55-EN’AM SURESİ
GİRİŞ
Adını 136, 138 ve 139. ayetlerde geçen “dört bacaklı, iki tırnaklı, geviş getiren ve ot yiyen hayvanlar” anlamındaki “الأنعام en’am” sözcüğünden alan sure, Mekke’de 55. sırada indiği kabul edilir. Ancak bazı kaynaklar surenin 20, 91, 94, 114 ve 151. ayetlerinin; bazı kaynaklar 91, 92 ve 98. ayetlerinin; Razi ise 20, 23, 91, 93, 114, 141, 151, 152 ve 153. ayetlerinin Medine’de indiğini ileri sürmüşlerdir.[1]
Buna karşılık, surenin bir defada indiğini ve peygamberimizin sureyi vahiy kâtiplerine topluca yazdırdığını kaydeden nakiller de mevcuttur.
Kendisinden önce inmiş tüm surelerin özeti durumundaki surenin ağırlık merkezini peygamberlik kurumu oluşturmaktadır. Surede ayrıca tevhit, adalet, öldükten sonra dirilme ve hesap verme konuları üzerinde de önemle durulmuş, o dönemin yanlış inanış ve anlayışları şiddetle reddedilmiştir.
MEAL:
1Tüm övgüler, gökleri ve yeri oluşturan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur; başkası övülemez. Sonra da Allah’ın ilâhlığını ve Rabliğini kabul etmeyen şu kişiler, bir şeyleri Rabblerine eşit / denk tutuyorlar.
2O, sizi bir balçıktan oluşturmuş olandır. Sonra “süre sonunu”u gerçekleştirmiştir. Ve adı belirlenmiş süre sonu, O’nun katındadır. Sonra siz hâlâ kuşkulanıp duruyorsunuz.
3Ve O, göklerdeki ve yerdeki Allah’tır. O, gizlinizi ve açığınızı bilir. Kazandığınız şeyleri de bilir.
4Onlarsa Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmeye görsün, kesinlikle ondan mesafelenip uzak durmuşlardır.
5Sonra da onlar, kendilerine hak gelince onu kesinlikle yalanladılar. Artık alaya aldıkları şeylerin önemli haberleri yakında kendilerine gelecektir.
6Görmediler mi ki Biz, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökyüzünü üzerlerine bereketlerle gönderip altlarında ırmaklar akıttığımız nice nesilleri değişime/yıkıma uğrattık. Biz onları, günahları sebebiyle değişime/yıkıma uğrattık ve onların sonrasından başka bir nesil oluşturduk.
7Ve Biz, eğer ki sana papirüste/kâğıtta yazılı bir kitap indirmiş olsak, onlar da ona elleriyle dokunsalardı, kesinlikle o kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kişiler “Bu, apaçık sihirden başka bir şey değildir” derlerdi.
8Ve onlar, “Bu Peygamber’e bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer Biz, bir melek indirmiş olsaydık, iş, kesinlikle bitirilmiş olurdu. Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı.
9Eğer Biz, Peygamber’i bir melek yapsaydık, yine de o’nu bir adam şeklinde yapardık ve onlar yine düştükleri kuşkuya düşerlerdi.
10Ve hiç kuşkusuz senden önce de elçiler ile alay edildi. Sonra da onlardan alay eden kişileri alay ettikleri şey kuşatıverdi.
11De ki: “Yeryüzünde dolaşın, sonra da yalanlayanların sonu nasıl olmuş bakın!”
12De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kim içindir?” De ki: “Allah içindir.” Allah, rahmeti Kendi zâtı üzerine yazmıştır. Sizi kesinlikle, kendisinde asla şüphe olmayan kıyâmet gününe toplayacaktır. Kendi kendilerini zarara sokan kimseler, işte onlar iman etmezler.
13Ve gecede, gündüzde barınan her şey O’nundur. O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
14De ki: “Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat Kendisi beslenmeyen Allah’tan başka yardım eden, koruyan, yol gösteren bir yakın mı edineyim?” De ki: “Ben İslâm kişilerin ilki olmakla emrolundum.” Ve sen sakın Allah’a ortak koşanlardan olma!
15De ki: “Ben kesinlikle, eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım.”
16Kim ki ortak koşmaktan/isyan etmekten döndürülürse, kuşkusuz Allah o gün, ona rahmet etmiştir. Ve işte bu, apaçık kurtuluştur.
17Ve eğer Allah, sana bir zarar dokundurursa, onu Kendisinden başka açacak yoktur. Ve eğer O, sana bir hayır dokundursa da kuşkusuz O, her şeye gücü yetendir.
18Ve O, kullarının üstünde/daha üstün olarak, isyân eden kimseleri kahredendir. Ve O, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır, her şeyin iç yüzünü/gizli taraflarını da iyi bilendir.
19De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi kendisiyle uyarayım diye bana bu Kur’ân vahyolundu. Allah’la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve kesinlikle ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.”
20Kendilerine Kitap verdiğimiz şu kimseler, Peygamber’i, kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler. Kendi nefislerini kayba uğratan şu kimseler, işte onlar iman etmezler.
21Ve Allah’a karşı yalan uydurandan veya âyetlerini yalanlayandan daha yanlış davranan; kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Hiç şüphe yok ki şirk koşarak yanlış davranan; kendi zararlarına iş yapan bu kimseler kurtuluşa eremezler.
22Ve o gün hepsini toplayacağız. Sonra Biz, ortak koşan kimselere: “Hani nerede o gerçeğe aykırı olarak inandığınız ortaklarınız?” diyeceğiz. 23Sonra, onların ateşlere atılmaları, “Rabbimiz, Allah’a kasem olsun ki ‘Biz ortak koşanlardan değildik’ demekten başka bir şey değildi.”
24Bak, kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediler! O uydurdukları şeyler de kendilerinden ayrılıp kayboldu.
25Onlardan sana kulak verenler vardır; oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına; kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık oluşturduk. Onlar, bütün alâmetleri/göstergeleri görseler de ona inanmazlar. Öyle ki, o kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek “Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir” derler.
26Ve onlar, ondan men ederler ve kendileri ondan uzak dururlar. Ve onlar bilinçsizce, yalnızca kendilerini değişime/yıkıma uğramaya sürüklüyorlar.
27Ve onların, ateşin üzerinde durduruldukları zaman, “Ah, ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık!” deyiverdiklerini bir görsen!
28Aksine, işin aslı daha önce gizleyip durdukları açığa çıktı. Geri çevrilselerdi yine yasaklandıkları şeye kesinlikle dönmüşlerdi. Evet onlar gerçekten yalancıdırlar.
29Ve onlar, “Şu bizim iğreti dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur, biz diriltilecek de değiliz” demişlerdi.
30Ve Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman onları bir görsen! Rableri: “Bu, bir gerçek değil miymiş?” der. Onlar: “Rabbimize yemin ederiz ki gerçektir” derler. Rableri: “Öyleyse küfretmiş; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olmanız nedeniyle azabı tadın!” der.
31Allah’a kavuşmayı yalanlayanlar, kesinlikle kayba/zarara uğrayıp acı çekmişlerdir. Kıyâmet anı ansızın gelince, onlar, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak diyecekler ki: “Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!” –Dikkat edin yüklenip durdukları/günahları ne kötüdür!–
32Ve basit dünya hayatı, sadece eğlence ve oyundur. Son yurt/Âhiret yurdu ise, Allah’ın koruması altına girenler için kesinlikle daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?
33Biz onların söylediklerinin seni kesinlikle üzdüğünü elbette biliyoruz. Ama onlar aslında seni yalanlamıyorlar; ama şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler Allah’ın âyetlerini bile bile reddediyorlar.
34Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah’ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki, sana, elçilerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir de.
35Ve eğer onların mesafeli durmaları sana ağır geldiyse, haydi gücün yetiyorsa yerin içinde bir delik, ya da gökte bir merdiven ara da onlara bir alâmet/gösterge getir! Allah dileseydi, kesinlikle onları doğru yol kılavuzu üzerinde toplardı. O hâlde sakın cahillerden olma!
36Ancak dinleyenler karşılık verir. Ölüleri; onları da Allah diriltir. Sonra yalnızca O’na döndürülürler.
37Ve onlar dediler ki: “Ona Rabbinden bir alâmet/gösterge indirilmeli değil miydi?” De ki: “Şüphesiz ki, Allah bir alâmet/gösterge indirmeye güç yetirendir, fakat onların çoğu bilmezler.”
38Ve yeryüzünde hiçbir irili-ufaklı kıpırdayan canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi önderli topluluklar olmasın. Biz Kitapta hiçbir şeyi noksan/yetersiz bırakmadık. Sonra onlar Rablerine toplanacaklardır.
39Âyetlerimizi yalanlayan şu kimseler de karanlıklar içindeki sağır ve dilsizlerdir. Her kim dilerse Allah onu şaşırtır, kim de dilerse onu doğru yol üzerine bırakır.
40De ki: “Kendinizi hiç düşündünüz mü, Allah’ın azabı size gelse veya kıyâmet vakti gelse, Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız? –Eğer doğru kimselerseniz.–
41Aslında yalnızca Allah’a yalvarırsınız da O, dilerse çağırdığınız şeyi kaldırır ve siz ortak koştuğunuz şeyleri ağzınıza almazsınız.
42Ve andolsun, senden önceki önderli toplumlara elçiler gönderdik de onları yalvarsınlar diye dayanılmaz zorluk; yoksulluk ve sıkıntılarla çeviriverdik.
43Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta oldukları şeyleri çekici gösterdi.
44Derken kendilerine hatırlatılanı terk ettiklerinde, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki, kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar, umutları suya düşenler oldular.
45Böylece şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluluğun kökü kesildi. –Ve tüm övgüler, âlemlerin Rabbi Allah’adır; başkası övülemez.–
46De ki: “Hiç düşündünüz mü, eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alır ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah’tan başka getirebilecek ilâh kimdir?” Bak, Biz âyetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra da onlar sırt çevirip engelliyorlar?
47De ki: “Kendinizi hiç düşündünüz mü, Allah’ın azabı size ansızın veya açıkça gelirse, şirk koşarak yanlış davrananlar; kendi zararlarına iş yapanlar toplumundan başkası mı değişime/yıkıma uğratılmış olur?”
48Ve Biz gönderilen elçileri, ancak müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere göndeririz: Artık kim iman eder ve düzeltirse, artık onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun olmayacaklar da.
49Âyetlerimizi yalanlayanlara da, yapmakta oldukları hak yoldan çıkışlar yüzünden azap dokunacaktır.
50De ki: “Ben size ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Görülmeyeni, duyulmayanı, geçmişi, geleceği de bilmem ben. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben yalnızca bana vahyedilene uyuyorum.” De ki: “Kör ile gören eşit olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?”
51Ve Rablerinin huzurunda toplanılacaklarından korkanları, Allah’ın koruması altına girmeleri için sana vahyedilenle uyar. Onların, O’nun astlarından yardım eden, yol gösteren, koruyan bir yakın kimseleri ve destekçileri, kayırıcıları yoktur.
52Ve Allah’ın rızasını dileyerek sabah-akşam; sürekli Rablerine dua eden kimseleri kovma! Onların hesabından sana hiçbir sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara hiçbir şey yoktur. Ki onları kovarsan yanlış; kendi zararlarına iş yapanlardan olursun!
53Ve Biz, “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu?!” desinler diye, onlardan bazısını bazısı ile böyle ateşlere sürükledik, imtihan ettik. Allah, kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenleri daha iyi bilen değil midir?
54Ve âyetlerimize inanan kimseler sana geldikleri zaman hemen: “Selâm olsun size! Rabbiniz rahmeti Kendi üzerine yazdı. Şüphesiz sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tevbe eder ve düzeltirse; şüphesiz ki Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir” de!
55Ve Biz âyetleri işte böyle ayrıntılı olarak açıklıyoruz. Ve suçluların yolu ortaya konsun/sana belli olsun diye.
56De ki: “Şüphesiz ki ben, sizin, Allah’ın astlarından yalvardıklarınıza kulluk etmekten yasaklandım.” De ki: “Ben, sizin boş iğreti arzularınıza uymam. Eğer uyarsam sapıtmış olurum ve ben, kılavuzlandığım doğru yola erenlerden olmamış olurum.”
57De ki: “Ben, Rabbimden apaçık bir delil üzerindeyim. Siz ise o delili yalanladınız. O çabuk gelmesini istediğiniz şey benim yanımda değildir, hüküm ancak Allah’a aittir, gerçeği O anlatır/gerçekleştirir ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır.”
58De ki: “Sizin çabuk gelmesini istediğiniz şey benim yanımda olsaydı, benimle sizin aranızdaki iş kesinlikle gerçekleşmiş gitmişti. Ve Allah, yanlış; kendi zararlarına iş yapanları en iyi bilendir.
59Görünmezin, duyulmazın, geçmişin, geleceğin anahtarları da yalnızca O’nun katındadır. O’ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın.
60Ve O, sizi geceleyin vefat ettiren; geçmişte yaptıklarınızı, yapmanız gerekirken yapmadıklarınızı bir bir hatırlattıran, gündüzün elde ettiğiniz şeyleri bilen, sonra adı konmuş süre sonunun gerçekleşmesi için sizi kaldırandır. Sonra dönüşünüz yalnızca O’nadır. Sonra O, yaptıklarınızı size haber verecektir.
61Ve Allah, kulları üzerinde hükümranlığı sürdürür ve O, sizin üzerinize koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksik-fazla yapmadan, onu vefat ettirirler; onlara geçmişte yaptıklarını, yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlatırlar. 62Sonra kendi gerçek Mevlâları Allah’a döndürülürler. Dikkatli olun, hüküm ancak O’nundur ve O, hesap görenlerin en süratlisidir.”
63De ki: “Siz, ‘bizi bundan kurtarırsa kesinlikle karşılığını ödeyenlerden olacağız’ diye gizli ve yakararak O’na yalvarıp dururken, karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?”
64De ki: “Sizi ondan ve her sıkıntıdan Allah kurtarır. Sonra da siz ortak koşarsınız. 114Ve O, size Kur’ân’ı ayrıntılı/hak-bâtıl ayrılmış olarak indirdiği hâlde, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?” Ve kendilerine Kitap verdiğimiz şu kişiler, Kur’ân’ın şüphesiz Rabbinden hak ile indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen onların bu kitabın Allah tarafından indirildiğini bildikleri hususunda sakın şüphecilerden olma.
65De ki: “O, üstünüzden ve ayaklarınızın altından azap göndermeye yahut sizi ayrılıkçı gruplara ayırıp kiminizin kiminize hıncını tattırmaya gücü yetendir.” Bak, onlar iyice anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl evirip çeviriyoruz/inceden inceye açıklıyoruz.
66Senin toplumun ise, azap/ Kur’ân/ âyetlerin iyice açıklanması, hak olmasına rağmen onu yalanladı. De ki: “Ben sizin üzerinize, işleri belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” biri değilim. 67Her önemli haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır, siz de yakında bileceksiniz. 104Kesinlikle size Rabbinizden gözünüzü açacak, doğru yolu bulduracak bilgiler geldi. Artık kim hakkı görürse yararı kendisine, kim de körlük ederse zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinize bir bekçi değilim!”
68Ve âyetlerimiz/ alâmetlerimiz/ göstergelerimiz hakkında boşa uğraşanları gördüğün zaman, onlar ondan başka söze dalıncaya kadar hemen onlardan uzak dur. Ve eğer şeytan bunu sana terk ettirse de, hatırladıktan sonra o şirk koşarak yanlış davrananlar; kendi zararlarına iş yapanlar topluluğu ile beraber oturma.
69Allah’ın koruması altına girmiş olan kişilere de o şirk koşarak yanlış davrananların; kendi zararlarına iş yapanların hesabından bir şey yoktur. Fakat Allah’ın koruması altına girmeleri için bir hatırlatma!
70Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş/ oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak ve Kur’ân ile hatırlat/öğüt ver: Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığıyla değişim ve yıkıma düşerse, onun için Allah’ın astlarından bir yardım eden, yol, gösteren koruyan bir yakın kimse ve destekçi, kayırıcı söz konusu olmaz. Suçuna karşı her türlü bedeli ödemeyi istese de ondan alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile değişime/yıkıma uğrayan kimselerdir. İyilikbilmezlik ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.
71,72De ki: “Allah’ın astlarından bize yarar sağlamayan ve zarar vermeyen şeylere mi yakaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, kendisinin ‘Bize gel!’ diye doğruya ve güzele çağıran arkadaşları varken şeytanların kendisini ayartıp yeryüzünde şaşkın dolaşır hâle getirdiği kimseler gibi gerisin geri mi döndürülelim?” De ki: “Şüphesiz Allah’ın doğru yolu, gerçek doğru yolun ta kendisidir. Ve biz âlemlerin Rabbi için Müslüman olmamızla ve salâtı; mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturunuz-ayakta tutunuz ve O’nun koruması altına giriniz’ diye emrolunduk. Ve Allah, sadece Kendisine toplanacağımız kimsedir.”
73Ve O, gökleri ve yeri hak ile oluşturandır. Ve O, “Ol!” dediği gün hemen oluverir. O’nun sözü haktır. Sûr’a üflendiği gün de mülk ancak O’nundur. O, gizliyi ve açığı bilendir. O, en iyi yasa koyandır, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır, her şeyin iç yüzünü/gizli taraflarını da iyi bilendir.
***
74Ve hani İbrâhîm, babası Azer’e, “Sen putları tanrılar mı ediniyorsun? Şüphesiz ben seni ve toplumunu apaçık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti.
75Ve Biz, kanıt elde etmesi ve kesin inananlardan olması için İbrâhîm’e göklerin ve yerin mülkiyeti ve yönetimini böylece gösteriyorduk.
76Bu nedenle İbrâhîm, üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü, “Bu, benim rabbimdir” dedi. Sonra yıldız batınca, “Ben batanları sevmem” dedi.
77Sonra ay’ı doğarken görünce de, “Bu, benim rabbimdir” dedi. O da batınca, “Andolsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar toplumundan olurum” dedi.
78,79Sonra güneşi doğarken görünce de, “Bu benim rabbimdir, bu daha büyük!” dedi. Sonra o da batınca, “Ey toplumum! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif; bâtıl inançlardan dönmüş biri olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi.
80-81Ve toplumu o’nunla tartıştı. İbrâhîm; “Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O’na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. –Ancak Rabbimin dilediği şey hariç.– Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünmez misiniz? Ve Allah, haklarında hiçbir güç-kuvvet indirmediği hâlde, siz O’na ortak koşmaktan korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha layıktır?” dedi.
82Şu iman edenler ve imanlarına yanlış; kendi zararlarına olan iş giydirmeyenler/ ortak koşma inancı karıştırmayanlar, işte onlar, güven kendilerinin olanlardır. Kılavuzlandıkları doğru yolu bulanlar da onlardır.
83Ve işte bunlar, toplumuna karşı İbrâhîm’e verdiğimiz kanıtımızdır. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz senin Rabbin en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/ sağlam yapandır, çok iyi bilendir.
84Ve Biz o’na İshâk’ı ve Ya‘kûb’u da bağışladık. Hepsine doğru yolu gösterdik. Daha önce de Nûh’a ve o’nun soyundan Dâvûd’a, Süleymân’a, Eyyûb’a, Yûsuf’a, Mûsâ’ya ve Hârûn’a da doğru yolu göstermiştik. Ve Biz güzellik-iyilik üretenlere böyle karşılık veririz.
85Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ ve İlyâs’a da doğru yolu gösterdik. Hepsi sâlihlerdendir.
86İsmâîl, Elyesâ, Yûnus ve Lût’a da doğru yolu gösterdik. Hepsini de Biz âlemlere fazlalıklı kıldık.
87Ve bunların babalarından, soylarından ve kardeşlerinden de fazlalıklı kıldık. Ve onları seçtik, doğru yola kılavuzladık.
88İşte bu, Allah’ın kılavuzluğudur. O, onunla kullarından dilediğine kılavuzluk eder. Ve eğer onlar ortak koşsalardı, kesinlikle yapmış oldukları şeyler boşa gitmişti.
89İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Şimdi bunlar, onlara inanmayacak olurlarsa, Biz kesinlikle bunu örtmeyecek/ buna inanacak bir toplumu, bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” yapmışızdır.
90İşte bunlar, Allah’ın kılavuz olduğu kimselerdir. Artık sen de onların kılavuzuna/vahye uy. De ki: “Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemlere bir öğüttür.”
91Ve onlar, “Allah, hiçbir beşere bir şey göndermemiştir” demekle, Allah’ı hakkıyla takdir edemediler/gereği gibi tanıyamadılar. De ki: “Mûsâ’nın insanlara aydınlık ve kılavuz olmak üzere getirdiği, sizin parça parça yazı malzemeleri yaptığınız, bir kısmını belli ettiğiniz, birçoğunu gizlediğiniz; siz ve babalarınızın, sayesinde bilmediğiniz birçok şeyleri öğrendiğiniz Kitab’ı kim indirdi?” Sen, de ki: “Allah!” Sonra onları boş uğraşlarında oynar hâlde bırak.
92İşte bu da Bizim Anakent’i ve yanı başındaki kişileri uyarman için indirdiğimiz, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı, bolluk dolu bir Kitaptır. Âhirete inananlar ona da inanırlar ve onlar salâtlarına [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma: toplumu aydınlatma kurumlarına] da koruyucudurlar.
93Ve Allah’a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı hâlde “Bana vahyolundu” diyenden ve “Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha yanlış; kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseleri ölümün şiddetleri içindeyken, görevli güçler de onlara ellerini uzatmış, “Canlarınızı çıkarın. Bugün, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve O’nun âyetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” derlerken bir görsen!
94Ve andolsun ki siz, sizi ilk defa oluşturduğumuz zamanki gibi yapayalnız/ teker teker Bize geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Ve içinizde kendilerinin ortaklar olduğuna inandığınız sözde destekçilerinizi sizinle beraber görmüyoruz. Andolsun aranızda kesilme/kopukluk olmuş ve yanlış inandığınız şeyler kaybolmuştur.
95Şüphesiz ki Allah, taneyi ve çekirdeği yarıp çıkarandır: Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır. İşte Allah! Nasıl da döndürülüyorsunuz?
96Tan yerini yarıp çıkarandır. Geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ay’ı hesap ile yapmıştır. Bu, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, çok iyi bilenin belirlemesidir, ayarlamasıdır.
97Ve Allah, kara ve denizin karanlıklarında kendisiyle kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız diye yıldızları sizin için tanıtandır. Şüphesiz Biz, bilen bir toplum için âyetleri ayrıntılı olarak açıkladık.
98Ve O, sizi bir tek benlikten inşa edendir. Sonra da bir karar yeri ve emanet yeri… –Biz kesinlikle âyetleri, iyi anlayan bir toplum için ayrıntılı olarak açıkladık.–
99Ve Allah, gökten suyu indirendir. Böylece Biz onunla her şeyin bitkilerini çıkardık. Ondan da birbirine benzeyen ve birbirine benzemeyen birbiri üzerine binmiş taneler; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımları, üzümden bağları, zeytini ve narı çıkardığımız filizi çıkardık. Bunlar meyvelendikleri zaman meyvelerine ve olgunlaşmasına bakın! İşte bunlarda kesinlikle inanan bir toplum için alâmetler/göstergeler vardır.
100Ve onlar, görünmez güç ve varlıkları Allah’a ortaklar kıldılar. Hâlbuki onları O oluşturmuştur. Bilgileri olmadan da oğullar, kızlar uydurdular. –O’nun şanı onların nitelediği şeylerden arınık ve yücedir.– 101O, gökleri ve yeri yoktan var edendir. O’nun sahibesi/eşi olmadığı hâlde, nasıl olur da O’nun çocuğu olur? Ve O, her şeyi oluşturmuştur. Ve O, her şeyi en iyi bilendir.
102İşte Rabbiniz Allah! O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin oluşturucusudur. Öyleyse, O’na kulluk edin. O, herşey üzerine belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayandır.
103Gözler O’na erişemez, O ise gözlere erişir; O, çok armağan sahibidir, her şeyden haberlidir.
105İşte böylece Biz, sana, “Sen ders görmüşsün/ bunları bir yerlerden okuyup öğrenmişsin” desinler ve bilgilenip duran toplum için açığa koyalım diye âyetleri evirip çeviriyoruz/geniş geniş açıklıyoruz.
106,107Sen Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Rabbinden sana vahyedilene uy. Ortak koşanlardan da mesafeli dur. Ve eğer Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz, seni onlar üzerine bir bekçi yapmadık, sen onlar üzerine işleri belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan biri de değilsin!
108Ve onların Allah’ın astlarından yalvardıkları kimselere sövmeyin ki, onlar da bilgisizce, aşırı giderek Allah’a sövmesinler. Biz, her önderli topluma yaptıkları işi işte böyle süsledik. Sonra da onların dönüşü Rablerinedir. Sonra O, onlara ne yaptıklarını haber verir.
109Ve ortak koşanlar, kendilerine bir alâmet/gösterge gelirse, ona kesinlikle iman edeceklerine dair en ağır yeminleriyle Allah’a yemin ettiler. De ki: “Alâmetler/ göstergeler ancak Allah katındadır.” Onlara alâmetler/ göstergeler geldiğinde de iman etmeyeceklerini anlamıyor musunuz?
110Ve Biz, onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz. Ve Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın olarak bırakırız.
111Ve eğer Biz, şüphesiz onlara birtakım güçler indirseydik, onlara ölüler söz söyleseydi ve her şeyi karşılarına toplasaydık, –Allah’ın dilemesi dışında– yine inanmayacaklardı. Velâkin onların çoğu cahillik ediyorlar.
112,113Böylece Biz, her peygamber için gizli-açık şeytanlarını düşman yaptık: Ki dünya malına aldanmaktan dolayı, âhirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan hoşnut olsun ve yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü gizlice telkinde bulunur/fısıldar. –Ve şâyet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve uydurdukları şeyleri bırak!–
115Ve Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek biri yoktur. O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
116Ve eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece “zann”a uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar.
117Şüphesiz ki senin Rabbin, Kendi yolundan kimlerin saptığını en iyi bilenin ta kendisidir. Ve O, kılavuzlandıkları doğru yolda olanları daha iyi bilendir.
124Ve onlara bir âyet geldiği zaman, “Allah’ın elçilerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla inanmayacağız” dediler. Allah elçilik görevini nereye vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, çevirdikleri hilelerinden dolayı Allah katında bir aşağılık ve çetin bir azap dokunacaktır.
125Ve sonra, Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslâm için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse onun göğsünü aşırı sıkıntılı hale getirir ki, sanki o, göğe yükseliyormuş gibi olur. İşte böyle, Allah, pisliği [zarar, azap veren şeyleri] iman etmeyenlerin üzerine bırakır/atar.
***
119Ve size ne oluyor da, Kendisi size, mecbur kalmanızın dışında haram olan şeyleri genişçe açıklamış olduğu hâlde Allah’ın adı anılanlardan yemiyorsunuz? Ve şüphesiz birçokları bilmeden keyiflerine uyarak saptırıyorlar. Şüphesiz ki, senin Rabbin, sınırı aşanları çok iyi bilenin ta kendisidir.
120Zaman kaybına neden olan şeylerin/ Hayırda ağırda almanın/ Zarar vermenin/ Kusur oluşturmanın açığını ve gizlisini terk edin! Şüphesiz Zaman kaybına neden olan şeyleri/ Hayırda ağırda almayı/ Zarar vermeyi/ Kusur oluşturmayı kazanan kimseler, kazanmış oldukları şeyler sebebiyle cezalandırılacaklardır.
121Ve üzerine Allah’ın adı anılmayan şeylerden yemeyin. Ve şüphesiz o, tam bir yoldan çıkıştır. Ve şüphesiz şeytanlar kendi yakın kimselerine sizinle mücâdele etmeleri için gizlice telkinde bulunurlar. Ve eğer onlara boyun eğerseniz şüphesiz siz ortak koşan kimseler oldunuz demektir.
122Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nûr verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte, kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere yapmakta oldukları böyle ‘süslü ve çekici’ gösterilmiştir.
123Ve Biz böylece, her kentte ileri gelenleri, orada hileler çevirsinler diye oranın suçluları yaptık. Hâlbuki bunlar, kötülüğü yalnızca kendilerine yapıyorlar da farkına varmıyorlar.
126Ve işte bu, dosdoğru olarak Rabbinin yoludur. Kesinlikle Biz, hatırlayıp öğüt alan bir topluluk için âyetleri geniş bir şekilde açıkladık.
127İşlemiş oldukları şeyler nedeniyle Rableri katındaki huzur, güvenlik ve esenlik yurdu yalnızca onlarındır. Ve Rableri, onların yardımcısı, yol göstericisi, koruyucusudur.
128Ve Allah, onların hepsini topladığı gün: “Ey gizli düşman topluluğu! Kesinlikle bu insanlardan çoğalttınız!…”
İnsanlardan onların yakınları da, “Rabbimiz! Biz birbirimizden kazanç sağladık. Sonunda biz, bizim için vakitlendirdiğin süremizin sonuna ulaştık” derler. Allah, “Ateş, sizin durağınızdır. Orada, Allah’ın dilemesi hariç, sonsuz olarak kalacaksınız” der. Şüphesiz Rabbin en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan, en iyi bilendir.
129Ve işte Biz böylece, kazandıkları günahlardan dolayı yanlış; kendi zararlarına iş yapanların bir kısmını, diğer bir kısmına yakınlaştırırız.
130Ey gizli, âşikar, geleceğin, bugünün insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi uyaran kendinizden elçiler gelmedi mi? Onlar, “Kendi aleyhimize şâhitiz” dediler. Basit dünya yaşamı onları aldattı ve onlar kendilerinin kesinlikle kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin ta kendisi olduklarına şâhitlik ettiler.
131İşte bu; Rabbinin, halkı ilgisiz, bilgisiz iken, ülkeleri haksız yere değiştiren/yıkıma uğratan biri olmayışıdır.
132Ve hepsi için yaptıklarına göre dereceler vardır. Ve senin Rabbin onların yaptıklarından gafil/duyarsız değildir.
133Ve senin Rabbin, çok zengindir/hiçbir şeye muhtaç değildir, merhamet sahibidir. Sizi, başka toplumların soyundan getirdiği gibi, dilerse, sizi de yok eder ve sizden sonra yerinize dilediğini getirir.
134Şüphesiz sizin vaat olunduğunuz şeyler kesinlikle gelecektir. Ve siz, bunu engelleyecek birileri değilsiniz.
135De ki: “Ey toplumum! Gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın, Şüphesiz ben de yapıyorum. Yakında Yurt’un sonunun kim için olduğunu bileceksiniz. Şüphesiz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar kurtuluşa eremezler.”
***
136Ve onlar, Allah’ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah’a bir pay ayırdılar da kendi sapık inançlarına göre, “Bu, Allah için; şu da ortaklarımız içindir” dediler. İşte, ortakları için olan pay Allah’a ulaşmaz, Allah için olan şey ortaklarına ulaşır. Verdikleri hüküm ne kötüdür!
138Ve onlar, yanlış inanışları sebebiyle, “Bunlar, dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar sırtları yasaklanmış hayvanlardır” dediler. Ve bir kısım hayvanları Allah’a yalan uydurarak üzerlerine O’nun adını anmazlar. Allah, onları iftira ettikleri şeyler sebebiyle cezalandıracaktır.
139Ve onlar, “Bu hayvanların karınlarındakiler sadece erkeklerimize ait olup kadınlarımıza haramdır. Eğer ölü olursa o zaman onlar onda ortaklardır” dediler. Allah, onların nitelemelerini onlara ceza olarak verecektir. Şüphesiz O, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır, çok iyi bilendir.
137Ve onların ortakları, kendilerini mahvetsinler ve dinlerini karıştırıp bozsunlar diye ortak koşanların çoğuna, yük, utanç nedeni ve ilâhlara kurban edilmesi gerekçeleriyle, çocuklarını öldürmeyi güzel gösterdi. Ve Allah dileseydi bunu yapmazlardı. O hâlde onları ve onların uydurdukları şeyleri bırak!
140Bilgisizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah’ın kendilerine verdiği rızkı, Allah’a iftira ederek haram kılanlar kesinlikle zarara uğradılar. Onlar, kesinlikle sapmışlardır ve onlar kılavuzlandıkları doğru yola ermiş kimseler değillerdir.
141Ve Allah, asmalı ve asmasız bahçeleri, hurmaları, ürünleri çeşit çeşit ekinleri, zeytinleri ve narları, birbirine benzer ve benzemez biçimde inşa edendir. Meyve verince meyvesinden yiyin, hasat günü de onun hakkını verin ve onun hakkından eksiltme yapmayın. Şüphesiz Allah, hakkta eksiltme yapanları sevmez.
142Ve O, hayvanlardan yük taşıyanları, döşek yapılanları inşa edendir. Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden yiyin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.
143Sekiz eş: Koyundan iki, keçiden de iki. De ki: “Allah, iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinin sarıp bürüdüğünü; yavruları mı? Eğer doğrular iseniz bana ilme dayanarak haber verin.”
144Ve deveden iki, sığırdan da iki … De ki: “Allah, iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin yavrularını mı? Yoksa Allah’ın size böyle bir yükümlülük ulaştırdığında O’nun yanında mıydınız?” Böyle hiçbir bilgiye dayanmadan, insanları saptırmak için, Allah’a karşı yalan uyduran kimseden daha yanlış; kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Şüphesiz Allah, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler topluluğuna kılavuz olmaz.
145De ki: “Bana vahyolunanda, onları yiyen için, leş veya akıtılmış kan yahut domuzun eti –ki şüphesiz domuzun eti kirlidir, rahatsızlık vericidir– yahut Allah’tan başkası için tahsis edilmiş; bir hak yol dışına çıkış gösterimi olan hariç, haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Artık kim çaresiz kalırsa, taşkınlık yapmamak ve zaruret sınırını aşmamak üzere bunlardan yiyebilir.” İşte şüphesiz senin Rabbin çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
118Artık, eğer Allah’ın âyetlerine iman edenler iseniz, üzerine Allah’ın adı anılanlardan yiyin.
146Ve Biz Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşınan, ya da kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun yağlarını da onlara haram ettik. Bu, saldırganlıkları yüzünden Bizim onları cezalandırışımızdır. Ve Biz, elbette doğrularız.
147Artık eğer seni yalanladılarsa, hemen de ki: “Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. Ve O’nun azabı suçlular toplumundan geri çevrilmez.”
148Allah’a ortak koşan kimseler diyecekler ki: “Allah dileseydi biz ortak koşmazdık, atalarımız da ortak koşmazlardı, hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan önce yalanlayanlar da azabımızı tadıncaya kadar işte böyleydi. De ki: “Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.”
***
149De ki: “İşte, en kesin ve üstün delil, Allah’ındır. O nedenle eğer Allah dileseydi, elbette hepinize kılavuz olurdu.”
150De ki: “Haydi, Allah bunu kesinlikle haram etti diye tanıklık edecek şâhitlerinizi getirin.” Buna rağmen eğer onlar şâhitlik ederlerse de sen onlarla beraber şâhitlik etme. Âyetlerimi yalanlayan ve âhirete inanmayan kimselerin boş iğreti arzularına da uyma. Ve onlar, Rablerine denk tutmaktadırlar.
151De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri tabulaştırdığını; dokunulmaz kıldığını okuyayım:
‘Kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızı,
ana babaya iyilik yapmanızı- güzel davranmanızı,
fakirlik endişesiyle / fakirleştiriliriz korkusuyla çocuklarınızı öldürmemenizi, – Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz.-
kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmamanızı,
haksız yere, Allah’ın haram kıldığı nefsi öldürmemenizi, -İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.-
152Yetimin malına da yaklaşmamanızı, –Yalnız erginlik çağına erişinceye kadar en güzel biçimde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz.-
ölçüyü, tartıyı hakkaniyetle tastamam yapmanızı, -Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile; kapasitesi dışındaki bir şeyle yükümlü tutmayız.-
söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olmanızı
ve Allah’a verdiğiniz sözü tastamam tutmanızı.’ -İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye Allah’ın size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.-”
153Ve şüphesiz ki, bu, dosdoğru olarak Benim yolumdur. Hemen ona uyun. Ve başka yollara uymayın da sizi O’nun yolundan ayırmasın. İşte bunlar, Allah’ın koruması altına girersiniz diye Allah’ın size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.
154Sonra Biz, Rablerine kavuşacaklarına inansınlar diye iyilik-güzellik üretenlere tamam olarak, her şeyi genişçe açıklamak ve kılavuz ve rahmet olmak üzere Mûsâ’ya Kitab’ı verdik.
155-157Ve Kur’ân kiminiz, “Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa; Yahudi ve Hristiyanlara indirildi; biz ise, o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk” kiminiz de “Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz diye Bizim indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. O nedenle, rahmet olunmanız için ona uyun ve Allah’ın koruması altına girin. İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah’ın âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha yanlış, kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız.
158Meleklerin gelmesinden yahut Rabbinin gelmesinden, ya da Rabbinin bazı alâmetlerinin/ göstergelerinin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? Rabbinin alâmetlerinden/ göstergelerinden bazısı geldiği gün, daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir yarar sağlamaz. De ki: “Bekleyiniz; şüphesiz biz de bekleyicileriz.”
159Şüphesiz dinlerini parça parça edip grup grup olan şu kimseler; sen hiçbir şekil ve davranışça onlardan değilsin. Şüphesiz onların işi Allah’adır. Sonra Allah, onlara yapmakta oldukları şeyleri haber verecektir.
160Kim iyilik getirirse, artık ona getirdiğinin on misli vardır. Kim de kötülük getirirse, artık o, sadece onun misliyle cezalandırılır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.
161De ki: “Şüphesiz Rabbim, beni doğru yola kılavuzladı; dimdik ayakta duran bir dine, şirkten, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten dönmüş olan İbrâhîm’in dinine, yaşam tarzına. İbrâhîm, ortak koşanlardan olmamıştı.”
162,163De ki: “Benim salâtım [mâlî yönden ve destek olmam; toplumu aydınlatmak için çalışmam], kulluğum; her türlü ibadetim, hayatım ve ölümüm sadece Kendisinin ortağı olmayan âlemlerin Rabbi Allah içindir. Ve ben böyle emrolundum, ben Müslümanların da ilkiyim.”
164,165De ki: “Allah her şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka Rabb mi arayayım?” Her kişinin kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra sadece Rabbinizedir dönüşünüz. Böylece Allah, ayrılığa düştüğünüz şeyi size haber verecektir. Ve O, sizi yeryüzünde gidenlerin yerine getirilenler yapan, verdikleriyle sizi sınamak için, kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
TAHLİL:
1Tüm övgüler, gökleri ve yeri oluşturan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur; başkası övülemez. Sonra da Allah’ın ilâhlığını ve Rabliğini kabul etmeyen şu kişiler, bir şeyleri Rabblerine eşit / denk tutuyorlar.
Sure, “hamd”in [tüm övgülerin] Allah’a ait olduğu, allah’ıın dışında hamde layık kimsenin bulunmadığı; dolayısıyle de sadece Allah’a hamdedilmesi gerçeğinin ilanıyla başlamış ve hemen arkasından Allah’ı başkaları ile denk, eşit tutan kâfirler kınanmıştır.
Hamd edenlerin kime hamd etmesi gerektiğini bildiren cümlede geçen “gökleri ve yeri yaratan” ifadesinden; göklerin direksiz yükseltmiş olması, Güneş, Ay ve milyarlarca yıldızdan oluşan bu sistemde herhangi bir bozukluk ve düzensizliğin bulunmaması, üzerinde sayısız canlı ve cansız şey yaratılmış olan yeryüzünde sağlam kazık şeklinde dağlar oluşturulması, yollar açılması, nehirler akıtılması, denizler var edilmesi gibi Yüce Allah’ın sayılamayacak kadar çok ayetlerinin tümü anlaşılmalıdır. Yani, bir kısmı önceki surelerde bulunan, bir kısmı da ilerideki surelerde gelecek olan yüzlerce ayette yer alan işaretlerin, mucizelerin tümü dikkate alınmalıdır.
Burada “karanlıklar” ve “nur [ışık]” kavramları hakiki anlamlarıyla değil, mecâzi anlamlarıyla konu edilmiştir. Zira hakiki anlamdaki karanlık “ışığın yokluğu” demek olup “karanlıklar” şeklinde çoğul olarak zikredilmez. Ayette “karanlıklar” sözcüğünün çoğul, “nur [ışık]” sözcüğünün ise tekil olarak yer almasının sebebi, “nur”un [ışığın] Kur’an’ı simgelediği için tek olması, “karanlıklar”ın ise İblis’ten, şeytandan, düşmandan, kısacası cehaletten kaynaklanan küfür, şirk, nifak gibi birçok çeşidinin bulunmasıdır. Yani, “nur” Allah’ın vahyidir, Kur’an’dır, “hakk”tır ve tektir; buna karşılık karanlık, batıl ise birçoktur ve bu yüzden ayette “ ظلمات zulumat [karanlıklar]” olarak ifade edilmiştir. Bunun başka bir örneği Bakara suresinde geçmektedir:
257Allah, inananların yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınıdır; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimselere gelince; onların yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınları tâğûttur ki kendilerini aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Bunlar, cehennem ashâbıdır. Onlar, orada sürekli kalıcıdırlar.
(Bakara/257)
2O, sizi bir balçıktan oluşturmuş olandır. Sonra “süre sonunu”u gerçekleştirmiştir. Ve adı belirlenmiş süre sonu, O’nun katındadır. Sonra siz hâlâ kuşkulanıp duruyorsunuz.
İnsanın dünü, bugünü ve yarınına değinilen bu ayette, ilk yaratılışın “madde”den olduğu, her insan için bir süre belirlendiği, belirlenen bu sürenin bilgisinin sadece Allah’ın katında olduğu ve hiç kimse tarafından bilinemeyeceği bildirilmektedir. Ayetin son kısmında, tüm bu gerçeklere rağmen hâlâ kuşkulanan insanlar olduğu ifade edilerek bu insanlar kınanmaktadır.
Ayette birkaç kez geçen “ ثمّsonra” edatı zamanda değil, kelamda [sözün akışında] sonralığı ifade etmektedir. Bu nedenle, “sonra” anlamına gelen bu edattan, önce yaratılışın, arkasından ecelin gerçekleştirildiği ve bunlardan sonra da insanın kuşku duymaya başladığı anlaşılmamalıdır. Çünkü Yüce Allah bunların hepsini Rabb sıfatı gereği önceden programlamıştır.
Bazıları, ayette geçen “bir balçıktan” ifadesini “meni” olarak anlamışlar ve bu doğrultuda izahlar yapmışlardır:
Meşhur olan görüş şudur: Bundan murat şudur: Allah Teâlâ insanları çamurdan yaratılmış olan Adem’den meydana getirmiştir. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, “O, sizi çamurdan yaratandır” buyurmuştur.
Bana göre bu hususta bir başka izah da şudur: İnsan meniden ve hayız kanından yaratılmıştır. Bu ikisi de kandan neşet etmektedirler. Kan ise gıdalardan meydana gelmiştir. Gıdalar ise ya hayvanî olur ya da nebatî.., Eğer hayvanî ise, bu canlının meydana gelmesindeki durum, insanın meydana gelmesindeki durum gibi olur. Geriye bunun bitkisel olması hali kalmıştır. Binaenaleyh, insanın da bitkisel gıdalardan yaratılmış olması keyfiyeti sabit olmuş olur. Şüphesiz ki bu nebatî gıdalar çamurdan [topraktan] meydana gelmişlerdir. Böylece her insanın topraktan meydana gelmiş olduğu sabit olur. Bana göre bu izah doğruya daha yakındır.[2]
Oysa ayette insanın ana rahmindeki üremesi değil, ilk yaratılışı ifade edilmektedir. Ayete geçen “balçık” da insanın yaratılışındaki ilk “madde”dir. Nitekim yine ilk yaratılışın konu edildiği Müminun/12-14 ve Hacc/5 ayetlerinde, insanın ilk yaratılışta cansız maddeden yaratıldığı, daha sonra meni ile çoğaltıldığı açık bir ifade ile belirtilmiştir.
Surenin başında yer alan “göklerin, yerin ve insanın yaratılması” ile “insana ecel tayin edilmesi” konuları, ister istemez ahiret hayatını, yeniden dirilmeyi hatırlatmakta ve sanki insanlara “Bu güce sahip olan, bütün bunları yapmaya muktedir olan Güç, yeniden yaratmaya da kadirdir ve sizi öldükten sonra tekrar canlandıracaktır” denmektedir. Gerçekler böyle iken kâfirlerin buna verdikleri tepki ise şu şekildedir:
2,3Ama onlar, kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler, “Bu, şaşılacak bir şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu, uzak bir dönüştür” dediler.
(Kaf/2–3)
Ayetin “Sonra siz hâlâ kuşkulanıp duruyorsunuz” şeklindeki son cümlesi, “Bunca kanıta rağmen hâlâ nasıl şüphe içinde olabiliyorsunuz?” anlamına gelmektedir.
Kur’ân’ın daha önce inmiş olan bölümlerinden de biliyoruz ki, Allah’ın, Elçisi vasıtasıyla bildirdikleri, Mekke’nin azgın ve küstah ileri gelenlerinin mevcut düzenlerine ve dümenlerine uygun düşmemiştir. Bu sebeple bu kodamanlar kendi düzenlerinin bozulmaması için birçok sudan sebebin arkasına sığınarak Rabbimizin bildirilerine karşı çıkmışlardır. Kimi zaman kendileri gibi beşerden bir peygamber gelmesini yadırgayarak, “Niye bir melek gelmedi?” demişler, kimi zaman da “Öldükten sonra dirilmek mi olurmuş?” diyerek inkâr içerikli bir şaşkınlık sergilemişlerdir.
Oysa hayret gösterdikleri durum, sağduyulu insanların kolayca ve gönül huzuru ile kabullenebileceği normal bir durumdur. Çünkü rahmân ve rahîm Allah, uyarıcı ve öğütçü olarak kendileri ile aynı hisleri duyan, aynı şeyleri hisseden, kendi dillerini konuşan, onları her yönüyle anlayan ve kendilerinin tahammül derecelerini bilen bir kimseyi peygamber seçmiştir. Yüce Allah kendi içlerinden birini seçip elçi yapmıştır ki, içinde bulundukları yanlış tutumu sürdürecek olurlarsa bu elçi onları bekleyen felâket konusunda dikkatlerini çeksin ve aralarında yükümlülükleri ilk yüklenen, mesajı ilk uygulayan kişi olarak diğerlerine örnek olsun, onlara doğru yönü nasıl bulabileceklerini göstersin. Fakat âyetlerden, müşriklerin peygamberlik kurumunun bizzat kendisini garip karşıladıkları, özellikle de bu uyarıcı Peygamber’in duyurduğu yeniden dirilme konusuna hayret ettikleri anlaşılmaktadır.
Oysa ilk âyetten buraya kadarki bütün vahiyler bize göstermektedir ki, “yeniden dirilme” konusu İslâm inanç sisteminin temeli niteliğindedir. Çünkü sadece Allah’a teslimiyeti ve yalnızca Allah’ın mesajına uymayı öğütleyen İslâm, Rabbimizin hiç kimseye zerrece haksızlık yapmayacağını, herkesin yaptıklarının karşılığını mutlaka göreceğini söylemektedir. Yani, her amele mutlaka karşılığı verilecek, iyiler ödüllerini alacak, kötülerin yaptıkları yanlarına kâr kalmayacaktır. Ancak, bu karşılıklar bazen yeryüzünde verilecek, bazen da yolculuğun en sonundaki kesin hesaba ertelenecektir. O hâlde kesin hesabın görüleceği bir başka dünya [âhiret] mutlaka var olmak durumundadır. Bir başka ifadeyle belirtmek gerekirse, kesin hesabın görülmesi için yeniden dirilme kaçınılmazdır.
4Biz, yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda da çok iyi kaydedip koruyan bir kitap vardır.
(Kaf/4)
10Ve onlar: “Biz, yeryüzünün içinde kaybolduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeni bir oluşturuluşta olacağız?” dediler. Aslında onlar, Rablerine kavuşmayı; O’nun huzuruna varmayı bilerek reddeden /inanmayan kimselerdir.
(Secde/10)
İnkârcıların yeniden dirilmeyi alışılmıştan uzak [imkânsız] zannetmeleri, yaratılış gerçeğini ve bölümlerini ayrıntılarıyla bilmemelerinden, yani bilgisizliklerinden kaynaklanmaktadır. Hayat ilminin bütün sırları keşfedilmiş olsa idi, herhâlde ölümden sonra dirilme de akıllara pek uzak gelmezdi. Ama Yüce Allah bu sırları bilmekte ve ona göre yaratmaktadır:
78Ve kendi oluşturuluşunu dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı: Dedi ki: “Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!”
79,80De ki: “Onları ilk defa oluşturan onları diriltecektir. Ve O, her oluşturmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş/oksijen yapandır. Şimdi de siz oksijenden yakıp duruyorsunuz.
(Yâ-Sîn/79)
Rabbimiz, öldükten sonra çürüyüp toprak olanlara ne olduğunu, varlıklarını nelerin oluşturduğunu ve varlıkları oluşturan parçalardan nelerin kaybolup nelerin kaybolmadığını, nelerin şekil değiştirerek mevcut kaldığını [varlıklarını koruduğunu] , bu parçalar arasındaki bağların neler olduğunu bilmektedir. Âyette bu bilgilerin korunduğu da bildirildiğine göre, insanların öldükten sonra çürüyüp toprağa karışmaları, onların kaybolup gittikleri anlamına gelmez. Hayatın bu topraktan [maddeden] yeniden başlaması, daha önce bir kez gerçekleşmiştir ve sürekli gerçekleşmeye devam edip gitmektedir.
40Peki, bütün bunları yapan, ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir?
(Kıyamet/40)
40Peki, bütün bunları yapan, ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir?
(Hacc/5-7)
5Onun için insan neden oluşturulmuş olduğuna bir baksın; 6,7omurga ile göğüs kemikleri arasından çıkan, atıcı bir sudan; “östrojen” ve “testosteron”dan başlanarak oluşturuldu.
8,9Şüphe yok ki o Yaratıcı, bütün sırların meydana çıkarıldığı gün, onun geri döndürülmesine güç yetirendir. 10Artık onun için ne herhangi bir güç vardır, ne de herhangi bir yardımcı.
(Tarık/5-10)
Ve Ahkâf/33, İsra/98, 99, Bakara/260.
Konumuz olan ayette geçen “adı konulmuş ecel, O’nun katındadır” ifadesini “O’nun katında bir de adı konmuş ecel vardır” şeklinde anlayanlar olmuş, bu anlayış sahipleri, söz konusu ifadeyi şöyle açıklamaya çalışmışlardır:
İslâm hükemâsının görüşüne göre her insanın iki eceli vardır: Birincisi, tabiî olan eceller; ikincisi de tabiî [normal] olmayıp, kaza ve belâlar ile gelen eceller… Tabiî olan eceller şunlardır: Eğer insanın yaratılışı, bünyevi özelliği harici tesirlerden korunabilmiş olsaydı, ömrü falanca vakte kadar uzayabilirdi. Kazalar ve belalarla gelen ecellere gelince, bunlar boğulma, yanma, zehirli haşeratın sokması ve insanı âciz bırakan benzeri belâlar gibi, herhangi haricî bir sebepten ötürü meydana gelen ölümlerdir. Buna göre âyetteki, “Onun katında tayin edilmiş bir ecel …” ifadesi, “O’nun katında malum, veya Levh-i Mahfuz’da zikredilen bir ecel” manasındadır. Bu ifadedeki “katında” kelimesinin manası, bir kimsenin bir mesele hakkında şöyle demesine benzemektedir: “Bence, mesele şöyle şöyledir.”[3]
“Ecel” konusu çok eski zamanlardan beri birçok düşünürün ilgi alanına girmiş ve felsefe kitaplarında ayrıntılı incelemelere tâbi tutulmuştur. Müslüman kesimde de “ecel”, “ecel-i müsemma”, “ecel-i kaza” ve “ecelin kısalması ve uzaması” gibi başlıklarda ele alınan konu üzerinde çokça durulmuş ve bu konular üzerinde farklı görüşler, hatta ekoller oluşmuştur. Konu hakkında görüş ileri sürenlerin en meşhurları Eş’ariye ve Mu’tezile mezhepleridir. Her iki mezhep de bu konudaki görüşünü “maktulün ölümü” örneğinden yola çıkarak izah etmeye çalışmıştır. İnsanın bir başkası tarafından isteyerek veya kaza ile öldürülmesi hakkındaki bu tartışmaların sonucunda, “Ecel” kavramıyla ilgili olarak farklı bakış açıları ortaya çıkmıştır.
Meselenin doğru olarak çözülebilmesi, Kur’an’da türevleriyle birlikte elli beş kez yer alan “ecel” sözcüğünün sözlük anlamının ve Kur’an’da hangi anlamda kullanıldığının tespit edilmesiyle mümkündür.
3Ve O, göklerdeki ve yerdeki Allah’tır. O, gizlinizi ve açığınızı bilir. Kazandığınız şeyleri de bilir.
İlk iki ayette evren ve insanlarla olan ilişkisine dikkat çeken Rabbimiz, bu ayette de zatını tanıtıcı bilgiler vermeye geçmiştir. Bu bağlamda Yüce Rabbimiz göklerde ve yerde tek ilahın kendisi olduğunu hatırlatmakta ve insanların ne kazandıklarını bildiğini açıklamak suretiyle kendi kontrolünde olmayan hiçbir şeyin bulunmadığını vurgulamaktadır.
Ayetteki “kazandığınız şeyleri de bilir” ifadesinde, “yaptığınız” değil de “kazandığınız” sözcüğünün kullanılması dikkat çekicidir. Bu sözcükle, amellerin değil de amellerin sonuçlarının önemli olduğu ifade edilmiş olmaktadır. Çünkü “kazanmak” anlamına gelen “ كسبkesb”, bir faydayı elde etmeye veya bir zararı önlemeye yönelik olarak yapılan fiiller için kullanılan bir sözcüktür. Nitekim bu yüzden Allah’ın fiilleri için “kesb” sözcüğü kullanılmaz.
İlk bakışta Allah’a mekân isnat ediyormuş gibi gözüken “Ve O, göklerdeki ve yerdeki Allah’tır” ifadesinin bir benzeri Zühruf suresinde de geçmektedir:
84Ve O, gökteki ilâh olandır ve yeryüzünde ilâh olandır. Ve O, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/ sağlam yapandır, çok iyi bilendir.
(Zühruf/84)
Ancak gerek konumuz olan 3. ayetteki, gerekse Zühruf/84’deki bu tür ifadelerin “mekan” ifade ediyormuş gibi anlaşılması doğru değildir. Çünkü hem aklen Allah’a mekân isnat edilmesi mümkün değildir, hem de Allah’ın mekândan münezzeh olduğuna dair Kur’an’da birçok ayet mevcuttur. Bu durumda ayetin doğru anlamını bulabilmek için yine Kur’an’a müracaat etmek gerekmektedir:
12De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kim içindir?” De ki: “Allah içindir.” Allah, rahmeti Kendi zâtı üzerine yazmıştır. Sizi kesinlikle, kendisinde asla şüphe olmayan kıyâmet gününe toplayacaktır. Kendi kendilerini zarara sokan kimseler, işte onlar iman etmezler.
(En’am/12)
6Göklerde olan şeyler, yeryüzünde olan şeyler, bu ikisinin arasında olan şeyler ve nemli toprağın altında bulunan şeyler yalnızca Rahmân’ındır.
(Ta Ha/6)
4O, gökleri ve yeri altı evrede oluşturan sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran, yeryüzüne gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilendir. Ve nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir. Ve Allah yaptıklarınızı en iyi görendir.
(Hadid/4)
Ve Kaf/16, Bakara/115.
Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, Allah’ın göklerde ve yerde olması, O’nun göklerde ve yerde olan her şeyi idare ettiğini ifade eden sözlerdir. Bu tarz ifadeler insanlar için de kullanılmaktadır. Şöyle ki: Bir iş üzerine eğilmiş bir kimse için, yaptığı iş veya işin yapıldığı mekân belirtilerek onun “falan işte” veya “falan yerde” olduğu söylenir. Dolayısıyla ayette geçen “O, göklerdeki ve yerdeki Allah’tır” ifadesi, “Allah, gökleri ve yeri idare eder” demektir.
Ayette geçen “gizliniz” ifadesiyle kalplerde olan niyetler ve düşünceler, “açığınız” ifadesiyle de organlar vasıtasıyla yapılan somut işler kastedilmiştir.
4Onlarsa Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmeye görsün, kesinlikle ondan mesafelenip uzak durmuşlardır.
5Sonra da onlar, kendilerine hak gelince onu kesinlikle yalanladılar. Artık alaya aldıkları şeylerin önemli haberleri yakında kendilerine gelecektir.
Bu ayetlerde, 1. ve 2. ayetlerde sözü edilen kâfirlerin şirk koşmalarının ve kuşku içinde olmalarının keyfiyeti açıklanmakta ve bu kişilere ileride başlarına gelecekler haber verilmektedir.
Bir benzeri daha evvel Şuara suresinde yer almış olan 5. ayetin son cümlesindeki “Artık alaya aldıkları şeylerin önemli haberleri yakında kendilerine gelecektir” ifadesi, bize göre, onlara [müşriklere, yalanlayıcılara] verilecek olan -hem dünyada, hem kıyamet esnasında, hem de kıyamet sonrasındaki- azabı haber vermektedir. Gelecekle ilgili bu haberi, müminlerin Bedir’deki zaferine, müşriklerin de hezimetine işaret ettiği şeklinde yorumlamak da mümkündür. Öyle ki, Bedir’in bu şekilde neticeleneceği müminler tarafından da, müşrikler tarafından da hayal bile edilemezdi.
6Sonra da, kesinlikle yalanladılar. İşte alay edip durdukları şeyin haberleri yakında onlara gelecektir. Hıcr 92,93İşte, andolsun Rabbine ki, Biz, kesinlikle onların hepsini yaptıkları şeylerden hesaba çekeceğiz.
(Şuara/6)
Mukatil, bu ayetlerde sözü edilen “hakkı yalanlayanlar” ile “Allah’ın ayetlerinden yüz çevirenler”in listesini şöyle çıkarmıştır:
“Ebu Cehil, Velid b. Muğıre, Haccac’ın iki oğlu Münebbih ve Nebih, As b. Vail, Ubey b. Halef, Ukbe b. Ebi Muayt, Abdullah b. Ebi Ümeyye, Rabia’nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Ebu’l-Bahteri, el-Haris, Mahreme b. Nevfel, Hişam b. Amr b. Rabia, Ebu Süfyan, Sehl b. Amr, Umeyr b. Vehb b. Halef, el-Haris b. Kays, Adi b. Kays, Amir b. Halid el-Cümahi, Nadr b. Haris, Zemea b. Esved, Mut’im b. Adiy, Kurat, Ahnes b. Şerik, Huveyt ve Ümeyye b. Halef”.[4]
6Görmediler mi ki Biz, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökyüzünü üzerlerine bereketlerle gönderip altlarında ırmaklar akıttığımız nice nesilleri değişime/yıkıma uğrattık. Biz onları, günahları sebebiyle değişime/yıkıma uğrattık ve onların sonrasından başka bir nesil oluşturduk.
Bu ayette, Allah’ın varlığını, birliğini ve O’na kul olmanın gereğini idrak etmemiş olan müşriklere ve Allah’tan gelen ayetlere yüz dönüp hakkı yalanlayan günahkârlara tarihten hatırlatmalarda bulunularak onların da Ad, Semud, Firavun ve diğerleri gibi aynı akıbete uğrayıp helak edilebilecekleri ve yerlerine başkalarının getirilebileceği uyarısı yapılmaktadır.
Ayetteki “görmediler mi” ifadesi, geçmişte helak edilmiş olan günahkârlara ait kalıntıların incelenmesini ve o toplumlar hakkında bilgi edinilmesini isteyen bir ifadedir.
7Ve Biz, eğer ki sana papirüste/kâğıtta yazılı bir kitap indirmiş olsak, onlar da ona elleriyle dokunsalardı, kesinlikle o kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kişiler “Bu, apaçık sihirden başka bir şey değildir” derlerdi.
8Ve onlar, “Bu Peygamber’e bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer Biz, bir melek indirmiş olsaydık, iş, kesinlikle bitirilmiş olurdu. Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı.
9Eğer Biz, Peygamber’i bir melek yapsaydık, yine de o’nu bir adam şeklinde yapardık ve onlar yine düştükleri kuşkuya düşerlerdi.
Bu ayetlerde, surenin başında konu edilen kuşkucu müşriklerin inat ve yalanlamada hangi boyuta ulaştıkları açıklanmakta ve dile getirdikleri sözde kuşkularına cevap verilmektedir.
Müşriklerin 7. ayette dile getirilen “yazılı kitap” talepleri, ilk olarak Müddessir suresinde yer almıştı:
52İşin aslında içlerinden her kişi, kendisine açılıp saçılmış sayfalar verilsin istiyor.
(Müddessir/52)
- ayetten anlaşıldığına göre, müşrikler kendilerine göre bir bakış açısı ortaya koyarak “yazılı kitap” hakkında şöyle bir iddiada bulunmaktadırlar: “Eğer Muhammed (as) gerçekten Allah tarafından bir elçi olarak gönderilmiş olsaydı, gökten bir melek inmeli ve halka ‘Bu Allah’ın Elçisidir, bu yüzden ona itaat edin, yoksa cezalandırılırsınız’ diye ilân etmeliydi.”
Müşriklerin bu bakış açısıyla dile getirdikleri itirazlar birçok ayette konu edilmiştir:
2,3Ama onlar, kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler, “Bu, şaşılacak bir şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu, uzak bir dönüştür” dediler.
(Kaf/2, 3)
7,8Ve inkâr etmiş olanlar: “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece O’nunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar: “Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz” da dediler.
(Furkan/7, 8)
Hatta aynı mantık Nuh peygamber için de ileri sürülmüştü:
24,25Bunun üzerine, toplumundan kâfir; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden ileri gelenler, “Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Size fazlalık sağlamak istiyor. Eğer Allah isteseydi, kesinlikle melekleri indirirdi. Biz evvelki atalarımızda bunu duymadık. Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir adamdır. Öyle ise, bir süreye kadar o’nu umutla bekleyin” dediler.
(Müminun/24, 25)
Kâfirlerin meleklerin gönderilmesine yönelik isteklerinden Yunus, Hicr, Hud, İsra ve Furkan surelerinde defalarca bahsedilmiştir.
Müşriklerin gökten melek indirilmesi şeklindeki taleplerine, Rabbimiz tarafından 8. ve 9. ayetlerde iki ayrı uyarı ile cevap verilmiştir:
- ayette verilen cevap, “melek indirilmesi”nin “sürenin bittiği” anlamına geldiği şeklindeki uyarıdır. Bu uyarı başka ayetlerde de dile getirilmiştir:
8Biz o doğal güçleri, ancak hak ile indiririz. O vakit de onlar süre tanınanlardan olmazlar.
(Hicr/8)
22Melekleri görecekleri gün; işte o gün, günahkârlara hiçbir müjde; sevinçli haber yoktur. Ve o kavuşmayı ummayanlar “Yasak edilmiştir, yasak!” derler.
(Furkan/22)
Oysa Rabbimiz, müşriklere inanmaktan başka seçenek bırakmayacak şekilde âdeta gerçeği gözlerine sokarcasına gösterecek bir melek göndermemiş, lehlerine olarak onlara fırsat tanımıştır. Çünkü eğer bekledikleri gibi bir melek gelecek olsaydı, bu, onların tâbi tutuldukları imtihanın boşa çıkması demek olur, artık kendilerini düzeltmek için bir sürelerinin kalmadığı anlamına gelirdi.
Müşriklerin elçinin melek olması yönündeki beklentilerine verilen ikinci cevap ise 9. ayettedir. Bu cevapta, insanlara elçi olarak bir meleğin gönderilmesi hâlinde, konuştuklarının anlaşılabilmesi ve kendisinden bir şeyler öğrenilip istifade edilebilmesi için onun da “adam” şeklinde olacağı belirtilmiştir. Ayetten anlaşıldığına göre, taleplerinde samimi olmayan kâfirler bu durumda da ikna olmayacaklar, bu kez de elçinin melek olup olmadığı konusunda şüpheye düşeceklerdir.
14,15Ve Biz, onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak da onlar oradan yukarı yükselseler bile, kesinlikle “Gözlerimiz döndürüldü/bulandırıldı. Aslında biz büyülenmiş bir topluluğuz” diyeceklerdir.
(Hicr/ 14, 15)
44Ve gökten düşmekte olan bir parça görseler, “Üst üste yığılmış bulutlardır” derler.
(Tur/44)
Oysa Yüce Allah, yarattıklarına olan rahmeti gereği, gönderdiği elçileri birbirlerini davet etsinler, konuşup anlaşabilsinler, birbirlerinden faydalanabilsinler diye kendilerinden seçmektedir:
163Onlar, Allah nezdinde derece derecedirler. Allah, onların yaptıklarını en iyi görendir.
164Andolsun ki Allah, mü’minlere kendilerinden, onlara Kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.
(Âl-i Imran/164)
Rabbimiz elçinin melek olması konusunda bir başka ayette de şu açıklamayı yapmıştır:
90-93Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!”
94Ve insanlara yol gösterimi/Kur’ân gelince, kendilerinin iman etmelerine, sadece “Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?” demeleri engel olur.
95De ki: “Eğer yeryüzünde huzur içinde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette Biz onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik.”
(İsra/90- 95)
10Ve hiç kuşkusuz senden önce de elçiler ile alay edildi. Sonra da onlardan alay eden kişileri alay ettikleri şey kuşatıverdi.
Müşriklerin yalanlarına, bahanelerine ve yüz dönmelerine üzülmekte olan peygamberimizin teselli edildiği bu ayette, geçmişte de aynı olayların yaşandığı bildirilerek elçileri yalanlayan, onlarla alay eden eski kavimlerin bu tutumlarının onları kuşattığı, sarıp sarmaladığı hatırlatılmakta, böylece dolaylı olarak Mekkeli müşrikler tehdit edilmektedir.
Ayette kullanılan “kuşatma” sözcüğü, kâfirlerin bu davranışlarıyla kendilerine ipek böceği gibi suçtan, azaptan bir koza örmekte oldukları izlenimini vermektedir.
Kâfirlerin, elçilerle alay ettiklerini konu eden birçok ayet vardır:
6-8Ve Biz öncekilere de nice peygamberler göndermiştik. Onlar, kendilerine gelen her peygamberi kesinlikle alaya alıyorlardı da Biz, kuvvetçe onlardan daha güçlü olanları değişime/ yıkıma uğratıverdik. Öncekilerin örneği de geçti.
(Zühruf/6- 8)
65Ve eğer onlara sorsaydın, kesinlikle, “Biz, sadece dalmıştık, oyun oynuyorduk” diyecekler. De ki: “Allah, âyetleri ve Elçisi ile mi alay ediyordunuz?”
(Tövbe/65)
33Biz onların söylediklerinin seni kesinlikle üzdüğünü elbette biliyoruz. Ama onlar aslında seni yalanlamıyorlar; ama şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler Allah’ın âyetlerini bile bile reddediyorlar.
34Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah’ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki, sana, elçilerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir de.
(En’am/33, 34)
11De ki: “Yeryüzünde dolaşın, sonra da yalanlayanların sonu nasıl olmuş bakın!”
12De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kim içindir?” De ki: “Allah içindir.” Allah, rahmeti Kendi zâtı üzerine yazmıştır. Sizi kesinlikle, kendisinde asla şüphe olmayan kıyâmet gününe toplayacaktır. Kendi kendilerini zarara sokan kimseler, işte onlar iman etmezler.
13Ve gecede, gündüzde barınan her şey O’nundur. O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
14De ki: “Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat Kendisi beslenmeyen Allah’tan başka yardım eden, koruyan, yol gösteren bir yakın mı edineyim?” De ki: “Ben İslâm kişilerin ilki olmakla emrolundum.” Ve sen sakın Allah’a ortak koşanlardan olma!
15De ki: “Ben kesinlikle, eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım.”
16Kim ki ortak koşmaktan/isyan etmekten döndürülürse, kuşkusuz Allah o gün, ona rahmet etmiştir. Ve işte bu, apaçık kurtuluştur.
Bu ayetlerde Rabbimiz, soru-cevap yöntemiyle, göklerde ve yerdeki her şeyin kendisine ait olduğunu, canlı ve cansız her şey üzerinde mutlak tasarruf sahibi olduğunu, kıyamet günü insanları bir araya toplayacağından hiç kimsenin kuşkusunun bulunmaması gerektiğini vurgulamaktadır.
- ayette, Kur’an ile alay edip peygamberimize kötü davrananlar, geçmiş zamanlarda kendilerine gönderilmiş elçileri yalanlayanların akıbetlerine bakarak akıllarını başlarına almaya davet edilmektedir.
- ayetteki “O [Allah], rahmeti kendi nefsi üzerine yazmıştır” ifadesi anlaşılmaya çalışılırken, Allah’ın insanlığa elçi göndermesinin, kitap indirmesinin, dünyada iken mühlet vermesinin ve ölümden sonra amellerinin karşılıklarını vermesinin hep O’nun rahmetinin kapsamında olduğu düşünülmelidir. Çünkü Yüce Allah bunların hepsini kendi üzerine almıştır ve hepsi de O’nun rahmeti ve adaleti gereğidir.
- ayetteki “Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi beslenmeyen Allah’tan başka Veliy mi edineyim?” ifadesi ile müşrikler düşünmeye davet edilmektedir. Çünkü müşriklerin Allah’ın astlarından tanrılar olarak kabul ettikleri her şey, onları beslemek yerine, onlardan beslenmektedir. Yani, tüm sahte tanrılar aslında kendilerine tapan hizmetçilerine muhtaçtırlar. Mesela Firavun nasıl hâkimi olduğu ülkeyi yaşatmak için kendine tâbi halktan vergi almak zorunda ise, bir azizin de tapılabilir bir tanrı olması için tapınanları tarafından mozolesinin veya heykelinin inşa edilmesi lâzımdır. Kimseye, hiçbir destekçiye muhtaç olmayan, her şeyin kendisine muhtaç bulunduğu tek varlık ise yalnızca Allah’tır.
56,57Ben, bilmediğiniz ve bildiğiniz, gelmiş geçmiş herkesi yalnızca, Bana kulluk etsinler diye oluşturdum. Ben, onlardan herhangi bir rızık istemiyorum. Ben, onların Beni yedirmelerini de istemiyorum.
(Zariyat/56,57)
38Ve sen, gerçekten onlara: “O gökleri ve yeri kim oluşturdu?” diye sormuş olsan, kesinlikle “Allah!” diyeceklerdir. De ki: “Öyleyse Allah’ın astlarından çağırdıklarınızı hiç düşündünüz mü? Eğer Allah, bana bir zarar vermek istediyse, onlar O’nun zararını giderebilen kimseler midir? Yahut bana bir rahmet dilediyse, onlar O’nun rahmetini engelleyebilen kimseler midirler? De ki: “Allah, bana yeter. Sonucu bırakanlar, yalnızca O’na sonucu bıraksınlar.”
(Zümer/38)
17Ve eğer Allah, sana bir zarar dokundurursa, onu Kendisinden başka açacak yoktur. Ve eğer O, sana bir hayır dokundursa da kuşkusuz O, her şeye gücü yetendir.
18Ve O, kullarının üstünde/daha üstün olarak, isyân eden kimseleri kahredendir. Ve O, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır, her şeyin iç yüzünü/gizli taraflarını da iyi bilendir.
Bu ayetlerde Rabbimiz, iyiyi ve kötüyü, her şeyi yaratanın kendisi olduğunu, dilediğine hayrı, dilediğine şerri verdiğini ve ne verdiyse geri alabileceğini, verdiğini kendisinden başka kimsenin alamayacağını bildirmektedir. Bu, kendisinin kulları üzerinde mutlak القاهرKahir [yok edici, yönetici], الحكيمHakîm [yasa koyucu] ve الخبير Habîr [her şeyden haberdar] olmasındandır. Yüce Allah bu sıfatlarını sayarak her şeye gücünün yettiğini, kullarının üzerinde yegâne otorite sahibi olduğunu, işlerini yerli yerinde yaptığını ve her şeyden haberdar olduğunu vurgulamakta ve kulların kendilerine çeki düzen vermelerini istemektedir.
2Allah, insanlara rahmetten neyi açarsa, artık onu tutacak biri olamaz. Her neyi de tutarsa, onu da, ondan sonra salacak biri olamaz. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
(Fatır/2)
Konumuz olan pasajdaki ayetlerden Allah’ın kuluna zarar vermek istediği veya verdiği anlamını çıkarmak doğru değildir. Çünkü kulun başına gelen bütün zarar, belâ, sıkıntı ve kötülükler kendi nefsinden, kendi yaptıklarından kaynaklanmaktadır:
79Sana iyilikten-güzellikten isabet eden şeyler, işte Allah’tandır. Sana kötülükten isabet eden şeyler de senin kendindendir. Ve Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik. İyi bir tanık olarak da Allah yeter.
(Nisa/79)
Allah ise kuluna zarar gelmesine razı değildir:
7Eğer küfredecek; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedecek/ iyilikbilmezlik edecek olursanız, biliniz ki, şüphesiz Allah size hiçbir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için, küfre; Kendisinin ilâhlığının ve rabliğinin bilerek reddedilmesine/ nankörlüğe rıza göstermez. Ve eğer kendinize verilen nimetlerin karşılığını öderseniz, sizin için ona razı olur. Hiç bir taşıyıcı, bir başkasının yükünü çekmez. Sonra dönüşünüz yalnızca Rabbinizedir. Böylece yapmış olduklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı iyi bilendir.
(Zümer/7)
Ayetteki “isterse” anlamına gelen ifade kalıbı dikkate alındığında, cümle, Allah’ın nimet verdiği kulunun kötü davranışları karşılığında ona kendi yarattığı belayı bulmasına izin verdiği anlamına gelir.
83Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirip uzaklaşır. Ona fenalık dokununca da ümitsizliğe düşer.
(İsra/83)
Yani, kul belâyı, kötüyü kendisi istemekte, Allah da yaratmış olduğu belayı o kulun bulmasına izin vermektedir.
19De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi kendisiyle uyarayım diye bana bu Kur’ân vahyolundu. Allah’la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve kesinlikle ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.”
Allah’tan daha büyük ve etkin bir tanık olamayacağı vurgulanarak başlayan bu ayette, Allah vahiy sürecine tanık gösterilerek Kur’an’ın vahyedilmesindeki amacın bütün insanların uyarılması olduğu bildirilmektedir. Ayrıca inkârcılara Allah ile birlikte başka ilahların olduğuna gerçekten tanık olup olmadıkları sorularak zımnen inanç ve iddialarının ne kadar saçma olduğuna işaret edilmektedir. Ayet, peygamberimize gerçek ve doğru inancın ne olduğunun açıklanması görevi verilerek bitmektedir.
Tahmin ve zanna dayalı olarak yapılamayan, ancak çok sağlam bilgi ve kanıta dayalı olarak yapılması gereken “tanıklık” konusunda Rabbimiz inkârcılara başka ayetlerde de meydan okumuştur:
150De ki: “Haydi, Allah bunu kesinlikle haram etti diye tanıklık edecek şâhitlerinizi getirin.” Buna rağmen eğer onlar şâhitlik ederlerse de sen onlarla beraber şâhitlik etme. Âyetlerimi yalanlayan ve âhirete inanmayan kimselerin boş iğreti arzularına da uyma. Ve onlar, Rablerine denk tutmaktadırlar.
(En’am/150)
- ayetteki “sizi ve ulaşan herkesi” ifadesi peygamberimizin sadece Araplara değil, tüm insanlara elçi gönderildiğini açıklamaktadır. Bu, peygamberimizin elçiliğinin kıyamete kadar olan zamanda tüm coğrafi mekânları kapsadığı anlamına gelmektedir. Nitekim bu anlam 92. ayette de benzer bir ifade ile teyit edilmiştir.
Ayetin sonunda yer alan ve Allah’ın tek bir İlah olduğunu, O’na ortak koşulan şeylerden uzak durulması gerektiğini bildiren ifadeler, hem bu surede hem de başka surelerde tekrarlanmıştır.
158De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah’ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde kılavuzlandığınız doğru yolu bulmanız için Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden, Ümmî; Anakentli; Mekkeli Peygamber olan Elçisi’ne iman edin ve o’na uyun.”
(A’raf/158)
Esbabı nüzul kayıtlarında bu ayetin iniş sebebi hakkında şunlar yazılmıştır:
Birinci ihtimâle gelince, İbn Abbas şunu rivayet etmiştir: Mekke’nin ileri gelenleri, “Ey Muhammed! Allah senden başka peygamber yapacak kimse bulamadı mı? Seni tasdik eden hiç bir kimse göremiyoruz. Seni, Yahudî ve Hıristiyanlara da sorduk. Onlar senin peygamber olduğuna dair yanlarında herhangi bir beyân ve açıklamanın bulunmadığını iddia ettiler. O hâlde bize senin peygamber olduğuna şahâdet edecek bir kimse göster!” dediler de, işte bunun üzerine Allah bu âyeti indirerek, “Onların, senin nübüvvetini kabul ve itiraf etmeleri için, de ki ey Muhammed, “Şahit olma bakımından hangi şey Allah’tan daha büyüktür? Çünkü şahadet bakımından her şeyin en büyüğü Allah Teâlâ’dır.” Onlar bunu kabul ve tasdik ettiklerinde, ‘Allah, benim nübüvvetime şahittir. Çünkü O, bana Kur’ân’ı vahyetti. Kur’ân ise bir mucizedir. Çünkü sizler, fasih ve beliğ kimselersiniz. Halbuki Kur’ân’a muâraza edemediniz. O mucize olunca, Allah’ın onu benim davama uygun olarak izhar edip ortaya koyması, Allah tarafından, benim davamda sadık olduğuma dair bir şahâdettir’ de!” demiştir.[5]
20Kendilerine Kitap verdiğimiz şu kimseler, Peygamber’i, kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler. Kendi nefislerini kayba uğratan şu kimseler, işte onlar iman etmezler.
İnkâr edilemez gerçekler açıklandıktan sonra bu ayette de bir başka gerçek daha dile getirilmekte ve Ehl-i Kitabın peygamberimizi kendi oğullarını tanıdıkları kadar iyi tanıdıkları; inkârcıların ise kendilerini mahveden, yarınlarını düşünmeyen akılsızlardan ibaret oldukları bildirilmektedir.
Bazı kaynaklarda bu ayetin Medeni olduğu yer almaktadır:
Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) Medine’ye gelince, Hz. Ömer (r.a), Abdullah İbn Selâm (r.a)’a: “Allah Teâlâ, peygamberine bu âyeti indirdi. Bu tanıma işi nasıldır?” diye sorunca; Abdullah İbn Selâm: “Ey Ömer, onu içinizde görür görmez tanıdım. Tıpkı oğlumu tanıdığım gibi… Hiç şüphesiz ben, Hz. Muhammed’i kendi oğlumdan daha iyi bildim ve tanıdım. Zira kadınların ne yaptıklarını ben bilemeyebilirim. Ama şahadet ederim ki, bu peygamber Allah’dan gelen hak bir peygamberdir” demiştir.[6]
Bizim kanaatimiz ayetin Mekki olduğu yönündedir. Zira ifade tekniği bakımından surenin diğer ayetleriyle bütünlük arz eden bu ayet, onlarla konu bakımından da bir bütünlük içerisindedir. Diğer taraftan, Medine’deki Yahudi ve Hıristiyanları işaret ettiği düşünülen “Ehl-i Kitap [kendilerine kitap verilenler]” ifadesi ayetin Medeni olduğu hususunda yeterli bir kanıt teşkil etmemektedir. Çünkü “Kendilerine Kitap Verilenler / Ehl-i Kitap” ifadelerinin geçtiği veya “Ehl-i Kitap”a farklı ifadelerle değinen birçok Mekki ayet de vardır. Araf/157, Furkan/7, 8, Kasas/52, 53, İsra/107-109 ayetleri buna örnektir.
Ayrıca “inkârcıların peygamberimizi iyi tanıdıkları” mesajı Medenî ayetlerde de verilmiştir:
146Kendilerine Kitap verdiğimiz şu kimseler, Peygamber’i kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Şüphesiz onlardan bir kesim de bilip durmalarına rağmen, kesinlikle hakkı gizliyorlar.
(Bakara/146)
21Ve Allah’a karşı yalan uydurandan veya âyetlerini yalanlayandan daha yanlış davranan; kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Hiç şüphe yok ki şirk koşarak yanlış davranan; kendi zararlarına iş yapan bu kimseler kurtuluşa eremezler.
Allah’a karşı yalan uyduran ve Allah’ın ayetlerini yalanlayanlar, bu ayette “en zalim” kimseler, yaptıkları iş de “zulüm” olarak nitelenmiştir. Bize göre, bu nitelemenin gerekçesi, insanların din adına yalan ve yanlış konuşmalarını, görüş ileri sürmelerini engellemektir.
“Allah’a karşı yalan uydurmak”, öz olarak, Allah’ın sözlerini çarpıtmak, söylemediği şeyleri söylediğini ileri sürmektir. Bu, “Allah adına konuşmak”, “kendisinin peygamber olduğunu iddia etmek” gibi eylem ve davranışları da içermektedir. Ayrıca bazılarının kendi özel çevreleri haline getirdiği kişilere “kendilerine ilâhî nitelik verildiğini, dolayısıyla Allah’a gösterilecek saygının kendilerine de gösterilmesi gerektiğini, bunun Allah tarafından onaylandığını, yani Allah’ın kendilerine şirk koşulabileceğine izin verdiğini” söylemek de bu kapsamdadır.
Müşriklerin ve Ehl-i Kitabın Allah’a karşı uydurdukları yalanlara Kur’an’da pek çok örnek verilmiştir:
18Ve Yahudiler, Hristiyanlar, “Biz, Allah’ın oğullarıyız ve O’nun sevgilileriyiz” dediler. De ki: “Madem öyle niçin günahlarınız sebebiyle Allah size azap ediyor?” Tam tersi, siz, O’nun oluşturduklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin sahipliği, yönetimi de Allah’ındır. Dönüş de yalnızca O’nadır.
(Maide/18)
79Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak için, “Bu, Allah katındandır” derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara yazıklar olsun! O kazandıkları şeyler yüzünden kendilerine yazıklar olsun!
(Bakara/79)
78Ve Kitap Ehlinden, bazı söz ve ilkeleri, kitaptan olmamasına rağmen, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip büken akılsız, serseri bir gurup vardır. O, Allah katından olmadığı hâlde, “Bu, Allah katındandır” derler. Kendileri bilip dururken, Allah’a karşı yalan da söylerler.
(Âl-i Imran/78)
Ve Âl-i Imran/181, Maide/64, A’raf/28, Maide/103, İsra/40, Nahl/57, En’am/7, Bakara/80.
Yukarıdaki ayetlerde geçen “Melekler Allah’ın kızlarıdır”, “Allah Bahire ve Saibe olan hayvanları haram kılmıştır” gibi yalanlar yanında, Yahudiler ve Hıristiyanlar Tevrat ve İncil’de bu kitapların şeriatlarının nesh edilmeyeceği, değiştirilemeyeceği ve İsa peygamberden sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceği hükmünün bulunduğu yalanlarını da uydurmuşlardır.
Özellikle din görevlisi, din âlimi olanlar, bütün bunlardan kendilerine şu mesajı çıkarmalıdırlar: Allah adına fetva verirken, dinin hükümlerini açıklarken mutlaka Kur’an temel alınmalı, o konuda Allah’ın ne dediği iyi bilinmelidir.
22Ve o gün hepsini toplayacağız. Sonra Biz, ortak koşan kimselere: “Hani nerede o gerçeğe aykırı olarak inandığınız ortaklarınız?” diyeceğiz. 23Sonra, onların ateşlere atılmaları, “Rabbimiz, Allah’a kasem olsun ki ‘Biz ortak koşanlardan değildik’ demekten başka bir şey değildi.”
24Bak, kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediler! O uydurdukları şeyler de kendilerinden ayrılıp kayboldu.
Bu ayetlerde, müşriklerin sorgulandıkları sırada şirklerini inkârdan başka bir yol bulamayacakları açıklanmaktadır.
- ayette müşriklere sorulacağı bildirilen soru, başka ayetlerde de dile getirilmiştir:
62Ve o gün Allah onlara seslenir de der ki: “Yanlış olarak inanmış olduğunuz Benim ortaklar hani nerede?”
(Kasas/62)
- ayette geçen “onların fitneleri” ifadesindeki “fitne” sözcüğü genellikle “mazeret” olarak anlaşılmıştır. Hâlbuki daha evvel de açıkladığımız gibi, “fitne” kişinin özünün ortaya çıkarılmasına yönelik yakma, ateşe atma, belalandırma demektir. Dolayısıyla sözcüğün buradaki kullanımından, sorguya çekilen yalanlayıcıların aynı zamanda Allah karşısında da yalan söylemeye cesaret edebilen büyük yalancılar oldukları ortaya çıkmış olmaktadır.
AHİRETTE YALAN SÖYLEMEK İŞE YARAMAZ
Müşriklerin söz konusu davranışları ayette mazi sigası [di’li geçmiş zaman kipi] ile ifade edilmiştir. Ancak mahşerdeki sorgu sırasında suçluların akıllarının başlarından gittiği, şaşkın, dehşete düşmüş bir hâlde olacakları göz önüne alınırsa, onların orada da yalan söylemelerinin mümkün olduğu düşünülebilir. Nitekim suçluların ahirette yalan söylediklerini bildiren birçok ayet (Ya Sin/65) (Fussılet/20, 21) (En’âm/28) (Mücâdele/18) (Müminun/112, 113) (Zühruf/77) (Mümin/69-76) mevcuttur:
25Onlardan sana kulak verenler vardır; oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına; kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık oluşturduk. Onlar, bütün alâmetleri/göstergeleri görseler de ona inanmazlar. Öyle ki, o kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek “Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir” derler.
26Ve onlar, ondan men ederler ve kendileri ondan uzak dururlar. Ve onlar bilinçsizce, yalnızca kendilerini değişime/yıkıma uğramaya sürüklüyorlar.
Bu ayetlerde müşriklerin Kur’an’a karşı olumsuz tavırlarına değinilmektedir. Müşrikler bu tutumlarının kendilerini helake götürdüğünün farkında olmadıkları için kınanmaktadırlar. Çünkü tutkuları ve cahillikleri, gözlerinin görmemesine, kulaklarının duymamasına sebep olmuştur. Bu nedenle Kur’an’ı anlayamazlar. Ne var ki, bu durumlarının bilincinde de değildirler. Bilinçsizce kendilerini haktan uzak tutmaları yetmezmiş gibi, bir de “Bu, eskilerin efsaneleridir, bunda yeni bir şey yok. Biz bunları zaten eskiden beri dinleyip duruyoruz” diyerek başkalarının da hak ile şereflenmelerine engel olmaya çalışmaktadırlar.
Yüce Allah, müşriklerin anlama, görme ve işitme bozukluklarının sebebini, “oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına; kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık” ifadesiyle kendisine izafe etmiştir.
Esbab-ı nüzul kayıtlarına göre konumuz olan 25. ayetin iniş sebebi şudur:
Ebu Süfyân, Velid, Nadr, Utbe, Şeybe, Ümeyye, Ebu Cehil ve arkadaşları Resulullah’ı Kur’ân okurken dinlemişler, Nadr’a demişler ki: “Ey Katile’nin babası! Muhammed ne diyor?” O da: “Kâbe’yi, Beyt’i yapana kasem ederim ki, ne diyor bilmem, ancak dilini oynatıyor. Ve benim geçmiş asırlardan size söylediğim gibi öncekilerin masallarını söylüyor” demiş. Nadr’ın şiirleri varmış, Acem diyarında Rüstem ve İsfendiyar hikayeleri gibi bir takım hikayeler toplayıp manzum hâle getirmiş, Kureyşlilere okur, dinlerlermiş. Ebu Sûfyân: “Ben onun söylediklerinin bazısını doğru buluyorum” demiş, Ebu Cehil de: “Sakın bunun hiçbir şeyini ikrar etme” demiş, o da: “Ölüm bana ondan daha kolaydır” demiş ve bu âyet bunlar hakkında nazil olmuştur.[7]
Bazı kaynaklara[8] göre ise, bu ayet peygamberimizin amcaları hakkında inmiştir ve ayette kınanan da onlardır. Onlar, on kişi olmalarına rağmen gerçeği ileten yeğenleri Muhammed’e yardım etmemişler, üstelik ona kaba da davranmışlardır.
Bu ayetin iniş sebebi yukarıdaki kaynaklarda açıklanan kimseler olsa dahi, ayetin verdiği mesaj tüm zamanlarda İslam’a karşı duran, lakayt kalan ve başkalarının ilgilenmesine mani olan insanların tamamını kınamaya yöneliktir.
27Ve onların, ateşin üzerinde durduruldukları zaman, “Ah, ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık!” deyiverdiklerini bir görsen!
28Aksine, işin aslı daha önce gizleyip durdukları açığa çıktı. Geri çevrilselerdi yine yasaklandıkları şeye kesinlikle dönmüşlerdi. Evet onlar gerçekten yalancıdırlar.
29Ve onlar, “Şu bizim iğreti dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur, biz diriltilecek de değiliz” demişlerdi.
- ayette, tutkuları yüzünden hakka karşı gözlerini kapayıp kulaklarını tıkayan ve üstelik çıkarları uğruna iftira ederek başkalarının da hakka kavuşmasını engellemeye çalışanların cehennemdeki hâlleri, yalvarışları sergilenmektedir.
- ayette, dünyadaki yalanlayıcılıklarından pişman olduklarını söyleyerek kendilerine bir fırsat daha verilmesini isteyenlerin aslında samimi olmadıkları açıklanmaktadır. Rabbimiz ezelî ilmiyle bildirmektedir ki, onlar, cehennemden çıkarılsalar bile esiri oldukları tutkuları yüzünden eski anlayışlarını aynen sürdürerek yine yalanlayıcı ve müşrik olacaklardır. Yani, bu müşriklerin pişmanlık duyduklarını dile getirmeleri, Rabbimizin bildirdiğine göre, kocaman bir yalandır ve onlar mahşerde dahi yalan söylemektedirler.
- ayette geçen “daha evvel gizleyip durdukları karşılarına çıktı” ifadesinden onların aslında ahireti ve hesap vermeyi kabul ettikleri, ancak dünyadaki çıkarları için kabul etmez göründükleri anlaşılmaktadır.
102Mûsâ dedi ki: “Sen kesinlikle bildin ki, âyetleri, birer ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi. Ve ben de senin yıkıma uğramışlığına kesinlikle inanıyorum.”
(İsra/102)
14Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!–
(Neml/14)
47Ve eğer bütün yeryüzündekiler ve onunla birlikte bir o kadarı da şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kişilerin olsaydı, kıyâmet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu kesinlikle kurtulmalık verirlerdi. Ve onların hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah tarafından onlar için meydana çıkarılır.
(Zümer/47)
30Ve Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman onları bir görsen! Rableri: “Bu, bir gerçek değil miymiş?” der. Onlar: “Rabbimize yemin ederiz ki gerçektir” derler. Rableri: “Öyleyse küfretmiş; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olmanız nedeniyle azabı tadın!” der.
Bu ayette, öldükten sonra dirilmeyi yalanlayanların, bu basit hayattan başka hayat kabul etmeyenlerin ahiret yurdundaki hâllerine ait canlı bir sahne nakledilmektedir.
13-16O gün yalanlayıcılar, cehennem ateşine itildikçe itilirler. –İşte bu, yalanlayıp durduğunuz ateştir! Peki, bu da mı bir sihir? Yoksa siz görmüyor musunuz? Yaslanın oraya! İster sabredin ister sabretmeyin, artık sizin için birdir. Siz, sadece yaptıklarınızın karşılığını alacaksınız!–
(Tur/13-16)
Ayetteki anlatımın geçmiş zaman kipi ile yapılması, tahakkukunun kati, yani canlandırılan sahnenin aynen gerçekleşecek olmasından dolayıdır.
31Allah’a kavuşmayı yalanlayanlar, kesinlikle kayba/zarara uğrayıp acı çekmişlerdir. Kıyâmet anı ansızın gelince, onlar, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak diyecekler ki: “Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!” –Dikkat edin yüklenip durdukları/günahları ne kötüdür!–
32Ve basit dünya hayatı, sadece eğlence ve oyundur. Son yurt/Âhiret yurdu ise, Allah’ın koruması altına girenler için kesinlikle daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?
Bu ayetlerde, ahireti yalanlayanların kesinlikle zarara uğrayacakları, kıyametin ansızın kopacağı ve dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğu, ahiretin ise takvalı davrananlar için dünya hayatındaki eğlenceye nazaran çok daha hayırlı olduğu bildirilmektedir.
Bize göre ayrıca ayette ömrün çok kısa olduğuna da işaret edilmekte ve kısa bir ömür için dünyaya bel bağlayanların sürekli ve gerçek mutluluğu kazanmak yolunda ellerindeki fırsatı harcadıkları mesajı verilmektedir. Dünya zevklerinin tam olarak yaşanmadığı çocukluk ve yaşlılık dönemleri hariç tutulduğunda, eğer insan geri kalan kısacık ömründe yaşayacağı zevkler için ahiret hayatındaki sürekli mutluluk şansını göz ardı ediyorsa, gerçekten de kayıptadır. Çünkü dünyadaki oyun ve eğlence gerçeğin görülmesine engel olduğu gibi, kendini bunlara kaptıran kimseleri ahiret hayatındaki asıl mutluluğu kazandıracak “takva”dan da uzaklaştırmaktadır.
Ancak bu ayetlerden dünya nimetlerinden tamamen el etek çekerek hayattan kopma çağrısının yapıldığı da anlaşılmamalıdır. Buradaki genel mesaj, dünya hayatına göre çok daha önemli olan ahiret hayatına iman, salih amel ve takva ile hazırlık yapılması gerektiğidir. Kişi bunu unutarak dünya hayatına, heva ve hevesine kapılmamalı, yaptığı işlerde Allah’ın kendisini daima takip ettiği bilincinden kopmamalıdır.
14Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu aşırı istek, insanlara süslü/çekici kılındı. Bunlar, basit dünya hayatının kazanımıdır. Ve Allah, varılacak güzel yer Kendi katında olandır.
15-17De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Allah’ın koruması altına girmiş; “Rabbimiz! Şüphesiz biz inandık, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi Ateş’in azabından koru!” diyen, sabreden; direnç gösteren, doğru olan, sürekli saygıda duran, Allah yolunda harcamada bulunan ve seherlerde bağışlanma dileyen kişiler için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’tan hoşnutluk vardır. Ve Allah, kulları en iyi görendir.
(Âl-i Imran/14-17)
83İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimseler için hazırlarız. Ve âkıbet, Allah’ın koruması altına girmiş kişiler içindir.
84Kim bir iyilik getirirse, ona ondan daha hayırlısı/ ona ondan dolayı bir hayır vardır. Ve kim bir kötülük getirirse; işte o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları şeyler ile karşılıklandırılırlar.
(Kasas/83, 84)
64Ve bu iğreti dünya yaşamı, sadece bir eğlence ve oyundur. Şüphesiz son yurt ise kesinlikle hayatın ta kendisidir. Keşke onlar, bilmiş olsalardı.
(Ankebut/64)
- ayette Kıyametin “ السّاعةsaat [kısa süre]” olarak adlandırılması, Kıyametin kopuşunun çok kısa bir sürede gerçekleşeceğini göstermektedir.
33Biz onların söylediklerinin seni kesinlikle üzdüğünü elbette biliyoruz. Ama onlar aslında seni yalanlamıyorlar; ama şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler Allah’ın âyetlerini bile bile reddediyorlar.
34Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah’ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki, sana, elçilerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir de.
35Ve eğer onların uzak durmaları sana ağır geldiyse, haydi gücün yetiyorsa yerin içinde bir delik, ya da gökte bir merdiven ara da onlara bir alâmet/gösterge getir! Allah dileseydi, kesinlikle onları doğru yol kılavuzu üzerinde toplardı. O hâlde sakın cahillerden olma!
36Ancak dinleyenler karşılık verir. Ölüleri; onları da Allah diriltir. Sonra yalnızca O’na döndürülürler.
Peygamberimizin muhatap alınıp teselli edildiği bu ayetlerde birçok hakikat ortaya konmuştur:
BİRİNCİ HAKİKAT: MÜŞRİKLERİN UĞRAŞTIKLARI PEYGAMBER DEĞİL, ALLAH’TIR.
Kendisine elçilik görevi verilip Allah’ın vahyettiklerini okumaya başlamadan önce peygamberimizin herkes tarafından doğru ve dürüst bir insan olarak kabul edildiği tarihî belgelerle sabittir. Böyle olmasına rağmen Allah’ın mesajını tebliğe başladığı andan itibaren müşriklerin yalanlamaları ve yıkıcı muhalefeti ile karşılaşmış ancak hiç kimse onu yalancılıkla, sahtekârlıkla suçlamaya cüret edememiştir. En azılı düşmanları bile onu dünyevî bir konuda yalan söylemekle töhmet altına alamamıştır. Ona hep “Biz sana yalancı demiyoruz, fakat ileri sürdüğün şeye sahte diyoruz” demişlerdir.
Müşriklerin bu yıkıcı muhalefetine karşı Yüce Allah 33. ayette onu teselli etmiş ve sanki şöyle demiştir: “Yalancı olarak reddettikleri sen değilsin, onlar Bizim mesajımızı reddediyorlar. Biz her şeye sabreder ve onlara süre üstüne süre verirken, sen ne diye kaygılanıyorsun?”
Peygamberimizin kendisine hakk geldikten sonra yalanlandığını bildiren bir başka ayet de, hatırlanacağı gibi, Kaf suresinin şu ayeti idi:
5Aksine, gerçek kendilerine geldiği zaman onu yalanladılar, onun için onlar karmakarışık bir iş içindedirler.
(Kaf/5)
Kaf Suresi’nin bu ayetini tahlil ederken “Hakk” kavramını da irdelemiş, bu kavramın ve müşriklerin içinde olduğu “Karmakarışık İş”in ne olduğu konusunda ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştuk. Konunun öneminden dolayı ilgili bölümün yeniden okunmasını öneriyoruz.
İKİNCİ HAKİKAT: MÜŞRİKLER ELÇİLERİ HER ZAMAN YALANLAMIŞLARDIR.
4Ve eğer onlar seni yalanlıyorlarsa, kesinlikle senden önce de elçiler yalanlanmıştı. Ve işler yalnızca Allah’a döndürülür.
(Fatır/4)
184Eğer şimdi seni yalanladılarsa, bil ki senden önce açık deliller, sayfalar ve aydınlatıcı kitap ile gelen elçiler de yalanlanmıştı.
(Âl-i Imran/184)
ÜÇÜNCÜ HAKİKAT: ELÇİLER HEP SABIRLI DAVRANMIŞ, ALLAH DA HEPSİNE YARDIM ETMİŞTİR.
Sabır, Allah ile beraber olmanın en önemli göstergesidir. Allah’tan yardım görmek sabırlı olmakla mümkündür. Bu sebeple Yüce Allah peygamberimize hem sabırlı olması için emirler vermiş, hem de kendisine yardım edeceğini bildirmiştir:
130Artık onların söylediklerine sabret, hoşnutluğa erebilmen için güneşin doğuşundan önce de batışından önce de Rabbinin övgüsü ile birlikte Allah’ı tanıt/noksanlıklardan uzak olduğunu öğret!
Gecenin bazı saatleriyle gündüzün iki ucunda da Allah’ı tanıt/noksanlıklardan uzak olduğunu öğret!
(Ta Ha/ 130)
60Şimdi sen sabırlı ol. Şüphesiz Allah’ın vaadi haktır. Sakın kesin inanmamış kimseler, seni hafifleştirmesinler.
(Rum/60)
17Sen onların dediklerine sabret ve güçlerin sahibi kulumuz Dâvûd’u hatırla. Şüphesiz o, Rabbine çokça dönendi.
(Sad/17)
Ve Ahkâf/35, Tur/48, Müzzemmil/10, Kalem/48, Bakara/153, Mümin/51, Saffat/171-173, Mücadele/21.
DÖRDÜNCÜ HAKİKAT: KÂFİRLERİ ANCAK ALLAH MÜMİN YAPABİLECEĞİNDEN, ELÇİLERİN SIKILIP ÜZÜLMELERİNE GEREK YOKTUR.
3Onlar; Hıcr 91Kur’ân’ı sihir, şiir, esatir (mitolojik söylentiler), uydurulmuş söz gibi birtakım parçalar, kötü sözler kabul eden kimseler, 3iman edenler olmuyorlar diye sen kendini yıkıma uğratacaksın!
(Şuara/3)
6Sonra da sen onlar bu Kur’ân’a inanmazlarsa, onların yaptıklarından dolayı, üzüntüden neredeyse kendini harap edeceksin!
(Kehf/6)
BEŞİNCİ HAKİKAT: ELÇİLERİN MUCİZE YARATMALARI MÜMKÜN DEĞİLDİR.
38Andolsun ki Biz senden önce de peygamberler gönderdik. Onlara da eşler ve nesil [oğlan-kız çocuklar] verdik. Hiçbir peygamber için Allah’ın izni/ bilgisi olmadan herhangi bir alâmet/ gösterge getirmek de yoktur. Her süre sonu için bir yazı vardır.
(Ra’d/38)
ALTINCI HAKİKAT: DAVETE ANCAK VAHYE KULAK VERENLER İCABET EDER.
YEDİNCİ HAKİKAT: İNSANLARI İNANIP İNANMAMA KONUSUNDA ÖZGÜR BIRAKAN ALLAH’TIR. ÖLÜLERİ DE SADECE ALLAH DİRİLTİR.
- ayette Allah elçisine; “Mekkeli müşriklerin sana koşa koşa gelip hemen iman etmeyişleri seni üzüyorsa, ki üzüyor. O zaman yerin dibine kadar in, göklere çık. Bunu başarmak için yerin içinde göklerde kendi kafana göre çareler, imkanlar, ara; mucizeler oluştur. Sen bunların hiç birini yapamazsın, böyle bir şey olmaz. O zaman onları sen Allah’a bırak, sen tebliğ işine bak!” mesajını veriyor. Kasas/56. Ayette de şöyle geçmiş idi:
56Kesinlikle sen sevdiğini kılavuzlanan doğru yola iletemezsin; ama Allah dilediğine doğru yolu gösterir ve O, kılavuzlanan doğru yolu kabullenecek olanları daha iyi bilir.
37Ve onlar dediler ki: “Ona Rabbinden bir alâmet/gösterge indirilmeli değil miydi?” De ki: “Şüphesiz ki, Allah bir alâmet/gösterge indirmeye güç yetirendir, fakat onların çoğu bilmezler.”
Bu ayette, müşriklerin “denizin yarılması”, “dağın yükselerek bir gölgelik hâline gelmesi”, “ölülerin diriltilmesi”, “gökten meleklerin indirilmesi”, “göğün parça parça indirilmesi” gibi bir mucize istedikleri dile getirilerek bu talepleri değerlendirilmektedir.
Onlara verilen cevapta denilmek istenen şudur: “Allah, eğer istedikleri gibi bir mucizeyi onlara göstermiş olsaydı, içlerindeki iman etmemiş olanlar, böylesine inkârı mümkün olmayan bir mucizeyi gördüklerinde toptan imha azabını da hak etmiş olurlardı. Hâlbuki Allah’ın rahmeti onları böyle bir belâdan korumayı gerektirmektedir. Onlar bu rahmetin keyfiyetini anlamıyor olsalar da, Yüce Allah bir rahmet olmak üzere onlara talep ettikleri şeyi vermemektedir.”
Allah’ın onlara istedikleri türden bir mucize vermemesinin bir başka gerekçesini de şu şekilde açıklamak mümkündür:
“Allah onların bu mucizeleri inanmaları konusunda kendilerine bir fayda sağlayacağını umarak değil de sırf inat ve taassuplarından dolayı istediklerini ve bu istekleri kendilerine verilmiş olsaydı da inanmayacaklarını biliyordu.”
İstenilen mucizenin verilmeyişi bu gerekçe ile açıklandığında, ayetteki “Fakat onların çoğu bilmezler” ifadesinden de şu anlaşılır:
“Bu topluluk, istedikleri mucizenin verilmesi hâlinde kendilerinin inat ve taassupları sebebiyle yine inkârı sürdüreceklerini bilmiyordu. Çünkü eğer biliyor olsalardı, mucizeyi inat ve taassup sebebiyle değil, fayda sağlamak amacıyla istemeleri gerekirdi. O zaman da Yüce Allah onlara istedikleri bu şeyi verirdi.”
Konuyla ilgili olarak şu ayetlerin de hatırlanması gerekir:
32Bir vakit de onlar, “Ey Allah’ım! Eğer bu, Senin katından gelmiş bir hakkın/gerçeğin ta kendisi ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi.
(Enfal/32)
90-93Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!”
(İsra/90-93)
59Ve Bizi, alâmetleri/göstergeleri göndermekten ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları alıkoydu. Ve Semûd’a, açık, gözle görülebilir biçimde sosyal destek kurumları kurmaları görevini vermiştik de onun sebep olmasıyla haksız davranmışlardı. Ve Biz, o alâmetleri/göstergeleri ancak korkutmak için göndeririz.
(İsra/59)
4Eğer Biz dilersek, Hıcr 90o yemincilere indirdiğimiz şey gibi 4onlara gökten bir alâmet [gösterge; ışın, radyasyon ve meteorlar, tayfun, sel] indiririz de onların boyunları, ona boyun eğenler oluverirdi.
(Şuara/4)
38Ve yeryüzünde hiçbir irili-ufaklı kıpırdayan canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi önderli topluluklar olmasın. Biz Kitapta hiçbir şeyi noksan/yetersiz bırakmadık. Sonra onlar Rablerine toplanacaklardır.
Bu ayette, tüm canlıların tür bazında birbirleriyle bağlarının olduğu, her canlı türün bu bağlar sayesinde kendi aralarında gruplar oluşturduğu bildirilmektedir.
Rabbimizin verdiği bu bilgi, yalanlanması mümkün olmayan mucizelerden biridir. Doğaya bakıldığında, kendine özgü yaşam tarzı, fonksiyonu olan canlı türlerinin gerçekten de insanlar gibi hep gruplar hâlinde yaşadıkları görülmektedir. Ayetten, bu özelliğe sadece bilinen, gözlenen canlıların değil, henüz keşfedilmemiş, bilimsel tanılamaya girmemiş canlıların da sahip olduğu anlaşılmaktadır.
59Görünmezin, duyulmazın, geçmişin, geleceğin anahtarları da yalnızca O’nun katındadır. O’ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın.
(En’am/59)
Ayette konu edilen “Kitap” Kur’an’dır. Çünkü Kur’an’da insanlara gerekli olan reçetelerin hepsi eksiksiz, noksansız mevcuttur. Kur’an insanlığın ihtiyaç duyacağı hiçbir ilkeyi dışta bırakmamıştır. Bu sebeple Kur’an, mucize bekleyenlere mucize olarak gösterilmiştir:
50Ve onlar, “Ona Rabbinden alâmetler/ göstergeler indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki: “Alâmetler/ göstergeler ancak Allah’ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.”
51Kendilerine okunan Kitab’ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.
(Ankebut/50, 51)
Ayetin sonunda yer alan “Sonra onlar Rabblerine toplanacaklardır” cümlesinden, tüm canlıların ölümden sonra Kıyamet gününde haşredilecekleri anlaşılmaktadır. Ancak buradan, insanların dışındaki canlıların, mesela hayvanların da hesap vereceği, birbirlerinden hak alacakları anlamı çıkmaz. Zira insan dışındaki canlıların tümü Allah tarafından insanların hizmetine müsahhar kılınmış, mükellef tutulmamıştır. Bu canlıların haşri ancak tanıklığa yönelik bir haşrdır. Tekvir/5’deki “vahşi hayvanlar bir araya toplandığında” ifadesi mahşerdeki toplanmayı değil, kıyamet anındaki dehşetten kaynaklanan şaşkınlıkla vahşi hayvanların bile bir araya toplanacağını anlatmaktadır.
39Âyetlerimizi yalanlayan şu kimseler de karanlıklar içindeki sağır ve dilsizlerdir. Her kim dilerse Allah onu şaşırtır, kim de dilerse onu doğru yol üzerine bırakır.
Bu ayette, insanın “ahsen-i takvim” üzerine yaratılmış olmasına karşılık, geçici çıkar ve tutkuları uğruna, çevresindeki sayısız delili, açık ve kesin ayeti görüp anlamaktan kaçınarak kendisini sağır ve dilsiz [akılsız, hor ve hakir, cansız madde] konumuna düşürmesi kınanmaktadır.
Ayette geçen “karanlıklar” ifadesi, surenin ilk ayetinin tahlilinde de belirttiğimiz gibi, küfrün, şirkin, nifakın karanlıklarıdır.
Dikkat edilirse, ayette “Allah’ın dileyen kimseyi şaşırtacağı, dileyeni de doğru yola kılavuzlayacağı” bildirilmektedir. Bu ifade, Allah’ın inanma konusunda insanları tamamen özgür bıraktığını göstermektedir.
“İnanç özgürlüğü” konusu, “Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz” mealindeki Tekvir/29’un ışığında “Meşiet” başlığı altında tahlil edilmiştir.
27Allah, iman edenleri, basit dünya yaşamında ve âhirette sabit bir söze/imana sabitler. Allah, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları da saptırır. Ve Allah, dilediği şeyi yapar.
26,27Şüphesiz Allah, bir sivrisineği, hatta daha daha küçük olan bir şeyi örnek vermekten çekinmez. İşte iman eden kimseler bilirler ki, şüphesiz o hakktır, Rablerindendir. Kâfirler; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimseler de artık, “Allah böyle bir örnek ile ne demek istedi?” derler. Allah, verdiği örneklerle birçoklarını şaşırtır, onunla birçoklarını kılavuzlar. Allah, onunla sadece, söz verip antlaştıktan sonra Allah’a verdikleri sözü bozan, Allah’ın birleştirmesini emrettiği şeyi; iman-amel ayrılmazlığını bozan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan hak yoldan çıkmış kimseleri şaşırtır. İşte bunlar, zarara uğrayanların ta kendileridir.
(Bakara/26, 27)
15,16Ey Kitap Ehli! Kesinlikle, Kitap’tan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açığa koyan, çoğundan da vazgeçen Bizim Elçimiz size geldi. Kesinlikle size, Allah’tan bir ışık ve apaçık bir Kitap geldi. Allah, o Kitabla kendi rızasına uyanları selâmet yollarına kılavuzlar. Onları Kendi bilgisi ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola kılavuzlar.
(Maide/16)
69Ve Biz, Bizim uğrumuzda gayret gösterenleri, elbette Kendi yollarımıza kılavuzlayacağız. Ve şüphesiz Allah, iyilik-güzellik üretenlerle beraberdir.
(Ankebut/69)
27-29,31Yine o kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimseler: “Ona Rabbinden bir alâmet/gösterge indirilmeli değil miydi, eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yerin parçalandığı veya ölülerin konuşturulduğu bir Kur’ân olsaydı…” diyorlar. De ki: “Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtır ve gönülden bağlanan kimseleri; inanan ve kalpleri Allah’ı anmakla zihnindeki tüm soru işaretlerini gidererek rahata kavuşmuş kişileri Kendisine kılavuzlar.” Gözünüzü açın! Kalpler, yalnız ve yalnız Allah’ı anmakla; zihnindeki tüm soru işaretlerini gidermekle rahata kavuşur. İman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış kimseler; tuba; güzellikler, müjdeler ve güzel dönüş yeri sadece onlar içindir. Aslında emrin tümü Allah’ındır. İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki eğer Allah dilemiş olsaydı, kesinlikle insanların tümüne kılavuzluk ederdi. İnkâr eden kimseler, Allah’ın vaadi gelinceye kadar, yaptıkları dolayısıyla ya başlarına çetin bir bela çatacak veya yurtlarının yakınına inecek. Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez/miadını şaşırmaz.
(Ra’d/27-29,31)
40De ki: “Kendinizi hiç düşündünüz mü, Allah’ın azabı size gelse veya kıyâmet vakti gelse, Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız? –Eğer doğru kimselerseniz.–
41Aslında yalnızca Allah’a yalvarırsınız da O, dilerse çağırdığınız şeyi kaldırır ve siz ortak koştuğunuz şeyleri ağzınıza almazsınız.
Hatırlanacak olursa, 38. ayette, inanmak için bir mucize isteyen Mekke müşriklerine -yaşam tarzları birbirinden farklı esaslara dayalı sayısız canlı türünün varlığına dikkatleri çekilmek suretiyle- çevrelerindeki her canlının aslında Allah’ın sayısız ayetlerinden biri olduğu işaret edilmişti. Konumuz olan ayetlerde ise kâfirlerin dikkati bizzat kendi varlıkları üzerinde görebilecekleri bir başka ayete çekilerek insan doğasındaki psikolojik bir özellik ortaya konmaktadır. Bu özellik, insanın, başına bir musibet geldiğinde veya ölüm dehşetiyle karşılaştığında Allah’tan başka sığınacak hiçbir şey bulamamasıdır. Gerçekten de böyle durumlarda en katı putperestler bile kendi tanrılarını unutarak Allah’tan yardım istemekte, en inatçı ateistler bile Allah’a sığınmaktan başka çare bulamamaktadırlar. Bu gibi bela anlarında bütün şirk koşulanlar unutulmakta, sadece Allah’a yalvarılmaktadır.
İnsanın bu özelliği Kur’an’da birçok ayette dile getirilmiştir. Konuyla ilgili bu ayetler A’raf/189-195’in tahlilinde topluca verildiğinden, burada sadece iki tanesini vermekle yetiniyoruz:
22Allah, size karada ve denizde yolculuk ettirendir. Gemilerde bulunduğunuzda gemiler içindekileri tatlı bir rüzgârla götürür. Yolcular neşelendiklerinde, şiddetli bir fırtına gelip çatar, dalgalar her yerden gelir. Ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca, dini Allah için arındıranlar olarak O’na yalvarırlar: “Bizi bundan kurtarırsan, hiç kuşkusuz, karşılığını ödeyenlerden oluruz.”
23Sonra ne zaman ki Biz onları oradan kurtardık, kurtulur kurtulmaz yeryüzünde haksız yere taşkınlıklar yaparlar. –Ey insanlar, taşkınlığınız şu basit dünya hayatının kazanımı olarak sırf kendi zararınızadır. Sonra dönüşünüz sadece Bizedir. Sonra Biz, yapmış olduklarınızı size haber vereceğiz.–
(Yunus/22, 23)
67Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup giderler, O, kaybolmaz. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok iyilik bilmeyen biridir!
(İsra/67)
Bu ayetler hakkında Mevdudi de şu mütalaada bulunmuştur:
İslâm’ın baş düşmanlarından Ebucehil’in oğlu İkrime de böyle bir ayeti gördüğünde İslâm’a geçmiştir. Hz. Peygamber Mekke’yi fethettiği zaman İkrime Cidde’ye kaçmış, oradan da deniz yoluyla Habeşistan’a geçmişti. Yolculuk esnasında gemiyi batıracak şiddette bir fırtına çıktı. Önce yolcular yardım için tanrı ve tanrıçalarına yalvarmaya başladılar. Fakat fırtına geminin batmak üzere olduğu korkusuna kapılacakları derecede şiddetlenince, hep bir ağızdan “Şimdi Allah’tan başkasına yalvarmanın zamanı değil, çünkü bizi ancak O kurtarabilir” diye bağırdılar. Bu İkrime’nin gözlerini ve kalbinin kilitlerini açtı: “Eğer burada bize Allah’tan başka yardım edecek yoksa, bir başka yerde nasıl olabilir? Muhammed’in (s.a) yirmi yıldır bize öğrettiği ve bizim de kendisiyle savaşa tutuştuğumuz da bu!” diye düşündü. İkrime’nin hayatında en önemli andı o an… Allah ile şu şekilde sağlam bir ahd yaptı: “Eğer bu fırtınadan kurtulursam doğruca Peygamber Muhammed’e gidecek ve onun izleyicisi olacağım.” Allah onu fırtınadan kurtardı ve o da ahdini yerine getirdi. Yalnızca Müslüman olmakla kalmadı, hayatının kalan bölümünü de cihad ederek İslâm’ın hizmetinde geçirdi.[9]
42Ve andolsun, senden önceki önderli toplumlara elçiler gönderdik de onları yalvarsınlar diye dayanılmaz zorluk; yoksulluk ve sıkıntılarla çeviriverdik.
43Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta oldukları şeyleri çekici gösterdi.
44Derken kendilerine hatırlatılanı terk ettiklerinde, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki, kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar, umutları suya düşenler oldular.
45Böylece şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluluğun kökü kesildi. –Ve tüm övgüler, âlemlerin Rabbi Allah’adır; başkası övülemez.–
İnkârcıların durumuna üzülen peygamberimize teselli, inatçı müşriklere de ihtar olan bu ayet grubunda Rabbimiz, küfrü ve küfrün mantıksızlığını ayrıntılı ve ikna edici bir şekilde açıklamaktadır.
Ayetlerde önce kendilerine deliller ve öğütlerle gönderilen elçileri dinlemeyen geçmiş toplumların başlarına gelenler hatırlatılmaktadır. İnsanların kendisine yönelmelerini sağlamak için Yüce Rabbimiz önce onları mallardan ve canlardan eksiltmek suretiyle uyarmıştır. 42. ayette konu edilen “zorluk” sözcüğü maldaki musibetleri, “sıkıntılar” sözcüğü ise hastalık ve diğer bedensel musibetleri ifade etmektedir.
41İnsanlar dönerler diye; kendilerinin elleriyle kazandıkları şeyler yüzünden, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırmak için karada ve denizde kargaşa ortaya çıktı.
(Rum/41)
- ayette, insanların bu uyarıyı dikkate almamaları üzerine, yaşadıkları o zorluk ve sıkıntılardan sonra Allah’ın bu kez onlara kolaylıklar, rahatlıklar verdiği bildirilmektedir. Zorluklardan sonra verilen ferahlama, aslında inançsızlar üzerindeki uyarı baskısının biraz daha arttırılması anlamına gelmektedir. Çünkü sıkıntıdan sonraki rahatlık, onların Allah’ı unutmuşluklarını sürdürmelerine, daha çok şımarmalarına, elçinin davetinden ve öğütlerden iyice yüz çevirmelerine yardımcı olmaktadır. Nitekim öyle olduğu, insanların şeytanın kendilerine hoş gösterdiği sapıklıklarda ve aşırılıklarda ısrar etmeleri sonucu, “Sünnetullah” gereği belalarını bularak köklerinin kazınmasından anlaşılmaktadır.
Dikkat edilirse, Rabbimiz, onların zorluk ve sıkıntı içinde iken yalvarmaları gerektiğini bildirmiştir. Çünkü O, “Dualara Cevap Veren”dir.
60Ve sizin Rabbiniz: “Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Şüphesiz Bana kulluk etmekten büyüklenen kimseler yakında horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir” dedi.
(Mümin/60)
Burada anlatılanlar sadece eski dönemlerde yaşamış müşriklerin başlarına gelip bitmiş şeyler olmayıp kıyamete kadar dünyada yaşayacak tüm müşriklerin de akıbetidir.
46De ki: “Hiç düşündünüz mü, eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alır ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah’tan başka getirebilecek ilâh kimdir?” Bak, Biz âyetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra da onlar sırt çevirip engelliyorlar?
47De ki: “Kendinizi hiç düşündünüz mü, Allah’ın azabı size ansızın veya açıkça gelirse, şirk koşarak yanlış davrananlar; kendi zararlarına iş yapanlar toplumundan başkası mı değişime/yıkıma uğratılmış olur?”
Bu ayetlerde müşriklere kendi düşüncesizliklerinden kaynaklanan bir şirk içinde oldukları anlatılmakta, onlardan tanıdıkları, bildikleri Allah’a şirk koşmadan inanmaları istenmektedir.
Bize göre, bu ayetlerde müşriklere verilen mesaj şudur: “Eğer Allah kulaklarınızdaki ‘işitme’ ve gözlerinizdeki ‘görme’ gücünü alıverir, duyan kulaklarınızı sağır, gören gözlerinizi kör ediverir ve kalplerinizi mühürleyiverirse, yani sizi mühürleyerek hayır ve hidayeti anlamayacak bir hâle koyar veya deliler gibi akıllarınızı giderir yahut da hiçbir şey duyamayacak şekilde kalplerinizi öldürüp bütün şuurunuzu alıverirse, Allah’tan başka onu getirecek ilâh kimdir? Oysa şimdi, işitir kulaklarınız, görür gözleriniz, duyar kalpleriniz var; bunları görüyor, biliyorsunuz, değil mi?”
- ayette, helake uğrayanların sadece “zalimler kavmi” olduğu vurgusu dikkat çekmektedir. Bu vurguda konu edilen zulmün “şirk” olduğu Kur’an’da birçok yerde belirtilmiştir:
80-81Ve toplumu o’nunla tartıştı. İbrâhîm; “Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O’na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. –Ancak Rabbimin dilediği şey hariç.– Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünmez misiniz? Ve Allah, haklarında hiçbir güç-kuvvet indirmediği hâlde, siz O’na ortak koşmaktan korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha layıktır?” dedi.
82Şu iman edenler ve imanlarına yanlış; kendi zararlarına olan iş giydirmeyenler/ ortak koşma inancı karıştırmayanlar, işte onlar, güven kendilerinin olanlardır. Kılavuzlandıkları doğru yolu bulanlar da onlardır.
(En’am/80-82)
13Ve hani bir zaman Lokmân oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki Allah’a ortak koşmak, kesinlikle büyük bir yanlış davranıştır; kendi zararlarına iş yapmaktır.
(Lokman/13)
- ayetin ifadesine göre, şirkin kişisel boyuttan toplumsal boyuta ulaşması durumunda helak kaçınılmaz olmaktadır.
Bu ayetlerde müşriklerin akıllarına hitap edilerek şirkten kurtulabilmenin yolları da gösterilmektedir. Bu yollar, Allah’ın lütfettiği duyu organlarını ve aklı iyi kullanmak, Allah’ın gönderdiği kitaba samimiyetle kulak vermektir.
31,32De ki: “Sizi gökten ve yeryüzünden kim rızıklandırıyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim sahip oluyor, bunların sahibi kim? Ve ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Ve işleri kim düzenliyor?” Hemen “Allah” diyecekler. O zaman de ki: “O hâlde hâlâ Allah’ın koruması altına girmeyecek misiniz? Öyleyse işte O, sizin gerçek Rabbiniz Allah’tır. Artık, gerçekten sonra sapıklıktan başka ne olabilir! O hâlde nasıl da çevriliyorsunuz?”
(Yunus/31, 32)
48Ve Biz gönderilen elçileri, ancak müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere göndeririz: Artık kim iman eder ve düzeltirse, artık onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun olmayacaklar da.
49Âyetlerimizi yalanlayanlara da, yapmakta oldukları hak yoldan çıkışlar yüzünden azap dokunacaktır.
Bu iki ayet, yukarıdaki 34 ve 37. ayetlerde konu edilen “müşriklerin elçiden mucize beklemeleri” tavrına verilen diğer bir cevap mahiyetindedir. Rabbimiz burada elçilerin görevlerinin ne olduğunu açıklamış, onların ancak Allah’ın rızasının, kullarına olan rahmetinin ve ahirette mutluluk içinde yaşanacak cennetinin iman edip salihatı işleyenlere ait olduğunu müjdelemekle; Allah’ın ayetlerini yalanlayanları, şirk koşanları ise dünya ve ahirette başlarına gelecek felaketlerle uyarmakla görevli olduklarını bildirmiştir.
Elçilerin görevlerinin “müjdelemek” ve “uyarmak” olduğuna dair Kur’an’da birçok ayet (Bakara/25) (Ahzab/47) (Saf/13) (Ya Sin/11) (Fussılet/13) (Kamer/36) (Enbiya/45) Bakara/119, 213, 223, Nisa/138, 165, Kehf/2, 56, Sebe/28, Fatır/23, 24, 37, Meryem/39, 97, En’am/5, 48, Tövbe/3, 112, Hacc/27, 34, Zümer/17, İsra/9, 105, Furkan/56, Ahzab/45, Fetih/8, Maide/19, A’raf/188, Yunus/2, 87, Ahkaf/9, 21, İbrahim/44, Şuara/115, 214, Müddessir/2, Mümin/18, Ankebut/50, Sebe/46, Sad/70, Mülk/26 ve Nuh/2) vardır.
- ayetteki “Artık kim iman eder ve düzeltirse, artık onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun olmayacaklar da…” ifadesi, davete icabet edenlerin sonunu; 49. ayetteki “Ayetlerimizi yalanlayanlara da, yapmakta oldukları fasıklıklar yüzünden azap dokunacaktır” ifadesi de uyarıya kulak asmayıp davete sırt çevirenlerin sonunu bildirmektedir.
50De ki: “Ben size ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Görülmeyeni, duyulmayanı, geçmişi, geleceği de bilmem ben. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben yalnızca bana vahyedilene uyuyorum.” De ki: “Kör ile gören eşit olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?”
Müşriklerin elçi hakkındaki yanlış düşünce ve beklentilerinin cevaplandırılmasına bu ayette de devam edilmiş, “elçi doğaüstü bir kişi olmalı, çeşitli mucizeler göstermeli” şeklindeki müşrik iddialarına karşı, peygamberimizden “melek olmadığını, gaybı bilmediğini ve Allah’ın hazinelerinin kendi yanında olmadığını” söylemesi istenmiştir.
Bu ayette peygamberimize söylettirilen sözlerin bir benzeri Nuh peygambere de söylettirilmiştir:
25,26Ve andolsun ki Nûh’u da toplumuna elçi olarak gönderdik: “Gerçekten ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’tan başkasına kulluk etmeyiniz! Ben, sizin hakkınızda acı bir günün azabından korkarım.”
27Buna karşılık, toplumunun kâfirlerinin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olanlarının ileri gelenleri: “Biz seni sadece bizim gibi sıradan bir insan olarak görüyoruz. Sana sığ görüşlü aşağı tabakalarımızdan/ ayak takımımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizim aleyhimize bir fazlalığınızı da görmüyoruz. Tam tersine biz, sizi yalancılar sanıyoruz” dediler.
28-31Nûh, “Ey toplumum! Hiç düşündünüz mü, ben Rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve O, bana Kendi tarafından bir rahmet bahşetmiş de bu size saklı tutulmuşsa?! –Biz, siz ondan hoşlanmadığınız hâlde sizi ona zorlar mıyız?”– 29Ve “Ey toplumum! Ben sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah’a aittir. Ve ben iman edenleri kovacak değilim. Onlar elbette Rablerine kavuşacaklar. Velâkin ben sizi cahillik eden bir toplum olarak görüyorum.” 30Ve “Ey toplumum! Ben onları kovarsam, Allah’a karşı bana kim yardım edecek? Peki, siz hiç düşünmez misiniz? 31Ve ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ve ben görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilmem. Ben size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. O sizin kendinize göre, hor gördükleriniz hakkında, ‘Allah onlara hiçbir hayır vermez’ de demiyorum. Allah, onların içlerindekini, en iyi bilendir. İşte asıl o zaman ben kesinlikle yanlış; kendi zararlarına iş yapanlardan olurum” 28dedi.
(Hud/25-31)
Konumuz olan ayette “Allah’ın hazineleri” ile ilgili sözler peygamberimize durup dururken söylettirilmemiştir. Müşrikler peygamberimizden öyle şeyler istemişlerdir ki, bunlar ancak Allah’ın kudretiyle yapılabilecek şeylerdir:
90-93Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!”
(İsra/90-93)
37Ve onlar dediler ki: “Ona Rabbinden bir alâmet/gösterge indirilmeli değil miydi?” De ki: “Şüphesiz ki, Allah bir alâmet/gösterge indirmeye güç yetirendir, fakat onların çoğu bilmezler.”
(En’âm/37)
Peygamberimize Allah’ın hazinelerinin kendi yanında olmadığı işte bu istekler üzerine söylettirilmiştir. Bu sözler, müşriklerin yanlış isteklerde bulunduklarını ifade eden sözlerdir.
Daha önce Musa peygamber de benzer taleplerle karşılaşmıştır:
55Hani bir zamanlar da siz, “Ey Mûsâ! Biz, Allah’ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız” demiştiniz de bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti.
(Bakara/55)
60Ve hani bir zamanlar Mûsâ, toplumu için su istemişti de, Biz, “Birikimini taş kalpli toplumuna uygula!” demiştik. Bunun üzerine o taş kalpli toplumdan on iki toplum-belde halkı ayrışmıştı. Oluşan her beldenin halkı, kendi su alacağı yeri kesinlikle öğrendi. –Allah’ın rızkından yiyin, için ve bozgunculuk yaparak yeryüzünde taşkınlık yapmayın.–
61Ve hani bir zamanlar siz, “Ey Mûsâ! Biz, tek yemeğe asla dayanamayız, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. Mûsâ da size, “O, üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/ Mısır’a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır” demişti. Ve üzerlerine aşağılık ve meskenet damgalandı ve sonunda Allah’tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, küfretmiş; Allah’ın âyetlerini bilerek reddetmiş olmaları ve peygamberleri haksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir.
(Bakara/60,61)
Peygamberimizin gaybı bilmediği A’raf Suresi’nde şöyle ifade edilmişti:
188De ki: “Ben kendim için Allah’ın dilediğinden başka ne bir yarar elde etmeye, ne de bir zararı önlemeye yetkin değilim. Ben eğer görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilseydim, elbette ben hayırdan çoğaltmak isterdim. Ve bana hiçbir kötülük bulaşmamıştır. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir topluma müjdeleyenim.”
(A’râf/188)
Peygamberimiz, “olağanüstü güçlerle donatıldığı” iddialarına hayatı boyunca karşı çıkmıştır. Ne yazık ki, Kur’an’ın diliyle de reddedilen bu iddiaların kökü kazınamamış ve bu konudaki uydurmalar günümüze kadar gelmiştir.
Peygamberimize “Ben bir meleğim de demiyorum” dedirtilmesine sebep olan müşrik talepleri ve onlara verilen cevap, Furkan suresinde şöyle dile getirilmişti:
7,8Ve inkâr etmiş olanlar: “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece O’nunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar: “Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz” da dediler.
(Furkan/7, 8)
20Biz, senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik. Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için saflaştırmak için sıkıntı malzemesi yaptık. –Sabrediyor musunuz!– Ve senin Rabbin çok iyi görendir.
21Bize kavuşmayı ummayanlar da, “Bizim üzerimize melekler/ doğal güçler indirilmeliydi” ya da “Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Andolsun ki onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir azgınlık yapmak sûretiyle azgınlaştıkça azgınlaştılar.
22Melekleri görecekleri gün; işte o gün, günahkârlara hiçbir müjde; sevinçli haber yoktur. Ve o kavuşmayı ummayanlar “Yasak edilmiştir, yasak!” derler.
(Furkan/20, 22)
Peygamberimize söylettirilen “Ben yalnızca bana vahyedilene uyuyorum” ifadesinden, elçinin kendisine gelen vahye uymak ve onu uygulamak zorunda olduğu anlaşılmaktadır. Bu husus başka ayetlerde de vurgulanmıştır:
203Onlara bir âyet getirmediğin zaman da, “Kendin onu uyduruverseydin ya!” derler. De ki: “Ben ancak Rabbimden bana ne vahyolunuyorsa ona uyuyorum.” İşte bu Kur’ân, Rabbinizden gelen kalp gözünü açacak beyanlardır, iman eden bir toplum için bir kılavuz ve bir rahmettir.
(A’raf/203)
15Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: “Bundan başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir!” dediler. De ki: “Onu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.”
(Yunus/15)
9De ki: “Ben elçilerden ilk ortaya çıkan biri değilim. Ve ben, bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum. Ben sadece bana vahyedilene tâbi oluyorum. Ve ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.”
(Ahkaf/9)
Rabbimiz peygamberimizin din adına konuşurken ancak kendisine vahyedileni konuşabileceğini, başka bir söz söyleyemeyeceğini de bildirmiştir:
3O, boş iğreti arzusundan da konuşmuyor. 4Onun size söyledikleri; inen o ayet gurupları, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir. 5Arkadaşınıza o konuştuklarını müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi, egemenlik kurmuş olan öğretti.
(Necm/3-5)
44-47Eğer Elçi/Muhammed, bazı sözleri Bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi, kesinlikle O’ndan tüm gücünü alırdık. Sonra O’ndan can damarını kesinlikle keserdik. Artık sizden hiç biriniz O’na siper de olamazdınız.
(Hakkah/44-47)
Rabbimizin bu sözlerinden, peygamberimiz nasıl sadece Allah’ın indirdiği vahye uyuyor ve din adına sadece O’nun sözleriyle konuşabiliyorsa, peygamberimizin yolundan gidenlerin de aynen onun gibi yalnız Kur’an’a uymalarının gerekli olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim peygamberimizin ve ona uyanların sadece vahye [Allah’ın indirdiğine] uymasını emreden, işaret eden, aşağıdakiler gibi onlarca ayet (A’râf/158, Âl-i Imran/31, Bakara/170, En’âm/104, Lokman/21) vardır.
51Ve Rablerinin huzurunda toplanılacaklarından korkanları, Allah’ın koruması altına girmeleri için sana vahyedilenle uyar. Onların, O’nun astlarından yardım eden, yol gösteren, koruyan bir yakın kimseleri ve destekçileri, kayırıcıları yoktur.
52Ve Allah’ın rızasını dileyerek sabah-akşam; sürekli Rablerine dua eden kimseleri kovma! Onların hesabından sana hiçbir sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara hiçbir şey yoktur. Ki onları kovarsan yanlış; kendi zararlarına iş yapanlardan olursun!
Bu ayetlerde, peygamberimize, uyarıcılık görevini ne ile ve nasıl yapması gerektiği bildirilmektedir.
- ayette ve daha pek çok ayette bildirildiğine göre, uyarıcılık görevi Kur’an ile yapılmalıdır. Bu sebeple günümüzde de uyarıcılık görevi üstlenenler uyarılarını sadece Kur’an ile yapmalıdırlar.
52Öyleyse kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere itaat etme ve Furkân ile onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihat yap, uğraşı ver!
(Furkan/52)
70Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş/ oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak ve Kur’ân ile hatırlat/öğüt ver: Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığıyla değişim ve yıkıma düşerse, onun için Allah’ın astlarından bir yardım eden, yol, gösteren koruyan bir yakın kimse ve destekçi, kayırıcı söz konusu olmaz. Suçuna karşı her türlü bedeli ödemeyi istese de ondan alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile değişime/yıkıma uğrayan kimselerdir. İyilikbilmezlik ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.
(En’am/70)
45Biz, onların söylediklerini daha iyi biliriz. Ve sen, onların üzerinde zorlayıcı değilsin. O hâlde sen, Benim tehdidimden korkan kimselere Kur’ân ile öğüt ver.
(Kaf/45)
Rabblerine dua eden kimseleri kovma!
Bu talimattan anlaşıldığına göre, Mekkeli müşrik kodamanlar fakirlerle bir arada olmaya tenezzül etmemişler ve peygamberimizden çevresindeki inançlı garibanları kovmasını istemişlerdir. Abese suresinin ilk ayetlerinde bildirildiği gibi, peygamberimiz, eğer bu isteği yerine getirirse o kodamanların iman edebilecekleri düşüncesiyle hareket etmiş, ancak bu davranışı Rabbimizden onay almamıştır.
Genellikle insanları yaptıkları işlere veya zenginliklerine göre değerlendirmek şeklinde tezahür eden gayriahlakî sosyal statü anlayışı, insanlık tarihine aslında çok eski tarihlerde girmiştir. Hatırlanacak olursa, Nuh peygamberin kavmi de ondan aynı talepte bulunmuştu:
27Buna karşılık, toplumunun kâfirlerinin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olanlarının ileri gelenleri: “Biz seni sadece bizim gibi sıradan bir insan olarak görüyoruz. Sana sığ görüşlü aşağı tabakalarımızdan/ ayak takımımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizim aleyhimize bir fazlalığınızı da görmüyoruz. Tam tersine biz, sizi yalancılar sanıyoruz” dediler.
(Hud/27)
111Onlar: “Sana çok düşük kimseler uyarken, biz sana inanır mıyız?” dediler.
112-115Nûh dedi ki: “Onların yaptıklarına dair bir bilgim yoktur. Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Eğer düşünürseniz! Ve ben iman edenleri kovucu değilim. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.”
(Şuara/111-115)
Konumuz olan ayetin iniş sebebi hakkında “Esbab-ı Nüzul” kayıtları şöyle bir olay zikretmektedir:
Abdullah İbn Mesûd’un şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Kureyş’ten bir topluluk Resûlullah (s.a.s)’a uğramışlardı. O sırada Hz. Peygamber’in yanında, Müslümanların zayıf ve fakirlerinden olan Süheyb, Habbâb, Bilâl, Ammar ve başkaları bulunuyordu. Bunun üzerine onlar “Sen, kavminden vazgeçerek bunları mı tercih ettin? Biz bunlara mı tâbi olacağız? Onları yanından kov! Onları kovarsan belki o zaman sana uyarız” deyince Hz. Peygamber (s.a.s): “Ben, mü’minleri kovan bir kimse değilim” dedi. Kureyş: “O hâlde biz geldiğimizde onları yanından kaldır; biz kalkıp gittiğimizde ise, istersen onları yanında oturt!” deyince de, Hz. Peygamber onların iman etmelerini ümid ederek: “Olur” dedi. Rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber’e: “Bir yapsan da, böylece baksak nasıl olacaklar!” dedi. Sonra bu Kureyşliler bu hususta ısrar edip, Hz. Peygamber’e: “Bu konuda bizim için bir yazı yazsan!” dediklerinde, Hz. Peygamber, bunu yazması için, bir kâğıt ile beraber Hz. Ali’yi çağırtır. İşte bunun üzerine bu âyet nazil olur. Bunun üzerine Hz. Peygamber o kâğıdı fırlatıp atar. Hz. Ömer de bu sözünden dolayı özür beyân eder. İşte bu sebeple, Selmân ve Habbâb: “Bu âyet bizim hakkımızda nazil oldu. Hz. Peygamber bizimle beraber oturuyor ve biz O’na, diz kapağımız diz kapağına temas edecek kadar yakın bulunuyorduk. O, yanımızdan ayrılmak istediğinde, kalkıp gidiyordu.[10]
53Ve Biz, “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu?!” desinler diye, onlardan bazısını bazısı ile böyle ateşlere sürükledik, imtihan ettik. Allah, kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenleri daha iyi bilen değil midir?
Ayetteki “Onlardan bazısını bazısı ile böyle fitnelendirdik” ifadesinden anlaşıldığına göre, Rabbimiz insanları birbiriyle sınamakta, olgunlaştırmaktadır. Demek ki, toplum yaşamının bir gerçeği ve gereği olan sosyal farklılıklar aslında Allah’ın bir fitnesidir. Ne var ki, mal ve mevkice fazlalıklı olup da bu durumlarının kendi başarılarından kaynaklandığını zannedenler, kendilerine göre daha az malı olanı veya düşük mevkide bulunanı genellikle küçümserler, ezerler. Bunun tersi olarak mal ve mevkice alt düzeyde olanlar ise fazlalıklı olanları kıskanırlar. Hâlbuki bu fazlalıklar, insanları olgunlaştırıp değerli hâle getirmek için onlara verilmiş birer sınama aracıdır. Kur’an ayetlerine ve gerçek hayata bakıldığında, insanların denendiği bu fazlalıkların mal, makam, asalet, zekâ gibi hususlarda olduğu görülmektedir.
Dünya hayatındaki fazlalıkların insanların kendi başarıları olmayıp Allah tarafından verildiği başka ayetlerde de bildirilmiştir:
71Ve Allah rızık konusunda kiminizi kiminize fazlalıklı kılmıştır. Kendilerine fazlalık verilenler, kendi rızıklarını; yiyip içeceklerini, servetlerini, sözleşmeler gereği himayelerinde bulundurdukları kimselere, hepsi rızıkta eşit olmak üzere vermezler. O hâlde bunlar Allah’ın nimetini bilerek örtbas mı ediyorlar?
(Nahl/71)
28Allah, size kendinizden bir örnek veriyor: Hiç size rızık olarak verdiğimiz şeylerde yasa ile size teslim edilen kişilerden ortaklarınız bulunur da onlarla siz eşit olur ve kendinize çekindiğiniz/ değer verdiğiniz gibi onlarla da karşılıklı çekinir misiniz/ birbirinize aynı değeri verir misiniz, eşit olur musunuz? İşte Biz, aklını kullanan bir toplum için âyetleri böyle açıklarız.
(Rum/28)
32Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit dünya hayatında, onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz, onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.
(Zühruf/32)
Fazlalıklı olanların büyüklenerek fazlalıklı olmayanları aşağılayıp alay etmesi, fazlalıklı olmayanların da fazlalıklı olanları kıskanıp haset etmesi halinde her iki kesimin de sınavı kaybetmesi söz konusu olmaktadır:
6-8Kesinlikle senin düşündüğün gibi değil! Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendisini yeterli gördüğünde, kesinlikle azar.
(Alak/6-8)
23Semûd da o uyarıları yalanladı: “24,25Bizden bir tek insana mı, o’na mı uyacağız? Öyle yaparsak kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz, Öğüt; Kitap, aramızdan o’na mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır” dediler.
(Kamer/23-25)
“Onlardan bazısını bazısı ile böyle fitnelendirdik” ifadesini ayetin içinde bulunduğu pasaj kapsamında özel bir anlama çekmek ve ayetteki mesajın takdirini şu şekilde yapmak da mümkündür: “İslâm nimetini yoksullara, kimsesizlere ve toplumda aşağı mevkileri işgal edenlere vermekle zengin ve kibirli sınıfı imtihana çekmekteyiz.”
54Ve âyetlerimize inanan kimseler sana geldikleri zaman hemen: “Selâm olsun size! Rabbiniz rahmeti Kendi üzerine yazdı. Şüphesiz sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tevbe eder ve düzeltirse; şüphesiz ki Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir” de!
Bu ayette, peygamberimize, inanmış kimselere nasıl davranması gerektiği bildirilmektedir. Peygamberimiz onlara esenlik dileyecek, Allah’ın rahmeti kendi üzerine borç yazdığını ve kendisine müracaat edenlere rahmetiyle, hoş görüsüyle davrandığını söyleyecektir. Böylece günahkârların umutsuzlukları, kötümserlikleri önlenmiş olacaktır.
Rahmet kapılarının sonuna kadar açık tutulduğu bu ayette, Allah’ın bağışlayacağı suçlular “bilmeden kötülük işleyip arkasından tövbe edenler” olarak nitelenmiştir. Ancak buradaki “bilmeden” sözcüğü, taammüden olmayan, yani tasarlanarak değil, düşüncesizce yapılan bir cehaleti ifade etmektedir. Çünkü imanlı olup da günah işleyen birinin, bir takım tutkularla işlediği fiil sonucunda ahiret hayatında neleri kaybettiğini, hangi ödülleri kaçırdığını bilmesi mümkün değildir. Bilemediği için de dünyevî lezzetleri ahiretin birçok hayrına tercih etmektedir. Bu, azı çoğa tercih etmek demektir. Azı çoğa tercih etmek ise örfte daima “cehalet” olarak nitelendirilmiştir.
Kısaca, Rabbimiz, kârı ve zararı hesap edilmeden işlenen suçlar için tövbe edildiğinde, bu suçları affedeceğini bildirmektedir.
17Allah’ın üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerinkidir. İşte bunlar, Allah’ın tevbelerini kabul ettikleridir. Allah, en iyi bilendir, en iyi hüküm koyandır.
(Nisa/17)
Esbab-ı Nüzul kayıtlarında bu ayetin Ömer b. Hattap hakkında nazil olduğu ileri sürülmüştür.[11]
[1] (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Süyuti, el-İtkan)
[2] (Razi; el Mefatihu’l-Gayb)
[3] (Razi; el Mefatihu’l Gayb)
[4] Mukatil
[5] (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)
[6] (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)
[7] (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)
[8] (Beyhaki, Hakim)
[9] (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)
[10] (Mukatil; Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)
[11] (Mukatil)