abd Menâf oğulları şeref konusunda yarıştık. Onlar yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar taşıdılar, biz de taşıdık. Onlar verdiler, biz de verdik. Nihayet her ikimiz de diz üstü çökünce, ikimiz de bağlı atlar gibi olduk. O zaman onlar dediler ki: Bizden bir peygamber geldi. Ona gökten vahiy geliyor. Biz onu ne zaman kavrayabiliriz? Allah’a and olsun ki, ona ebediyyen ne inanırız, ne de doğrularız. Bunun üzerine Ahnes b. Şerik yanından kalkıp onu kendi başına bıraktı.[4]

48Senin için nasıl örnekler verdiklerine bir bak! Böylece sapıklığa düştüler! Artık bir yola da güçleri yetmez.

Bu ayette müşriklerin peygamberimizin aleyhine geliştirdikleri politikalarına dikkat çekilmekte ve bu anlayışları sebebiyle sapıklığa düştükleri, çıkmazda oldukları bildirilmektedir. Gerçekten de müşrikler, elçilik görevini ilân etmesinden itibaren peygamberimize sihirbazlık, şairlik, mecnunluk, kâhinlik gibi sıfatlar yakıştırmışlar, Kur’an’ın ona başkası tarafından öğretildiği yolunda ithamlarda bulunmuşlar, fakat bütün bu iddialarının gerçeklerle bağdaşmaması yüzünden, iftiralarına kendileri bile inanmamışlardır. 48. ayet onların bu çıkmazlarını yüzlerine vurmakta ve bir çıkış yolu bulmalarına engel olan şaşkınlıklarını kınamaktadır.

42De ki: “Eğer dedikleri gibi Allah ile birlikte birtakım ilâhlar olsaydı, o zaman o ilâhlar en büyük tahtın sahibine; Allah’a bir yol ararlardı.”

40Rabbiniz, oğulları size özel olarak verdi de Kendisi meleklerden dişiler mi edindi? Şüphesiz ki siz çok büyük bir söz söylüyorsunuz.

43Allah, onların dediklerinden büyük bir yücelikle arınık ve pek yücedir.

44Tüm gökler/ uzay, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah’ı noksan sıfatlardan arındırırlar. O’nun övgüsü ile birlikte noksan sıfatlardan arındırmayan hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların Allah’ı noksan sıfatlardan arındırmalarını iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, yumuşak davranandır, çok bağışlayandır.

Bu ayet grubunda tevhide yönelik gerçekler açıklanmakta, cahil Arapların yardımcı veya yedek tanrılar edinmek suretiyle Allah’a sürmeye çalıştıkları karalar, gayet özlü, mantıklı deliller gösterilerek temizlenmektedir.

  1. ayetteki “Eğer dedikleri gibi O’nun [Allah] ile birlikte ilâhlar olsaydı, o zaman bunlar [ilâhlar] Arş’ın sahibine bir yol ararlardı” ifadesini iki türlü anlamak mümkündür:

1- Eğer onların dedikleri gibi, Allah ile birlikte her biri diğerinden bağımsız çeşitli ilâhlar olsaydı, bunlar sınırsız evrenin yönetiminde birbirleriyle anlaşamazlar, her biri tek hâkim olmak için çalışır ve sonuçta evrenin işleyişinde düzen, ahenk ve denge olmazdı.

2- Eğer onların dedikleri gibi, en üstün olan Allah ile birlikte O’nun bazı yetkilerini devrettiği ilâhlar olsaydı, kendilerine yetki devredilen ilâhlar bu yetkilerle yetinmez, daima itaat eden kullar gibi olmak istemez, en üstün olmak için çalışırlardı. Böyle bir durumda da evren fesada uğrar, baştan aşağı her şeyin düzeni bozulurdu.

  1. ayetteki ifade hangi türlü anlaşılırsa anlaşılsın, evrendeki düzeni biraz araştırıp gören hiç kimsenin evrendeki işleyişin birbirinden bağımsız veya yarı bağımlı ilâhlar tarafından sürdürüldüğünü iddia etmesi mümkün değildir. Çünkü birden fazla tanrı olması durumunda, evrendeki bu mükemmel uyumun asla söz konusu olamayacağını akıl kolayca istidlal eder. Bunun aksi ise ancak ayette gösterilen mantıkî delili idrak edemeyecek derecede anlayışsız ve cahil bir kimse tarafından iddia edilebilir.

Bu ayetlerde yapılan tevhide yönelik aklî uyarılar, başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

22Eğer yer ile gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de kesinlikle kargaşa içinde olurdu/düzenleri bozulurdu. O hâlde en büyük tahtın Rabbi olan Allah, onların nitelemekte oldukları şeylerden arınıktır.

(Enbiya/22)

Görüldüğü gibi, 40. ayette, Allah’ın çocuk edindiği iddiası gündeme getirilmek suretiyle tevhit ilkesinden sapışın bir başka boyutu sergilenmekte ve paragrafın anlamına yapılan bu katkıyla, 40. ayetin yerinin 42. ayetten sonra olması gerektiğini savunan görüşün ne kadar isabetli olduğu ortaya çıkmış olmaktadır.

Tevhit ilkesinden sapışın bu boyutu da Kur’an’da pek çok yerde vurgulanmıştır:

88Ve onlar, “Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah] çocuk edindi” dediler.

89Andolsun ki siz çok çirkin bir şey söylediniz.

90,91Az kalsın bundan; Rahmân’a çocuk isnat ettiler diye; gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılacaktı.

92Hâlbuki Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah] için çocuk edinmek yaraşmaz. 93Göklerde ve yerde bulunan bütün herkes, Rahmân’a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’a], yalnızca kul olarak gelecektir.

94Andolsun ki Rahmân, onların hepsini kuşatmıştır ve kendilerini bir bir saymıştır. 95Hepsi de kıyâmet günü Rahmân’a tek başlarına gelirler.

(Meryem/88-95)

57Ve onlar, Allah’a kızlar isnat ediyorlar. –Allah, bundan arınıktır.– Kendileri için de iştahlandıkları oğlan çocukları vardır.

58Ve onlardan biri kız doğum haberi ile müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir.

59Kendisine verilen haberin kötülüğü dolayısıyla toplumundan gizlenir; aşağılık ve horluğa rağmen kızı yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Dikkat edin, onların verdikleri hüküm/töreleri ne kötüdür!

(Nahl/57-59)

  1. ayette geçen “tesbih” kavramı, Kalem, A’la ve Kaf surelerinin tahlillerinde açıkladığımız gibi; Allah’ı, O’na yakışmayan şeylerden uzak tutmak, Allah’ı yüceltmek, O’nun her türlü kemal sıfatlarla donanmış olduğunu iyi kavramak ve bunu her vesile ile yüksek sesle söylemekdemektir. Bu da; yapısıyla ve nizamıyla evrendeki her şeyin, Allah’ın varlığının birliğini ve her türlü noksanlıktan uzak olduğunu gösterdiği anlamına gelir:

13Gök gürültüsü, O’nun övgüsüyle birlikte, doğal güçler de O’nun korkusundan dolayı O’nu noksan sıfatlardan arındırırlar. Ve O, yıldırımlar gönderir de onunla dilediğini çarpar. Onlar ise Allah hakkında mücâdele edip duruyorlar. Oysa Allah, çarpması pek çetin olandır.

(Ra’d/13)

75Ve sen, evrendeki tüm güçleri en büyük tahtın bir kenarından dolaşanlar olarak, Rablerinin övgüsüyle birlikte Allah’ı noksan sıfatlardan arındırdıklarını görürsün. Ve onların aralarında ödül, ceza hak ile gerçekleştirilmiştir. Ve “Tüm övgüler âlemlerin Rabbi Allah’adır” denilmektedir.

(Zümer/75)

7-9En büyük tahtı taşıyan, bir de en büyük tahtın dış kenarından olan kimseler, Rablerinin övgüsüyle birlikte Kendisini noksan sıfatlardan arındırırlar ve O’na inanırlar. İman etmiş kimseler için bağışlanma dilerler: “Rabbimiz! Sen rahmet ve bilgice her şeyi kuşattın. Onun için tevbe eden ve Senin yoluna uyan kimseleri bağışla ve onları cehennemin azabından koru! Rabbimiz! Onları ve onların atalarından, zevcelerinden ve soylarından sâlih olan kimseleri kendilerine vaat ettiğin Adn cennetlerine girdir. Şüphesiz Sen en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan ve en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapanın ta kendisisin. Onları kötülüklerden de koru. Ve Sen her kimi kötülüklerden korursan, artık o gün elbette ona rahmet etmişsindir. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.”

(Mümin/7-9)

 

İşin aslı bu olmasına rağmen, “tesbih” kavramı dil ile “sübhanellah … sübhanellah …” demek anlamına indirgenmiş ve bu hususta birçok asılsız hikâye ortaya atılmıştır. İşte birkaç örnek:

Peygamber o ikisi ile birlikte uçmuş, yedi göğe ulaşmış. Döndüğü zaman şöyle buyurmuş: Pek çok tesbîh ile beraber, göklerin şöyle tesbîh ettiğini duydum:

Yüce gökler heybet sahibini tesbîh ederler. Yücelik sahibinin yüceliğinden eğilmişlerdir. Tesbîh ederiz yücelerin yücesini, tenzih ve takdis ederiz O’nu.

Nitekim Buhârî’nin Sahîh’inde Abdullah İbn Mes’-ûd’dan nakledilir ki; o, şöyle demiştir; «Biz yenirken yemeğin tesbîh ettiğini duyardık.»

Ebu Zerr’in hadîsinde de Rasûlullah [s.a.] in eline çakıl taşlarını aldığında, arının vızıltısı gibi onların tesbihinin duyulduğu bildirilir.[5]

 

  1. ayetin sonundaki “Şüphesiz ki O, halimdir çok bağışlayandır” ifadesiyle, daha evvel yanlış davranmalarına rağmen sonradan bu aklî deliller ile şirkten kurtulup doğruya ulaşacaklara af ve mağfiret kapısı açılmaktadır. Tövbe ile Allah’ın bağışlaması arasındaki ilişki Kur’an’da birçok ayette yer almıştır. Bu ayetlerin anlamca 44. ayete yakın olanlarından bir kaçı şunlardır:

110Kim bir kötülük işler yahut kendi kendine haksızlık eder, sonra da Allah’tan bağışlanma dilerse, Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhametli bulur.

(Nisa/110)

41Hiç şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yokoluvermekten, Allah tutuyor. Andolsun ki eğer gökler ve yeryüzü yokoluverirlerse, onları O’ndan sonra kimse tutamaz. Gerçekten O, çok yumuşak davranan, çok bağışlayandır.

(Fatır/ 41)

45Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları şeyler dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde küçük-büyük hiçbir canlıyı bırakmazdı. Velâkin onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda süre sonları geldiği zaman da artık şüphesiz Allah, Kendi kullarını en iyi görendir.

(Fatır/45)

 

49Ve onlar dediler ki: “Biz, bir kemik yığını olduğumuz ve ufalanıp toz olduğumuz vakit mi, gerçekten biz, yeni bir oluşturuluşla diriltilecek miyiz?”

50-52De ki: “İster taş olun, ister demir. Veyahut gönlünüzde büyüyen başka bir yaratık olun.” Sonra onlar; “Bizi kim geri döndürecek?” diyecekler. De ki: “Sizi ilk defa yoktan yaratmış olan.” Bunun üzerine sana başlarını sallayacaklar ve “Ne zamandır bu?” diyecekler. De ki: “Çok yakın olması umulur! Sizi çağıracağı/diriltileceğiniz gün, O’nu överek O’nun çağrısına uyacaksınız ve sadece pek az kaldığınızı zannedeceksiniz.”

Bu ayet grubunda, tekrar dirilmeyi mümkün görmeyen inançsızların itirazları ile bunlara verilen cevaplar yer almaktadır.

  1. ayetteki “İster taş olun, ister demir. Veyahut gönlünüzde büyüyen başka bir yaratık olun” ifadesinden anlaşıldığına göre, inançsızlar, Allah’ın tekrar diriltmeye güç yetireceği konusunda ikna olmamışlardır. Nitekim 51. ayette inançsızlarca yapılacağı bildirilen “baş sallama” hareketi, verilen bir haberin kabul edilmediğini belirtmek için yapılan bir harekettir. Bu hareketin zımnî anlamı, inançsızların ölümden sonra kendilerini ilk defa yaratmış olanın dirilteceği gerçeğine inanmadıklarını göstermektedir. Bu tartışmaya Kur’an’da birçok kez yer verilmiştir:

77Ve o kişi, kendisini bir nutfeden/ bir damla sudan oluşturduğumuzu görmedi mi de şimdi o apaçık bir düşmandır.

78Ve kendi oluşturuluşunu dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı: Dedi ki: “Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!”

79,80De ki: “Onları ilk defa oluşturan onları diriltecektir. Ve O, her oluşturmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş/oksijen yapandır. Şimdi de siz oksijenden yakıp duruyorsunuz.

81Gökleri ve yeri oluşturan, onlar gibilerini de oluşturmaya güç yetiren değil midir? Evet, elbette güç yetirendir! Ve O, çok çok mükemmel oluşturandır, çok iyi bilendir.

82Şüphesiz ki O, bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu/işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen oluverir.

(Ya Sin/77–82)

15-17Ve onlar: “Bu apaçık büyüden başka bir şey değildir. Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz tekrar dirilecekmişiz? Önceki atalarımız da mı?” diyorlar.

(Saffat/16)

51-53Onlardan bir sözcü der ki: “Şüphesiz benim ‘Sen gerçekten, kesinlikle doğrulayanlardan mısın? Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz karşılık göreceğiz?’ diyen bir yaşıtım/yakın arkadaşım vardı.”

(Saffat/53)

Ayrıca Müminun/82, Vakıa/47, Naziat/11, Kaf/2, 3, Secde/10,   İsra/49,98 ve Müminun/35. ayetlere de bakılabilir.

İnançsızların -yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi- inatla direnmeleri karşısında, Rabbimiz de yaratmadaki ve öldürmedeki gücünün önüne geçilmez olduğunu açıklamaya hep devam etmiştir:

57Elbette göklerin ve yerin oluşturulması, insanların oluşturulmasından daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar.

(Mümin/57)

27-33Oluşturuluşça siz mi daha çetinsiniz yoksa gök mü? Göğü, Allah yaptı; boyunu yükseltti, sonra da onu düzene koydu, gecesini kararttı ve ışığın parlaklığını çıkarttı. Ve ondan sonra, sizin ve hayvanlarınız için bir yararlanma olmak üzere yeryüzünü döşedi/ yeryüzünden suyunu ve otlağını çıkardı, dağları da demirledi/sağlam bir şekilde yerleştirdi.

(Naziat/27–33)

60,61Ölümü aranızda Biz ayarladık Biz. Ve Biz, sizi benzerlerinizle değiştirmemiz ve sizi bilmediğiniz bir şeyde inşa etmemiz üzerine, önüne geçilenler/engellenebilenler değiliz.

(Vakıa/60, 61)

Ve Rum/27, Rum/25,   Kamer/50,   Nahl/40,   Naziat/13-14.

  1. ayette Rabbimiz, inançsızlar tarafından geri döndürme işinin ne zaman olacağına dair sorulan soruya peygamberimizin “Çok yakın olması umulur!” diye cevap vermesini emretmektedir. Bu ifade, yeniden diriltilmenin kesin zamanını belirtmemekle beraber bu işin mutlaka çok yakın olduğu anlamına gelmektedir. Çünkü “umulur [asâ]” sözcüğü cümlede Allah’ın yapacağı bir işe yönelik olarak kullanılmıştır; bu da Allah’ın o işi mutlaka olduracağını ifade etmektedir.

Rabbimiz, kesin zamanını belirtmediği o belli vakti [kıyameti] kimsenin bilemeyeceğini ve o bilginin sadece kendisine ait olduğunu birçok ayette açıklamıştır:

63,73İnsanlar sana kıyâmetin kopuş vaktinden soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi, Allah’ın; münâfık erkekleri, münâfık kadınları, ortak koşan erkekleri, ortak koşan kadınları azap etmesi; ve Allah’ın, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların tevbelerini kabul etmesi için ancak Allah’ın nezdindedir. Ne bilirsin belki kıyâmetin kopuş vakti yakında olur. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”

(Ahzab/63, 73)

17Allah, bu kitabı ve teraziyi/ ölçüyü hakla indiren Zat’tır. Ve sana ne bildirir ki, belki de o kıyâmetin kopuş zamanı çok yakındır!

(Şûra/17)

34Şüphesiz ki Allah, kıyâmetin kopuş zamanının bilgisi yanında olandır. Ve yağmuru O yağdırır, rahimlerde olan şeyleri O bilir. Ve kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Kimse hangi yerde öleceğini de bilmez. Şüphesiz ki Allah, en iyi bilendir, en iyi haberi olandır.

(Lokman/34)

Ve A’raf/187, Fatır/34, 35.

  1. ayetteki “ve sadece pek az kaldığınızı zannedeceksiniz” ifadesiyle, insanların diriltilecekleri gün dünyada çok az kaldıklarını sanacakları bildirilmektedir. Onların bu sanıları başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

46Sonra onlar onu görecekleri gün, dünyada bir akşam veya kuşluğundan başka durmamış gibidirler.

(Naziat/46)

99Biz, sana geçmiş olan şeylerin önemli haberlerinden bir kısmını böylece anlatıyoruz. Şüphe yok ki, sana katımızdan bir Öğüt/hatırlatma [Kur’ân] verdik. 101-102Kim Bizim verdiğimiz Öğüt’ten [Kitap’tan/Kur’ân’dan] yüz çevirirse, şüphesiz o, kıyâmet günü; Sûr’a üflendiği gün, sürekli içinde kalacakları bir yük yüklenecektir. Ve kıyâmet günü onlar için bu ne fena bir yüktür! Biz suçluları o gün, gözleri gövermiş olarak toplayacağız. 103Aralarında fısıldaşacaklar: “Siz dünyada sadece ‘on gün’ kaldınız.” 104Biz aralarında ne konuşacaklarını daha iyi biliriz.– Yolca en üstün olan “Siz ancak bir gün kaldınız” diyecektir.

(Ta Ha/99-104)

55Ve kıyâmetin kopacağı gün günahkarlar bir saatten fazla durmadıklarına yemin ederler. Onlar işte böyle döndürülüyorlardı.

(Rum/55)

112Allah: “Yeryüzünde yıl sayısı olarak kaç yıl kaldınız?” dedi.

113Onlar: “Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. Haydi, sayanlara sor” dediler.

114Allah: “Siz sadece pek az bir süre kaldınız; keşke siz bilmiş olsaydınız!” dedi.

115Peki siz, Bizim sizi sadece boş yere oluşturduğumuzu ve şüphesiz sizin yalnızca Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?

(Müminun/112-115)

53Kullarıma söyle de en güzel olanı söylesinler. Şüphesiz şeytan aralarına kargaşa sokar. Şüphesiz şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.

 

Bu ayette Müslümanlara, yumuşak söz söylemek suretiyle iyi, güzel, hoş bir davranış sergilemeleri telkin edilmektedir. Çünkü sert davranışlar ve inat sadece tartışma ortamının gerginleşmesine yol açarak düşmanlık ve kine sebep olmakla kalmaz, aynı zamanda tartışma zemininin genişlemesine, insanların böbürlenmesine ve daha da kötüsü, gerçeklerin gizlenmesine de sebep olur.

Esbab-ı Nüzul kayıtlarında, bu ayetin Ömer b. Hattab’ın müşriklerle sert bir üslûpla tartışması sonucu Müslümanların savaş istemeleri üzerine indiği ileri sürülmüştür.[6]

Rabbimiz bir başka ayette daha, iman etmiş kişilere ne yapmaları gerektiğini bildirerek tartışma ölçülerini ortaya koymuştur:

14,15İman etmiş kişilere söyle: “Allah’ın her toplumu, kazandıklarıyla cezalandırması için, Allah’ın ciddi boyutta cezalandıracağı günleri ummayan; âhirete inanmayan kimseleri bağışlasınlar, kendileri cezalandırmaya kalkmasınlar, Allah’a bıraksınlar. Her kim sâlihi işlerse işte kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa işte kendi aleyhinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.”

(Casiye/14)

Ayette kullardan istenen “en güzeli söyleme” işi ancak Kur’an ile yapılabilir. Zira sözlerin en güzeli Kur’an’dır:

17,18Ve tağuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a yönelen kimseler, kendileri için müjde olanlardır. Haydi, müjdele, sözü dinleyip de en güzeline uyan kullarımı! İşte onlar, Allah’ın kendilerine doğru yol kılavuzu verdiği kimselerdir. Ve işte onlar, kavrama yeteneği/temiz akıl sahibi olanların ta kendileridir.

(Zümer/17,18)

Nitekim Furkan suresinde en büyük cihadın Furkan ile yapılacağı bildirilmiştir:

52Öyleyse kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere itaat etme ve Furkân ile onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihat yap, uğraşı ver!

(Furkan/52)

Konumuz olan 52. ayetin başındaki “kullarıma” ifadesiyle müminlerin kastedilmiş olduğu söylenebileceği gibi, tüm insanların kastedilmiş olduğu da söylenebilir. Çünkü insanlardan yumuşak davranmalarının istendiği bir ayette, bu güzel hitap, kalpler hakk dine yönelsin diye, dine, tevhide davet edilen herkese yöneltilmiş olabilir. Ancak Kur’an’da geçen “kullar” lâfzı çoğunlukla müminleri işaret etmektedir:

27-30Ey zihnindeki tüm soru işaretlerini gidererek rahata kavuşmuş kişi! Dön Rabbine, sen Rabbinden O da senden hoşnut olarak! Hemen gir kullarımın içine! Ve gir cennetime!

(Fecr/29, 30):

5-22Şüphesiz, “iyi adamlar”, kâfur katılmış bir tastan içerler, fışkırtıldıkça fışkırtılacak bir pınardan ki ondan, verdikleri sözleri yerine getiren, kötülüğü yayılan bir günden korkan ve “Biz sizi, ancak Allah rızası için doyuruyoruz ve sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz; evet, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde Rabbimizden korkarız” diyerek Allah sevgisi için/sevmesine rağmen yiyeceği, yoksula ve öksüze ve tutsağa veren Allah’ın kulları içerler. …

(İnsan/7)

  1. ayetin son kısmında şeytanın etkisine dikkat çekilerek yapılan öğüde uyulmaması hâlinde şeytanın devreye gireceği ve ortaya düşmanlık çıkaracağı bildirilmiştir. Şeytanın insanların düşmanı olduğu ve ara bozduğu başka ayetlerde de ihtar edilmiştir:

108Ve onların Allah’ın astlarından yalvardıkları kimselere sövmeyin ki, onlar da bilgisizce, aşırı giderek Allah’a sövmesinler. Biz, her önderli topluma yaptıkları işi işte böyle süsledik. Sonra da onların dönüşü Rablerinedir. Sonra O, onlara ne yaptıklarını haber verir.

(En’am/108)

200Eğer sana şeytândan bir vesvese gelirse de hemen Allah’a sığın. Kesinlikle O, en iyi işiten, en iyi bilendir.

(A’raf/200)

100Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi boyun eğip teslimiyet göstererek o’nun için yere kapandılar. Ve Yûsuf: “Babacığım! İşte bu durum, o gördüğümün te’vîlidir. Gerçekten Rabbim onu hak kıldı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediği şeye armağan vericidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyanın ta kendisidir.”

(Yusuf/100)

168Ey insanlar! Yeryüzündeki helâl ve temiz, hoş, yararlı şeylerden yiyin ve şeytânın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.

(Bakara/168)

54Sizin Rabbiniz sizi daha iyi bilendir. Dilerse tevbeniz sebebiyle size merhamet eder veyahut dilerse azap eder. Seni de onların üzerine, vekil [bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan biri] olarak göndermedik.

Bu ayette, içimizle-dışımızla, düşüncemizle-amelimizle, Rabbimizin bizi bizden daha iyi bildiği hatırlatılmaktadır. Bu hatırlatma Necm suresinde de şöyle yapılmıştır:

31,32Göklerde ne var, yerde ne varsa; yaptıklarıyla kötülük sergileyenleri cezalandırması, iyileştiren-güzelleştiren kimseleri; –bazı küçük sürçmeler dışında– günahın büyüklerinden ve iğrençliklerden çekinip kaçınan kimseleri de “En güzel” ile ödüllendirmesi için Allah’ındır. Hiç kuşkusuz, senin Rabbin bağışlaması geniş olandır. Sizi, hem topraktan oluşturduğu zaman, hem de annelerinizin karnında ceninler hâlinde bulunduğunuz zaman, en iyi bilen O’dur. O hâlde nefislerinizi temize çıkarmayın. Allah’ın koruması altına girmiş kimseyi O daha iyi bilir.

(Necm/31,32)

Bu ayette ayrıca Allah’ın günahlardan dönüş yapan kimseyi dilerse affedeceği ve dilerse ceza vereceği bildirilerek her türlü yetkinin O’na ait olduğu vurgulanmıştır. Buna göre, hiç kimsenin kendisini veya bir başkasını cennetlik ilân etmesi uygun düşmez. Çünkü kimin cennete kimin cehenneme gideceği bizzat Rabbimizin kararına bağlıdır. Bu konuda bizce yapılabilecek tek değerlendirme, A’raf suresinin 44-46. ayetlerinde bildirilenler doğrultusunda olabilir. Buna göre, yapacağımız değerlendirmeler, herhangi bir amelin karşılığının cennette veya cehennemde insanın karşısına çıkacağı şeklinde genel bir açıklamayla sınırlı kalmalı, o ameli işleyen kimsenin Allah’ın rahmeti veya gazabı ile karşılaşacağı hususunda herhangi bir hüküm içermemelidir.

 

VEKİL

“Vekil”, “var eden, varlığı sürdüren, gelişim ve evrimi programlayan, rızk veren ve koruyan” demektir. Ayetin ilk iki cümlesinde asıl muhataplara seslenildikten sonra, son cümlede hitap peygamberimize yöneltilmiş ve ona “kendisinin onlar üzerinde vekil olmadığı” bildirilmiştir. Bu hüküm, insanların tutumları dolayısıyla peygamberimizin ne o gün, ne bu gün, ne de gelecekte sorumluluğu olmadığının ve olmayacağının çok açık beyanıdır.

55Ve Rabbin göklerde ve yerde olan kimseleri en iyi bilendir. Ve andolsun ki Biz, peygamberlerin kimini kiminin üzerine fazlalıklı kıldık. Biz, Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.

Ayetin muhatabı peygamberimiz olmasına rağmen, yapılan bildiri Mekkeli müşriklere yöneliktir. Bu hitap tarzıyla Mekkeli müşrikler, peygamberimizi küçük görmeleri sebebiyle eleştirilmektedir.

Genellikle toplumlar kendi içlerinden seçilmiş, sivrilmiş kimseleri kolayca kabul etmemişler, kıskançlık göstererek çeşitli iftiralarla, asılsız yakıştırmalarla onları yıpratmaya çalışmışlardır. Mekkeli müşrikler de aynı doğrultuda davranmışlar, aralarından seçilmiş bu sıradan insanın değil peygamber, saygıdeğer ve dindar bir kişi bile sayılamayacağını ileri sürmüşlerdir. Çünkü onlara göre zahit ve dindar bir kişi, dünyayla ilgili olan hiç bir iş yapmamalı, inzivaya çekilip Allah’ı zikretmelidir. Peygamberimiz ise yaşaması için gerekli olan şeyleri kazanmak ve çalışmak zorundadır. Bu nedenle o da herkes gibi çalışıp emek harcamaktadır.

Konumuz olan ayette Davud peygamberin anılması, bize göre, peygamberimizin elçiliğine itiraz eden Mekkeli müşriklere bir cevap niteliğindedir. Elçiliğini kabul ettikleri Davud peygamber bu hatırlatmayla onlara örnek gösterilmekte ve sanki şöyle denilmektedir: “Davud bir kral olarak normal bir insana nazaran dünya işleri ile çok daha fazla ilgilenmeye mecbur birisiydi. Buna rağmen Allah ona peygamberlik nimetini ve kitap olarak da Zebur’u vermiştir. Aynı şekilde Muhammed (as) de dünya işleri ile uğraşmakta; karısı ve çocuklarıyla beraber herkes gibi bir hayat sürmekte, çalışıp hayatî ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Dolayısıyla, Muhammed’e göre daha sorumlu bir mevkide bulunan Davud’a peygamberlik verilmesi nasıl normal karşılanıyor ise, Muhammed’e verilen elçilik görevi de normal karşılanmalı, yadırganmamalıdır.”

Bir kral ve peygamber olan Davud’un (as) peygamberimizin elçiliği konusunda misal getirilmesi, aynı zamanda peygamberimize de ileride devlet başkanlığı görevinin verileceğinin bir işareti olarak değerlendirilebilir.

Ayetin Mekkeli müşrikleri objektif davranmaya çağıran mesajı, başka ayetlerde çeşitli peygamberlerin isimleri anılarak da verilmiştir:

253İşte elçiler; Biz onların bazısını bazısı üzerine fazlalıklı kıldık. Onlardan bir kısmı Allah’ın tek taraflı olarak söz söylediği/ yaraladığı, sıkıntılar çektirdiği ve bazısının derecelerini fazlalıklı kıldığı kimselerdir. Ve Meryem oğlu Îsâ’ya açık kanıtlar verdik ve o’nu Allah’ın vahyi ile güçlendirdik. Ve eğer Allah dileseydi onların ardından gelenler, açık mesajlar kendilerine ulaştıktan sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin ayrılığa düştüler de onlardan bazısı iman etti, bazısı küfretti; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetti. Ve eğer Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin, Allah dilediğini yapar.

(Bakara/253)

136Deyin ki: “Biz Allah’a, bize indirilene, İbrâhîm’e ve İsmâîl’e ve İshâk’a ve Ya’kûb’a ve torunlarına indirilene, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya verilene ve peygamberlere Rablerinden verilene iman ettik; onlardan hiç birini diğerinden ayırmayız ve biz ancak O’nun için islâmlaştıranlarız [sağlamlaştıran/ esenlik-mutluluk kazandıran birileriyiz].”

(Bakara/136)

285,286Elçi, kendi Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de. Hepsi Allah’a, doğal güçlerine/haberci âyetlerine, kitaplarına ve elçilerine iman ettiler: “Biz Allah’ın elçileri arasında ayırım yapmayız.” Ve “Biz duyduk ve itaat ettik. Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz, dönüş ancak Sanadır. Ey Rabbimiz! Eğer terk ettiysek ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır sorumluluk/sıkıntıya sokacak şeyler yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Ve affet bizi, bağışla bizi, merhamet et bize! Sen bizim yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınımızsın. Ve de kâfirler toplumuna; Senin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden toplumlara karşı yardım et bize” dediler.

Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka; kapasitesi dışında yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kendi yaptığı zararınadır.

(Bakara/285)

84De ki: “Biz, Allah’a, bize indirilen Kur’ân’a, İbrâhîm’e, İsmâîl’e, İshâk’a, Ya‘kûb’a ve torunlara indirilene, Mûsâ’ya, Îsâ’ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onlardan hiç biri arasında ayırım yapmayız. Ve biz, yalnız O’nun için İslâmlaşanlarız.”

(Âl-i Imran/84)

56De ki: “Allah’ın astlarından, ilâh olduğunu iddia ettiğiniz şeyleri çağırın. Göreceksiniz ki onlar, sizden sıkıntıyı kaldırmaya ve değiştirmeye güç yetiremezler.

57İşte ilâh olduğunu iddia ettiğiniz kimseler, Rablerine vesile arayarak yalvaran kimselerdir. Bunların hangisi daha yakın ve O’nun merhametini umuyor ve O’nun azabından korkuyor?   Gerçekten senin Rabbinin azabı korkunçtur.

Bu ayetler, o günün müşriklerinin inançlarını ortaya koyarak onları tevhit konusunda akıllarını kullanmaya davet etmektedir. Müşriklerin bazı güçler atfederek taptıkları putların [sahte tanrıların] aslında gerçek Tanrı’ya tapan birileri olduklarının ve âcizliklerinin bu ayetlerde vurgulanması, bugünkü putlaştırılmış azizlerin [yatırların] da aslında tanrılık iddiası olmayan ve tam aksine Allah’a yakın olmak için çalışmış saygın kişiler olduklarını, bu kişileri Allah’a yaklaştırıcı putlar hâline getiren yakıştırmaların ise onlardan sonra yaşamış başkaları tarafından yapıldığını göstermektedir.

Ayetin beyanından açıkça anlaşıldığına göre, şirk, bazılarının zannettiği gibi sadece Allah’tan başkasına secde etmekten ibaret değildir. Allah’tan başkasına yalvarıp başkasından yardım dilemek de şirktir. Çünkü yalvarmak ve yardım dilemek bir tür ibadettir; bu ibadeti Allah’tan başkasına yapanlar puta tapanlar kadar müşriktir.

3Dikkatli olun, halis din sadece Allah’a aittir. O’nun astlarından birtakım yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinenler: “Allah’ın astlarından edindiğimiz yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar, bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsın diye biz onlara tapıyoruz.” Şüphesiz kendilerinin ayrılığa/anlaşmazlığa düşüp durdukları şeylerde, onların arasında Allah hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk etmez.

4Eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi, kesinlikle oluşturacağından, dileyeceğini seçecekti. O, bundan arınıktır. O, bir tek, kahredici Allah’tır.

(Zümer/3, 4)

35Ey iman etmiş olan kişiler! Kurtulmanız, zafer kazanmanız için, Allah’ın koruması altına girin, O’na, yaklaştıracak/ ulaştıracak şeyleri arayın ve O’nun yolunda gayret gösterin.

(Maide/35)

218Şüphesiz ki iman eden kimseler, yurtlarından başka yurtlara göçen kimseler ve Allah yolunda gayret gösteren kimseler, Allah’ın rahmetini umarlar. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

(Bakara/218)

22De ki: “Allah’ın astlarından yanlış inandığınız kimselere yakarın. Onlar, göklerde ve yeryüzünde zerre ağırlığına malik olmazlar. Onlar için bu ikisinde [gökler ve yeryüzünde] herhangi bir ortaklık yoktur. O’nun için onlardan bir yardımcı da yoktur.”

(Sebe’/22)

73Ey insanlar! Bir örnek verilmektedir, şimdi ona kulak verin: Sizin Allah’ın astlarından şu yakardıklarınız bir araya gelseler bile, bir sineği asla oluşturamazlar. Ve sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen ve istenen güçsüzdür.

(Hacc/73)

30Ve Yahudiler; “Uzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hristiyanlar da, “Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah, onlarla savaşmıştır. Nasıl da döndürülüyorlar!

31Onlar, Allah’ın astlarından bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Îsâ’yı kendilerine rabler edindiler. Oysa onlar sadece bir tek olan ilâha kulluk etmekle emrolunmuşlardı. Allah’tan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, ortak koşanların ortak koştuğu şeylerden de arınıktır.

(Tövbe/30, 31)

58Ve hiçbir şehir yoktur ki, kıyâmet gününden önce Biz onu değişime/yıkıma uğratmayalım yahut şiddetli bir azap ile azaplandırmayalım. Bu, Kitap’ta satırlaştırılmıştır.

 

Bu ayette, her uygarlığın kıyametten önce mutlaka yok edileceği veya şiddetli bir azap ile azaplandırılacağı bildirilmek suretiyle, kâfirlerin kendi memleketlerinin tehlike veya azaptan uzak olduğu yolundaki inançları reddedilmekte, ayrıca bunun Allah’ın değişmez bir uygulaması olduğu vurgulanmaktadır.

101Ve onlara Biz haksızlık etmedik; fakat onlar kendilerine haksızlık ettiler, yanlış; kendi zararlarına iş yaptılar. Onun için Rabbinin emri geldiğinde, Allah’ın astlarından taptıkları tanrıları, onlara hiçbir şey sağlamadı ve onlara ziyandan başka bir şey arttırmadılar.

(Hûd/101)

8Kentlerden niceleri var ki Rablerinin ve O’nun elçilerinin emrine başkaldırdı da Biz, onları çetin bir hesaba çektik ve onlara görülmemiş, duyulmamış bir azapla azap ettik.

9Böylece onlar, işlerinin vebalini tattılar. İşlerinin sonucu da tam bir zarara/ kayba uğrayarak acı çekmek olmuştur.

(Talâk/8, 9)

59Ve Bizi, o alâmetleri/göstergeleri göndermekten; dünyada değişime/ yıkıma uğratmaktan, şiddetli bir azap ile azaplandırmaktan ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları alıkoydu. Ve Semûd’a, açık, gözle görülebilir biçimde sosyal destek kurumları kurmaları görevini vermiştik de onun sebep olmasıyla haksız davranmışlardı. Ve Biz, o alâmetleri/ göstergeleri ancak korkutmak için göndeririz.

 

Bu ayette Rabbimiz, dünyada değişime/ yıkıma uğratma, şiddetli bir azap ile azaplandırma gibi ayetleri ancak korkutmak için gönderdiğini bildirerek yollamasının amacını açıklamaktadır. Mekkeli müşriklerin bekledikleri türden ayet göndermemesinin sebebi olarak da Rabbimiz, inançsızların, önceki kavimlerin ayetlerden etkilenmemelerini ve onları yalanlamalarını göstermekte, buna da Semud kavmini örnek vermektedir. Bir başka örnek de Firavun ve toplumudur:

133Biz de belirli aralıklarla âyetler olmak üzere üzerlerine tufanı, çekirgeleri, haşereleri, kurbağaları ve kanı gönderdik. Yine büyüklük tasladılar ve bir suçlular toplumu oldular.

134Ve ne zaman ki, bu azap üzerlerine çöktü: “Ey Mûsâ! Sana olan ahdi/ verdiği söz nedeniyle bizim için Rabbine dua et, eğer sen bizden bu cezayı kaldırırsan sana kesinlikle iman edeceğiz. Ve kesinlikle İsrâîloğulları’nı seninle birlikte göndereceğiz” dediler.

135Ne zaman ki, ulaşacakları belli bir süreye kadar onlardan cezayı kaldırdık, derhal sözlerinden cayıveriyorlar. (A’raf/ 133-135)

Ve A’raf/163, Hıcr/22, Ankebut/ 40, Rum/ 51, Sebe/16, Fussılet/ 16, Zariyat/ 41, Kamer/19, 31, 34, Ra’d/ 13, İsra/ 68, 69, Mülk/ 17.

Rabbimizin Mekkeli müşriklerin istedikleri türden bir ayet göndermemiş olması, bir anlamda onların lehine bir durumdur. Çünkü ayetleri gördükleri hâlde inanmayanlar, Allah’ın kanunu gereği, tıpkı eski kavimler gibi yerle bir olacaklardır. Allah Mekkeli kâfirlerin ayetleri gördükleri hâlde inanmayacak olduklarını bilmektedir. İlahî azabın onların üzerine hemen gelmemesi ise Allah’ın bir rahmeti olarak değerlendirilmelidir.

Rabbimiz mucize olarak onlara Kur’an’ın yeteceğini bildirmiştir:

50Ve onlar, “Ona Rabbinden alâmetler/ göstergeler indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki: “Alâmetler/ göstergeler ancak Allah’ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.”

51Kendilerine okunan Kitab’ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.

(Ankebut/50, 51)

5Aksine onlar: “Bunlar, karmakarışık düşlerdir; yok yok onu kendisi uydurdu; yok yok o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir alâmet/gösterge getirsin” dediler.

(Enbiya/5)

90-93Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!”

(İsra/90-93)

60Ve hani Biz sana, “Şüphesiz Rabbin insanları kuşatmıştır” demiştik. Ve sana açıkça gösterdiğimiz o görüntüyü ve Kur’ân’da uzak durulmasını istediğimiz altın, mal-mülk tutkunluğunu da, yalnız insanlara bir imtihan için yapmışızdır. Ve Biz onları korkutuyoruz, fakat bu, onlara sadece büyük bir azgınlığı arttırıyor.

Bu ayette Allah’ın insanları kuşattığı, peygamberimize açıkça bir görüntü gösterdiği ve Kur’an’da lânet edilen ağacı insanlara bir imtihan yaptığı bildirilmek suretiyle üç önemli husus üzerinde durulmuştur:

 

BİRİNCİ HUSUS: İHATA

Yüce Rabbimiz insanları çepeçevre kuşattığını bildirmektedir. Bu beyan, Allah’ın kuşatmasından hiç kimsenin kurtulamayacağı anlamına gelmektedir.

20Oysa Allah onları arkalarından kuşatıcıdır.

(Büruc/20)

25-28De ki: “O tehdit olunduğunuz şey yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi tanıyacak ben bilmiyorum. Rabbim, bütün görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilendir. Ve de elçilerden seçip hoşnut olduğu kişi hariç, göstermediğine, duyurmadığına, sezdirmediğine, geçmişe, geleceğe hiçbir kimseyi bilgi sahibi yapmaz. Çünkü O, Rablerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini bilsin diye onun her tarafından gözetleyiciler salar. O, onların yanında olan her şeyi kuşatmıştır, her şeyi de sayısı ile saymıştır.”

(Cinn/25-28)

İKİNCİ HUSUS: PEYGAMBERİMİZE AÇIKÇA GÖSTERİLEN GÖRÜNTÜ

Bu görüntünün ne olduğu hakkında farklı görüşler ortaya atılmıştır. Klâsik kaynaklarda da yer alan bu görüşlerden iki tanesi şöyledir:

1- Şia’nın görüşü: “Ağaç” ile “Ümeyyeoğulları” kastedilmiştir. “Görüntü” ise peygamberimizin Ümeyyeoğullarını “minberine sıçrayan maymunlar” olarak gördüğü rüyadır.

Bu görüşe göre, bazı gruplar, peygamberimizin rüyasında gördüğü maymunları Ümeyyeoğulları olarak kabul etmektedirler.[7]

2- Diğer görüş: Bazı rivayetler, Allah’ın peygamberimize rüyasında Kureyş kâfirlerinin yıkılıp yere serilecekleri, ölecekleri yerleri gösterdiğini, bu rüyayı duyan Kureyşlilerin de bunu alay konusu yaparak ondan rüyanın hemen gerçekleştirilmesini istediklerini nakletmektedir. Bu rivayetlere dayanan görüşe göre, ayette açıkça gösterildiği bildirilen görüntü, peygamberimize rüyasında gösterilen Bedir’de öldürülecek müşriklerin görüntüsüdür.

Biz ise bu görüntünün Kur’an’da bahsi geçen şu iki görüntüden biri olduğu kanaatindeyiz:

1- Bu görüntü, bu surenin 1. ayetinde konu edilen gecede, peygamberimizin ilk vahy anında son sidre ağacında gördüğü ve ayrıntıları Necm suresinde anlatılan görüntüdür.

6,7Ve müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan, en yüksek ufukta idi. 8,9Sonra yaklaştı ve hemen sarktı. İki yay uzunluğu kadar, ya da daha yakın olmuştu. 10Hemen de kuluna, 14son kiraz ağacının yanında 15–ki yanında oturmaya değer konaklama yeri vardır– vahyettiğini vahyetti. 16O zaman kiraz ağacını kaplayan kaplıyordu. 11Gönlü, gördüğünü yalanlamadı. 12Onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz?/Onun gördüğü şey hakkında o’nunla mücâdele mi ediyorsunuz?

13Andolsun onu, başka bir inişte daha gördü. 17Göz şaşmadı ve azmadı. 18Andolsun, Rabbinin alâmetlerinin/göstergelerinin en büyüğünü gördü.

(Necm/6-18)

Peygamberimiz bu gördüklerini halka anlatmış ama buna aklı yatmayanların etkisiyle toplumda fitne oluşmuştur.

2- Bu görüntü, peygamberimizin kendisinin Mekke’ye girişini gördüğü görüntüdür.

27Andolsun ki Allah, Elçisi’ne o görüntüyü; “Siz, Allah dilerse kesinlikle, güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış kişiler olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz” vizyonunu hak ile doğru çıkardı. Öyleyse Allah, sizin bilmediğinizi bilir. Sonra da size bundan ast/yakın bir fetih kıldı.

(Fetih/27)

Peygamberimiz, görmüş olduğu bu görüntüyü de halka bildirmiş, bazılarının iyi haber olarak yorumlaması, bazılarının da istihza ile karşılaması sonucu bu görüntü de toplumda fitne oluşturmuştur.

Ancak dikkatle hatırda tutulmalıdır ki, burada sözü edilen görüntüler “rüyada görülen” görüntüler değil, “uyanık iken görülen” görüntülerdir. Bunun detayı inşallah Yusuf suresinde açıklanacaktır.

 

ÜÇÜNCÜ HUSUS: KUR’AN’DA LÂNET EDİLEN AĞAÇ

Esbab-ı Nüzul kayıtlarında “Lânetli Ağaç” hakkında şu nakil yer almaktadır:

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de Zakkum ağacını anlatınca Ebu Cehil şöyle dedi: “Ey Kureyş topluluğu! Muhammed sizi zakkum ağacıyla korku­tuyor. Siz bilmiyor musunuz ki, ateş ağacı yakar. Halbuki Muhammed ate­şin ağaç bitirdiğini iddia ediyor. Siz zakkumun ne olduğunu biliyor musu­nuz? O hurma ve kaymak. Ey Cariye bize hurma ve kaymak getir.” Cariye onları getirdi. Ebu Cehil: “Muhammed’in sizi korkuttuğu bu zakkumu yiyin!” dedi. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi. Kur’an’da lanetlenen ağacı, insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkuturuz da, bu onların azgınlığını ar­tırmaktan başka bir şey yapmaz.[8]

Klâsik kaynaklar bu konuda da rivayetlere yönelmiştir:

Birinci Görüş: Ekserisi bunun Hak Teâlâ’nın “Şüphesiz o zakkum ağacı günaha düşkün olanın yemeğidir” [Duhan, 43-44] ayetinde bahsettiği zakkum ağacıdır. Bu ağacın zikredilmesindeki imtihan şu iki açıdan olabilir:

1- Ebu Cehil şöyle demişti: “Arkadaşınız [Muhammed], cehennem ateşinin, “Onun yakıtı taşlar ve insanlardır” [Bakara, 24] diyerek, taşları bile yaktığını iddia ediyor, sonra kalkıp o cehennemin içinde bir ağacın yeşerdiğini söylüyor. Halbuki ateş, ağacı yer, yakar, bitirir. Öyle ise o cehennemde nasıl o ağaç yeşerebilir?”

2- İbn’z-Zibe’râ şöyle der: Bizim bildiğimize göre zakkum, hurma veya kaymak demektir. Bir şeyi lokmalamak hakkında da, tezakkamû derler. İşte onlar cehennemde bir ağacın olmasına şaştıkları için, Allah Teâlâ “Hakikaten biz o [zakkum ağacını] zalimler için bir fitne yaptık” [Saffat, 63] ayetini indirmiştir.

Mervan’ın Soyu Hakkında

İkinci Görüş: İbn Abbas şöyle der: “Burada bahsedilen ağaç ile, Ümeyyeoğulları, yani Hakem b. Ebi’l-As’oğullan [soyu] kastedilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber [s.a.s] rüyasında, minberini Mervan’ın oğullarının birbirinden devraldıklarını görmüştü. O, bu rüyasını Hz. Ebu Bekir ile Ömer’e evinde onlarla baş başa iken anlatmıştı. Birbirlerinden ayrıldıklarında, Hz. Peygamber [s.a.s] Hakem b. Ebi’l-As’ın rüyasını aynen anlattığını duydu ve buna çok sinirlendi. Bu sırrını Hz. Ömer [r.a]’in ifşa ettiği ithamında bulundu. Sonra da Hakem’in kendilerini gizlice dinlediği ortaya çıktı. Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.s], onu sürdü.” Vahidî şöyle der: “Bu hadise Medine’de cereyan etmiştir, sûre ise Mekki’dir. Binâenaleyh böyle bir tefsir, ancak bu ayetin Medenî olduğunu söylemekle mümkündür. Ama hiç kimse bu ayetin Medine’de nazil olduğunu söylememiştir.” Bu görüşü, Hz. Aişe [r.a]’nin Mervan’a, “Allah, sen babanın [Hakem’in] sulbünde iken, babana lanet etti. Sen de, Allah’ın lanet ettiği kimsenin bir parçasısın” demiş olması da te’kid eder.

Üçüncü Görüş: Kur’ân’da lanet edilen bu ağaç ile Yahudiler kastedilmiştir Çünkü Cenâb-ı Hak, “Benî İsrail’den kâfir olanlar lanetlendi” (Maide/78) buyurmuştur. Buna göre şayet birisi, “Müşrikler, Hz. Peygamber [s.a.s]’den kesin ve kuvvetli mucizeler getirmesini isteyince, Allah Teâlâ da: “Onların getirilmesinde size bir fayda yok. Çünkü eğer onlar gösterilir de siz iman etmezseniz, kökünüzü kazıyacak bir azap indiririm” diye cevap vermiştir. Halbuki bu doğru değildir. Bu sözün, insanlar için bir fitne olan o rüyanın ve ağacın zikredilmesi ile ilgisi nedir?” derse, deriz ki: İfadenin manası şöyledir: Sanki, “onlar bu mucizeleri isteyip, sonra da sen o mucizeleri göstermeyince, bunların gösterilmeyişi, senin nübüvvet iddianda doğru olmadığın hususunda onlar için bir şüphe olmuştur.” Fakat bu şüphe, senin işini zayıflatmaz ve durumunun zayıflamasına sebep olmaz. Baksana, rüyadan bahsedilmesi, o kâfirlerin kalplerine büyük bir şüphe düşmesine sebep oldu. Fakat o kuvvetli şüphe bile, senin risaletin hususunda bir zayıflığa ve senin etrafında ehl-i hakkın toplanmasında bir gevşemeye yol açmadı. İşte aynen bunun gibi, mucizelerin gösterilmemesi sebebiyle meydana gelen bu şüphe de, senin durumunda bir gevşemeye ve senin risaletin hususunda bir zayıflığa sebep olmaz.[9]

Bize göre ise; lânetli ağaç “uzak durulması, dışlanması gereken ağaç” anlamında olup bu ifade ile “altın, mal” kastedilmiştir. Çünkü Sad suresinde söylediğimiz gibi, “lânet” sözcüğü “kovmak, iyilik ve faydadan mahrum bırakmak, ailenin veya sülâlenin bir ferdinin dışlanması” demektir. Âdem’e “Bu ağaca yaklaşmayın” emrinin verildiği A’raf/19’da geçen “şecer [ağaç]” sözcüğü de, ayetin tahlilinde detaylı olarak açıkladığımız gibi, “altın, mal, mülk” anlamına gelmektedir.

Nitekim Rabbimiz de Kur’an’da defalarca bunun insanlar için bir fitne olduğunu ve ondan uzak durulmasını, müptelâsı olunmamasını emretmiştir:

27,28Ey iman etmiş kimseler! Allah’a ve Elçi’ye ihânet etmeyin. Bile bile kendi emanetlerinize de ihânet etmeyin. Şüphesiz mallarınızın ve evlatlarınızın, kesinlikle imtihan aracı; sizi dinden çıkaracak birer varlık olduğunu ve kesinlikle de Allah katında çok büyük ecir olduğunu bilin.

(Enfal/27,28)

15Kesinlikle mallarınız ve çocuklarınız, sizi ateşe atabilecek imtihan aracıdır. Allah ise, büyük ödül Kendi katında olandır.

(Teğabun/15)

49İşte, insana bir sıkıntı dokunuverince Bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir nimet bahşettiğimiz zaman da: “O, bana bir bilgi üzerine verildi” der. Aslında verilen nimetler, bir imtihan aracıdır. Velâkin onların çoğu bilmezler.

(Zümer/49)

Sonuç: Konumuz olan 60. ayetteki lânetli ağacın Duhan/43, 44’te sözü edilen Zakkum ağacı ile herhangi bir ilgisi yoktur.

 

61Ve hani Biz bir vakit doğadaki güçlere; “Âdem’e; bilgilendirilmiş insana boyun eğip teslimiyet gösterin” demiştik de İblis’ten; düşünce yetisinden başka hepsi boyun eğip teslimiyet göstermişlerdi. O, “Ben bir çamur olarak; madde olarak oluşturduğun kimseye mi boyun eğip teslimiyet göstereceğim?” demişti.

62İblis dedi ki: “Şu benden üstün tuttuğun şu kişiyi gördün mü? Yemin ederim ki, eğer beni kıyâmet gününe kadar ertelersen, pek azı dışında onun soyunu kendi buyruğum altına alacağım.”

63-65Allah dedi ki: “Git! Sonra onlardan kim sana uyarsa, bilin ki, şüphesiz ki, cezanız yeterli bir ceza olarak cehennemdir. Onlardan gücünü yetirdiklerini sesinle sars. Ve atlılarınla ve yayalarınla onların üzerine yaygara kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun.” –Ve şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.– Şüphesiz ki, Benim kullarım, senin için onlar aleyhine hiçbir güç yoktur.” –Tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” olarak da Rabbin yeter.–

Bu ayet grubunda, Sad, A’raf ve Ta Ha surelerindeki gibi, insanın var edilişine yine Âdem ve İblis motifleriyle yaklaşılmıştır. Bu yaklaşımın ayrıntıları Sad ve A’raf surelerinde verilmiş olmakla birlikte, nakledilen olay her surede bazı ek bilgilerle zenginleştirilmiş ve dikkatler ayrı noktalara çekilmiştir. Meselâ burada diğer surelerdeki anlatımlardan farklı olarak 53. ayette “Kullarıma söyle de en güzel olanı söylesinler. Şüphesiz şeytan aralarına fesat sokar. Şüphesiz şeytan, insan için apaçık bir düşmandır” şeklinde yapılan uyarı, 64. ayetteki “Onlardan gücünü yetirdiklerini sesinle sars. Ve atlılarınla ve yayalarınla onların üzerine yaygara kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun!” ifadesiyle örneklendirilmiştir. Bu ayette İblis, bir bölgeyi atlılar ve yayalarla basan, belirli şeylerin çalınmasını, talan edilmesini emreden bir soyguncuya, yağmacıya benzetilmiştir. Bu benzetmede geçen “şeytanın atlıları ve yayaları” ifadesi diğer surelerdeki anlatımlarda yoktur. Bu ifadede şeytana nispet edilen atlılar ve yayalar, sayılamayacak kadar çok yol ve yöntemle şeytanın yaptığı işleri yapan “şeytan yandaşları”nı, yani tuzağa düşüp şeytanlaşmış insanları temsil etmektedir.

İblis’in dürtülerinden etkilenerek onun tuzağına düşmüş, azmış, azdırılmış insanların bu hâllerini, günlük hayatta akla ilk gelenin hiç düşünmeden yapıldığı ve sonunda kaçınılmaz olarak zarara uğranıldığı davranışlarda görmek mümkündür.

 

İBLİS’İN ORTAKLIĞI

İblis’in mallarda ve çocuklarda insanlara ortak olması için hiçbir çaba göstermesine gerek yoktur. Kişiler, bilinçsizlikleri sebebiyle İblis’e hizmet ederek onu kendilerine ortak ederler. Meselâ kendi mallarını kendi yararlarına kullandıkları kadar, İblis’in amacı doğrultusunda da harcamak suretiyle, İblis’i kendi mallarına ortak etmiş olurlar. Aynı şekilde, çocuklarının sadece büyütülmesi ile ilgilenip rüşde ermeleri konusunda duyarsız davranan bilinçsiz kişiler, çocuklarının cahil kalmalarına sebebiyet vermiş olmaları hasebiyle onlar üzerindeki yetiştirme haklarını da İblis’le paylaşmış olurlar. Doğru yolda eğitilmemiş bir çocuğun babası artık yarı yarıya İblis’tir ve bu çocuğun İblis’in amacı doğrultusunda bir fasık, bir zalim veya bir müşrik olması kaçınılmazdır.

118,119Allah İblis’i dışladı. Ve İblis, “Elbette Senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları kesinlikle saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de etinden-sütünden yararlanılan hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah’ın oluşturuşunu/ölçülendirdiğini bozacaklar” dedi. Ve her kim Allah’ın astından şeytanı yol gösterici, koruyucu yakın edinirse, o zaman şüphesiz o, apaçık bir ziyan ile ziyana uğrar.

(Nisa/118, 119)

103Allah, bahîre’den sâibe’den vasîle’den ve hâm’dan hiç birini öngörmemiştir. Ancak kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, Allah’a karşı yalan düzüp uyduruyorlar. Ve onların pek çoğu akıl erdirmez.

(Maide/103)

82,83İblis, “Öyle ise en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan; mutlak galip oluşuna yemin ederim ki ben onların hepsini; –içlerinden arıtılmış kulların hariç– kesinlikle azdıracağım” dedi.

(Sad/82, 83) 

136Ve onlar, Allah’ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah’a bir pay ayırdılar da kendi sapık inançlarına göre, “Bu, Allah için; şu da ortaklarımız içindir” dediler. İşte, ortakları için olan pay Allah’a ulaşmaz, Allah için olan şey ortaklarına ulaşır. Verdikleri hüküm ne kötüdür!

(En’am/136)

268Şeytân, sizi fakirlikle korkutur ve size çirkinliği-hayâsızlığı emreder. Allah ise, size Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaat eder. Ve Allah, bilgisi ve rahmeti sonsuz geniş olandır, en iyi bilendir.

(Bakara/268)

 

31Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları ve sizi Biz rızıklandırırız/besleriz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.

(İsra/31)

  1. ve 63. ayetlerde aktarılan İblis’e ait ifadeler, azdırma yetkisi ve gücünün ona bizzat Allah tarafından verildiğini, onun sırf bu iş için yaratıldığını göstermektedir. İblis’in her halükarda kendi işlevini yerine getireceğini kasem [yemin] ile vurgulaması, Allah’ın kendisine verdiği görevi yine Allah’tan aldığı güç ve destek ile yerine getireceğine dair Allah’a verilen bir söz mahiyetindedir. Yoksa birçok yerde açıklandığı gibi, İblis’in bu sözleri Allah’a isyan anlamına gelmez. Bu sözlerin Allah’a bir karşı çıkış olarak değerlendirilmesi, İblis’i Allah’a rakip olarak görmeyi ve insanların çoğunun doğru yoldan çıkması sebebiyle de onun Allah’a karşı galip geldiğini kabul etmeyi gerektirir.

İBLİS, ARITILMIŞ KULLARI AZDIRAMAYACAKTIR

 

Rabbimiz, 65. ayetteki “Şüphesiz ki Benim kullarım; senin için onlar aleyhine hiçbir güç yoktur” sözleriyle İblis’e tanıdığı yetkiye bir sınırlama getirmiş ve “muhleslerin” [arıtılmış, arı duru hâle getirilmiş kimselerin] İblis’in dürtülerinden etkilenmeyeceğini açıklamıştır.

Arıtılmanın fitne ve belâlandırma yöntemiyle yapıldığı ve kimlerin sabırları sayesinde “muhles” oldukları da yine Kur’an’dan öğrenilmekedir:

İbrahim Peygamber hakkında:

124Ve hani Rabbi İbrâhîm’i, birtakım kelimeler/ yaralar, sıkıntılar ile sınamış, o da onları tam olarak yerine getirmişti. Rabbi, “Ben, seni insanlara önder yapanım” demişti. İbrâhîm, “Soyumdan da önderler yap!” dedi. Rabbi, “Benim ahdim/ tutulmak üzere verdiğim söz, kendi benliğine haksızlık eden kimselere ulaşmaz!” dedi.

(Bakara/124)

Davud  Peygamber hakkında:

24Dâvûd dedi ki: “Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle o sana haksızlık etmiştir. Gerçekten de ortakların, bir toplulukta yaşayanların çoğu kesinlikle birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler haksızlık etmezler. Ama onlar da ne kadar azdır!” Ve Dâvûd, Bizim kendisini birtakım sıkıntılarla imtihan ederek arı-duru hâle getirdiğimize/olgunlaştırdığımıza kesin kanaat getirdi ve anladı. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi, ortak koşmaktan uzak olarak yere kapandı ve döndü.

(Sad/24)

Süleyman Peygamber hakkında:

34,35Andolsun ki Biz Süleymân’ı da çeşitli badirelerden, sıkıntılardan geçirerek saflaştırmıştık/ olgunlaştırmıştık. Ve tahtının üzerine bir ceset bırakmıştık. Sonra o, döndü; “Ey Rabbim! Beni koru/bana maddî ve manevî pislik bulaştırma ve bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan bir mülk hibe et/ bağışla! Şüphesiz ki Sen, bol bol hibe edensin/ bağışlayansın” dedi.

(Sad/34, 35)

Eyyub Peygamber hakkında:

41Kulumuz Eyyûb’u da hatırla! Bir zaman o, Rabbine seslenmişti: “Şeytân bana acı ve dert, tasa sıkıntı dokundurdu.”

                                                                                                            (Sad/41)

İbrahim, İshak ve Yakup Peygamberler hakkında:

45Güç ve öngörü sahibi kullarımız İbrâhîm’i, İshâk’ı ve Ya’kûb’u da hatırla!

46Şüphesiz Biz onları “Yurt Düşüncesi/ özgür vatan hasreti” saflığıyla saflaştırdık, arı-duru hâle getirdik. 47Ve şüphesiz onlar, yanımızda seçilmiş en hayırlı kimselerdendir. 48İsmâîl’i, Elyasâ’yı, Zülkifl’i de an. Hepsi de hayırlı kimselerdendir.

                                                                                              (Sad/45- 48)

 

Musa peygamber Hakkında:

40hani kız kardeşin yürüyordu da ‘Sizi o’nun bakımını üstlenecek birine götüreyim mi?’ diyordu. Böylece gözü aydın olsun ve kederlenmesin diye seni annene geri döndürdük. Ve sen, bir can öldürmüştün de seni gamdan kurtarmıştık. Ve Biz seni potada eritip saflaştırdıkça saflaştırdık/seni olgunlaştırdık. Bir de yıllarca Medyen halkı içinde kaldın. Sonra bir kader üzerine geldin, ey Mûsâ!

(Ta Ha/40)

51Ve Kitap’ta Mûsâ’yı da an/hatırlat. Şüphesiz o arıtılarak saflaştırılmış idi. Ve bir elçi, bir peygamber idi.

(Meryem/51)

Yusuf Peygamber hakkında:

24Ve andolsun o hanım, o’na niyeti kurmuştu. Eğer Yûsuf Rabbinin açık kanıtını görmese idi, o kadına niyeti kurmuştu. Ondan fuhşu ve fenalığı uzak tutalım diye böyledir. Şüphesiz o, Bizim arıtılmış kullarımızdandı.

                                                                                                        (Yusuf/24)

 

Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, peygamberlerin tümü de Allah’ın takdir ettiği fitnelerden geçerek eğitilmişler, saflaştırılıp olgunlaştırılmışlardır. Çünkü onların sabır ve sebat konusunda iyi, dayanıklı duruma gelmeleri, davet görevlerinde duygusal olmamaları, hevalarına uymamaları, hakktan sapmamaları, kısacası görevlerinde başarılı olmaları gerekmektedir. Peygamberimizle ilgili fitneler zinciri ise o daha doğmadan dünyaya babadan yetim olarak gelmesiyle başlamıştır. Küçük yaşta annesini de kaybederek öksüzlük acısı ikiye katlanmış, önce dedesinin sonra da amcasının himayesinde kalarak çocukluğunu ve gençliğini başka evlerde geçirmiş, evlenene kadar yoksulluk çekmiş, çocuklarının genç yaşlarda ölmelerinin acısını tatmış, müşriklerin sözlü ve fiilî tacizlerine uğramıştır. Peygamberimizin maruz kaldığı fitneler Kur’an’da ve tarih kitaplarında yer alan daha niceleriyle hayatının sonuna kadar devam etmiştir.

Rabbimizin insanlar için uygun görüp uyguladığı bu sistem, bir buğday tohumunun “nimet” hâline gelme süreci ile büyük benzerlik göstermektedir. Ekim ile toprağın içine hapsedilen buğday tohumu, toprağın içinde çatlar ve toprağı delerek dışarıya doğru hareket eder. Toprağın üzerine çıktığı zaman ise yağmurla, soğukla karşılaşır, kızgın güneşin altında sararıp olgunlaşır. Fakat bu olgunluk yeterli değildir; orakla beli kesilir, harmanda dövülür, değirmende ezilip öğütülür. Bu da yetmez, fırında ateşe atılır. Bir buğday tohumu bile ancak bunca aşamalardan geçtikten sonra sofralarda “nimet” olarak yerini alır.

Ancak yukarıda örnek verdiğimiz ayetlere bakarak Rabbimizin Kur’an’da belirttiği peygamberlerden başka hiç kimsenin “muhles” olamayacağı yönünde bir kanaate varılmamalıdır. Fitnelenen, belâlar ve musibetler ile sınanmalara sabreden, arınma-durulma sürecinin gerektirdiği gönül eğitimini ihmal etmeyen, akletme ve tefekkür etme düzeyinde kendini iyi yetiştiren herkes “muhles” olup İblis’ten etkilenmeyebilir.

66Sizin Rabbiniz, Kendi armağanlarından hak ettiklerinizi arayasınız diye, sizin için denizde gemileri yürüten Zat’tır. Şüphesiz ki O, size çok merhametlidir.

Bu ayette Rabbimizin insanlara tanıdığı kolaylıklara değinilerek suyun yaratılış amaçlarından biri açıklanmakta, bu yapılırken de dolaylı olarak suyun kaldırma kuvvetine işaret edilmektedir. Ayetin sonunda ise Rabbimizin bu kuralları rahmeti gereği koyduğu ve bundan her alanda faydalanılabileceği mesajı verilmektedir.

 

67Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup giderler, O, kaybolmaz. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, mesafeleniverirsiniz. Ve insan, çok iyilik bilmeyen biridir!

68O’nun sizi kara tarafından yerin dibine geçirmesinden yahut üzerinize bir kasırga göndermesinden güvende misiniz? Sonra kendinize varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan birini de bulamazsınız.

69Ya da sizi tekrar denize döndürüp de üzerinize kasırgalar göndermesinden ve böylece ettiğiniz iyilikbilmezlik sebebiyle sizi suda boğmasından güvende misiniz? Sonra bu yaptığımıza karşı, Bizim aleyhimize size yardım edecek bir koruyucu bulamazsınız.

Bu ayetlerde, insanların felâkete uğradıkları zaman bütün sahte ilâhları terk edip sadece Allah’a yalvardıkları, fakat güç durumdan kurtulunca yine şirklerine döndükleri belirtilmekte, böylece insan karakterinin genel bir özelliği olan nankörlüğü sergilenmektedir. A’raf suresinin tahlilinde genişçe yer verdiğimiz bu konu Kur’an’da pek çok ayette (Hud/9, 10, Tövbe/75, 76, Yunus/22, 23, Nahl/53, 54, Lokman/31, 32, Rum/33, Ankebut/65, İsra/67 ) dile getirilmiştir.

70Ve andolsun ki Biz, insanoğlunu şan ve şeref sahibi yaptık ve karada, denizde taşıtlara yükledik ve temiz-hoş yiyeceklerden onları rızıklandırdık. Ve onları oluşturduklarımızın birçoğundan oldukça fazlalıklı kıldık.

Bu ayette Rabbimiz, Âdemoğullarına pek çok ikramda bulunduğunu ve onu kerim kıldığını beyan etmektedir.

İNSANIN KERİMLİĞİ

Rabbimizin insana verdiği şan ve şeref, Kur’an’da, meleklerin Âdem’e secde edişini konu alan pasajlarda açıkça ifade edilmiştir:

71,72Hani Rabbin bir zaman evrendeki güçlere, “Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer oluşturucuyum. Onu düzgünleştirip bilgili hâle getirdiğim zaman derhal ona boyun eğip teslim olun” demişti.

73,74Bunun üzerine İblis/ düşünce yetisi hariç evrendeki güçlerin tümü hep birlikte boyun eğip teslimiyet gösterdiler, İblis büyüklük tasladı ve görmezden gelenlerden oldu.

75Allah, “Ey İblis! O benim iki elimle/kudretimle oluşturduğuma boyun eğip teslim olmana ne engel oldu? Büyüklendin mi? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?” dedi.

(Sad/71-75)

30Ve bir zaman Rabbin, doğadaki güçlere, “Şüphesiz Ben, yeryüzünde bir halîfe getiren Zatım” demişti. Doğadaki güçler, “Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi yapacaksın? Oysa biz, Senin övgünle birlikte tüm noksanlıklardan arındırıyoruz ve Senin tertemiz; her türlü kötülük ve eksiklikten uzak olduğunu haykırıyoruz” demişlerdi. Senin Rabbin, “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri çok iyi bilirim” demişti.

(Bakara/30)

20Allah’ın, göklerde ve yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için boyun eğdirdiğini/ sizin yararlanacağınız yapı ve sistemde yarattığını görmediniz mi? Ve Allah, içte ve açıkta olmak üzere nimetlerini üzerinize yaymıştır. İnsanlardan kimi de var ki, bilgisiz, kılavuzsuz ve aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışıyor.

(Lokman/20)

Yaratılışındaki biçimsel mükemmellik de insanın kerimliğinin bir başka yönüdür:

4-6gerçekten Biz, insanı en güzel biçimde oluşturduk, sonra iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar hariç –çünkü onlar için kesintisiz bir ödül var– onu alçakların en alçağına döndürdük.

(Tîn/ 4-6)

3Allah gökleri ve yeri hak ile oluşturdu ve sizi biçimlendirdi. –Biçimlerinizi de ne güzel yaptı!– Ve dönüş yalnızca O’nadır.

(Teğabün/3)

12-16Ve andolsun ki Biz, insanı seçilmiş bir çamurdan oluşturduk. Sonra onu çok dayanıklı bir karargâhta bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir embriyon oluşturduk. Sonra o embriyoyu bir et parçası oluşturduk. Sonra o bir et parçasını kemikler olarak oluşturdukk. Sonunda o kemiklere de bir et giydirdik. Sonra onu bir başka oluşumda yeniden kurduk. İşte, oluşturanların en güzeli Allah ne cömerttir! Sonra şüphesiz sizler, bunların ardından kesinlikle öleceksiniz. Sonra şüphesiz siz, kıyâmet gününde diriltileceksiniz.

(Müminun/14)

138Allah’ın dinine! Din ortaya koymak konusunda Allah’tan daha güzel olan kimdir? Ve biz, sadece O’na kulluk edenleriz.

(Bakara/138)

Aslında Allah’ın insana verdiği değerin en büyük göstergesi, onu tevhide yöneltip kendi astlarından kimseye kul etmemek istemesi, yani ona doğru yolu göstermesi, gerçekleri öğretmesidir:

Oku! En üstün olan senin Rabbin ise kalemle öğretendir; insana bilmediğini öğretti.

(Alak/3-5)

İşte, yaratılışı böylesine mükemmel olan ve Allah’ın şan, şeref, değer verdiği insan, İblis’in dürtülerine uyarak kötülükleri sonradan kazanmış ve kendisini “aşağılıkların aşağılığı” veya “aşağıların en aşağısı” durumuna sokmuştur.

Konumuz olan 70. ayette, insana verilenlerin ikinci sırasında yer alan “karada, denizde taşıtlara yükledik” ifadesi, insanın Yaratıcı tarafından kendisine lütfedilen akılla tekerleği bulup kara taşıtlarını yapması ve suyun kaldırma kuvvetini keşfedip denizlerde gemileri yüzdürmesi kast edilmiştir. Bu ifade, insanoğlunun bu ve buna benzer daha birçok gelişmeyi sağlayabilecek donanıma sahip olduğu anlamına da gelmektedir.

Ayetteki “ve temiz-hoş yiyeceklerden onları rızklandırdık” ifadesi şu şekilde takdir edilebilir: “Onlara rızk olarak tertemiz meyvelerden, ekinlerden, etlerden, sütlerden, renkleri ve tatları çeşit çeşit, lezzetli, hoşa giden yiyecekler ihsan ettik. Onlara çeşitli türden, renkten, şekilden giyecekler verdik. Muhtelif iklimlerdeki bölgelerde, kendi seçip beğendikleri yörelerdeki güzel manzaralarda bu nimetlerden yararlanıp durmaktalar.”

İnsanoğluna yapılan ikramların bu ayetteki sonuncu sırasında yer alan “onları, yarattıklarımızın birçoğundan oldukça fazlalıklı kıldık” ifadesinin takdirini ise şöyle yapmak mümkünüdür: “İnsanı fiziksel olarak, ayakları üzerine dikilip yürüyen ve elleriyle pek çok iş yapabilen bir yaratılışla yarattık. İnsandan başka diğer hayvanlar ise dört ayakları üzerinde yürümektedirler. Başka canlılarda olmayan duygular ve daha pek çok ayrıcalık verdiğimiz insana lütfedilen en önemli fazlalık ise “akıl”dır. İnsan aklı sayesinde konuşma yetisi kazanır, tefekkür kabiliyetini geliştirir, gerçekleri görür, kendisine yararı ve zararı dokunacak şeyleri anlar ve en önemlisi de kendisini yaratanı tanıyabilir.”

71O gün Biz, bütün insanları önderleriyle çağıracağız. Ki o gün, kimin kitabı sağ eline verilirse, işte onlar kendi kitaplarını okuyacaklar ve onlar kandil fitili/çekirdeğin iplikçiği kadar bir haksızlığa uğratılmayacaklar.

72Her kim de bu dünyada kör ise işte o, âhirette de kördür. Ve yolca daha şaşkındır.

 

Ayetteki “O gün Biz insanları önderleriyle toplayacağız” ifadesinden, “ إمام önder” sözcüğüyle ne kastedildiğine göre üç türlü anlam çıkarmak mümkündür.

1- “Önder” sözcüğüyle “peygamber” kastedilmiştir: Bu takdirde ifadeden; Allah’ın bir ümmet hakkında hüküm vereceği zaman o ümmetin peygamberini de orada bulunduracağı anlaşır ki, bu anlama işaret eden başka ayetler de vardır:

69Ve yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hak ile karar verilmiştir. Ve onlara haksızlık edilmez.

(Zümer/69)

41Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl?

(Nisa/41)

47Ve her önderli toplum için elçi olacaktır. O elçileri geldiğinde de aralarında adalet gerçekleştirilmiştir. Ve onlar, haksızlığa uğratılmazlar.

(Yunus/47)

 

2- “Önder” sözcüğüyle “siyasî lider” kastedilmiştir: Bu takdirde ifadeden; hüküm gününde o ümmeti arkasından sürükleyen kişinin de orada bulunacağı anlaşılır ki, bu anlam da Kur’an’dan destek bulmaktadır:

O [Firavun] kıyamet günü, kavminin önüne düşer. -Artık o [Firavun], bunları [kavmini] ateşe götürmüştür. O varılan yer de ne kötü bir yerdir!-

(Hud/98)

3- “Önder” sözcüğüyle “amellerin yazıldığı kitap” kastedilmiştir. Bu takdirde ifadeden; hüküm gününde herkesin kendi amel kitabıyla birlikte hazır bulundurulacağı anlaşılır ki, bu anlam da Kur’an’a uygundur:

12Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz Biz. Onların önceden yapıp gönderdiklerini ve eserlerini de yazarız. Zaten Biz her şeyi bir “apaçık önderde/ Kur’ân’da” sayıp tesbit etmişizdir.

(Ya Sin/12)

49Ve Kitap/ amel defteri konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük-küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış” derler. Ve onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye haksızlık etmez.

(Kehf/49)

28,29 Ve her önderli toplumu, diz çökmüş görürsün. Her önderli toplum, kendi kitabına çağrılır: “Bugün, yapmış olduğunuz amellerin karşılığı size verilecektir. İşte bu, yüzünüze karşı hakkı konuşan Bizim kitabımızdır. Şüphesiz Biz, sizin yaptıklarınızı yazdırıyorduk/ birebir kopyalatıyorduk.”

(Casiye/28-29)

Ahirette “kitap verilişi” Kur’an’da birçok kez ifade edilmiş olup verilme şekli de Arap örfüne göre tarif edilmiştir. Buna göre, kitabın “sağ”dan verilişi o kişinin cennetlik, “sol”dan verilişi de cehennemlik olduğunun işaretidir:

19-24İşte kitabı sağından verilen kişiye gelince; işte o, “Alın, okuyun kitabımı. Şüphesiz ben, hesabıma kavuşacağıma inanıyordum/ kesinlikle biliyordum” der. Artık o, meyveleri sarkmış yüksek bir cennette hoşnut bir yaşamdadır. –Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü afiyetle yiyin, için!–

25-29Ve kitabı solundan verilen kimseye gelince; işte o: “Keşke kitabım bana verilmeseydi, hesabımın ne olduğunu da bilmeseydim. Ne olurdu o iş bitmiş olsaydı. Malım bana hiç yarar sağlamadı. Gücüm/otoritem de benden yok olup gitti” der.

(Hakkah/19-29)

7-9Artık, kitabı sağ eline verilen kişiye gelince; o, kolay bir hesapla hesaba çekilecek ve o, sevinçli olarak yakınlarına dönecektir.

10-14Kitabı kendisine arkasından verilen kişiye gelince de o, ölümü çağıracak ve alevli ateşe girecektir. Şüphesiz o, yakınları içinde sevinçli idi. Şüphesiz o, asla dönmeyeceğine kani idi.

(İnşikak/7-12)

  1. ayette geçen “ فتيلfetil [kandil fitili/ çekirdeğin iplikçiği]” ifadesi, Arap örfünde azlıktan kinaye bir deyimdir. Önemsiz, basit, kıymeti olmayan şeyler hakkında bir “darbımesel” olarak kullanılır.[10] Çekirdeğin iplikçiğine bu ismin verilmesi, çekirdek çıkarılırken iplikçiğin de bükülerek çekirdekle beraber çıkması sebebiyledir. Aynı şekilde “kıtmir [çekirdeği kaplayan ince zar]” ve “nakir [çekirdekten küçük oyuk]” sözcükleri de Klasik Arapçada bunun gibi birer deyim olarak kullanılır.

“Fetil” sözcüğünün bu anlamına göre 71. ayetteki “onlar kandil fitili/ çekirdeğin iplikçiği kadar [en küçük] bir haksızlığa uğratılmayacaklar” ifadesi, “Onların mükâfatları, değer verilmeyecek bir miktarda bile eksiltilmeyecek” anlamına gelir. Bu da, dünyada pek bol olan haksızlıkla, zulümle ahirette hiç karşılaşılmayacak demektir:

59-61Sonra onların ardından kötü bir nesil geldi ki, salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmaya çalışmayı] kaybettiler/hayatlarından çıkarıp attılar. Ve şehvetlerine uydular. Bundan dolayı tevbe eden ve iman eden ve sâlihi işleyenler hariç onlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır. İşte tevbe eden, iman eden ve sâlihi işleyenler cennete; Rahmân’ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’ın] kullarına –görmedikleri hâlde– vaat ettiği Adn cennetlerine girecekler ve hiçbir şekilde haksızlığa uğratılmayacaklardır. Şüphesiz O’nun vaadi kesinlikle yerini bulacaktır.

(Meryem/59-61)

112Ve her kim iman eden biri olarak düzeltmeye yönelik işlerden yaparsa, artık o, bir haksızlıktan ve hakkının yenileceğinden korkmaz.

(Ta Ha/112)

  1. ayette konu edilen “körlük” kalbin körlüğüdür. “Kör” nitelemesi burada mecazi anlamda yapılmıştır ve “dosdoğru yolu göremeyen sapık” anlamına gelmektedir. Buna göre, 72. ayet, çevresinde bulunan binlerce ayeti, delili, ibreti görmeyen ve kendisine ihsan edilmiş onca nimetin farkında olmayan kimsenin ahiret nimetlerine karşı da kör olacağını bildirmektedir:

124-126Kim Benim anılmamdan/ Benim öğüdümden mesafeli durursa, hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim/ yaşam vardır. Kıyâmet günü de onu kör olarak kıyâmet günü toplantı alanına toplarız. O der ki: “Rabbim ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak bu yere çıkardın?” Allah der ki: “Bu böyledir, âyetlerimiz sana geldi de sen onları terk etmiştin; bu gün de aynı şekilde sen terk ediliyorsun/cezalandırılıyorsun.”

(Ta Ha/124-126)

97,98Ve Allah kime kılavuz olursa, işte o doğru yolu bulmuş olandır. Kimi de saptırırsa, artık bunlar için Allah’ın astlarından hiçbir yardımcı, koruyucu, yol gösterici yakın kimse bulamazsın. Ve Biz, onları kıyâmet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları hâlde, yüzleri üstü toplayacağız. Onların varacakları yer cehennemdir. Ne zaman ki cehennem dindi, onlara ateşi arttırırız. İşte bu, onların, âyetlerimizi/ alâmetlerimizi/ göstergelerimizi örtbas etmiş olmaları ve “Bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, biz yeni bir oluşturuluşla kesinlikle diriltilmiş mi olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır.

(İsra/97, 98)

73Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını Bize dayandırarak söyleyesin diye sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı. İşte o takdirde seni halil/ iz bırakan bir önder edinirlerdi.

74Ve eğer Biz, seni sağlamlaştırmamış olsaydık, gerçekten onlara birazcık meylediverecektin.

75O durumda sana hayatın iki katını ve ölümün iki katını tattırırdık. Sonra Bize karşı kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın.

76,77Ve yakında seni bu yerden/ yurdundan çıkarmak için kesinlikle rahatsız edecekler. O takdirde senden önce elçilerimizden gönderdiğimiz kişiler hakkındaki yasamıza/uygulamamıza göre onlar da senin ardından pek az kalacaklardır. –Bizim uygulamamızda herhangi bir değişme göremezsin.–

Bu ayet grubu doğrudan peygamberimize yöneliktir. Ve Kasas/ 85-88. Ayetlerin devamı mahiyetindedir. Önce onları bir hatırlayalım:

85Şüphesiz ki Kur’ân’ı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: “Benim Rabbim, kimin doğru yol kılavuzu ile geldiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu daha iyi bilendir.”

86Ve sen Kitab’ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir rahmet olarak verildi. Öyleyse sakın kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere arka çıkma/ yardımcı olma.

87Ve ortak koşanlar sana indirildikten sonra, sakın seni Allah’ın âyetlerinden alıkoymasınlar. Ve Rabbine davet et. Ve asla ortak koşanlardan olma!

88Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun Zatından başka her şey yok olacaktır. Yasa-ilke, yalnızca O’nundur. Siz de ancak O’na döndürüleceksiniz.

Pasajdan anlaşıldığına göre, müşriklerin bazı ödünler istemesi karşısında peygamberimiz de onlara ödün vermeyi düşünmüş, fakat Allah’ın kendisini koruması sayesinde ödün vermemiştir. Hemen belirtmek gerekir ki, böyle bir durumla sadece peygamberimiz karşılaşmamıştır:

52-54Ve Biz, senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna bir şeyler atmış olmasın. Bunun üzerine Allah, şeytanın/İblis’in attığı şeyleri giderir. Sonra da Allah,

şeytanın bıraktığını, kalplerinde hastalık bulunan; zihniyeti bozuk ve kalpleri kaskatı olan kimseler için dinden çıkarmak için, –şüphesiz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar da kesinlikle uzak bir ayrılık içindedirler–,

kendilerine bilgi verilmiş olan kimseler, Kur’ân’ın şüphesiz Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilsinler de ona iman etsinler, sonra da kalpleri ona saygı duysun diye âyetlerini güçlendirir, korur. Ve Allah, çok iyi bilendir, en iyi yasalar koyan, güçlendirendir. Ve şüphesiz Allah, iman eden kimseleri dosdoğru yola kılavuzlayandır.

(Hacc/52-54)

Bu ayetlerin Yahudiler veya Tebük savaşı hakkında ve Medine’de indiğine dair rivayetler söz konusu olsa da, surenin “Giriş” bölümünde de değindiğimiz üzere, biz Mekkî ayetlerden oldukları kanaatindeyiz. Çünkü müşrikler, tevhit konusunda peygamberimizden ödün isteme ve onu yurdundan çıkarma plânları yapma gibi eylemlerini peygamberimiz henüz Mekke’de iken yapmışlardır.

Konumuz olan ayetleri iyi anlayabilmek için öncelikle peygamberimizin elçilikle görevlendirilmesini takip eden on yılda yaşadığı olayları göz önünde bulundurmak lâzımdır. Daha önce de söz konusu edildiği gibi, Mekkeli müşrikler, peygamberimizi tevhidî inanç ve davetinden döndürmek ve İslâm dini ile şirke batmış cahiliye gelenekleri arasında bir uzlaşma yapmaya zorlamak için ellerinden geleni yapmışlar, peygamberimizden taviz koparamayınca da onu etkisiz kılıp amaçlarına ulaşmak için ona mal teklif edip baştan çıkarmak, kendisine ve taraftarlarına sosyal ve ekonomik boykot uygulamak gibi çeşitli yöntemler denemişlerdir. Bununla da yetinmemişler, çeşitli tuzaklara, iftiralara hatta işkencelere başvurmuşlardır. Müşriklerin bu gayretlerinden bir tanesi de Yunus suresinde açıklanmıştır:

15Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: “Bundan başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir!” dediler. De ki: “Onu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.”

16De ki: “Allah dileseydi, ben Kur’ân’ı size okumazdım ve Allah, Kur’ân’ı size bildirmemiş olurdu. Ben de Kur’ân’dan önce kesinlikle içinizde bir ömür kalmıştım. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”

(Yunus/15, 16)

Peygamberimiz bütün bu hücumlara ancak Allah’ın ona verdiği destek sayesinde karşı durmuş ve onlara hiçbir ödün vermemiştir. Çünkü 74. ayetin ifadesinden anlaşıldığı gibi, Allah’ın elçisinin bile Allah’tan yardım almaksızın batıla ve küfrün saptırıcı yöntemlerine karşı koyması mümkün değildir.

Rabbimiz 75. ayette peygamberimizin müşriklere hiçbir ödün vermediğini teyit etmekte ve aksi davranışta bulunsa idi başına neler geleceğini açıklamaktadır. Peygamberimize sanki şöyle denilmektedir: “Eğer hakkı bildikten sonra küfürle uzlaşma yapsaydın, o dejenere olmuş topluluğu hoşnut edebilirdin, fakat Allah’ın gazabını üzerine çeker ve hem bu dünyada hem de ahirette kat kat azabı tadardın” demiştir.

Rabbimizin bu tehdidi ve peygamberimizin ödün vermeyişi, Hakkah suresinde de yer almıştır:

44-47Eğer Elçi/Muhammed, bazı sözleri Bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi, kesinlikle O’ndan tüm gücünü alırdık. Sonra O’ndan can damarını kesinlikle keserdik. Artık sizden hiç biriniz O’na siper de olamazdınız.

(Hakkah/44-47)

  1. ayet, Kureyşli kâfirlerin peygamberimizi Mekke’den kovmak için gizli bir plân yaptıklarını ortaya çıkarmakta, 77. ayet de eğer peygamberi Mekke’den çıkarırlarsa kendilerinin de orada fazla kalamayacaklarını bildirmektedir. Verilen masaj, elçiler ve zorba karşıtları arasındaki süreci belirleyen sebep ve sonuç yasasının Allah’ın koyduğu bir yasa olduğu; Sünnetullah denen bu yasanın geçmişte böyle işlediği, Mekkeli müşrikler ile peygamberimiz arasındaki mücadele sürecinde de böyle işleyeceğidir. Rabbimizin kendi yasasını hatırlatarak elçisini zorbalıkla yurdundan çıkarmaya kalkışan müşrikleri uyarması, onlara doğrudan bir tehdit mahiyetindedir. Nitekim müşrikler plânlarını gerçekleştirerek peygamberimizi göçe mecbur bırakmışlar, bunun karşılığında da Rabbimizin tehdidi gerçekleşmiş ve kısa süre sonra Mekke peygamberimiz tarafından fethedilmiştir.

33Hâlbuki sen içlerinde iken Allah onlara azap edecek değildi. Bağışlanma diledikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir.

(Enfal/33)

78Güneşin batmasından/ kaybolmasından gecenin kararmasına kadar salâtı ikame et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı kurumlaştır ve ayakta tut] ve sabah öğrenip-öğretilmesini sağla. Çünkü sabah öğrenip-öğretilmesi görülecek şeydir.

79Ve geceden de. Ayrıca, sana özgü bir fazlalık olarak sen, salâtı geceleri uyanıp uygula! Rabbinin, seni güzel bir makama ulaştıracağı umulur.

 

Bu ayetler, salat vakitlerini belirleyen ilk ayetler olup surenin “Giriş” bölümünde de belirttiğimiz gibi Medine dönemine ait ayetlerdendir.

 

SALÂTIN [ZİHNÎ ve MÂLÎ DESTEĞİN] VAKİTLERİ

Salâtın [zihnî ve mâlî desteğin] amacı, kişiyi –zihnî ve mâlî yönlerden destekleyerek– kendisine ve topluma yararlı bir insan hâline getirmektir. Özellikle salâtın zihnî yönü, insanın rüşde ermesini sağladığından, Rabbimiz, bu çok önemli amacı gerçekleştirmenin yolu olan eğitim ve öğretime ne kadar önem verdiğini, düşman saldırısı riski altında iken bile salâtın zihnî yönünün terk edilmemesi gerektiğini talimatı ile göstermiştir:

101Ve yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini örten kimselerin size bir kötülük yapacağından korkarsanız salâttan [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma çalışmanızdan] kısaltmanızda [eğitimi-öğretimi kısa kesmenizde] sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini örten kimseler, sizin için apaçık düşmandırlar.

102Ve sen seferde olanların içinde bulunup da onlar için eğitim-öğretim verdiğin zaman içlerinden bir kısmı seninle beraber dikilsinler/eğitime katılsınlar. Silâhlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar, yeterli bilgi alıp ikna olduklarında arka tarafınıza geçsinler. Sonra eğitim-öğretim almamış diğer bir kısmı gelsin seninle beraber eğitim-öğretim yapsınlar ve tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar. Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini örten kimseler, silâhlarınızdan ve eşyanızdan habersiz durumda olsanız da size ani bir baskın yapsınlar isterler. Eğer size yağmurdan bir eziyet erişir veya hasta olursanız, silâhlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Tedbirinizi de alın. Şüphesiz Allah, Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini örten kimselere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.

103Sonra eğitim-öğretimi tamamlayınca, artık Allah’ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/ güvene erdiğinizde, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun]. Hiç şüphesiz salât [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma görevi], eskiden beri mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır.

                                                                                                 (Nisâ/101- 103)

Bu âyetlerde konu edilen, salâtın zihnî yönüdür. Çünkü can emniyetinin ön plana çıktığı bir ortamda, salâtın mâlî yönünün önemini kaybetmesi doğaldır. Ama Yüce Allah, salâtın zihinsel yönünün bu durumda dahi terk edilmemesini emretmektedir. İşte bu sebepledir ki salât, vücudun beslenmesindeki üç öğün gıda gibi öğünleştirilmiş, belirli vakitlerde salâtın ikâme edilmesi istenerek, insanın manevî beslenmesinin sürekliliği sağlanmıştır. “Salât”ın, mü’minler için günün belli vakitlerinde yerine getirilecek bir görev olması, öncelikle, insan şuurunda Allah inancının devamlılığını gerçekleştirme gayesine yöneliktir. Din psikolojisi araştırmaları ortaya koymaktadır ki, insanın içsel yönelişlerinin ihmal edilmesi onu manen kör bir varlık haline getirmekte, bunun sonucu olarak da kişi iyi bir “yapıcı toplum elemanı” olamamaktadır. Dolayısıyla, salâtı ikâme etmek [zihnî ve mâlî destek kurumları oluşturup ayakta tutmak] insan için çok önemli bir ödev mahiyetindedir. Bu öneminden dolayı da günün belli vakitlerinde [sabah, akşam ve gece] zorunlu olarak bu ödevin yerine getirilmesi istenmektedir:

103Sonra eğitim-öğretimi tamamlayınca, artık Allah’ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/ güvene erdiğinizde, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun]. Hiç şüphesiz salât [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma görevi], eskiden beri mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır.

(Nisâ/103)

Âyetteki, كتابا موقوتا [kitâben mevqûten/vakti belirlenmiş yazgı] ifadesinden anlaşılmaktadır ki; salât, belirli vakitlerde icra edilmeli, geri bırakılmamalıdır. Vaktinde ikâme edilmemiş salât, vaktinde yenilmemiş yemek veya vaktinde alınmamış ilaç gibidir.

Salâtı ikâme etmeyi emreden Allah, bunların hangi vakitlerde ikâme edileceğini de Kur’ân’da açıkça bildirmiştir:

114Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı oluştur-ayakta tut], çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür.

(Hûd/114)

Bu âyette Peygamberimize gündüzün iki tarafında [sabah ile akşam] ve gecenin yakın zamanlarında [yatsı] olmak üzere toplam 3 vakitte salât ikâme etmesi emredilmiştir.

Dikkat edilirse, Hûd/114 ile İsrâ/78-79’daki ifadeler aynı olup bu âyetler salâtın vakitlerini belirtmektedir. Ancak bu vakitler Kur’ân’ın genel üslûbuna uygun olarak değişik üslûp ve özdeş sözcüklerle ifade edilmiştir. Dikkat edilmesi gereken nokta, bu farklı sözcüklerin hepsinin de aynı anlamı taşıyor olmasıdır.

Meselenin aslını öğrenebilmek için bu âyetleri iyi anlamak, âyetleri iyi anlamak için de âyetlerde geçen دلوك الشّمس [dülûku’ş-şems], قرآن الفجر [kur’âne’l-fecr], طرف [taraf], تهجّد [teheccüd] ve نافلة [nâfile] sözcüklerinin anlamını iyi bilmek gerekir.

دلوك الشّمس [dülûku’ş-şems]: Dülûk ve şems sözcüklerinden oluşan bu isim tamlaması, “güneşin batması, gözden kaybolması” demektir. Ancak bazı yorumcular, söz konusu ifadeye, “güneşin eğilmesi” anlamını vermişlerdir. Tâcu’l-Arûs ve Lisânu’l-Arab adlı lügatlerde konuyla ilgili dikkat çekici bir ayrıntı verilmiş ve dülûk sözcüğüne, “eğilme” anlamının verilme sebebinin, salâtın beş vakit olarak anlaşılmasını sağlama amacına yönelik olduğu belirtilmiştir.[11]

Dülûk sözcüğünün asıl anlamına göre dülûku’ş-şems tamlaması “akşam” vaktini ifade eder. Nitekim dördüncü halife Ali, Abdullah b. Mes‘ûd, Sa‘îd b. Cübeyr, Nehâî, Mukâtil, Dahhâk, Süddî, İbn Abbâs ve Mücâhid bu anlamı tercih etmişlerdir.

Buna karşılık dülûk sözcüğüne, “eğilme” anlamı vererek sözcükten “öğle vaktini” anlayanlar da olmuştur. Klâsik kaynaklarda İbn Ömer, Câbir, Atâ, Katâde ve Hasan’ın bu görüşü benimsedikleri bildirilir.

İsrâ/78’de yer alan bu deyimden her iki anlamın birden anlaşılabileceği ileri sürülse de, salâtın vakitlerini belirleyen Hûd/114’teki ifadeler, söz konusu deyimden “güneşin eğilmesi” anlamının çıkarılmasına ve bu anlamdan da öğle salâtının kasdedildiğinin sanılmasına engel olur. Çünkü Hûd/114’te Peygamberimize, “Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın bir zamanda salât ikâme etmesi” emredilmiş ve anlam netleşmiştir. Zira Hûd/114’te geçen zülefen sözcüğü, İsrâ/78’de geçen ğasaq sözcüğü ile aynı anlamda olup “ortalığın karardığı zaman, gecenin ilk saatleri” demektir. Yani, her iki sözcük de “yatsı” vaktine karşılıktır. Bu durumdan kesin olarak anlaşılmaktadır ki, İsrâ/78-79’daki emir ile Hûd/114’teki emir aynıdır. Yani, bu âyetlerin üçünde de, salât ikâme edilecek vakitler, özdeş kelimeler kullanılmak sûretiyle değişik üslûplarla ifade edilmiştir.

Diğer taraftan, birçok yorumcu, dülûku’ş-şems ile ğasakı’l-leyl deyimlerinin ayrı zamanları ifade ettiğini ileri sürmüştür. Oysa bu deyimler ayrı zamanları değil, bir vaktin başını ve sonunu ifade etmektedirler. Şöyle ki: İsrâ/78’de, “Güneşin batmasından itibaren karanlığa kadar” salât ikâme edilmesi emredilmiştir. Bu ifade, iki salâtın değil, bir tek salâtın [akşam salâtının] vaktini belirlemektedir.

قرآن الفجر [qur’âne’l-fecr]: “Sabah okuması” anlamına gelen bu ifade ile sabah salâtı kasdedilmiş olup, bu salât, “sabah okuması” ifadesinden de açıkça anlaşılacağı üzere eğitim-öğretim ağırlıklıdır.

طرف [taraf]: Bu sözcük “nahiye, yan bölge” demektir. Bir şeyin “taraf”ından söz edildiği zaman, o şeyin içi değil, dışı anlaşılır.[12] Nitekim Fıkıh’ta “İnsanın iki tarafı” ifadesinden, bir taraf olarak insanın anası, babası, dedesi, yani atası; diğer taraf olarak da çocukları ve torunları anlaşılır. Benzer şekilde “masanın iki tarafı” denildiğinde de masanın ikiye ayrılmış hâldeki iki parçası anlaşılmaz, masanın sağında ve solundaki şeyler anlaşılır.

Taraf sözcüğünün çoğulu etraf sözcüğüdür. Bu sözcük de Türkçe’ye aynen Arapça’daki anlamı ile geçmiştir. Etraf sözcüğü, yöneltildiği şeyin dışı ile ilgilidir. Meselâ, bir kimseye “Etrafına bak” dendiği zaman, o kişi eline, yüzüne, vücuduna değil, sağına, soluna, önüne ve arkasına bakar. Bu örneği “ülkenin etrafı” dendiğinde ülkenin dışının kasdedildiği ve anlaşıldığı, “Dünyanın etrafı” dendiğinde, dünyanın dışının kasdedildiği ve anlaşıldığı şeklinde çoğaltmak mümkündür.

Âyetteki, Gündüzün iki tarafı ifadesinden de “gündüz”ün dışında kalan “sabah” ve “akşam” vakitleri anlaşılır; “gündüz”ün kısımları, birer parçası olan “kuşluk” ve “ikindi” vakitleri demek değil.

تهجّد [teheccüd] sözcüğünün kökü olan هجد [hecd] sözcüğü, “ezdad”dan olup iki zıd anlamı da ifade eder. Yani, hem “uyumak” hem de “uyanmak” demektir. Hecd sözcüğünün bazı türevleri şöyle meşhurlaşmıştır: Hâcid, “uyuyan”; tehcid, “uykuyu gidermek, uyandırmak”; teheccüd, “uykudan uyanıp salât ikâme etmek”; müteheccid, “geceleyin uyanıp salât ikâme eden kimse.”[13]

نافلة [nâfile]: Bu sözcük “asıl üzerine yapılan ziyade [ek]” demektir.[14] Âyetten anlaşıldığına göre, Peygamberimiz, gece salâtını herkes gibi karanlığın başladığı zaman ile tan ağarma zamanı arasında ikâme etmeyecek, uykusundan kalkıp ikâme edecektir. Bundan anlaşılıyor ki, topluma önderlik, rehberlik; öğretmenlik yapacak olan Allah Elçisi (ve onun varisleri) geceleyin tek başına eğitim-öğretim için plan-program hazırlayacaktır. Teheccüdün gerçek anlamı işte budur.

Kur’ân’a göre 3 vakit olarak vakitlenmiş olan salâtların 2’si, başka bir âyette isimleriyle de anılmıştır:

58Ey iman etmiş kimseler! Yasalar çerçevesinde himayenizde bulunanlar ve sizden erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız üç durumda; sabah eğitim-öğretiminden önce, öğle vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, gece eğitim-öğretiminden sonra izin istesinler. Bunlar sizin için açık ve korumasız üç zamandır. Bunlar dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, bazınız bazınız üzerindedir. Allah, âyetleri size işte böyle açığa koyuyor. Allah, çok iyi bilendir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.

                                                                            (Nûr/58)

Sonuç olarak, İsrâ/78-79’da 3 vakitte; sabah, akşam ve gece vaktinde 3 salât emredildiği gibi, Hûd/114’te de aynı şeyler emredilmiş; 3 vakit [sabah, akşam ve yatsı] salât ikâme edilmesi [eğitim-öğretimle zihnî yönden, sıkıntıların giderilmesiyle mâlî yönden destek sağlanması ve bu desteğin sürekli kılınması] emredilmiştir. Rasûlullah, genelde “salât ve ve duayı birlikte icra ettiği için salât vakitleri, maalesef “namaz vakitleri” olarak yanlış yerleşmiştir.

Bu âyetlerde de yine Peygamberimize güneşin batmasından gecenin karanlığına değin [akşam], tanyeri ağarırken [sabah] ve geceden bir bölümde [yatsı] salât ikâme etmesi emredilmiştir. Yani, emredilen vakitler sabah, akşam ve gecedir. Ayrıca Peygamberimize özgü bir ayrıcalık olarak fazladan [ek görev olarak] gece salâtını teheccüd etmesi [gece uyuyup uyanarak salât ikâme etmesi] emredilmiştir.

Vakitleri bildiren âyetler, kamu otoritesi konumundaki Rasülüllah’ı muhatap almıştır. Emir tüm mü’minlerin kamu otoritelerinedir. Çünkü ümmete verilen emirler, ümmetin örneği, rehberi, imamı olmak sıfatıyla önce onun şahsında yer tutmaktadır:

 

158De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah’ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde kılavuzlandığınız doğru yolu bulmanız için Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden, Ümmî; Anakentli; Mekkeli Peygamber olan Elçisi’ne iman edin ve o’na uyun.”

(A‘râf/158)

Salât, oruç, hac ve zekât görevleri, İbrâhîm peygamberden sonraki peygamberlerin şeriatlarında da mevcuttu. Mâûn sûresinden ve Enfâl/35’den Mekkelilerin de salât ikâme ettikleri [zihnî ve mâlî destek oluşturarak bunu sürdürdükleri] anlaşılmaktadır. Hattâ Alak/9-10’a göre Peygamberimiz de peygamber olmazdan evvel salât ediyordu [çevresine zihnî ve mâlî destek veriyordu]. Fakat bu salâtlar, Kur’ân’dan öğrendiğimiz kadarıyla, özelliğini yitirmiş salâtlardır. Kur’ân, sonuçları bakımından önemli olmayan, şakşakçılar eşliğinde bir gösteri biçiminde yapılan bu salâtları kınamış, salâtı [zihnî ve mâlî desteği] huşû ekseni üzerinde yeniden yapılandırmıştır.

ÂYETLERDE SALÂTLAR NİÇİN GECEYE TAHSİS EDİLMİŞTİR?

Hûd ve İsrâ sûrelerindeki âyetlerle belirlenen salât vakitleri [sabah, akşam ve gece], günün gece dilimindedir. Bu durumun hikmeti de yine Kur’ân’da mevcuttur:

1-4Ey evine kapanan kişi! Geceleyin –kısa bir süre hariç; gecenin yarısı veya bundan biraz eksilt ya da buna biraz ekle– kalk görev yap. Kendine indirilmekte olan Kur’ân’ı da tebliğ ederken düzgünce düzene koy! 5Şüphesiz Biz, senin üzerine ağır bir söz/Kur’ân’ı bırakacağız.

6Gecenin yeni oluşum etkinliği, rahat rahat çalışabilme bakımından daha güçlü, söz bakımından daha etkilidir. 7Şüphesiz gündüzde senin için uzun bir uğraşı vardır. 8Rabbinin adını an ve tüm benliğinle O’na yönel! 9O, doğunun ve batının Rabbidir. O’ndan başka, tanrı diye bir şey yoktur. Bu nedenle O’nu vekil et; “tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” olarak tanı! 10Onların söylediklerine/söyleyeceklerine de sabret. Ve güzel bir ayrılışla onlardan ayrıl, 11Beni ve o nimet sahibi yalanlayıcıları başbaşa bırak! Birazcık süre tanı onlara.

                                                                                                                            (Müzzemmil/1-11)

Gündüz, peygamber için bile çeşitli telaşların yaşandığı bir zaman dilimidir. Salât [zihnî ve mâlî destek] ise, insanın kendini vermesi, yoğunlaşması gereken bir faaliyettir. Ama iş-güç, borç-harç gibi telaşların gündüz cereyan etmesi nedeniyle günün bu diliminde insanların kendilerini bütünüyle salâta vermeleri mümkün olamamaktadır. Çünkü gündelik işlerin bitmesi gerektiğinden gündüz herkesin aklı-fikri işindedir. Bu yüzden, “Gıllugış [gönül sıkıntısı] ile salât olmaz” demişlerdir. Tabiî, bununla kastedilen salât, İslâm’ın emrettiği salâttır, yoksa çoğunluğun yasak savmak kabilinden ikâme ettiği veya ikâme ettiğini sandığı şeklî salât değildir. Çünkü zihnin binbir gaile ile meşgul olduğu anlarda ikâme edilen salât gerçek salât değil, bir şekilden ibarettir. Gerçek salât, kulun gönül huzuru ile kendisini Allah’a teslim ederek ikâme ettiği salâttır.

Bu sebepledir ki, Yüce Allah salât için vakit olarak sabah, akşam ve gece saatlerini belirlemiş, gündüzü de maişet için çalışmaya ayırmıştır.

Görüldüğü gibi bu hususlar Müzzemmil/1-7’de net olarak ifade edilmiştir. Gündüz herkes için bağda-bahçede, işyerinde zorunlu ve uzun uğraşılar vardır. Günün sona ermesiyle beraber dışarıdaki bütün işler biter ve insanlar bu üç vakitte sükûnet için evlerine dönmüş olurlar. Böylece câmiye gelebilmeleri, cemaat olabilmeleri mümkün olur.

Âyetlerdeki, Gecenin yeni oluşum etkinliği, rahat rahat çalışabilme bakımından daha güçlü, söz bakımından daha etkilidir. 7Şüphesiz gündüzde senin için uzun bir uğraşı vardır” ifadeleri, o gün için, halkın eğitim ve öğretimine “en uygun” zamanı belirtmektedir.

 

Binâenaleyh, bu vakitleme o günün Arabistan’ının coğrafî ve sosyal koşulları çerçevesinde öngörülmüş olup, bize göre, ibadetin amacının gerçekleşebilmesi için farklı coğrafya ve sosyal ortamlarda salât için en uygun zamanlar belirlenebilir. Bunu kamu otoritesi belirler; mü’minler de ona uyarlar. Mü’minler, dini hizmet vazifelerini gece-gündüz demeden, bulundukları coğrafyaya göre toplumlarındaki en uygun zamanlarda yapmalıdır. Özellikle, salat’ın vakitlerinin belirlenmesi görevi Elçiye verilmiştir. Bu demektirki bu gün salat vakitlerini kamu otoritesi belirleyecektir.

 

SABAH SALATININ ÖNEMİ

Sabah Salatı vakti, Arapların Kabe’de Safa ve Merve tepelerinde toplanıp konuştukları, görüştükleri, plân ve program yaptıkları bir vakittir. Peygamberin halkın kalabalık olduğu yerde ve zamanda Kur’an okumasının diğer vakitlere oranla daha verimli olacağı tabiîdir. Çünkü sabah vakti Kur’an okuyan peygamberi herkesin dinleme ve görme imkanı daha çoktur.

Diğer taraftan, gece uykusunun önceki günün yorgunluğunu ve zihin ağırlığını gidermesi, dolayısıyla insanın sabahleyin bedeni dinlenmiş ve zihni berrak olarak kalkması sebebiyle sabah vakti diğer vakitlere nazaran oldukça elverişli bir vakittir. Böyle bir vakitte yapılan duyuru [tebliğ], diğer zamanlarda yapılanlara nispetle daha etkin, daha verimli olur.

MAKAM-I MAHMUD

Ayetteki “ مقاما محموداmekamen mahmuden” ifadesi teknik olarak iki şekilde değerlendirilip iki farklı anlam elde edilebilir.

1- “Mahmûden” sözcüğü, ayetteki “seni gönderecektir” fiilinden “hâl” olmak üzere mansubtur, yani, “seni mahmûd [övülmüş] olarak gönderecektir” demektir.

2- Bu sözcük, kendinden önceki “makam” kelimesinin sıfatı olduğu için mansubtur. Anlamı “seni güzel bir makama ulaştıracak” şeklinde olur.

Ayetteki makam veya “güzel bir makam” ile ilgili birçok rivayet vardır. Bilindiği gibi, makam sözcüğü bu rivayetler ışığında daha çok “şefaat makamı” olarak algılanır.

Bize göre, bu tamlama ile “neticesi övgü [metih] olan bir makam” kastedilmiştir. Bu makam öncelikle Allah’ın hoşnutluğu makamı, sonra da Medine Devleti başkanlığı makamıdır.

Tıpkı Meryem suresindeki İbrahim, İdris ve İsmail peygamber örneklerinde olduğu gibi:

 

41Kitap’ta İbrâhîm’i de an/hatırlat. Şüphesiz ki o, özü-sözü doğru biri idi, peygamberdi.

42-45Bir zaman o, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan şeylere niçin kulluk ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir bilgi bana geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahmân’a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’a] âsi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahmân’dan [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’tan] bir azap dokunur da şeytan için bir yol gösteren, koruyan, yardım eden bir yakın olursun diye korkuyorum” demişti.

46Babası: “Ey İbrâhîm! Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlayarak öldürürüm. Haydi, uzun bir müddet bana uzak ol/defol!” dedi.

47,48İbrâhîm: “Selâm sana olsun, senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim. Şüphesiz O, bana çok armağan verendir. Ve ben, sizden ve Allah’ın astlarından kulluk ettiğiniz şeylerden çekilip ayrılıyorum. Ve Rabbime dua edeceğim. Rabbime yalvarışımda mutsuz olmayacağımı umuyorum” dedi.

49Sonra İbrâhîm, toplumundan ve onların Allah’ın astlarından kulluk ettikleri şeylerden uzaklaşınca, Biz o’na İshâk’ı ve Ya‘kûb’u ihsan ettik. Hepsini de peygamber yaptık.

50Ve Biz onlara rahmetimizden armağanlarda bulunduk. Ve onlar için yüce bir doğruluk dili yaptık.

51Ve Kitap’ta Mûsâ’yı da an/hatırlat. Şüphesiz o arıtılarak saflaştırılmış idi. Ve bir elçi, bir peygamber idi.

52Biz o’na en uğurlu Tûr’un yan tarafından seslendik ve o’nu özel bir konuşmada bulunmak üzere yaklaştırdık. 53Ve rahmetimizden o’na, kardeşi Hârûn’u bir peygamber olarak ihsan eyledik.

54Ve Kitap’ta İsmâîl’i an/hatırlat. Şüphesiz o, vaadine sadık idi, bir elçiydi, bir peygamberdi. 55Ve o ailesine/çevresine salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı] ve zekâtı/vergiyi emrederdi. Ve o Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti.

56Ve Kitap’ta İdris’i an/hatırlat. Şüphesiz o, özü-sözü doğru biriydi, bir peygamberdi. 57Ve Biz o’nu yüce bir mekâna yükselttik.

58İşte bunlar, Âdem’in soyundan, Nûh ile beraber taşıdıklarımızdan, İbrâhîm ve İsrâîl’in soyundan, kılavuzluk ettiğimiz ve seçtiğimiz peygamberlerden Allah’ın kendilerine nimetler verdiği kimselerdir. Onlar kendilerine Rahmân’ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’ın] âyetleri okunduğu zaman ağlayarak ve boyun eğip teslimiyet göstererek yere kapanırlardı.

                                                                                              (Meryem/41-58)

 

80Ve de ki: “Rabbim! Beni, doğruluk girişiyle girdir ve doğruluk çıkışıyla çıkar. Ve bana katından yardımcı bir kuvvet ver.”

Peygamberimize bu ayette emredilen dua, hem hicretin yaklaştığına işaret etmekte hem de ona şöyle bir uyarı içermektedir: “Nerede ve ne durumda olursan ol, hakkı takip etmelisin. Eğer bir yerden hicret edersen, hakk yolunda hicret etmelisin ve nereye gidersen hakk için gitmelisin.”

مدخل صدقMUDHALE SIDK – مخررج صدقMUHRACE SIDK

Peygamberimize emredilen duada geçen “müdhale sıdk” ve “mührace sıdk” ifadeleri aslında çok geniş bir anlam taşımaktadır. Dolayısıyla bu ifadenin “kabre girip çıkma”, “peygamberlik görevine başlayıp bitirme”, “namaza başlayıp bitirme”, “dinî görevlere başlayıp bitirme”, “Mekke’den çıkma Medine’ye girme” gibi anlamlara geldiğini söylemek yanlış olmaz. Bu nedenle ifadenin her iş için “doğrulukla giriş ve doğrulukla çıkış” anlamı verilerek özetlenmesi mümkündür.

Duanın sonundaki “Ve bana katından yardımcı bir kuvvet ver” ifadesi, “Bu bozulmuş dünyayı ıslah edebilmem, görevimi sürdürebilmem için bana bir güç ve yetki ver, devletlerden birini benim yardımcım kıl” anlamına gelir. Zira şirki bertaraf edip tevhit ve adaleti sağlayabilmek için maddî güce ihtiyaç vardır. Burada ihtiyaç duyulan güç, dünya nimetlerine sahip olma amacı taşımayıp Allah yolunda, O’nun rızasına uygun bir iş yapmaya yöneliktir. Bu nedenle bu gücü kazanmayı istemek “dünyaya tapmak” değil, bilakis “Allah’a ibadet etmek” demektir. Hatırlanacak olursa, Allah’tan güçlü bir iktidar talebinde bulunan Süleyman peygamber de bu isteğini kendi çıkarı için değil, hayra hizmet için yapmıştır:

31Hani kendisine akşamüstü iyi cins ve rahvan atlar sunulmuştu; “32Ben, mal, servet, çıkar sevgisini, Rabbimin anılmasından dolayı sevdim.” –Sonunda onlar perdenin arkasına girdiler.– “33Geri getirin onları bana!” dedi. Hemen onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı.

(Sad/32, 33)

81Ve de ki: “Hak geldi, bâtıl yok oldu. Şüphesiz bâtıl yok olup gider.”

Bu ayette Rabbimiz, tüm dünyaya şu hususun ilân edilmesini emretmektedir: “Artık hakk gelmiştir. Bundan sonra kâfirler ne yaparlarsa yapsınlar, hakka zarar veremeyeceklerdir. Çünkü hakkın gelmesi karşısında batıl yok olmaya mahkûmdur.”

Bu mesaj başka ayetlerde de verilmiştir:

49De ki: “Kur’ân/Kur’ân’ın içerdiği gerçekler geldi. Ve bâtıl başlatamaz ve geri getiremez; artık hiçbir şey yapamaz.”

(Sebe’/49)

18Tam tersi Biz, hakkı bâtılın başına çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın bâtıl yok olup gitmiştir. Ve Allah’a yakıştırdığınız niteliklerden dolayı size yazıklar olsun!

(Enbiya/18)

25Andolsun ki Biz, elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların hakkaniyeti ayakta tutmaları ve Allah’ın, dinine ve elçilerine, kimse kendilerini görmediği ve tanımadığı yerlerde yardım edenleri belirlemesi için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz, kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlar için yararlar bulunan demiri de indirdik. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, mutlak üstündür.

(Hadid/25)

82Ve Biz Kur’ân’dan, inananlar için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz. Ve bu, sadece şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanların yıkımını artırıyor.

 

Bu ayetten başlamak üzere 89. ayetin de dâhil olduğu pasaj, Kur’an’ın özelliklerinden bazılarının ön plâna çıkarıldığı ve bu surenin 41. ayetinin tefsiri mahiyetinde olan çok önemli bir pasajdır.

Bu ayette Kur’an’ın “şifa” ve “rahmet” olmak üzere iki özelliğinden söz edilmiştir.

KUR’AN “ŞİFA”DIR:

Kur’an’ın şifa oluşu bedensel hastalıklara değil, zihinsel hastalıklara yöneliktir. Çünkü Kur’an zihinleri ikna eder, sıkıntı ve bunalımları gidererek gönülleri tatmin eder, insanların ahlakî seviyelerini yükseltir, böylece toplumun dirlik ve düzenini, huzur ve sükûnunu da sağlamış olur. Kur’an’ın “şifa” ve “rahmet” özelliklerinin inananlar için olduğunun vurgulanması, Kur’an’dan ancak müminlerin istifade etmeleri sebebiyledir.

Kur’an’ı rehber edinen ve hüküm kitabı olarak kabul eden kimseler, ondan yararlanarak batıl itikatlardan, hurafelerden, kin, buğz, kıskançlık gibi kınanmış huylardan uzaklaşırlar, dolayısıyla psikolojik, aklî ve ahlâkî hastalıklardan şifa bulup Allah’ın rahmetine mazhar olurlar.

Kur’an’ın bu özelliklerine başka ayetlerde de dikkat çekilmiştir:

57Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerdekine şifa, inananlara bir kılavuz ve bir rahmet gelmiştir.

(Yunus/57)

44Ve eğer Biz o öğüdü/Kur’ân’ı yabancı dilde bir okuma yapsaydık, elbette onlar: “Âyetleri ayrıntılı olarak verilmeli değil miydi? Yabancı dil mi, Arapça mı!” diyeceklerdi. De ki: “O, iman eden kimseler için bir kılavuz ve bir şifadır.” İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Ve o Öğüt/ Kur’ân, onlar üzerine bir körlüktür. Onlara çok uzak bir mekândan seslenilmektedir.

(Fussılet/44)

KUR’AN “RAHMET”TİR:

Kur’an, insana lâzım olan dosdoğru yolu göstererek onu rüşde erdirdiği ve doğru bir yaşam için gerekli olan bilgileri insanın istifadesine sunarak onu bilgi edinmeye teşvik ettiği için, en büyük “rahmet”tir.

Ne yazık ki, Kur’an’ın rahmet ve şifa oluşu da yine uydurma rivayetler ve düzmece haberlerle çarpıtılmıştır. Bunun sonucu olarak Kur’an ayetlerinin yazılı olduğu kağıt ve benzeri nesnelerin bedensel hastalıklara şifa olduğu gibi Rabbimizin Kur’an’ı indiriş amacına ters inanç ve kanaatler oluşmuştur. Bu inanç ve kabulle, üzerine Kur’an ayetleri üflenmiş su içirilerek çaresiz dertlerden şifa bulunacağı gibi utanç verici uygulamalara gidilmiştir. Bu tür uygulamalar Rabbimizin “Ben her şeyi gerçek ile yarattım” kanununa tamamen ters olan temelsiz uygulamalardır. Kur’an, mesajı ve önerdiği yaşam modeliyle gönüllere şifadır.

83Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman, mesafelenip uzaklaşır. Ona fenalık dokununca da ümitsizliğe düşer.

 

Bu ayette Rabbimiz, insanın verilen nimetlerin kıymetini bilmediğini, bir mahrumiyete uğradığında ise hemen karamsarlığa kapılarak tam bir nankörlük sergilediğini bildirmektedir. Bu genel insan davranışı, en büyük nimetlerden biri olan Kur’an için de geçerlidir. Yukarıda karakteri çizilen bu nankör insan tipi başka ayetlerde de konu edilmiştir:

51Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman o yüz çevirir, yan çizer. Kendisine bir kötülük dokunduğu zaman da geniş geniş dua sahibidir; yalvarır da yalvarır.

(Fussılet/51)

6-8Kesinlikle senin düşündüğün gibi değil! Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendisini yeterli gördüğünde, kesinlikle azar.

(Alak/6-8)

9-11Ve eğer, sabreden ve düzeltmeye yönelik işleri yapan kişilerin –işte bunlar, bağışlanma ve büyük ödül kendileri için olanlardır– dışındaki insanlara, tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak, kuşkusuz o umutsuzdur, çok nankördür. Ve eğer, kendisine dokunan mutsuzluktan sonra, ona mutluluğu tattırsak, elbette, “Kötülükler benden gitti” der. Ve kuşkusuz o, şımarıktır, böbürlenen biridir.

(Hud/9-11):

15-16İnsana gelince, Rabbi onu her ne zaman sınayıp da kendisini üstün kılar ve nimetler verirse: “Rabbim beni üstün kıldı” der. Ama her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa: “Rabbim beni aşağıladı” der.

(Fecr/15, 16)

19-21Şüphesiz insan dayanıksız ve huysuz oluşturulmuştur; kendisine kötülük dokundu mu sızlanır. Kendisine hayır dokundu mu/ kendisi varlıklı kılındığında da küçük bir yardımı bile engeller.

(Mearic/19-21)

 

84De ki: “Herkes bulunduğu hâl üzerine iş yapar. Bu durumda Rabbin, yol olarak kimin en doğru olduğunu daha iyi bilendir.”

Ayette geçen “ شاكلتهşâkiletihi” ifadesi, “mizacına göre, karakterine göre, niyetine göre, dinine, mezhebine göre” gibi anlamlarda anlaşılabilir. Ki âyetteki ifade de buna işaret etmektedir.

Buna göre ayetin mesajı, “Eğer nefsi aydınlanmış, hayırlı, temiz ve ulvî, yüce bir nefis ise, ondan faziletli ve kıymetli ameller sudur eder. Yok, eğer nefis bulanık, adi, kötü, sapıtmış, zulmanî ise, ondan da kötü ve değersiz fiiller sâdır olur” demektir.

Nur/26:

26Kötü kadınlar kötü erkekler, kötü erkekler de kötü kadınlar içindir; temiz kadınlar temiz erkekler, temiz erkekler de temiz kadınlar içindir/ pis sözler, çirkin işler pis kimselere yakışır. İyi-güzel söz ve işler de, iyi-güzel kimselere yakışır. İşte onlar, iftiracıların söylediklerinden çok uzak olanlardır. Kendileri için bağışlanma ve saygın bir rızık vardır.

Bu ayette müşriklere karşı yumuşak bir üslûpla yapılan uyarı ve tehdit, başka ayetlerde meydan okuyan bir üslûpla da yapılmıştır:

121,122Ve inanmayan o kişilere de ki: “Elinizden geleni geri koymayın! Şüphesiz biz yapanlarız. Bekleyin! Şüphesiz biz bekleyenleriz.”

(Hud/121, 122)

85Ve sana vahiyden soruyorlar. De ki: “Vahy, Rabbimin işindendir. Size ise az bilgiden başka bir şey verilmemiştir.”

Ruh kavramı bugüne kadar dinli veya dinsiz, Müslim veya gayrimüslim birçok kişinin ilgi alanına girmiş, cahil veya bilgin birçok kimse tarafından ruh hakkında yüzlerce kitap kaleme alınmıştır. Bu eserlerde genellikle şu konular işlenmiştir: Ruh nedir? Ruh kaç tanedir? Ruhlar nerede bulunur? Ruh ve nefis aynı şey midir? Ruh cisim midir, mahlûk mudur, enerji midir, kozmik bilinç midir, melek midir, varlıkların aslı mıdır? Ruh şeffaf, billûr, cins-i lâtif midir? Ruh mu yoksa ceset mi önce yaratılmıştır? Ruh ölür mü? Ruh kabirde cesede geri döner mi? Dirilerin ruhları ölülerin ruhlarıyla buluşur mu? Her şey ruhtan mı meydana gelmiştir? Hayatı, hareketi, idraki sağlayan güç ruh mudur? Ruhun insanî, hayvanî, nebatî olmak üzere çeşitleri var mıdır? Olgun ruh ile geleceği görebilmek, gelecekten haber verebilmek, zaman ve mekân dışına çıkmak mümkün müdür?

Bütün bunlardan başka, ruh ile ilgili bu eserlerde ruh çağırma, telepati, medyumluk, yoga, doğru rüya, büyü, sihir ve reenkarnasyon [ruh göçü] gibi konuların açıklanmasına da çalışılmıştır.

Gerek bu soruların gerekse onlara verilen cevapların Kur’an’a ne kadar uygun oldukları Kadr suresinin tahlilinde tarafımızdan incelenmiş ve Ruh ile ilgili Kur’an’ın yaklaşımı açıkça ortaya konulmuş idi. Bu nedenle konu üzerinde durmuyor, ilgili bölümün yeniden okunmasını öneriyoruz.

İlgili bölüm okunduğunda, konumuz olan ayette sözü edilen “ruh”un vahiy olduğu ve Rabbimizin “vahiy” konusunda insanlara çok az bilgi verdiği gerçeği hemen hatırlanacaktır.

86Ve andolsun ki dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra Bize karşı, kendine varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan birini bulamazsın.

87Rabbinden bir rahmet olarak Biz bunu yapmadık. Gerçekten O’nun senin üzerindeki armağanları çok büyüktür.

“Ruh”un [vahyin] önemine değinilen bu ayetlerde Rabbimiz; rahmeti gereği lütfettiği ruhu [vahyi] isterse ortadan kaldıracağını, ama eğer bunu yaparsa, bu işten insanların zararlı çıkacağını ihtar etmektedir.

Zuhruf/1-5:

1Hâ/8, Mîm/40.

2,3Apaçık/açıklayan kitap kanıttır ki Biz onu aklınızı kullanasınız diye Arapça bir okuma yaptık.

4Ve şüphesiz Kur’ân, Bizim nezdimizdeki ana kitapta; kaynakta gerçekten çok yücedir ve yasalar içermektedir, sağlamdır/ bozulması engellenmiştir.

5Peki, Biz, siz sınırı aşan bir toplum oldunuz diye o Öğüt’ü/ Kur’ân’ı size göndermekten vaz mı geçelim?

Bu sözler ilk bakışta peygamberimize söylenmiş görünüyorsa da, asıl hitap, Kur’an’ı peygamberimizin uydurduğunu veya Kur’an’ı ona başka bir kişinin öğrettiğini iddia eden kâfirleredir. Burada onlara Kur’an’ın Allah kelâmı olduğu söylenmektedir: “Bizim elçimiz Kur’an’ı kendisi uydurmadı, bilakis Biz onu ona ihsan ettik. Eğer Biz Kur’an’ı ondan geri almak istesek, ne Peygamber’in böyle bir şey uydurmaya, ne de kimsenin onun böyle mükemmel bir kitap sunmasına yardım etmeye gücü vardır.”

 

88De ki: “Andolsun ki bugünün, yarının tüm insanları, bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, onun benzerini kesinlikle getiremezler.”

89Ve andolsun ki Biz bu Kur’ân’da insanlar için her örnekten evirip çevirmişizdir. Yine de insanların çoğu gerçeği örtmekten başkasından kaçındılar/ inkârda ısrarcı oldular.

  1. ayette vurgulanan “ruhun [vahyin] Allah’ın kendi işi olduğu” hususu bu ayetlerde daha güçlü bir şekilde ifade edilmektedir. Bilinen-bilinmeyen tüm insanların [Gerek Mekke’de gerekse dünyanın diğer yerlerinde yaşayan herkesin] bir araya gelmeleri hâlinde bile böyle bir mucizenin oluşturulamayacağı açıklanarak herkese sanki “Buyurun, siz de uydurun, hep birlikte de çalışabilirsiniz!” diye meydan okunmaktadır.

Gerçekten de Kur’an dil, üslûp, öne sürdüğü deliller, konular, ana fikir, öğretiler ve gayble ilgili önceden verdiği haberler bakımından öyle bir mucizedir ki, onun benzerini meydana getirmek insan gücü dâhilinde değildir.

Buradaki meydan okuma, Kur’an’ın peygamberin kendi düzmesi olduğu iddiasındaki akılsızlaradır. Bu meydan okuma sadece Mekke döneminde ve bu ayette değil, başka ayetlerde ve Medine’de de yapılmıştır:

23Ve eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku içinde iseniz, haydi onun mislinden bir sûre siz getirin, Allah’ın astlarından tüm tanıklarınızı da çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz.

24Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse kâfirler; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseler için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korunun.

(Bakara/23, 24)

Ve Hud/13, Tur/33, 34, Yunus/15, 16, 38, Sad/29, Zümer/27, 28, Fussilet/3, Zühruf/2, 3, Enfal; 31, 32.

  1. ayetin sonundaki “Yine de insanların çoğu inkârcılıktan başkasından kaçındılar” ifadesi insanların inkârcılıkta inat ettikleri anlamına gelmektedir. Bu inat, onların kendi çıkarlarına, rahatlarına ve konforlarına çok düşkün olmalarından kaynaklanmaktadır.

57Ve onlar; “Biz seninle beraber doğru yol kılavuzuna uyarsak, yurdumuzdan atılırız” dediler. Biz onları, Kendi katımızdan bir rızık olarak, her şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere/Mekke’ye yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.

                                                   (Kasas/ 57)

 

12Ve o vakit münâfıklar ve kalplerinde bir hastalık bulunanlar; zihniyeti bozuk kimseler: “Allah ve Elçisi bize bir aldanıştan başka bir vaat yapmamış” diyorlardı.

13Ve hani bunlardan bir grup: “Ey Yesrib/Medîne halkı! Sizin için duracak yer yok, hemen dönün” diyorlardı. Onlardan bir kısmı da, “Evlerimiz gerçekten savunmasızdır” diyerek Peygamber’den izin istiyorlardı. Hâlbuki evleri savunmasız değildi. Onlar, sadece kaçmak istiyorlardı.

(Ahzab/12, 13)

43Ve kendilerine açık deliller hâlinde âyetlerimiz okunduğu zaman onlar: “Bu, başka değil, sadece sizi atalarınızın taptığı tanrılardan men etmek isteyen bir adamdır” dediler. Ve: “Kur’ân, uydurulmuş bir iftiradan başka bir şey değildir” dediler. Kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimseler kendilerine hak geldiği zaman: “Şüphesiz bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir” dediler.

(Sebe/43)

47Ve işte böylece Biz, sana Kitab’ı indirdik de kendilerine Kitap verdiklerimiz Kur’ân’a inanıyorlar. Ve ehli kitabın dışındakilerden/ Araplardan da ona inananlar vardır. Ve Bizim âyetlerimizi ancak, kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek örtbas eden kimseler bile bile reddeder.

48Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun; sen Kur’ân’ı kendiliğinden yazmıyorsun. Eğer böyle olsaydı, bâtıla inananlar kesinlikle kuşku duyacaklardı.

49Tam tersi Kur’ân, kendilerine bilgi verilenlerin sinelerinde apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi de ancak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar bile bile reddederler.

50Ve onlar, “Ona Rabbinden alâmetler/ göstergeler indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki: “Alâmetler/ göstergeler ancak Allah’ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.”

51Kendilerine okunan Kitab’ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.

52De ki: “Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde olan şeyleri bilir. Bâtıla inanan ve Allah’ı bilerek reddeden/ inanmayan kimseler, işte onlar, zarara/ kayba uğrayıp acı çekenlerin ta kendileridir.

(Ankebut/47-52)

KUR’AN, GERÇEĞİ HER ŞEKLİYLE ANLATIR

  1. ayetteki “Ve ant olsun ki biz bu Kur’an’da insanlar için her örnekten evirip çevirmişizdir” ifadesi, Kur’an’da her şeyin detaylandırıldığı, enine boyuna işlendiği, konulmuş olan ilkelerin tümünün yararının ve zararının herkes tarafından kabul edilebilir makul ve mantıklı gerekçelerle açıklandığı anlamına gelmektedir.

Nitekim Kur’an’da Allah’ın varlığına ve birliğine, ahiretin gerçekliğine afak ve enfüsten binlerce delil getirilmiştir. Diğer taraftan Kur’an’daki kıssalarla da Nuh, Ad, Semud gibi kavimlerin; küfür ve azgınlıkta ileri giden Firavun gibi tiranların; Hud, Salih, Musa ve İsa gibi peygamberlerin nasıl her türlü belâlarla sınandığı haber verilmiş, böylece insanların bu kıssalarda yapılan açıklamaları tefekkür ederek Allah’ın yöntemini [Sünnetullah’ı] kavramaları ve olanlardan ders almaları istenmiştir. İnsanlar ise bütün bu açıklamalara, öğütlere rağmen küfürlerini devam ettirmişlerdir.

90-93Ve onlar, “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!”

94Ve insanlara yol gösterimi/Kur’ân gelince, kendilerinin iman etmelerine, sadece “Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?” demeleri engel olur.

95De ki: “Eğer yeryüzünde huzur içinde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette Biz onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik.”

96De ki: “Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. Şüphesiz O, kullarına, her şeyin iç yüzünü, gizli taraflarını iyi bilendir, en iyi görendir.

Bu ayet grubunda yalanlayıcıların yalanlama gerekçeleri ve ileri sürdükleri bahaneler açıklanarak aslında kendilerine mucizelerin en büyüğü gelmiş olan kâfirlerin kendi kafalarında geliştirdikleri mucize isteklerine ikinci kez cevap verilmektedir.

BEŞER’E GELEN ELÇİ BİR “İNSAN” OLMALIDIR

Kur’an’da verilen bilgilere göre, müşrikler gönderilen elçinin kendilerinden biri olmasını hazmedememişler ve bir insanın Allah’ın elçisi olabileceğini hiçbir zaman kabul etmemişlerdir.

Rabbimiz ise aynı cinsten olan yaratıkların birbirlerine daha meyyal olmaları sebebiyle insanlara gönderilecek elçilerin de insan olması gerektiğini açıklamıştır. 95. ayette yer alan “Eğer yeryüzünde sakin sakin yürüyen melekler olsaydı, Biz elbette onlara gökten melek bir peygamber gönderirdik” ifadesi, düşünüldüğünde herkesin rahatlıkla kabul edeceği bu türdeşlik ilkesini vurgulamaktadır.

  1. ayette geçen “yol gösterme” ifadesinden ise elçilerin “tebliğ” görevleri yanında “tebyinde bulunma” ve “nasihat etme” görevlerinin de bulunduğu anlaşılmaktadır. Buna göre peygamber, hem toplumunu kendisine vahyedilen ilkeler doğrultusunda eğiterek ıslah etmeye çalışmalı, hem de batıla giden yolları kapatmaya gayret göstermelidir. Bunu yaparken de tebliğ ettiği ilkeleri önce kendi hayatına uygulayarak toplum önünde canlı bir örnek oluşturmalıdır. Çünkü yapılan davetin yanlış anlaşılma ihtimali ancak bu davranış normlarına uyularak ortadan kaldırılabilir.

Açık bir gerçektir ki, insan topluluğu içinde bu tür görevler ancak yine bir insan tarafından başarılabilir. İnsanların içinde yaşayarak onlara vahyi aktarabilecek, karşılaştıkları hayat sorunlarına ortak olduğu için onlara rehberlik edip yaşayışlarını düzeltebilecek, yaşam tarzıyla örneklik ederek etrafındakileri yanlışlardan uzak tutabilecek bir elçinin de behemehal “insan” olması gerekmektedir. Şayet Allah insanlara bir “melek” elçi göndermiş olsaydı, onun yapabileceği tek şey sadece vahyi insanlara aktarmak olurdu. Bir “melek”le karşı karşıya kalan insanların ise ondan bilgi almaya asla güçleri yetmezdi.

Bu gibi nedenlerle Yüce Allah, insanları uyarmak ve onlara öğüt vermek üzere onlarla aynı şeyleri hisseden, onlarla aynı dili konuşan, onları her yönüyle anlayan ve tahammül derecelerini bilen birini, bir “insan”ı elçi olarak tayin etmiştir. Bu elçi, Allah’ın mesajını ilk uygulayan kişi olarak diğerlerine de örnek olmak suretiyle insanlara doğru yönü nasıl bulabileceklerini gösterecek, eğer insanlar takındıkları lakayt ve yanlış tutumu sürdürecek olurlarsa, onları kendilerini bekleyen felâket konusunda uyarıp dikkatlerini çekecektir.

Ne var ki, sağduyulu insanların kolayca ve gönül huzuruyla kabullenecekleri Allah’ın elçi göndermedeki bu yöntemi müşrikler tarafından hayretle karşılanmış, hem bizzat peygamberlik kurumu hem de peygamberin duyurduğu “yeniden dirilme” konusu akılsızca gerekçeler ileri sürülerek reddedilmiştir.

Elçilerin meleklerden olması beklentisine karşılık onların hep insanlardan seçildiği, Kur’an’da başka ayetlerde de konu edilmiştir:

7,8Ve inkâr etmiş olanlar: “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece o’nunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar: “Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz” da dediler.

20Biz, senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik. Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için saflaştırmak için sıkıntı malzemesi yaptık. –Sabrediyor musunuz!– Ve senin Rabbin çok iyi görendir.

(Furkan/7, 8, 20)

164Andolsun ki Allah, mü’minlere kendilerinden, onlara Kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.

(Âl-i Imran/164)

128Andolsun, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, sadece inananlara çok şefkatli, kolaylık sağlayan, çok merhametli bir elçi gelmiştir.

(Tövbe/128)

150,151Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Haram/ dokunulmaz eğitim-öğretim kurumu tarafına çevir. Ve siz, her nerede olsanız, insanlardan, –onlardan şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermem gibi, size olan nimetimi tamamlamam için ve doğru yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü onun tarafına çevirin. Artık onlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymayın, Bana saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyun.

(Bakara/151)

8Ve onlar, “Bu Peygamber’e bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer Biz, bir melek indirmiş olsaydık, iş, kesinlikle bitirilmiş olurdu. Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı.

9Eğer Biz, Peygamber’i bir melek yapsaydık, yine de o’nu bir adam şeklinde yapardık ve onlar yine düştükleri kuşkuya düşerlerdi.

(En’am/8, 9)

2İnsanları uyar ve inananlara Rableri nezdinde kesinlikle “kademe sıdk [hoş gelişler, mutlu yaşamlar] olduğunu müjdele diye kendilerinden, olgun bir adama vahyedişimiz onlara tuhaf mı geldi? Kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, “Hiç şüphesiz bu elçi/ bu kitap, kesinlikle apaçık büyüleyici sözler söyleyen bir bilgindir/göz boyayan etkili bilgilerdir” dediler.

(Yunus/2)

Elçinin kendi içlerinden biri olmasına başka kavimler de itiraz etmişlerdir:

23Semûd da o uyarıları yalanladı: “24,25Bizden bir tek insana mı, o’na mı uyacağız? Öyle yaparsak kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz, Öğüt; Kitap, aramızdan o’na mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır” dediler.

26Yarın onlar, çok yalancının, küstahın kim olduğunu bileceklerdir.

(Kamer/23-26)

6Bu cezalandırma, kendilerine elçileri açık deliller ile geldiğinde: “Bir beşer mi bize yol gösterecek?” deyip de küfretmeleri; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeye çalışmaları ve sırt çevirmeleri nedeniyledir. Allah, muhtaç olmadığını gösterdi. Allah zengindir, övülmeye en iyi lâyık olandır.

(Teğabün/6)

47Sonra da: “Bu ikisinin toplumları bize kulluk ederken biz, bizim benzerimiz olan bu iki beşere inanacak mıyız?” dediler.

(Müminun/47)

10Elçileri dedi ki: “Gökleri ve yeri yoktan yaratan, sizi günahlarınızı bağışlamak için çağıran ve belirlenmiş bir süre sonuna kadar sizi erteleyen Allah hakkında yetersiz bilgi mi var?” Onlar: “Siz sadece bizim gibi bir beşersiniz, bizi babalarımızın taptıklarından alıkoymak istiyorsunuz. O hâlde bize apaçık bir delil getirin!” dediler.

(İbrahim/10)

  1. ayetteki “Benim aramda ve sizin aranızda şahit olarak Allah yeter” ifadesi şu anlama gelmektedir: “Allah, benim sizi ıslah etmek için harcadığım tüm çabalardan ve sizin benim görevimi engellemek için harcadığınız tüm çabalardan haberdardır. O’nun şahitliği yeter, çünkü nihai hükmü O verecektir.”

Rabbimizin Kur’an’da gerek elçisinin şahsına yönelik itirazlar olarak gerekse müşriklerin değişik mucize beklentileri olarak ana hatları ile bildirdiği hususlar, aşağıdaki rivayetlerde bazı olaylar nakledilerek yer almıştır:

MUCİZE İSTEYENLER

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ebu Küreyb… İbn Abbâs’tan nakletti ki, o şöyle demiş: Bir gün güneş battıktan sonra Kâ’be’nin arkasında Rebîa’nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Harb oğlu Ebu Süfyân, Abdüddâr oğullarından bir adam, Esed oğullarının kardeşleri Ebu’1-Bahterî, Esed oğlu Muttalib oğlu Esved, Esved oğlu Zenı’a, Muğîre oğlu Velîd, Hişâm oğlu Ebu Cehil, Ebu Übeyy oğlu Abdullah, Halef oğlu Ümeyye, Vâil oğlu Âs, Sehm kabilesinden Haccâc’m iki oğlu Nübeyhâ ve Münebbih kendi aralarında toplandılar. Ve dediler ki: Muhammed’e bir heyet gönderin, onunla-konuşsun, tartışsın ve onu âciz bıraksın. Böylece sizin mazeretiniz kalmaz. Bunun üzerine Hz. Peygambere bir heyet gönderdiler ve “Kavminin eşrafı seninle konuşmak için toplandı” dediler. Rasûlullah (s.a.) hak yola girme konusunda onların durumunda bir şey [değişiklik] olduğunu zannederek koşa koşa geldi. Hz. Peygamber onların doğru yola gelmesini çok istiyor, seviyordu. Onların karşı çıkmaları kendisine zor geliyordu. Nihayet varıp yanlarına oturdu. Onlar dediler ki: “Ey Muhammed, biz seni bir daha mazeretimiz kalmasın diye çağırdık. Allah’a and olsun ki Araplardan kavmi arasına, senin kavminin arasına girdirdiğinden daha kötü bir şey girdiren kimseyi tanımıyoruz. Sen, babalara küfrettin, dini ayıpladın, rüyâları budalalıkla niteledin, tanrılara hakaret ettin ve topluluğu dağıttın. Seninle bizim aramızda olan her konuda işlemedik bir kötülük bırakmadın. Sen bu sözü getirmekle maksadın bir mal elde etmek ise, sana malımızdan toplayalım ve sen içimizde en çok malı olan kişi ol. Eğer maksadın aramızda şeref elde etmekse, seni başımıza efendi yapalım. Eğer kral olmak istiyorsan, üzerimize kral yapalım. Eğer senin gördüğünü söylediğin ve sana gelen şey bir cin ise -böyle olabilir-, o zaman seni iyileştirmek için tabip aramak için malımızı sarf edelim. Ve bu konuda seni mazûr sayalım.”

Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: “Sizin söylediklerinizden hiç biri yok bende. Size getirdiğim şeyi, ne malınızı istemek için, ne üstünüzde şeref elde etmek için, ne de kral olmak için getirdim. Yalnızca Allah Teâlâ beni size vekîl olarak gönderdi. Bana bir Kitap indirdi. Sizi müjdelememi ve uyarmamı emretti. Bunun üzerine ben de size, Rabbimin risâletini tebliğ ettim ve öğütte bulundum. Size getirdiğim şeyi kabul ederseniz; bu, sizin dünya ve âhirette payınıza düşen şeydir. Eğer reddederseniz; Allah’ın emri uyarınca sabrederim. En sonunda Allah benimle sizin aranızda hükmünü verir.” Ya da Rasûlullah (s.a.) buna benzer sözler söylemişti.

Onlar dediler ki: “Ey Muhammed; sana açıkladığımızı kabul etmezsen, bilmiş ol; artık insanlardan hiç birisi sana karşı diyar bakımından bizim yanımızda daha dar, mal bakımından daha az, geçim bakımından da daha sıkıntılı bir durumda olamaz. O zaman Rabbinden dile de -seni gönderdiği o şeyle gönderen Rabbinden- çevremizi bize daraltan şu dağları yürütsün ve ülkemizi düzeltsin. Orada tıpkı Irak’ta, Şam’da bulunan ırmaklar gibi ırmaklar kaynatsın. Atalarımızdan göçmüş olanları geri göndersin. Bize gönderecekleri arasında Kusayy İbn Kilâb da bulunsun. Çünkü o, doğru sözlü bir ihtiyardı. Senin dediğini ona soralım, bakalım doğru mu söylüyorsun, yoksa bâtıl mı? Eğer istediğimizi yaparsan ve onlar da seni doğrularlarsa, biz de artık seni tasdik ederiz. Senin Allah katındaki mertebeni kabul ederiz. Ve senin, dediğin gibi Allah’tan gönderilmiş bir elçi olduğuna inanırız.”

Rasûlullah (s.a.) onlara dedi ki: “Ben, bunun için peygamber olarak gönderilmedim. Ben, Allah katından bana verileni size getirmek üzere geldim. Ben, gönderildiğim risâleti size tebliğ ettim. Eğer kabul ederseniz; bu, sizin dünya ve âhiretteki nasîbinizdir. Eğer reddederseniz ben, Allah’ın emrine sabırla rızâ gösteririm. Tâ ki benimle sizin aranızda hükmünü versin.” Onlar dediler ki: “Eğer bu dediğimizi yapmazsan, kendini tut ve Rabbinden bize senin söylediğini doğrulayan bir melek göndermesini iste de biz ona senin için müracaat edelim. Yine Rabbinden iste de senin için bahçeler, köşkler, altın ve gümüşten hazîneler yapsın ve senin, aramakta olduğunu sandığımız şeylere ihtiyâcın kalmasın. Çünkü sen, çarşı pazarda duruyor ve bizim gibi geçim peşinde koşuyorsun. İşte o zaman senin Rabbin katında bir mevkiin olduğunu, üstünlüğün bulunduğunu öğreniriz. Şayet iddia ettiğin gibi bir rasûl isen…”

Rasûlullah (s.a.) onlara şöyle dedi: “Ben, bunu yapacak değilim. Ben, Rabbimden böyle şeyler isteyecek birisi değilim. Ve ben bunun için size peygamber olarak gönderilmedim. Allah beni müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. Size getirdiğimi kabul ederseniz, bu, sizin dünya ve âhiretteki nasîbinizdir. Eğer reddederseniz, ben Allah’ın emrine sabreder, rızâ gösteririm. Tâ ki benimle sizin aranızda hükmünü versin.”

Onlar dediler ki: “Öyleyse senin iddia ettiğin gibi, Rabbin her şeyi yapmaya muktedir ise bize göğü indir. Çünkü biz, bunu yapmadığın takdirde sana inanacak değiliz.” Rasûlullah (s.a.) onlara dedi ki: “Bu, Allah’a âit bir şeydir. İsterse sizin için öyle yapar.”

Onlar dediler ki: “Rabbinin, bizim seninle beraber oturacağımızı ve sana sormak istediğimiz şeyi soracağımızı, dilediğimiz şeyleri isteyeceğimizi bilmesine, sana gelip bizim müracaat edeceğimizi bildirmesine ve bu konuda getirdiğine inanmazsak bize ne yapacağını haber vermesine gelince: Duyduk ki bütün bunları sana Yemâme’de kendisine Rahman denilen bir adam bildiriyormuş. Doğrusu, Allah’a and olsun ki, biz, Rahmân’a ebediyyen inanmayız. Artık ey Muhammed, senin bize beyân edeceğin bir özrün yok. Allah’a and olsun ki, biz, senin bu yaptıklarına karşılık seni bırakacak değiliz. Ya sen bizi mahvedeceksin, ya da biz seni…” Onlardan bir kısmı da dediler ki: “Biz Allah’ın kızları olan meleklere ibâdet ederiz.” Bir başka grup da dedi ki: “Allah’ı melekleriyle beraber karşımıza getirmedikçe sana îmân etmeyiz.”

Onlar böyle deyince, Rasûlullah (s.a.) kalktı. Onunla beraber halası oğlu Abdullah İbn Ebu Ümeyye -ki, bu Abdülmuttalib’in kızı Atîke’nin oğluydu- kalktı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed, kavmin sana anlatacaklarını anlattı, sen onların anlattıklarından hiç birini kabul etmedin. Sonra kendileri için senden bazı şeyler istediler ki, bunlar vesilesiyle Allah katındaki makamını öğrensinler. Sen, bunu da yerine getirmedin. Sonra senden kendilerini korkuttuğun azabın çabucak gelmesini istediler. Allah’a and olsun ki, sen, göğe merdiven dayayıp yükselmedikçe ve ben de sen dönünceye kadar bekleyip sen beraberinde dört melekle birlikte söylediğine şahâdet eden yayılmış bir nüsha ile birlikte gelmedikçe sana ebediyyen îmân etmem. O melekler senin dediğine şehâdet etmelidirler. Allah’a yemîn ederim, eğer sen bunu yapmış da olsan, öyle sanıyorum ki, ben yine seni doğrulayacak değilim.” Sonra Hz. Peygamberin yanından ayrılıp gitti. Rasûlullah (s.a.) da onların yanından ayrılıp hüzün dolu olarak evine döndü. Çünkü kavmi kendini çağırdığı zaman, onların îmân edeceklerini ummuştu. Fakat onların îmândan uzaklaştıklarını görünce eseflendi, kederlendi.

Ziyâd b. Abdullah el-Bekkâî, İbn İshâk’tan bu rivayeti aynı şekilde nakleder. İbn îshâk der ki: “Bana bunu ilim ehlinden bir kısmı, Saîd b. Cübeyr ve İkrime kanalıyla Abdullah b. Abbâs’tan nakletti.” Sonra da aynı rivayeti zikreder. Allah Teâlâ, bu kâfirlerin toplanmış oldukları bu mecliste doğru yolu bulmak için o şeyleri gerçekten istemiş olsalardı, onların isteğini karşılardı. Ne var ki, onların bu isteklerini sırf küfür ve inat olsun diye istediklerini çok iyi bildiği için Rasûlüne şöyle demiştir: “Dilersen onların istediklerini sana veririz, ama bundan sonra da küfredecek olurlarsa, âlemlerde hiç bir kimseyi azaplandırmadığımız biçimde onları azaplandırırız. Ama dilersen onlar için tevbe ve rahmet kapısı açılır.” Hz. Peygamber “Hayır, onlar için tevbe ve rahmet kapısının açılmasını dilerim” dedi. Nitekim 59. âyette Abdullah b. Abbâs ve Zübeyr b. Avvâm’dan nakledilen hadîs geçmişti. Furkân sûresinde de şöyle buyrulur: “Şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor, sokaklarda geziyor? Ona beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya! Yahut kendisine bir hazîne verilseydi veya besleneceği bir bostanı olsaydı ya! Bu zâlimler, mü’minlere ‘sizin uyduğunuz sâdece büyülenmiş bir adamdır’ dediler. Sana nasıl misâller getirdiklerine bir bak! Onlar sapmışlardır, yol bulamazlar. Dilerse sana bunlardan daha iyi olan, içlerinden ırmaklar akan cennetler verebilen ve köşkler kurabilen Allah, yücelerin yücesidir. Zâten onlar kıyamet saatini da yalanladılar. O saatin geleceğini yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırlamışızdır” (Furkân/7-11). “Sen bize yerden bir kaynak fışkırtıncaya kadar sana asla inanmayacağız.” Bu ayet-i kerîme’deki “Yenbu’a” kelimesi “akan, göze” demektir. Onlar, Hicaz toprağında akan bir göze istiyorlardı. Gerçi bu, Allah için pek kolaydı. Dilerse onu yapar ve onların istediklerinin hepsine cevap verirdi. Ama Allah, buna rağmen onların doğru yola dönmeyeceklerini biliyordu. Nitekim Allah Teâlâ bu gibiler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Doğrusu, üzerlerine Rabbinizin sözü hak olanlar inanmazlar. Onlara her türlü âyet gelse bile. Elem verici azabı görünceye kadar” (Yûnus/ 96-97). Bir başka âyet-i celîle’de ise şöyle buyrulur: “Eğer Biz, onlara gerçekten melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, Allah dilemedikçe onlar yine de inanacak değillerdi. Fakat onların çoğu bunu bilmezler” (En’âm/111).

“Yahut iddia ettiğin gibi göğü üzerimize parça parça düşüresin. “Sen bize kıyamet günü göğün parçalanıp düşeceğini söylüyorsun. Etrafa yayılacağını bildirerek tehdit ediyorsun. Öyleyse bunu dünyada acele olarak yap ve parça parça göğü üzerimize indir. Bu ifâde onların: “Ey Allah’ımız! Eğer bu, gerçekten Senin katından ise bize gökten taş yağdır!” (Enfâl/32) kavli gibidir. Şuayb Aleyhisselâm’ın kavmi de ondan aynı şeyleri istemiş ve demişlerdi ki: “Eğer doğrulardan isen bizim üzerimize gökten bir parça indir” (Şuarâ/187). Bunun üzerine Allah Teâlâ onları, gölgelik günün azabıyla cezalandırmıştı. Doğrusu o günün azabı pek büyüktü. Âlemlere rahmet olarak gönderilen tevbe peygamberine gelince: O, bunların bekletilmesini ve kendilerine süre tanınmasını istemiştir. Belki Allah, onların soyundan Allah’a ibâdet edip şirk koşmayan bir nesil çıkarır diye. Gerçekten de böyle olmuştur. Çünkü yukarıda adı geçen o kişilerden bir kısmı daha sonra Müslüman olmuş ve İslâm’da güzel mertebelere ermişlerdir. Hattâ Hz. Peygambere o son sözü söyleyen Abdullah b. Ebu Ümeyye tamamen teslim olarak İslâm’a girmiş, Allah Azze ve Celle’ye dönmüştür. “Yahut da altından bir evin olsun!” Abdullah b. Abbâs, Mücâhid ve Katâde, burada geçen “zuhruf” kelimesinin altın anlamına geldiğini söylerler. Hattâ Abdullah b. Mes’ûd’un rivayetinde bu âyet şu şekilde okunur: “Veya göğe yükselesin. Biz sana bakıp dururken bir merdivenle göğe çıkasın.”[15]

 

97,98Ve Allah kime kılavuz olursa, işte o doğru yolu bulmuş olandır. Kimi de saptırırsa, artık bunlar için Allah’ın astlarından hiçbir yardımcı, koruyucu, yol gösterici yakın kimse bulamazsın. Ve Biz, onları kıyâmet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları hâlde, yüzleri üstü toplayacağız. Onların varacakları yer cehennemdir. Ne zaman ki cehennem dindi, onlara ateşi arttırırız. İşte bu, onların, âyetlerimizi/ alâmetlerimizi/ göstergelerimizi örtbas etmiş olmaları ve “Bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, biz yeni bir oluşturuluşla kesinlikle diriltilmiş mi olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır.

Bilindiği gibi, Rabbimiz rahmeti gereği kitap indirmiş, elçi göndermiş ve akıl gibi bir nimet verdiği insanı bıkıp usanmadan uyarmıştır. Allah’ın bu lütfuna rağmen sapıklık sergileyerek değişik üslûplarla evire çevire açıklanmış apaçık ayetleri inkâr edenler ise cezalarını mutlaka çekeceklerdir. İşte, daha evvel birçok ayette yer almış olan bu ilke, burada bir kez daha tekrarlanmaktadır.

Allah sadece kendi hidayetine ulaşmak isteyen kimseleri doğru yola ulaştırmakta, kendi hidayetinden sapmak isteyenlerin de sapıtmasına izin vermektedir. Allah’ın hidayet kapısını kapadığı kimseyi doğru yola getirmek ise hiç kimsenin gücü dâhilinde değildir. Çünkü inatçılığı ve sapıklıktaki ısrarı yüzünden hakkı görmeyen, duymayan, konuşmayan o kimseler hidayetten mahrum kılınmışlardır. Aslında bu tür insanların hidayetten mahrum kılınmaları bizzat kendi elleriyle işledikleri suçlar sebebiyledir. Ayetin bildirdiğine göre, bu kimseler dünyada kör, sağır ve dilsiz olarak yaşamayı tercih ettiklerinden dolayı kıyamet gününde de kör, sağır ve dilsiz olarak diriltileceklerdir.

26,27Şüphesiz Allah, bir sivrisineği, hatta daha daha küçük olan bir şeyi örnek vermekten çekinmez. İşte iman eden kimseler bilirler ki, şüphesiz o hakktır, Rablerindendir. Kâfirler; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimseler de artık, “Allah böyle bir örnek ile ne demek istedi?” derler. Allah, verdiği örneklerle birçoklarını şaşırtır, onunla birçoklarını kılavuzlar. Allah, onunla sadece, söz verip antlaştıktan sonra Allah’a verdikleri sözü bozan, Allah’ın birleştirmesini emrettiği şeyi; iman-amel ayrılmazlığını bozan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan hak yoldan çıkmış kimseleri şaşırtır. İşte bunlar, zarara uğrayanların ta kendileridir.

(Bakara 26, 27)

104Kesinlikle size Rabbinizden gözünüzü açacak, doğru yolu bulduracak bilgiler geldi. Artık kim hakkı görürse yararı kendisine, kim de körlük ederse zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinize bir bekçi değilim!”

(En’am/104)

29Ve de ki: “O gerçek, Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek reddetsin / inanmasın.” Şüphesiz Biz, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O, ne kötü bir içecektir! Dayanma/ sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür!

(Kehf/29)

29Şüphesiz bu, bir öğüttür. Artık dileyen kişi Rabbine doğru yol edinir.

(İnsan/29)

27,28Bu, âlemler için; sizden doğru gitmek isteyenler için öğütten başka bir şey değildir.

(Tekvir/27, 28)

171Ve kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişilerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyen şeylere çoban haykırışı/ karga haykırışı yapan kimsenin hâli gibidir; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden onlar akıl da etmezler.

(Bakara/171)

Ve Mülk/22, Kamer/48, Kehf/53, Furkan/12, 13.

99Onlar, gökleri ve yeri oluşturan Allah’ın, kendilerinin aynı olan insanları oluşturmaya da güç yetiren olduğunu ve onlar için şüphe edilmeyen bir süre sonu belirlemiş olduğunu da görmediler mi? İşte bu şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar, gerçeği örtmekden başka her şeyden kaçındılar/ hep gerçekleri örtmeye yöneldiler.

Bu ayette müşrikler, gökleri ve yeri yaratan Allah’ın yeniden yaratmaya da güç yetireceğini görmedikleri, düşünmedikleri için kınanmaktadır. Bu ifade aynı zamanda müşriklerin Allah inancına sahip olduklarını da göstermektedir. Ne var ki, bu inançları berrak, arı-duru olmadığı gibi, diğer inanç ilkeleriyle de uyumlu değildir. Bu durum başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

25Yine andolsun ki onlara: “Gökleri ve yeri kim oluşturdu?” diye sorsan, kesin “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Tüm övgüler, Allah’adır; başkası övülemez!” Aslında onların çoğu bilmezler.

(Lokman/25)

57Elbette göklerin ve yerin oluşturulması, insanların oluşturulmasından daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar.

(Mümin/57)

33Onlar, şüphesiz gökleri ve yeryüzünü oluşturan ve onları oluşturmakla yorulmamış olan Allah’ın ölüleri diriltmeye de güç yetiren olduğunu görmediler mi/ düşünemediler mi? Evet şüphesiz ki, O, her şeye gücü yetendir.

(Ahkâf/33)

81Gökleri ve yeri oluşturan, onlar gibilerini de oluşturmaya güç yetiren değil midir? Evet, elbette güç yetirendir! Ve O, çok çok mükemmel oluşturandır, çok iyi bilendir.

82Şüphesiz ki O, bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu/işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen oluverir.

83O hâlde her şeyin mülkiyet ve yönetimi Kendi elinde olan Allah, her türlü noksanlıklardan arınıktır. Siz de yalnız O’na döndürüleceksiniz.”

(Ya Sin/81-83)

100De ki: “Eğer siz, Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, harcanır tükenir endişesiyle kesinlikle elinizde tutar; kimseye bir şey vermezdiniz. Ve insan çok cimridir.”

Bu ayette, insanın fıtratında bulunan “cimrilik” özelliğine değinilmekte ve insanın evrene de sahip olsa yine eli sıkı davranacağı bildirilmektedir.

Gerçekten de insan cimridir, çünkü muhtaç olarak yaratılmıştır. Muhtaç olan bir varlık, ihtiyacını gidereceği şeyleri sever ve onları elinde tutmaya yönelir. İnsanın harcamaya kıydığı şeyler, daha çok kendisine gerekmediğini düşündüğü şeylerdir. Harcamayı göze aldığı bazı şeyler de vardır ki, bu şeyleri harcamakla çevresine gösteriş yapmayı; karşılığında da beğenilme, övülme, teşekkür gibi manevi hazlar elde etmeyi umar. Bu tarz harcamalar aslında harcananların yerine maddi veya manevî bir şeyler konmak için yapıldığından, insanın cömertliğini gösteren harcamalar sayılamaz. Cömertlik, bu dünyada hiçbir karşılık beklemeden harcama yapmaktır. Bu da insanın Allah için harcama yapması ve karşılığını sadece Allah’tan beklemesi demektir. Bu nedenledir ki, cömertlik mümin insanlara özgü bir ahlakî erdemdir. İnsanın fıtrî bir özelliği olan “cimrilik” ancak iyi bir iman terbiyesiyle azaltılıp cömertliğe dönüştürülebilir.

İnsanın fıtratından gelen cimrilik özelliği başka ayetlere de konu olmuştur:

53Yoksa onlar için dünya yönetiminden bir pay mı vardır. Eğer öyle olsaydı, insanlara bir hurma çekirdeğinin oyuğunu bile vermezlerdi.

(Nisa/53)

19-21Şüphesiz insan dayanıksız ve huysuz oluşturulmuştur; kendisine kötülük dokundu mu sızlanır. Kendisine hayır dokundu mu/ kendisi varlıklı kılındığında da küçük bir yardımı bile engeller.

(Mearic/19-21)

Konumuz olan ayet ayrıca 55. ayette peygamberlerle ilgili olarak “Allah’ın bazılarını bazıları üzerine fazlalıklı kılması” ifadesiyle belirtilen ilahî yasaya da bir gönderme içermektedir. Çünkü belirgin göstergelere rağmen bir kimsenin üstünlüğünü kabul etmemek de bir tür cimriliktir. Mekkeli müşrikler, somut delillerle ortaya çıkmış olan peygamberimizin elçiliğini reddetmiş, yani onun kendilerinden üstünlüğünü kabul etmeyerek cimrilik göstermişlerdir. Bu bakış açısı ile ayetin anlamı şöyle takdir edilebilir: “Bir başkasının üstünlüğünü kabul edemeyecek kadar cimri olan kimselerin, Allah’ın tüm hazinelerine sahip olsalar bile başkalarına harcama konusunda cömert olmaları beklenemez.”

101Ve andolsun Biz, Mûsâ’ya apaçık dokuz; birçok âyet [alâmet/gösterge] verdik –işte İsrâîloğulları’na soruver–. Hani Mûsâ, kendilerine geldi de Firavun o’na, “Ey Mûsâ! Ben senin büyülenmiş olduğunu kesinlikle biliyorum” demişti.

102Mûsâ dedi ki: “Sen kesinlikle bildin ki, âyetleri, birer ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi. Ve ben de senin yıkıma uğramışlığına kesinlikle inanıyorum.”

103Bunun üzerine Firavun, Mûsâ’yı ve İsrâîloğulları’nı Mısır’dan sürmek istedi de Biz, onu ve beraberindekilerin hepsini suda boğduk.

104Ve ondan sonra Biz İsrâîloğulları’na, “Bu topraklara siz yerleşin! Sonra âhirete dair verilen söz geldiği vakit, sizi toplayıp bir araya getireceğiz” dedik.

 

Bu ayetlerde, surenin girişindeki İsrailoğulları ile ilgili pasaja atıf yapılarak İsrailoğullarının tüm kıssaları çok kısa ve öz olarak hatırlatılmakta ve bu kıssalardan hisse çıkartılması istenmektedir. Bu ayet grubu ayrıca müşriklerin mucize taleplerine verilen üçüncü bir cevap konumundadır. Onlara sanki şunlar söylenmektedir: “İstediğiniz türden dokuz mucize, sizden önce Firavun ve yandaşlarına gösterilmişti. Onlar da aynı sizin gibi, elçiye “sihirlenmiş”, “mecnun” demişler ve Allah’ı aşikâre görmedikçe Musa’ya inanmayacaklarını söylemişlerdi. Gönderdiğimiz mucizeleri gördükten sonra da inkârlarına devam etmeleri ve Musa ile İsrailoğullarını yurtlarından çıkarmaya girişmeleri üzerine başlarına ne geldiğini biliyorsunuz. Eğer siz de böyle devam edecek olursanız, onlar gibi aynı akıbete uğrayacak, helâk edileceksiniz.”

Bu ayetlerde konu edilen Musa ile ilgili olayların detayı A’raf suresinin 103-162. ve Ta Ha suresinin 42-82. ayetlerinde yer almıştır.

  1. ayette geçen “dokuz” sayısı “adet” ifade etmek için kullanıldığı gibi, klâsik Arapçada tıpkı yedi, yetmiş, bin sayıları gibi çokluk belirtmek için de kullanılır. Dolayısıyla ayetteki ifade hem Musa peygambere “pek çok” ayet verildiği şeklinde hem de “dokuz adet” gösterge verildiği şeklinde anlaşılabilir.

MÛSÂ PEYGAMBERE VERİLEN DOKUZ MUCİZE:

  1. âyette zikredilen dokuz âyet ifadesindeki “dokuz” sayısını iki şekilde anlamak mümkündür:
  2. A) Çokluktan kinaye.

Zira İsrâîloğulları’na dokuzdan daha çok âyet/alâmet gösterilmiştir. Bunları şöyle özetleyebiliriz:

MUSA’DA TECELLİ EDEN AYETLER

PEYGAMBERLİK ÖNCESİ:

KÖTÜ BİR ORTAMDA DOĞUŞU

ANNESİNİN ONU SUYA BIRAKIŞI

FİRAVUN AİLESİNİN BULUŞU

ANNESİNİN SÜT ANNE YAPILIŞI

SARAYDA BÜYÜMESİ

CİNAYETİ VE CİNAYET NEDENİYLE MEDYENE KAÇIŞI

MEDYEN’DE EĞİTİMİ

MEDYENDEN AYRILIRKEN VAHYE MUHATAP OLUŞU

PEYGAMBERLİK DÖNEMİ:

İLK VAHY,

HARUNUN VEZİR OLARAK VERİLİŞİ

FİRAVUNA KORKARAK GİDİŞİ

FİRAVUNDAN ZARAR GELMEYİŞİ

BİLGİNLERİN DİZE GELİŞİ /İMAN EDİŞLERİ

FİRAVUNLA MÜCADELEDE, ARAF SURESİNDEN:

132Ve Firavun’un toplumu, “Sen bizi kendisiyle büyülemek için her ne alâmet/ gösterge getirsen de, biz sana inananlar değiliz” dediler.

133Biz de belirli aralıklarla âyetler olmak üzere üzerlerine tufanı, çekirgeleri, haşereleri, kurbağaları ve kanı gönderdik. Yine büyüklük tasladılar ve bir suçlular toplumu oldular.

134Ve ne zaman ki, bu azap üzerlerine çöktü: “Ey Mûsâ! Sana olan ahdi/ verdiği söz nedeniyle bizim için Rabbine dua et, eğer sen bizden bu cezayı kaldırırsan sana kesinlikle iman edeceğiz. Ve kesinlikle İsrâîloğulları’nı seninle birlikte göndereceğiz” dediler.

135Ne zaman ki, ulaşacakları belli bir süreye kadar onlardan cezayı kaldırdık, derhal sözlerinden cayıveriyorlar.

136Biz de, şüphesiz âyetlerimizi yalanladıkları ve onlardan gâfil olmaları nedeniyle onları cezalandırıp adaleti sağladık. Ve onları bol suda/ nehirde boğduk.

ÇIKIŞ SONRASI

NEHİRDEN GEÇİŞ

KITLIKTAN KURTULMA

ALTINA TAPIŞ

LEVHALARLA GELİŞ VS.

  1. B) Burada kastedilen Tevrât’taki on emirin dokuz âyette yazılı olmasıdır.

Yahudi Tevrât’ında iki ayrı emir cümlesi hâlinde zikredilen, “Karşımda başka ilâhların olmayacak” ifadesi ile “Kendin için oyma put yapmayacaksın” ifadesini Samiri Tevrât’ı tek emir cümlesi hâlinde toplamıştır. Böylece, “Komşunun evine tamah etmeyeceksin” de dahil, emirlerin sayısı, Yahudi nüshasında on, Samiri nüshasında ise dokuzdur.[16]

  1. ayet bize göre peygamberimizin Mekke’yi fethedeceği yönünde bir müjdeyi de içermektedir. Çünkü Mekke halkı da Firavun gibi peygamberimizi yurdundan çıkarmak istemektedir. 104. ayet Musa ve İsrailoğullarının çıkarılmak istendikleri topraklara yerleştirildiğini hatırlatarak aynı şeyin Mekkelilerin de başına gelebileceğini ihtar etmiş olmaktadır. Nitekim bu durum aynen gerçekleşmiştir.

105Ve Biz Kur’ân’ı sadece hak ile indirdik, o da sadece hak ile indi. Ve Biz seni yalnızca müjdeci ve uyarıcı olarak elçi yaptık.

106Ve Kur’ân’ı, Biz onu insanlara beklentilere göre öğrenip öğretesin diye parça parça ayırdık ve Biz onu indirdikçe indirdik!

Bu ayetlerde konu yine Kur’an’a getirilmiş ve Kur’an’ın Allah tarafından hakk ile indirildiği bildirilmiştir. “Hakk ile indirdik” ifadesi, Kur’an’da herhangi bir eksiklik veya fazlalık olmadığı, yani Kur’an’ın içine Allah’tan olmayan bir şeyin karışmasına izin verilmediği, Kur’an’ın korunduğu ve korunacağı anlamına gelmektedir. Kur’an’ın Allah’ın indirmesi olduğu, Nisa suresinde şöyle ifade edilmiştir:

166Fakat Allah, sana indirdiğine –ki onu Kendi bilgisiyle indirmiştir– şâhitlik eder. Tüm âyetler de şâhitlik ederler. Şâhit olarak da Allah yeter.

(Nisa/ 166)

Bu bildirimden sonra elçiye dönülmüş ve kendisinin yalnızca “müjdeci” ve “uyarıcı” olarak elçi yapıldığı hatırlatılarak ona Kur’an’ı nasıl tanıtması gerektiği öğretilmiştir. Buna göre, Kur’an, beklentiler doğrultusunda nasıl parça parça [necm, necm] indirildiyse, yararlı olabilmesi için yine parça parça [necm necm], karıştırılmadan, indirildiği sıra ile okunması ve anlatılması gerekmektedir.

  Kur’an insanların sorularına, isteklerine cevap verecek şekilde ve meydana gelen hâdiselere göre iniyor, böylece insanlar daha fazla basiret sahibi oluyorlardı. Çünkü olaylarla ve zihinlerdeki sorularla eş zamanlı bir iniş, Kur’an’ın fesahatine gaybden haber verme işini de ekliyor, Kur’an’ın getirdiği her cevapta, her çözümde, gerçekleri yaşayarak öğrendikleri için insanların görüşleri, bilgileri, düşünceleri daha fazla artıyordu.

32Kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler: “Kur’ân o’na bir defada topluca indirilmeli değil miydi?” de dediler. Biz, onu senin kalbine iyice yerleştirelim diye böyle parça parça indirdik. Ve Biz, onu tane tane/ birbirine karıştırmadan vahyettik.

33Onların sana getirdikleri her bir sorunda Biz kesinlikle sana hakkı ve en güzel açıklamayı getirmişizdir.

(Furkan/32, 33)

Kendine indirilmekte olan Kur’ân’ı da tebliğ ederken düzgünce düzene koy!

(Müzzemmil/ 4)

107, 108De ki: “Siz Kur’ân’a ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine bilgi verilenler; Kur’ân onlara okunduğunda onlar, boyun eğip teslimiyet göstererek çeneleri üstü kapanırlar. Ve “Rabbimiz her türlü kusurdan arınıktır. Rabbimizin vaadi kesinlikle gerçekleşecektir” derler.”

109Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve Kur’ân, onların saygılarını, alçak gönüllüğünü artırır.

Dikkat edilirse, 85. ayetten beri konu ekseni, -sudan bahaneler ileri sürerek mucize isteyen yalanlayıcılara verilen ikna edici cevaplar dışında- Kur’an olmuştur. Bu ayetlerde de hem o günün yalanlayıcılarına hem de tüm zamanların insanlarına seslenilmiş, Kur’an okunduğunda bilgi sahibi kişilerin cahiller gibi davranmadıkları, davranmayacakları ilân edilmiştir.

Rabbimizin “daha önce kendilerine ilim verilenler” şeklinde nitelediği bilgi sahipleri, Mücahid’den gelen bir nakle göre, peygamberimize indirilen ayetleri dinlediklerinde hemen secde edip yere kapanan Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Varaka b. Nevfel ve Abdullah b. Selâm adlarındaki bir Kitap ehli grubudur.[17]

“Daha önce kendilerine ilim verilen” bu grubun bu durumu ile 41. ve 82. ayetlerde Kur’an’ın içlerindeki nefreti artırdığı bildirilen Mekke müşriklerinin durumu karşılaştırıldığında şu sonuca ulaşılmaktadır: Kur’an, inkârcıların zulümlerini, bilgi sahiplerinin ise haşyetlerini arttırmaktadır.

Bilgi sahiplerinin Kur’an karşısında gösterdikleri duyarlılık Kur’an’da birçok kez ortaya konmuştur:

82Sen, kesinlikle iman eden kişilere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak, o Yahudileri ve o ortak koşan kimseleri bulursun. Ve kesinlikle iman eden kimselere sevgi bakımından en yakın olarak da, “Şüphesiz biz, Nasraniyiz/Hristiyanlarız” diyen kimseleri bulursun. Bu, kendi içlerinde keşişler ve rahipler olduğundan ve onlar büyüklük taslamadıklarından dolayıdır.

83,84Ve onlar, Elçi’ye indirilen Kur’ânı dinledikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar: “Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şâhitler ile birlikte yaz!” ve “Biz, Rabb’imizin bizi sâlihler toplumu ile birlikte girdirmesini umarken, Allah’a ve haktan bize gelen şeylere neden inanmayalım!” derler.

(Maide/82- 84)

113,114Hepsi bir değildirler. Kitap Ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir önderli topluluk vardır ki onlar, gecenin saatlerinde boyun eğip teslimiyet göstererek Allah’ın âyetlerini okurlar. Allah’a ve âhiret gününe inanırlar, herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emrederler, herkesçe kötülüğü kabul edilen şeylerden vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar, iyi insanlardandırlar.

115Ve onlar hayırdan ne işlerlerse asla saklanmayacaktır/ karşılıksız bırakılmayacaklardır. Ve Allah, Kendisinin koruması altına girmiş kişileri en iyi bilendir.

(Âl-i Imran/113-115)

199Şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah’a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene –Allah’a samimiyetle saygı duyanlar olarak– inananlar da vardır. Onlar, Allah’ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rableri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.

(Âl-i Imran/199)

10De ki: “Hiç düşündünüz mü? Eğer Kur’ân, Allah tarafından ise ve siz de onu bilerek reddetmişseniz, bununla birlikte İsrâîloğulları’ndan bir şâhit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa, siz de büyüklük tasladıysanız … Şüphesiz ki, Allah şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar topluluğuna kılavuzluk etmez.”

(Ahkaf/10)

114Ve O, size Kur’ân’ı ayrıntılı/hak-bâtıl ayrılmış olarak indirdiği hâlde, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?” Ve kendilerine Kitap verdiğimiz şu kişiler, Kur’ân’ın şüphesiz Rabbinden hak ile indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen onların bu kitabın Allah tarafından indirildiğini bildikleri hususunda sakın şüphecilerden olma.

(En’am/114)

52Sözden [vahiyden/Kur’ân’dan] önce kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler; onlar, Söz’e [vahye/Kur’ân’a] de inanırlar.

53Ve onlara o Söz [vahy/Kur’ân] okunduğu zaman onlar, “Biz, ona inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz, ondan önce müslüman olanlardık” dediler.

(Kasas/52, 53)

110De ki: “Allah diye çağırın veyahut Rahmân diye çağırın. Hangi şeyle çağırırsanız çağırın en güzel isimler sadece O’nundur. Salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmanı; toplumu aydınlatmaya çalışmanı] açıkça yapma, gizli; fısıldaşarak da yapma. Ve bu ikisi arasında bir yol ara.”

 

Bu ayet “De ki!” emri ile başladığına göre, birilerine cevap mahiyetindedir. Esab-ı nüzul nakillerinden biri, bu ayetin “Rahman”ın ne olduğunu bilmeyen müşriklerin “Muhammed hem yalnızca Allah’a kulluk edeceksiniz, yalvaracaksınız diyor, hem de kendisi ‘Ey Rahman!’ diye Allah’tan başkasına dua ediyor” demeleri üzerine indiğini, bir diğeri de “Tevrat’ta çokça geçen bir ismin Kur’an’da da geçtiğini görüyoruz” diyen ve bu isimle de “Rahman”ı kasteden Yahudilere cevap olarak indiğini kaydetmektedir.

Ancak ayet, birilerine cevap olmasının yanı sıra “Allah’a yönelirken sözcüklerin hiç öneminin olmadığı” anlamına da gelmektedir. Çünkü bütün güzel isimler Allah’ındır ve hangisiyle niyazda bulunulursa bulunulsun fark etmemektedir. Dolayısıyla “Allah” yerine, farklı dillerde olmak üzere Tanrı, Çalap, God, Huda, Yezdan denmesinde hiçbir mahzur yoktur. Böyle olmakla beraber, Kur’an’da örnek verilen duaların ekserisinde Allah “Rabb” sıfatı ile çağrılmıştır.

Esma-i Hüsna konusunda A’raf suresinin tahlilinde detaylı açıklama mevcut olup Allah’ın en güzel isimlerinden bir kısmı toplu olarak Haşr suresinde bildirilmiştir:

22O, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah’tır. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet edendir, engin merhamet sahibidir.

23O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah’tır. O, bütün kâinatın hükümdârı, tertemiz, her türlü kötülük ve eksiklikten uzak, her türlü kusurdan uzak; sapasağlam, güven veren, gözetici, koruyucu, doğrulayıcı ve güvenilir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, dilediğini zorla yaptıran, ulaşılmaz, azametli, ihtiyaçları gideren, işleri düzelten, derman veren, büyüklük ve ululukta tek olan; her şeyde ve her hâdisede büyüklüğünü gösterendir. Allah, onların ortak koştukları şeylerden arınıktır.

24O, oluşturan, kusursuz yaratan, her şeye şekil ve sûret veren Allah’tır. En güzel isimler O’nun içindir. Göklerde ve yeryüzünde olanlar O’nu noksan sıfatlardan arındırırlar. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.

(Haşr/22-24)

Ayetin son cümlesinde -her konuda olduğu gibi- “sosyal destek” konusunda da orta yolun tutulması emredilmekte; salâtın riyakârca yapılması da, korku sebebiyle terk edilmesi de istenmemektedir.

111Ve de ki: “Tüm övgüler, hiçbir çocuk edinmeyen, sahiplikte ve yönetimde kendisinin herhangi bir ortağı bulunmayan, düşkünlükten dolayı yardımcısı olmayan Allah’a özgüdür; başkası övülemez.” Ve Allah’ı ululadıkça ulula!

İlk ayetinde peygamberimizin elçiliğe atanmasının konu edildiği sure, elçiye yapılan bir görev bildirimi ile son bulmakta ve bu son ayette ondan “hamd”in Allah’a özgü olduğunu bir kez daha ilân etmesi ve O’nu yüceltebildiği kadar yüceltmesi istenmektedir.

“Mülkte kendisi için herhangi bir ortağı bulunmayan, düşkünlükten dolayı yardımcısı olmayan” şeklindeki açıklamayla hem geçmiş hem de çağdaş müşriklere gönderme yapılmıştır. Çünkü onlar, Allah’ın kendi mülkünü idare etmekte kendisine dost, vezir, müsteşar mahiyetinde Kutub, Kutbu’l-Aktap, Kavs, Kavs-ı A’zam gibi birtakım yardımcılar, temsilciler tayin ettiğine inanırlar. Bu inanç, mülkünü idare etmede Allah’ın güçsüz ve yardıma muhtaç olduğunu, dolayısıyla da ilâhlıkta kendisine destek olacak yaverlere ihtiyaç duyduğunu kabul etmeyi gerektirir.

Düşkünlükten dolayı yardımcısı olmayan ifadesi, ensarullah, evliyaüllah olan kulları onurlandırma ve imtihan amacına yöneliktir

Surenin son ayetindeki açıklama ile müşriklerin bu sapık inançları reddedilmiş, Allah’ın kendi mülkünü idare etmede ne çeşitli bölgelere yönetici yapacağı azizlere ne de çeşitli konularda yetki devredeceği ilâhlara ihtiyacı olmadığı mesajı verilerek tevhide vurgu yapılmıştır. Çünkü O, eşi ve benzeri bulunmayan, tek başına her şeyin yaratıcısı, yarattığı her şeyi ortağı veya destekçisi olmadan yönetmeye muktedir olandır.

Allah, doğrusunu en iyi bilendir.

[1] (Lisanü’l-Arab, c.8, s. 360, 361)

[2] (Lisanü’l-Arab, c.6, s. 494- 496)

[3] (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

[4] (İbn İshâk; Sîret)

[5] (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

[6] (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

[7] (İbn Cerir, İbn Kesir ve Kurtubî)

[8] (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

[9] (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

[10] (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

[11]            Tâcu’l-Arûs, c. 13, s. 560-561 ve Lisânu’l-Arab, c. 3, s. 398-399.

[12]            Lisânu’l-Arab, c. 5, s. 589.

[13]            Lisânu’l-Arab, c. 9, s. 31-32.

[14]            Lisânu’l-Arab, c. 8, s. 658-660.

[15] (Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, İbn-i Kesir, İbn-i Hişam; es-Siretü’n-Nebeviye, 1, 236-238)

[16]            Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, s. 104-105; HHT, Noseah Şomroni, Şemot, 20:10.

[17] Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)