55-EN’AM SURESİ-2

55Ve Biz âyetleri işte böyle ayrıntılı olarak açıklıyoruz. Ve suçluların yolu ortaya konsun/sana belli olsun diye.

Bu ayette Rabbimiz, Kur’an’da ayetleri hep detaylı olarak verdiğini bildirmektedir. Ancak ayetin ikinci bölümündeki “ve suçluların yolu ortaya konsun / sana belli olsun diye” şeklindeki ifade, Allah’ın ayetleri detaylandırmasının gerekçesi değildir. Çünkü ayetin bu son bölümü teknik olarak 53. ayetteki “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu desinler diye” cümlesine bağlıdır. Çevirilerde ise ayet genellikle “Ve suçluların yolu ortaya konsun / sana belli olsun diye Biz ayetleri işte böyle detaylandırıyoruz” şeklinde manalandırılmaktadır. Hâlbuki ayetin bu bölümü “ ولتستبينve litestebiyne” şeklindedir ve buradaki “ وvav”ın fazladan olduğu şeklindeki teviller abestir. Bu nedenle “ وvav” bağlacının ihmali söz konusu edilemez.

53 ve 55. ayetlerin aşağıdaki şekilde birleştirilmesi hâlinde, konu daha iyi anlaşılmaktadır:

Ve Biz, “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu” desinler ve suçluların yolu ortaya konsun / sana belli olsun diye, onlardan bazısını bazısı ile böyle fitnelendirdik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir? Ve Biz ayetleri işte böyle detaylandırıyoruz.”

Görüldüğü gibi, suçluların yolunun ortaya konması veya peygamberimize belli olması ayetlerin detaylandırılmasının değil, Allah’ın fitnelendirmesinin gerekçesi durumundadır. Bu gerekçenin tezahürü de suçluların Allah’ın Kur’an’da gösterdiği yoldan başka bir yolda yürümeleri şeklinde olmaktadır. Rabbimiz hakk ile batılı birbirinden çok detaylı biçimde ayırdığı ve dinde zorlamayı yasaklayarak insanları özgür bıraktığı için insanın bu özgürlük içinde Kur’an’daki hakk yoldan çıktığı hemen belli olmaktadır.

256Dinde zorlamak/tiksindirmek yoktur; iman, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten; iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan kesinlikle iyice ayrılmıştır. O hâlde kim tâğûta küfreder; onu tanımaz Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.

(Bakara/256)

Ayette geçen “ تستبينtestebiyne” ifadesi bazı kıraatlerde “ يستبينyestebiyne” şeklinde okunduğu için, biz her iki kıraatin anlamını da mealimizde vermiş bulunuyoruz.

 

56De ki: “Şüphesiz ki ben, sizin, Allah’ın astlarından yalvardıklarınıza kulluk etmekten yasaklandım.” De ki: “Ben, sizin boş iğreti arzularınıza uymam. Eğer uyarsam sapıtmış olurum ve ben, kılavuzlandığım doğru yola erenlerden olmamış olurum.”

57De ki: “Ben, Rabbimden apaçık bir delil üzerindeyim. Siz ise o delili yalanladınız. O çabuk gelmesini istediğiniz şey benim yanımda değildir, hüküm ancak Allah’a aittir, gerçeği O anlatır/gerçekleştirir ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır.”

Rabbimiz, 56. ayetten başlamak üzere 67. ayete kadar peygamberimize bir takım gerçekleri açıklattırmaktadır.

Konumuz olan ayetlerin ilkinde peygamberimizin, ikincisinde ise müşriklerin durumları ortaya konularak müşriklerin gerçeği görmeleri istenmiştir.

  1. ayetin ifadesinden, müşriklerin “Biz seni açıkça inkâr ve reddedip dururken neden bize bir azap gelmez? Eğer sen gerçekten Allah tarafından gönderilmiş olsaydın, o zaman seni inkâr edeni, sana hakaret edeni yer yutmalı ve yıldırım çarpmalıydı. Nasıl olur da Allah’ın elçisi ve onun peşinden gidenler akla gelmedik işkenceler görürken, onlara işkence edenler neşeyle hayat sürüp duruyorlar?” demek istedikleri anlaşılmaktadır. Bu yanlış değerlendirmeye güvenerek tehdit edildikleri azabın kendilerine hemen verilmesini istemeleri ise aslında böyle bir azaba uğratılacaklarına inanmadıklarını göstermektedir.

32Bir vakit de onlar, “Ey Allah’ım! Eğer bu, Senin katından gelmiş bir hakkın/gerçeğin ta kendisi ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi.

(Enfal/32)

21Âd’ın kardeşi Hûd’u da an! Hani o, Ahkâf’ta toplumunu uyarmıştı. –Kesinlikle o’nun önünde ve ardında [her yanında], “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Şüphesiz ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum” diyen uyarıcılar geçmişti.–

22Onlar: “Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, hadi o bizi tehdit edip durduğun azabı hemen getir” dediler.

23Âd’ın kardeşi; Hûd: “ Şüphesiz o azabın ne zaman geleceğine dair bilgi Allah katındadır. Ben ise size benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Velâkin ben sizi cahillik edip duran bir toplum olarak görüyorum” dedi.

(Ahkaf/21-23)

53Ve senden azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer belirlenmiş/ adı konmuş bir süre sonu olmasaydı, azap onlara elbette gelmişti. Ve o azap, hiç farkında olmadıkları bir sırada kendilerine ansızın elbette gelecektir.

(Ankebut/53)

58De ki: “Sizin çabuk gelmesini istediğiniz şey benim yanımda olsaydı, benimle sizin aranızdaki iş kesinlikle gerçekleşmiş gitmişti. Ve Allah, yanlış; kendi zararlarına iş yapanları en iyi bilendir.

59Görünmezin, duyulmazın, geçmişin, geleceğin anahtarları da yalnızca O’nun katındadır. O’ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın.

60Ve O, sizi geceleyin vefat ettiren; geçmişte yaptıklarınızı, yapmanız gerekirken yapmadıklarınızı bir bir hatırlattıran, gündüzün elde ettiğiniz şeyleri bilen, sonra adı konmuş süre sonunun gerçekleşmesi için sizi kaldırandır. Sonra dönüşünüz yalnızca O’nadır. Sonra O, yaptıklarınızı size haber verecektir.

61Ve Allah, kulları üzerinde hükümranlığı sürdürür ve O, sizin üzerinize koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksik-fazla yapmadan, onu vefat ettirirler; onlara geçmişte yaptıklarını, yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlatırlar. 62Sonra kendi gerçek Mevlâları Allah’a döndürülürler. Dikkatli olun, hüküm ancak O’nundur ve O, hesap görenlerin en süratlisidir.”

Rabbimizin peygamberimiz vasıtasıyla bu pasajda vermeye devam ettiği mesajlar aşağıdaki gibi takdir edilebilir:

“Müşriklerin isteyip durdukları azap peygamberin elinde olsa idi, iş çoktan bitmiş olurdu. Ne var ki, peygamber sadece bir tebliğci, uyarıcı ve müjdecidir. Azabı getirmek, azap etmek peygamberin elinde değildir. Cezalandırmak için elinden bir şey gelmez. Ona kalsa, beşer olması sebebiyle hiç beklemez, derhal cezalandırırdı.”

“Peygamber gaybı da bilmemektedir. Gaybın anahtarları Allah’ın yanında olup gaybı sadece O bilir. Öyle ki, karada, denizde ne varsa Allah hepsini bilir. Onun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıklarında bir tane, yaş-kuru [tüm ne varsa] hepsi O’nun bilgisi dahilindedir.”

“İnsanları uyutup uyandıran da Allah’tır. Ömrü olanları uyandırır. Gün olur, onları da Kendisine döndürüp hesap soracaktır. Allah kulları üzerinde Kahir’dir. O, kulları üzerine koruyucular yollar, onlar ölürken kişiyi vefat ettirirler [takdim ve tehir ettiğini eksiksiz haber verirler, bir bakıma ona ömrünün ‘z’ raporunu gösterirler]. Ve artık gerçek Mevla’ya dönülür. Artık hüküm O’nundur. O, hesap görenlerin en hızlısıdır.”

11Her kişi için, iki elinin arasından ve arkasından –Allah’ın işinden olarak–, onu gözetip koruyan izleyiciler vardır. Gerçekte, bir halk, kendi benliklerinde olanı değiştirmedikçe, Allah hiçbir şeyi değiştirmez. Ve Allah, bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onun geri çevrilmesi söz konusu değildir. Onlar için O’nun astlarından bir yardım eden, koruyan, yol gösteren bir yakın da yoktur.

(Ra’d/11)

17,18Onun sağından ve solundan (her yanından) yerleşik iki tesbitçi onun her işini tesbit edip dururken, insan hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın.

(Kaf/18)

9-12Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Aslında siz, şüphesiz üzerinizde, yaptığınız şeyleri ezberleyen, saygın yazıcılar olmasına rağmen, Din’i yalanlıyorsunuz.

(İnfitar/9-12)

“Kayıtçılar” ve “tanık” olgusu, Rabbimizin tarafsız delil kullandığını ve kimseye zulmetmediğini gösterme iradesine dayanmaktadır.

49Ve Kitap/ amel defteri konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük-küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış” derler. Ve onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye haksızlık etmez.

(Kehf/49)

13,14Ve her insanın kendi yaptıklarının karşılıklarını, ayrılmayacak şekilde boynuna doladık. Ve Biz, kıyâmet günü açılmış bulacağı kitabı onun için çıkarırız: “Oku kendi kitabını! Bugün kendi zatın, kendine karşı hesap sorucu olarak sana o yeter!”

(İsra/13, 14)

  1. ayetteki “Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit, elçilerimiz hiç eksik veya fazla yapmadan onu vefat ettirirler” ifadesinden, vefat ettirmekle görevli olanların birden fazla sayıda oldukları anlaşılmaktadır.

Bu ifadeden anlaşılan bir başka şey de “ölüm” ile “ وفاةvefat”ın aynı şey olmadığıdır. Çünkü ayete göre “vefat” işlemini elçiler kişiye “ölüm” geldiği vakit, yani ölümden hemen önce yapmaktadırlar. Kısacası “vefat”, ölümden hemen önce, insanın takdim ve tehir ettiklerine eksiksiz, fazlasız haberdar edilmesi” demektir.

60, 61. ayetlerde nefsin ve bedenin farklılığına yani insanın sadece bedenden ibaret olmadığına; Nefis ve Bedenden oluşan bir varlık olduğuna değinilmiştir. Ayete göre Nefis (halk tabiriyle Ruh) uyku anında bedenden ayrılmakta sonra bedene (kalıba, binite) geri dönmektedir.

Bu ayetlerde Biyolog ve psikologların derin araştırma yapmaları gereken bir konuya değinilmiştir.

MEVLA, GERÇEK MEVLA

  1. ayette geçen “gerçek Mevlâları Allah’a döndürülürler” ifadesindeki “gerçek Mevlâ”; “yaratan, rızk veren, dirilten ve mutlak malik” demektir. Gerçek Mevlâ olan Allah, hesap sormak üzere herkesi öldükten sonra diriltmek suretiyle kendisine geri döndürecektir.

Hem fail hem de mef‘ul anlamında kullanılan mevlâ sözcüğü, fail anlamında kullanıldığında “yakın olan, yardım eden, koruyan, yol gösteren”; mef‘ul anlamında kullanıldığında ise “yakın olunan, yardım olunan, korunan, yol gösterilen” demek olur. Nitekim İslâm Hukuku’nda köle azat eden köle sahibine fail anlamıyla mevlâ denildiği gibi, azat edilen köleye de mef‘ul anlamıyla yine mevlâ denilir. Ancak İslâm âleminin birçok yerinde saygı için bazı kimselere مولانا [mevlânâ=mevlâmız] denmektedir. Oysa bize göre, Kur’ân’daki açıklamalar dikkate alındığında bu sıfatın dinî anlamda Allah’tan başkası için kullanılması kesinlikle uygun değildir.

63De ki: “Siz, ‘bizi bundan kurtarırsa kesinlikle karşılığını ödeyenlerden olacağız’ diye gizli ve yakararak O’na yalvarıp dururken, karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?”

64De ki: “Sizi ondan ve her sıkıntıdan Allah kurtarır. Sonra da siz ortak koşarsınız. 114Ve O, size Kur’ân’ı ayrıntılı/hak-bâtıl ayrılmış olarak indirdiği hâlde, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?” Ve kendilerine Kitap verdiğimiz şu kişiler, Kur’ân’ın şüphesiz Rabbinden hak ile indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen onların bu kitabın Allah tarafından indirildiğini bildikleri hususunda sakın şüphecilerden olma.

65De ki: “O, üstünüzden ve ayaklarınızın altından azap göndermeye yahut sizi ayrılıkçı gruplara ayırıp kiminizin kiminize hıncını tattırmaya gücü yetendir.” Bak, onlar iyice anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl evirip çeviriyoruz/inceden inceye açıklıyoruz.

Bu ayet grubunda, içlerindeki duygularını bastırmak çabasında olan müşriklere kendileriyle yüzleşme fırsatı vermek üzere, itiraf edemedikleri gerçek yine peygamberimiz aracılığı ile ortaya konmakta ve kendilerine azap gelmedi diye küstahlaşanlar sanki şu sözlerle uyarılmakta, hatta tehdit edilmektedir: “Siz, sıkıntılı anlarınızda, Allah’tan başka kimsenin sizi kurtarmayacağını, kurtaramayacağını biliyor ve sadece O’na yalvarıyorsunuz. Peki, şimdi niye ortaklar koşuyorsunuz? Allah, çevrenizdeki tabiat olayları ile veya sizi kendi aranızda birbirinize düşürerek perişan ediverir.”

  1. ayette geçen “karanın ve denizin karanlıkları” ifadesinden seller, depremler, kuraklıklar, bereketsizlikler, doğa kirlenmeleri, denizlerin yükselip karaları basması, insanların besini olan hayvanların yok ol­ması gibi maddi felaketler anlaşılmalıdır. İnsan oğlunun A’raf/189-192’de anlatılan davranışında olduğu gibi, insanların böyle sıkıntılı durumlarda tüm benlikleriyle Allah’a dönüp şükür sözü vermeleri, sıkıntıdan kurtulduklarında ise bu sözlerini unutarak nankörce davranmaları Kur’an’da pek çok ayette dile getirilmiş ve insanlar bu kötü huydan vazgeçmeleri için uyarılmıştır:

22Allah, size karada ve denizde yolculuk ettirendir. Gemilerde bulunduğunuzda gemiler içindekileri tatlı bir rüzgârla götürür. Yolcular neşelendiklerinde, şiddetli bir fırtına gelip çatar, dalgalar her yerden gelir. Ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca, dini Allah için arındıranlar olarak O’na yalvarırlar: “Bizi bundan kurtarırsan, hiç kuşkusuz, karşılığını ödeyenlerden oluruz.”

(Yunus/22)

67Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup giderler, O, kaybolmaz. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok iyilik bilmeyen biridir!

(İsra/67)

63Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır ya da karanın ve denizin karanlıkları içinde size kılavuz olan, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir.

(Neml/63)

Ve Felâk/1-5, Yunus/12, A’raf/189-192.

Rabbimizin peygamberimize söylettiği 65. ayetteki ifade ile de, nankör insanlara anlama yeteneklerini faaliyete geçirmeleri, akıllarını başlarına toplamaları için birçok fırsatlar verildiği bildirilmektedir.

71Ve eğer hak onların tutkularına uysaydı; kesinlikle gökler, yeryüzü ve bunlarda bulunan kimseler bozulup giderdi. Aslında, Biz onların şanını/öğütlerini getirdik; sonra da onlar, kendi şanlarından/öğütlerinden yüz çevirenlerdir.

(Müminun/71)

114 / 65 – Ve O, size Kitap’ı [Kur’an’ı] ayrıntılı / hakk, batıl ayrılmış olarak indirdiği hâlde, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Ve kendilerine kitap verdiğimiz şu kişiler, onun [Kur’an’ın] şüphesiz Rabbinden hakk ile indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen [Onların bu Kitabın Allah tarafından indirildiğini bildikleri husu­sunda] sakın şüphecilerden olma.

Bu ayet de 104. ayet gibi peygamberimizin ağzından verilen ifadelerle başladığından, peygamberimize “kul [de ki]” diye başlayan paragrafın devamı mahiyetindedir. Dolayısıyla peygamberimizin kendi sözlerinin Kur’an’a karıştığı gibi bir müşkül oluşturmaması için bu ayetin de o paragrafta değerlendirilmesi ve bize göre 65. sırada yer alması gerekmektedir.

Bu ayette Rabbimiz, peygamberimize istifham-ı inkârî tarzında bir soru sordurarak Kur’an dışı bir hakem aramaması gerektiğini bildirmektedir.

 “HAKEM” SÖZCÜĞÜNÜN ANLAMI

Dilbilimciler bu ayette geçen “ حكمhakem” sözcüğü ile “ حاكمhâkim” sözcüğünün aynı anlama geldiğini ileri sürmüşlerdir.[1] Ne var ki, Kur’an’da “hakem” sözcüğünün geçtiği ayetler [Nisa/35 ve En’am/114] iyi tetkik edildiğinde, “hakem” sözcüğünün “hâkim” sözcüğünden daha üst bir mana ifade ettiği görülür. Çünkü Kur’an’da hükmeden herkese “hâkim” denilmesine karşılık, sa­dece hakk ile hükmedene “hakem” denmektedir. Buna göre, ayetteki “Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?” ifadesi, “hakem” sözcüğünün yerine bu sözcüğün anlamı olan “hakk ile hükmeden bir hâkim” ibaresi konularak “Allah’tan başka hakk ile hükmeden bir hâkim mi arayayım?” şeklinde takdir edilebilir.

Rabbimiz, peygamberimize söylettirdiği sözlerin ardından, konuşmayı bizzat kendine döndürerek Ehlikitap arasında dinî bilgisi olan kişilerin Kur’an’ın Allah tarafından hakk ile indirildiğini bildiklerini açıklamakta, peygamberimizden [ve dolayısıyla herkesten] de onların bu Kitap’ın Allah tarafından indirildiğini bildikleri husu­sunda şüphe etmemelerini istemektedir. Ayette “kendilerine kitap verdiğimiz şu kişiler” ifadesi ile kastedilenler, ayetin Mekki olması münasebetiyle Mekke’de bulunan Yahudi ve Hıristiyan din bilginleridir. Kur’an’ın hakk kitap ve peygamberimizin de hakk elçi olduğuna Ehlikitap ve kitaplarının tanık gösterilmesi, başka ayetlerde de yapılmıştır:

43Ve küfretmiş; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kişiler: “Sen elçi değilsin” diyorlar. De ki: “Benimle sizin aranızda en iyi tanık olarak Allah ve yanında Kitab’ın bilgisi bulunan kişi yeter.”

(Ra’d/43)

10De ki: “Hiç düşündünüz mü? Eğer Kur’ân, Allah tarafından ise ve siz de onu bilerek reddetmişseniz, bununla birlikte İsrâîloğulları’ndan bir şâhit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa, siz de büyüklük tasladıysanız … Şüphesiz ki, Allah şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar topluluğuna kılavuzluk etmez.”

(Ahkaf/10)

Diğer taraftan, Kitab-ı Mukaddes’te de Allah’ın sonradan elçi göndereceğine dair ifadeler mevcuttur:

Tanrınız RABB size aranızdan, kendi kardeşlerinizden benim gibi bir peygamber çıkaracak. Onu dinleyin.[2]

Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek.[3]

Ben de Baba’dan dileyeceğim ve O, sonsuza dek sizinle birlikte olsun diye size başka bir Yardımcı, Gerçeğin Ruhunu verecek. Dünya O’nu kabul edemez. Çünkü O’nu ne görür, ne de tanır. Siz O’nu tanıyorsunuz. Çünkü O aranızda yaşıyor ve içinizde olacaktır.[4]

66, 104, 67

 

66Senin toplumun ise, azap/ Kur’ân/ âyetlerin iyice açıklanması, hak olmasına rağmen onu yalanladı. De ki: “Ben sizin üzerinize, işleri belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” biri değilim. 67Her önemli haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır, siz de yakında bileceksiniz. 104Kesinlikle size Rabbinizden gözünüzü açacak, doğru yolu bulduracak bilgiler geldi. Artık kim hakkı görürse yararı kendisine, kim de körlük ederse zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinize bir bekçi değilim!”

 

Bu ayetlerde Rabbimiz, peygamberimize, ilahî açıklamalarının gerçek olmasına rağmen kendisini yalanlayan toplumuna sanki şöyle dedirtmiştir: “Ben sizi kontrol altında tutan, size her istediğimi yaptırtabilen biri değilim. Bana verilen görev tebliğ ve tebyindir. Ben görevimi yaptığıma, siz de Hakk’ı reddettiğinize göre, uyarıda bulunduklarımın kötü sonuçları gelmesi gerektiği zaman mutlaka gelecektir. O önemli haberlerin meydana geleceği belli bir saat vardır. Her bir amelin mutlaka karşılığı vardır. Siz de bunu yakında bileceksiniz.”

Bu ayetler, yalanlayıcılara yönelik bir tehdit niteliğindedir. Ayetin ifadesinden, yapılacak cezalandırmanın ahirette olacağı anlaşılacağı gibi, dünyada olacağı da anlaşılabilir.

Rabbimizin yoldan çıkmışlara yönelik tehditleri başka ayetlerde (Kehf/ 29, Hud/84-86, Sad/88, Ra’d/37) de yer almaktadır:

  1. ayette geçen “o” zamirinin pasajdaki söz akışına göre “azap”, “Kur’an” veya “ayetlerin açıklanması” olarak anlaşılması mümkündür. Biz, Kur’an’ın diğer iki anlamı da içermesi sebebiyle, söz konusu zamirin “Kur’an” olarak anlaşılmasının en uygun olacağı görüşündeyiz. Ayrıca bu görüşümüzün aşağıdaki ayet tarafından da desteklendiği kanaatindeyiz:

Artık bundan [Kur’an’dan] sonra hangi söze inanacaklar?

(Mürselât/50)

 

104 / 68 – Muhakkak size Rabbinizden basiretler geldi. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de körlük ederse zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinize bir bekçi değilim!

Bu ayet, anlam olarak 67. ayetten sonra gelmesi gereken, o paragrafa ait bir ayettir. Mushafı tertip edenler tarafından, 103. ayette geçen “ بصرbasar” sözcüğü ile bu ayetteki “ بصائرbesair” sözcüğünün ilişkilendirilmesi sebebiyle buraya yerleştirilmiş olmalıdır. Yoksa ayetin burada değerlendirilmesi mümkün değildir. Çünkü ayetin yerinin burası olduğu kabul edildiğinde, bu ayetin peygamberimizin kendi sözü olması gerekmektedir ki bu durum da, Kur’an’a elçi sözünün karıştığı gibi çok sakıncalı bir istifham yaratmaktadır. Nitekim Kur’an çalışması yapanlardan bazıları bu sakıncaları ortadan kaldırabilmek maksadıyla ayetin başına “ قلkul [de ki]” sözcüğü takdir etmişlerdir. Hâlbuki ayet, hem teknik hem semantik [anlambilim] açıdan ait olduğu paragrafa taşındığında bu sorun ortadan kalkmakta; ayet, Allah’ın peygamberimize 66. ve 67. ayetlerde söylettirdiği sözlerin devamı olmaktadır.

Buna göre; ayette önce göndermiş olduğu akli delillere işaret eden Rabbimiz, bu delillere bakarak herkesin sağduyulu davranıp kendisini karanlıklardan aydınlığa çıkarması gerektiğini ihtar etmekte, sonra da bu konuda insanlara yardımcı olacak her türlü malzemeyi kendisi gönderdiği için, peygamberimize toplum üzerinde bir vekilliğinin, koruyucu-bekçiliğinin bulunmadığını beyan ettirtmektedir.

Ayette geçen “besair” sözcüğü, “ بصيرةbasiret” sözcüğünün çoğuludur. “Basiret” sözcüğü “kalpte meydana gelen tam idrak [anlama]” demektir. “Basiret” sözcüğü “gözler ile görme” manasındaki “ba­sar” sözcüğünden farklıdır ve insanın başında bulunan gözlerle değil, kalbi ile görmesini ve anlamasını ifade etmektedir. Bu sözcük Kur’an’da birçok ayette (Kıyamet/14, Yusuf/108, Araf/203, İsra/102, Kasas/43, Casiye/20) geçmektedir:

Konumuz olan ayetteki “Muhakkak size Rabbinizden basiretler geldi” ifadesi ile daha önce geçen ayetler kastedilmektedir. Aslında bu ayetlerin kendileri “basiret” değildirler. Fakat bunlar, kuvvetleri ve açık oluşları sebebi ile onları iyice tanıyıp hakikatlerine vâkıf olan kimseler için birer basiret [kalben idrak] vesilesi olmaktadırlar. Söz konusu ayetlerin “basiretler” diye isimlendirilmeleri de insanların basiretlerine sebep olmaları dolayısıyladır.

Ayette geçen “kim hakkı görürse” ifadesindeki “görme” ile sözcüğün “ilim [bilme]” manası, “kim de körlük ederse” ifadesindeki “körlük” ile de sözcüğün “cehalet” manası murat edilmiştir. Sözcüklerin bu manalarda kullanıldığı ayetlerden bir tanesi de Hacc suresindedir:

46Peki onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki kendilerinin, akıl edecekleri kalpleri ve işitecekleri kulakları olsun. İşte, şüphe yok ki, gözler kör olmaz, fakat göğüslerin içindeki kalpler kör olur.

(Hacc/46)

  1. ayetin son cümlesi olan “Ben sizin üzerinizde bir bekçi değilim” ifadesi ise Şûra/48 ile daha iyi anlaşılmaktadır:

48Buna rağmen eğer onlar yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz, seni onların üzerine bir bekçi olarak göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir. Ve Biz, şüphesiz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevindi; eğer elleriyle yaptıkları yüzünden kendilerine bir kötülük isabet ederse de, o zaman görürsün ki şüphesiz o insan çok nankördür.

(Şûra/48)

Demek ki, dinde zorlama yoktur. İnsanlar öğrenip öğ­renmemekte, görüp görmemekte, inanıp inanmamakta serbesttirler.

 

68Ve âyetlerimiz/ alâmetlerimiz/ göstergelerimiz hakkında boşa uğraşanları gördüğün zaman, onlar ondan başka söze dalıncaya kadar hemen onlardan uzak dur. Ve eğer şeytan bunu sana terk ettirse de, hatırladıktan sonra o şirk koşarak yanlış davrananlar; kendi zararlarına iş yapanlar topluluğu ile beraber oturma.

69Allah’ın koruması altına girmiş olan kişilere de o şirk koşarak yanlış davrananların; kendi zararlarına iş yapanların hesabından bir şey yoktur. Fakat Allah’ın koruması altına girmeleri için bir hatırlatma!

Peygamberimize hitap edilirken aynı zamanda bütün Müslümanları da eğiten bu ayetlerde, Allah’ın ayetleri hakkında bilgisizce fikir yürütüp çene çalanlarla vakit harcanmaması ve sadece uyarı ile yetinilmesi emredilmektedir.

  1. ayette ayrıca dinlerini bir oyun ve eğlence edinen, kendilerine verilenler sayesinde refah içinde yaşayıp dünya hayatının esiri olan kimselerden yüz çevrilmesi emredilmektedir. Ayrıca peygamberimize, eğer bu emri unutursa hatırladıktan sonra uygulaması bildirilmiştir. Bu bildirim, unutmanın sorumluluk doğurmayacağı anlamına gelmektedir. Çünkü unutmak insanın elinde olmayan bir arızadır. Rabbimiz insanı bu arızadan affetmiş, unutmaktan dolayı insanın sorumlu tutulmayacağını dinin genel bir ilkesi hâline getirmiştir.
  2. ayetin orijinalinde geçen “ خوضhavd” sözcüğü genellikle “dalmak” olarak anlaşılmaktadır. Konumuz olan ayette de bu sözcükle “eğlenmek için söze dalma” anlamının kast olunduğu açıklanmaktadır.

Bizim tespitlerimize göre ise “ خوضhavd” sözcüğü “suda yürümek” demektir. Bu sözcük “havada” şeklinde fiil olarak “işi karıştırma ve karışık işte tasarruf etmek” anlamında kullanılır.[5] Dolayısıyla sözcüğün “işi karıştırıp karışık işle iştigal edilmesi” anlamı, suda yüründüğü zaman geride herhangi bir izin kalmayacak olmasından çıkmaktadır. Bu sebeple “havd” sözcüğünü “dalmak, eğlenmek” anlamı yerine, “boşa uğraşmak” anlamında kullanmak daha uygun düşmektedir.

Bu sözcüğün Kur’an’da geçtiği birkaç örnek (Müddesir/45) (Tur/11, 12) (Zühruf/83) daha vardır.

  1. ayette, müminlerin zorunluluk hâllerinde müşrikler ve günahkârlarla aynı mecliste oturup ilişki içinde olmaktan sorumlu tutulmayacakları, ancak onlara öğüt verip ilahî hakikatleri hatırlatmaları gerektiği bildirilmiştir. Yani, takva sahiplerinin bu masuniyetten yararlanabilmeleri, birlikte olmak zorunda kaldıkları müşrik ve günahkârlara onların şirklerine ve günahlarına razı olmadıklarını söylemeleri şartına bağlanmıştır. Ancak bu şart, Allah’ın ayetleriyle alay edenlerle oturulmamasını bildiren emrin bir istisnası olarak düşünülmemelidir. Çünkü bir Müslüman, Allah’ın ayetlerinin alaya alındığı ortam ve topluluklarda bulunarak Allah’ın ayetlerinin gündeme getirilip onlara hakaret edilmesine sebep olmamalıdır. Nitekim müşrikler ve günahkârlarla birlikte oturulmaması emri, aşağıdaki ayetle pekiştirilmiştir:

140,141Ve Allah, size Kur’ân’da: “Allah’ın âyetlerinin bilerek reddedildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze dalmadıkları sürece onlarla beraber oturmayın. Aksi hâlde siz de onlar gibi olursunuz” diye indirdi. Şüphesiz Allah, sizi gözetleyip duran kimselerin/münâfıkların ve kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin hepsini cehennemde toplayandır. Artık Allah tarafından size bir zafer olursa onlar: “Biz, sizinle beraber değil miydik?” derler. Kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler için bir pay olunca da: “Size üstünlük sağlamadık mı, sizi mü’minlerden korumadık mı?” derler. Artık Allah, kıyâmet gününde aranızda hükmünü verecektir. Allah, mü’minlerin aleyhine kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere asla bir yol vermeyecektir.

(Nisa/140, 141)

Esbab-ı nüzul kayıtlarında bu konu hakkında şu olay anlatılmaktadır:

“Müslümanlar, “Müşrikler Kur’ân ile istihza edip onun hakkında ileri geri konuşmaya daldıklarında, eğer onların yanından kalkıp ayrılırsak Mescid-i Haram’da oturmaya ve Kâbe’yi tavaf etmeye imkân bulamayız” dediler ve bunun üzerine işte bu ayet nazil oldu. Bu ayet ile müminlere müşriklerle birlikte oturma, onlara öğüt ve nasihat ile dini anlatma ruhsatı ve müsaadesi verilmiş oldu.[6]

70Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş/ oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak ve Kur’ân ile hatırlat/öğüt ver: Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığıyla değişim ve yıkıma düşerse, onun için Allah’ın astlarından bir yardım eden, yol, gösteren koruyan bir yakın kimse ve destekçi, kayırıcı söz konusu olmaz. Suçuna karşı her türlü bedeli ödemeyi istese de ondan alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile değişime/yıkıma uğrayan kimselerdir. İyilikbilmezlik ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.

Bu ayette Rabbimiz, boş yere çene çalanlarla beraber oturulmaması konusunu biraz daha detaylandırmaktadır.

Ayette geçen “ذر zer [bırak]” sözcüğü “yüz çevirmek, aldırış etmemek” anlamına gelmektedir. Rabbimiz böylelerinin hiç yardımcılarının olmayacağını ve peygamberimizin onları bırakmasını başka ayetlerde de tekrarlamıştır:

91Şüphesiz ki küfretmiş; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve bu durumda oldukları hâlde de ölen şu kişilerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın –onu fidye/kurtulmalık verseler bile– asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur.

(Âl-i Imran/91)

12Böylece Biz Kur’ân’ı, suçluların kalplerine sokarız.

(Hicr/3)

83Sen hemen bırak onları, kendilerine söz verilen günlerine kavuşuncaya kadar boşa uğraşsınlar ve oynayadursunlar.

(Zühruf/83)

Ancak onlardan yüz çevrilmesi, onlara tebliğ yapılmaması veya uyarılmamaları anlamına gelmez. Kast edilen, onlarla içli dışlı olunmaması, yakın ilişki kurulmamasıdır. Çünkü ayetin başında peygamberimize onlardan yüz çevirmesini söyleyen Rabbimiz, ayetin devamında ondan Kur’an ile öğüt vermesini istemiştir.

Bu ayetin bir benzeri de Nisa suresindedir:

63Sonra, “Biz, sadece iyilik etmek ve uzlaştırmak istedik” diye Allah’a yemin ederek sana geldiler. İşte onlar, Allah’ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir; artık sen, onlardan mesafelen ve onlara öğüt ver. Ve onlara, kendileri hakkında, derinden etkileyecek güzel söz söyle!

(Nisa/63)

Müşrikler ve günahkârlarla yakın ilişki kurulmazken onlara uyarıda bulunmaya, öğüt vermeye devam etmekteki amaç, onların son bir uyarı ile doğru yolu bulmaları ümidinin kaybolmaması içindir. Çünkü müminler en azılı kâfirlerin bile yola geleceği ümidini taşımalıdırlar:

164Ve hani onların içlerinden bir ümmet; önderli toplum, “Allah’ın değişime/ yıkıma uğratacağı ya da çetin bir azapla azap edeceği bir topluma ne diye öğüt veriyorsunuz?” dediği vakit, o uyarıda bulunanlar da dediler ki: “Rabbinize karşı mazeret olsun, bunlar da Allah’ın koruması altına girsinler diye.”

(A’raf/164)

43Her ikiniz gidin Firavun’a. Şüphesiz o azdı. 44Sonra ona öğüt alması ve saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürpermesi için yumuşak söz söyleyin.”

(Ta Ha/43, 44)

71,72De ki: “Allah’ın astlarından bize yarar sağlamayan ve zarar vermeyen şeylere mi yakaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, kendisinin ‘Bize gel!’ diye doğruya ve güzele çağıran arkadaşları varken şeytanların kendisini ayartıp yeryüzünde şaşkın dolaşır hâle getirdiği kimseler gibi gerisin geri mi döndürülelim?” De ki: “Şüphesiz Allah’ın doğru yolu, gerçek doğru yolun ta kendisidir. Ve biz âlemlerin Rabbi için Müslüman olmamızla ve salâtı; mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturunuz-ayakta tutunuz ve O’nun koruması altına giriniz’ diye emrolunduk. Ve Allah, sadece Kendisine toplanacağımız kimsedir.”

73Ve O, gökleri ve yeri hak ile oluşturandır. Ve O, “Ol!” dediği gün hemen oluverir. O’nun sözü haktır. Sûr’a üflendiği gün de mülk ancak O’nundur. O, gizliyi ve açığı bilendir. O, en iyi yasa koyandır, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır, her şeyin iç yüzünü/gizli taraflarını da iyi bilendir.

Bu ayet grubunda, akılsız bir kimsenin örneği üzerinden yapılan uyarıdan sonra birçok gerçek açıklanmaktadır.

Yine peygamberimiz vasıtasıyla bildirilen bu gerçekler şunlardır:

 

* Allah’ın evreni hakk ile yarattığı ve O’nun “Ol!” dediği şeyin hemen oluverdiği…

* Allah’ın sözlerinin hep hakk olduğu ve doğru yolun O’nun gösterdiği yol olduğu…

* Allah’ın hükümranlığının kıyametten sonra da sürdüğü ve kulların sadece Allah’a teslimiyet göstererek salâtı ikame etmekle, Allah’a takvalı davranmakla yükümlü oldukları…

* Allah’ın gizli-açık her şeyi bildiği ve bunların hesabını mutlaka soracağı…

Burada özet olarak verilen bilgi ve mesajlar daha sonraki surelerde detaylandırılmıştır:

2,3İnsanlar, denenmeden, “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Ve andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de saflaştırılmaları için ateşlere/ sıkıntılara sokmuştuk. Artık elbette Allah, doğru kimseleri bildirecektir ve elbette yalancıları da kesinlikle bildirecektir.

(Ankebut/2)

190-194Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu üzerinde: “Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş’in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına yapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi “iyi adamlar” ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, verdiğin sözden dönmezsin” diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır.

(Âl-i Imran/190-194)

16Ve Biz göğü, yeryüzünü ve aralarındaki şeyleri, oyun oynayanlar olarak oluşturmadık.

(Enbiya/16)

115Peki siz, Bizim sizi sadece boş yere oluşturduğumuzu ve şüphesiz sizin yalnızca Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?

(Müminun/115)

38Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındakileri oyun oynayanlar olarak oluşturmadık.

39Biz, o ikisini sadece hak/ gerçek ile oluşturduk. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.

(Duhan/38, 39)

74Ve hani İbrâhîm, babası Azer’e, “Sen putları tanrılar mı ediniyorsun? Şüphesiz ben seni ve toplumunu apaçık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti.

Bir önceki pasajda [71-73. ayetlerde] doğru yola çağrılmalarına rağmen sapkınlık üzerinde hayatlarını sürdüren insanlardan bahsedildikten sonra, 74. ayetten itibaren konu somutlaştırılmış ve tarihten bilinen bir örneğin anlatımına başlanmıştır. Bu örnek, Hanif İbrahim peygamber ve onun çevresiyle olan tevhit mücadelesidir. Mekkeli müşriklerin İbrahim peygamberi kendi ataları kabul edip saygıyla anmaları sebebiyle bu örnek büyük bir anlam taşımaktadır. Halk arasında dolaşan rivayetlere bakıldığında görülen İbrahim peygamber ile Araplar arasındaki soy ve yozlaşmış da olsa kültürel bağın varlığı, Kur’an ayetleriyle de teyit edilmiştir:

77,78Ey iman etmiş kimseler! Zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız için, Allah’ı birleyin, boyun eğip teslimiyet gösterin, Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ve Allah uğrunda gerektiği gibi gayret gösterin. O, sizi seçti ve dinde; babanız İbrâhîm’in dininde/yaşam tarzında sizin için bir zorluk oluşturmadı. O, daha önce ve işte Kur’ân’da, Elçi’nin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/verginizi verin ve Allah’a sarılın. O, sizin mevlânız; yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!

(Hacc/77,78)

125Ve Biz, bir zaman bu Beyt’i/ilk yapılan okulu, insanlar için bir sevap kazanma/ dönüş yeri ve bir güven yeri yapmıştık. –Siz de İbrâhîm’in görev yaptığı yerden bir salât yeri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan desteğin; toplumun aydınlatılmasının gerçekleştirileceği bir yer] edinin.– Ve Biz, İbrâhîm ile İsmâîl’e, “Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve boyun eğip teslimiyet gösterenler, Allah’ı birleyenler için tertemiz tutun” diye ahit almıştık.

126Ve bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan Allah’a ve son güne inananları meyvelerle rızıklandır” demişti. Allah dedi ki: “Kâfiri; ilâhlığımı, rabliğimi bilerek reddeden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!”

(Bakara/125, 126)

İbrahim peygamber örneğiyle Mekkeli müşriklere şu mesaj verilmektedir: “Nasıl bugün, Peygamber ve izleyicileri şirki reddetmişler ve yapay tanrıları bırakarak âlemlerin Rabbine teslim olmuşlarsa, daha önce İbrahim peygamber de aynısını yapmıştı. Ve nasıl bugün, cahil insanlar Peygamber ile tartışıyorlarsa, daha önce de İbrahim’in kavmi aynı şekilde İbrahim’le tartışmıştı.”

İBRAHİM’İN BABASI AZER

Ayetteki “Ve hani İbrahim, babası Azer’e” ifadesinden, İbrahim peygamberin babasının Azer olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Kitab-ı Mukaddes’te (Tekvin; 11. Bab; 24-32. Cümleler, (Tarihler; 1. Bab; 24- 27. cümleler) ise İbrahim peygamberin babası “Terah” olarak geçmektedir.

İbrani kültürü hakkında büyük otorite olan Muhammed Esed bu konuda şu açıklamayı yapmıştır:

Kitab-ı Mukaddes’te İbrahim’in babasının adı Âzer değil, Terah [ilk Müslüman şecerecilere göre Târah veya Târakh] olarak verilmiştir. Ancak onun, tümü de kaynak ve anlam yönünden belirsiz olan daha başka bazı adlarla [veya lakaplarla] anıldığı da bilinmektedir. Bu meyanda, birçok Talmud hikâyesinde Zârah olarak anılırken, Eusebius Pamphili [Milattan sonra üçüncü yüzyılın sonları ile dördüncü yüzyılın başına doğru yaşamış olan kilise tarihçisi] onun adını Aser [Athar] olarak belirtir. Kur’an tefsirinin amacı açısından ne Talmud ne de Eusebius bir otorite olarak kabul edilemeyecekleri hâlde, Âzer lakabının [Kur’an’da yalnızca bir defa geçmektedir] İslam öncesi döneme ait Asar veya Zârah isimlerinin Arapçalaştırılmış şekli olması mümkündür.[7]

Bu durumda, İbrahim peygamberin babasının, biri isim biri lakap olmak üzere “Azer” ve “Terah” diye iki ismi olması mümkün görünmektedir ki, bunun bir örneği de Yakub peygambere “İsrail” denmesidir.

75Ve Biz, kanıt elde etmesi ve kesin inananlardan olması için İbrâhîm’e göklerin ve yerin mülkiyeti ve yönetimini böylece gösteriyorduk.

76Bu nedenle İbrâhîm, üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü, “Bu, benim rabbimdir” dedi. Sonra yıldız batınca, “Ben batanları sevmem” dedi.

77Sonra ay’ı doğarken görünce de, “Bu, benim rabbimdir” dedi. O da batınca, “Andolsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar toplumundan olurum” dedi.

78,79Sonra güneşi doğarken görünce de, “Bu benim rabbimdir, bu daha büyük!” dedi. Sonra o da batınca, “Ey toplumum! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif; bâtıl inançlardan dönmüş biri olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi.

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, İbrahim peygamber yer ve gök bilimlerine ait bir takım bilgilerle donatıldıktan sonra, tabiat olaylarını ve özellikle de gökteki yıldızları, Ay’ı ve Güneş’i incelemiş, yaptığı gözlemler sonucunda düşüncelerinde bazı karışıklıklar oluşmuş, ama gayreti sayesinde ve aklıselim ile tevhide [kalb-i selime] ulaşmıştır.

Bu pasajda anlatılanlar, daha önce Meryem ve Şuara surelerinde İbrahim peygamber hakkında verilen bilgiler arasında bulunmayan hususları içermektedir.

“Hanif” sözcüğü, Yunus/105’in tahlilindeki detaylı açıklamamızda da belirttiğimiz gibi, “dönen” demektir. Bu sözcükle “şirkten kurtulup tevhide ulaşan kimse” kastedilir. İbrahim peygamberin zihinsel gelişim aşamaları dikkate alındığında, onun da bir dönem şirk bataklığında kaldığı; ancak afaktaki [dış dünyadaki] ayetleri aklını kullanarak tetkik etmesi sonucu tevhit aydınlığına ulaştığı görülmektedir. İbrahim peygamberin “şirkten tevhide dönmüş kişi” anlamında “hanif” diye nitelendirilmesi de onun bu akidevî dönüşünden dolayıdır.

Kısaca söylemek gerekirse, konumuz olan ayet grubunda anlatılanlar, İbrahim peygamberin 74. ayette bahsedilen tevhit mücadelesi döneminden önceki döneme ait olan ve şirk içinde iken kendisine verilen bilgi sayesinde tefekkür edip aklını kullanarak hidayete erdiği süreçteki gelişmelerdir. Şirkten kurtularak doğru yolu bulmaları için kavmi ile yaptığı tartışma ise hidayete ermesinden, Hanif olmasından sonradır.

Pasajda nakledilen ve öznesi İbrahim peygamber olan olay, aslında herkesi tefekküre davet amacı gütmektedir. Çünkü bu ayetlerde, Allah’ın Birliği hakkında herhangi bir şey öğrenme imkânının bulunmadığı bir çevrede doğup büyümüş olan bir insanın bile İbrahim peygamber gibi çevresindeki ayetleri dikkate alarak aklıyla tevhide ulaşabileceği ortaya konmaktadır.

  1. ayetin başında, “sebep bildiren lam” edatından önce “ وvav” bağlacı bulunmaktadır. Bu durum, ayette konu edilen gerekçeden önce bir başka gerekçenin daha söz konusu olduğunu göstermektedir. Ne var ki, paragrafın herhangi bir ayetinde “gerekçe” mahiyetinde olan bir ibare mevcut değildir. Bu yüzden meal ve açıklamalarda genellikle buradaki “vav”ın zait olduğu kanaatine varılmış ve “vav”ın anlamı ihmal edilegelmiştir. Oysa Kur’an’da zaitlik olduğunu iddia etmek büyük bir cürettir. Kur’an’ın edebi üslubu gereği, bazı durumlarda, çok bilinen, açık konular için “malum, maruf, matuf” takdir edilir. Burada da “ ليستدلّliyestedille” ifadesi mahzuf [gizlenmiş] olup “ وليكونveliyeküne” ifadesi bu gizli mukadder matuf üzerine atfedilmiştir. Biz de meali buna göre yapmış bulunuyoruz.
Pasajda, İbrahim’in yıldızı, Ay’ı ve Güneş’i kastederek söylediği belirtilen “Bu benim rabbimdir” ifadelerini ona yakıştırmayarak metni:
* “Bu, sizin inancınıza ve iddianıza göre benim rabbimdir” ya da;
* “Onlar ‘Bu benim rabbimdir’ derler” şeklinde çevirmek veya;
* “İbrahim bu sözü istihza yollu söylemiştir, çünkü yıldızları rabb olarak kabul eden kavminin bu görüşünü iptal etmek istemiştir” diye açıklamak, yahut da;
* “Bu ifadenin başında mahzuf bir ‘قل kul [de!]’ maddesi vardır” varsayımıyla yorumlamak bize göre yanlış ve gereksiz zorlamalardır. Zira İbrahim’in bu sözleri çile döneminde söylenmiştir ve o dönemde evreni, özellikle de gökyüzünü inceleyen İbrahim’in düşüncelerinde bir takım karışıklıklar mevcuttur. Bu çile döneminin sonunda ise İbrahim “kalb-i selim”e ulaşmış ve “hanif” olmuştur. İbrahim peygamberin hayatındaki bu dönemlere ait ek bilgi Saffat/83, 84, 88 ve 89. ayetlerde verilmiştir.
İbrahim peygamberin yaşadığı zaman ve yer hakkında Kur’an’da herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Mevdudi’nin bu konuda derlediği bilgiler oldukça önemli ve İbrahim peygamberle ilgili pasajın anlaşılmasına katkıda bulunacak değerdedir:

“Buradaki Kur’an ayetlerinde anlatılan İbrahim Peygamber’le [a.s] kavmi arasındaki tartışmanın gerçek niteliğini anlamak için devrin dinî ve sosyal şartlarını göz önünde bulundurmak gerekir. İbrahim Peygamber’in doğum yeri olan Ur kentinin arkeologlarca kazılıp toprak üstüne çıkarılmasıyla dönemin gerçek şartlarını öğrenmemiz kolaylaşmıştır, Sir Leonardo Wooley araştırmalarının sonucunu 1935’te Londra’da ‘Abraham’ adlı kitabında toplamıştır. Bu kitapta verilen bazı bilgileri aşağıda sunuyoruz:

Bugün bilginlerce İbrahim Peygamber’in yaşadığı dönem olarak kabul edilen İ.Ö. 2100 yıllarında Ur’un nüfusunun 250.000 hatta 500.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. O zamanlar Ur gelişmiş bir endüstri ve iş merkeziydi. Bir yandan ticaret mallarını Pamir ve Nilgiri gibi uzak yerlerden kendine çekerken, bir yandan da Anadolu’yla ticari ilişkilerde bulunuyordu. Başkenti olduğu devletin sınırları günümüz Irak’ının kuzeyine uzanıyordu. Halk çoğunlukla el işçisi [zanaatkâr] ve meslekten tüccardı. Arkeolojik kalıntılardan okunan çağın yazıtları materyalist bir hayat görüşüne sahip olduklarını göstermektedir; hayatlarının ana amacı servet yığmak ve eğlenmekti. Faiz alıp verirlerdi ve bütünüyle işlerine dalmışlardı. Birbirlerine şüpheyle bakarlar ve en ufak sorunlardan dolayı hemen mahkemeye koşarlardı. Tanrılarına olan duaları genellikle uzun hayat, zenginlik ve işlerinde başarı istemekten ibaretti. Halk üç sınıfa ayrılıyordu:

1- Amelu: Bu sınıf din adamları, devlet memurları ve askeriyeden oluşuyordu.
2- Nuşkenu: Tüccarlar, zanaatkârlar ve çiftçiler bu sınıfa dahildi.

3- Ardu: Bunlar da kölelerdi.

Amelu sınıfının özel ayrıcalıkları vardı; hem medeni hukuk, hem de ceza hukuku alanında diğer insanlardan daha fazla haklara sahiptiler ve hayatlarıyla mülkleri kutsal ve kıymetli tutulurdu. İşte, İbrahim Peygamber’in gözlerini açtığı kentin ve toplumun durumu buydu. Talmud’a göre kendisi Amelu sınıfına dâhildi ve babası devletin en önde gelen görevlilerindendi.

Ur’da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan tabletlerde 5000 tanrının adı geçmektedir. Her kentin kendine özgü tanrısı ve baş tanrı, ya da kent tanrısı kabul edilen ve kendisine diğerlerinden daha çok saygı gösterilen özel bir tanrısı vardı. Ur’un kent tanrısının adı ‘Nennar’ [Ay tanrısı] idi ve bu tanrının adıyla sonraki çağların bilginleri bu kente ‘Kamerina da demişlerdi. Bir diğer büyük kent, sonradan Ur’un yerine başkent yapılan ‘Larsa’ idi; buranın baş tanrısının adı ise ‘Şemeş’ [Güneş tanrısı] idi. Bu baş tanrıların altında, çoğunlukla yıldızlarla gezegenlerden ve bir kaçı da yeryüzü nesnelerinden seçilen çok sayıda küçük tanrılar vardı. Halk daha önemsiz şeyler için yaptıkları dualara bu küçük tanrılarca karşılık verildiğine inanırdı. Tüm bu gök ve yer tanrı ve tanrılarının putlar halinde sembolleri dikilmişti. Dua ve tapınmalar bu semboller önünde yapılırdı.

‘Nannar’ putu Ur’da en yüksek tepe üzerinde yapılmış büyük bir tapınakta korunuyor ve yanında karısı ‘Ningil’in kutsal yapısı mabet bulunuyordu. ‘Nannar’ tapınağı bir kral sarayı gibiydi, her gece farklı bir kadın tapınıcı oraya giderek bu putun gelini olurdu. Böylece tapınakta tanrıya adanmış kalabalık bir kadın topluluğu oluşmuştu, bunların durumu âdeta din fahişeleri şeklindeydi. Bakireliğini tanrı adına feda eden kadın çok saygın görülürdü. Her kadının kurtuluşa ermesi için en az ömründe bir kez ‘tanrı yolunda’ bir başka erkeğe kendini teslim etmesi gerektiği şeklinde ortak bir inanç vardı. Bu din fahişeliğinden en çok yararlananların da bizzat erkek ‘din adamları’ olduğu açıktır.

Yalnızca bir tanrı değildi ‘Nannar’; ülkenin en büyük toprak ağası, en büyük tüccarı, en büyük zanaatkârı ve siyasal hayatın baş yöneticisiydi; çünkü tapınağına çok sayıda bahçe, ev ve tarla adanmıştı. Bu kaynaklardan gelen gelirin yanı sıra, çiftçiler, toprak sahipleri ve tüccarlar da mısır, süt, altın, kumaş vs. den oluşan adaklarını tapınağa getirirlerdi. Tabiî ki, bir de bunlara bakacak kalabalık bir grubun varlığı gerekiyordu.

Tapınak adına çok sayıda atölye çalıştırılıyor ve geniş düzeyde bir iş çevriliyordu. Tapınakta adalet yüksek mahkemesi kurulmuştu ve yargıçları oluşturan din adamlarının hükümleri ‘tanrı’nın hükmü kabul ediliyordu. Kraliyet hanedanı da egemenliğini yine gerçek egemen ‘Nannar’dan alıyordu. Kral ülkeyi onun adına yönetiyordu ve bu bakımdan tanrılık mertebesine yükselmiş olup kendisine diğer tanrılar gibi tapınılıyordu.

İbrahim Peygamber zamanında Ur’a egemen bulunan hanedan, İ.Ö. 2300’de doğuda Susa’ya, batıda Lübnan’a uzanan geniş bir imparatorluk kurmuş bulunan Ur-Nammu’dan geliyordu. Hanedan Ur-Nammu nedeniyle Nammu adını almıştı, işte Arapça’da buna Nemrud denmiştir. İbrahim Peygamber’in hicretinden sonra bu hanedan ve bu ulus ardı kesilmez felâketlere uğradı. Elamlılarca Ur’un yıkılması, Nannar putuyla birlikte Nemrud’un da ele geçirilmesiyle yıkılış hızlandı. Elamlılar Ur’a egemen olarak Larsa’da yönetimlerini kurdular. Son darbe, bir Arap hanedanı yönetiminde güçlenen ve hem Ur’u hem de Larsa’yı kontrolüne geçiren Babil’den geldi. Bu yıkılışın sonucunda Ur halkı kendilerini yıkım, utanç ve tahripten kurtaramayan Nannar’a olan inançlarını bıraktılar.

Bu ülke halkının hicretinden sonra İbrahim Peygamber’in öğretilerine ne tür bir cevap verdiği konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değilse de, İ.Ö.1910’da Babil kralı Hammurabi’nin [Kitab-ı Mukaddes’te ‘Amurafil’ diye geçer] yaptığı kanunları, nübüvvet yol göstericiliğinin doğrudan veya dolaylı etkilerini taşır. Bu Kanun’un tümünün üzerine kazındığı bir sütun M.S. 1902’de bir Fransız arkeolog tarafından ortaya çıkarılmış ve 1903’te C.H.W John tarafından “En Eski Hukuk Kodu” adıyla İngilizceye çevrilip yayınlanmıştır. Bu kanunla Musa Peygamber’in Kanununun çoğu ilke ve ayrıntıları genelde birbirine benzerdir.

Bugüne değin yapılagelen arkeolojik araştırmaların sonuçları doğruysa, ortada açık bir gerçek vardır: Şirk, İbrahim’in kavminin çok tanrıcı ibadetlerinin temeli ve basit bir dini inanç değil, ekonomik, kültürel, siyasal ve sosyal hayat sistemlerinin de ana temeliydi. Buna paralel olarak, İbrahim Peygamber’in mesajı yalnızca puta tapıcılığın köküne vurmakla kalmıyor, kraliyet hanedanına tapınma ve bu hanedanın egemenliğinin yanı sıra, din adamlarıyla soyluların sosyal, ekonomik ve siyasal statülerine ve tüm ülkenin kolektif hayatına da yükleniyordu. Bu yüzden, çağrısının kabulü kapsamlı değişiklikler gerektiriyordu. Geçerli sosyal modelin bırakılıp tevhit temeli üzerinde yeniden kuruluşunu öngörüyordu. Bundandır ki, İbrahim Peygamber [a.s] mesajını yaymaya başlar başlamaz, halk, soylular din adamları sınıfı ve Nemrut hep birlikte onun sesini kesmek için ayaklandı ve Kur’an’da anlatılan keskin kavga patlak verdi.[8]

 

80-81Ve toplumu o’nunla tartıştı. İbrâhîm; “Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O’na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. –Ancak Rabbimin dilediği şey hariç.– Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünmez misiniz? Ve Allah, haklarında hiçbir güç-kuvvet indirmediği hâlde, siz O’na ortak koşmaktan korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha layıktır?” dedi.

82Şu iman edenler ve imanlarına yanlış; kendi zararlarına olan iş giydirmeyenler/ ortak koşma inancı karıştırmayanlar, işte onlar, güven kendilerinin olanlardır. Kılavuzlandıkları doğru yolu bulanlar da onlardır.

Bu ayetlerde, kavmini sağduyuya, düşünmeye çağıran İbrahim peygamber ile şirk içindeki kavmi arasında geçen tartışmalar aktarılmaktadır.

Dikkat edilirse, İbrahim peygamberin kavmi inkârcı, tanrıtanımaz değil, şirk koşan bir toplumdur. Nitekim 82. ayette geçen “zulüm” sözcüğü de bu şirki ifade etmektedir.

Şirk, aklını kullanmayan insanlar için hep gündemde olan bir olgudur:

53-57Onlar dediler ki: “Ey Hûd! Bize bir açık kanıt ile gelmedin. Ve biz, senin sözünle ilâhlarımızı terk edecek değiliz. Biz, sana inananlar da değiliz. Ancak ‘Tanrılarımızdan bazısı seni fena çarpmış’ diyebiliriz.” Hûd dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ı şâhit tutuyorum, siz de şâhit olun ki, ben, Allah’ın astlarından O’na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Hadi öyleyse hepiniz bana tuzak kurun, sonra beni hiç bekletmeyin. Şüphesiz ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a işin sonucunu havale ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir irili-ufaklı hareket eden canlı yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerinedir. Buna rağmen yine de sırt çevirirseniz, ben size ne ile gönderilmiş isem, işte onu tebliğ ettim. Ve benim Rabbim, başka bir toplumu sizin yerinize getirir. Ve siz O’na hiçbir şekil ve yolla zarar veremezsiniz. Hiç şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir.”

(Hud/53-57)

21Yoksa onların, Allah’ın dinde izin vermediği şeyi kendileri için meşru kılmış ortakları mı vardır? Eğer “Fasl Sözü” olmasaydı, aralarında kesinlikle işleri bitirilmişti. Ve şüphesiz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar; kendileri için acı bir azap olanlardır.

(Şûra/21)

21Erkek sizin için, dişi Allah için mi? 22İşte bu, bu şekilde olursa, eksik/ haksız bir bölüştürmedir. 23Bunlar, Allah, haklarında bir kanıt indirmediği hâlde sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka şeyler değildir. Andolsun, onlara, Rablerinden doğru yolun kılavuzluğu geldiği hâlde onlar, sadece zanna, bir de nefislerinin hoşlandığı şeylere uyuyorlar.

(Necm /21- 23)

13Ve hani bir zaman Lokmân oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki Allah’a ortak koşmak, kesinlikle büyük bir yanlış davranıştır; kendi zararlarına iş yapmaktır.

                                                                                                     (Lokman/13)

İbrahim peygamberin önce evrendeki ayetleri gözleyerek fikir sancısı çekmesi ve sonra “kalb-i selim”e ulaşmasıyla sergilediği örnek tutum Kitab-ı Mukaddes’te yer almamıştır. Mevdudi “Tefhim” adlı eserinde bu konunun Kur’an’daki anlatımı ile Talmud’daki anlatımı arasındaki farkları şu şekilde tespit etmiştir:

Talmud’da geçiyorsa da, iki açıdan buradaki anlatım Kur’an’dakinden ayrılmaktadır:
1- Talmud’da sıra “güneşten yıldızlara ve Allah’a doğru” iken, Kur’an’da “yıldızlardan güneşe ve… Allah’a doğru”dur.

2- Talmud’da, İbrahim’in güneş için “bu benim Rabbimdir” dediğinde, o an güneşe secde ettiği, aynı şekilde aya da secde ettiği anlatılmaktadır.[9]

83Ve işte bunlar, toplumuna karşı İbrâhîm’e verdiğimiz kanıtımızdır. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz senin Rabbin en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/ sağlam yapandır, çok iyi bilendir.

Bu ayette Rabbimiz, İbrahim peygamberin tevhide kanıt olarak göklerdeki ve yerdeki ayetler ile yaptığı izahatı, eşyayı ve olayları değerlendirme yetisini ona bizzat kendisinin öğrettiğini bildirmekte, dolayısıyla ona bir takım nimetler verdiğini açıklamış olmaktadır.

 

84Ve Biz o’na İshâk’ı ve Ya‘kûb’u da bağışladık. Hepsine doğru yolu gösterdik. Daha önce de Nûh’a ve o’nun soyundan Dâvûd’a, Süleymân’a, Eyyûb’a, Yûsuf’a, Mûsâ’ya ve Hârûn’a da doğru yolu göstermiştik. Ve Biz güzellik-iyilik üretenlere böyle karşılık veririz.

85Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ ve İlyâs’a da doğru yolu gösterdik. Hepsi sâlihlerdendir.

86İsmâîl, Elyesâ, Yûnus ve Lût’a da doğru yolu gösterdik. Hepsini de Biz âlemlere fazlalıklı kıldık.

87Ve bunların babalarından, soylarından ve kardeşlerinden de fazlalıklı kıldık. Ve onları seçtik, doğru yola kılavuzladık.

 

Bu ayetlerde Rabbimiz, özellikle Ortadoğululara gönderdiği ve hepsinin de doğru yolda, eğitilmiş, yetiştirilmiş, düzeltilmiş kılavuzlar olduğunu bildirdiği on sekiz elçinin isimlerini saymaktadır. Bu elçilerin hepsi de Arap toplumunun yabancı olmadığı elçilerdir. Bu elçilerin sıralanışında tarih, derece, üstünlük sırası dikkate alınmamıştır.

Elçilerin ilk dördü, “o” zamiri ile işaret edilmiş İbrahim, İshak, Yakub ve “daha önce” vurgusuyla onlardan evvel yaşadığı belli edilen Nuh peygamberdir. Diğer on dört peygamber de [Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun, Zekeriyya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut], bu ilk sayılan dört peygamberin zürriyetlerinden olan peygamberlerdir. Bu kadar çok elçi isminin bir arada sayılması, En’am suresinin ana ekseninin “elçilik görevi” olduğunu göstermektedir.

Rabbimiz, İbrahim peygambere verdiği nimetleri bu pasajda ona kanıtlar verilmesi, onun derecelerle yükseltilmesi ve “aziz” kılınması olarak açıklamaktadır. İbrahim peygamberin, yaptığı tevhit mücadelesinde kavmini terk edip yurdundan göç etmesi üzerine Rabbimiz ona ödül olarak kendi dinine bağlı iyi evlatlar ve torunlar bağışladığını bildirmiştir. Hemen belirtmek gerekir ki, bu pasajda İbrahim peygambere çeşitli nimetler, lütuflar, bağışlar verdiğini bildirirken Rabbimizin kullandığı “Biz” sözcükleri, her zaman olduğu gibi sadece O’nun azametini ifade etmektedir.

71Ve İbrâhîm’in karısı ayaklanmıştı, gülüverdi.

Sonra o’na İshâk’ı, İshâk’ın arkasından da Ya‘kûb’u müjdeledik.

72İbrâhîm’in karısı dedi ki: “Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız, mutsuz bir kadınım. Şu kocam da yaşlı bir adam! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!”

73Elçiler: “Sen Allah’ın işinden dolayı mı şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bollukları üzerinizdedir. Ey ev halkı! Şüphesiz ki O, övülmeye lâyık olan, cömertliği bol olandır” dediler.

(Hud/71-73)

112Ve Biz o’na sâlihlerden bir peygamber olarak İshâk’ı müjdeledik.

113İbrâhîm’e ve İshâk’a bereketler verdik. Her ikisinin neslinden de iyilik-güzellik üreten ile açıkça kendi nefsine haksızlık eden vardır.

(Saffat/112, 113)

49Sonra İbrâhîm, toplumundan ve onların Allah’ın astlarından kulluk ettikleri şeylerden uzaklaşınca, Biz o’na İshâk’ı ve Ya‘kûb’u ihsan ettik. Hepsini de peygamber yaptık.

(Meryem/49)

Ve Ankebut/27, Hadîd/26, Meryem/58, Bakara/133.

 

88İşte bu, Allah’ın kılavuzluğudur. O, onunla kullarından dilediğine kılavuzluk eder. Ve eğer onlar ortak koşsalardı, kesinlikle yapmış oldukları şeyler boşa gitmişti.

89İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Şimdi bunlar, onlara inanmayacak olurlarsa, Biz kesinlikle bunu örtmeyecek/ buna inanacak bir toplumu, bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” yapmışızdır.

90İşte bunlar, Allah’ın kılavuz olduğu kimselerdir. Artık sen de onların kılavuzuna/vahye uy. De ki: “Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemlere bir öğüttür.”

 

Bu ayetlerde Rabbimiz:

1- Daha önce göndermiş olduğu elçileri işaret ederek onlara doğru yolu öğrettiğini, onların da şirkten uzak durduğunu, çünkü şirk koşanların yaptıkları her şeyin boşa gittiğini açıklamıştır.

2- İma yoluyla, önceki elçiler gibi Muhammed (as)’in de gönderilmiş bir elçi olduğunu, onu inkâr edenlerin yerine böyle davranmayacak başka bir kavmi getirerek inkârcı müşrikleri helâk edebileceğini ilan etmiştir.

3- Ayrıca peygamberimizden âlemlere öğüt olan Kur’an karşılığında bir ücret istemediğini tekrar beyan etmesini istemiştir.

  1. ayette sözü edilen “yapılanların boşa gitmesi”, Kur’an’da sıkça üzerinde durulan bir olgudur:

21Şüphesiz Allah’ın âyetlerini örtbas eden, haksız yere peygamberleri öldüren ve insanlardan hakkaniyeti emreden kimseleri öldüren kişiler; sen hemen bunları acıklı bir azapla müjdele!

22İşte bunlar, dünyada ve âhirette amelleri boşa gitmiş kimselerdir. Onlar için yardımcılardan da bir şey yoktur.

(Âl-i Imrân/21, 22)

De­mek ki, tevhit inancının en önemli faydası, insanın bu dünyada yaptığı iyi şeylerin öteki dünyada değerlendirmeye tâbi tutulmasını sağlaması, bu işlerin boşa gitmesini önlemesidir. Çünkü tevhit inancına sahip olmayan kimsenin tüm yaptıkları, Rabbimizin açık ifadesine göre, boşa gitmiş olacaktır.

  1. ayette peygamberimize söylettirilen “Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemlere bir öğüttür” ifadesinde iki önemli husus vurgulanmıştır. Bunlardan birincisi, Kur’an’ın tüm insanlara öğüt olduğu, dolayısıyla peygamberimizin belirli bir kavme değil, tüm insanlara gönderildiği hususudur. İkincisi ise peygamberimizin görevini bir karşılık beklemeden ve almadan yapması gerektiği hususudur. “Dini tebliğ etmekten dolayı bir ücret alınmayacağı”, “Kur’an’ın bir kazanç kapısı olmadığı” demek olan bu ikinci husus, aslında Nuh peygamberle başlayan, Hud, Salih, Lut ve Şuayb peygamberlerle devam eden (Şuara/109-180) ve kesinlikle bütün peygamberlerin uyduğu bir ilkedir. Peygamberimize de En’am/90’dan başka Furkan/57 ve Şûra/23’te aynı doğrultuda talimat verilmiştir.

Furkan Suresi’nin tahlilinde “Dini tebliğ etme görevinin bir para kazanma uğraşı hâline getirilemeyeceği” ekseni etrafında yaptığımız açıklamayı, yararlı olacağı kanaatiyle burada kısaca tekrarlıyoruz:

56Ve Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderdik.

57De ki: “Ben, buna karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Sadece ve sadece Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler istiyorum.”

                                                                         (Furkan/56, 57)

Bu ayetlerde isyancı, nankör ve inatçı müşriklerin tutumlarına karşı nasıl davranması gerektiği hakkında peygamberimize öğüt verilmekte ve görev sınırları hatırlatılarak teselli edilmektedir. Çünkü peygamberimiz öğütçüden, uyarıcıdan ve müjdeciden başka bir şey olmadığı gibi, bu görevleri için de kimseden herhangi bir karşılık istememektedir. Bu nedenle kâfirlerin davranışları yüzünden kendini sorumlu tutması gerekmemektedir. Rabbimiz, elçisine “tek isteğinin herkesin Allah yoluna gelmesi olduğu”nu söylemesini buyurmaktadır.

Yusuf/104, Şuara/109, 127, 145, 164, 180, Sebe/47, Ya Sin/ 21, Sad/86, Yunus/72, Hud/29, 51, Şûra/23, Kalem/46, Tur/40 ayetlerinden de görmekteyiz ki, Rabbimiz hiçbir peygamberine yaptığı görev karşılığında herhangi bir ücret istetmemiştir. Dolayısıyla, peygamberimizin de kimseden herhangi bir ücret istemesi mümkün değildir. Buna, akrabalarının gözetilmesini, sevilmesini istemek de dâhildir. Zira netice itibariyle böyle bir istek de bir çıkardır, menfaat sağlamaktır.

Böyle olmasına rağmen, peygamberimizin yakınlarına, ehlibeytine sevgi duyulmasını istediği yolunda asılsız iddiaların bulunduğu yüzlerce rivayetin etkisiyle konumuz olan 57. ayete ve Şûra suresinin 23. ayetine bir istisna ilâvesi yapılmış ve pek çok mealde, Şûra suresinin 23. ayetindeki “yakınlarda sevgi istiyorum” ifadesi, “yakınlarımı, ehlibeytimi sevmenizi istiyorum” şeklinde yorumlanmıştır. Hâlbuki ayette iyelik belirten herhangi bir sözcük veya bir işaret yoktur. Oradaki ifade de yine “Allah’a giden yolu istemeniz, Allah’a yakınlık için sevgi oluşturmanız” anlamındadır. Aksi durum ise, yani peygamberimizin yakınları için bir talepte bulunması hâli ise mümkün değildir, zira böyle bir istek elçilik ilkelerine aykırı düşmektedir. Zaten ayetlerin siyak ve sibakında hitabın hep kâfirlere olmasından anlaşılacağı gibi, muhatap kâfirlerdir ve onlardan bir karşılık, bir mükâfat beklemek anlamsızdır. Çünkü kâfirler peygamberi kabul etmemekte ve onunla kıran kırana mücadele etmektedirler. Böylesi bir çekişmenin olduğu bir ortamda, taraflardan birinin karşı taraftan kendi yakınlarının sevilmesini istemesi ise son derece mantıksızdır.

Elçilerin yaptıkları görev karşılığında herhangi bir ücret istememeleri, elçiliklerinin gerçek bir kanıtıdır. Zira elçiler görevlerini sadece hiçbir çıkar gözetmeden yapmakla kalmamakta, bunun da ötesinde, rahat hayatlarını bırakarak bütün işlerini terk etmekte; adlarının deliye, yalancıya, sihirbaza çıkmasına göğüs germekte; inanmayan yakınlarıyla ilişkilerinin kopmasını göze almakta ve üstüne üstlük bir sürü işkenceye de katlanmak zorunda kalmaktadırlar. Gerçek elçi olmayan birinin geçici çıkarları uğruna bütün bunları göze alması mümkün değildir. Tam aksine, gerçek elçi olmadığı hâlde bu yolla hükümdar ve önder olmak için hareket eden bir kişi, toplumun hoşuna gitmek için onların geleneklerini, önyargılarını kabullenir ve bunlardan yararlanma yoluna gider. Oysa Kur’an’dan öğrendiğimize göre, peygamberimiz, sadece bu tür önyargıları kökünden baltalamakla kalmıyor, aynı zamanda kabilesinin Arabistan putperestleri üzerinde etki ve egemenlik kurmalarını sağlayan ana unsuru da yerle bir ediyordu.”

91Ve onlar, “Allah, hiçbir beşere bir şey göndermemiştir” demekle, Allah’ı hakkıyla takdir edemediler/gereği gibi tanıyamadılar. De ki: “Mûsâ’nın insanlara aydınlık ve kılavuz olmak üzere getirdiği, sizin parça parça yazı malzemeleri yaptığınız, bir kısmını belli ettiğiniz, birçoğunu gizlediğiniz; siz ve babalarınızın, sayesinde bilmediğiniz birçok şeyleri öğrendiğiniz Kitab’ı kim indirdi?” Sen, de ki: “Allah!” Sonra onları boş uğraşlarında oynar hâlde bırak.

 

Bu ayette Mekkelilerin ve Yahudilerin dini yapılarına ait bilgiler verilmekte ve her iki grubun hile ve yalanları yüzlerine vurulmaktadır.

Ayette geçen “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler” ifadesi şu anlama gelmektedir: Onlar Allah’ın her şeye gücünün yettiğine, her şeyi bildiğine, Rahman ve Rahîm olduğuna iman etmediler; Celâl ve Cemal sıfatlarını layıkıyla tanımadılar; nimet ve rahmetinin [elçi gönderişinin ve kitap indirişinin] kıymetini anlamadılar. Kısaca Allah’ı tüm nitelikleriyle göz ardı ettiler.

Dikkat edilirse, “Allah, hiçbir beşere bir şey göndermemiştir” iddiası, bizzat iddia sahiplerinin kendi inançlarıyla çürütülmüş ve Tevrat’ın Musa peygambere Allah tarafından indirildiğine inananlara Tevrat örnek gösterilerek, Allah’ın kelamının bir insana indirilebileceği kanıtlanmıştır.

Esbab-ı nüzul kayıtlarına göre, “Allah, hiçbir beşere bir şey göndermemiştir” iddiası, Malik b. es-Sayf tarafından ortaya atılmıştır:

 

“O, Peygamber (sav) ile tartışmak üzere geldiğinde, Peygamber (sav) ona şöyle demişti: “Tevrat’ı Musa’ya indiren hakkı İçin sa­na soruyorum: Tevrat’ta şüphesiz Allah şişman din âlimine buğz eder, şek­linde bir ifade bulmuyor musun?” Malik b. es-Sayf da gerçekten şişman bir haham idi. Bunun üzerine kızdı ve şöyle dedi: Allah’a yemin ederim, Allah hiçbir insana hiç bir şey indirmiş değildir. Bu sefer, onunla beraber bulunan arkadaşları ona şöyle dediler: Yazıklar olsun sana! Musa’ya da mı indirmemiştir? deyince, şöyle dedi: Allah’a yemin ederim, Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.”[10]

Surenin giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, bazıları tarafından bu ayetin Medeni kabul edilmesi bu olay sebebiyledir. Ne var ki, anlatılan olayda ismi geçen kişinin bir haham olması ve böyle tutarsız bir iddiada bulunması akla uzak görünmektedir. Diğer taraftan, ayetin pasajdaki konu bütünlüğü içinde olması ayetin Mekki olduğu görüşünü kuvvetlendirmekte, buna karşılık o günün Mekke şehrinde birçok Ehlikitap’ın bulunduğu ve Tevrat ile İncil’in Mekkelilerce okunduğu gerçekleri de ayetin Medine’de indiğini düşünenlerin görüşünü zayıflatmaktadır.

Bizim kanaatimiz, Kur’an’ın Allah tarafından gönderildiğini inkâr eden Mekkeli müşriklere bir cevap niteliğinde olan bu ayetin Mekke’de nazil olduğu yönündedir.

92İşte bu da Bizim Anakent’i ve yanı başındaki kişileri uyarman için indirdiğimiz, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı, bolluk dolu bir Kitaptır. Âhirete inananlar ona da inanırlar ve onlar salâtlarına [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma: toplumu aydınlatma kurumlarına] da koruyucudurlar.

Bu ayette, Kur’an’ın Mekke ve Mekke çevresindekileri uyarmak için indirildiği, Kur’an’ın bereketli [bolluk saçan] bir kitap olduğu ve ahirete inananların ona inanıp desteklerini sürdürdükleri, sürdürecekleri ilan edilmektedir.

ÜMMÜ’L-KURA

Peygamberimizin doğup büyüdüğü, elçilik görevine başladığı ve bunu bir müddet sürdürdüğü şehir olan Mekke, “ امّ القرىÜmmü’l-Kura [şehirlerin anası, anakent]” olarak nitelenmiştir ki, zaten Mekke’nin bir ismi “Ümmü’l Kura”dır ve peygamberimiz de bu sebeple “ الامّىّel Ümmi”dir [anakentli; Mekkelidir].

Mekke’ye “şehirlerin anası” denmesinin gerekçesi İbrahim peygambere kadar uzanmaktadır. Çünkü o tarihlerden beri Mekke, çevre kentlerle birlikte bakıldığında, çocuklarını etrafında toplamış bir ana görüntüsü içinde olmuştur. Bunun sebebi ise müminlerin hacc ibadetlerini Mekke’de yapıyor olmalarıdır. Böyle dinî bir toplanma merkezi olması dolayısıyla Mekke sadece ticaret ve ulaşımda değil, bilim ve sanatta da çok gelişmiş ve çevredeki kentlerin anası hâline gelmiştir.

Ayette uyarı alanı olarak Mekke’nin çevresinin de zikredilmesi, Kur’an’ın inişinin ve Muhammed (as)’in peygamberliğinin yalnız Arap toplumuna ve onların yaşadıkları yerlere münhasır olmadığını, tüm insanlara ve tüm dünyaya yönelik olduğunu göstermektedir:

28Ve Biz, seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik, velâkin insanların çoğu bilmiyorlar.

(Sebe’/28)

158De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah’ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde kılavuzlandığınız doğru yolu bulmanız için Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden, Ümmî; Anakentli; Mekkeli Peygamber olan Elçisi’ne iman edin ve o’na uyun.”

(A’raf/158)

19De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi kendisiyle uyarayım diye bana bu Kur’ân vahyolundu. Allah’la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve kesinlikle ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.”

(En’am/19)

 

93Ve Allah’a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı hâlde “Bana vahyolundu” diyenden ve “Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha yanlış; kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseleri ölümün şiddetleri içindeyken, görevli güçler de onlara ellerini uzatmış, “Canlarınızı çıkarın. Bugün, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve O’nun âyetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” derlerken bir görsen!

94Ve andolsun ki siz, sizi ilk defa oluşturduğumuz zamanki gibi yapayalnız/ teker teker Bize geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Ve içinizde kendilerinin ortaklar olduğuna inandığınız sözde destekçilerinizi sizinle beraber görmüyoruz. Andolsun aranızda kesilme/kopukluk olmuş ve yanlış inandığınız şeyler kaybolmuştur.

 

Allah’ın beşerden elçiler göndereceğine ve kitap indireceğine dair önceki ayetlerde yapılan bildirimlerden sonra, bu ayetlerde de insanların dikkati bu işin sahtekârlarının da bulunabileceğine çekilmektedir. Ayette, kendisine vahyedilmediği hâlde “Bana vahyedildi” veya “Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyen o korkunç yaratıkların alçaltıcı bir şekilde cezalandırılacakları açıklanmaktadır.

Allah’ın haramını helâl, helâ­lini haram yapan, kendi düşüncelerini insanlara Allah’ın emri gibi ileten, kendisini “mehdi”, “Mesih” ilan eden, rüyada veya keşif yoluyla Allah’tan kendisine bir takım bilgiler, risaleler verildiğini ileri süren bu zalim kişiler, bugün var oldukları gibi İslam’ın ilk dönemlerinde de var idiler:

31Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman da, “İşittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, geçmiş toplumların efsanelerinden başka bir şey değildir” demişlerdi.

(Enfal/ 31)

Rabbimiz kendisine iftira etmenin en büyük zulüm olduğunu, konumuz olan 93. ayetten başka En’am/21 ve 144, A’raf/37 ve Yunus/17’de de açıklamıştır.

“Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında bu zalimler ile ilgili olaylar şöyle aktarılmıştır:

Bu ifade, Yemâmeli Müseylimetu’l-Kezzab ile San’alı el-Esvedu’l-Ansî hakkında nazil olmuştur. Çünkü bunlar, bir yalan ve bir iftira olmak üzere, Allah katından gönderilmiş birer nebi ve resul olduklarını iddia ediyorlardı. Müseylime “Muhammed Kureyş’in peygamberi, ben de Hanifeoğullarının peygamberiyim” diyordu.[11]

“Ben de Allah’ın indirdiği ayetlerin benzerini indireceğim” aye­tinde kastedilenin vahiy kâtipliği yapan ve sonra Medine’de irtidat eden Abdullah b. Serrah olduğu söylenmiştir. Adı geçen bu şahıs Kur’an’daki bazı kısımları Peygamber’in dediğine uygun olarak yazmıyordu. Mesela ‘Azîzün Hakîm’ yerine ‘Gafûrun Rahîm” ve ‘Habîrun Halîm’ yerine ‘Alîmün Hakîm’ yazıyordu. Bir gün Peygamber [s] ona Mü’minun suresindeki ”Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi alaka yaptık. Peşinden alakayı bir parçacık et haline getir­dik. Bu bir parçacık eti kemiklere çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik” ayetini yazdırırken, o, “Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yü­cedir!” dedi. Peygamber [s] de aynen “Söylediğin gibi nazil oldu. Onu yaz!” dedi. Bunun üzerine o, “Ben de Allah’ın indirdiği ayetlerin benzerini indireceğim” dedi.[12]

  1. ayette ahiretten bir sahne canlandırılarak insanların Yüce Allah’a ilk yaratıldıkları zamanki gibi yapayalnız / teker teker gelecekleri ifade edilmiştir. Buna benzer ifadeler pek çok ayette(Kehf/48) (Meryem/78-80) (Bak tekrarlanmıştır:

95Şüphesiz ki Allah, taneyi ve çekirdeği yarıp çıkarandır: Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır. İşte Allah! Nasıl da döndürülüyorsunuz?

96Tan yerini yarıp çıkarandır. Geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ay’ı hesap ile yapmıştır. Bu, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, çok iyi bilenin belirlemesidir, ayarlamasıdır.

97Ve Allah, kara ve denizin karanlıklarında kendisiyle kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız diye yıldızları sizin için tanıtandır. Şüphesiz Biz, bilen bir toplum için âyetleri ayrıntılı olarak açıkladık.

98Ve O, sizi bir tek benlikten inşa edendir. Sonra da bir karar yeri ve emanet yeri… –Biz kesinlikle âyetleri, iyi anlayan bir toplum için ayrıntılı olarak açıkladık.–

99Ve Allah, gökten suyu indirendir. Böylece Biz onunla her şeyin bitkilerini çıkardık. Ondan da birbirine benzeyen ve birbirine benzemeyen birbiri üzerine binmiş taneler; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımları, üzümden bağları, zeytini ve narı çıkardığımız filizi çıkardık. Bunlar meyvelendikleri zaman meyvelerine ve olgunlaşmasına bakın! İşte bunlarda kesinlikle inanan bir toplum için alâmetler/göstergeler vardır.

Herhangi bir izaha gerek kalmayacak kadar açık olan bu ayetlerde, Rabbimiz kendisini evrendeki yasaların koyucusu olarak tanıtmakta ve insanlığa yararlı olsun diye yarattığı tüm varlıklarda, bilen, iyi anlayan ve inanan bir toplum için işaretler, ayrıntılı açıklamalar bulunduğunu bildirmektedir.

Gerçekten de Güneş’in, Ay’ın, yıldızların, yağmurun, bitkilerin, kısaca Allah’ın görünen tüm ayetlerinin kendilerine sağladığı faydaları görmeyi bilen insanlar, Allah’ın yüceliği, gücü, azameti hakkında başkaca hiçbir kanıta ihtiyaç duymamaktadırlar.

  1.  ayetteki “ölü” ve “diri” sözcüklerinin hem hakiki hem de mecaz manada değerlendirilmesi mümkündür. Buna göre:

a- Sözcükler hakikat manalarıyla değerlendirildiğinde, ayetteki ifadeden Allah’ın kuru tohumdan yeşil bitkiyi, yeşil bitkiden de kuru tohumları meydana getirdiği,

b- Mecazi manada değerlendirildiğinde ise, Allah’ın cahil bir kimseyi âlim hâline getirdiği, bir âlimi de bir cahile dönüştürdüğü anlaşılabilir.

Bundan başka, ayette Allah’a izafe edilmiş olan “ölüden dirinin çıkarılması, diriden de ölünün çıkarılması” olgusunun yararlı bilinen şeylerde bulunan zararları veya zararlı bilinen şeylerde bulunan yararları ifade ettiğini, Allah’ın bunları iç içe yarattığını düşünmek de mümkündür. Mesela zararlı olarak bilinen bitkilerden veya yılan zehri gibi bazı maddelerden insana yarar sağlayan ilaçlar elde edilmesi, bu düşünceyi doğrular mahiyette bir örnektir.

Bu konu, ilk dönem Kur’an yorumcuları tarafından şöyle açıklanmıştır:

“Cenab-ı Hak, nutfeden canlı bir beşer, canlı beşerden de ölü bir nutfe çıkarır. Yine aynı şekilde, yumurtadan canlı civcivi, tavuktan da ölü yumurtayı çıkarır. Bundan maksat, canlı ile ölünün birbirlerinin zıddı olup birbirlerini nefyettiklerini ifade etmektir. Binaenaleyh, benzer bir şeyin benzer bir şeyden meydana gelmesi, bunun tabiat ve hassalar icabı olduğu zannını uyandırabilir. Ama, zıddın zıddan meydana gelmesine gelince, bunun tabiat ve o şeylere ait özellikler sebebiyle olması imkânsızdır. Bilakis bunun, Hakîm olan bir yaratıcının takdiri ve Alîm olan bir müdebbirin yönetmesiyle meydana gelmesi gerekir”[13]

  1. ayetteki “Güneş ve Ay’ı hesap ile kılmıştır” ifadesi Rahman suresinde tekrarlanmış, Yunus suresinde detaylandırılmıştır:

5Güneş ve ay bir hesap ile akıp gitmektedir.

(Rahman/5)

 

5O, güneşi bir aydınlık, ay’ı bir ışık yapan ve senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz diye, aya menziller ayarlayandır. Allah bunu ancak gerçek ile oluşturmuştur. O, bilecek olan bir toplum için âyetleri ayrıntılı olarak açıklar.

(Yunus/5)

  1. ayetteki ifadenin de iki türlü anlaşılması mümkünüdür.

a- “Güneş ve Ay’ı hesap ile kılmıştır” ifadesinden, Yunus/5’te bildirildiği gibi, “senelerin hesabı” yani “zaman” anlaşılabilir. Çünkü Dünya’nın kendi etrafında bir kez dönmesi ile “gün”, Güneş etrafındaki yörüngesinde bir tur dolaşması ile de “yıl” hesap edilmektedir. Ayrıca Ay’ın Dünya etrafında bir tur dolaşması da 29,5 günlük zaman süresi olan “bir ay”a tekabül etmektedir.

b- Aynı ifadeden gerek Güneş, Ay ve Dünya’nın birbirlerine göre olan konumlarında, gerekse Güneş ve Ay’ın dönme hızlarında çok hassas hesapların bulunduğunun anlaşılması da mümkündür. Çünkü yeryüzündeki mevcut yaşamın devam etmesi ancak bu ince hesapların hiç şaşmamasına, bozulmamasına bağlıdır.

  1. ayetteki ifade hangi türlü anlaşılırsa anlaşılsın, evrendeki ince hesaplar hiç şaşmamakta, gerek zaman gerekse yeryüzündeki yaşam koşulları değişmemektedir.

189Sana hilallerden soruyorlar. De ki: “Onlar, insanlar ve hac/programlı ilâhiyat eğitim dönemleri için zaman ölçüleridir.” Evlerinize arka taraflarından girmeniz/dinde Allah’ın ilkelerinden başka ilkeler benimsemeniz, “iyi adamlık” değildir. Ama “iyi adamlık”, Allah’ın koruması altına girmektir. Öyleyse, evlerinize kapılarından girin; dini, din sahibi Allah’ın çizdiği çerçevede yaşayın. Ve başarıya erenlerden, kurtulanlardan olmanız için Allah’ın koruması altına girin.

(Bakara/189)

98. ayette geçen مستقرّMüstakarr” ve “ مستودعMüstevda” sözcükleri daha evvel Hud suresinin tahlilinde ele alınmıştı. Hud Suresi ile En’am Suresi aynı ciltte bulunduğundan, bu iki sözcükle ilgili tahlilin oradan okunmasını öneriyoruz.

 

100Ve onlar, görünmez güç ve varlıkları Allah’a ortaklar kıldılar. Hâlbuki onları O oluşturmuştur. Bilgileri olmadan da oğullar, kızlar uydurdular. –O’nun şanı onların nitelediği şeylerden arınık ve yücedir.– 101O, gökleri ve yeri yoktan var edendir. O’nun sahibesi/eşi olmadığı hâlde, nasıl olur da O’nun çocuğu olur? Ve O, her şeyi oluşturmuştur. Ve O, her şeyi en iyi bilendir.

102İşte Rabbiniz Allah! O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin oluşturucusudur. Öyleyse, O’na kulluk edin. O, herşey üzerine belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayandır.

103Gözler O’na erişemez, O ise gözlere erişir; O, çok armağan sahibidir, her şeyden haberlidir.

Rabbimiz, bu pasajın ilk ayetinde müşriklerin davranışlarındaki yanlışları gayet ikna edici delillerle ortaya koymuş, son iki ayetinde de kendi Zatına ait birçok sıfat ve eylemi zikrederek Müslümanların nasıl bir Allah’a inandıklarını, inanmaları gerektiğini bildirmiştir.

  1. ayetten anlaşıldığına göre, müşrikler hiçbir ilahi veriye ve bilimsel gerçeğe dayanmadan sırf kendi hayal ve kuruntularının ürünü olan bir takım gizli varlıklara kâinatın yönetiminde ve insanların kaderlerinde güç ve görev verecek kadar ileri gitmişler ve bu gizli varlıkları Allah’a ortak tanıyarak küfre düşmüşlerdir. Nitekim o günlere ait tarihî bilgilerde, bazı kimselerin veya nesnelerin, “yağmur tanrısı”, “bitki tanrısı”, “servet tanrıçası”, “hastalık tanrıçası” yapıldığı, bazı müşrik topluluklarca bir tanrılar ve tanrıçalar soyağacı uydurulduğu gibi bilgiler yer almaktadır. Ayetteki “cinnler” ifadesi ile “melekler” kastedilmiştir. Çünkü Sebe’ suresinde, o günün müşriklerinin, “Allah’ın kızları” namıyla bu âlemin idarecileri olarak benimseyip Allah’a ortak koştuklarının “melekler” olduğu açıklanmıştır:

40Ve o gün Allah, onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere: “Şunlar mı size tapıyorlardı?” diyecektir.

41Onlar: “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim koruyucu, yol gösterici yakınımz Sensin. Tam tersi onlar gizli güçlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı” dediler.

(Sebe’/40, 41)

  1. ayette bu tür yanlış inançlar reddedilmektedir. Ne var ki, bu yanlış inançlar sadece o tarihlerle ve o günkü cahili toplumlarla sınırlı kalmamış, sonraki dönemlerde ve tüm toplumlarda görülmeye devam etmiştir. Nitekim günümüz de hâlâ birçok saçma ilahların kabul edildiği toplumlara rastlanmaktadır.
  103. ayetteki “Gözler O’na erişemez, O ise gözlere erişir” ifadesi birçokları tarafından yanlış değerlendirilmiş, “Allah’ı görme” diye bir konu icat edilerek bu ifadeyle delillendirilmeye çalışılmıştır. Kimileri Allah’ı görmenin mümkün olmayacağını söylerken, kimileri de bu ve diğer bazı ayetleri kendi görüşleri doğrultusunda yorumlayarak Allah’ın görülebileceğini ileri sürmüşlerdir. Biz, bu ifadenin özellikle içinde bulunduğu paragrafın anlamı çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Ayetin bağlamından koparılarak olmadık alanlara çekilmesi son derece yanlış ve sakıncalıdır. Dolayısıyla ayetteki bu ifade, Allah’ı ortaklardan arındırmak, O’nun yüceliğini, gücünü ve sıfatlarının kemalini ortaya koyarak müşrikleri eleştirmek için gelmiş olan bu ayetlerin tamamından ayrı mütalâa edilmemeli ve içinde bulunduğu pasajın genel amacı dışında manalandırılmamalıdır.

105İşte böylece Biz, sana, “Sen ders görmüşsün/ bunları bir yerlerden okuyup öğrenmişsin” desinler ve bilgilenip duran toplum için açığa koyalım diye âyetleri evirip çeviriyoruz/geniş geniş açıklıyoruz.

 

Bu ayette Rabbimiz, Kur’an’ın detaylandırılma sebebini açıklamaktadır. Buna göre; Kur’an’ın çok güzel açıklamalar içermesi, müşrikler arasında elçinin birisinden ders aldığı takıntısını yaratmakta, inanmış olanların ise ortaya daha çok açık kanıt konmasından dolayı inançlarını pekiştirmekte, mutluluklarını arttırmaktadır.

Rabbimiz, müşriklerin içinde bulundukları bu psikolojik durumu birçok ayette belirtmiştir:

4Ve kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kimseler, “Bu Kur’ân, o’nun/ Muhammed’in uydurduğu yalandan başka bir şey değildir. Ona başka bir topluluk da bunun için yardım etmiştir” dediler. Böylece onlar kesinlikle haksızlık ettiler ve asılsız bir iddia getirdiler.

5Ve “O Kur’ân, yazılı duruma getirilmiş öncekilerin masallarıdır; şimdi de o, sabah-akşam/ sürekli kendisine okunmaktadır” dediler.

(Furkan/4, 5)

24,25Ve onlara: “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman, onlar, kıyâmet günü, kendi günahlarını tam olarak yüklenmek ve bilgisizlikleri yüzünden saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yüklenmeleri için, “Öncekilerin efsaneleri” dediler. Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür!

(Nahl/24,25)

 

106,107Sen Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Rabbinden sana vahyedilene uy. Ortak koşanlardan da mesafeli dur. Ve eğer Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz, seni onlar üzerine bir bekçi yapmadık, sen onlar üzerine işleri belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan biri de değilsin!

Bu ayetlerde peygamberimiz, görevi bir daha kendisine hatırlatılarak teselli edilmiş ve her türlü fırsat, imkân verilmesine rağmen inanmamakta direnenleri Allah’a bırakıp onlara mesafeli durması konusunda uyarılmıştır.

  1. ayette “vekil” ve “hafız” nitelemelerinin birlikte yapılması, bu ayetlerin de 66, 67 ve 104/68. ayetlerle aynı paragrafta olduğunu göstermektedir.

Konumuz olan ayetlerden anlaşıldığına göre, inanç konusunda insana tam bir özgürlük tanınmıştır ve bu sebeple de elçinin bu konuda zorlayıcı bir etkinliği olmamalıdır. Başka bir ifade ile insanlar, iradelerine karışılmadan, hürriyetleri kısıtlamadan inanacaklarsa inanmalı, küfredeceklerse küfretmelidirler. Bu ilke aşağıdaki ayette daha açık bir ifade ile ortaya konmuştur:

29Ve de ki: “O gerçek, Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek reddetsin / inanmasın.” Şüphesiz Biz, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O, ne kötü bir içecektir! Dayanma/ sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür!

(Kehf/29)

Bu durumda, elçinin din konusunda kendine göre bir yol izlemesi, keyfî davranması söz konusu değildir.

15Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: “Bundan başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir!” dediler. De ki: “Onu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.”

(Yunus/15)

20Ve yeryüzüne bakmıyorlar mı, o nasıl yayılmış?

21,22Haydi, öğüt ver/ hatırlat, şüphesiz sen, sadece bir öğütçüsün/hatırlatıcısın. Sen, onların üzerinde bir zorba değilsin.

(Ğaşiye/20- 22)

40Ve onlara vaat ettiğimizin bir bölümünü sana göstersek yahut sana geçmişte yaptıklarını ve yapman gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırsak, şüphesiz yine de sana düşen sadece tebliğ etmektir. Bize düşen de hesap görmektir.

(Ra’d/40)

 

108Ve onların Allah’ın astlarından yalvardıkları kimselere sövmeyin ki, onlar da bilgisizce, aşırı giderek Allah’a sövmesinler. Biz, her önderli topluma yaptıkları işi işte böyle süsledik. Sonra da onların dönüşü Rablerinedir. Sonra O, onlara ne yaptıklarını haber verir.

Bu ayette, tüm Müslümanlar, gayrimüslimlerin tapındıkları şeylere [sahte ilahlarına ve inanış ilkelerine] karşı kötü söz söylemekten kaçınmaları konusunda uyarılmaktadır. Bu uyarısıyla Rabbimiz müminler için çok önemli bir kural ortaya koymuş olmaktadır. Bu kural, müşriklerin düşmanlık tepkisiyle Allah hakkında kötü sözler söylememeleri için, onların sözde tanrılarına, yanlış inançlarına sövmemektir.

Ayette yasaklama emri çoğul olarak ifade edildiği için muhatap tüm müminlerdir. Başka ayetlerde yanlış inançlara karşı çıkmaları istenen müminler, bu ayet ile de karşı çıktıkları inançların temel unsurlarını aşağılamaktan ve yanlış yoldaki insanların duygularını incitmekten men edilmektedir. Rabbimizin bu incelikli uyarısı gereğince; müminler yanlışlıklara karşı çıkacaklar ama karşısındakileri tahrik etmeyecek, onlara nazikçe nasihatte bulunacaklardır:

125Rabbinin yoluna, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Şüphesiz Rabbin Kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, kılavuzlandıkları doğru yolda olanları da en iyi bilendir.

(Nahl/125)

Müminlerin unutmaması gereken bir diğer husus da amellerin ancak Allah tarafından değerlendirileceğidir. İnsanlar birbirlerine iyiliği emredip kötülükten sakındırabilirler ama bütün davranışların nihai değerlendirmesi sadece Allah’a aittir ve mahşerde yapılacaktır.

Müminlerin bazı tavırlarına karşı bir uyarı olarak inmiş olması muhtemel olan bu ayetin iniş sebebi hakkında “Esbab-ı nüzul” kayıtlarında şunlar yer almaktadır:

Âlimler bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç husus zikretmişlerdir:

a- İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Allah Teâlâ’nın “Siz de, Allah’ı bırakıp taptıklarınız da, hiç şüphesiz ki cehennem kütüğüsünüz (Enbiya/98)” âyeti nazil olunca müşrikler Hz. Peygambere “ilahlarımıza sövüp hakaret etmekten vazgeçmezsen, biz de senin ilahını hicvede­riz” dediler. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Derim ki: Bu rivayette bence iki müşkil söz konusudur:

1- Âlimler bu surenin bir defada [toptan] nazil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh “Bu ayetin sebeb-i nüzulü şudur” demek nasıl mümkün olur?

2- Müşrikler Allah’ın varlığını kabul ediyor ve “putlara ibadet ancak Allah katında şefaatçi olacakları için makbul olmuştur” diyorlardı. Bu böyle olduğuna göre, onların Allah’a hakarete ve sövmeye yeltenmeleri nasıl düşünülebilir?

b- Süddî şöyle demiştir: Ebu Talib’in vefatı yaklaşınca Kureyş kabilesi şöyle dedi: “Ebu Talib’e varıp ondan kardeşinin oğlu [Muhammed’i] bizimle uğraşmaktan vazgeçirmesini isteyelim. Çünkü o öldükten sonra, Muhammed’i öldürmekten utanırız. Eğer Ebu Talib öldükten sonra, Muhammed’i öldürmeye kalkarsak, bütün Araplar ‘Kureyş’i Muhammed’i öldürmekten alıkoyan Ebu Tâlib idi. O ölünce, Muhammed’i öldürdüler’ derler. Bundan dolayı bir toplulukla birlikte Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve Nadr b. Hars, kalkıp Ebu Talib’e gittiler ve ona ‘Sen bizim büyüğümüzsün’ deyip düşündükleri şeyleri söylediler. Ebu Talib de Hz. Muhammed (s.a.s)’i çağırdı ve ‘Bunlar senin kavmin ve amcaoğullarındır. Senden, onları kendi dinleriyle baş başa bırakmanı istiyorlar ve seni dininle baş başa bırakmayı teklif ediyorlar’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.s], ‘Allah’dan başka ilah yoktur’ deyiniz!’ dedi. Onlar bunu kabul etmeyince Ebu Talib, ‘Bu ke­limeden başka bir şey söyle; çünkü senin kavmin bundan hoşlanmıyor’ dedi. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) “Ben, onlar güneşi getirip elimin içine koysa­lar bile, bundan başkasını diyecek değilim” dedi. Onlar da, Hz. Peygamber’e, “O hâlde, ilahlarımızı [putlarımızı] tenkit etmekten vazgeç. Aksi hâlde, biz de seni ve sana bunu emredeni tenkit ederiz” dediler. İşte, Cenâb-ı Hakk’ın “Sonra onlar da haddi aşarak, bilmeksizin Allah ‘a söverler” sözünden maksat budur.[14]

 

109Ve ortak koşanlar, kendilerine bir alâmet/gösterge gelirse, ona kesinlikle iman edeceklerine dair en ağır yeminleriyle Allah’a yemin ettiler. De ki: “Alâmetler/ göstergeler ancak Allah katındadır.” Onlara alâmetler/ göstergeler geldiğinde de iman etmeyeceklerini anlamıyor musunuz?

110Ve Biz, onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz. Ve Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın olarak bırakırız.

111Ve eğer Biz, şüphesiz onlara birtakım güçler indirseydik, onlara ölüler söz söyleseydi ve her şeyi karşılarına toplasaydık, –Allah’ın dilemesi dışında– yine inanmayacaklardı. Velâkin onların çoğu cahillik ediyorlar.

Bu ayet grubunda Rabbimiz, müşriklerin kendilerine bir mucize gelmesi hâlinde inanacaklarına dair ettikleri yeminleri yerine getirmeyeceklerini, hatta istediklerinden de fazla mucize gelse bile inanmamaya kararlı olduklarını bildirmektedir.

  1. ayetin iniş sebebi hakkında klasik eserlerde şunlar yer almaktadır:

“Müşrikler güçlerinin yettiği en kuvvetli yeminlerle Allah’a yemin de ettiler ki, herhâlde kendilerine bir ayet, istedikleri bir mucize gelse [bu cümleden olarak Safa tepesi altın olsa] muhakkak ve muhakkak iman edeceklermiş. Rivayet edildiğine göre bazı müminler de bunların bu yeminlerine bakarak istedikleri ayetin inmesiyle iman edecekleri ümidine düştüler.”[15]

Bir başka kaynakta ise şöyle nakledilir:

Âlimler bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında şu izahı yapmışlardır:

a- Onlar şöyle demişlerdir: “Cenâb-ı Hakk’ın “Eğer dilersek biz onların tepesine gökten bir âyet indiriveririz de ona boyunları eğili kalır (Şuarâ/4)” ayeti nazil olunca, müşrikler Allah’a yemin ederek, eğer kendilerine bir mucize gelirse, muhakkak O’na inanacaklarını söylemişlerdi. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil olmuştur.”

b- Muhammed İbn Ka’b el-Kurazî şöyle demiştir: “Müşrikler Hz. Pey­gamber (s.a.s)’e, “Bize, Musa’nın âsasıyla taşa vurduğunu, böylece de taştan su fışkırdığını; Hz. İsa’nın ölüleri dirilttiğini ve Hz. Salih’in dağdan bir dişi deve çıkardığını söylüyorsun. O hâlde, seni tasdik edebilmemiz için, sen de bize bir mucize getir” demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), “Neyi arzu ediyor­sunuz?” deyince, onlar, “Safa tepesini bizim için altın haline getirmeni istiyoruz dediler ve eğer bunu yaparsa hep birlikte Ona uyacaklarına yemin ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) dua etmek için ayağa kalktı. Derken, Cebrail (a.s) kendisine gelerek, “Eğer istersen bu olur; ama bu olur da, onlar da o zaman se­ni tasdik etmezlerse, Allah onları toptan imha eder. Eğer onlar kendi hallerine bırakılırlarsa, hiç değilse bir kısmına Allah imana dönüş nasip eder” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) “Öyleyse ben de mucize istemek için duadan vazgeçiyorum. Bari bazıları imana gelseler!” dedi. İşte bunun üzerine Allah bu ayeti indirdi.[16]

 

  1. ayette geçen “Biz onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz” ifadesi, Tin suresinden başka Ya Sin/8-10’un tahlilinde de belirttiğimiz gibi, inatçı müşriklerin içinde bulundukları kötü duruma düşmelerine sebep olan fiillerin de Rabbimiz tarafından yaratıldığını ifade etmektedir. Yani müşrikler, Allah’ın yaratmış olduğu yollardan “hakk”a değil de “batıl”a sarılarak yanlış inançlara saplanmakta, yanlış inançlar ise insanın dinleme, anlama, kavrama yeteneklerini devre dışı bırakarak bu zavallıların kör ve şaşkın hâle gelmelerine, kısacası kalplerinin mühürlenmesine yol açmaktadır.
  1. ayetin iniş sebebi hakkında “Esbab-ı nüzul” kayıtlarında şunlar yer almaktadır:

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Kur’ân-ı Kerim ile en çok istihza edenler beş kişi idiler: Velid b. Mugîre el-Mahzûmî, Âs b. Vâil es-Sehmî, Esved b. Abdiyeğûs ez-Zühri, Esved b. Muttalib ve Hars b. Hanzala… Sonra bunlar, Mekkeli bazı kimselerle birlikte Hz. Peygamber (s.a.s)’e gelip “Bize, senin Resûlullah olduğuna şahitlik edecek melekleri göster veya bizim için ölülerimizden bazılarını dirilt de onlara, söylediğin şeylerin hak mı, batıl mı olduğunu soralım. Yahut da kefil olarak, yani id­dia ettiğin şeye şahit olarak Allah’ı ve melekleri getir” dediler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Biz defalarca şunu anlattık: Müfessirler bu surenin bir de­fada nazil olduğu hususunda ittifak edince, “Bu ayet, falanca hâdise hakkında nazil oldu” demek, çok müşkil bir mesele olur. Ama bizim açıkladığımız izah şekline gelince, ki bu da, bundan maksat, onların bir kısmının “şayet kendilerine bir ayet gelirse Hz. Muhammed’e iman edecekleri hususunda var güçleriyle yemin etmiş oldukları” şeklindeki sözlerine cevap olmasıdır. İşte Allah Teâlâ bu sözü, onların yalan söylediklerini, gelmiş olan ayetlerden sonra başka ayetler göndermede bir fayda bulunmadığını, aksine doğruyu yalandan ayırmak için mutlaka tek bir mucizenin da­hi kâfi geleceğini, bundan fazlasını istemenin ise sırf bir tahakküm ve işi yo­kuşa sürme ve ihtiyaç duyulmayan bir şey olduğunu; aksi hâlde onların, ikinci muci­zenin izharından sonra üçüncüsünü, üçüncüden sonra dördüncüsünü isteyebileceklerini, delilin ve durumun, bir noktada karar kılıp son bulmaması gerekeceğini, bunun ise nübüvvet kapılarının kapanmasını icab ettireceğini beyan etmek için zik­retmiştir.[17]

Müşriklerin mucize geldiği takdirde inanacaklarına dair ettikleri yeminler oldukça ciddi bir görünüm arz etmiş olmalı ki, Rabbimiz 111. ayette onların inanmayacaklarını kesin bir ifade ile tekrarlamıştır. Çünkü onların dilleriyle söyledikleri şey gönüllerine uymuyordu ve maksatları da mucize görüp inanmak değil, işi yokuşa sür­mekti. Yani, onların bu davranışı münafıklıktan başka bir şey değildi:

166-168İki topluluğun karşılaştığı günde size dokunan şeyler de Allah’ın izniyledir/ bilgisiyledir. Ve mü’minleri bilsin ve münâfıklık yapan kimseleri –kendileri oturup dururken kardeşleri için: “Eğer bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi” diyen kimseleri– bilsin diyedir. Ve onlara: “Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya savunma yapınız” denilmişti. Onlar: “Biz, savaşı bilseydik kesinlikle size uyardık” dediler. Onlar o gün, imandan çok Allah’ın ilâhlığını, rabliğini örmeye yakındılar. Onlar, kalplerinde olmayan şeyleri ağızlarıyla söylüyorlar. Allah, gizledikleri şeyleri daha iyi bilendir. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, haydi kendinizden ölümü uzaklaştırınız.”

(Âl-i Imran/166- 168)

11Bedevi Araplardan geri bırakılmış; sizinle gelmemiş olanlar, sana yakında, “Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti/alıkoydu. Hadi Allah’tan bizim bağışlanmamızı dile” diyeceklerdir. Onlar, kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: “Allah, size bir zarar dilediyse veya bir yarar dilediyse O’na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir? Tam tersi Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”

(Feth/11)

96,97Şüphesiz, şu, aleyhlerinde Rabbinin Kelime’si hak olmuş olan kimseler, kendilerine bütün alâmetler/göstergeler hep birden gelse, yine de o acıklı azabı görünceye kadar iman etmezler.

(Yunus/96, 97)

112,113Böylece Biz, her peygamber için gizli-açık şeytanlarını düşman yaptık: Ki dünya malına aldanmaktan dolayı, âhirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan hoşnut olsun ve yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü gizlice telkinde bulunur/fısıldar. –Ve şâyet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve uydurdukları şeyleri bırak!–

Bu ayetler, müşriklerin kör ve şaşkın olarak bırakıldığına dair 110. ayetteki ifadenin tefsiri mahiyetindedir. Bu ayetlerde, müşriklerin kendi kendilerini nasıl kandırdıkları ve çevrelerindekileri de kendilerine benzetmek için nasıl etkilemeye çalıştıkları açıklanarak müminler uyarılmakta, ayrıca bu durumun yeni bir şey olmayıp inkârcılar tarafından her peygambere karşı uygulanmış bir siyaset olduğu belirtilerek peygamberimiz teselli edilmektedir.

96,97Şüphesiz, şu, aleyhlerinde Rabbinin Kelime’si hak olmuş olan kimseler, kendilerine bütün alâmetler/göstergeler hep birden gelse, yine de o acıklı azabı görünceye kadar iman etmezler.

(Âl-i Imran/184)

34Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah’ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki, sana, elçilerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir de.

(En’am/34)

43Senin için senden önceki elçilere söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Şüphesiz senin Rabbin kesinlikle bağışlama sahibidir ve acı veren bir azabın sahibidir.

(Fussılet/43)

31Ve işte böyle, Biz her peygamber için günahkârlardan bir düşman kılmışızdır. Ve yol gösteren ve yardımcı olarak Rabbin yeter.

(Furkan/31)

ZUHRUFU’L-KAVL

“Zuhruf” aslında “altın” demektir. Sonradan genel olarak “ziynet, süs” anlamında kullanılır olmuştur.[18]

Buna göre, “zuhrufu’l-kavl” deyimi de “sözün süslenmişi, yaldızlı sözler” demektir. Gerçekten de tarihe bakıldığında, Hakk’a çağıran elçilere karşı halkı kışkırtıp galeyana getirenlerin çoğunlukla yalanlarını edebî sanatlarla süsleyen şairler olduğu görülmektedir.

Yüzlerce tanımı yapılmış olan şiir, kısaca “bir benzetme sanatı”dır. Şiir hiçbir zaman “gerçek” değildir. Dolayısıyla şiir, bir nesnenin veya olayın gerçeğini değil, benzerinin [taklidinin, sahtesinin] sunumu olan süslü sözdür.

Bu konu Şuara suresinin tahlilinde ayrıntılı olarak incelendiğinden, “Şiir Nedir?” başlıklı bölümün oradan okunmasını öneriyoruz.

 

115Ve Rabbinin sözü hem doğrulukça hem de adaletçe tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek biri yoktur. O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.

Rabbimizin “doğruluk ve adalet” yönüyle tastamam ve mükemmel [baliğa] olan sözlerinin değiştirilmesinin mümkün olmadığının bildirildiği bu ayette konu edilen “değişmez söz”, bize göre, Allah’ın daha evvel Tevrat ve İncil’de peygamber göndereceğine dair verdiği sözüdür. Muhammed (as)’in elçi olarak gönderilmesi ile de bu söz yerini bulmuştur.

28Allah dedi ki: “Benim huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce tehdit göndermiştim. 29Benim huzurumda Söz değiştirilmez. Ve Ben kullara asla yanlış iş yapan; yaptıkları iyi amelleri noksanlaştıran, haksızlık eden biri değilim.”

(Kaf/29)

Ayette Rabbimizin kelimeleri “tam, mükemmel, doğru, adil, değiştirilemez söz” olarak nitelenerek onların eksiklikten, eleştirilmekten uzak olduğu da beyan edilmiş olmaktadır.

116Ve eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece “zann”a uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar.

117Şüphesiz ki senin Rabbin, Kendi yolundan kimlerin saptığını en iyi bilenin ta kendisidir. Ve O, kılavuzlandıkları doğru yolda olanları daha iyi bilendir.

 

Bu ayetlerde Rabbimiz peygamberimizi ve onun şahsında tüm insanlığı uyarmaktadır. Anlaşıldığına göre, insanların çoğunluğu bilgi yerine zanna uymakta, Allah’ın sözleri yerine atalarının sözlerine inanmakta, bu sebeple de çoğunluk tarafından benimsenmiş inançlar, teoriler, düşünce ve ilkeler sırf çoğunluk tarafından paylaşılıyor diye doğru olarak kabul edilmektedir. Oysa bu saçmalıkların çoğunluklar tarafından kabul edilmesi hiçbir zaman onların doğruluğuna delil olamaz. Doğrular doğru olma niteliklerini onları doğru kabul eden çoğunlukların kabullerinden değil, bizzat kendilerindeki gerçeklikten alırlar. Doğru olan, en iyi işiten ve en iyi bilen, hükümleri en mükemmel, en doğru, en adil olan Allah’ın sözleridir. Bu sebeple, çoğunluğa uyulduğu takdirde doğru yoldan sapılmış ve çoğunlukların gerçek olmayan zanlarına mahkûm olunmuş olunur.

Rabbimiz yukarıdaki ayetlerde insanların çoğunluğunun yüz çevirdiğine işaret ederek çoğunluğa uyulduğu takdirde yoldan sapılacağını ihtar etmektedir. Kendi yolundan sapanları en iyi bilen Rabbimiz, bu sapkınlığa çoğunlukların zanna uyarak hayal peşinde koşmalarının neden olduğuna işaret etmektedir.

Bu husus Kur’an’da onlarca kez dile getirilmiştir: Âl-i Imran/110, Bakara/100, 243, A’raf/17, 102, 131, 187, Yunus/55, 60, Hud/17, Yusuf/21, 38, 40, 68, 103, Ra’d/1, Nahl/38, İsra/89, Furkan/50, Rum/6, 30, Sebe’/28, 36, Mümin/57, 59, 61, Casiye/26, Maide/59, 103, En’am/37, 116, Enfal/ 34, Tövbe/8, Saffat/71

124, 125

124Ve onlara bir âyet geldiği zaman, “Allah’ın elçilerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla inanmayacağız” dediler. Allah elçilik görevini nereye vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, çevirdikleri hilelerinden dolayı Allah katında bir aşağılık ve çetin bir azap dokunacaktır.

125Ve sonra, Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslâm için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse onun göğsünü aşırı sıkıntılı hale getirir ki, sanki o, göğe yükseliyormuş gibi olur. İşte böyle, Allah, pisliği [zarar, azap veren şeyleri] iman etmeyenlerin üzerine bırakır/atar.

 

Bu ayetlerde, kentlerdeki ileri gelenlerin her zaman entrikalar çeviren suçlular olduğu bildirilmekte ve densizliklerinden bir örnek verilmek suretiyle bunların şımarıklıkları sergilenmektedir.

Bu ayetlerle ortaya konan sosyal vakıa, geçmişten günümüze hep aynı şekilde devam edip gelmektedir. Çünkü suçlulardan olan bu ileri gelenler, kurmuş oldukları düzendeki rabliklerinden ve fıskufücurlarından olmamak ve sömürülerine devam etmek için her zaman elçilere karşı çıkmışlar, çevrelerini ve güçlerini hep bu yolda harcamışlardır.

İleri gelenlerin kendilerine de vahy gelmediği takdirde inanmayacaklarını söyleyerek sergiledikleri densizlikleri, aslında onların sonu gelmeyen talep ve mazeretlerinden biridir.

21Bize kavuşmayı ummayanlar da, “Bizim üzerimize melekler/ doğal güçler indirilmeliydi” ya da “Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Andolsun ki onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir azgınlık yapmak sûretiyle azgınlaştıkça azgınlaştılar.

                                                                                                    (Furkan/21)

52İşin aslında içlerinden her kişi, kendisine açılıp saçılmış sayfalar verilsin istiyor.

(Müddessir/52)

90-93Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!”

(İsra/90-93)

Esbab-ı nüzul kayıtlarında bu ayetlerin Kureyş ileri gelenlerinden Velid b. Mugi­ra’nın peygamberimize söylediği “Şayet nübüvvet gerçek olsaydı ona ben senden daha layık olurdum. Çünkü ben senden daha yaşlı ve daha zenginim” şeklindeki sözleri üzerine yahut aynı mealdeki Ebu Cehil’in sözleri üzerine indiği ileri sürülmüştür.[19]

Kentlerdeki ileri gelen suçlularla ilgili olarak Kur’an’da pek çok ayet (Furkan/31, İsra/16, Sebe’/31-35, Zühruf/23, Nuh/21-23) vardır:

  1. ayette geçen “Allah … göğsünü açar” ifadesi, “Allah’ın zihinlerden ve kalplerden İslâm hakkındaki her tür kuşku ve kararsızlığı gidermesi, kişiyi İslâm gerçeği konusunda iyice ikna ederek mutlu ve huzurlu kılması” anlamına gelir. Bu ifadedeki “göğsün açılması” deyimi hakkında detay, İnşirah suresinin tahlilinde bulunmaktadır.
  2. ayetten ilk bakışta Allah’ın bazı kullarını doğru yola ilettiği, bazılarını da saptırdığı yolunda bir anlam çıkıyorsa da, buradaki “kimi saptırmak isterse” ifadesi, her şeyin Allah’ın yaratması çerçevesinde ve Allah’ın kontrolünde cereyan ettiği anlamındadır. Bu konudaki detay da Tekvir suresinin tahlilinde “Meşiet” başlığı altında verilmiştir.

13Onlar, elbette kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte nice yükleri de taşıyacaklar. Ve uydurup durdukları şeylerden kıyâmet günü kesinlikle sorgulanacaklardır.

                                                                                              (Yunus/25)

Bu ayette, bazı ruhsal durumlardan dolayı göğsünde darlık ve sıkıntı oluşan kişi, gökyüzüne doğru yükselmekte olduğu için göğsünde darlık ve sıkıntı hisseden kişiye benzetilir. Gerçekten de gökyüzüne doğru yükseldikçe, Atmosfer basıncı azalmakta ve kan, basınçla damarları ve kalbi zorlamaktadır. Ayrıca yukarı çıkıldıkça azalan oksijen nefes alma güçlüğü doğurur ve göğsümüzün içindeki akciğerlerde sıkıntı ve daralma hissedilir. Bu darlık ve sıkıntı gökyüzüne yükseldikçe artar ve sonunda yaşamın mümkün olmadığı noktaya gelinir.

Dağlar

Peygamberimiz’in yaşadığı dönemde insanlar balonla veya uçakla gökyüzüne yükselmediler. Toriçelli’nin basıncın ilk ölçümlerini 1643 yılında gerçekleştirdiğini düşünürsek, bu dönemde basıncın azalmasıyla ilgili bir bilgiden söz etmek de mümkün değildir. Ayrıca o dönemde kan dolaşımı ve akciğerler hakkında ciddi bir bilginin varlığından da söz edilemez. Peygamberimiz’in yaşadığı dönemde insanların dağlara çıktığı ve dağların tepelerinde nefes alma zorluğuna kısmen tanık oldukları düşünülebilir. Fakat ayette dağların tepesine çıkınca göğsün dar ve sıkıntılı olmasından değil, gökyüzüne çıkıldıkça oluşan bir süreçten bahsedilmektedir. Dağların tepesinde göğsünün sıkıştığına kısmen tanık olan kişi bu durumu deniz seviyesinden gittikçe göğe doğru yükselmesine değil de bir dağın üstüne çıkmış olmasına da bağlayabilir. Göğe yükselme ifadesi dağa çıkmanın çok üzerinde mesafeleri kapsayan bir ifadedir. Bu ifadenin doğrulanması için bu mesafenin aşılması gerekmektedir.

YAŞAMIMIZA UYGUN YARATILAN BASINÇ VE OKSİJEN

Deniz seviyesinden 3000 metreye kadar oksijen ve basınç oranı insanın fizyolojik faaliyetlerini rahatça yürüteceği seviyededir. 3000 metre ile 5000 metre arası gibi mesafelerde nefes almanın zorluğu ve kan basıncının artışı hissedilir. 7500 metreye gelindiğinde dokular ciddi şekilde oksijen eksikliği hisseder ve basınç düşmesinin dolaşım sistemine verdiği rahatsızlık hissedilir. Bu mesafenin üzerine çıkıldığında kişi bilincini yitirir; dolaşım, solunum, sinir sistemleri görevlerini yapamaz hale gelmeye başlar.

Hava basıncı

Basınç değişiklikleri dolaşım sistemini doğrudan etkiler, atardamar ve toplardamar basınçlarını artırır. Beden boşluklarındaki gazların dengesi, kandaki ve dokulardaki gazların (özellikle azotun) dağılımı bozulur. Basınç değişikliğinin doğrudan mekanik etkisi ise damar sertliği olan kişilerde damar yırtılmalarıyla ortaya çıkar. Gaz hacimlerindeki değişikliklerin yol açtığı olaylar da şöyle sıralanabilir: Orta kulak boşluğundaki hava değişikliklerine bağlı olarak, kulak zarı yırtıkları, orta kulak iltihabı, yüzdeki sinüslerde bulunan havaya bağlı olarak sinüs iltihapları, diş boşluklarındaki (çürük ya da dolgu) havaya bağlı olarak diş ağrıları ve sindirim sistemindeki havanın dış ortama atılma güçlüklerinin yol açtığı karın ağrıları…

Görüldüğü gibi, insanın biyolojik yapısıyla, oksijenin yeryüzünden gökyüzüne doğru belirlenmiş oranı, Atmosfer’in yeryüzünden gökyüzüne doğru ayarlanmış basıncı, mükemmel bir düzenlemeyle yaratılmıştır. Bu uyum sayesinde nefes almamız ve kan dolaşımımız rahatça mümkün olur. Prof. Michael Denton bu konu hakkında şu yorumu yapar: “Eğer havanın yoğunluğu biraz daha fazla olsaydı, hava direnci çok büyük oranlara çıkacaktı ve hava soluyan bir canlıya ihtiyaç duyduğu oksijen oranını sağlayacak bir solunum sistemi tasarlamak imkansız hale gelecekti… Muhtemel Atmosfer basınçları ile muhtemel oksijen oranlarını karşılaştırarak hayat için uygun bir sayısal değer aradığımızda, çok sınırlı bir aralıkla karşılaşırız. Hayat için gerekli olan birçok şartın hepsinin bu küçük aralıkta gerçekleşmesi ve Atmosfer’in de bu aralıkta olması elbette ki çok mükemmel bir uyumdur.”

Kuran ayetinin göğe yükselenin göğsünün dar ve sıkıntılı olmasıyla ilgili yaptığı benzetme Allah’ın Kitabı’nın bir mucizesidir. Bu mucizeyi incelerken Evren’de karşımıza çıkan Atmosfer’in basıncıyla, oksijeniyle mükemmel yaratılışı ve bu yaratılışların bizim biyolojik yapımıza uygunluğu ise Allah’ın yaratışlarındaki mükemmelliklerinin örnekleridir.

119-123-, 126- 131. Ayetler:

119Ve size ne oluyor da, Kendisi size, mecbur kalmanızın dışında haram olan şeyleri genişçe açıklamış olduğu hâlde Allah’ın adı anılanlardan yemiyorsunuz? Ve şüphesiz birçokları bilmeden keyiflerine uyarak saptırıyorlar. Şüphesiz ki, senin Rabbin, sınırı aşanları çok iyi bilenin ta kendisidir.

120Zaman kaybına neden olan şeylerin/ Hayırda ağırda almanın/ Zarar vermenin/ Kusur oluşturmanın açığını ve gizlisini terk edin! Şüphesiz Zaman kaybına neden olan şeyleri/ Hayırda ağırda almayı/ Zarar vermeyi/ Kusur oluşturmayı kazanan kimseler, kazanmış oldukları şeyler sebebiyle cezalandırılacaklardır.

121Ve üzerine Allah’ın adı anılmayan şeylerden yemeyin. Ve şüphesiz o, tam bir yoldan çıkıştır. Ve şüphesiz şeytanlar kendi yakın kimselerine sizinle mücâdele etmeleri için gizlice telkinde bulunurlar. Ve eğer onlara boyun eğerseniz şüphesiz siz ortak koşan kimseler oldunuz demektir.

122Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nûr verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte, kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere yapmakta oldukları böyle ‘süslü ve çekici’ gösterilmiştir.

123Ve Biz böylece, her kentte ileri gelenleri, orada hileler çevirsinler diye oranın suçluları yaptık. Hâlbuki bunlar, kötülüğü yalnızca kendilerine yapıyorlar da farkına varmıyorlar.

126Ve işte bu, dosdoğru olarak Rabbinin yoludur. Kesinlikle Biz, hatırlayıp öğüt alan bir topluluk için âyetleri geniş bir şekilde açıkladık.

127İşlemiş oldukları şeyler nedeniyle Rableri katındaki huzur, güvenlik ve esenlik yurdu yalnızca onlarındır. Ve Rableri, onların yardımcısı, yol göstericisi, koruyucusudur.

128Ve Allah, onların hepsini topladığı gün: “Ey gizli düşman topluluğu! Kesinlikle bu insanlardan çoğalttınız!…”

İnsanlardan onların yakınları da, “Rabbimiz! Biz birbirimizden kazanç sağladık. Sonunda biz, bizim için vakitlendirdiğin süremizin sonuna ulaştık” derler. Allah, “Ateş, sizin durağınızdır. Orada, Allah’ın dilemesi hariç, sonsuz olarak kalacaksınız” der. Şüphesiz Rabbin en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan, en iyi bilendir.

129Ve işte Biz böylece, kazandıkları günahlardan dolayı yanlış; kendi zararlarına iş yapanların bir kısmını, diğer bir kısmına yakınlaştırırız.

130Ey gizli, âşikar, geleceğin, bugünün insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi uyaran kendinizden elçiler gelmedi mi? Onlar, “Kendi aleyhimize şâhitiz” dediler. Basit dünya yaşamı onları aldattı ve onlar kendilerinin kesinlikle kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin ta kendisi olduklarına şâhitlik ettiler.

131İşte bu; Rabbinin, halkı ilgisiz, bilgisiz iken, ülkeleri haksız yere değiştiren/yıkıma uğratan biri olmayışıdır.

 

Bu ayet grubunda Rabbimiz, günlük hayata müdahale ederek yenilecek şeyler konusunda tevhidî bir ilke koymakta ve üzerine Allah’ın adı anılmayan şeylerin yenmesini –zorunlu hâller dışında- yasaklamaktadır.

İnsanların din kisvesi altına sokarak benimsediği çok sayıdaki yanlışlardan bir tanesi de, haklarında herhangi bir ilahî hüküm olmadığı hâlde bazı yiyecekler hakkında getirilmiş sınırlamalardır. Ayetin ifadesinden anlaşıldığına göre, o günkü toplumda, üzerine Allah’ın adı anılmamışların helal, Allah’ın adı anılmışların ise haram olduğu yolunda saçma bir inanç mevcuttur. Rabbimiz, konumuz olan ayetlerde bu tür inançları reddetmekte, Müslümanlara da kâfirler ve müşriklerce uydurulmuş batıl inançları bırakmalarını, Allah’ın hidayetine karşı getirilmiş böyle sınırlamaları kaldırmalarını emretmektedir.

Şirk ve cahiliye geleneklerini yıkarak sadece Allah’ın helal kıldığının helal, haram kıldığının da haram olması gerektiğini bildiren bu ilkeler Nahl suresinde de yer almaktadır:

114Artık Allah’ın size rızık olarak verdiği şeylerden helal ve temiz olarak yiyin. Allah’ın nimetine karşılığını ödeyin; eğer sadece O’na kulluk edecekseniz.

115Allah, size ancak leşi, kanı, domuzun etini ve Allah’tan başkası adına kesilenleri haram kıldı. Artık her kim saldırmadan ve aşırı gitmeden zorlanırsa, bilsin ki, şüphesiz Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.

116Ve kendi dillerinizin yalan nitelemesi ile Allah’a yalan uydurmak için, “Şu helaldir, şu haramdır” demeyin. Şüphesiz Allah’a yalan uyduran kimseler iflah olmazlar.

(Nahl/114-116)

Görüldüğü gibi, gerek konumuz olan ayetler gerekse Nahl suresindeki ayetler, insanın temel gıdalarından biri olan “et”in nasıl helal olacağını hükme bağlayarak “helal et” ve “haram et” kavramlarına açıklık getir­mektedir.

  1. ayetteki “mecbur kalmanızın dışında” ifadesinden, zorluk hâllerinin hükümler için bir istisna teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Bu durum halk arasında “Zorunluluklar haramları mubah kılar” şeklinde yorumlanmıştır. Günümüz hukuk sisteminde de “mücbir sebep” ifadesi ile yer alan bu zorunlu hâl istisnaları, insanın canını veya bir organını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kaldığı zaruri durumlar olarak tanımlanmıştır. Ancak bu zaruri durumlarda kullanılacak istisnadan yararlanma sınırı, tehlikeyi atlatacak ölçüyü aşmamalıdır.

29Ey iman etmiş kişiler! Mallarınızı –kendi rızanızla yaptığınız ticaret şekli hariç olmak üzere– aranızda haksız yolla yemeyin, kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size çok merhametlidir.

(Nisa/29)

195Ve Allah yolunda malınızı harcayın, kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin-güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri-güzelleştirenleri sever.

(Bakara/195)

106Her kim imanından sonra küfreder; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeder, –kalbi iman ile yatışmış hâlde iken, baskıyla zorlanan hariç olmak üzere– ve de küfre; inanmamaya göğsünü açarsa, artık kendilerinin üzerine Allah’tan bir gazap vardır. Bunlar için büyük bir azap da vardır.

(Nahl/106)

Bakara/172, 173 ve ayrıca Maide/3,  Resmi mushafta En’am suresinden  öncedir. Ne var ki, En’am/119’da “fessalna (fasıl fasıl ayırdık: Tafsilatlandırdık; genişçe açıkladık)” buyrulur. Bakara/172, 173 VE Maide/3’te tafsilat: Haram-helal, Pis-temiz, geçmiş ümmetler-biz” ayrıntıları yoktur. Bu ayrıntılar örnek verdiğim ayetlerdedir.

  1. sırada A’raf suresi (32, 157 ve 160. ayetler)
  2. Sırada Ta Ha suresi (81. ayet) inmiş ve bu ayetlerde hem son peygamberle bildirilen hükümlerde hem de geçmişteki peygamberler ile bildirilen hükümlerde “Allah’ın, Tayyibatı (temiz, hoş, nefis, yararlı gıdaları) helal kıldığı, HABİSATI (pis, zararlı gıdaları) haram kıldığı; temiz gıdaları kimsenin haram kılamayacağı açıkça bildirilmiştir. Onun için, “Size…. Açıkça açıklamış olmasına rağmen buyurulmuştur.
  1. ayette sözü edilen ve boyun eğenlerin müşrik olacakları bildirilen “şeytan telkinleri” konusu “Esbab-ı nüzul” kayıtlarında aşağıdaki olayla yer almıştır:

Abdullah b. Abbas’dan gelen bir rivayete göre, Yahudilerin Hz. Muhammed’e (s.a) karşı öğrettikleri çıkış yollarından biri şuydu: “Allah’ın [tabiî ölümle] öldürdüğü haram oluyor da, bizim [Allah’ın adını anarak] öldürdüğümüz [boğazladığımız] nasıl helâl oluyor?” İşte, Ehlikitap’ın çarpık tutumu böyleydi. Halkın zihnini zehirlemek ve gerçek’le savaşlarında onları silâhlandırmak için böylesi sorular icat ediyor ve onlara yöneltiyorlardı.[20]

 

Surenin başından beri işlenen iman-şirk konusunun bir benzetme ile ortaya konduğu 122. ayette, Rabbimiz mümini “canlı”, “aydın”, “aydınlık yolda yürüyen” bir kimseye; kâfiri ise “kör”, “karanlıklar içine düşmüş” zavallı bir insana benzeterek aklıselim sahiplerine bu iki kişinin birbirinden farklı olup olmadığını sormaktadır. Cevabı belli olan bu sorunun maksadı, bu cevabın muhatap tarafından söylenmesini sağlayarak mesajı vurgulamaktır.

Ayetteki “Ölü iken kendisini dirilttiğimiz” ifadesi, “cehalet ve anlayış yokluğu içindeyken bilgi ve anlayış vererek gerçeği tanıyabilecek zihin düzeyine çıkardığımız” anlamına gelmektedir. Gerçekten de, doğruyu eğriden ayıramayan ve Doğru Yol’u göremeyen bir kimse fizikî olarak canlı kabul edilebilirse de aslında insanı insan yapacak değerlerden uzak, hayvana kıyasla “canlı” ama insana kıyasla “ölü” mesabesinde olan bir canlıdır. Canlı bir insan doğruyu eğriden, iyiyi kötüden, haklıyı haksızdan ayırabilen bir özelliktedir. Canlılık bu özellikleri gerektiren bir durumdur. Dolayısıyla kâfirler, küfür ve şirkin insanın en yüce değerlerini yok edip onu insan olma özelliklerinden uzaklaştırması sebebiyle “ölü”ye; müminler de iman ve takvanın insana insan olma özelliklerini kazandırması sebebiyle “canlı”ya benzetilmiştir.  Kur’an’da kâfirlerin ölüye benzetildiği birçok ayet (Nahl/20, 21, Ya Sin/69, 70, Neml/80, Fatır/19-22) vardır.

Mesajı genel ve her zamana yönelik olan bu ayette mukayesesi yapılan kişilerin kimlikleri ile ilgili olarak klasik eserlerde bir takım isimler yer almaktadır:

 Ayetten Hz. Hamza[r.a]’nın Kastedilmesi

Birinci rivayet: İbn Abbas şöyle demektedir: “Henüz Hz. Hamza’nın iman etmemiş olduğu bir sırada, Ebu Cehil Hz. Peygamber’e bir deve tersi, [kığısı] atar. Derken Hz. Hamza, yayı elinde olarak avdan döndüğü bir sırada bunu duyar. Bunun üzerine Ebu Cehil’e yönelir ve yayıyla onu sıkıştırarak başına vurmaya başlar. Derken Ebu Cehil ona, “O’nun getirdiği şeyi görmüyor musun? Akıllarımızı hiçe çıkardı; ilahlarımıza sövdü, tenkit etti!” dedi. Bu söze karşılık Ham­za, “Siz insanların en beyinsizisiniz; Allah’ı bırakıp taşlara tapıyorsunuz. Ben şahadet ederim ki, eşi benzeri olmayan, bir olan Allah’tan başka ilah yoktur!. Yi­ne şahadet ederim ki, Hz. Muhammed O’nun kulu ve elçisidir” dedi. İşte bu hadise üzerine, bu ayet-i kerime nazil oldu.”[21]

 Ayetten Hz. Peygamber’in Kastedilmesi

“Bu ayet, Hz. Peygamber ile Ebu Cehil hakkında nazil olmuştur. Bu böyledir, zira Ebu Cehil, “Şerefte Abdimenâf oğulları bizi sıkıştırdı; öyle ki, biz aynı gaye uğruna yarışan iki kim­se gibi olduk. Abdimenafoğulları, “Bizden, kendisine vahyolunan bir nebî çıktı!” diyorlar. Allah’a yemin olsun ki, ona gelen vahiy bize de gelmediği sürece, biz ona inanmayız” dediler. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu.” [22]

 Ayetten Daha Başka Sahabelerin Kastedilmiş Olması

Üçüncü rivayet: İkrime ve Kelbî, bu ayetin Ammar b. Yaslr ile Ebu Cehil hakkında nazil olduğunu söylemiştir.

Dördüncü rivayet: Dahhâk bu ayetin Ömer b. el-Hattâb ile Ebu Cehil hakkında nazil olduğunu söylemiştir.

İkinci görüş: Bu ayet, bütün mümin ve kâfirler hakkında geçerli olan genel bir ayettir. Doğru olan görüş de budur. Çünkü bu mana herkes hakkında söz ko­nusu olduğuna göre, bunu tahsis etmek, işi anlamsız biçimde zora koşmak olur. Hem biz, bu surenin tek bir defada nazil olduğunu söylemiştik. Binaenaleyh, Hz. Peygamber (s.a.s)’in, “Allah’ın, bu umûm olan ayetten maksadı, bizzat falan­cadır” demiş olması durumu müstesna, bu ayetin nüzul sebebinin “falan, falanca” muayyen şeyler olduğunu söylemek zordur.[23]

 

  1. ayette verilen “mümin” ve “müşrik” örneği bu ayet grubunda biraz daha açıklanmakta ve insanların gerçek mutluluk, esenlik ve güvenliği sadece Allah’ın yolunda bulabilecekleri ilân edilmektedir.
  1. ayetin sonundaki “Hâlbuki bunlar, kötülüğü yalnızca kendilerine yapıyorlar da farkına varmıyorlar” ifadesiyle toplumda “ileri gelenler” konumunda bulunanların sorumluluğuna dikkat çekilmektedir. Bu dikkat çekiş başka ayetlerde de karşımıza çıkacaktır:

13Onlar, elbette kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte nice yükleri de taşıyacaklar. Ve uydurup durdukları şeylerden kıyâmet günü kesinlikle sorgulanacaklardır.

(Ankebut/13)

24,25Ve onlara: “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman, onlar, kıyâmet günü, kendi günahlarını tam olarak yüklenmek ve bilgisizlikleri yüzünden saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yüklenmeleri için, “Öncekilerin efsaneleri” dediler. Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür!

(Nahl/24,25)

دار السّلامDAR’US-SELAM [SELAM YURDU]

  1. ayette geçen “Daru’s-selam [selam yurdu]” ifadesi cennet için söylenmiştir. Cennete “selam yurdu” denmesi, oraya gi­renin her türlü afet ve musibetten selâmete ermesinden ötürüdür. Ayrıca “ السّلامes-Selâm”, Rabbimizin isimlerinden biri olup bu açıdan bakılınca da ayetten “Allah kendi yurduna çağırıyor” anlamı çıkmaktadır.

Biz, konumuz olan ayetlerin de içinde yer aldığı pasajın, daha iyi anlaşılması için

Bu ayet grubunda Rabbimiz, önce mahşerde birbirleriyle yüzleştirilen suçluların suçta ortak olduklarına dair açık itiraflarını canlı olarak gözler önüne sermektedir. Suçlulara bu suçlarının itiraf ettirileceğinin haber verilmesi, aslında herkesin kendi akıbetini kendisinin hazırladığı mesajını vermeye yönelik bir bildirimdir.

Burada sözü edilen “cinn”ler, A’raf/ 15 ayetinin tahlilinde belirttiğimiz gibi, haşirde insanların “karin”i [yaşıtı] olmak sıfatıyla yanlarında bulunacak olan iblisleridir.

  1. ayette, suçluların insten olan veliyleri tarafından söyleneceği bildirilen “Biz birbirimizden kazanç sağladık” şeklindeki sözler tam bir itiraf olup “Her birimiz diğerini istismar etti ve bencil hedefleri uğruna aldattı” anlamına gelmektedir.

Suçluların bir diğer itirafı da, kendilerine uyarıcı elçilerin gelip gelmediği konusundaki soruya “Kendi aleyhimize şahidiz” şeklinde verdikleri cevaptır. Bu kısa cevapla suçlular “İtiraf ederiz ki, Sen’den bize birbiri ardı sıra elçiler geldi, fakat onların söylediklerine inanmamakla biz hata ettik” demektedirler.

Mahşerde suçlulara yöneltilecek sorular başka ayetlerde şöyle dile getirilmiştir:

71Ve kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olanlar, kesinlikle bölük bölük cehenneme sevk olunacak. Sonunda oraya vardıklarında kapıları açılacak. Ve onun bekçileri onlara: “İçinizden size Rabbinizin âyetlerini okuyan, bu gününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi?” diyecekler. Onlar: “Evet geldi” diyecekler. –Velâkin kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden üzerine azap kelimesi hak oldu.–

(Zümer/71)

8O, az daha öfkeden çatlayacak. Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara sorar: “Size bir uyarıcı gelmedi mi?”

9Onlar derler ki: “Evet, bize uyarıcı geldi de biz yalanladık ve ‘Allah hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’ dedik.”

10Ve onlar derler ki: “Eğer biz dinlemiş olsaydık yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin ashâbı içinde olmazdık.”

11Böylece günahlarını itiraf ettiler. Artık, un-ufak, toz-duman olmak, çılgın ateş ashâbı içindir.

(Mülk/8-11)

Görüldüğü gibi, Mülk/8-11’de suçluların verdikleri cevabın anlamı açılmış ve içinde bulundukları durumun dünya hayatının geçici çıkarlarını gözetip peygamberleri dinlememelerinden ve akıllarını kullanmamalarından ileri geldiği belirtilmiştir.

Henüz yaşanmamış olan mahşer sahnelerinin yaşanmış gibi aktarılması, birçok yerde açıkladığımız gibi, anlatılanların mutlaka tahakkuk edeceğinden dolayıdır. Verilen bir haberi vurgulamak için kullanılan bu ifade tekniğine Kur’an’da sıkça rastlanmaktadır.

  1. ayetteki “Ve işte Biz böylece, kazandıkları günahlardan dolayı zalimlerin bir kısmını, diğer bir kısmına veliy yaparız [yakınlaştırırız]” ifadesi, “Onlar birbirinin yardımcısı, destekçisi, işbirlikçisi olur” şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü dünyada iken yaptıkları kötülüklerde suç ortağı olan böylesi zalimler, ahirette de cezalarını ortaklaşa çekeceklerdir:

36,37Ve her kim Rahmân’ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’ın] öğüdünden, anılmasından körleşirse Biz ona bir şeytan musallat ederiz de artık o, onun için akrandır/ yandaştır; ve şüphesiz ki yandaşlar/ akranlar, körleşenleri Yol’dan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin kılavuzlandıkları doğru yolda olduklarını sanırlar.

(Zühruf/36,37)

132Ve hepsi için yaptıklarına göre dereceler vardır. Ve senin Rabbin onların yaptıklarından gafil/duyarsız değildir.

133Ve senin Rabbin, çok zengindir/hiçbir şeye muhtaç değildir, merhamet sahibidir. Sizi, başka toplumların soyundan getirdiği gibi, dilerse, sizi de yok eder ve sizden sonra yerinize dilediğini getirir.

134Şüphesiz sizin vaat olunduğunuz şeyler kesinlikle gelecektir. Ve siz, bunu engelleyecek birileri değilsiniz.

 

Bu ayetlerde Rabbimiz herkesin yaptıklarına derecelerle karşılık vereceğini; dilediği takdirde iman etmeyenleri evvelkiler gibi giderip onların yerlerine yeni nesiller getirebileceğini bildirmektedir. Allah’ın insanlara vaat ettikleri kesinlikle gerçekleşecek, insanların bunu engellemeye hiçbir şekilde güçleri yetmeyecektir.

  1. ayette geçen “Ve senin Rabbin, Ğanî’dir” ifadesi şu anlama gelmektedir:

“Allah sizden yardım alma ihtiyacında değildir. Bu yüzden, ne itaatinizle O’na bir iyilikte bulunabilir, ne de isyanınızla O’na bir zarar verebilirsiniz. Getirilen ilkeler, konulan kurallar Allah’ın yararına değil, sizin yararınıza olan şeylerdir.”

Bu ayetlerde verilen mesajlar başka ayetlerde (Ahkaf/18, 19, Nisa/133, Muhammed/38, Bakara/143, Hud/121,122, Mümin/51, 52, Enbiya/105, İbrahim/13, 14, Nur/55) de tekrarlanmıştır:

Bir toplumu ortadan kaldırılmaktan kurtaracak tek şey, o toplumdaki bireylerin Asr suresinin ana konusunu teşkil eden davranışı göstermeleri ve kötü gidişe “dur” diyerek salihatı işlemeleridir:

116İşte sizden önceki devirlerden “bakıyye” [söz, eser, erdem] sahipleri; akıllı insanlar, Kitap Ehli, yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçirmeye çalışsalardı! Fakat onların içinden kurtardığımız pek az kimse bunu yaptı. Allah’ın ortağı olduğunu kabullenerek, Allah’ın ilahlığını ve rabliğini bilerek reddederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kişiler ise, şımartıldıkları refahın ardına düştüler ve suçlular oldular.

117Ve senin Rabbin, halkları düzeltici iken, o memleketleri haksız yere değişime/ yıkıma uğratacak değildir.

(Hud/116, 117)

135De ki: “Ey toplumum! Gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın, Şüphesiz ben de yapıyorum. Yakında Yurt’un sonunun kim için olduğunu bileceksiniz. Şüphesiz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar kurtuluşa eremezler.”

Bu ayet, inatçı ve kibirli müşriklere son derece sert bir uyarı içermektedir. Verilen mesajdan anlaşıldığına göre, artık müminler düze çıkmışlar, müşriklerle her türlü mücadele imkânına kavuşmuşlar ve kendi aralarında da rahat hareket eder bir hâle gelmişlerdir.

Ayetin takdirini şu şekillerde yapmak mümkündür:

* “Uyarıya kulak vermiyor ve üzerinde bulunduğunuz yanlış yolu bırakmıyorsanız, siz de ben de kendi yollarımızda gidelim ve sonunda izlediğimiz yolların nerelere vardığını görelim.”

* “Siz bu yurdun sonunun kimin olduğunu, övülecek akıbetin kime olacağını yakında bileceksiniz; Dar-ı İslâm’da [İslâm yurdunda] kimin galip geleceğini, yeryüzüne kimin mirasçı olacağını, ahiret yurdunun [cen­netin] kime ait olduğunu öğreneceksiniz.”

* “Anlaşıldı, siz yola gelmeyeceksiniz. Öyleyse dilediğinizi ardınıza koymayın, yapın! Ama bilin ki, ben de yapacağımı yapacağım.”

Şüphesiz ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar. O hâlde ateşe atılacak olan kişi mi daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek kişi mi? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki O [Allah], yaptığınız şeyleri en iyi görendir.

(Fussilet/40)

Ayetteki “Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler” ifadesi, “Şüphesiz zalimler amaçlarına ve niyetlerine ulaşamayacaklardır” demektir.

 

136Ve onlar, Allah’ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah’a bir pay ayırdılar da kendi sapık inançlarına göre, “Bu, Allah için; şu da ortaklarımız içindir” dediler. İşte, ortakları için olan pay Allah’a ulaşmaz, Allah için olan şey ortaklarına ulaşır. Verdikleri hüküm ne kötüdür!

138Ve onlar, yanlış inanışları sebebiyle, “Bunlar, dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar sırtları yasaklanmış hayvanlardır” dediler. Ve bir kısım hayvanları Allah’a yalan uydurarak üzerlerine O’nun adını anmazlar. Allah, onları iftira ettikleri şeyler sebebiyle cezalandıracaktır.

139Ve onlar, “Bu hayvanların karınlarındakiler sadece erkeklerimize ait olup kadınlarımıza haramdır. Eğer ölü olursa o zaman onlar onda ortaklardır” dediler. Allah, onların nitelemelerini onlara ceza olarak verecektir. Şüphesiz O, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır, çok iyi bilendir.

137Ve onların ortakları, kendilerini mahvetsinler ve dinlerini karıştırıp bozsunlar diye ortak koşanların çoğuna, yük, utanç nedeni ve ilâhlara kurban edilmesi gerekçeleriyle, çocuklarını öldürmeyi güzel gösterdi. Ve Allah dileseydi bunu yapmazlardı. O hâlde onları ve onların uydurdukları şeyleri bırak!

140Bilgisizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah’ın kendilerine verdiği rızkı, Allah’a iftira ederek haram kılanlar kesinlikle zarara uğradılar. Onlar, kesinlikle sapmışlardır ve onlar kılavuzlandıkları doğru yola ermiş kimseler değillerdir.

Bu ayet grubunda [136-146. ayetler], cahiliye Araplarının şirkleri sergilenmektedir.

Daha evvel de açıkladığımız gibi, Mekke müşrikleri Allah’ı bilen ve O’na inanan insanlardı. Bu sebeple de, elde ettikleri ürünlerden ve kendilerine yararı dokunan hayvanlardan bir kısmını Allah’ın payı olarak bir kenara ayırma alışkanlıkları vardı. Ne var ki, ürün ve hayvanların bir kısmını da putların temsil ettiği aile veya kabile tanrılarına sunmaktaydılar. Çünkü bu müşrikler, kendi uydurdukları tanrıların, meleklerin, cinnlerin, yıldızların, ölmüş atalarının ruhlarının kendileri için Allah yanında şefaatte bulunduklarına inanıyorlar ve Allah’ın da bu şefaatçilere karşı çok yumuşak ve lütufkâr olduğunu kabul ediyorlardı. Bu sebeple de tüm bu şefaatçilerin kendilerine iyi davranmaları için onların paylarına çok daha büyük önem gösteriyorlardı. Mesela sanki Allah emretmiş gibi, Bahira, Saibe, Vesile adlı hayvanları putlara kurban etmek için ayırıp onları işe koşmazlar, Ham denilen hayvanı da saygıya layık görüp üzerine binmezlerdi. Ayrıca bu hayvanların isimlerinin Allah tarafından bildirildiğine inanırlardı.

Müşriklerin bu sapık inançları Maide suresinde şöyle açıklanmıştır:

103Allah, bahîre’den sâibe’den vasîle’den ve hâm’dan hiç birini öngörmemiştir. Ancak kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, Allah’a karşı yalan düzüp uyduruyorlar. Ve onların pek çoğu akıl erdirmez.

(Maide/103)

Müşrikler bu samimiyetsiz ve çıkarcı davranışları sebebiyle Rabbimiz tarafından alayla karışık bir azarla terslenmiş ve yaptıkları paylaştırmanın gülünçlüğü 136. ayetin sonunda “Verdikleri hüküm ne kötüdür!” ifadesi ile vurgulanmıştır.

Müşriklerin akılsızca yaptıkları paylaştırmalara başka ayetlerde de örnekler verilmiştir:

103Allah, bahîre’den sâibe’den vasîle’den ve hâm’dan hiç birini öngörmemiştir. Ancak kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, Allah’a karşı yalan düzüp uyduruyorlar. Ve onların pek çoğu akıl erdirmez.

(Nahl/57-59)

15Ve onlar, O’nun için Kendi kullarından bir parça kabüllendiler. Şüphesiz şu insan kesinlikle apaçık bir nankördür.

(Zühruf/15)

21Erkek sizin için, dişi Allah için mi? 22İşte bu, bu şekilde olursa, eksik/ haksız bir bölüştürmedir. 23Bunlar, Allah, haklarında bir kanıt indirmediği hâlde sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka şeyler değildir. Andolsun, onlara, Rablerinden doğru yolun kılavuzluğu geldiği hâlde onlar, sadece zanna, bir de nefislerinin hoşlandığı şeylere uyuyorlar.

(Necm/21- 23)

  1. ayette geçen “onların ortakları” ifadesiyle, daha evvel İsra/64’de uyarısı yapılan ve bizim de aynı ayetin tahlilinde “İblisin ortaklığı” başlığı altında değindiğimiz “şeytan ortaklar” kastedilmiştir.

Bu ortaklarla ilgili olarak Razi de şunları söylemiştir:

 

Cahiliye Arapları, fakirlik ve evlendirme endişesinden dolayı kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. İşte ayetten maksat budur. Âlimler, ayette geçen şürekâ [ortaklar] tabiriyle neyin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Mücahid şöyle demiştir: “Onların ortak­ları”, onlara kendi çocuklarını geçim sıkıntısı endişesiyle diri diri gömmelerini emre­den şeytanlarıdır. Şeytanlara “ortaklar” adı verilmiştir. Çünkü onlar, Allah’a isyan etme hususunda o şeytanlara itaat ediyorlardı. Ayette, “onların ortakları” denildi, çünkü onlar o şeytanları ortak ediniyorlardı. Bu, tıpkı, “Nerede boş yere [ortak ol­duğunu] iddia ettiğiniz şeyler? (En’âm/22)” ayetinde olduğu gibidir.”

Kelbî de şöyle demiştir: “Onların putlarının hizmetçileri ve bakıcıları bulunu­yordu. Kâfirlere çocuklarını öldürmeyi hoş gösterenler de işte bunlardır. Tıpkı Ab-dulmuttalib’in kendi oğlu Abdullah hakkında yemin etmesi gibi, cahiliye döneminde birisi kalkıyor ve şayet kendisinin şöyle şöyle … çocukları olursa, onlardan birisini kurban edeceğine yemin ediyordu.” Bu görüşe göre de, ayette bahsedilen “ortak­lar” o putların bakıcı ve hizmetçileri olmuş olur. Mücahid’in görüşüne göre şey­tanlara nasıl şürekâ [ortaklar] denilmişse, bu görüşe göre de hizmetçilere bu isim verilmiştir.[24]

İşte, bu şeytan ortaklar [müşriklerin iblisleri], müşriklere, kendilerini mahveden ve dinlerini karıştırıp bozan bir suçu [evlatlarını öldürmeyi] güzel göstermekte ve o beyinsizler de bu suçu kolayca işliyorlardı. Bu zulmü işlerken kendilerince geçerli saydıkları üç sebebe dayanıyorlardı:

* Kız çocuklarının bakım ve beslenmelerinin kendilerine ağır yükler getirmesi kaçınılmazdı.

* Kız çocuklarının kabile savaşlarında kolayca esir düşmeleri ve ileride kendileri için utanç vesilesi olma ihtimali vardı. Ayrıca, damat sahibi olmak da âdeta yüz karasıydı.

* Tanrıların memnun olması için çocuk kurban edilmeli idi.

Bu son uydurma sebebin bazıları tarafından İbrahim peygamber döneminden kalma bir gelenek olduğu ileri sürülmüşse de, bize göre böyle bir ihtimal mümkün değildir. Bu konuya ilişkin ayrıntılar inşallah Saffat suresinde verilecektir.

  1.  ayetin sonunda yer alan “O [Allah], onları iftira ettikleri şeyler sebebiyle cezalandıracaktır” ifadesindeki “Allah’a iftira etmek” eylemi, Allah’ın koymadığı kuralları Allah’a nispet etmektir:

116Ve kendi dillerinizin yalan nitelemesi ile Allah’a yalan uydurmak için, “Şu helaldir, şu haramdır” demeyin. Şüphesiz Allah’a yalan uyduran kimseler iflah olmazlar.

(Nahl/116)

93Ve Allah’a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı hâlde “Bana vahyolundu” diyenden ve “Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha yanlış; kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseleri ölümün şiddetleri içindeyken, görevli güçler de onlara ellerini uzatmış, “Canlarınızı çıkarın. Bugün, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve O’nun âyetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” derlerken bir görsen!

(En’âm/93)

  1. ayette, Araplarca uydurulmuş bir başka yasa dile getirilmektedir. Bu yasaya göre, ana karnından yeni doğmuş hayvanların etleri, hayvan ölü doğmadıkça erkeklere helal, kadınlara haram sayılmaktaydı. Allah’a iftira niteliğindeki bu yasa, aynı zamanda müşrik Arapların kadınlara ikinci sınıf insan muamelesi yaptıklarını da göstermektedir.

 

  1. ayette Rabbimiz, kendi kafalarından bilgisizce hükümler koyarak Allah’a iftira edenlerin ve beyinsizce evlatlarını öldürenlerin doğru yolda olmadıklarını bildirmektedir. Gerçekten de müşrikler, bir taraftan fakir düşme korkusuyla çocuklarını öldürmekte, diğer taraftan ise Allah’ın kendilerine verdiği rızklardan bir kısmını kendilerine haram kılarak fakirlikten korkmaz gibi davranmaktadırlar. Bu çelişik halleriyle Rabbimizin “beyinsiz” nitelemesini tam olarak hak ettiklerini göstermektedirler.

Müşriklerin beyinsizce evlatlarını öldürmeleri hakkında nakledilen aşağıdaki olay ibret vericidir:

Rivayet edildiğine göre, Peygamber (sav)’in ashabından bir adam, Resulullah’ın (sav) huzurunda devamlı sıkıntılı ve kederli dururmuş. Bir sefer Resulullah (sav) ona sormuş: “Ne diye üzüntülüsün?” O da “Ey Allah’ın Resulü!” demiş. “Ben, cahiliye döneminde bir günah işledim. Müslüman olsam dahi Allah’ın o günahımı bana bağışlamayacağından korkuyorum.” Hz. Peygamber, ona “Bu günahını bana bildir” demiş. Adam “Ey Allah’ın Resulü, ben kız çocuklarını öldürenlerden idim. Benim bir kız çocuğum oldu. Hanımım onu öldürmeyip bırakmam için bana yalvarıp yakardı. Ben de onu öldürmedim. Nihayet büyüdü, yetişti. En güzellerden bir kadın oldu. Evlenmek için ona talip ol­dular. Ancak hamiyet [kıskançlık duyguları] beni sardı. Ne onu evlendirme­ye gönlüm tahammül etti, ne de evde kocasız bırakmaya. Hanıma: Filan fi­lan kabileye, akrabalarımı ziyaret etmek üzere gitmek istiyorum, kızını da be­nimle gönder, dedim. Annesi bundan dolayı sevindi, elbiselerle, süs ve ta­kılarla onu süsledi. Bu hususta kendisine ihanet etmemem için benden sözler aldı. Kızımı alıp bir kuyu başına gittim. Kuyuya baktım. Kız, kendisi­ni kuyuya bırakmak istediğimi anladı. Bana sımsıkı sarılıp ağlamaya ve: Ba­bacığım bana ne yapmak İstiyorsun dedi, ben de ona merhamet ettim. Bir daha kuyuya baktım. Yine hamiyet gelip beni buldu. Yine kız bana sarıldı ve şöyle demeye koyuldu: Babacığım, annemin emanetini zayi etme. Ben, bir kuyuya bakıyor, bir de kıza bakıyor ve şefkat duyuyordum. Nihayet şey­tan bana galip geldi. Onu yakaladığım gibi baş aşağı kuyuya attım. Kuyuda bana: Babacığım beni öldürdün, diyordu. Sesi kesilinceye kadar orada durdum, sonra da geri döndüm.” Bunun üzerine Resulüllah (sav) da, ashabı da ağladı ve şöyle buyurdu: “Şayet cahiliyede yaptıkları dolayısıyla her han­gi bir kimseyi cezalandırmam bana emredilmiş olsaydı, şüphesiz seni ceza­landırırdım.[25]

141Ve Allah, asmalı ve asmasız bahçeleri, hurmaları, ürünleri çeşit çeşit ekinleri, zeytinleri ve narları, birbirine benzer ve benzemez biçimde inşa edendir. Meyve verince meyvesinden yiyin, hasat günü de onun hakkını verin ve onun hakkından eksiltme yapmayın. Şüphesiz Allah, hakkta eksiltme yapanları sevmez.

142Ve O, hayvanlardan yük taşıyanları, döşek yapılanları inşa edendir. Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden yiyin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.

143Sekiz eş: Koyundan iki, keçiden de iki. De ki: “Allah, iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinin sarıp bürüdüğünü; yavruları mı? Eğer doğrular iseniz bana ilme dayanarak haber verin.”

144Ve deveden iki, sığırdan da iki … De ki: “Allah, iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin yavrularını mı? Yoksa Allah’ın size böyle bir yükümlülük ulaştırdığında O’nun yanında mıydınız?” Böyle hiçbir bilgiye dayanmadan, insanları saptırmak için, Allah’a karşı yalan uyduran kimseden daha yanlış; kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Şüphesiz Allah, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler topluluğuna kılavuz olmaz.

 

Bir önceki pasajda müşriklerin bitkiler ve hayvanlar üzerindeki düzmece anlayışları sergilendikten sonra, bu ayet grubundaki 141. ayette bitkiler, 142-144. ayetlerde de hayvanlar konusunda işin gerçekleri açıklanmaktadır.

  1. ayette geçen “hasat günü de onun hakkını verin” ibaresindeki “hakk” sözcüğü genel bir ifade olup bize göre “zekât” anlamındadır. Ancak bu ayet indiği dönemde Müslümanların henüz organize bir toplum olmamaları sebebiyle “zekât” diye adlandırılmamıştır. Nitekim ürünler üzerindeki bu “hak”, daha sonra “zekât” olarak ifade edilir olmuş ve özelleşmiştir.

Ayetten anlaşıldığına göre, zekâtın farz olma zamanı “meyvelerin olgunlaşıp toplandığı” dönemdir. Buna göre, kazancın zekâtını ödeme günü de, paranın sahiplenildiği zaman, yani paranın “kazanma günü” olmalıdır. Dolayısıyla ticari kazancın zekâtı, tıpkı maaş bordrosunda yapılan vergi tevkifatı gibi, kazanç anında ayrılmalı ve derhal yerine ödenmelidir.

Zeccâc’ın naklettiğine göre, bu ayetin Me­dine’de indiği de söylenmiştir.[26]

  1. ayette geçen “ ثمانية ازواجsemaniyete ezvac” ifadesi “sekiz eş” demek olup birçok mealdeki gibi “sekiz çift” demek değildir. Çünkü “ زوجzevc”; “kendi cinsinden bir diğeri ile beraber bulunan” demektir. Kendi cinsinden bir diğeri ile bulunan varlıklardan her biri, diğerine göre “zevc” yani “eş” konumundadır. Eşlerden her birinin bizzat kendisi ise “fert” diye adlandırılır.[27] Dolayısıyla “ زوجzevc” sözcüğü, birbirinin eşi olan iki şeyden birinin diğerine göre adı olup eşlerin her ikisini değil birini ifade eder. Bir başka ifade ile “zevc”, bazılarının yanlış bildiği gibi, “çift” anlamına değil, “bir çiftin her bir teki” anlamına gelir. Mesela “semaniyete ezvac” ifadesinin “sekiz çift” olarak anlaşılması hâlinde, ayette “on altı birey”den bahsediliyor olması gerekir. Oysa Rabbimiz bu zevclerin ikisinin koyun, ikisinin keçi, ikisinin deve, ikisinin de sığır cinsinden olduğunu belirtmiş ve toplam “sekiz birey” saymıştır. Diğer taraftan, Arapça’da “esma-i aded [sayı isimleri]” denilen sözcüklerden tamlama yapıldığı zaman, 3 ilâ 10 arasındaki sayıların tamlamalarının [ismü’l-ma’dûd] dilbilgisi kuralları gereği cemi [çoğul] olması gerekmektedir. Ama dikkat edilirse, ayette “ ثمانية زوج semaniyete zevcin” değil de “ ثمانية ازواجsemaniyete ezvacin” şeklinde tamlama yapılmış ve tamlamanın “sekiz çiftler” veya “sekiz eşler” değil de “sekiz eş” anlamına geldiği bu şekilde belirtilmiştir. Ayrıca bu anlam, “sekiz eş”i oluşturan dört çiftin cinslerinin sayılması ile de teyit edilmiştir.

Bu ayet grubunda, cinsleri koyun, keçi, deve ve sığır olarak belirtilen ve o günün Bedevileri için en önemli nimetlerden sayılan bu hayvanlardan aynı tamlama ile fakat cins belirtilmeden Zümer/6’da da bahsedilmiştir. Bu hayvanların önemi, o günün Bedevilerinin hayatlarının bu hayvanlara endeksli olmasından, o yörede Bedevilerin geçimlerini sağlayacak başka hayvan türlerinin bulunmamasından kaynaklanmaktadır.

145De ki: “Bana vahyolunanda, onları yiyen için, leş veya akıtılmış kan yahut domuzun eti –ki şüphesiz domuzun eti kirlidir, rahatsızlık vericidir– yahut Allah’tan başkası için tahsis edilmiş; bir hak yol dışına çıkış gösterimi olan hariç, haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Artık kim çaresiz kalırsa, taşkınlık yapmamak ve zaruret sınırını aşmamak üzere bunlardan yiyebilir.” İşte şüphesiz senin Rabbin çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

118Artık, eğer Allah’ın âyetlerine iman edenler iseniz, üzerine Allah’ın adı anılanlardan yiyin.

146Ve Biz Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşınan, ya da kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun yağlarını da onlara haram ettik. Bu, saldırganlıkları yüzünden Bizim onları cezalandırışımızdır. Ve Biz, elbette doğrularız.

Bu ayette Rabbimiz önce elçisine emrederek nelerin ne sebeple haram olduğunu ilan ettirmiş, sonra da bu konuda Yahudilerle ilgili bazı açıklamalar yapmıştır.

  1. ayette “leş”, “akıtılmış kan”, “domuz eti” ve “Allah’tan başkası adına kesilenler” olarak zikredilen haram listesi başka ayetlerde de verilmiştir:

173O size, sadece ölü hayvanı, kanı, domuzun etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanları harâm kıldı. Sonra kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü geçmemek üzere ona bir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.

(Bakara/173)

3Size leş, kan, domuzun eti, Allah’tan başkası için tahsis edilmiş olan, boğulmuş, vurulmuş, yukardan düşmüş, boynuzlanmış, yırtıcı hayvanların yedikleri, (bunlardan (domuzun eti de dahil) temizleyebildikleriniz, zararını önleyebildikleriniz hariç) dikili taşlar üzerine boğazlananlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız haram kılındı. Bunların hepsi doğru yoldan çıkmaktır. Bugün şu kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimseler, sizin dininizden ümitsizliğe düşmüşlerdir. Öyleyse onlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymayın. Bana saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyun. Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım. Size din olarak da İslâm’a razı oldum. Artık kim son derece açlık içinde, zaman kaybına neden olan şeylere/ hayırda ağırda almaya/ zarar vermeye/ kusur oluşturmaya istekle yönelmeden zorda kalırsa, bilsin ki şüphesiz Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.

(Maide/3)

115Allah, size ancak leşi, kanı, domuzun etini ve Allah’tan başkası adına kesilenleri haram kıldı. Artık her kim saldırmadan ve aşırı gitmeden zorlanırsa, bilsin ki, şüphesiz Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.

(Nahl/115)

Yasaklar arasında yer alan 145. ayetteki “akıtılmış kan” ifadesi, ciğer, dalak ve kesimden sonra damarlarda kalmış olan kan kalıntısını bunun dışında tutmaktadır.

Görüldüğü gibi, Rabbimiz yiyeceklerin haram olmasını [yasaklanmasını] iki gerekçeye dayandırmıştır: Bu gerekçelerden birisi, yiyeceklerin “ رجسrics, خبيث habis [pis, zararlı, çirkin]” olması, diğeri de “fısk [günaha sokan, şirkle kirlenmiş]” olmasıdır. Buna göre, rics veya habis olan yiyeceklerdeki bu nahoş özellikler ortadan kaldırılır ve bu yiyecekler “ طيّبtayyib [hoş, nefis, güzel ve yararlı]” duruma getirilirse, haram olma gerekçeleri ortadan kaldırıldığı için yenmelerinde bir mahzur kalmaz. Ancak “fisk” illeti ile kirletilmiş olan yiyeceklerin “tayyib” duruma getirilmesi mümkün olmadığından, bu yiyecekler rics olmasalar da kesinlikle yenemezler:

156,157Allah diyor ki: “Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah’ın koruması altına girenlere, zekâtını; vergisini verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl’de yazılmış bulacakları Anakentli/ Mekkeli Peygamber, o Elçi’ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O’na iman eden, O’na kuvvetle saygı gösteren, O’na yardımcı olan ve O’nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”

(A’raf/156,157)

4Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: “Size iyi ve temiz şeyler ve Allah’ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların avları helal kılındı.” Artık onların sizin için tuttuklarından yiyin ve üzerine Allah’ın adını anın ve Allah’ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk görendir.

5Bugün size iyi ve temiz şeyler helal kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin de yemeğiniz onlara helaldir. Mü’minlerden özgür kadınlar ile sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden özgür kadınları da, nikâhlayarak koruma altına alınmış biri yapmak, –zina etmemek ve gizlice dostlar edinmemek şartıyla– kendilerine mehirlerini ödediğiniz durumlarda size helal kılındı. Kim imanı tanımayıp küfrederse; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederse, artık kesinlikle onun yaptığı boşa gitmiştir ve o, âhirette kayba/zarara uğrayıp acı çeken kimselerdendir.

(Maide/4, 5)

RİCS

“ الرِّجسrics” sözcüğünün vaz’ [ilk konuş] anlamı “rahatsız eden şiddetli gök gürültüsü, deve sesi” olup sonraları insana rahatsızlık, acı ve ıstırap veren ve bunlara sebep olan her şeye “rics” denilir olmuştur:

“Rics” sözcüğü “kirlilik, kir [temiz ve temizliğin karşıtı]” demektir. Her türlü kir, pislik “rics”tir. Bu sözcükle “haram, kötü fiil, azap, lanet ve küfür” de kastedilir. Kur’an’da geçen “ رجسrics” sözcükleri “ رجزricz [azap]” sözcüğüyle aynı olup sondaki “ س s” harfi “ ز z” harfine dönüşmüştür. “ اسدesed [aslan]” sözcüğünün “ ازد ezed [aslan]” söcüğüne dönüştüğü gibi.

Zeccac “Rics, Allah’ın kötülemesine sebep olan her şeydir” demiştir. Birisi kötü, çirkin bir şey yaptığı zaman “racese’r-racülü [kişi çirkin iş yaptı]” denir.

Bu sözcüğün “recs” formundaki anlamı, “çok şiddetli, rahatsız edici gök gürlemesi ve deve böğürmesi” demektir.[28]

Kötü işlere ve şirk, küfür, lânet gibi şeylere “rics” denilmesinin sebebi, bunların zarara, azaba, rahatsızlığa neden olmasındandır. “Rics” sözcüğü Kur’an’da sekiz kez geçmektedir. Sözcüğün geçtiği yerlere bakıldığında, azaba sebep olacak şeylere “rics” denildiği gibi, hastalık, rahatsızlık ve huzursuzluğa sebep olacak şeylere de “rics” denildiği görülmektedir.

  1. ayetin “ فfe” edatıyla başlaması ve 119. ayetteki “haram olan şeyleri genişçe açıklamış olduğu hâlde” ifadesi, konumuz olan ayetlerin bu hususun detayıyla açıklandığı Maide/3’ten sonra, yani Medine döneminde inmiş olduğunu göstermektedir.

Haram yiyecekler sayılırken “ölü” ifadesi kullanılmıştır. Buradaki “ölü/ leş” ifadesinin kapsamına “balık” girer mi girmez mi?

Buradaki ifadeler, halkın genel kabullerine; örfe göredir. Bir insan için “leş yedi/ ölü eti yedi” dendiği zaman kimsenin aklına o kişinin balık yediği gelmez. Böyle anlam çıkarılmaz.

Ayrıca Rabbimiz, Nahl/14’te “Ve O, denizden taze et yiyesiniz ve ondan takındığınız süs eşyasını çıkarasınız diye armağanlarından rızık aramanız için ve kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödemeniz için denizi sizin emrinize verendir.” buyurmak suretiyle balık yemeyi helal kılmıştır.

  1. ayette konu edilen “Yahudilere konmuş yasaklar” Kur’an’da iki yerde daha geçmektedir:

93,94Tevrât indirilmeden önce, İsrâîl’in/Ya‘kûb’un kendisine haram kıldığı dışında, yiyeceklerin hepsi İsrâîloğulları için helal idi. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, hemen Tevrât’ı getirip de onu okuyun. Artık kim bundan sonra Allah’a karşı yalan uydurursa, artık işte onlar yanlış, kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir.”

(Âl-i Imran/93)

160,161Sonra da Yahudileşen kimselerden olan haksız davranışlar, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde riba almaları [emeksiz, hizmetsiz, risksiz kazanç sağlamaları] ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve Yahudileşenlerden kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.

(Nisa/160, 161)

Yukarıda meali verilen Âl-i Imran/93’ten anlaşıldığına göre, Tevrat’ın indirilmesinden yüzyıllarca önce Yakub [İsrail] peygamber sadece kendisine bazı şeyleri yasaklamış, ancak onun soyu bu yasakları benimseyerek devam ettirmiştir. (Biz bu yasakların sağlık sebebiyle konmuş perhiz nitelikli yasaklar olduğunu düşünüyoruz.) Yasakların çok eski tarihlere dayanması sebebiyle Yahudi din adamları da bunların dinlerinde haram olduğuna inanmaya başlamışlardır. Bu durumu bildiren ayette Rabbimizin “Hemen Tevrat’ı getirip de onu okuyun!” diye buyurması ise Yakub peygamberin kendisi için koyduğu yasakların asıl Tevrat’ta bulunmayıp sonradan eklendiğini göstermek içindir. Yoksa, Yahudilerin ellerinde bulunan kitaplarında (Levililer, 7, 11. Bab, Tesniye: 14. Bab) bu yasaklar yazılıdır ve Yahudiler Kur’an’daki bu meydan okumaya hemen cevap vererek kitaplarındaki hükümleri gösterebilir durumdadırlar.

147Artık eğer seni yalanladılarsa, hemen de ki: “Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. Ve O’nun azabı suçlular toplumundan geri çevrilmez.”

148Allah’a ortak koşan kimseler diyecekler ki: “Allah dileseydi biz ortak koşmazdık, atalarımız da ortak koşmazlardı, hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan önce yalanlayanlar da azabımızı tadıncaya kadar işte böyleydi. De ki: “Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.”

Bu ayetlerde Rabbimiz, müşriklerin yukarıdaki açıklamalara karşı kendilerini haklı çıkarmak için ileri sürecekleri tezleri bildirmekte ve onların bir bilgiye dayanmadan, sadece zanna uyarak saçmaladıklarını açıklamaktadır.

Müşriklerin 148. ayetteki sözlerini şu şekilde anlamak mümkündür: “Eğer Allah böyle dilememiş olsaydı, biz ve atalarımız hiçbir zaman şirk koşmazdık. Bizim bu davranışlarımız Allah’ın dilemesiyle olduğuna göre, yaptıklarımız Allah’ın iradesine uygun ve doğrudur. Eğer bu yaptıklarınız yanlışsa, bu durumda suçlanması gereken biz değil, Allah’tır.”

Müşriklerin ifadeleri ayette “ سيقول seyekûlü [diyecekler]” şeklinde, gelecek zaman kipiyle yer almıştır. Buradan da bu ifadelerin bu ayetlerin inişi sırasında henüz söylenmediği, ancak daha sonra muhakkak söylenecekleri anlaşılmaktadır. Nitekim daha sonra aynı ifadeler müşrikler tarafından söylenmiş ve konumuz olan ayetin de geleceği haber veren mucize bir ayet olduğu ortaya çıkmıştır:

Ve Allah’a ortak koşan şu kimseler; “Allah dileseydi biz ve atalarımız kendisinin astlarından hiçbir şeye tapmazdık ve O’nun astlarından hiçbir şeyden haram kılmazdık.” dediler. Kendilerinden önceki kimseler böyle yaptılar. Buna elçiler üzerine, ancak açık-seçik bir tebliğden başka ne olur?

(Nahl/35)

20Ve onlar: “Eğer Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah] dileseydi, biz onlara tapmazdık” dediler. Onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece uyduruyorlar.

(Zühruf/20)

 

149De ki: “İşte, en kesin ve üstün delil, Allah’ındır. O nedenle eğer Allah dileseydi, elbette hepinize kılavuz olurdu.”

150De ki: “Haydi, Allah bunu kesinlikle haram etti diye tanıklık edecek şâhitlerinizi getirin.” Buna rağmen eğer onlar şâhitlik ederlerse de sen onlarla beraber şâhitlik etme. Âyetlerimi yalanlayan ve âhirete inanmayan kimselerin boş iğreti arzularına da uyma. Ve onlar, Rablerine denk tutmaktadırlar.

151De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri tabulaştırdığını; dokunulmaz kıldığını okuyayım:

‘Kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızı,

ana babaya iyilik yapmanızı- güzel davranmanızı,

fakirlik endişesiyle / fakirleştiriliriz korkusuyla çocuklarınızı öldürmemenizi, – Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz.-

kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmamanızı,

haksız yere, Allah’ın haram kıldığı nefsi öldürmemenizi, -İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.-

152Yetimin malına da yaklaşmamanızı, –Yalnız erginlik çağına erişinceye kadar en güzel biçimde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz.-

ölçüyü, tartıyı hakkaniyetle tastamam yapmanızı, -Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile; kapasitesi dışındaki bir şeyle yükümlü tutmayız.-

söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olmanızı

ve Allah’a verdiğiniz sözü tastamam tutmanızı.’ -İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye Allah’ın size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.-”

153Ve şüphesiz ki, bu, dosdoğru olarak Benim yolumdur. Hemen ona uyun. Ve başka yollara uymayın da sizi O’nun yolundan ayırmasın. İşte bunlar, Allah’ın koruması altına girersiniz diye Allah’ın size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.

Tüm zamanların insanlarına yönelik olarak verilmiş bir beyanname mahiyetindeki bu ayetler, içerikleri itibariyle suredeki tüm ilkeleri kapsamakta ve bir bakıma surenin özetini oluşturmaktadır.

Pasajda kesin ve üstün kanıtların Allah’a ait olduğu belirtildikten sonra, müşriklerin 148. ayette dile getirilen mazeretlerine cevap verilmiş ve insanlar için gerçekten çok önemli olan birçok hayat ilkesi ortaya konmuştur. “Allah’ın vasiyetleri” nitelemesiyle bildirilen bu ilkelerin beyannamede yer alma sebebi ise “insanların akıllarını kullanması, düşünüp öğüt alması ve takvalı davranması için” olarak açıklanmıştır.

Söz konusu ilkeler alt alta sıralanmış şekliyle şunlardır:

 * En kesin ve en üstün delil Allah’ındır.

* Allah, görmesi ve işitmesi için duyu organları verdiği; akıl, kavrama ve anlama yeteneğiyle donattığı insanı inanç konusunda tam olarak özgür bırakmıştır.

* Allah’a hiçbir şey ortak koşulmamalıdır.

* Ana-babaya iyilik yapılmalıdır.

* Fakirlik korkusuyla çocuklar öldürülmemelidir.

* Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşılmamalıdır.

* Haksız yere, Allah’ın yasakladığı “cana kıyma” eylemi yapılmamalıdır.

* Erginlik çağına erişinceye kadar yetimin malına sadece en iyi tutumla yaklaşılmalıdır.

* Ölçü ve tartı hakkaniyetle, tastamam yapılmalıdır.

* Yakınların aleyhine de olsa mutlaka adil olunmalıdır.

* Allah’a verilen sözler mutlaka tastamam tutulmalıdır.

Burada konu edilen ilkelerle ilgili olarak Kur’an’ın değişik surelerinde onlarca açıklama yapılmıştır. Bunlardan bir kısmı aşağıda verilmiştir:

“ALLAH’A ORTAK KOŞMAMA VE ANA-BABAYA İYİLİK YAPMA” KONUSUNDA

23,24Ve senin Rabbin kesin olarak, Kendisinden başkasına kul olmamanızı, anne ve babayı iyileştirmeyi- güzelleştirmeyi karar altına aldı. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererse, sakın onlara “Öf” deme, onları azarlama; onlara çok duyarlı davran. Ve ikisine de onurlu, tatlı ve güzel söz söyle. Ve merhametinden dolayı onlar için alçak gönüllülük kanatlarını indir. Ve de ki: “Rabbim! Onların beni küçükten eğitip görgülü biri olarak yetiştirdikleri gibi, onlara rahmet et.”

(İsra/23, 24)

14Ve Biz insana, anası ve babasını yükümlülük olarak ulaştırdık: –Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı. Onun sütten ayrılması da iki yıl içindedir.– “Bana, anana ve babana karşılık öde!” Dönüş, ancak Banadır.

15Ve eğer ki ana-baba bilmediğin bir şeyi Bana ortak koşman üzerinde seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Ve dünyada onlarla iyi geçin ve Bana yönelen kimselerin yolunu tut. Sonra dönüşünüz ancak Banadır. Sonra da Ben, size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim.

(Lokman/14, 15)

83Ve hani Biz, İsrâîloğulları’nın ‘kesin söz’ünü almıştık: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzelliği söyleyiniz, salâtı ikame ediniz [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturunuz-ayakta tutunuz] ve zekâtı/vergiyi veriniz.” Sonra çok azınız müstesnâ olmak üzere yüz çevirdiniz. Ve siz yüz çeviren kimselersiniz.

(Bakara/83)

“ÇOCUKLARIN ÖLDÜRÜLMEMESİ” KONUSUNDA

31Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları ve sizi Biz rızıklandırırız/besleriz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.

(İsra/31)

Ve Abese/33–37, Bakara/123, İbrahim/31, Lokman/33, İsra/15, Zümer/7, Necm/38, En’am/140.

“CANA KIYMA” KONUSUNDA

68-71Ve işte Rahmân’ın kulları, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın haram ettiği canı öldürmezler. –Ancak hak ile öldürürler.– Zina da etmezler. –Ve kim bunları yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyâmet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır. Ancak tevbe eden, iman eden ve sâlihi işleyenler bunun dışındadır. İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tevbe eder ve sâlihi işlerse, kesinlikle o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.–

(Furkan/68-71)

Rabbimizin 151. ayette “cana kıyma” yasağının başına koyduğu “haksız yere” nitelemesi, bu yasağın istisnalarına işaret etmektedir. İşaret edilen bu istisnalar, Allah’ın izin verdiği savaştaki ve “kısas ilkesi” çerçevesindeki cana kıyma olaylarıdır.

 

“YETİM HAKKI” KONUSUNDA

17-20Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Doğrusu siz, yetimi, üstün-saygın bir şekilde yetiştirmiyorsunuz. Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi özendirmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına!

(Fecr/17-20)

6-8O seni yetim olarak bulup barınağa kavuşturmadı mı? Seni dosdoğru yol dışında biri olarak bulup da dosdoğru yola kılavuzluk etmedi mi? Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi mi?

9,10O hâlde yetimi perişan etme/ daha da kötüleştirme! İsteyeni/ soranı azarlama.

(Duha/6-10)

219,220Sana aklı karıştıran/örten şeylerden ve şans oyunlarından soruyorlar. De ki: “Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat dünya ve âhirette günahları, menfaatlerinden daha büyüktür.” Yine sana neyi Allah yolunda harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan fazlasını harcayın.” Allah, iyiden iyiye düşünürsünüz diye âyetlerini işte böyle sizin için ortaya koyuyor. Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: Onlar için, “iyileştirme”, en iyisidir. Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi birbirinden ayırt eder. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.

(Bakara/220)

1Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten oluşturan, ondan eşini oluşturan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinizin koruması altına girin. Ve kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allah’ın ve akrabalığın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir.

2Ve yetimlerinize mallarını verin. Temizi pise değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Bunu yapmak kesinlikle büyük bir suçtur.

3Ve eğer ki yetimleriniz konusunda hakkaniyetsizlikten korktuysanız; o takdirde yetimlerin kadınlarından/ yetimlere bakmak zorunda kalmış kadınlardan, sizin için hoş olanlarından ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâhlayın. Şâyet o takdirde de adaleti gözetemeyeceğinizden korktuysanız, bir tanesini ya da yasalar çerçevesinde himayenizde bulunan kadını nikâhlayın. Bu, haksızlığa sapmamanız için en uygunudur.

4Ve yetimlerin kadınlarına mehirlerini seve seve veriniz. Artık kendileri alacaklarından bir kısmını size hoş ederlerse/ikramda bulunurlarsa da onu afiyetle, çekinmeden yiyiniz.

5Ve Allah’ın, ayakta kalmanız için size vermiş olduğu mallarınızı bu aklı ermezlere/ henüz reşit olmamış yetimlere vermeyiniz. Ve onları o mallarda rızıklandırın ve onları giyindirin. Ve onlara örfe uygun/herkesçe iyi olduğu kabul edilen söz söyleyin.

6Ve bu yetimlerinizi nikâha ulaşıncaya kadar sıkı bir eğitim vererek olgunlaştırınız. Sonra da eğer kendilerinde rüşt/erginlik çağına ulaşmışlık hissederseniz, mallarını kendilerine hemen teslim ediniz. Onlar büyüyecekler diye onların mallarını saçıp savurup yemeyin de. Ve kim zengin ise artık o iffetli davransın. Kim de fakir ise artık o da örfe uygun/ herkesçe kabul gören bir şekilde yesin. Sonra da yetimlerin mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman onlar üzerine şâhit tutunuz. Hesap sorucu olarak da Allah yeter.

7Ana-baba ve akrabaların ölüp de geride bıraktıkları şeylerde erkek yetimlere bir pay vardır. Ana-baba ve akrabaların ölüp de geriye bıraktıklarından az olsa da çok olsa da farz kılınmış bir nasip olarak kız yetimlere de bir pay vardır.

8Miras bölüşülmesine yakınlar, yetimler ve miskinler hazır bulunduğu zaman da onları ondan rızıklandırın ve onlara örfe uygun/ herkesçe iyi olduğu kabul edilen söz söyleyin.

9Ve kendileri arkalarında zayıf soy bıraktıkları takdirde endişe edecek olanlar, ürpersinler! Ve de Allah’ın koruması altına girsinler ve belgelenmiş söz söylesinler.

10Kesinlikle, yetimlerin mallarını haksız yere yiyen kimseler, kesinlikle karınlarının içinde ateş yerler. Ve yakında ateşi alevli cehenneme yaslanacaklardır.

(Nisa/1-10)

“ÖLÇÜ VE TARTI” KONUSUNDA

1-3Yazıklar olsun, insanlardan kendilerine bir şey aldıkları zaman tam ölçen, kendileri ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik ölçen hilebazlara!

4-6Onlar, büyük bir gün için; insanların âlemlerin Rabbi için ayakta dikilecekleri gün için tekrar diriltileceklerini bilmiyorlar mı?

(Mutaffifin/1-6)

  1. ayetteki “kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmama” ilkesi, genellikle “zinaya yaklaşmama” olarak kabul edilmiştir. Hâlbuki ayetin ifadesi geneldir ve bütün çirkin işleri ve kötülükleri kapsamaktadır.
  2. ayetteki “Ve şüphesiz ki, bu, dosdoğru olarak Benim yolumdur. Hemen ona uyun!” sözleriyle Rabbimizin insanları kendi çizdiği sınırlar içindeki yola davet eden ve onlara kurtuluş yolunu gösteren ifadenin bir benzeri de Şûra suresindedir:

13Allah, dinden Nuh’a yükümlülük olarak ulaştırdığı şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Mûsâ’ya ve İsa’ya yükümlülük olarak ulaştırdığımız şeyi yaşam yolu yaptı: “Dini hayata geçirin, ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.” Senin kendilerini davet ettiğin şey, ortak koşan kimselere ağır geldi. Allah, dilediğini kendine seçer ve kalpten yöneleni de o davet edilene kılavuzlar.

(Şûra/13)

 

154Sonra Biz, Rablerine kavuşacaklarına inansınlar diye iyilik-güzellik üretenlere tamam olarak, her şeyi genişçe açıklamak ve kılavuz ve rahmet olmak üzere Mûsâ’ya Kitab’ı verdik.

Rabbimiz, İslami ilkelerin bir özeti mahiyetindeki beyannamesini açıkladıktan sonra, bu ayette de böyle bir beyannamenin insanlara daha evvel Musa peygamber vasıtasıyla da ulaştırıldığını bildirmektedir.

Ayetin başındaki “ ثمّsümme [sonra]” edatı zamanda sonralığı değil, kelamda sonralığı ifade etmekte olup konunun pekiştirilmesi amacıyla kullanılmıştır.

Ayette görüldüğü gibi, aslında Tevrat da Kur’an’ın özelliklerini taşımaktadır:

12Kur’ân’dan önce de bir önder ve rahmet olarak Mûsâ’nın kitabı vardı. İşte bu Kur’ân da, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseleri uyarmak, iyilik-güzellik üretenleri müjdelemek için Arap lisanı üzerine/ en mükemmel ifade diliyle doğrulayan bir kitaptır.

(Ahkaf/12)

30-32Onlar: “Ey toplumumuz! Şüphesiz biz Mûsâ’dan sonra indirilen ve sadece içinde konu edilenleri tasdik eden, hakka ve dosdoğru yola kılavuz olan bir kitap dinledik. Ey toplumumuz! Allah’ın davetçisine karşılık verin ve O’na iman edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi acı bir azaptan kurtarsın. Her kim Allah’ın davetçisine karşılık vermezsee, bilsin ki, yeryüzünde Allah’ı âciz bırakacak değildir. Onun için Allah’ın astlarından yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakın kimseler de yoktur. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içerisindedirler” dediler.

(Ahkâf/30-32)

145Ve Biz o’nun için o levhalarda her şeyden, bir nasihat ve her şey için bir ayrıntı yazdık. “Haydi, bunları kuvvetle al, toplumuna da en güzel şekilde almalarını emret. Yakında size o hak yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim.

(A’raf/145)

 

155-157Ve Kur’ân kiminiz, “Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa; Yahudi ve Hristiyanlara indirildi; biz ise, o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk” kiminiz de “Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz diye Bizim indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. O nedenle, rahmet olunmanız için ona uyun ve Allah’ın koruması altına girin. İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah’ın âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha yanlış, kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız.

Bu ayetler ilk bakışta peygamberimizin çağdaşı olan Arapları muhatap alıyor gibi görünse de, ayetlerin mesajı, başta o dönemin Arapları olmak üzere, kendileri bizzat muhatabı olmadıkça vahye inanmayı reddeden bütün zamanların insanlarına yöneliktir. Rabbimiz, bu beyanıyla, “habersiz olmak” veya “anlamamak” konularında kimseye bir mazeret ileri sürme imkânı bırakmadan, tüm bahane uydurma kapılarını kapatarak Kur’an’ın işlevi ve önemini bildirmekte, böylece “muhatap biz değiliz” veya “dili yabancı olduğu için anlayamıyoruz” gibi itirazlarla sorumluluktan kurtulmanın mümkün olamayacağına işaret etmektedir. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, ayetteki “ ‘Biz ise, onların okumasından habersizdik [o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk’ veya ‘Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk’ demeyesiniz diye” şeklindeki ifade hem Arapların kendi dilleri dışındaki kitaplarla ilgili itirazlarını ortadan kaldırmaya yönelik bir ifadedir, hem de tüm zamanlardaki insanlara Kur’an’ın her dile en doğru şekilde çevrilip anlaşılmasının sağlanması için sorumluluktan kaçamayacaklarını ihtar eden bir talimat niteliğindedir.

12Kur’ân’dan önce de bir önder ve rahmet olarak Mûsâ’nın kitabı vardı. İşte bu Kur’ân da, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseleri uyarmak, iyilik-güzellik üretenleri müjdelemek için Arap lisanı üzerine/ en mükemmel ifade diliyle doğrulayan bir kitaptır.

(Ahkaf/12):

44Ve eğer Biz o öğüdü/Kur’ân’ı yabancı dilde bir okuma yapsaydık, elbette onlar: “Âyetleri ayrıntılı olarak verilmeli değil miydi? Yabancı dil mi, Arapça mı!” diyeceklerdi. De ki: “O, iman eden kimseler için bir kılavuz ve bir şifadır.” İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Ve o Öğüt/ Kur’ân, onlar üzerine bir körlüktür. Onlara çok uzak bir mekândan seslenilmektedir.

(Fussılet/44)

192Ve şüphesiz ki bu apaçık kitap, kesinlikle âlemlerin Rabbinin indirmesidir. 193-195O apaçık kitapla, uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Güvenilir Can [ilâhi mesajlar, güvenilir bilgi] indi. 196Ve şüphesiz Güvenilir Can [güvenilir bilgi], kesinlikle öncekilerin kitaplarında da vardı.

197Ve İsrâîloğulları bilginlerinin kendi kitaplarında güvenilir bilginin varlığını bilmesi, onlar için bir alâmet/gösterge olmadı mı?

198,199Ve Biz apaçık kitabı yabancılardan/Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik de, bunu o, onlara okusaydı, onlar, buna iman ediciler değillerdi.

200,201Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk. Onlar acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmezler.

(Şuara/192-199)

17Artık dünyayı isteyenler, hiç Rabbinden açık bir belge üzere olan ve kendisini Rabbinden bir şâhitin takip ettiği ve de önünde bir önder ve rahmet olarak Mûsâ’nın kitabı bulunan kimse gibi midir? İşte böyle olanlar, Kur’ân’a inanırlar. Hangi karşıt gruptan olursa olsun kim Kur’ân’ı örtbas ederse, ona vaat edilen yer ateştir. İşte bütün bunlardan dolayı sen de Kur’ân’dan şüphe içinde olma. Kesinlikle o, Rabbinden bir hakktır/gerçektir. Fakat insanların çoğu iman etmiyorlar.

(Hud/ 17)

Musa peygambere indirilen kitaptan [Tevrat’tan] söz edildikten hemen sonra Kur’an’ın gündeme getirilmesi, Kur’an’da birçok yerde görülen bir durumdur. Hatırlanacak olursa, yukarıdaki 90-92. ayetlerde de aynı durum söz konusudur:

90İşte bunlar, Allah’ın kılavuz olduğu kimselerdir. Artık sen de onların kılavuzuna/vahye uy. De ki: “Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemlere bir öğüttür.”

91Ve onlar, “Allah, hiçbir beşere bir şey göndermemiştir” demekle, Allah’ı hakkıyla takdir edemediler/gereği gibi tanıyamadılar. De ki: “Mûsâ’nın insanlara aydınlık ve kılavuz olmak üzere getirdiği, sizin parça parça yazı malzemeleri yaptığınız, bir kısmını belli ettiğiniz, birçoğunu gizlediğiniz; siz ve babalarınızın, sayesinde bilmediğiniz birçok şeyleri öğrendiğiniz Kitab’ı kim indirdi?” Sen, de ki: “Allah!” Sonra onları boş uğraşlarında oynar hâlde bırak.

92İşte bu da Bizim Anakent’i ve yanı başındaki kişileri uyarman için indirdiğimiz, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı, bolluk dolu bir Kitaptır. Âhirete inananlar ona da inanırlar ve onlar salâtlarına [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma: toplumu aydınlatma kurumlarına] da koruyucudurlar.

(En’am/90-92)

Rabbimizin vahyinin birliği, yani bütün kitapların aynı mesajı taşıdığı, çok açık ifadelerle Maide suresinde bildirilmiştir:

44İçinde doğru yol rehberi ve ışık bulunan Tevrât’ı, şüphesiz Biz indirdik. Müslümanlaşmış kişiler olan peygamberler onunla Yahudilere hükmederler, kendilerini Allah’a adamış kişiler ve hahamlar da, Allah’ın kitabından kendilerinden korumaları istenilen ve kendilerinin de üzerine tanıklık ettikleri şeylerle hükmederler. İnsanlara saygı duyup ürpermeyin, Bana saygı duyup ürperin. Benim âyetlerimi de az bir paraya satmayın. Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselerin ta kendileridir.

45Ve Biz, Tevrât’ta onlara, zata zat, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş yazdık. Yaralara kısas vardır. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendisi için kefaret olur. Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar yanlış; kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir.

46Ve Biz o peygamberlerin izleri üzerine, yanlarındaki Tevrât’tan içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak Meryem oğlu Îsâ’nın gelmesini sağladık. Ve o’na Tevrât’tan içinde konu edilenleri doğrulamak, Allah’ın koruması altına girmiş kişilere yol gösterme ve öğüt olmak üzere içinde yol gösterme olan İncîl’i verdik.

47İncîl ehli de Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim, Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, artık işte onlar, hak yoldan çıkanların ta kendileridir.

(Maide/44-47)

12Kur’ân’dan önce de bir önder ve rahmet olarak Mûsâ’nın kitabı vardı. İşte bu Kur’ân da, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseleri uyarmak, iyilik-güzellik üretenleri müjdelemek için Arap lisanı üzerine/ en mükemmel ifade diliyle doğrulayan bir kitaptır.

(Ahkaf/ 12)

 

158Meleklerin gelmesinden yahut Rabbinin gelmesinden, ya da Rabbinin bazı alâmetlerinin/ göstergelerinin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? Rabbinin alâmetlerinden/ göstergelerinden bazısı geldiği gün, daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir yarar sağlamaz. De ki: “Bekleyiniz; şüphesiz biz de bekleyicileriz.”

Bu ayette, önceki ayetlerde onca detay verildikten sonra hâlâ küfür ve şirk üzerinde inat edenlere, bu durumlarını ne zamana kadar sürdürecekleri sorulmakta ve eğer bela, musibet, ölüm veya kıyametle yüz yüze gelince inanacaklarsa, o inanmanın yararı olmayacağı bildirilmektedir.

Ayetteki “Rabbinin gelmesi” ifadesi mecazi bir ifadedir. Kur’an’da pek çok yerde geçen bu tür ifadelerin gerçek anlamda anlaşılmamaları gerekir. Çünkü Allah’ın gelmesi, gitmesi asla söz konusu değildir.

Rabbimiz bu ayettekilere benzer uyarıları başka ayetlerde de yapmıştır:

21-23Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Yer üst üste sarsıntılarla dümdüz edildiği zaman, Rabbinin hesaba çektiği, gönderdiği vahiyler tanık olarak saf saf dizildiği zaman, o gün cehennem de getirilmiştir; o insanın, o gün aklı başına gelecektir, artık aklının başına gelmesinin kendisine ne yararı var ki!

(Fecr/21-23)

Ayette geçen “bazı ayetlerin gelmesi” ifadesi, kimileri tarafından “Güneş’in batıdan doğması”, “Deccal’in gelmesi”, “Dabbetülarz’ın ortaya çıkması”, “İsa’nın Şam’da beyaz minareye inmesi” gibi başlıklarla dile getirilen kıyamet alametleri olarak değerlendirilmiş ve bunları doğrular mahiyetteki birçok rivayetle birlikte ele alınmıştır. Ancak bunların hiç birisi sağlam delile dayanmamaktadır. Ayette konu edilen olgu, başta ölüm esnasında çektirilen sıkıntı olmak üzere, müşriklerin dünyada iken uğratıldıkları cezalandırılmalardır.

Ayetteki “Rabbinin ayetlerinden bazısı geldiği gün, daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz” ifadesi, “iman-ı yeis” ve “iman-ı beis” diye kavramlaşmış olan; sıkıntı ve ümitsizlik içinde iken çaresizlikten, zoraki yapılan imanın işe yaramadığını bildirmektedir.

 

ZORAKİ İMAN

 

Allah’a, Allah’ın peygamberlerine ve âhiret gününe iman etmeyen bir kimse, eğer ölüm anında, ölümün şiddetleri kendisine gelip çattığı ve ilâhî azabı kesinkes görüp hissettiği zaman iman ederse, bu imana iman-ı ye’s” veya “iman-ı be’s [zoraki iman]” denir.

Zoraki iman şu üç durumda söz konusu olur:

1- Hayatta iken karşılaşılan felâketler karşısında.

2- Ölüm anında.

3- Kıyamette ve kıyamet sonrası dirilişte.

Bu üç durumdan biriyle karşılaştıktan sonra iman edenlerin imanları kabul edilmez. Çünkü onlar özgür iradeleri ile değil, karşılaştıkları belâların sebep olduğu korku ve ümitsizlikle, yani zoraki olarak iman etmişlerdir. Bu nedenle de, bu imanları kendilerine hiçbir fayda vermez.

Bu konu hakkında Kıyamet suresinin tahlilinde detaylı açıklama yapıldığından, ilgili bölümün oradan okunmasını öneriyoruz.

 

159Şüphesiz dinlerini parça parça edip grup grup olan şu kimseler; sen hiçbir şekil ve davranışça onlardan değilsin. Şüphesiz onların işi Allah’adır. Sonra Allah, onlara yapmakta oldukları şeyleri haber verecektir.

160Kim iyilik getirirse, artık ona getirdiğinin on misli vardır. Kim de kötülük getirirse, artık o, sadece onun misliyle cezalandırılır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.

 

Peygamberimize hitap edilmekle beraber onun şahsında tüm inananların muhatap alındığı bu ayetlerde, önce dini birliği bozanlar kınanmakta, sonra da insanların bu dünyadan ahirete getirdiklerine karşılık Rablerinden alacakları mükâfat ve cezaların ölçüsünden söz edilmektedir.

  1. ayet, gelecekte olacaklar için bir uyarı mesajıdır. Çünkü burada konu edilen tefrikacılar, geçmişte ayrılığa düşüp birbirini sapık ilan eden Hıristiyanlar ve Yahudiler değildir. Burada, kimi Müslüman geçinenlerin mezhep mezhep, tarikat tarikat, cemaat cemaat ayrılacakları; her birinin hakk dinden ayrı bir takım inanç ve amel şekli oluşturacakları ve birbirilerinden kopacakları bildirilmekte, müminlerin ise bu duruma karşı uyanık olmaları istenmektedir. Aynı uyarı Rum suresinde de görülmektedir:

31,32Kalben O’na yönelenler olarak, Allah’ın koruması altına girin, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun-ayakta tutun], ortak koşanlardan; dinlerini parça parça bölmüş, ayrılıkçı gruplara ayrılmış kimselerden de olmayın. –Her ayrılıkçı grup kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir.–

(Rum/31, 32)

Rabbimiz, Kur’an’da, dinin kaynağında bildirilen ilkelerin hepsini almayıp işine geleni almak ve helal-haram konusunda Allah’a iftira etmek suretiyle insanların dini parça parça etmelerine birçok örnek vermiştir:

84,85Ve hani Biz, sizin kesin sözünüzü almıştık: “Kanlarınızı dökmeyeceksiniz, kendilerinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız.” Sonra siz, tanıklık ederek ikrar verdiniz. Sonra, siz, işte o kimselersiniz; kendi kendinizi öldürüyorsunuz ve sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onların aleyhinde günah ve düşmanlıkta yardımlaşıyorsunuz. Eğer onlar size esir olarak gelirlerse de onlar için fidye/kurtarmalık almaya çalışırsınız. Hâlbuki o; onların çıkarılmaları, size harâmlaştırılmıştır. Peki, siz Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümüne inanmıyor musunuz? Şu hâlde içinizden böyle yapanların alacağı karşılık dünya hayatında bir rüsvâlıktan başka nedir? Kıyâmet günü de azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan bilgisiz, duyarsız değildir.

(Bakara/84,85)

91Ve onlara, “Allah’ın indirdiğine iman edin” denildiği zaman; onlar, “Biz, kendimize indirilene iman ederiz” dediler. Ve onlar, Allah’ın indirdiği, kendilerinin beraberindeki olan şeyi doğrulayan bir hak olmasına rağmen, kendilerine indirilenlerden ötesini bilerek reddedip atıyorlar. De ki: “Peki eğer mü’minler idiyseniz, niçin daha önce Allah’ın peygamberlerini öldürüyorsunuz?”

(Bakara/91)

116Ve kendi dillerinizin yalan nitelemesi ile Allah’a yalan uydurmak için, “Şu helaldir, şu haramdır” demeyin. Şüphesiz Allah’a yalan uyduran kimseler iflah olmazlar.

(Nahl/116)

Oysa dinin kaynağı tektir ve o da Allah’ın vahyidir. Dolayısıyla dinde ayrılığa düşülmemeli, din adına daima içinde tefrika, ihtilaf olmayan o vahye müracaat edilmelidir.

13Allah, dinden Nuh’a yükümlülük olarak ulaştırdığı şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Mûsâ’ya ve İsa’ya yükümlülük olarak ulaştırdığımız şeyi yaşam yolu yaptı: “Dini hayata geçirin, ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.” Senin kendilerini davet ettiğin şey, ortak koşan kimselere ağır geldi. Allah, dilediğini kendine seçer ve kalpten yöneleni de o davet edilene kılavuzlar.

(Şûra/13)

1Ey iman etmiş kimseler! Allah’ın ve Elçisi’nin iki eli arasında öne geçmeyin/ dinde kendi görüşlerinizi öne çıkarmayın. Ve Allah’ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir.

(Hucurat/1)

59Ey iman etmiş kimseler! Allah’a itaat edin, Elçi’ye ve sizden olan emir sahiplerine/ anayöneticiye itaat edin. Sonra, eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi’ye havale edin. Bu, daha iyidir ve en uygun çözümü bulmak bakımından daha güzeldir.

(Nisa/59)

Dinin asıl kaynağından sapıldığında tefrika kaçınılmazdır. Bilindiği üzere, dinimizdeki ihtilafların pek çoğu, peygamberimize nispet edilen ve hadis, sünnet diye adlandırılan haberlerden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki Rabbimiz, 159. ayetteki “sen hiçbir şeyce onlardan değilsin” ifadesiyle elçisini tefrika sebebi olmaktan uzak tutmakta, onu bu pisliklerden aklamaktadır. O hâlde dindar kişilerin de ilk günden beri “aynı” olan ve bugün de “aynı”lığı devam eden Gerçek Din’e uymaları, onda parçalanmalara yol açıp bölük bölük olanların yoluna uymamaları gerekmektedir. Aksi takdirde -ayette bildirildiği gibi- “… şüphesiz onların işi Allah’adır”; yani onlar hakkındaki hüküm Allah tarafından verilecektir:

17Şüphesiz o iman etmiş kimseler, Yahudi olmuş kimseler, Sabiîler/doğal dindarlar, Hristiyanlar, Mecusiler ve eş koşmuş olanlar; şüphesiz Allah, kıyâmet günü bunların arasını ayıracaktır. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi tanıktır.

(Hacc/17)

Gerçek Din’in temel ilkeleri şunlardır:

1- Kâinatın tek ilâhı ve rabbi Yüce Allah’tır.

2- Sıfatlarında, güç ve kudretinde kimse O’nun dengi ve ortağı tutulamaz.

3- Tüm insanların dünyada yaptıklarının hesabını vereceği bir başka âlem kurulacaktır.

  1. ayette Rabbimiz, kıyamet günündeki hükmünü ve adaletindeki lütfunu beyan etmiş; o gün kimsenin haksızlığa uğratılmayacağını, kötülüklerin misliyle cezalandırılacağını, iyiliklerin ise 10 misli ile mükâfatlandırılacağını açıklamıştır. Kur’an’da bu ayetin mesajını içeren birçok ayet daha mevcuttur: Bakara/62, Maide/69, Nahl/97, Kehf/88, Meryem/60, Ta Ha/75, 82, Furkan/70, 71, Kasas/67, 80, Rum/44, Sebe’/37.

Aşağıdaki ayetler de aynı mesajı içermektedir:

38-44Yine iman etmiş olan o kimse: “Ey toplumum! Bana uyun ki size akıllı olmanın yoluna kılavuzluk edeyim. Ey toplumum! Bu bayağı hayat ancak geçici bir kazanımdır. Âhiret ise kesinlikle durulacak yurdun ta kendisidir. Her kim bir kötülük yaparsa, ona ancak yaptığının bir misli ile ceza verilir. Ve erkek veya kadın, her kim mü’min olarak düzeltmeye yönelik iş işlerse, artık onlar, orada hesapsızca rızıklanmak üzere cennete girerler.” Yine: “Ey toplumum! Bana ne oluyor ki, siz beni ateşe davet ediyorken ben sizi kurtuluşa davet ediyorum! Siz, beni, Allah’a inanmamaya ve benim için hiç bilgi olmayan şeyleri O’na ortak koşmaya davet ediyorsunuz. Ben ise sizi o çok güçlü ve çok bağışlayıcı olan Allah’a davet ediyorum. Hiç inkâr edilemez ki, gerçekten sizin beni kendisine davet ettiğiniz şey, dünya ve âhirette kendisine bir çağrı olmayan şeydir. Ve şüphesiz dönüşümüz Allah’adır. Ve şüphesiz sınırı aşanlar, cehennem ashâbının ta kendileridir. Artık siz benim, sizin için söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ve ben işimi Allah’a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını en iyi görendir” dedi.

(Mümin/38- 44)

Görüldüğü gibi, yukarıdaki bu ayetlerde insanlar güzel ve iyi işlere teşvik edilmektedir.

 

161De ki: “Şüphesiz Rabbim, beni doğru yola kılavuzladı; dimdik ayakta duran bir dine, şirkten, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten dönmüş olan İbrâhîm’in dinine, yaşam tarzına. İbrâhîm, ortak koşanlardan olmamıştı.”

162,163De ki: “Benim salâtım [mâlî yönden ve destek olmam; toplumu aydınlatmak için çalışmam], kulluğum; her türlü ibadetim, hayatım ve ölümüm sadece Kendisinin ortağı olmayan âlemlerin Rabbi Allah içindir. Ve ben böyle emrolundum, ben Müslümanların da ilkiyim.”

164,165De ki: “Allah her şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka Rabb mi arayayım?” Her kişinin kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra sadece Rabbinizedir dönüşünüz. Böylece Allah, ayrılığa düştüğünüz şeyi size haber verecektir. Ve O, sizi yeryüzünde gidenlerin yerine getirilenler yapan, verdikleriyle sizi sınamak için, kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

Bu ayet grubunda, surenin başından bu yana birçok yönden detaylandırılan ve gayet makul, ikna edici deliller ile ortaya konulan tevhit ilkesi, peygamberlik misyonu ve Allah-kul ilişkisi, bir özet hâlinde peygamberimizin ağzından topluma iletilmektedir.

MİLLET, İBRAHİM MİLLETİ

“ ملّةMillet” sözcüğü aslında “yol, sünnet” demektir. Sonradan “din” anlamında kullanılır olmuştur.[29] Ancak sözcük tek başına değil de ayetlerde görüldüğü üzere izafetli olarak “onun milleti [onun dini]”, “İbrahim’in milleti [İbrahim’in dini]” şeklinde kullanılır. Dolayısıyla konumuz olan ayetteki “İbrahim milleti” ifadesi, bundan önceki Sad/7, A’raf/89 ve Yusuf/37’deki gibi “İbrahim’in dini” demektir. Bu ifadenin Kur’an’da birçok kez kullanılmış olması, Araplar içinde İbrahim peygambere uyduğunu söyleyen kişilerin varlığını göstermektedir. Zaten o günün Arabistan çevresinde yaşayıp Yahudi veya Hıristiyan olmayan kimselere de “İbrahim milletine mensup” kişiler denilmektedir.

Rabbimiz Kur’an’da “tevhit” ve “sağlam din” konularını tanıtırken pek çok defa İbrahim peygamberin adını zikretmiştir:

77,78Ey iman etmiş kimseler! Zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız için, Allah’ı birleyin, boyun eğip teslimiyet gösterin, Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ve Allah uğrunda gerektiği gibi gayret gösterin. O, sizi seçti ve dinde; babanız İbrâhîm’in dininde/yaşam tarzında sizin için bir zorluk oluşturmadı. O, daha önce ve işte Kur’ân’da, Elçi’nin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/verginizi verin ve Allah’a sarılın. O, sizin mevlânız; yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!

(Hacc/78)

130Ve İbrâhîm’in dininden/yaşam tarzından, kendini akılsızlaştıran kimseden başka kim yüz çevirir? Ve Biz o’nu dünyada seçmiştik. Hiç şüphesiz o, âhirette de iyilerden biridir.

(Bakara/130)

95De ki: “Allah doğru söylemiştir. Öyle ise ortak koşmaktan, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten vaz geçen biri olarak İbrâhîm’in dinine uyun. Ve o, ortak koşanlardan değildi.”

(Âl-i Imran/95)

125Ve din bakımından, iyileştiren-güzelleştiren biri olarak, kendisini Allah için İslâmlaştırandan ve hanif; eski inançlarından dönen biri olarak, İbrâhîm’in dinine uyan kimseden daha iyi-güzel kim olabilir? Ve Allah, İbrâhîm’i “çığır açan-iz bırakan; imam-önder” edindi.

(Nisa/125)

نسكNÜSÜK – مناسكMENÂSİK

“ نُسُكNüsük” sözcüğü, “ نَسِيكةNesike” sözcüğünden alınmadır. “ نَسِيكةNesike”nin ilk vaz’ı (koyuluş) anlamı,   “altın ve gümüşün eritilerek cüruftan temizlenmesi, saf hale getirilmesi” demektir. Bu durumda “Nüsk, Nüsük’ün de esas anlamı “Saf altın, gümüş parçası” demektir. (TAC ve LİSAN)

Bunu sosyolojiye; din diline getirirsek Nüsük, “Allah’a yapılan ibadetlerin en temizi; riyasızı, kusursuzu, en samimisi” demek olur.

İbadetini kusursuz, lekesiz yapan kişiye “ ناسكNâsik” denir.

Sözcüğün “ نُسْكNüsk”, “ نُسُكnüsük”, kalıpları “en iyi, en temiz, en lekesiz yapılan ibadet, tâat ve Allah’a yaklaştıran her şey” demektir. Ki “ نُسُكNüsük” dinin emrettiği ve yasakladığı her şeyi kapsamaktadır.

Kur’an’da bu sözcüğün “ مَنْسَكmensek/ مِنْسكminsek ve مَنَاسِكmenasik” kalıpları da yer alır.

“ مَنْسَكMensek”, ismi zaman- ismi mekan kalıbı olup “nüsükün yapıldığı yer”   yer demektir. Çoğulu “مَنَاسِك menasik” olup “nüsükün yapıldığı yerler” demektir.

Bu sözcüğün “ مِنْسَكminsek”, kalıbı “nüskün yapıldığı malzeme, alet” demektir. Bu kalıbın çoğulu da “ مَنَاسِكmenasik” olup “nüsükün yapıldığı malzemeler, aletler, yollar, tarzlar” demektir

Burada dikkat edilecek nokta, “ مناسكMenâsik” sözcüğü, İsm-i zaman/ mekân kalıbının çoğulu olduğu gibi İsm-i alet kalıbının da çoğulu olduğudur. İki ayrı yapı, çoğullarında bir biriye benzeşmiştir.

Biz Kur’an’da geçen “ مناسكmenasik” sözcüklerini hep ism-i alet olarak tevil ediyoruz. Ve ayetlerde geçen ve Resmi Mushaf’ta “ مَنْسَكmensek” diye harekelenmiş sözcükleri (Hac/34, 67) de “ مِنْسَكminsek” olarak kıraat ediyoruz.; okumayı tercih ediyoruz. Zira Kur’an’dan anladığımıza göre evrenin her yeri mensektir (ibadethanedir); Allah kendisine ibadet için herhangi bir yer

Allah’ın bize emrettiği, önerdiği a en içten kulluk için herhangi rabbimizin bize gösterdiği, göstereceği, lekesiz; şirksiz iman ihlasla yapılan en iyi kulluk biçimleri, en iyi aletler, en güzel yollarıdır.

Bu sözcük zaman içerisinde anlamı daraltılarak “hayvan kesimi; kurban” ve “hacc rükunları” için kullanılır olmuştur. (TAC ve LİSAN) İşte yozlaşma böyle baylamıştır.

Kur’an’da (En’am/ 162, Bakara/128, 196, 200 ve Hac/34, 67) ise gerçek anlamıyla; “ibadetin en iyisi, en yaralısı, en temizi, lekesizi, kusursuzu” anlamında kullanılmıştır.

Bakara/ 128’de İbrahim As’ın “Ve bize menasikimizi göster” talebi, Fatiha suresindeki “İhdina s-sırata-lmüstekım (bize dosdoğru yolu göster)” ifadesiyle aynı anlamdadır.

  1. ayetteki “Ve ben böyle emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim” ifadesi daha önce de surenin 14. ayetinde geçmişti. Aynı ifade ileride Zümer/12’de de geçecektir. Söz konusu ifade, “bu ümmetteki Müslümanlarım ilkiyim” anlamındadır. Zira daha evvel gelip geçmiş elçiler de İslam’ı tebliğ ile emrolunmuşlar ve hepsi de kendi toplumlarının ilk Müslümanı olmuşlardır.

25Ve Biz senden önce hiçbir elçi göndermedik ki ona: “Gerçek şu ki, Benden başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için Bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.

(Enbiya/25)

71,72Bir de onlara Nûh’un önemli haberlerini oku: Hani o toplumuna: “Ey toplumum! Eğer benim makamım; görevli oluşum, size karşı çıkışım ve Allah’ın âyetleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa, şunu bilin ki, ben, işin sonucunu yalnızca Allah’a bırakmışımdır. Artık siz ve ortaklarınız her ne yapacaksanız toplanıp bütün gücünüzle karar veriniz. Sonra bu işiniz size dert olmasın. Sonra bana gerçekleştirin, bana süre de tanımayın. Sonra da eğer yüz çevirirseniz; zaten ben sizden bir ücret istemedim! Benim ücretim sadece Allah’ın üzerinedir. Ve ben Müslümanlardan olmakla emrolundum” demişti.

(Yunus/71, 72)

130Ve İbrâhîm’in dininden/yaşam tarzından, kendini akılsızlaştıran kimseden başka kim yüz çevirir? Ve Biz o’nu dünyada seçmiştik. Hiç şüphesiz o, âhirette de iyilerden biridir.

131Rabbi o’na, “Sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran] biri ol!” dediği zaman İbrâhîm, “Ben âlemlerin Rabbi için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] biri oldum” dedi.

132İbrâhîm de müslim olmayı, kendi oğullarına ve Ya’kûb’a, “Ey oğullarım! Şüphesiz ki bu dini size Allah seçti. Onun için yalnızca Sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] kişiler olarak ölün!” diye vasiyet etti.

(Bakara/130-132)

–“101Rabbim! Sen bana hükümdarlık verdin ve bana olacakların/ sözlerin ilk anlamlarının ne olacağı bilgisinden öğrettin. Gökleri ve yeri yoktan var eden! Sen benim dünya ve âhirette yardım edenim, koruyanımsın, benim canımı Müslüman olarak al ve beni sâlihler arasına kat!–

(Yusuf/101)

Ve Yunus/84–86, Maide/44, Maide/111, A’raf/143.

  1. ayetteki “Her kişinin kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz” ifadesi, kıyamet günü vuku bulacak olan cezalandırma hükmünün adaletini haber vermekte, sorumluluğun ve cezanın kişisel olduğunu, hiç kimsenin -akrabası bile olsa- başkasının günahını çekmeyeceğini bildirmektedir. Yani o günde nefisler kendi amelleri karşılığında cezalandırılacaklardır. Kişinin amelleri “hayır” ise ceza da “hayır”, ameller “kötü” ise ceza da “kötü” olacaktır. Ayrıca hiç kimsenin kötü amellerinin cezası bir başkasına yüklenmeyecektir.

Bu beyan, Mekkeli kodamanların “Eğer Muhammed’e uymamak günah ise siz korkmayın, biz sizin günahlarınızı üstleniriz” diyerek kendi elleri altındaki “müstez’af/gariban” kesime uyguladıkları sömürü ve İslam’a girişi engelleme politikalarını bozmuştur. Bu açıklama aynı zamanda İsa peygamberin başkalarının günahını çektiği yolundaki Hıristiyan inancının batıl olduğunu da ortaya koymuştur.

Kur’an’da açıkça ifade edilmiş olmasına rağmen bazıları hâlâ “bir kimsenin bir başkasının günahını çekmeyeceği” konusunu yeterince bilmemektedir. Yanlışa itilmek istenen insanlar hep “günahın benim boynuma” martavalı ile kandırılmaktadır. Kur’an’a aykırı bu saçma sözü söyleyenlerin cahil ya da kötü niyetli, bu söze inananların da cahil ve bilinçsiz oluklarında hiç şüphe yoktur. Çünkü hiç kimsenin başkasının yükünü çekmeyeceği Kur’an’da (Abese/33–37, Bakara/123, İbrahim/31, Lokman/33, İsra/15, Zümer/7, Necm/38) tekrar tekrar dile getirilmiştir.

  1. ayetteki “Sonra sadece Rabbinizedir dönüşünüz” ifadesiyle inançsızlara “Sonucuna katlanmayı göze aldıktan sonra bildiğinizi yapın” mesajı verilmektedir. Aynı mesaj Sebe’ suresinde de mevcuttur:

25De ki: “Siz bizim yaptığımız günahlardan sorumlu tutulmazsınız. Biz de sizin yapıp durduklarınızdan sorumlu olmayız.”

26De ki: “Rabbimiz aramızı bir araya getirecek, sonra da hak hükmü ile aramızı ayıracaktır. Ve O, hayır kapılarını açandır, hüküm verendir, çok iyi bilendir.

(Sebe’/25, 26)

165. ayette geçen “halifeler” sözcüğü “arkadan gelip eskilerin yerini alanlar” anlamındadır.

Yine 165. ayetteki “verdikleriyle sizi belalandırmak [sınamak] için, kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir” ifadesi, insanların birbirlerine göre değişik açılardan fazlalıklı yaratıldığı gerçeğini vurgulamaktadır. Çünkü insanların gerek zihinsel, gerek ekonomik, gerekse sosyal bakımlardan birbirlerine göre eksikli veya fazlalıklı yaratılması Rabbimizin bir sünnetidir ve dünyadaki düzenin sağlığı açısındandır. Rabbimiz bu sünnetini başka ayetlerde de dile getirmiştir:

32Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit dünya hayatında, onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz, onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.

(Zühruf/32)

71Ve Allah rızık konusunda kiminizi kiminize fazlalıklı kılmıştır. Kendilerine fazlalık verilenler, kendi rızıklarını; yiyip içeceklerini, servetlerini, sözleşmeler gereği himayelerinde bulundurdukları kimselere, hepsi rızıkta eşit olmak üzere vermezler. O hâlde bunlar Allah’ın nimetini bilerek örtbas mı ediyorlar?

(Nahl/71)

21Onların bir kısmını bir kısmı üzerine fazlalıklı yaptığımıza bir bak! Elbette âhiret, dereceler bakımından daha büyüktür, fazlalık bakımından da daha büyüktür.

(İsra/21)

Allah, doğrusunu

[1] (Lisanü’l-Arab; c. 4, s.540)

[2] (Tesniye 18/ 15)

[3] (Tesniye 18/18)

[4] (Yuhanna; 14/ 16,17)

[5] (Lisanü’l-Arab; c. 3, s. 250, 252. “Havd” mad.)

[6] (Razi, Taberi, Begavi, Hazin)

[7] (Muhammed Esed; Kur’an Mesajı)

[8] (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

[9] (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

[10] (Vahidi; Esbabu Nüzuli’l-Kur’an)

[11] (Razi; el-Mefatihu’l Gayb)

[12] (İbni İshak)

[13] (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

[14] (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

[15] (İbn Kesir)

[16] (Razi; el Mefatihu’l-Gayb)

[17] (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

[18] (Lisanü’l Arab; c. 4, s. 353)

[19] (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

[20] (Taberani, İbn-i Cerir, Ebu Davud)

[21] (Razi; el Mefatihu’l-Gayb)

[22] (Mukatil)

[23] (Razi; el Mefatihu’l-Gayb)

[24] (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

[25] (Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an; Semerkandi, Bahrü’l-Ulûm, 111, 517)

[26] (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

[27] (Lisanü’l Arab; c. 4, s. 429, 430)

[28] (Lisanü’l Arab, c. 4, s. 75, 76 “Rcs” mad. El-Müfredat, “rcs” mad.)

[29] (Lisan’ül-Arab; c. 8, s. 368)