87-BAKARA SÛRESİ-3

94De ki: “Allah yanında ‘son yurt’, özellikle insanlardan seviyesiz olan sizler için ise, eğer doğrulardan iseniz haydi hemen ölümü temenni ediniz.”

95Hâlbuki elleriyle işledikleri yüzünden ölümü sonsuz olarak temenni etmezler. Allah ise kendi benliklerine haksızlık eden o kimseleri çok iyi bilendir.

96Ve sen, kesinlikle onları, insanların yaşamaya en hırslısı, Allah’ın ortağı olduğunu kabul etmiş olan kimselerden de daha hırslı bulacaksın. Onların her biri bin sene ömürlendirilmeyi arzular; oysa ömürlenmek/ çok uzun yaşamak kendisini azaptan uzaklaştırıcı değildir. Allah, onların yapmakta oldukları şeyleri çok iyi görücüdür.

Bu âyet grubunda, sapık inançları ortaya konan Yahûdilere birtakım sorular yöneltilmiş, böylece yanlış inançtan doğru inanca dönmeleri istenmiştir.

94-95. âyette, “son yurdun/cennetin” sadece kendilerine ait olduğunu iddia Yahûdilere, kendilerinin diğer insanlardan seviyesiz oldukları vurgulanıp, böyle olmalarına rağmen “Madem son yurt sadece size aittir, öyleyse haydi ölümü temenni edin, ölün de cennete kavuşun” teklifinde bulunulmakta; ardından da, işledikleri suçların cezası ve yaşama hırsı sebebiyle ölümü asla temenni etmedikleri, aksine binlerce sene yaşamak istedikleri bildiriliyor. Sonra da onlara, Allah’ın, zâlimleri çok iyi bildiği ve gördüğü; ne kadar uzun yaşarlarsa yaşasınlar, uzun ömrün kendilerini azaptan kurtaramayacağı ihtar ediliyor.

Yahûdilerin söz konusu kuruntuları başka âyetlerde de dile getirilmiştir:

111Bir de inananları Yahûdileştirmek, Hristiyanlaştırmak isteyenler, “Yahûdi ve Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek” dediler. Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, delilinizi getirin.”

112Hayır, aksine kim iyileştiren-güzelleştiren biri olarak kendisini Allah için islâmlaştırırsa, işte onun, Rabbi katında ödülü vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de.

                                                                                (Bakara/111-112)

6De ki: “Ey Yahudileşmiş kimseler! Eğer insanlar arasında yalnız kendinizin, Allah’ın yakınları/ yardımcıları olduğuna inanıyorsanız, eğer doğru kimseler iseniz hemen ölümü isteyin.”

7Oysa onlar, ellerinin önden gönderdiği şeyler/ işledikleri suçlar yüzünden, ölümü asla istemezler. Ve Allah, yanlış; kendi zararlarına iş yapanları çok iyi bilendir.

                                                                              (Cuma/6-7)

18Ve Yahudiler, Hristiyanlar, “Biz, Allah’ın oğullarıyız ve O’nun sevgilileriyiz” dediler. De ki: “Madem öyle niçin günahlarınız sebebiyle Allah size azap ediyor?” Tam tersi, siz, O’nun oluşturduklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin sahipliği, yönetimi de Allah’ındır. Dönüş de yalnızca O’nadır.

                                                                                  (Mâide/18)

99Ve andolsun ki Biz, sana açık açık âyetler indirdik. Bunları da hak yoldan çıkanlardan başkası bilerek reddedip görmezlikten gelmez.

100Hak yoldan çıkanlar, ne zaman bir ahit üzerine antlaşma yapsalar, onlardan bir grup onu atıvermedi mi? Aslında onların çoğu iman etmiyorlar.

101Ve ne zaman Allah tarafından onlara, yanlarındaki Kur’an’a muhalif olmayan şeyleri tasdik edici bir elçi geldi, daha önce kendilerine Kitap verilen kimselerden bir grup, sanki bilmezlermiş gibi Allah’ın kitabını sırtlarının arkasına attılar.

Bu âyetlerde, Yahûdilere uyarı sadedinde Rasûlullah’a hitap edilerek onların durumları bildirilmekte ve düşüncesizce davranmaları sebebiyle onlar kınanmakta; kendilerine gelen apaçık kitabı/Kur’ân’ı inkâr etmekle, yaptıkları antlaşmaları bozmakla suçlanıp fâsıklıkla itham edilmektedirler. Ayrıca, kendi kitaplarını tasdik eden bir Elçi’yi, içlerinden bir grubun görmezden gelerek kitabı sırtlarının arkasına attıkları da bildirilmektedir.

Bu âyetler ya bir sual-i mukaddere cevaptır ya da Rasûlullah ile Yahûdiler arasında geçmiş bir olay nedeni ile inmiştir.

Klasik kaynaklarda bu âyetlerin nüzûl sebebi hakkında şöyle denilmektedir:

Bu, İbn Suriya’ya verilen cevaptır. O Rasûlullah’a (s.a), “Yâ Muhammed! Sen bize bildiğimiz bir şey getirmedin. Allah sana apaçık bir âyet [mucize] indirmedi ki o âyet sebebiyle biz de sana uyalım” deyince Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. Bunu Taberî nakletmektedir.[1]

Bu paragrafta konu edilen ahidler, Rasûlullah ile Medîneli Yahûdiler arasında yapılan ve Yahûdiler tarafından bozulan ahidlerdir; Kurayza ve Nadîroğulları’nın yaptıkları gibi. Bu ahdin bozulmasına başka sûrede de değinilmiştir:

55,56Şüphesiz, Allah katında canlıların en kötüsü, kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedip de iman etmeyen kimseler; kendileriyle antlaşma yaptığın hâlde her defasında antlaşmalarını bozan kimselerdir. Onlar Allah’ın koruması altına girmezler.

                                                                                 (Enfâl/55-56)

97De ki: “Kim Cibrîl’e/Kur’ân’a düşmansa, öfkesinden, kıskançlığından çatlasın, gebersin. – Şüphesiz Allah Cibrîl’i/Kur’ân’ı, Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakileri/ içindekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine indirmiştir/ “Şüphesiz Cibrîl’i/Kur’ân’, Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakileri/ içindekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine bir indirmedir”. Ki onlar işte bundan dolayı düşman kesilmişlerdir.- 98Kim ki Allah’a, meleklerine, elçilerine; hele hele Cibrîl’e/Kur’ân’a, Mîkâl’e/Elçi Muhammed’e düşman ise, üzüntüsünden, kahrından ölsün.” –Şüphesiz işte bu yüzden, Allah da kâfirlere; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenlere düşmandır.-

Bu âyetlerde yine Rasûlullah’ın çağdaşı Yahûdilere hitap edilerek yanlış inançlarını değiştirmeleri istenmiştir.

Ayetlerin teknik yapıları

Arap edebiyatında; Belağat iminde ITNAB diye sanat çeşidi vardır.

“Itnâb”, “bir noktayı pekiştirmek amacıyla metinde sözcüğün anlamdan fazla tutulması” demektir.

İtnâbın başlıca türleri şunlardır:

  1. a) Geneli ifade eden sözden sonra özeli ifade eden bir söz söylemek:
    “Bu sözüme herkes dikkat etsin; Ahmet sen de dikkat et!” cümlesinde “herkes” kavramının kapsamına Ahmet de girdiği hâlde onun özellikle dikkatini çekmek için ismini ayrıca belirtmek bu tür itnâb için bir örnektir.
  2. b) Özeli ifade eden bir sözden sonra geneli ifade eden bir söz söylemek:
    “Okullar, bakanlıklar bütün resmî daireler kutlamalara katıldı.” cümlesinde

“okullar” ve “bakanlıklar” “bütün resmî daireler”in kapsamına girdiği hâlde bunları ayrıca belirtmek bu ifade türüne örnek olarak gösterilebilir.

Bunun yöntemlerinden bir tanesi de “ZİKRÜL HAS BA’DEL ÂM (Genelden sonra özele yer verilmesi)” kuralıdır.

  1. âyette bu kural vardır. Genel olarak zikredilen “meleklerine” ve “elçilerine” ifadesinden sonra bu genel ifadelerin kapsamı içinde bulunan “Cibrîl’e/Kur’ân’a, Mîkâl’e/Elçi Muhammed’e” diye özel ifadeler de gelmiştir. Burada özellere pekiştirme yapılmıştır. Cümlenin anlamı 98Kim ki Allah’a, meleklerine, elçilerine; hele hele Cibrîl’e/ Kur’ân’a, Mîkâl’e/Elçi Muhammed’e düşman ise, üzüntüsünden, kahrından ölsün.” şeklindedir.

Aynı kuralı Bakara/239’da da görürüz. “Salatları koruyunuz ve Sala-ı vusta’yı” koruyunuz diye. Halbuki “Salat-ı Vusta”, “Salatlar”ın içindedir. Burada da Itnab sanatıyla pekiştirme yapılmış ve anlam, “Salatları koruyunuz; hele hele Salat-ı vusta’yı iyi koruyunuz” şekline dönüşmüştür.

Genellikle ayetteki “feinnehü nezzelehü….” bölümü şart cümlesinin Cevap bölümü olarak ele alınır. Ve cümledeki “ala kalbike (senin kalbine)” ifadesinin cümledeki uyumsuzluğu, (çünkü normalde bu kabule göre, söz akışı içerisinde “ala kalbî (benim kalbime)” olması gerekirdi.) Hikayet (başkasının sözünün nakli; ki burada Allah’ın sözünün naklidir) tekniğiyle çözümlenmeye çalışılır. (Keşşaf)

Ne var ki, cümlede şartın cevabı olan “Şüphesiz Allah Cibrîl’i/Kur’ân’ı, Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakileri/ içindekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine indirmiştir.” şeklindeki ifade, geçmiş zaman anlamlıdır. Halbuki burada gelecek zaman anlamlı bir ifade yer almalıydı. Bu nedenle ayetteki bu bölümü şart cümlesinin cevabı olarak kabul etmek mümkün değildir.

Burada tutulacak yol, ayetlerde “İcazü’l Hazf” sanatının yapıldığını, cümlenin sonuç bölümünün; şartın cevabının mahzuf (düşürülmüş) oluşunu, ve “finnehü…” bölümünü de “Kul deki” ifadesinin “denilecek şeyleri ifade eden bölümünden ayırıp parantez cümle olarak kabullenmektir. İcazü’l hazf sanatı, cümleye zenginlik kazandırmak için kullanılır. Kur’an’da da birçok yerde uygulanmıştır.

Bu takdir de cümle yeni bir cümle olacak, cümlenin başındaki “f” edatı da ta’liliye-i istinafiyye (yeni cümlenin illetini beyan” için olacaktır. Ve ayetlerin bu bölümlerinin anlamları “– Şüphesiz Allah Cibrîl’i/Kur’ân’ı, Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakileri/ içindekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine indirmiştir. Ki onlar işte bundan dolayı düşman kesilmişlerdir.-” ve “–Şüphesiz işte bu yüzden, Allah da kâfirlere; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenlere düşmandır.- ” şeklinde olacaktır.

Hazfedilmiş (düşürülmüş) cevapların ne olduğuna gelince; cümlenin söz akışı, bu ayetlerin sebeb-i nüzulü ve arap örfü dikkate alındığında en uygun takdir şöyle olur:

97De ki: “Kim Cibrîl’e/Kur’ân’a düşmansa, öfkesinden çatlasın, gebersin.

98Kim ki Allah’a, meleklerine, elçilerine; hele hele Cibrîl’e/Kur’ân’a, Mîkâl’e/Elçi Muhammed’e düşman ise, üzüntüsünden, kahrından ölsün.”

  1. ayette geçen “ فانه نزله على قلبكfeinnehü nezzelehü ala kalbike” ifadesindeki “ نزلهnezzelehü” sözzcüğünü “ نَزْلَةٌnezletün” şeklinde de okumak mümkündür. Bilindiği üzere ilk Mushaflar noktalamasızdır. Kelimenin harfleri نn زz لl هh nezelehü, nezzelehü ve nezleten şeklinde de noktalanıp okunabilir. Ayetteki ifadeyi, “nezletün” kabul edersek, cümlenin anlamı, “Şüphesiz Cibrîl’i/Kur’ân’, Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakileri/ içindekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine bir indirmedir” şeklinde olur. Bu kıraat de Kur’an’ın genel mesajına uygun bir kıraattır.

Ayetlerin açık ifadelerinden anlaşıldığına göre bu âyetler o dönemde vukû bulmuş bir olay nedeniyle inmiştir.

Bu âyetlerin sebeb-i nüzûlü hakkındaki nakiller şöyledir:

Yahûdiler Peygamber’e (s.a), “Kendisine herhangi bir meleğin Rabbinden risalet ve vahiy getirmediği hiçbir peygamber yoktur. Sana bunu getirenin kim olduğunu bize söyle ki biz de sana tâbi olalım” demişler. Hz. Peygamber de, “O Cebrâîl’dir” deyince şu karşılığı vermişler: “Cebrâîl savaş ve çarpışmayı getiren kimsedir. O bizim düşmanımızdır. Eğer sen bunun yerine şu yağmuru ve rahmeti indiren Mîkâîl olduğunu söylemiş olsaydın, sana uyardık.” Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi, bir sonraki âyetin sonuna kadar inzâl buyurdu. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiştir.[2]

Sonra İbn Cerîr der ki: Başkaları, Yahûdilerin bu sözü söylemelerinin sebebi olarak Hz. Peygamber konusunda onlarla Ömer ibn el-Hattâb arasında cereyan eden bir münazara olduğunu söylemişlerdir. Nitekim bu konuda Muhammed ibn el-Müsennâ… Şa‘bî’den nakletti ki o şöyle demiş:

— Hz. Ömer Revha’ya indiğinde bazı kişilerin taşların üzerinde namaz kıldıklarını gördü ve “Bunlar kimdir?” diye sordu. Orada bulunanlar, “Onlar Rasûlullah’ın (s.a) burada namaz kıldığını zannediyorlar” dediler. O da bundan hoşlanmadı ve dedi ki: “Rasûlullah (s.a) namaz vaktinde vâdiye erişti ve orada kıldı, sonra kalkıp göçtü ve orayı terk etti.” Sonra Hz. Ömer onlarla konuşmaya başladı ve dedi ki:

— Ben Yahûdilerin dinî kitaplarının okunduğu güne şâhit olmuştum ve Tevrât’ın Kur’ân’ı nasıl tasdik ettiğini, Kur’ân’ın Tevrât’ı nasıl tasdik ettiğini hayretle görüyordum. Bir gün ben onların arasında bulunuyordum ki şöyle dediler:

— Ey Hattâb’ın oğlu! Senin arkadaşlarından bize senden daha sevimli olan yoktur.

Sordum:

— Neden?

Şöyle cevap verdiler:

— Sen bize geliyor ve bizi kuşatıyorsun.

Ben de şöyle karşılık verdim:

— Size geliyor, Kur’ân’ın Tevrât’ı nasıl tasdik ettiğini, Tevrât’ın da Kur’ân’ı nasıl tasdik ettiğini hayretle müşahede ediyorum.

Hz. Ömer der ki: Hz. Peygamber oradan geçtiğinde dediler ki:

— Ey Hattâb’ın oğlu! İşte arkadaşınız yürüyor, hakk o’nun yanında.

Hz. Ömer diyor ki: O zaman kendilerine şöyle dedim:

— Kendisinden başka ilâh olmayan Allah adına söylerim size, O’nun hakkında siz neyi gözetiyorsunuz ve O’nun kitabı hakkında size ne emânet edilmiştir? Biliyor musunuz ki, o Allah’ın Rasûlü’dür.

Onlar sustular. Bilginleri ve uluları kendilerine dediler ki:

— Ömer size çok ağır davrandı, ona cevap verseniz.

Onlar da şöyle dediler:

— Sen bizim bilginimiz ve ulumuzsun, ona sen cevap ver.

O da dedi ki:

— Eğer söz söylediğim Rabb adına, bizim söylememiz gerekirse biz o’nun Allah’ın Rasûlü olduğunu biliyoruz.

Hz. Ömer der ki: Bunun üzerine ben, kendilerine şöyle dedim:

— Vay size, öyleyse niçin kendinizi mahvettiniz?

Şöyle karşılık verdiler:

— Biz mahvolmadık.

Ben şöyle devam ettim:

— Nasıl olur bu, siz hem o’nun Allah’ın Rasûlü olduğunu biliyor, hem de kendisine tâbi olup tasdik etmiyorsunuz.

Onlar şöyle karşılık verdiler:

— Bizim meleklerden bir dostumuz, bir de düşmanımız var. O, peygamberliğini meleklerden bizim düşmanımız olanla birleştirdi.

Sordum:

— Sizin düşmanınız ve dostunuz kimdir?

Cevap verdiler:

— Düşmanımız Cebrâîl, dostumuz da Mîkâîl’dir.

Tekrar sordum:

— Cebrâîl neden düşmanınız, Mîkâîl neden dostunuz?

Cevap verdiler:

— Cebrâîl ağırlık, zorluk, katılık, şiddet ve azap meleğidir. Mîkâîl ise, şefkat, rahmet, hafiflik meleğidir.

Sordum:

— Rabb’leri katında onların mertebesi nedir?

Cevap verdiler:

— Birisi Rabbin sağında, diğeri de solunda bulunur.

Bunun üzerine dedim ki:

— Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah’a yemîn ederim ki, birisine düşman olan diğerine de düşman olur, birisine dost olan diğerine de dost olur. Cebrâîl’in Mîkâîl’in düşmanıyla, Mîkâîl’in de Cebrâîl’in düşmanıyla dost olması uygun düşmez.

Hz. Ömer der ki: Sonra kalktım, Hz. Peygamber’in ardından gittim ve o’nu falancanın evinin kapı aralığından çıkarken yakaladım. Rasûlullah (s.a) dedi ki:

— Ey Hattâb’ın oğlu! Sana biraz önce indirilmiş olan âyetleri okuyayım mı?

Ardından da, De ki: “Kim Cebrâîl’e düşmansa…” âyetini okumaya başladı. Âyetleri okuyunca dedim ki:

— Anam-babam sana kurban olsun ey Allah’ın Rasûlü! Seni hakk ile gönderen Allah’a kasem ederim ki, ben de sana onu haber vermek için gelmiştim, ancak latîf ve habîr olan Allah bu haberi benden önce sana ulaştırdı.

İbn Ebî Hatim der ki: Bana Ebû Sa‘îd… Âmir’den haber verdi ki, o şöyle demiş: Hz. Ömer Yahûdilerin yanına gitti ve sordu:

— Tevrât’ı Mûsâ’ya indiren Allah adına size söylerim, siz Hz. Peygamber’in geleceğini kitaplarda görüyor musunuz?

Onlar şöyle cevap verdiler:

— Evet.

Ömer tekrar sordu:

— Öyleyse sizi Hz. Muhammed’e tâbi olmaktan alıkoyan şey nedir?

Onlar şöyle karşılık verdiler:

Allah hiç bir peygamber göndermemiştir ki, beraberinde ona yoldaş olan bir melek bulunmasın. Muhammed’in (s.a) de yoldaşı Cebrâîl’dir (a.s). Ona gelen bu melek, bizim düşmanımızdır. Mîkâîl ise dostumuzdur. Eğer o’na Mîkâîl gelmiş olsaydı müslüman olurduk.

Hz. Ömer tekrar sordu:

— Tevrât’ı Mûsâ’ya indiren Allah adına size söylerim, bu iki meleğin âlemlerin Rabbi katında mertebesi nasıldır?

Onlar karşılık verdiler:

— Cebrâîl sağında, Mîkâîl de solundadır.

Bunun üzerine Ömer şöyle dedi:

— Ben şehâdet ederim ki her iki melek Allah’ın izniyle inerler. Mîkâîl’in, Cebrâîl’in düşmanına dost olması; Cebrâîl’in de Mîkâîl’in düşmanına dost olması imkânsızdır.

Bu sırada Hz. Peygamber (s.a) oradan geçiyordu. Yahûdiler dediler ki:

Ey Hattâb’ın oğlu! İşte senin arkadaşın gidiyor.

Hz. Ömer kalktı ve Rasûlullah’ın yanına geldi. Bu sırada Allah, De ki: “Kim Cebrâîl’e düşmansa…” âyetini inzâl buyurdu.[3]

Bu rivâyetler, Cebrâîl ve Mîkâîl’in iki melek olduğu kabulüne göre kurgulanmıştır. Hâlbuki Kur’ân ifadeleri böyle bir anlayışa izin vermez. Çevirimizde de görüldüğü üzere Cebrâîl, indiren değil, inendir; dolayısıyla da, “Kur’ân”dır.

Cebrâîl için, Meryem sûresi’nin sonundaki “Rûh, Rûhu’l-Kudüs ve Cebrâîl” başlıklı tahlilimize bakılabilir.[4] Burada, cebrâîl‘in, “Allah’ın onarması, reform yapması” anlamına geldiğini, vahyin farklı bir ifadesi, yani “Kur’ân” olduğunu belirtmekle yetiniyoruz.

  1. âyette, Kim ki, Allah’a, meleklerine, elçilerine, cibrîl’e, mîkâl’e düşman olursa bilsin ki, şüphesiz Allah da, inkârcılara düşmanıdır buyurularak, “mîkâl”den bahsedilmektedir. “Mîkâîl”le ilgili de birçok fikir üretilmiştir. Biz bunlardan sadece Kurtubî’nin ifadelerine yer veriyoruz:

Mîkâîl kelimesi altı şekilde okunmuştur:

1) Mîkâyîl. Bu Nâfi’in kıraatidir.

2) Mîkâîl. Bu Hamza kıraatidir.

3) Mîkâl. Hicazlıların şivesidir. Aynı zamanda bu Ebû Amr ve Âsım’dan nakledilmiştir.

4) Mîkeîl. Bu, İbn Muhaysın’ın kıraatidir.

5) Mîkâyyîl. Bu da ondan gelen farklı rivâyetler ile birlikte el-Ameş’in rivâyetidir.

6) Mîkâel. Bu da Arapça olmayan bir isim olduğundan dolayı munsarıf değildir. İbn Abbâs’ın zikrettiğine göre Cebr, Mîkâ ve İsrâ kelimeleri Arapça olmayan bir dilde, “kul ve köle” [abd ve memluk] anlamındadır; îl ise “Allah’ın adı”dır. O bakımdan Ebû Bekr es-Sıddîk’ın (r.a), Müseylime’nin secili sözlerini işitince, “Bu îl’den (yani, Allah’tan) gelmeyen bir sözdür” demesi de bu türdendir. Kur’ân-ı Kerîm’de de bu kelimenin iki ayrı tefsirinden birisine göre şu buyrukta bu anlama geldiği söylenmektedir: Onlar bir mü’min hakkında ne bir îl ve ne de bir ahde riâyet etmezler (Tevbe/10). Burada yer alan îl kelimesinin açıklaması ile ilgili iki görüşten birisine göre îl, “Allah”tır; yani, “onlar hiçbir mü’min hakkında Allah’ın öngördüğü hakk ve hukuku gözetmezler” demektir. İleride buna dair açıklamalar [Tevbe/8, 10’da] gelecektir.

el-Maverdî der ki: “Cibrîl ve Mikâl iki ayrı isimdir. Onlardan birincisi ‘abdullah’ [Allah’ın kulu], ikincisi ‘ubeydullah’ [Allah’ın kulcağızı] anlamındadır. Çünkü îl ‘Allah’, cebr de ‘kul’ demektir. Mîkâ ise, ‘kulcağız’ anlamındadır. Sanki cibrîl ‘abdullah’, mîkâîl de ‘ubeydullah’ anlamını ihtiva eder. Bu İbn Abbâs’ın görüşüdür. Müfessirler arasında ona bu konuda muhalefet eden kimse de yoktur.”

Derim ki: Bazı müfessirler İsrâfîl‘in ‘abdurrahmân’ anlamına geldiğini de söylerler. en-Nehhâs ise şöyle demektedir: “Cebr kelimesini ‘kul’ [abd], îl kelimesini de ‘Allah’ diye açıklayan kimsenin, ‘Bu Cebruîl’dir, Cebraîl’i gördüm, Cebrîl’e uğradım’ demesi gerekir. Ancak böyle bir şey denilmediği için burada bu ifadenin, Cebrâîl’in adı olduğu ortaya çıkar.”

Başkaları ise şöyle demektedir: “Eğer onların [müfessirlerin] dedikleri gibi (verdikleri anlam doğru) olsaydı, bu kelimenin munsarıf olması gerekirdi. Munsarıf oluşunun terk edilmesi, bunun muzaf olmayan tek kelimeden meydana gelmiş bir isim olduğunu gösterir.” Abdulğanî el-Hafîz, Eflet b. Halife’den –ki bu Hassan’ın babası Fuleyt el-Âmirî’dir– o da Cesre bt. Decâce’den o Âişe’den (r.anha), Rasûlullah’ın (s.a) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Cibrîl’in, Mîkâîl’in ve İsrâfîl’in Rabbi olan Allahım! Cehennem ateşinin sıcağından ve kabir azabından sana sığınırım.”[5]

BİZİM TAHLİLİMİZ

İlk Mushaflarda, ميكال [mîkâle] şeklinde yer alan bu sözcük, Arap diline İbrânice’den geçmiştir. Bunun, “Cibrîl” sözcüğü gibi, ميك[mîk] ve ئيل[îl] sözcüklerinden oluşmuş bir bileşik isim olması da söz konusu değildir. Zira Arapça’da م و ك[m-v-k] ve م ي ك [m-y-k] harflerinden oluşmuş kök sözcük yoktur. Sözcüğün ك ي ل[k-y-l], و ك ل[v-k-l] ve م ك ل [m-k-l] sözcüklerinden türediği de, hem kalıbı, hem de Mushafta “belgisiz” olarak yazılı olması nedeniyle iddia edilemez. Ayrıca, bu sözcüklerin anlamının konuyla ilgisi yoktur.

Kehf ve Enbiyâ sûrelerinde de, “Ye’cuc” ve “Me’cuc” kelimelerinin Arapça olmadığı, İbrânice’deki anlamının dikkate alınması gerektiği kanaatini belirtmiş ve sözcükleri buna göre değerlendirmiştik.

Burada ميكال[mîkâl] sözcüğünü, İbrânilerin anlayışı doğrultusunda anlamaya çalışacağız:

“O zaman senin halkını koruyan büyük önder Mîkâel görünecek. Ulusun oluşumundan beri hiç görülmemiş bir sıkıntı dönemi olacak. Bu dönemde halkın –adı kitapta yazılı olanlar– kurtulacak. Yeryüzü toprağında uyuyanların bir çoğu uyanacak: Kimisi sonsuz yaşama, kimisi utanca ve sonsuz iğrençliğe gönderilecek. Bilgeler gökkubbe gibi, bir çoklarını doğruluğa döndürenler yıldızlar gibi sonsuza dek parlayacaklar. Ama sen, ey Daniel, son gelinceye dek bu sözleri sakla, kitabı mühürle. Bir çokları orada burada dolaşacak, bilgi artacak.” Ben Daniel baktım, biri ırmağın bu kıyısında, diğeri öbür kıyısında duran başka iki varlık gördüm. İçlerinden biri, ırmağın suları üzerinde duran keten giysili adama, “Bu şaşırtıcı olayların son bulması ne kadar zaman alacak?” diye sordu. Irmağın suları üzerinde duran keten giysili adamın sağ ve sol elini göğe kaldırarak sonsuza dek Diri Olan’ın adıyla and içip, “Bir vakit, vakitler ve yarım vakit olacak” dediğini duydum, “kutsal halkın gücü tümüyle kırılınca, bütün bu olaylar son bulacak.” Adamın söylediklerini duydumsa da anlamadım. Bunun için sordum:

— Ey efendim! Bunların sonu ne olacak?

Şöyle yanıtladı:

— Sen git, Daniel. Bu sözler, son gelinceye dek saklanıp mühürlenecek. Bir çokları kendilerini arıtıp temizlenecek, lekesiz duruma gelecek, ama kötüler kötülük etmeyi sürdürecek. Kötülerin hiç biri anlamayacak, bilgeler anlayacak. “Günlük sununun kaldırılıp yıkıcı iğrenç şeyin konduğu zamandan başlayarak 1.290 gün geçecek. Bekleyip 1.335 güne ulaşana ne mutlu! Sana gelince, ey Daniel, son gelinceye dek yoluna devam et. Rahatına kavuşacak ve günlerin sonunda payına düşen mirası almak için uyanacaksın.[6]

DANİEL’İN DİCLE IRMAĞI’NDA GÖRDÜĞÜ GÖRÜM

Pers Kralı Koreş’in krallığının 3. yılında Belteşassar diye çağrılan Daniel’e bir giz açıklandı. Büyük bir savaşla ilgili olan bu giz gerçekti. Daniel görümde kendisine açıklanan gizi anladı. O sırada ben Daniel üç haftadır yas tutuyordum. Üç hafta dolana dek ağzıma ne güzel bir yiyecek ya da et koydum, ne şarap içtim, ne de yağ süründüm. Birinci ayın 24. günü, Büyük Irmak’ın, yani Dicle’nin kıyısındayken, gözlerimi kaldırıp bakınca keten giysi giyinmiş, beline Ufaz altınından kemer kuşanmış bir adam gördüm. Bedeni sarı yakut gibiydi. Yüzü şimşek gibi parlıyordu. Gözleri alevli meşalelere benziyordu. Kollarıyla bacakları cilalı tunç gibi parlıyor, sesi büyük bir kalabalığın çıkardığı gürültüyü andırıyordu. Görümü yalnız ben Daniel gördüm. Yanımdakiler görmediler, ama dehşete düşerek gizlenmek için kaçtılar. Böylece ben yalnız kaldım. Bu büyük görümü seyrederken gücüm tükendi, benzim büsbütün soldu, kendimi toparlayamadım. Sonra adamın sesini duyunca yüzüstü yere düşüp derin bir uykuya daldım. Derken bir el dokundu, titredim; beni dizlerimle ellerimin üzerine kaldırdı. Bana, “Ey Daniel! Sen ki çok sevilen birisin!” dedi, “Ayağa kalk ve söyleyeceklerime iyi kulak ver. Çünkü sana gönderildim.” O bunları söyler söylemez titreyerek ayağa kalktım. “Korkma, ey Daniel!” diye devam etti, “Anlayışa erişmeye ve kendini Tanrı’nın önünde alçaltmaya karar verdiğin gün duan işitildi. İşte bu yüzden geldim. Pers krallığının önderi 21 gün bana karşı durdu. Sonra baş önderlerden Mikael bana yardıma geldi, çünkü orada, Pers krallarının yanında alıkonulmuştum. Son dönemde halkının başına neler geleceğini sana açıklamak için geldim şimdi, çünkü bu görüm gelecekle ilgilidir.” O bunları söyleyince, suskun suskun yere baktım. Derken İnsanoğlu’na benzeyen biri dudaklarıma dokundu. Ben de ağzımı açıp konuşmaya başladım. Karşımda durana, “Ey efendim! Bu görüm yüzünden acı çekiyorum, kendimi toparlayamıyorum” dedim, “ben kulun nasıl seninle konuşayım? Gücüm tükendi, soluğum kesildi.” İnsana benzeyen varlık yine dokunup beni güçlendirdi. “Ey çok sevilen adam, korkma!” dedi, “Esenlik olsun sana! Güçlü ol! Evet, güçlü ol!” O benimle konuşunca güçlendim. “Konuşmanı sürdür, efendim, çünkü bana güç verdin” dedim. Bunun üzerine, “Sana neden geldiğimi biliyor musun?” dedi, “Çok yakında dönüp Pers önderiyle savaşacağım. Ben gidince Grek önderi gelecek. Ama önce Gerçek Kitap’ta neler yazıldığını sana bildireceğim. Onlara karşı önderiniz Mîkâel dışında bana yardım eden kimse yok.”[7]

Bütün bunları bildiğiniz hâlde, size hatırlatmak isterim ki, Rabb Kendi halkını önce Mısır diyarından kurtardı, ama iman etmeyenleri daha sonra mahvetti. Yetkilerinin sınırı içinde kalmayıp kendilerine ayrılan yeri terk etmiş olan melekleri, büyük yargı günü için çözülmez bağlarla bağlayarak karanlığa hapsetti. Sodom, Gomora ve çevrelerindeki kentler de bunlara benzer şekilde kendilerini cinsel ahlâksızlığa ve sapıklığa teslim ettiler. Sonsuza dek ateşte yanma cezasını çekmekte olan bu kentler ders alınacak birer örnektir. Buna rağmen, aranıza sızan bu kişiler aynı şekilde hülyalara dalıp öz bedenlerini kirletiyorlar. Rabbin yetkisini hiçe sayıyor, yüce varlıklara dil uzatıyorlar. Oysa baş melek Mîkâîl bile, Mûsâ’nın cesedi konusunda İblis’le çekişip tartışırken, dil uzatarak onu yargılamaya kalkışmadı. Ancak, “Seni Rabb azarlasın” dedi. Ama bu kişiler anlamadıkları her şeye dil uzatıyorlar. Öte yandan, mantıktan yoksun hayvanlar gibi içgüdüleriyle anladıkları ne varsa, onları yıkıma götürüyor. Vay bunların hâline! Çünkü Kâbil’in yolundan gittiler. Kazanç için kendilerini Belam’ınkine benzer bir yanılgıya kaptırdılar. Korah’ınkine benzer bir isyanda mahvoldular. Sevgi şölenlerinizde sizinle birlikte pervasızca yiyip içen bu kişiler, birer kara lekedir. Yalnız kendilerini besleyen çobanlardır. Rüzgârın sürüklediği yağmursuz bulutlara, iki kez ölmüş, kökten sökülmüş, sonbaharın meyvesiz ağaçlarına benzerler. Köpüğünü savuran denizin vahşi dalgaları gibi, ayıplarını etrafa savururlar. Serseri yıldızlar gibidirler. Onları sonsuza dek sürecek koyu karanlık bekliyor.[8]

Gökte savaş oldu. Mîkâîl ve melekleri ejderhaya karşı savaştılar. Ejderha kendi melekleriyle birlikte karşı koydu, ama gücü yetmedi. Bu yüzden gökteki yerlerini yitirdiler. Büyük ejderha, İblis ya da Şeytân diye adlandırılan ve tüm dünyayı saptıran o eski yılan, melekleriyle birlikte yeryüzüne atıldı.[9]

Kısaca özetlersek İbrânî anlayışında, mîkâl/mikâîl, “büyük reis”, “İsrâîloğulları’nın hâmisi, İsrâîloğulları’nı, Perslere ve Yunanlılara karşı koruyan”dır.

Âyette, Kim ki, Allah’a, meleklerine, elçilerine, cibrîl’e, mîkâl’e düşman olursa… buyurularak, geçmiştekilere değil yaşayanlara hitap edildiğine göre, “Mîkâl”in, İsrâîloğulları’nın binlerce sene evvelki Mîkâl’i olması mümkün değildir. Zira, binlerce sene evvele düşmanlık etmenin bir anlamı olmadığı gibi, Kur’ân’ın böyle bir mantığı söz konusu etmesi de mümkün değildir. O nedenle, yeni bir “büyük reis”, yeni bir “hâmi” tesbit etmek zorundayız. Öyleyse kim olabilir bu hâmi, bu büyük reis?

128Andolsun, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, sadece inananlara çok şefkatli, kolaylık sağlayan, çok merhametli bir elçi gelmiştir.

                                                                             (Tevbe/128)

150,151Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Haram/ dokunulmaz eğitim-öğretim kurumu tarafına çevir. Ve siz, her nerede olsanız, insanlardan, –onlardan şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermem gibi, size olan nimetimi tamamlamam için ve doğru yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü onun tarafına çevirin. Artık onlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymayın, Bana saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyun.

                                                                                (Bakara/150-151)

164Andolsun ki Allah, mü’minlere kendilerinden, onlara Kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.

                                                                                  (Âl-i İmrân/164)

Burada 91. âyete tekrar göz atalım: Ve onlara, “Allah’ın indirdiğine iman edin” denildiği zaman, onlar, “Biz, kendimize indirilene iman ederiz” dediler. Ve onlar, o [Allah’ın indirdiği], kendilerinin beraberindekileri doğrulayan bir hakk olmasına rağmen, ondan [kendilerine indirilenlerden] ötesini inkâr ediyorlar. De ki: “Peki eğer mü’minler idiyseniz niçin daha önce Allah’ın peygamberlerini öldürüyorsunuz?”

Artık rahatlıkla burada zikredilen cibrîl ve mîkâl‘in, İbrânilerin Cibrîl ve Mîkâl’i ile ilgisinin olmadığını, cibrîl‘in,“Kur’ân”, mîkâl‘in de –tıpkı Zülkarneyn‘in “Rasûlullah Muhammed” olduğu gibi– “Rasûlullah Muhammed” olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca mîkâl‘e yakıştırılan “abdullah, ubeydullah” manalarını kabul etsek bile, bununla “Rasûlullah Muhammed” kasdedilmiş olur. Çünkü Kur’ân’da abdullah ile “Rasûlullah Muhammed” kasdedilir, ki bu, A‘lâ, Cinn ve İsrâ sûrelerinde görülebilir.

NOT:

  1. âyette yer alan, بإذن اللّه[bi-iznillâhi] ifadesi, genellikle “Allah’ın izni/müsaadesi/verdiği özgürlük ile” şeklinde çevirilir ki bu, izn sözcüğünün Türkçe’deki anlamıyla düşünülmesinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki Türkçe’deki “izin” ile Arapça’daki “izn” aynı değildir. Zira, إذن[izn], “bilgi/bilmek” demek olup أذِن [ezine/bildi], أئذنن [e’ezene/bildirdi] diye çekim yapılır.[10]

İzn sözcüğü gerçek anlamına alındığında bi-iznillâhi ifadesi, “Allah’ın bilgisi sebebiyle, Allah’ın bilgisine göre” anlamına gelir, ki bu, şu âyetlerde de görülebilir:

213İnsanlar tek bir önderli toplum idi de Allah müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve anlaşmazlık ettikleri konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile kitap indirdi. Ve sırf o Kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar.

                                                              (Bakara/213)

221Ve ortak koşan kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş, kâfirlerin himayesindeki bir köle kadın, –sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– ortak koşan bir kadından daha hayırlıdır. Ortak koşan erkekleri de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir erkek köle, –sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– ortak koşan bir erkekten daha hayırlıdır. Ortak koşanlar ateşe çağırırlar, Allah ise Kendi bilgisi ile cennete ve bağışlanmaya çağırır. O, öğüt alıp düşünürler diye insanlara âyetlerini ortaya koyar.

                                                                            (Bakara/221)

15,16Ey Kitap Ehli! Kesinlikle, Kitap’tan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açığa koyan, çoğundan da vazgeçen Bizim Elçimiz size geldi. Kesinlikle size, Allah’tan bir ışık ve apaçık bir Kitap geldi. Allah, o Kitabla kendi rızasına uyanları selâmet yollarına kılavuzlar. Onları Kendi bilgisi ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola kılavuzlar.

                                                                                  (Mâide/16)

102Ve kendilerine Kitap verilenler, Süleymân mülküne dair şeytânların okuyup durdukları şeylere uydular. Hâlbuki küfretmemişti; Süleymân Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmemişti, ama o şeytanlar küfretmişti; bilerek reddetmişlerdi; insanlara sihri ve Bâbil’de iki peygambere/ iki krala; Hârût ve Mârût’a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki Hârût ve Mârût, “Biz saflaşmanız için bir ateşten malzemeyiz, sakın küfretme; gerçeği bilerek reddetme!” demedikçe hiç kimseye hiçbir şey öğretmezlerdi. Sonra herkes, o ikisinden erkekle eşinin arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. –Ne var ki onlar onunla Allah’ın bilgisi olmadan hiç kimseye zarar veremezler.– Herkes, kendilerine zarar vereni, yarar vermeyeni öğreniyorlardı. Andolsun ki onu satın alanın âhirette hiçbir nasibi olmayacağını da kesinlikle biliyorlardı. Ve o, benliklerini karşılığında sattıkları o şey, ne çirkin bir şeydi! Keşke biliyor olsalardı!

103Ve onlar eğer inansalardı ve Allah’ın koruması altına girselerdi, kesinlikle Allah’tan bir ödül, daha iyi olacaktı. Keşke biliyor olsalardı!

Bu âyetlerde yine kendilerine kitap verilenler [Yahûdiler] kınanmakta, Peygamberi bırakıp kâfirlere uymakla suçlanmaktadırlar. Bu paragrafı anlayabilmek için târihin ve şu soruların cevaplarının bilinmesi gerekir:

Burada zikri geçen şeytânların kimler olduğu hususunda daha evvel şu bilgileri vermiştik:

SÜLEYMÂN PEYGAMBERİN EMRİNDEKİ ŞEYTÂNLAR/CİNNLER

Bu konu Sâd ve Cinn sûrelerinde ele alınmış ve detaylı olarak açıklanmıştı. Bu nedenle burada kısa bir hatırlatma yapmakla yetineceğiz.

Burada konu edilen cinnler halk kültüründeki cinnler değil, Süleymân peygamberin babası Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ve onlara ustabaşılık yapan Sur kralının gönderdiği Huram baba ve emrindeki hünerli kişilerdir.

Süleymân peygamberin emrindeki şeytânlar hakkında düzülen efsanelerin tümü, âyetteki şeytânlar ifadesinin, halk kültürüne yerleşmiş hayalî yaratıklar olarak kabulüne dayanmaktadır. Oysa Kur’ân’daki şeytân ile halk kültüründeki “şeytân” arasında hiçbir alâka yoktur.

Tekvîr ve Nâs sûrelerinin tahlilinde “şeytân” konusuna da değinilmiş ve bazı bilgiler verilmiş; şeytân‘ın sözlük anlamının, “hakktan uzak olan” demek olduğu; bir kavram olarak şeytân‘ın ise “hakka ve akla aykırı hareket eden her türlü kişi, güç ve kurumun ortak ve karakteristik adı” olduğu belirtilmişti. Süleymân peygamber kıssasında sözü edilen şeytânlar da, bu tip şeytânlardır. Yani, Süleymân peygamber hakkında sürekli gerçek dışı sözler söyleyip iftiralar yayan ve o’nun aleyhinde plânlar kuran kişilerdir.

Cinn olarak nitelenen bu varlıkların kimler olduğu hususunda doğru bir tahlil yapılabilmesi için öncelikle “dinler târihi” bilgisine ihtiyaç vardır. Babası Dâvûd peygamberden sonra o’nun mirasçısı olarak ülkesinin hükümdarı olan Süleymân peygamber, Ya‘kûb peygamberin soyundan gelen bir Benî İsrâîl peygamberidir. Bu nedenle hem Müslümanların hem de Ehl-i Kitab’ın [Yahûdi ve Hristiyanların] inandığı ve değer verdiği bir kişidir. Süleymân peygamberle ilgili haberler Ehl-i Kitap’ta da mevcuttur. Eldeki Tevrât’ın muharref [bozulmuş] olması sebebiyle dinî bir kaynak olarak dikkate alınması mümkün değilse de, târihî bir kaynak olarak ele alınmasında hiçbir sakınca yoktur. Çünkü yazılı dinî metinler de târihin temel kaynakları arasındadır. Nitekim Ana Britannica ansiklopedisi de, Süleymân peygamberle ilgili olarak verdiği bilgiler için Eski Ahit’i kaynak olarak göstermiştir.

Süleymân’ın yaşamına dair bilgilerin hemen tamamı Eski Ahit’e dayanır. Kitab-ı Mukaddes’te, Süleymân peygamberin hizmetinde olan cinnler‘in, babası Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ile onlara ustabaşılık yapan Sur kralının gönderdiği Huram Baba ve emrindeki hünerli zanaatkârlar olduğu bildirilir. Süleymân peygamberin emrindeki şeytân nitelikli cinnler‘in, “hünerli zanaatkârlar” olduğunu bildiren Kur’ân âyetleri ile, bir târihî kaynak olarak değerlendirdiğimiz Tevrât’ın verdiği bilgiler bu konuda aynıdır. Zaten Ehl-i Kitap da Kur’ân’ın bu âyetlerine itiraz etmemiştir. Bütün bunlar, Süleymân’a hizmet eden cinnleri, halk kültüründeki hayalî cinnler olarak açıklayanların hiçbir kaynak ve dayanaklarının olmadığını göstermektedir.

Süleymân peygamber hakkında yalan ve iftira kampanyaları düzenleyen, o’ndan kurtulmak ve iktidarını devirmek için ellerinden gelen her şeyi yapan şeytân nitelikli cinnler, bu “hünerli ama zoraki çalışan zanaatkârlar”dır. Süleymân peygamber, bu durumun bilincinde olarak onlardan zoraki de olsa yararlanmayı sonuna kadar sürdürmüştür.

Konunun detayları için, bu konunun ele alındığı bölümlere bakılabilir.

Süleymân’ın kâfir olduğuna dair ortalıkta dolaşan dedikodu nedir?

Yahûdilerin, Süleymân peygamberin emrinde çalışan insan şeytânlarına uyarak o’na küfr isnat ettiklerinin kanıtı, Kitab-ı Mukaddes’te bulunmaktadır:

Kral Süleymân Firavun’un kızının yanısıra Moavlı, Ammonlu, Edomlu, Saydalı ve Hititli bir çok yabancı kadın sevdi. Bu kadınlar Rabbin İsrâîl halkına, “Ne siz onların arasına girin, ne de onlar sizin aranıza girsinler; çünkü onlar kesinlikle sizi kendi ilâhlarının ardınca yürümek üzere saptıracaklardır” dediği uluslardandı. Buna karşın, Süleymân onlara sevgiyle bağlandı. Süleymân’ın kral kızlarından 700 karısı ve 300 câriyesi vardı. Karıları o’nu yolundan saptırdılar. Süleymân yaşlandıkça, karıları o’nu başka ilâhların ardınca yürümek üzere saptırdılar. Böylece Süleymân bütün yüreğini Tanrısı Rabbe adayan babası Dâvûd gibi yaşamadı. Saydalıların tanrıçası Aştoret’e ve Ammonluların iğrenç ilâhı Molek’e taptı. Böylece Rabbin gözünde kötü olanı yaptı, Rabbin yolunda yürüyen babası Dâvûd gibi tam anlamıyla Rabbi izlemedi. Yeruşalim’in doğusundaki tepede Moavlıların iğrenç ilâhı Kemoş’a ve Ammonluların iğrenç ilâhı Molek’e tapmak için bir yer yaptırdı. İlâhlarına buhur yakıp kurban kesen bütün yabancı karıları için de aynı şeyleri yaptı. İsrâîlin Tanrısı Rabb, kendisine iki kez görünüp, “Başka ilâhlara tapma!” demesine karşın, Süleymân Rabbin yolundan saptı ve O’nun buyruğuna uymadı. Bu yüzden Rabb Süleymâna öfkelenerek, “Seninle yaptığım antlaşmaya ve kurallarıma bilerek uymadığın için krallığı elinden alacağım ve görevlilerinden birine vereceğim” dedi, “ancak baban Dâvûdun hatırı için, bunu senin yaşadığın sürede değil, oğlun kral olduktan sonra yapacağım. Ama oğlunun elinden bütün krallığı almayacağım. Kulum Dâvûdun ve kendi seçtiğim Yeruşalim’in hatırı için oğluna bir oymak bırakacağım.”[11]

Buna benzer dedikodular ile ilgili Sâd sûresi’nde uzunca detay sunulmuştu.[12]

Zikri geçen şeytânlar ile kimlerin kasdedildiği anlaşıldıktan sonra âyetin, Ama o şeytânlar kâfir idiler; insanlara sihri ve Bâbil’de iki meleğe/iki krala; Hârût ve Mârût’a indirileni öğretiyorlardı bölümünü inceleyelim:

Târih ve coğrafya belgelerine göre Bâbil, Mezopotamya’da, adını aldığı Bâbil kenti etrafında kurulmuş, Sümer ve Akad topraklarını kapsayan eski bir medeniyettir. Bâbil’in merkezi, bugünkü Irak’ın el-Hılla kasabasıdır.

Âyetteki ifadelerden anlaşıldığına göre, sihri öğreten Hârût ve Mârût değil, Süleymân’ın düşmanı olan şeytânlaşmış kişilerdir. Onlar insanlara sihir ve Bâbil’deki iki meleğe/krala indirileni öğretiyorlardı.

SİHR

Sihr, “bir şeyi, göz boyayarak, elçabukluğu yaparak veya başka taktiklerle gerçeğinden başka bir şekilde göstermek”tir:

115Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler: “Ey Mûsâ! Sen mi tezini ortaya koyacaksın, yoksa tez ortaya atanlar biz mi olalım?” dediler.

116Mûsâ: “Siz tezinizi ortaya atın” dedi. Onlar atınca da insanların gözlerini büyülediler ve onları korkuttular. Ve büyük bir etkin hüner gösterdiler.

117Biz de Mûsâ’ya, “Sen de birikimini ortaya atıver” diye vahyettik. Bir de ne görsünler, onların uydurup düzdükleri şeyleri süratle yakalayıp yutuyor. 118Böylece hak yerini buldu ve Firavun ve ileri gelenlerin bütün yaptıkları boşa gitti, işe yaramadı.

119Firavun ve ileri gelenler, artık orada mağlup oldular ve küçük düşmüş bir toplum olarak geri döndüler.

                                                                         (A‘râf/115-119)

65Etkili bilginler: “Ey Mûsâ! Ya sen ortaya koyacaksın veyahut ilk ortaya koyan kişiler biz olalım” dediler.

66Mûsâ: “Tam tersi, siz ortaya koyun” dedi. Bir de ne görürsün! Onların birikimleri, eski inançları ve tezleri/çer-çöpleri/eften püften bilgileri, yaptıkları sihirden/hünerli gösterimden ötürü gözünde büyüdü.67Bu yüzden Mûsâ, içinde bir korku hissetti.

68,69Biz: “Korkma, şüphesiz sen; en üstün olan sensin: Sen sahibi olduğun birikimi ortaya koy; o, onların yapıp ürettiklerini yutsun dursun. Şüphesiz onların yaptıkları ancak bir göz boyayıcısı hilesidir. Göz boyayıp etkileyen kişi ise, her nereye giderse gitsin zafer kazanamaz, başarılı olamaz” dedik.

70Sonunda bütün etkili bilginler, “Mûsâ ile Hârûn’un Rabbine iman ettik” demek sûretiyle boyunlarını uzatıp teslim olmuş durumda bırakıldılar.

                                                                         (Tâ-Hâ/65-70)

HÂRÛT ve MÂRÛT’UN KİMLİĞİ

Bu âyette, şeytânların insanlara sihir ve Bâbil’deki Hârût ve Mârût adındaki iki meleğe/krala indirilenleri öğrettikleri bildirilmektedir.

Âyetin bu bölümüyle ilgili de bir çok saçma söylentiler uydurulmuştur. Önce bunların bir kısmını nakledelim:

Hz. Ali, İbn Mes‘ûd, İbn Abbâs, İbn Ömer, Ka‘b el-Ahbar, es-Süddî ve el-Kelbî’den şu anlamda rivâyetler gelmiştir: İdris (a.s) döneminde Âdem’in (a.s) çocukları arasında fesad alabildiğince çoğaldı. Bu bakımdan melekler onları ayıpladı. Bunun üzerine yüce Allah, “Eğer siz onların yerinde olsaydınız ve onların yapılarında bulunanlar size de yerleştirilmiş olsaydı, onların işlediklerini işlerdiniz.” Melekler, “Seni tenzih ederiz, bizim böyle bir şey yapmamız yakışmaz” dediler. Bunun üzerine Yüce Allah, “En hayırlılarınızdan iki melek seçin” buyurdu, onlar da Hârût ile Mârût’u seçtiler. Allah onları yere indirdi ve onlara da şehveti yerleştirdi. Aradan bir ay geçmeden adı Nabati dilinde Bîdaht, Fârisîde Nâhil, Arapça’da Zühre olan bir kadına gönüllerini kaptırdılar. Bu kadın bir dava için yanlarına gelmişti. Kadınla beraber olmak istediler; ancak dinine girmedikçe ve şarap içip Allah’ın harâm kıldığı nefsi öldürmedikçe tekliflerini kabul etmedi. Onlar kadının teklifini kabul edip içki içtiler ve onunla birlikte oldular. Kendilerini gören bir adamı da öldürdüler. Bu sefer kadın onlardan, kendisini söyleyerek semaya çıktıkları ismi öğrenmek istedi. Onlar da bu ismi kadına öğrettiler. Kadın o ismi söyleyerek yükseldi ve hilkati değiştirilip yıldız yapıldı.[13]

HÂRÛT-MÂRÛT KISSASI ve TENKİDİ

Onların iki melek olduğunu söyleyen âlimler de, onların indiriliş sebebi hususunda ihtilâf etmişlerdir. İbn Abbâs’tan (r.a) şöyle rivâyet edilmiştir: Cenâb-ı Allah, meleklere Hz. Âdem’i tanıttığı zaman onlar, Yeryüzünde, orada fesat çıkaracak ve kan dökecek kimse mi yaratacaksın? (Bakara/30) dediler. Cenâb-ı Allah onlara, Ben sizin bilmediklerinizi bilirim (Bakara/30) diye cevap verdi. Sonra Cenâb-ı Allah, insanlara bir grup meleği görevlendirdi; bunlar Kirâmen Kâtibîn melekleri idi. Bu melekler, insanların kötü amellerini semâya çıkarıyorlardı. Melekler, onların kötü ameller yapmalarına ve onlardan sâdır olan kabahatlere rağmen, Cenâb-ı Allah’ın onları hâlâ hayatta bırakmasına şaşırıp kaldılar. Üstelik insanlar, bütün bunlara sihir yapmayı da eklediler. Meleklerin şaşkınlığı daha da arttı. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, melekleri imtihan etmek istedi ve onlara, “İlim, zühd ve din bakımından en üstün olan meleklerden ikisini seçin; onları yeryüzüne indirip imtihan edeceğim” dedi. Onlar da Hârût ve Mârût’u seçtiler.

Cenâb-ı Allah bu iki meleğe, insanlarda bulunan şehvet hissini verdi ve onları yeryüzüne indirip, şirk, katl, zina ve içki içmeyi onlara yasakladı. Onlar yeryüzüne inince, en güzel kadınlardan biri, Zühre adındaki bir kadın onların yanına geldi. Bu melekler o kadından kâm almak istediler. Kadın, puta taparlar ve içki içerler ise onların dediğini yapacağını söyledi. Melekler önce bunu yapmaktan çekindiler; sonra şehvet onlara gâlip gelerek, her iki hususta da kadının teklifini kabul ettiler. İçki içmeye ve puta tapmaya yöneldikleri esnada bir dilenci geldi. Kadın, “Bu dilenci, gördüğü bu hâllerimizi insanlara anlatırsa, hâlimiz kötü olur. Eğer bana vuslatı istiyorsanız, bu adamı öldürün!” dedi. Melekler, önce bunu yapmak istemediler, ama sonra adamı öldürdüler. Sonra kadını aradılar, fakat bulamadılar. Pişman olup üzüldüler ve Allah’a yakarmaya başladılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah onları, dünya azabı ile âhiret azabından birisini seçme hususunda muhayyer bıraktı. Onlar, dünya azabını tercih ettiler. İşte bu sebeple bunlar, semâ ile arz arasında, Bâbil’de, asılmış olarak azâb görüyorlar. Ve insanlara sihri öğretiyorlar.[14]

Sonra, müfessirlerin Zühre hususunda iki görüşü vardır:

1) Cenâb-ı Allah iki meleği insanların şehveti ile imtihan edince, Zühre denilen yıldıza ve feleğine, yeryüzüne inmelerini emretti, derken o hâdise vukû buldu. İşte o zaman Zühre ve feleği, o iki melekte gördükleri hâli kınayarak, yüksele yüksele gökteki yerlerine çıktılar.

2) Bu kadın yeryüzünün fâhişelerindendi. O iki melek içki içtikten, o insanı öldürdükten ve puta taptıktan sonra o kadınla zina yaptılar ve ona göğe çıkmak için okudukları ismi öğrettiler. O kadın da o ismi söyleyip göğe yükseldi. Daha önce ismi “Bîduht” idi. Cenâb-ı Allah onun şeklini değiştirip Zühre yıldızı hâline soktu.

Bunlar fâsid ve merdûd olup kabul edilemez rivâyetlerdir. Çünkü Allah’ın kitabında bunlara delâlet edecek bir şey olmayıp, aksine birçok yönden onu geçersiz kılacak hususlar vardır:

  1. A) Daha önce geçen ve meleklerin bütün günahlardan masum olduğunu gösteren deliller.
  2. B) Bu görüşte olanların, “Bu iki melek dünya azabı ile âhiret azabı arasında muhayyer bırakılmışlardır” sözü fâsiddir. Doğru olan, onların tevbe ile azâb arasında muhayyer bırakılmalarıdır. Çünkü Hakk Teâlâ, ömrü boyunca Kendisine şirk koşan kimseyi bile bu ikisi arasında muhayyer bırakmıştır. Hâl böyle iken bu hususta o iki meleğe nasıl daha cimri davranır?
  3. C) Şaşılacak şeylerden biri de bu görüşte olanların şu iddialarıdır: Bu iki melek azap gördükleri hâlde insanlara sihir öğretiyorlar ve cezalandırılmakta oldukları o vaziyette bile, insanları sihre çağırıyorlar.

Bu sözün yanlışlığı zâhir olduğuna göre deriz ki: O iki meleğin indirilmesinin birçok izahı vardır:

  1. a) O esnada sihirbazlar çoğalmıştı. Bunlar, sihir konusunda daha önce bilinmeyen şeyleri ortaya çıkardılar ve peygamberlik iddiasında bulundular, bununla insanlara meydan okudular. Bu sebepten dolayı. Cenâb-ı Allah, insanlara bu yalancı peygamberlere karşı koyabilsinler diye sihri öğretmek üzere bu iki melek gönderdi. Bu, şüphesiz en güzel gaye ve maksatlardan biridir.
  2. b) Mucizenin sihirden farklı olduğunu anlamak, mucize ve sihrin ne olduğunu bilmeye bağlıdır. Hâlbuki insanlar o zaman sihrin mahiyetini bilmiyorlardı. Bu sebeple, onların mucizenin hakikatini bilmeleri de imkânsızdı. İşte bunun üzerine, böyle bir maksad için, sihrin mahiyetini anlatsınlar diye Allah Teâlâ bu iki meleği gönderdi.
  3. c) Şöyle de denilebilir: Allah’ın, düşmanlarının arasına ayrılığı; dostlarının arsına ise sevgiyi yerleştiren sihir, onlarca mübah veya mendub idi. İşte bundan dolayı, Hakk Teâlâ bu gaye ile sihri öğretsin diye o iki meleği göndermiştir. Sonra o günün insanları bu iki melekten sihri öğrenmişler ve onu şerr işler ile Allah’ın dostları arasına düşmanlık sokmak ve düşmanları arasında sevgi tesis etmek için kullanmışlardır.
  4. d) Her şeyi bilebilmek güzeldir. Sihir yasaklanmış olunca, onun bilinen ve tasavvur edilen bir şey olması gerekir. Çünkü tasavvur olunamayan şeyi nehyetmek imkânsızdır.
  5. e) Belki de cinnler, benzerini insanların yapamayacağı çeşitli sihirler biliyorlardı. Bundan ötürü Cenâb-ı Hakk, insanların kendisi ile cinnlere karşı koyabilecekleri şeyleri öğretmeleri için melekleri göndermiştir.
  6. f) Bunun, mükellefiyeti zorlaştırma bâbında bir şey olması da caizdir. Çünkü insana, kendisini dünyevî lezzetlere ulaştıracak şeyi öğretip, sonra onu kullanmasını yasakladığı zaman bu, insan için çok güç olur. Bu sebeple de insan, buna riâyet ederek büyük bir mükâfât elde edebilir. Nitekim Hakk Teâlâ, Kim (o nehirden) kana kana içerse benden değildir. Kim ondan tatmaz ise işte o bendendir (Bakara/249) buyurduğu gibi, Talût’un kavmini bir nehirden su içme hususunda imtihan etmiştir. Böylece bu izahlarla Allah Teâlâ’nın melekleri sihir öğretmek üzere indirmesinin akıldan uzak görülemeyeceği ortaya çıkmış oldu. Allah en iyi bilendir.[15]
  HÂRÛT ve MÂRÛT:
Seyyid Reşid Rıza konuya şöyle açıklama getirir: Bazıları âyetin orijinalinde geçen el-melekeyn kelimesini el-melikeyn şeklinde okurlar. Bu durumda Hârût ve Mârût ile, “iki melik” [kral] kasdedilmiş olur. Bazıları da el-melekeyn şeklinde okur. Bu ise, “iki melek” anlamına gelir.

Bu ikisi ile Hz. Dâvûd ve Süleymân’ın kasdedildiğini söyleyenler de olmuştur. Bazısına göre, bunlar vakar sahibi, saygın iki arkadaştı. Bu yüzden insanlar onları krallara ya da meleklere benzetiyorlardı. Onları psikolojik ve rûhânî ihtiyaçları için birer önder gibi algılıyorlardı. Seyyid el-Kâsımî –bir kaynak ya da isim belirtmeksizin– der ki: “Muhakkik alimlere göre, Hârût ve Mârût Bâbil’de takvâ ve yapıcılıklarıyla ün salmış iki adamın ismiydi. İnsanlara büyü öğretiyorlardı. İnsanların onlara ilişkin iyi niyetleri o düzeye vardı ki, sonunda onların gökten inip insanlara Allah’ın vahyini öğreten iki melek olduğunu sandılar.”

İlk kuşak müfessirler konuya ilişkin olarak özde aynı, siga ve ayrıntıda farklı çok garip, akıl almaz rivâyetler aktarmışlardır. Bunlardan biri, İbn Hanbel’in Müsned‘inde yer alan hadistir. Bir de Abdullah b. Ömer’den nakledilen bir rivâyet vardır. Ancak, Peygamberimizin sözü mü, Ka‘b el-Ahbar’ın sözü mü olduğu hususu ihtilaflıdır. Bir diğeri de, İbn Abbâs’tan rivâyet edilir. Konuya ilişkin olarak Ali b. Ebî Tâlib’den de bir hadis rivâyet edilmiştir. Hasan el-Basrî, Katâde ve Zührî gibi tâbiîn ve tebe-i tâbiîn’den de rivâyetler aktarılmıştır. Rivâyetlerin özeti şudur: Melekler Âdemoğulları’nın işledikleri hatalar hususunda Allah’la konuşurlar (konuşmanın zamanı da ihtilaf konusudur. Bazısına göre konuşma, Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini, mi yaratacaksın? sözünün söylendiği sırada geçmiştir. Bazısına göre de bu konuşma, Âdemoğulları çoğalıp buna paralel olarak hataları da çoğalınca gerçekleşmiştir). Yüce Allah onlara der ki: “Eğer sizi de bu sınava tâbi tutsaydım siz de onların işledikleri hataları işlerdiniz.” Melekler, “Seni tenzih ederiz” derler. Bunun üzerine Allah, “Aranızdan iki kişiyi bu sınav için seçin” der. Melekler Hârût ve Mârût’u seçerler. Yüce Allah, bu ikisini insanların ihtiras ve şehevî duygularıyla sınamak üzere Bâbil kentine indirir. Güzel bir kadın karşılarına çıkar –olayın gerçekleştiği yer de ihtilaf konusudur.– Bu ikisi kadınla birleşmek isterler. Ancak kadın, putuna secde etmeleri veya göstereceği bir kişiyi öldürmeleri ya da şarap içmeleri durumunda bu isteklerini karşılayabileceğini söyler. Ancak melekler, daha hafif bir suç olduğu düşüncesiyle şarap içmeyi kabul ederler. Şarabı içtikten sonra sarhoş olurlar. Hem zina ederler, hem şirk koşarlar, hem de adam öldürürler. Bunun üzerine Yüce Allah onlara dünya veya âhiret azabından birini tercih etmelerini önerir. Dünya azabını tercih ederler. Bunun üzerine Yüce Allah, ayaklarından asılmalarını emreder. Bundan sonra insanlar onlara gelip büyü öğrenmeye başlarlar. Onlarsa gelenleri uyarmaktan ve “Biz birer sınama aracıyız, sakın küfre girmeyin” demekten geri durmazlar. Bir rivâyette onları Bâbil’de hapsedip ayaklarından asanın Hz. Süleymân olduğu belirtilir. İbn Kesîr mü’minlerin anası Hz. Âişe’ye dayandırarak akıl almaz bir diğer rivâyete de yer verir. Buna göre Devmetu’l-Cendel halkından bir kadın Hz. Âişe’ye gelir ve kaybolan kocası geri dönsün diye büyücü bir kocakarının yanına gittiğini anlatır. İddiaya göre kocakarı kendisini siyah bir köpeğe bindirerek birlikte Bâbil’e giderler. Oraya vardıklarında Hârût ve Mârût’un ayaklarından asılı olduklarını görürler. Kadın kendisine büyü öğretmelerini isler, onlarsa, “Biz birer sınama aracıyız, sakın küfre girme, var geri dön” derler. Ama kadın ısrar eder. Bunun üzerine Hârût ve Mârût ona bazı büyü oyunlarını öğretirler. Öyle ki kadın bir tohumu bir gün içinde eker, biçer, öğütür ve ekmek hâline getirebilir. el-Kâsımî, Fahreddîn er-Râzî’nin ünlü Tefsir‘inde bu tür rivâyetlerin asılsızlığını çeşitli açılardan ortaya koyduğunu, ayrıca İmam Ebû Müslim’in bu iki meleğe sihrin inmiş olmasının mümkün olmayışını çeşitli yönlerden kanıtlamış olduğuna işaret ettiğini vurgular. Biz bunları teker teker sunmanın yararlı olacağını düşünmüyoruz.

Bununla beraber Bâbil’de geçen Hârût ve Mârût kıssasının ve bunların insanlara sihir öğretmelerinin, âyetlerin inişine tanık olan Araplar ve Yahûdilerce bilinmeyen şeyler olmadıklarını düşünüyoruz. İsimlerin [Hârût-Mârût] Arapça kalıplara uygunluğu da bunu kanıtlayıcı niteliktedir. Rahatlıkla bu iki kelimenin orijinal hâllerinden Arapçalaşmış olduklarını söyleyebiliriz. Âyetler ise, olayı Yahûdilerle ilintili olarak sunuyor. Rivâyetler de, kıssanın Hz. Peygamber zamanında ve yaşadığı çevrede anlatılageldiğini ortaya koymaktadır.

Hârût ve Mârût’la ilgili olarak aktarılan ayrıntılı açıklamaları ise ihtiyatla karşılıyoruz. Kaldı ki âyetlerin amacı bizzat Hârût ve Mârût kıssasını anlatmak değildir. Asıl amaç eleştiri, uyarı, anlatım ve öğüt işlevini görmedir. Önemli olan bu noktalar üzerinde yoğunlaşmaktır ve bu da yeterlidir.[16]

Görüldüğü üzere anlatılanların tümü, dayanaktan yoksun ve ihtiyatla yaklaşılması gereken şeylerdir. Klasik kaynaklarda yer aldığına göre İbn Abbâs, İbn Ebzâ, ed-Dahhâk ve el-Hasen âyetteki الملكين [melekeyn] kelimesini, الملِكين [melikeyn/iki kral] şeklinde okumuşlardır, ki mealde bunu da gösterdik. Âyette dikkat çeken şey, Hârût ve Mârût adındaki iki melek veya melikin, kendilerine vahiy inzâl edilmiş kimseler olmalarıdır. Kendilerine vahiy indirildiğine göre bunlar peygamberdir.

Daha evvel, melek/melâike sözcüğünün mülk veya üluk kökünden türeyebileceğini; mülk kökünden olduğunda “güç”; üluk kökünden olduğunda ise “haberci” anlamına geldiğini; hangi kökten türediğinin de, bulunduğu cümle ve paragraftaki söz akışından anlaşılabileceğini belirtmiştik.

Âyetteki melek kelimesi, üluk kökünden türemiş kabul edilirse melekeyni sözcüğü, “iki haberci” anlamına gelir, ki bu da “iki nebi” demek olur. Zaten bunlara vahiy indirildiği de âyette açıkça zikredilmiştir. Kökü mülk kabul edilip de kelime melikeyni okunursa, “iki kral” manasına gelir, ki Allah’ın elçilerinin bir çoğunun “meliklik” vasfı da vardır; kendilerine “hikmet” verilenler aynı zamanda hükümdardırlar. Bu meleklerin halk kültüründeki türden melek olmaları söz konusu değildir. Zira bu anlamıyla meleklerde irâde yoktur:

6,7Ey iman etmiş kimseler! Kendinizi ve yakınlarınızı, yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir Ateş’ten koruyun. Ateşin üzerinde, Allah’a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba görevli güçler vardır. Ey kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş kimseler! Bugün özür dilemeyin. Siz ancak işlediklerinizin cezasını çekeceksiniz!

                                                                                (Tahrîm/6,7)

Bunların adları belli değildir. Zira Hârût ve Mârût; Ye’cuc ve Me’cuc, Tâlût ve Câlût gibi birer unvandır. Öyleyse Hârût ve Mârût hakkında, arkeolojik belgeler ortaya çıkıncaya kadar Kur’ân’daki bilgilerle yetinilmesi, bunun dışında tahminde bulunulmaması gerekir.

Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta da bu iki peygambere indirilen şeydir. Âyetteki ifadeleri takip ediyoruz: Hâlbuki o ikisi [Hârût ve Mârût], “Biz fitneyiz, sakın kâfir olma!” demedikçe hiç kimseye hiçbir şey öğretmezlerdi. Sonra onlar [herkes], o ikisinden erkekle eşinin arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. –Ne var ki, onlar onunla Allah’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler.– Onlar [herkes], kendilerine zarar vereni, yarar vermeyeni öğreniyorlardı. Andolsun ki, onu satın alanın âhirette hiçbir nasibi olmayacağını da kesinlikle biliyorlardı.

Buradan açıkça anlaşıldığına göre Hârût ile Mârût, karı-koca arasındaki uyumsuzluğa, geçimsizliğe ve ayrılığa neden olan şeyleri öğretiyorlar; yani, mutlu bir ailenin nasıl kurulacağını ve hangi şartlarda yuvanın dağılacağını öğretiyorlar, insanlar da bu iki kral peygamberden öğrendikleriyle yuvalarını sağlam tutuyorlardı. Ayrıca bu iki kral peygamber insanlara, “Biz fitneyiz, sakın kâfir olma [sakın bu bilgileri kötüye kullanmayın] demedikçe de hiç kimseye hiçbir şey öğretmiyorlardı.

104Ey iman etmiş kimseler! “Râinâ [sen bizim çobanımızsın/sen bizi güt biz seni güdelim]” demeyin, “Unzurnâ [bizi gözet]” deyin ve kulak verin. Çok acıklı azap da yalnız kâfirler; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseler içindir.

Daha evvelki pasajlarda İsrâîloğulları’nın münasebetsizlikleri açıklanmıştı. Burada hitap mü’minlere yönelerek, başta Rasûlullah olmak üzere kimseye münasebetsizlik yapmamaları emredilmektedir: Ey iman etmiş kimseler! راعنا [râ‘inâ/sen bizim çobanımızsın; bizi güt/güdüşelim] demeyin, انظرنا [unzurnâ/bizi gözet] deyin ve kulak verin.

راع[râ‘i] ve نا[] sözcüklerinden oluşan râ‘inâ tamlamasını teknik olarak iki şekilde anlamak mümkündür:

  1. a) راع [râ‘i] sözcüğü, üçlü kalıbın ism-i fâili olup, “güden; çoban” demektir. نا [] zamiri ile tamlama yapıldığında, “bizim çoban/çobanımız” anlamına gelir. Cümle de, mübteda takdiri ile isim cümlesi yapıldığında, “sen bizim çobanımızsın” anlamına ulaşılır.
  2. b) Râ‘i sözcüğü, müfaale babından dörtlü kalıptan olup emir kipidir. نا[] zamiri ile cümle yapıldığında fiil cümlesi olur. Bu kalıp işteşlik anlamı içerdiğinden, sözcüğün anlamı, “bizimle güdüş, sen bizi güt biz seni güdelim, sen bizi gözet, biz seni gözetelim” anlamı ortaya çıkar.

Klasik kaynaklarda bu âyetin iniş sebebi olarak, bazı Müslümanların Yahûdilerin oyununa gelerek Rasûlullah’a saygısızlık etmeleri gösterilir:

İbn Abbâs der ki: Müslümanlar “bize de dönüp bak” anlamında Hz. Peygamber’e talep ve arzularını ifade etmek üzere râ‘inâ diyorlardı. Ancak Yahûdilerin dilinde bu kelime, “işit, işitmez olası” anlamında bir hakaret manasındaydı. Yahûdiler bunu ganimet bildiler ve, “Biz o’na önceleri gizlice sövüp hakaret ediyorduk, şimdi açıktan açığa sövüp hakaret ediyoruz” demeye başladılar ve bu şekilde Peygamber’e (s.a) hitap edip aralarında da gülüşüyorlardı. Bunu Sa‘d b. Mu‘az işitti. Sa‘d onların dilini biliyordu. Yahûdilere, “Allah’ın lâneti üzerinize olsun. Eğer sizden herhangi birinizin bu sözü Peygamber’e söylediğini işitecek olursam, hiç şüphe etmesin boynunu uçururum” dedi. Yahûdilerin, “Siz bu kelimeyi söylemiyor musunuz?” demeleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu ve mü’minlerin bu kelimeyi kullanmaları yasaklandı.[17]

Allah’ın Rasûlü (s.a) Müslümanlara ilimden bir şey okuduğunda, Müslümanlar o’na, “Ey Allah’ın Rasûlü! Râ‘inâ [bizi gözet, bize bak]” derlerdi. İbrânice’de Yahûdilerin birbirlerine söverken kullandıkları, bu kelimeye benzeyen bir kelime vardı. Bu kelime, râ‘inâ idi. Bu, “dinle, ey dinlemiyesice!” manasına gelirdi. Onlar, mü’minlerin, “Râ‘inâ [bize bak, bizi gözet]” dediklerini duyunca, bunu fırsat bilip, bu küfürlerini kasdederek Hz. Peygamber’e (s.a) bununla hitab ettiler. Böylece mü’minler bu kelimeyi söylemekten nehyedilip diğer lâfzı –ki bu “unzurnâ [bize bak]” sözüdür– kullanmaları emredildi. Bu te’vîlin doğru olduğuna, Hakk Teâlâ’nın Nisâ sûresi’ndeki, (O Yahûdilerden kimi) dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak, “Dinledik ve isyan ettik. İşit işitmez olası râ‘inâ!” derler (Nisâ/46) âyeti de delâlet eder.

Rivâyet edildiğine göre Sa‘d b. Mu‘âz (r.a), onların bu sözlerini işitti ve, “Ey Allah’ın düşmanları! Allah’ın lâneti sizin üzerinize olsun. Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki sizden kimin bu sözü Hz. Peygamber’e (s.a) karşı söylediğini işitirsem mutlaka boynunu vuracağım” dedi. Onlar, “Siz de böyle [râ‘inâ] demiyor musunuz?” deyince, bu âyet nâzil oldu.[18]

Biz bu âyeti, راعنا[râ‘inâ] sözcüğünün yukarıdaki her iki anlamına göre de açıklayacağız:

Birinci anlama göre, münâfıkların ve Yahûdileşmiş kimselerin kelimelerle oynadıkları, sözcükleri, anlamlarından kaydırdıkları birçok âyette yer almıştır:

46Yahudileşmişlerden bir kısmı kelimelerin yerlerini/ öz anlamlarını değiştirirler, dillerini eğerek-bükerek ve dine saldırarak Peygamber’e karşı, “İşittik ve karşı geldik/iyice sarıldık”, “Dinle, dinlemez olası”, “raina” [güdüşelim, bizim çobanımız] derler. Eğer onlar, “İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha sağlam/doğru olacaktı; fakat bile bile gerçeği kabul etmemeleri sebebiyle Allah, onları dışlayıp gözden çıkarmıştır. Artık pek az inanırlar.

                                                                                      (Nisâ/46)

13Sonra da sözlerini bozmaları sebebiyle onları dışladık ve kalplerine katılık koyduk. Onlar kelimeyi/ sözcüğü yerlerinden/ öz anlamlarından değiştirirler. Öğütlendiklerinin önemli bir bölümünü de terk ettiler. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen, onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik-güzellik üretenleri sever.

                                                                                         (Mâide/13)

41Ey Elçi! Kalpleri iman etmediği hâlde ağızlarıyla “İnandık” diyen kimseler ve Yahudileşmişlerden, durmadan yalana kulak veren ve sana gelmeyen kimseler için dinleyen/ casusluk eden, küfür; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddediş içinde koşuşan şu kimseler seni üzmesin. Onlar, kelimeyi yerlerinden kaydırıp değiştirirler. “Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!” derler. Allah, bir kimseyi dinden çıkma ateşine düşürmek isterse, sen Allah’a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah’ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve âhirette onlara çok büyük bir azap vardır.

                                                                                          (Mâide/41)

Kur’ân’dan öğrendiğimize göre Yahûdileşmiş kimseler ve münâfıklar Rasûlullah’ı gördüklerinde yalan ve kaypak sözler söylerlerdi. Râ‘inâ sözcüğü de bunlardan biridir. Bu sözcük, İbranice’de, “lütfen bir dakika bakar mısın”, “dinle, işitmez olasıca” anlamına da gelmektedir. Ayrıca Arapça’da aynı kelime “kibirli ve câhil” anlamında da kullanılmaktaydı.

Siyerlerde Yahûdilerin Rasûlullah’a, السلام عليك [es-selâmu ‘aleyke] yerineالسام عليك [es-sâmu ‘aleyke/ölüm üzerine olsun, geber] dedikleri nakledilir.

Âyette, راعنا[râ‘inâ] ve انظرنا[unzurnâ] sözcüklerinin kime karşı denilip denilmeyeceği ifade edilmemekle birlikte; Nisâ/46, Mâide/13, 41 ve Nûr/63’e göre bunun Rasûlullah’a karşı olduğu anlaşılmaktadır.

Burada mü’minlere, Rasûlullah ve birbirleri ile konuşurken dikkatli olmaları, kullanacakları sözcükleri iyi seçmeleri, kaypak ve kötü anlama çekilebilen cinaslı sözler kullanmamaları emredilmektedir. Nitekim bu husus Nûr sûresi’nde de vurgulanmıştır:

63Aranızda Elçi’yi çağırmayı, bazınızın bazınızı çağırışı gibi yapmayın. Saklanarak sıvışıp gidenleri Allah kesinlikle bilmektedir. Bu sebeple, O’nun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir sosyal yangının isabet etmesinden veya kendilerine çok acıklı bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar.

                                                                                               (Nûr/63)

Râ‘inâ sözcüğünün ikinci anlamına göre:

Âyetin devamı olan, انظرنا[unzurnâ/bizi gözet] deyin ve kulak verin. Çok acıklı azap da yalnız kâfirler içindir ifadeleri dikkate alındığında, bu âyette, Rasûlullah’ın dindeki konumu belirlenmektedir. Dolayısıyla mü’minler, Rasûlullah’a “Bizi gözet!” demeli, fakat sadece Allah’tan gelen vahye kulak verip onu izlemelidirler. Aksi ise küfürdür, kâfirler de acıklı azap göreceklerdir.

105Kitap Ehlinden, küfreden; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kimseler ve ortak koşanlar, Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Allah ise, rahmetini dilediği kimseye mahsus kılar. Ve Allah, çok büyük armağan sahibidir.

Bu âyette mü’minler, çevresel ilişkiler hususunda aydınlatılmakta; Kitap Ehlinden inkârcılar ve müşriklerin kıskançlık sebebiyle mü’minlere bir iyilik inmesini, onların aydınlanmasını, zenginleşmesini istemedikleri bildirilip Allah’ın rahmetini dilediğine indireceği ifade buyurulmaktadır.

Âyette zikri geçen rahmet, “elçilik görevi”dir. Bu nedenle âyetteki, Allah ise, rahmetini dilediği kimseye mahsus kılar ifadesinin anlamı, “Allah peygamberliği istediğine verir, onların istediği kişilere değil” demektir. Rahmet‘in “elçilik” anlamında kullanıldığını şu âyetlerde de görüyoruz:

31Yine onlar: “Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler.

32Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit dünya hayatında, onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz, onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.

                                                                      (Zuhruf/31-32)

86Ve sen Kitab’ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir rahmet olarak verildi. Öyleyse sakın kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere arka çıkma/ yardımcı olma.

                                                                                   (Kasas/86)

65Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir bilgi öğretmiştik.

                                                                                        (Kehf/65)

Ehl-i Kitaptan ileri gelenlerin ve müşriklerin ileri gelenlerinin sırf kıskançlık nedeniyle hakka karşı gelmeleri Kur’ân’da bir çok kez gündeme getirilmiştir:

109Kitap Ehlinden birçoğu, gerçek kendileri için ortaya konduğu hâlde, benliklerindeki kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler olmaya çevirmek isterler. Buna rağmen siz, Allah’ın emri gelinceye kadar af ile, hoşgörüyle davranın. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.

                                                                (Bakara/109)

53Yoksa onlar için dünya yönetiminden bir pay mı vardır. Eğer öyle olsaydı, insanlara bir hurma çekirdeğinin oyuğunu bile vermezlerdi.

54Yoksa onlar insanları, Allah’ın onlara armağan olarak verdiği şey için kıskanıyorlar mı? Bakın, şüphesiz Biz, İbrâhîm soyuna da kitap ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri vermiştik. Hem de onlara büyük bir hükümranlık verdik.

                                                                 (Nisâ/53-54)

13Allah, dinden Nuh’a yükümlülük olarak ulaştırdığı şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Mûsâ’ya ve İsa’ya yükümlülük olarak ulaştırdığımız şeyi yaşam yolu yaptı: “Dini hayata geçirin, ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.” Senin kendilerini davet ettiğin şey, ortak koşan kimselere ağır geldi. Allah, dilediğini kendine seçer ve kalpten yöneleni de o davet edilene kılavuzlar.

14Ve onlar, ancak kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki taşkınlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından “adı konmuş bir süre sonuna kadar” sözü geçmemiş olsaydı aralarında kesinlikle gerçekleştirilirdi. Ve şüphesiz kendilerinden sonra Kitab’a vâris kılınan kişiler, Kur’ân’dan kesinlikle kararsızlığa götüren bir kuşku içindedirler.

                                                                                  (Şûrâ/13-14)

17Ve onlara Allah’ın Kendine özgü işlerine dair apaçık deliller verdik. Sonra onlar, yalnızca, kendilerine bilgi geldikten sonra aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeylerde kıyâmet günü aralarında karar verecektir.

18Sonra da seni Allah’ın Kendine özgü işlerinden apaçık bir yol haritası/ toplu yaşam ilkeleri sahibi yaptık. Artık sen, ona uy, bilmeyen kimselerin boş-iğreti arzularına uyma.

                                                                                        (Câsiye/17-18)

 

106Biz, bir âyetten/alâmetten/göstergeden her neyi kaldırır veya söylettirmezsek, ondan daha iyisini yahut benzerini getiririz. Sen, Allah’ın şüphesiz her şeye en iyi güç yetiren olduğunu bilmedin mi?

107Göklerin ve yerin egemenliğinin şüphesiz yalnız Allah’a ait olduğunu ve sizin için Allah’ın astlarından bir yakın ve bir yardımcı olmadığını bilmedin mi?

Bu âyetlerde, Ehl-i Kitap kâfirlerinin tuzaklarına karşı mü’minler uyarılmakta; onların kargaşa çılarmak için ileri sürdükleri safsatalar ortadan kaldırılmaktadır. Bu âyetlerin iniş sebebi hakkındaki nakiller şöyledir:

Yahûdiler, Ka‘be’ye yönelmeleri hususunda Müslümanları kıskandıklarından dolayı İslâm’a dil uzatmaya ve “Muhammed ashâbına önce bir hususu emrediyor, sonra da onlara o işi yasaklıyor. O bakımdan Kur’ân olsa olsa o’nun tarafından uydurulmaktadır. Bundan dolayı bir kısmı ile öteki kısmı birbiriyle çelişmektedir” demeye koyuldular. Bunun üzerine de Yüce Allah, Biz, bir âyetin yerine diğer bir âyeti getirdiğimiz vakit (Nahl/16/101) buyruğu ile …nesheder veya unutturursak buyruğunu indirdi.[19]

Bil ki bu, Yahûdilerin İslâmiyet aleyhindeki ikinci çeşit dedikodularıdır. Onlar şöyle demişlerdir: “Ashabına önce bir şey emredip, sonra yasaklayıp daha sonda da aksini emreden ve bugün söylediğinden yarın dönen Muhammed’e (s.a) bakmaz mısınız?” İşte bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştur.[20]

Anlaşıldığına göre bu âyet, Yahûdilerin, mü’minlerin zihnini bulandırıp şüphe uyandırmak için sordukları bir suale cevap niteliğindedir. Onlar, “Kur’ân, hem önceki kitapların Allah tarafından indirildiğini söylüyor, hem de onlardakinden farklı emirler veriyor” diyorlardı. Onların bu sorusu, gerçeği öğrenmeye yönelik değil, zihinleri bulandırmaya yönelikti.

نسخ[nesh], “bir şeyi iptal ve izale edip onun yerine başka bir şeyi koymak” demektir. Güneş gölgeyi giderip gölgenin yerini tuttuğu vakit, “Güneş, gölgeyi neshetti” derler.[21] Bu sözcüğün, istinsah, nüsha, tenâsuh gibi türevleri Türkçe’ye de geçmiştir.

Eserlerde önemli bir yer tutan nesh konusunda birçok fikir üretilmiştir. Kelam kitaplarında nesh, “şer‘an yerleşmiş bulunan bir hükmü daha sonra gelen bir hitap ile ortadan kaldırmaktır” şeklinde tarif edilmiştir.

Bu tanımdan hareketle Kur’ân’da neshin vâki olduğu iddia edilmiş ve âyetin âyetle neshi, âyetin hadis ve icma ile neshi gibi konular tartışılmıştır.

Bunun dışında, Kur’ân’da hem lafzı, hem hükmü neshedilen, lafzı neshedilip hükmü bırakılan âyetlerin olduğu ileri sürülmüştür. Keçinin yediği Recm âyeti (!), Âişe vâlideye fatura edilen sözde “rıda” [süt emme] âyetleri (!) ve Ahzâb sûresi’nin Bakara sûresi’nden bile uzun iken daha sonra mevcut âyetlerin dışındakilerin neshedildiği gibi iddialar ortaya atılmıştır.

Yüz altıncı âyetin ifadeleri farklı sözcüklerle Nahl sûresi’nde de yer almıştır.

101Ve Biz bir âyet yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman –Allah ne indirdiğini daha iyi bilen olmasına rağmen– onlar, “Sen, ancak bir uydurucusun” dediler. İşin doğrusu onların çoğu bilmiyorlar.

(Nahl/101)

Rabbimiz bu ayetlerde peygamberlere gelen vahyin evrensel hükümler içerenleri hariç, yöresel ve süreli olanlarından bazısının kaldırılması meselesine işaret etmektedir. Buna göre, Rabbimiz daha evvel gönderdiği kitaplardaki yöresel ve süreli ilkeleri kaldırıp onların yerine Kur’an ile evrensel ve tüm zamanlara yönelik ilkeleri getirmiştir.

Bu meseleyi şu ayetler ile daha iyi anlayabiliriz:

146Ve Biz Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşınan, ya da kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun yağlarını da onlara haram ettik. Bu, saldırganlıkları yüzünden Bizim onları cezalandırışımızdır. Ve Biz, elbette doğrularız.

(En’am/146)

 

93,94Tevrât indirilmeden önce, İsrâîl’in/Ya‘kûb’un kendisine haram kıldığı dışında, yiyeceklerin hepsi İsrâîloğulları için helal idi. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, hemen Tevrât’ı getirip de onu okuyun. Artık kim bundan sonra Allah’a karşı yalan uydurursa, artık işte onlar yanlış, kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir.”

                                                                                             (Âl-i Imran/93)

160,161Sonra da Yahudileşen kimselerden olan haksız davranışlar, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde riba almaları [emeksiz, hizmetsiz, risksiz kazanç sağlamaları] ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve Yahudileşenlerden kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.

                                                                                         (Nisa/160, 161)

15,16Ey Kitap Ehli! Kesinlikle, Kitap’tan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açığa koyan, çoğundan da vazgeçen Bizim Elçimiz size geldi. Kesinlikle size, Allah’tan bir ışık ve apaçık bir Kitap geldi. Allah, o Kitabla kendi rızasına uyanları selâmet yollarına kılavuzlar. Onları Kendi bilgisi ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola kılavuzlar.

                                                                           (Maide/15,16)

 

156,157Allah diyor ki: “Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah’ın koruması altına girenlere, zekâtını; vergisini verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl’de yazılmış bulacakları Anakentli/ Mekkeli Peygamber, o Elçi’ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O’na iman eden, O’na kuvvetle saygı gösteren, O’na yardımcı olan ve O’nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”

                                                                                    (A’raf/156,157)

 

Bu ayetlerde “çoğundan da vazgeçen” ve “sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren ifadesiyle Tevrat’ın tamamının Kur’an’da tekrarlanmadığı bildirilmektedir. Burda “vazgeçilen bölüm” ile kastedilen, “Tevratta yer alan, İsrailoğullarını direkt hedef alan evrensel olmayan uyarılar, o zaman ki yaptıkları işler ve bunlara yapılan uyarılar, onlara nakledilen kıssalar vs. cinsinden şeyler”dir.

Buradan Arap toplumuna, Arabistan coğrafyasına özgü Kur’an’daki ilkelerin diğer coğrafya ve uluslarda sorgulanması söz konusudur.

Burada sözü edilen “kaldırma” işleminin anlamı, Resulullah’a gelmiş vahiylerin değiştirilmesi, unutturulması, terk ettirilmesi değildir. Rabbimiz Kur’an’da bunların söz konusu olmayacağını daha ilk vahiylerde bildirmiştir:

6-8Bundan böyle sende bilgi birikimi sağlayıp onu başkalarına ulaştırtacağız sonra da sen unutmayacaksın/ terk etmeyeceksin. Ancak Allah dilerse başkadır. Kuşkusuz ki O, açığı da bilir, gizliyi de. Ve sana “En Kolay Olan”ı/ seni en çok mutlu edecek olan şeyleri kolaylaştıracağız.

                                                                                               (A’la/6-8)

Görüldüğü üzere burada zikredilen nesh, Kur’ân âyetleri arasında olmayıp, dinler arasındadır.

  1. âyetteki, âyet kelimesi, “mucize” manasına alındığında ise, evrendeki değişim ve gelişimi ifade eder. Allah ise, her an bir işte, bir yaratıştadır. Ve her yeni yarattığı eskisinden, ortadan kaldırdığından daha yararlıdır.

Ayrıca bu mucizeler, gönderdiği elçiler için yarattığı mucizeler olarak da ele alınabilir. İnkârcıları ikna etmek için peygamberlere mucizeler verildiği malumdur. Elçilerin mucizeleri farklı olmakla birlikte bir sonraki, evvelkinden daha büyük ve yararlıdır. En son âyet [mucize] ise, hepsinden daha yararlı ve etkindir. Onun için geçmiştekilerin benzeri mucize talep edenlere, Kendilerine okunan Kitab’ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? denilmiştir.

50Ve onlar, “Ona Rabbinden alâmetler/ göstergeler indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki: “Alâmetler/ göstergeler ancak Allah’ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.”

51Kendilerine okunan Kitab’ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.

                                                                                              (Ankebût/50,51)

108Yoksa siz Elçinizi, bundan önce Mûsâ’nın sorgulandığı gibi, sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Ve her kim imanı, küfürle değiştirirse, artık o, düz yolun ortasını kaybetmiş olur.

Âyetin açık ifadesinden anlaşıldığına göre, bazıları, İsrâîloğulları’nın Mûsâ’ya yaptığı gibi, Peygamber’i sorgulamak istemişler, bu yüzden de kınanmışlardır. Klasik kaynaklarda bu âyetin mü’minlerden bazıları hakkında indiği nakledilir:

Yoksa siz de daha önce Mûsâ’dan açıkça Allah’ı kendilerine göstermelerini istedikleri gibi Peygamberinizden istemeye mi kalkışacaksınız? Onlar da Muhammed’den (s.a) Allah’ı ve melekleri kâfile hâlinde getirmesini istemişlerdi. İbn Abbâs ve Mücâhid’den gelen rivâyete göre onlar Hz. Peygamber’den Safâ tepesini altına dönüştürmesini istemişlerdi.

Yine İbn Abbâs’tan gelen rivâyete göre bu âyet-i kerîme, Râfi b. Huzeyme ile Vehb b. Zeyd’in, Peygamber’e (s.a), “Bize semadan okuyacağımız bir kitap getir ve bizim için nehirler fışkırt ki, sana uyalım” demeleri üzerine nâzil olmuştur.[22]

Muhammed ibn İshâk der ki: Bana Muhammed ibn Ebî Muhammed İkrime’den veya Sa‘îd’den o da Abdullah ibn Abbâs’tan nakletti ki, o şöyle demiş: Râfî ibn Hureymle –veya Vehb ibn Zeyd– dedi ki: “Yâ Muhammed! Bize gökten bir kitap getir ki onu okuyalım, bize yerden bir ırmak fışkırt ki sana tâbi olup doğrulayalım.” Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i celîle’yi inzâl buyurdu: Yoksa daha önce Mûsâ’ya sorulduğu gibi siz de Peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz?[23]

Mücâhid, Yoksa daha önce Mûsâ’ya sorulduğu gibi siz de Peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz âyeti konusunda dedi ki: “Mûsâ’dan kendilerine Allah’ı apaçık göstermesini istemişlerdi. Kureyşliler de Hz. Muhammed’den, kendilerine Safâ tepesini altın yapmasını istemişlerdi. O, ‘Evet’ deyince, ‘Eğer küfrederseniz bu sizin için İsrâîloğulları’nın sofrası gibidir’ buyurmuştu. Onlar imtina ve rücû ettiler.” Süddî ve Katâde’den de buna benzer rivâyet nakledilir. En iyisini Allah bilir.[24]

Bizim kanaatimize göre, yoksa siz ifadesiyle muhatap alınanlar, “Rasûlullah dönemindeki mü’minler ile Medîne’de yaşayan Yahûdiler”dir. Zira Yahûdiler, bu sûrenin 47. âyetinden itibaren muhatap konumundadırlar. Buna göre, İsrâîloğulları’nın Mûsâ’ya yaptıkları gibi, onlar da Rasûlullah’tan olmayacak şeyler istemiş, o’nu sorgulamaya kalkmışlardır. Kur’ân’dan ve târihi bilgilerden anlaşıldığına göre Medîne Yahûdileri, mü’minlere anlaşılması güç ve gereksiz sorular yöneltiyorlar ve onları Rasûlullah’a da sormaları için ayartmaya çalışıyorlardı.

153Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ’dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de: “Allah’ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da haksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde altını ilâh edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz, Mûsâ’ya apaçık bir kanıt verdik.

                                                                                (Nisâ/153)

90-93Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!”

                                                                                        (İsrâ/90-93)

7,8Ve inkâr etmiş olanlar: “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece O’nunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar: “Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz” da dediler.

                                                                                        (Furkân/7-8)

61Ve hani bir zamanlar siz, “Ey Mûsâ! Biz, tek yemeğe asla dayanamayız, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. Mûsâ da size, “O, üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/ Mısır’a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır” demişti. Ve üzerlerine aşağılık ve meskenet damgalandı ve sonunda Allah’tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, küfretmiş; Allah’ın âyetlerini bilerek reddetmiş olmaları ve peygamberleri haksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir.

                                                                                        (Bakara/61)

55Hani bir zamanlar da siz, “Ey Mûsâ! Biz, Allah’ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız” demiştiniz de bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti.

                                                                                     (Bakara/55)

Âyetteki, Ve her kim imanı küfürle değiştirirse artık o, düz yolun ortasını kaybetmiş olur ifadesinden anlaşıldığına göre Peygamber’den gerçekleştiremeyeceği şeyleri istemek, o’na lüzumsuz sualler sormak insanı küfre götürebilir. Böylece mü’minlere, gereksiz sualler sormaları/gereksiz isteklerde bulunmaları yasaklanmış, Allah’ın serbest bıraktığı şeylerden istifade etmeleri tavsiye edilmiştir:

101Ey iman etmiş kimseler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın/ istemeyin. Eğer onlardan Kur’ân indirilirken sorarsanız/ isterseniz de size açıklanır. Allah, onlardan geçmiştir, onları bağışlamıştır. Ve Allah, çok bağışlayan ve çok yumuşak davranandır.

                                                                                     (Mâide/101)

109Kitap Ehlinden birçoğu, gerçek kendileri için ortaya konduğu hâlde, benliklerindeki kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler olmaya çevirmek isterler. Buna rağmen siz, Allah’ın emri gelinceye kadar af ile, hoşgörüyle davranın. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.

110Ve siz, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun-ayakta tutun] ve zekat’ı; Allah’ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergiyi verin! Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir.

Bu âyetlerde de Ehl-i Kitap kâfirlerinin hasetleri nedeniyle mü’minlere kurdukları tuzaklar beyân edilmekte, onların oyunlarına karşı mü’minler uyarılmakta ve yapmaları gereken şeyler bildirilmektedir.

İnsanlarda haset duygusu; düşmanlık, öfke, kin, aşağılık ve üstünlük kompleksi, çıkarcılık, bencillik, kendini beğenmişlik, hırs gibi sebeplerle oluşmaktadır. Bu duygu ve zararları hakkında Felâk sûresi’nde verdiğimiz bilgiye bakılabilir.[25] Ehl-i Kitap, işte bunlardan dolayı mü’minlere karşı kıskançlık göstermiş ve İslâmî gelişmeyi engellemeye çalışmışlardır.

Klasik kaynaklarda bu âyetlerin inişi ile ilgili şu nakiller yer almaktadır:

Buhârî ve Müslim’de Usâme b. Zeyd’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a), üzerinde Fedek’te dokunmuş kadife bulunan bir eşeğe binmişti. Arkasında da Usâme vardı. Hz. Peygamber, Bedir savaşı’ndan önce Hâris b. Hazrecoğulları arasında [mahallesinde] bulunan Sa‘d b. Ubâde’yi ziyarete gidiyordu. Yolda giderken –aralarında Abdullah b. Ubey b. Selûl’un da bulunduğu– oturan bir grubun yanından geçerler. Bu sırada henüz Abdullah b. Ubey İslâm’a girmemişti. O mecliste Müslümanlar, müşrikler, Yahûdiler hep birlikte karışık oturuyorlardı. Müslümanlar arasında Abdullah b. Revâha da vardı. Eşeğin çıkardığı toz orada oturanların üzerine gelince İbn Ubey cübbesiyle burnunu kapattı ve dedi ki:

— Bize toz çıkarmayın.

Rasûlullah (s.a) da selâm verdikten sonra durdu ve indi. Onları Yüce Allah’ın yoluna davet etti, onlara Kur’ân-ı Kerîm okudu. Abdullah b. Ubey b. Selûl o’na şöyle dedi:

— Ey kişi! Eğer söylediğin doğru ise bundan daha güzel bir şey olamaz. Fakat oturduğumuz yerlerimize kadar gelip o sözlerle bizi rahatsız etme. Sen kendi evine git, orada sana gelene onu anlatırsın.

Abdullah b. Revâha ise şöyle dedi:

— Hayır, yâ Rasûllallah, bizim oturduğumuz yerlerde de yanımıza gel, biz bu işi severiz.

Bunun üzerine müşrikler, Müslümanlar ve Yahûdiler karşılıklı olarak birbirlerine sövüp saymaya koyuldular. Az kalsın birbirlerine gireceklerdi. Rasûlullah (s.a) onları teskin etmeye çalıştı, sonunda teskin oldular. Sonra Rasûlullah (s.a) bineğine bindi ve Sa‘d b. Ubâde’nin yanına varıncaya kadar yoluna devam etti. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:

— Ey Sa‘d! Sen Ebû Hubab’ın –Abdullah b. Ubeyy’i kasdediyor– şöyle şöyle dediğini duymadın mı?

Sa‘d b. Ubâde şöyle dedi:

— Ey Allah’ın Rasûlü! Anam-babam sana feda olsun, sen onu affet ve görmezlikten gel. Sana hakk ile Kitabı indirene yemin ederim ki; Allah senin üzerine indirdiği hakk ile seni bize gönderdiği sırada bu belde halkı ona taç giydirmek ve başlarına hükümdar olarak geçirmek üzere anlaşmış bulunuyorlardı. Fakat Allah, sana verdiği hakk ile bunu geri çevirince, bu sebebten dolayı hevesi kursağında kaldı. İşte senin o gördüğün işi bundan dolayı yapmıştır.

Bunun üzerine de Rasûlullah (s.a) onu affetti.[26]

Rivâyet edildiğine göre Finhas ibn Azurâ, Zeyd ibn Kays ve Yahûdilerden bir grup, Uhud muhârebesi’nden sonra Huzeyfe ibn el-Yemanî (r.a) ile Ammâr ibn Yâsir’e (r.a) şöyle demişlerdir:

— Başınıza gelenleri görmediniz mi? Şâyet sizin yolunuz hakk olsaydı, siz hezimete uğramazdınız; bu sebeple dinimize dönün, bu sizin için daha hayırlı ve daha faziletli bir şeydir. Çünkü biz sizden daha doğru yoldayız.

Bunun üzerine Ammâr şöyle dedi:

— Sizin aranızda, birisinin ahdini bozması nasıl karşılanır?

Onlar da şöyle karşılık verdiler:

— Bu, şiddetli bir tepkiyle karşılanır.

Ammâr da şöyle dedi:

— Ben, yaşadığım sürece Hz. Muhammed’i (s.a) inkâr etmeyeceğime dair ahdettim.

Buna karşılık Yahûdi şöyle dedi:

— İyi bilin ki, bu da sapıtmış.

Huzeyfe de şöyle dedi:

— Bana gelince, ben Allah’ı rabb, İslâm’ı din; Kur’ân’ı imâm, Ka‘be’yi kıble ve mü’minleri de kardeş olarak seçtim.

Sonra Ammâr ile Huzeyfe, Rasûl-i Ekrem’in (s.a) yanına gelerek, durumu anlattılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:

— Siz hayra isâbet ettiniz ve kurtuluşa nail oldunuz.

İşte âyet, işte bu hâdise üzerine nâzil oldu. Bil ki biz, önce haset hususunda konuşup, daha sonra tefsire döneceğiz.[27]

Bu arada şunu da hatırlatmış olalım; hayırda yarışmak haset değildir.

21Rabbinizden bir bağışlanmaya, Allah’a ve elçilerine inananlar için hazırlanmış, genişliği gökle yerin genişliği gibi olan cennete yarış yapınız. İşte bu, Allah’ın, dilediğine verdiği armağandır. Onu dilediğine verir. Ve Allah, büyük armağan sahibidir.

                                                                                        (Hadîd/21)

18-21Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! “Ebrar”ın/iyi adamların kaydı, kesinlikle Illıyyin’dedir. –Illıyyin’in ne olduğunu sana ne bildirdi? Yaklaştırılmışların tanık olduğu rakamlanmış/ yazılmış bir kayıttır!–

22-28Şüphesiz ki “Ebrar/iyi adamlar”, elbette, Naim’in içindedirler, tahtlar üzerinde beklenti içindedirler. Yüzlerinde nimetin aydınlığını görürsün. Onlar, mühürlü saf bir içkiden sulanırlar. Ki onun mühürü/ neticesi misktir. Karışımı Tesnim’dendir. Yaklaştırılmışların içecekleri bir pınardandır. –Artık yarışanlar, işte bunda yarışmalıdırlar.–

                                                                                   (Mutaffifîn/18-28)

Bu âyette verilen mesajlar, Âl-i İmrân sûresi’nde de yer almıştır:

186Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız konusunda yıpranacaksınız/imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine Kitap verilen kimselerden ve ortak koşan kimselerden birçok eza; can sıkıçı, sinir bozucu şeyler de işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’ın koruması altına girerseniz, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir.

                                                                                (Âl-i İmrân/186)

Âyetteki, Buna rağmen siz, Allah’ın emri gelinceye kadar af ile, hoşgörüyle davranın ifadesiyle, Müslümanların ikinci bir emre kadar bu stratejiyi izlemeleri; Ehl-i Kitaba karşı af ve hoşgörü ile davranmaları, onlarla tartışma, kavga ve münâkaşaya dalmamaları, sabırla Allah’ın yeni hükmünü beklemeleri istenmekte ve ileride stratejinin değişeceği, inkârcılara farklı davranma emri verileceği işareti verilmektedir.

  1. âyetteki, Ve siz salâtı ikâme edin ve zekâtı verin! Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir ifadeler ile de mü’minlere, topluca yapmaları gereken ödevler bildirilmekte, bunları yaptıkları takdirde de karşılıklarını alacakları bildirilmektedir.

Salât ve salâtın ikâmesi hakkında açıklama yapmıştık. Kısaca الصّلوة [salât], “destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak; sorunların çözümünü üzerine almak”tır. Ancak hemen belirtelim ki, buradaki sorunlar, bireysel ve toplumsal sorunları birlikte kapsamaktadır. Dolayısıyla الصّلوة [salât] sözcüğünün anlamını, “yakın çevrede bulunan muhtaçlara yardım” boyutuna indirgemek doğru değildir. Yapılacak yardımın, sağlanacak desteğin gerçekleştirilme şeklinin ise “zihnî ve mâlî” olmak üzere iki yönü bulunmaktadır:

* Zihnî yönü ile salât; eğitim ve öğretimle bireyleri, dolayısıyla da toplumu aydınlatmak, rüşde erdirmek; en sağlam yola iletmek,

* Mâlî yönü ile salât ise; çeşitli iş imkânları oluşturmak, hastalıkta, emeklilikte ve afetlerde devreye giren güvence sistemleri ile bireylerin mâlî sıkıntılarına yardımcı olmak, onları zor günlerinde sırtlamak, böylece de toplumun sıkıntılarını gidermek demektir.

إقام الًصّلوة[İQÂMİ’S-SALÂT/SALÂT’IN İKÂMESİ]

Salâtın ikâmesi ile ilgili, emir ve haber cümlesi niteliğinde Kur’ân’da yüzlerce ifade mevcut olup, bu ifadeler genellikle “namazı doğru kıl, namazlarını dosdoğru kılarlar” şeklinde çevirilegelmiştir. Sözcüklerin tahlili bu çevirilerin, ifadenin anlamını yansıtmakta yetersiz kaldığını, hatta yanlış olduğunu göstermektedir.

“Salât” sözcüğünün anlamı yukarıda açıklandığı için burada “iqâm” sözcüğünü tahlil edeceğiz: Q-v-m harflerinden oluşan iqâm sözcüğü, “oturmak” fiilinin karşıtı olan qıyâm sözcüğünün if‘âl babından mastarıdır ve lügatlerde bu kalıbın anlamı; “ayağa kaldırmak, dikmek, ayakta tutmak” olarak belirtilmiştir.

Buna göre إقام الصّلوة[iqâmi’s-salât] tamlamasının anlamı da, “zihnî ve mâlî yönlerden yapılan yardım ve destekle sorunların üstlenilerek giderilmesi işlerinin gerçekleştirilmesi, gerçekleştirildikten sonra da sürdürülmesi, yani ayakta tutulması” demek olmaktadır.

Bunu somutlaştırarak ifade etmek gerekirse “salâtın ikâmesi”;

* Zihnî yönü ile, eğitim ve öğretimin yapılması için okullar, halk evleri, halk eğitim merkezleri açılması ve bunların [maarif sisteminin] ayakta tutulması,

* Mâlî yönü ile, iş alanları açılması, Emekli Sandığı, Bağkur, SSK gibi sosyal güvenlik sistemlerinin teşkil edilmesi, yoksul ve yetimlerin desteklenerek –bekâr ve dulların çeyizlerinin temin edilmek sûretiyle evlendirilmesi de dâhil– her türlü sorunlarının sırtlanması, her türlü sıkıntılarının giderilmesi için kurumlar oluşturulması ve bunların sürekli yaşatılarak ayakta tutulması demektir.

Âyette, –Kur’ân’ın bir çok yerinde olduğu gibi– salâtın ikâmesi ile zekâtın verilmesi bir arada zikredilmiştir. Zira, zekât ve infak olmadan salâtın ikâmesi mümkün değildir. Salât, salâtın ikâmesi ve namaz hakkında, Ankebût sûresi’nin sonundaki müstakil yazımıza bakılabilir.[28]

111Bir de inananları Yahûdileştirmek, Hristiyanlaştırmak isteyenler, “Yahûdi ve Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek” dediler. Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, delilinizi getirin.”

112Hayır, aksine kim iyileştiren-güzelleştiren biri olarak kendisini Allah için islâmlaştırırsa, işte onun, Rabbi katında ödülü vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de.

113Ve Yahûdiler, “Hristiyanlar, bir şey üzerinde değillerdir/ onların kayda değer bir yanları yoktur” dediler. Hristiyanlar da, “Yahûdiler, bir şey üzerinde değillerdir/ onların kayda değer bir yanları yoktur” dediler. Oysa onlar, kitabı okuyorlar. Bilmeyen kimseler de onların sözü gibisini dediler. Artık içinde anlaşmazlık edip durdukları şeylerde, kıyâmet günü aralarında Allah hüküm verecektir.

Bu âyet grubunda da İsrâîloğulları kâfirlerinin kuruntuları, Yahûdi ve Hristiyanların cenneti kendi tekellerinde gördükleri zikredilip kendilerine gerekli cevaplar verilmiştir.

Onlar [inananları Yahûdişetirmek, Hristiyanlaştırmak isteyenler], herhangi bir kanıta dayanmadan, kuruntularından hareketle, “Yahûdi ve Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek” diyorlar.

Hâlbuki, cennete, “iyileştiren-güzelleştiren biri olarak yüzünü [kendisini] Allah için islâmlaştıran kimse” girecek ve onlar orada korkusuz ve üzüntüsüz yaşayacaklardır.

Yahûdiler, “Hristiyanlar bir şey üzerinde değillerdir”; Hristiyanlar da, “Yahûdiler bir şey üzerinde değillerdir” diyerek birbirlerini aşağılamaktadırlar. Oysa onlar kitab’ı okuyorlar. Böyle şeyler dememeleri gerekirdi.

  1. âyetteki Hristiyan ve Yahûdilerin birbirleri hakkındaki, Onlar bir şey üzerinde değillerdir ifadeleri, “onlar, değer verilen ve itibar edilen bir şey üzerinde değiller” demektir. Buna göre Yahûdiler, kendilerini doğru yolda olduğunu ve Hristiyanların itibar edilecek, değer verilecek bir dinlerinin olmadığını; Hristiyanlar da Yahûdilerin dininin itibar edilecek bir niteliği olmadığını ileri sürüyorlardı.

Nitekim onlarla ilgili olarak Mâide sûresi’nde şöyle buyurulmuştur:

67Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Ve eğer bunu yapmazsan, o zaman O’nun verdiği elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumuna kılavuzluk etmez.

                                                                                     (Mâide/67)

  1. âyette, birbirleri hakkında ithamlarda bulunan, birbirlerini hakktan uzak olmakla suçlayan, cenneti tekellerinde gören her iki gruba da, Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, delilinizi getirin” ifadeleriyle sert bir eleştiri yöneltiliyor. Sonra da, kim iyileştiren-güzelleştiren biri olarak yüzünü [kendisini] Allah için islâmlaştırırsa, işte onun, Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de ifadeleriyle hakikat ortaya konuyor. Onların bu kuruntuları, 135-141. âyetlerde de konu edilecektir.

Yüz onbirinci ayetin orijinalinde geçen “ Emaniy” sözcüğünün kökü “ مm نn ىy” olup asıl anlamı “ölçme, ayarlama” demektir.[29] Bu kökten türemiş olan “ امنيةümniyye” ve “ امانىemâniyye” sözcükleri, “herhangi bir belgeye bilgiye dayanmadan kişinin arzuları doğrultusunda çıkarlarına uygun olarak yaptığı ayarlar, ölçümlemeler, beklentiler; inanış/inanışlar” demektir. Biz buna kısaca “kişisel kuruntular” diyebiliriz.

Sözcüğün bu anlamı, Kalem ve Müddessir surelerinde Rabbimiz tarafından ayrıntılı olarak açıklanmıştır:

Kalem/36- 41:

36Neyiniz var, nasıl hükmediyorsunuz? 37,38Yoksa içinde, ders aldığınız şeyler: “Siz bu âlemde neyi seçerseniz/beğenirseniz o kesinlikle sizin olacak” garantisi verilmiş olan size ait bir yazılı belge mi var? 39Ya da size karşı kıyâmet gününe kadar sürecek, “Siz her ne hüküm verirseniz kesinlikle öyle olacak” diye üzerimizde yeminler/taahhütler; üstlenmeler mi var?

40Sor bakalım âhireti yalanlayan o kişilere, içlerinden böyle bir şeyi hangisi garanti etmektedir? 41Yoksa onların ortakları mı var? O hâlde ortaklarını getirsinler, eğer doğrulardan iseler.

Müdessir/15-25:

15Tüm bunlardan sonra hırs ile Benim daha da arttırmamı istiyor. 16Kesinlikle onun düşündüğü gibi değil! Şüphesiz o, Bizim âyetlerimize/ alâmetlerimize/ göstergelerimize karşı bir inatçı kesildi. 17Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım.     18-25Şüphesiz o, düşündü ve ölçü koydu. –Artık o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu! Yine o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu!– Sonra baktı. Sonra yüzünü buruşturdu, kaşlarını çattı. Sonra, arkasını döndü ve böbürlendi de: “Bu, söylenti hâlinde gelen bir büyüden başka bir şey değil. Bu, beşer sözünden başka bir şey değil” dedi.

Bu sözcüğü ileride Bakara/ Nisâ/119, 120, 122, 123: Hadîd/14 ve Hacc/52. âyette de göreceğiz.

 ÂYETİN NÜZÛL SEBEBİ

Rivâyet edildiğine göre Necran Hristiyanları heyeti Hz. Peygamber’in (s.a) yanına gelince, Yahûdi âlimleri de gelip onlara katılmıştı. Böylece onlar kendi aralarında münâkaşaya tutuştular ve sesleri yükselmeye başladı. Bunun üzerine Yahûdiler Hristiyanlara, “Siz dinî bakımdan, hiçbir hakk üzerine değilsiniz” deyip Hz. İsâ (a.s) ve İncîl’i inkâr ettiler; Hristiyanlar da onlara aynı şeyi söyleyip Hz. Mûsâ (a.s) ve Tevrât’ı inkâr ettiler.[30]

Âyetteki, Oysa onlar, kitab’ı okuyorlar. Bilmeyen kimseler de onların sözü gibisini dediler. Artık içinde ihtilaf edip durdukları şeylerde, kıyâmet günü, aralarında, Allah hüküm verecektir ifadeleriyle, kitabı bilenlerin bilmeyenler gibi konuşmaları kınamaktadır. Câhillerin birbirini itham edip küçümsemeleri az da olsa mazur görülebilir, ama bilenlerin birbirine karşı böyle davranmaları asla mazur görülemez.

Paragrafın son cümlesi, bir değerlendirme niteliğindedir. Buna göre, kıyâmet günü, iki grup arasındaki ihtilaflı konular hakkında hükmü bizzat Allah verecektir, ki –Kur’ân’dan öğrendiğimize göre her iki grup da hakktan uzak olduklarından– bunun anlamı, her iki grubun da cezalandırılacağıdır.

Onların ihtilaf etikleri şeylerin neler olduğu ise şu âyetlerde yer almıştır:

159Şüphesiz dinlerini parça parça edip grup grup olan şu kimseler; sen hiçbir şekil ve davranışça onlardan değilsin. Şüphesiz onların işi Allah’adır. Sonra Allah, onlara yapmakta oldukları şeyleri haber verecektir.

                                                                      (En‘âm/159)

213İnsanlar tek bir önderli toplum idi de Allah müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve anlaşmazlık ettikleri konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile kitap indirdi. Ve sırf o Kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar.

                                                                          (Bakara/213)

76Hiç şüphesiz ki, bu Kur’ân İsrâîloğulları’na, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin birçoğunu aktarıp anlatmaktadır.

                                                                                (Neml/76)

64Ve Biz, sana Kur’ân’ı sırf hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeyleri onlar için açığa koyasın diye ve iman edecek bir topluma bir kılavuz, bir rahmet olarak indirdik.

                                                                                     (Nahl/64)

68De ki: “Ey Kitap Ehli! Tevrât’ı, İncîl’i ve Rabbinizden size indirilen kuralları hayata geçirmedikçe hiçbir şey üzerinde değilsiniz.” Şüphesiz ki Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunda azgınlığı ve küfürü; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeyi artırıyor. Öyleyse kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumu için üzülme!

                                                                                  (Mâide/68)

114Ve Allah’ın tanıtıldığı-öğretildiği okullarını, içlerinde Allah’ın adı anılmasın diye engelleyen ve onların yıkımı için uğraşan kişiden daha kendi benliğine haksızlık eden kim olabilir?!.. Böylelerinin, Allah’ın tanıtıldığı-öğretildiği o okullara girmeleri ancak korka korka olacaktır. Onlar için dünyada bir rezillik vardır. Bunlar için âhirette de büyük bir azap vardır.

115Ve doğu-batı [her yön] yalnızca Allah’ındır. Öyleyse her nereye yönelirseniz, artık orası Allah’ın yüzüdür. Şüphesiz Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, en iyi bilendir.

Bu âyetlerde, Allah’ın mescidlerinin fonksiyonlarını engelleyenlerin insanlığa verdikleri zararlara değinilerek böyleleri kınanmakta ve bu tür kimselerin bu mescidlere ancak korkarak girebilecekleri belirtilmekte; ardından da karşılaşacakları âkıbet –ki dünyada rezil olmak, âhirette de büyük bir azaba maruz kalmaktır– açıklanmaktadır.

Bu âyet grubu, müstakil bir necmdir. Klasik kaynaklar âyeti geçmişe ait bir haber kabul ederler:

  1. a) İbn Abbâs şöyle demiştir: “Hristiyan bir hükümdar, Beyt-i Makdis’i istilâ ederek harap etmiş, leşlerle doldurmuş, oranın halkını kuşatıp bir kısmını öldürmüş, bir kısmını esir almış ve Tevrât’ı da yakmıştı.” Hz. Ömer (r.a) zamanında, Müslümanlar onarıncaya kadar Beyt-i Makdis harab bir hâldeydi.
  2. b) Hasan el-Basrî, Katâde ve Süddî şöyle demişlerdir: “Bu âyet-i kerîme Buhtunnasr hakkında nâzil olmuştur. Çünkü o, Beyt-i Makdis’i harab etmiş, bazı Hristiyanlar da Yahûdilere olan öfkelerinden dolayı ona yardımcı olmuşlardı.”

Ebû Bekr er-Razî, Ahkâmu’l-Kur’ân‘ında şöyle demiştir: “Âyetin sebeb-i nüzûlü olarak yukarıda belirtilen bu iki görüş de yanlıştır. Çünkü siyer âlimleri arasında Buhtunnasr’ın zamanının, Hz. Îsâ’nın doğumundan çok önce olduğu hususunda bir anlaşmazlık söz konusu değildir. Hristiyanlık, Mesîh’den sonra olmuştur. O hâlde onlar Beyt-i Makdis’i tahrib konusunda, Buhtunnasr ile nasıl beraber olmuş olabilirler? Hem yine Hristiyanlar da Yahûdiler gibi, Beyt-i Makdis’e tazim gösterileceğine inanırlar, hatta onlardan daha fazla… Binaeleyh, Beyt-i Makdis’in tahribi hususunda, onlar tahripçilere nasıl yardım etmiş olabilirler?!”

  1. c) Âyet-i kerîme, Hz. Peygamber’i (s.a) Mekke’de Allah’a davetten menederek hicrete zorlayan Arap müşrikleri hakkında nâzil olmuştur. Böylece o müşrikler hem Hz. Peygamber’e (s.a), hem de O’nun ashâbına Mescid-i Harâm’da, Allah’ı anma hususunda mâni olmuşlardır. Hz. Ebû Bekr (r.a) evinin yanında bir mescid yapmış, ancak buradan da menolunmuştu. Ona eziyyet edenler arasında Kureyş’in çocukları ve kadınları da bulunuyordu.[31]

Bu âyet-i kerîmenin kimler hakkında nâzil olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Müfessirler bunun Buhtnassar hakkında indiğinden söz etmektedirler. Çünkü Beytü’l-Makdis’i yıkmıştı. İbn Abbâs ve başkaları da “Hıristiyanlar hakkında inmiştir” demektedirler. Anlamı da şu olur: Ey Hristiyanlar! Kendinizin cennetlik olduğunuzu nasıl iddia edebilirsiniz? Hâlbuki siz Beytü’l-Makdis’i yıktınız, orada namaz kılınmasını engellediniz. Buna göre âyet-i kerîmenin anlamı, Beytü’l-Makdis’i tazim etmelerine rağmen Hristiyanların oraya reva gördükleri işlerin hayret edilecek bir şey olduğunu ifade eder. Şu kadar var ki onlar bu işi sadece Yahûdilere olan düşmanlıkları dolayısıyla yapmışlardır.[32]

Âyetin nüzûl sebebi ile ilgili dördüncü görüş İbn Zeyd’e aittir. O şöyle demiştir: Yahûdiler Peygamber’in (s.a) Beytü’l-Makdis’e doğru namaz kılmasını güzel bulmuş ve şöyle demişlerdi: “O ancak bizim vasıtamız ile hidâyet bulabildi.” Ancak kıble Ka‘be’ye döndürülünce bu sefer Yahûdiler, “Onları üzerlerinde bulundukları kıbleyi terkedip başka tarafa dönmeye iten ne oldu” dediler, bunun üzerine de, Doğu da batı da Allah’ındır… âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Bu görüşe göre ifadelerin akışı şöyle olur: Yahûdiler Kıble’ye karşı tepki gösterince, şanı yüce Allah da dilediği şekilde kullarının Kendisine ibâdetlerini tayin edebileceğini beyan etti. O dilerse Beytü’l-Makdis’e dönmelerini emreder, dilerse Ka‘be’ye yönelmelerini emreder. Yaptığı bir iş hakkında O’na karşı delil getirilemez, O yaptığından dolayı sorumlu tutulamaz, fakat insanlar sorumlu tutulurlar.[33]

  1. âyetteki, Allah’ın mescidlerini, içlerinde Allah’ın adı anılmasın diye engelleyen ve onların yıkımı için uğraşan kişiden daha zâlim kim olabilir!.. ifadesini anlamak için önce şu âyetlere dikkat edilmesi gerekir:

24,25Ve Allah, sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke’nin vadisinde; Hudeybiye’de, Allah’ın dilediği kimseyi rahmetine girdirmesi için, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Ve Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir. Onlar, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini kabul etmeyen ve sizi Mescid-i Haram’dan ve ayarlanmış hedylerin/ hac yapanlara gönderilen yiyeceklerin yerlerine ulaşmasını engelleyen kimselerdir. Eğer kendilerini henüz tanımadığınız, bilmeyerek ezmek sûretiyle kendilerinden sorumluluğunuz olacak mü’min erkekler, mü’min kadınlar olmasaydı, eğer onlar, birbirinden ayrılmış olsalardı kesinlikle onlardan Allah’ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayan kimseleri acıklı bir azapla azaplandırırdık.

                                                                        (Fetih/24,25)

11Ey iman etmiş kimseler! Allah’ın sizin üzerinizde olan nimetini hatırlayın. Hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de, Allah onların ellerini sizden çekmişti. Ve Allah’ın koruması altına girin. Artık mü’minler de yalnızca Allah’a işin sonunu havale etsinler.

                                                                                  (Mâide/11)

34Ve onların, kendileri Mescid-i Harâm’ın/dokunulmaz kılınmış ilâhiyat eğitimi merkezinin ayakta tutan mütevellileri/vakıf yöneticileri olmadıkları hâlde ondan menedip dururlarken Allah’ın kendilerine azap etmemesi için neleri var? Onun ayakta tutan mütevellileri/vakıf yöneticileri sadece Allah’ın koruması altına girmiş kimselerdir. Velâkin onların çoğu bilmiyorlar.

                                                                                    (Enfâl/34)

60-62Andolsun ki eğer o münâfıklar ve kalplerinde bir hastalık olan; zihniyeti bozuk şu kimseler ve Medîne’de ortalığı karıştıranlar, bu yaptıklarından vaz geçmezlerse, kesinlikle seni onlara, onlar dışlanarak musallat ederiz. Sonra onlar, seninle orada az bir zamandan fazla komşu kalamazlar; Allah’ın önceki geçen kimseler hakkındaki uygulaması olarak nerede bulunurlarsa yakalanırlar ve acımadan, kıyasıya öldürülürler. Ve sen Allah’ın yasası/uygulaması için asla bir değişiklik bulmayacaksın!

                                                                            (Ahzâb/60-61)

Bu âyetlerden anlaşıldığına göre burada konu edilenler, Rasûlullah’ı ve mü’minleri mescidlerden engelleyenlerdir. Bu âyette gelecek kuşaklara da, mescidlerden engelleyenlerin iflah olmayacağı; hakirlik, cizye gibi zilletlerle cezalandırılacakları mesajı verilmektedir. Ayrıca, mü’minlere Allah’ın, mescidlere sahip çıkacağı, Ashâb-ı Fîl örneğinde olduğu gibi mescidleri koruyacağı müjdesi verilmektedir.

 Mescidlerin yıkımı, tevhidi öğrenecek ve öğretecek kimselerin mescide gelmesini engellemek sûretiyle olduğu gibi, onları yıkmak ve tahrip etmek sûretiyle de olur.

Allah’ın mescidleri ifadesiyle, “bütün mescidler” [ilâhiyât eğitim-öğretimi yapılan, tevhidin kabul ettirildiği okullar] kasdedilmiştir. İfadenin, günümüzde namaz kılınan câmilerle ilgisi yoktur. Mescidler, Allah içindir:

18Ve şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın.

                                                                               (Cinn/18)

18Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan], zekâtı/vergisini veren ve sadece Allah’a saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan kimseler açar ve yaşatırlar. Artık işte onların, kılavuzlandıkları doğru yol üzere olan kimselerden olmaları beklenir.

                                                                               (Tevbe/18)

36-38Allah’ın, yükseltilmesine, içersinde Kendi isminin anılmasına izin verdiği evlerde, devamlı olarak Kendisini arındıran öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş onları, Allah’ı anmaktan, salâtı ikame etmekten [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaktan, ayakta tutmaktan] ve zekâtı/vergilerini vermekten alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine armağanlarından artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır.

                                                                             (Nûr/36-38)

13Ve hani bir zaman Lokmân oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki Allah’a ortak koşmak, kesinlikle büyük bir yanlış davranıştır; kendi zararlarına iş yapmaktır. 16Ey oğulcuğum! Şüphesiz ortak koşmak; işlenen kötülük bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah, en latif, hakkıyla haberdar olandır. 17Yavrucuğum! Salâtı ikame et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluştur-ayakta tut], iyiliği emret, kötülükten sakındır. Sana isabet edene de sabret. Şüphesiz bunlar, işlerin kesin olanlarındandır. 18Ve insanlara avurdunu şişirme, suratını asma ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah, bütün övünen ve kuruntu edenleri sevmez. 19Ve yürüyüşünde mutedil ol, sesinden kıs. Şüphesiz seslerin en anlaşılmazı kesinlikle eşeklerin sesidir” 13demişti.

                                                                                (Lokmân/13, 16-19)

  1. âyetteki, Şüphesiz Allah vâsi’dir, O, en iyi bilendir ifadesi ile Allah’ın ilminin, irâdesinin, kudret ve rahmetinin genişliğine değinilmektedir:

4O, gökleri ve yeri altı evrede oluşturan sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran, yeryüzüne gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilendir. Ve nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir. Ve Allah yaptıklarınızı en iyi görendir.

                                                                                      (Hadîd/4)

7Göklerde olan şeyleri ve yeryüzünde olan şeyleri, Allah’ın bildiğini görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde O, kesinlikle dördüncüleridir. Beşte de O, kesinlikle altıncılarıdır. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar O, kesinlikle onlarla beraberdir. Sonra kıyâmet günü onlara yaptıkları şeyleri haber verecektir. Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi bilendir.

                                                                                    (Mücâdele/7)

7-9En büyük tahtı taşıyan, bir de en büyük tahtın dış kenarından olan kimseler, Rablerinin övgüsüyle birlikte Kendisini noksan sıfatlardan arındırırlar ve O’na inanırlar. İman etmiş kimseler için bağışlanma dilerler: “Rabbimiz! Sen rahmet ve bilgice her şeyi kuşattın. Onun için tevbe eden ve Senin yoluna uyan kimseleri bağışla ve onları cehennemin azabından koru! Rabbimiz! Onları ve onların atalarından, zevcelerinden ve soylarından sâlih olan kimseleri kendilerine vaat ettiğin Adn cennetlerine girdir. Şüphesiz Sen en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan ve en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapanın ta kendisisin. Onları kötülüklerden de koru. Ve Sen her kimi kötülüklerden korursan, artık o gün elbette ona rahmet etmişsindir. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.”

                                                                        (Mü’min/7-9)

155Ve Mûsâ, belirlediğimiz vakit için toplumuna yetmiş adam seçti. Ne zaman ki, bunları o sarsıntı yakaladı, işte o zaman Mûsâ, “Rabbim!” dedi, “Dileseydin bunları da, beni de daha önce değişime/ yıkıma uğratırdın. Şimdi bizi, içimizdeki o aklı ermezlerin yaptıkları yüzünden değişime/ yıkıma mı uğratacaksın? O, Senin, saflaşmamız için ateşlere atmandan başka bir şey değildir. Sen bu saflaştırma işlerinle dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğine de kılavuzluk edersin. Sen bizim yardımcımız, kılavuzluk eden yakınımızsın. Artık bizi bağışla, merhamet et, Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Ve bize hem bu dünyada bir iyilik yaz, hem de âhirette. Biz gerçekten de Sana döndük.”

156,157Allah diyor ki: “Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah’ın koruması altına girenlere, zekâtını; vergisini verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl’de yazılmış bulacakları Anakentli/ Mekkeli Peygamber, o Elçi’ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O’na iman eden, O’na kuvvetle saygı gösteren, O’na yardımcı olan ve O’nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”

                                                                   (A‘râf/155-156)

97,98Mûsâ: “Haydi git. Artık senin için hayat boyunca ‘Benimle temas yok’ diye söylemen var. Hem senin için asla karşı çıkamayacağın bir buluşma günü daha var. Bir de kulluk edip durduğun ilâhına bak” dedi. –Elbette Biz onu yakacağız, sonra da kesinlikle onu bol suda kökünden yıkacağız. Sizin ilâhınız, ancak Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. Şüphesiz ki O bilgi yönünden her şeyi kuşatmıştır.–

                                                                        (Tâ-Hâ/97-98)

  1. âyette de, doğu ve batının Allah’a ait olduğu, kulluk eden ve Kendisine yönelen kimselerin, yüzlerini hangi tarafa çevirirlerse çevirsinler O’nu bulacakları beyân edilmektedir. Dolayısıyla Allah’a kulluk, belli bir yön ile sınırlandırılamaz.

 

116Bir de onlar, “Allah çocuk edindi” dediler. –O, onların yakıştırdıkları tüm noksanlıklardan arınıktır.– Aksine göklerde ve yeryüzünde ne varsa yalnızca O’nundur. Hepsi O’nun için sürekli saygıda duranlardır.

117Göklerin ve yerin yoktan var edicisidir. Ve O, bir işin olmasına karar verdiği zaman, artık ona yalnızca “Ol!” der, o da hemen oluverir.

118Ve bilmeyen kimseler, “Allah bizimle konuşmalı yahut bize de bir alâmet/ gösterge gelmeli değil miydi!” dediler. Bunlardan öncekiler de tıpkı böyle, bunların dedikleri gibi demişlerdi. Onların kalpleri benzeşmiş. Biz kesinlikle, kesin bilgi ile bilgilenmek isteyen toplum için âyetleri apaçık ortaya koyduk.

119Şüphesiz Biz, seni gerçek ile müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen, cehennem ashâbından sorumlu da tutulmazsın.

Bu âyetlerde Allah’a şirk koşanlar ve bilgisizce-bilinçsizce hareket edenler kınanmaktadır.

Kur’ân’da, şirk koşanların tutumu ile ilgili birçok yerde bilgi verildiği, makul ve makbul kanıtlarla uyarıldıkları görülmektedir:

26-28Ve onlar: “Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], çocuk edindi” dediler. Rahmân, bundan arınıktır. Aksine onlar armağanlar verilmiş kullardır. Onlar, O’nun sözünün önüne geçemezler; onlar, yalnız O’nun emriyle iş yaparlar. O, Rahmân’ın çocukları saydıkları şeylerin önlerinde olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve onlar, O’nun hoşnut olduğu kimselerden başkasına yardımda/destekte bulunmazlar. Bununla birlikte onlar O’na duydukları derin saygı ve sevgiden dolayı ondan uzaklaşma korkusundan tir tir titrerler.

                                                                             (Enbiyâ/26-28)

30Ve Yahudiler; “Uzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hristiyanlar da, “Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah, onlarla savaşmıştır. Nasıl da döndürülüyorlar!

31Onlar, Allah’ın astlarından bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Îsâ’yı kendilerine rabler edindiler. Oysa onlar sadece bir tek olan ilâha kulluk etmekle emrolunmuşlardı. Allah’tan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, ortak koşanların ortak koştuğu şeylerden de arınıktır.

                                                                                 (Tevbe/30-31)

171Ey Kitap Ehli! Dininizde aşırılığa gitmeyin. Ve Allah hakkında gerçek dışı bir şey söylemeyin. Meryem oğlu Îsâ Mesih, sadece Allah’ın elçisi ve Meryem’e ilka ettiği/ulaştırdığı kelimesi ve Kendisinden bir ruhtur, vahiy aracılığı ile doğmuş biridir. Artık Allah’a ve elçilerine inanın. Ve “Üçtür” demeyin. Son verin, sizin için daha iyi olur. Allah, ancak bir tek ilâhtır. O, Kendisi için bir çocuk olmasından arınmıştır. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O’nundur. “Tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” olarak Allah yeter.

                                                                                (Nisâ/171)

Ve Meryem/88-95, Mâide/18, Mâide/116, Mâide/72-73, En‘âm/101, İhlâs/1-4.

Cenâb-ı Hakk Kendisini, çocuk isnadından tenzih edip o Kendisine çocuk isnat eden akılsızları da kınamıştır. Çünkü akıllı insan bilir ki, çocuk, babası cinsinden olur ve bir annesi bulunur. Peki bir benzeri olmayan Allah’a çocuk isnadı nasıl düşünülebilir? Bu, ancak akılsızlıktan olabilir.

Pasajdan anlaşıldığına göre 118. âyetteki, bilmeyen kişiler ifadesiyle, “Yahûdiler, Hristiyanlar ve Mekke müşrikleri” kasdedilmiştir.

CÂHİLLERİN SÖZLERİ

Muhammed ibn İshâk der ki: Bana Muhammed ibn Ebû Muhammed, İkrime’den veya Sa‘îd ibn Cübeyr’den, o da İbn Abbâs’tan nakletti ki, o şöyle demiş: Râfî ibn Hureymle Rasûlullah’a (s.a) dedi ki: “Yâ Muhammed! Eğer söylediğin gibi sen bir peygambersen, Allah’a söyle de bizimle konuşsun, tâ ki O’nun sözünü işitelim.” Bunun üzerine Allah Teâlâ, Bilmeyenler dediler ki: “Bize bir âyet gelmeli değil miydi?” âyetini inzâl buyurdu.

Mücâhid, bunu söyleyenlerin, Hristiyan olduğunu belirtir ki, İbn Cerîr de bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü âyetin akışı onlar hakkındadır. Ancak, bu görüş üzerinde durulması gerekir.[34]

Câhillerin sözleri ve istekleri de birçok âyette bildirilmiştir:

90-93Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!”

                                                                                     (İsrâ/90-93)

5Aksine onlar: “Bunlar, karmakarışık düşlerdir; yok yok onu kendisi uydurdu; yok yok o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir alâmet/gösterge getirsin” dediler.

                                                                                  (Enbiyâ/5)

21Bize kavuşmayı ummayanlar da, “Bizim üzerimize melekler/ doğal güçler indirilmeliydi” ya da “Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Andolsun ki onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir azgınlık yapmak sûretiyle azgınlaştıkça azgınlaştılar.

                                                                                    (Furkân/21)

153Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ’dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de: “Allah’ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da haksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde altını ilâh edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz, Mûsâ’ya apaçık bir kanıt verdik.

                                                                                 (Nisâ/153)

50Ve onlar, “Ona Rabbinden alâmetler/ göstergeler indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki: “Alâmetler/ göstergeler ancak Allah’ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.”

51Kendilerine okunan Kitab’ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.

                                                                                  (Ankebût/50-51)

Allah, Rasûlü’ne, onların istedikleri doğrultuda mucize vermeyip, mucizelerin en büyüğü olan Kur’ân’ı vermiş; istedikleri mucizeyi vermeme sebebinin de, kâfir-müşrik olmalarına rağmen kendilerine olan merhameti olduğunu beyân etmiştir:

59Ve Bizi, alâmetleri/göstergeleri göndermekten ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları alıkoydu. Ve Semûd’a, açık, gözle görülebilir biçimde sosyal destek kurumları kurmaları görevini vermiştik de onun sebep olmasıyla haksız davranmışlardı. Ve Biz, o alâmetleri/göstergeleri ancak korkutmak için göndeririz.

                                                                                    (İsrâ/59)

96,97Şüphesiz, şu, aleyhlerinde Rabbinin Kelime’si hak olmuş olan kimseler, kendilerine bütün alâmetler/göstergeler hep birden gelse, yine de o acıklı azabı görünceye kadar iman etmezler.

                                                                                   (Yûnus/96-97)

23Ve eğer Allah, onlarda hayır olduğunu bilseydi kesinlikle onlara işittirirdi. Ve eğer işittirseydi yine de onlar, geri duranların ta kendisi olarak sırt dönerlerdi.

                                                                                         (Enfâl/23)

KALPLERİN BENZEŞMESİ
Âyetteki, kalplerin benzeşmesi tabiri ile, genel anlamda geçmişteki müşrikler ile Rasûlullah dönemindeki müşrik ve kâfirlerin fikrî yapısının benzeştiğine, birbirinden farklı olmadıklarına işaret edilmiştir. Zira Kur’ân’da Nûh, Hûd, Sâlih ve İbrâhîm kavminin, Firavun’un hakk din karşısında birbirlerinden farklı söylemlerinin olmadığı, hepsinin aynı telden çaldıkları görülüyor.

Özel anlamda da Mûsâ’nın karşısındaki İsrâîloğulları ile Rasûlullah’ın karşısındaki Yahûdilerin birbirinden farklı olmadıkları; kalplerinin, fikir ve inançlarının benzediği görülüyor:

21Bize kavuşmayı ummayanlar da, “Bizim üzerimize melekler/ doğal güçler indirilmeliydi” ya da “Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Andolsun ki onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir azgınlık yapmak sûretiyle azgınlaştıkça azgınlaştılar.

                                                                                    (Furkân/21)

153Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ’dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de: “Allah’ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da haksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde altını ilâh edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz, Mûsâ’ya apaçık bir kanıt verdik.

                                                                                    (Nisâ/153)

  1. âyette ise, Rasûlullah’ın hakk ile müjdeci ve uyarıcı olarak gönderildiği hatırlatılıp, cehennem ashâbından sorumlu olmadığı bildirilmiştir.

120Ve sen onların dinlerine/yaşam tarzlarına uymadıkça Yahûdiler ve Nasara/ Hristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar. De ki: “Şüphesiz Allah’ın kılavuzluğu, kılavuzluğun ta kendisidir.” Ve eğer bilgiden sana ulaşan şeyden sonra bunların boş ve iğreti arzularına uyarsan, senin için Allah katından herhangi bir yakın olmaz, herhangi bir yardımcı da olmaz.

Bu âyette, yukarıda bahsi geçen bilgisizce-bilinçsizce işi yokuşa sürmek ve zihinleri bulandırmak amacıyla sorular yönelten, olmadık isteklerde bulunan Yahûdi ve Hristiyanların ana amaçları ile ilgili, başta Rasûlullah olmak üzere tüm mü’minlere bilgi verilmektedir: “Mucize gösterilse de onlar inanmazlar. Onların razı olacağı tek şey, Rasûlullah’ın ve mü’minlerin Allah yolunu terkedip onların milletlerine [inanç sistemine; ikiyüzlülük, riyakârlık, çıkarcılığı ilâh edinme, dini çıkarlara alet etme gibi yollara] uymalarıdır. Aksi hâlde onlar Peygamber ve mü’minlerden asla razı olmazlar.”

Bu âyetten anlaşılıyor ki, 118. âyette zikri geçen bilmeyenler ile, “Yahûdiler ve Hristiyanlar” kasdedilmiştir. Bu âyetin iniş sebebi hakkında Kurtubî şu açıklamayı yapmıştır:

Yahûdiler ve Hristiyanlar Peygamber’le (s.a) antlaşma yapmayı istiyor ve İslâm’a girme vaadinde bulunuyorlardı. Allah Peygamber’e, onların dinlerine uymadığı sürece kendisinden razı olmayacaklarını bildirdi ve onlara karşı cihad etmesi emrini verdi.[35]

Onların hevalarının ve Rasûlullah’tan beklentilerinin neler olduğunu da Kur’ân’dan öğrenmekteyiz:

145Ve andolsun ki sen, o Kitap verilmiş olan kimselere, bütün âyetleri de getirsen, yine de senin hedefine/stratejine uymazlar. Sen de onların hedefine/stratejisine uyan biri değilsin. Zaten onlar da birbirlerinin hedeflerine/stratejilerine tâbi değiller. Yine andolsun ki sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların boş-iğreti arzularına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, kendi benliğine haksızlık eden kimselerden olursun.

                                                                                     (Bakara/145)

9-16Onlar arzu ettiler ki, sen onlara yağ çekesin, onlar da hemen sana yağ çeksinler. Çok yemin eden, aşağılık, alaycı, gammaz; arkadan çekiştiren, arabozucu, kovuculuk için gezip duran, mal ve oğulları var diye hayrı engelleyen, saldırgan, günaha batmış, kaba/obur, sonra da kötülükle damgalı şu asalakların hiçbirine itaat etme. Âhireti yalanlayan o kişi, âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman: “Daha öncekilerin masalları” dedi. Yakında Biz onun burnunu sürteceğiz.

                                                                                           (Kalem/9)

73Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını Bize dayandırarak söyleyesin diye sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı. İşte o takdirde seni halil/ iz bırakan bir önder edinirlerdi.

                                                                                     (İsrâ/73)

15Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: “Bundan başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir!” dediler. De ki: “Onu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.”

                                                                                          (Yûnus/15)

MİLLET, İBRÂHÎM MİLLETİ

ملّة[millet] sözcüğü, aslında “yol, sünnet” demektir. Sonradan “din” anlamında kullanılır olmuştur.[36] Ancak, sözcük tek başına değil de âyetlerde görüldüğü üzere izafetli olarak o’nun milleti [o’nun dini], İbrâhîm’in milleti [İbrâhîm’in dini] şeklinde kullanılır. Dolayısıyla konumuz olan âyetteki onların milleti ifadesi, “onların dini” demektir. Bu ifadenin Kur’ân’da birçok kez kullanılması, Araplar içinde İbrâhîm peygambere uyduğunu söyleyen kişilerin bulunduğunu gösterir. Zaten o dönemde Arabistan’da yaşayıp Yahûdi veya Hristiyan olmayanlara, “İbrâhîm milletine mensup” kişiler denilmektedir.

Kur’ân’da, “tevhid” ve “sağlam din” mevzuunda İbrâhîm peygamberin adı pek çok kez zikredilmiştir:

77,78Ey iman etmiş kimseler! Zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız için, Allah’ı birleyin, boyun eğip teslimiyet gösterin, Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ve Allah uğrunda gerektiği gibi gayret gösterin. O, sizi seçti ve dinde; babanız İbrâhîm’in dininde/yaşam tarzında sizin için bir zorluk oluşturmadı. O, daha önce ve işte Kur’ân’da, Elçi’nin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/verginizi verin ve Allah’a sarılın. O, sizin mevlânız; yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!

                                                                                 (Hacc/77,78)

130Ve İbrâhîm’in dininden/yaşam tarzından, kendini akılsızlaştıran kimseden başka kim yüz çevirir? Ve Biz o’nu dünyada seçmiştik. Hiç şüphesiz o, âhirette de iyilerden biridir.

                                                                                    (Bakara/130)

95De ki: “Allah doğru söylemiştir. Öyle ise ortak koşmaktan, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten vaz geçen biri olarak İbrâhîm’in dinine uyun. Ve o, ortak koşanlardan değildi.”

                                                                              (Âl-i İmrân/95)

125Ve din bakımından, iyileştiren-güzelleştiren biri olarak, kendisini Allah için İslâmlaştırandan ve hanif; eski inançlarından dönen biri olarak, İbrâhîm’in dinine uyan kimseden daha iyi-güzel kim olabilir? Ve Allah, İbrâhîm’i “çığır açan-iz bırakan; imam-önder” edindi.

                                                                                     (Nisâ/125)

Yüce Allah’ın kitaplarında ve peygamberlerinin aracılığı ile kulları için koyduğu şeriatın adı olan millet ile şeriat arasında fark yoktur. Din ile millet ve şeriat arasında ise fark vardır. Çünkü millet ve şeriat, Allah’ın kullarını yerine getirmeye çağırdığı şeyin adıdır. Din ise, kulların Allah’ın emrine uygun olarak yaptıkları şeyir.

Âyetteki, De ki: “Şüphesiz Allah’ın kılavuzluğu, kılavuzluğun ta kendisidir” mesajı ile, mü’minin, Allah’ın çizdiği yol haritasından başka bir kılavuzu olamayacağı vurgulanmaktadır. Öyleyse mü’minler, kişisel ve sosyal hayatlarında, ulusal ilişkilerinde hep Allah’ın gösterdiği yol çerçevesinde hareket etmelidir. Bu konu, sûrenin başında da zikredilmiş, Âdem’e de aynı bilgilerin verildiği ifade edilmişti. Kur’ân’dan anlaşıldığına göre Âdeme indirilen ilk vahiyler de bu ilkelerdir:

37-39Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: “Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar.” Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir.

                                                                                (Bakara/37-39)

Burada hitap Rasûl’e yönelik olmakla birlikte, kasıt o’nun ümmetidir.

Âyetteki, Ve eğer ilimden sana ulaşan şeyden sonra bunların hevalarına [boş ve iğreti arzularına] uyarsan, senin için Allah katından herhangi bir velî olmaz, herhangi bir yardımcı da olmaz ifadeleri de başta Rasûlullah olmak üzere tüm mü’minlere uyarıdır. Bu uyarının bir benzeri de Ra‘d sûresi’nde bulunmaktadır:

37Ve Biz, böylece Kur’ân’ı Arapça; mükemmel bir yasa olarak indirdik. Ve eğer sana gelen bilgiden sonra onların boş-iğreti arzularına uyarsan, Allah’tan sana “bir yardımcı, yol gösterici yakın ve bir koruyucu” yoktur.

                                                                            (Ra‘d/37)

121Kendilerine kitabı verdiğimiz kimseler onu, okumasının-izlemesinin hakkını vererek okurlar-izlerler. İşte onlar, ona iman ederler. Her kim de Kitabı bilerek reddederse, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.

Bu âyette, Ehl-i Kitaptan, Kur’ân’ı samimiyetle tilâvet ve kabul eden bir grubun varlığı ve bunların durumu beyân edilmektedir.

TİLÂVET

Tilâvet, “Kur’ân’ın âyetlerine saygı duymak, onların lâfız ve manalarına uymak”tır.

Akıllarını başlarına almaları için Kur’ân’da birçok kez Ehl-i Kitaba özel mesajlar verilmiştir:

66Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât’ı, İncîl’i ve kendilerine Rablerinden indirilen Kur’ân’ı ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından [her yönden] besleneceklerdi. Onlardan bir kısmı orta yol tutan; bazısına inanıp bazısına inanmayan, inanmadığı hâlde inanmış gözüken önderli bir toplumdur. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür!

67Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Ve eğer bunu yapmazsan, o zaman O’nun verdiği elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumuna kılavuzluk etmez.

68De ki: “Ey Kitap Ehli! Tevrât’ı, İncîl’i ve Rabbinizden size indirilen kuralları hayata geçirmedikçe hiçbir şey üzerinde değilsiniz.” Şüphesiz ki Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunda azgınlığı ve küfürü; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeyi artırıyor. Öyleyse kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumu için üzülme!

                                                                                (Mâide/66-68)

Kendilerine gönderilen mesaja kulak veren, gerçeğe inanlar da övülmüştür:

107,108De ki: “Siz Kur’ân’a ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine bilgi verilenler; Kur’ân onlara okunduğunda onlar, boyun eğip teslimiyet göstererek çeneleri üstü kapanırlar. Ve “Rabbimiz her türlü kusurdan arınıktır. Rabbimizin vaadi kesinlikle gerçekleşecektir” derler.”

109Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve Kur’ân, onların saygılarını, alçak gönüllüğünü artırır.

                                                                                   (İsrâ/107-109)

19-24Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yetenekleri olan kişiler;

Allah’a verdiği sözleri yerine getiren ve antlaşmayı bozmayan,

Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi; iman ve ameli birleştiren,

Rablerine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler,

Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş,

salâtı ikame etmiş [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmuş, ayakta tutmuş],

kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık Allah yolunda harcamış

ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte onlar, bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar Adn cennetlerine gireceklerdir. Görevli güçler/ haberci âyetler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabretmiş olduğunuz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!”

                                                                                 (Ra‘d/19-24)

53Ve onlara o Söz [vahy/Kur’ân] okunduğu zaman onlar, “Biz, ona inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz, ondan önce müslüman olanlardık” dediler.

54İşte onlar; sabrettikleri için onların ödülleri iki kere verilecektir. Ve onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden harcamada bulunurlar.

55Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve “Bizim işlerimiz yalnızca bizim için, sizin işleriniz de yalnızca sizin içindir. Size selâm olsun! Biz cahilleri aramıyoruz” derler.

                                                                                    (Kasas/53-55)

Ve Âl-i İmrân/199, Mâide/82-83, Ahkâf/10, En‘âm/114.

122Ey İsrâîloğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve şüphesiz sizi âlemlere fazlalıklı kıldığımı hatırlayın!

123Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden kurtulmalık kabul edilmeyeceği, yardımın, iltimasın hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve suçluların yardım olunmadığı güne karşı Allah’ın koruması altına girin.

Bu âyette yeni bir hitapla uyarılan, yanlış peşinde koşan İsrâîloğulları’na, Ey İsrâîloğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve şüphesiz sizi âlemlere fazlalıklı kıldığımı hatırlayın! Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden adl [fidye] kabul edilmeyeceği, şefaatin hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve onların yardım olunmadığı güne takvâlı davranın denilmiş ve kendilerine verilen nimetlere nankörlük etmeleri sebebiyle İsrâîloğulları kınanmıştır.

Benzeri bir âyet daha evvel de geçmişti:

47Ey İsrâîloğulları! Size verdiğim nimeti ve şüphesiz Benim sizi âlemlere fazlalıklı kıldığımı hatırlayın.

48Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir kimseden yardımın, adam kayırmanın kabul edilmediği, kimseden fidyenin/kurtulmalığın alınmadığı ve hiçbir kimsenin yardım olunmadığı güne karşı Allah’ın koruması altına girin.

                                                                            (Bakara/47-48)

İsrâîloğulları’na tekrar tekrar hatırlatılan nimet ne olduğu hakkında Kur’ân’daki âyetlerden şöyle bir özet yapılabilir: Allah İbrâhîm peygamberi önder kılmış, sonra bu önderlik İshâk-Ya‘kûb ve oğullarına geçmiş; onlar da bu önderlik sıfatına layık davranmışlardı. Ama sonradan gelenler, bu nimete layık olmadıklarını göstermiş, elçilerin ve toplumların başlarına bela olmuşlardır. İşte Allah’ın İsrâîloğulları’na lutfettiği nimetlerin en büyüğü budur. Nitekim 124. âyette buna değinilecektir. Bunun dışında da yüzlerce nimet söz konusudur, ki bunların çoğu sûrenin başından bu yana zikredilmiştir.

124Ve hani Rabbi İbrâhîm’i, birtakım kelimeler/ yaralar, sıkıntılar ile sınamış, o da onları tam olarak yerine getirmişti. Rabbi, “Ben, seni insanlara önder yapanım” demişti. İbrâhîm, “Soyumdan da önderler yap!” dedi. Rabbi, “Benim ahdim/ tutulmak üzere verdiğim söz, kendi benliğine haksızlık eden kimselere ulaşmaz!” dedi.

  1. âyette İsrâîloğulları’na, kendilerine verilen özel nimeti hatırlamaları ihtar edilmişti. Bu âyette ise, İsrâîloğulları’nın hatırlamaları gereken nimetlerin ilkini bizzat Allah hatırlatarak, verdiği görevleri hakkıyla yerine getiren İbrâhîm’i önder kıldığını bildirmektedir. Âyetin devamı ise, Yahûdilere bir uyarı niteliğindedir. Çünkü, Allah’ın kendisine lütfettiği nimetin tüm soyunu kapsamasını isteyen İbrâhîm’e, Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz! cevabı verildiği bildirilmek sûretiyle, İbrâhîm soyundan olmaları sebebiyle üstünlük iddia eden Yahûdilere önemli bir ders verilmektedir. O günkü İsrâîloğulları’nın bir üstünlüklerinin bulunmadığına yönelik bu ders, başka bir âyette ima yoluyla şöyle hatırlatılmaktadır:

134Onlar, gelip geçen bir önderli toplumdur. Onların kazandıkları kendilerinedir, sizin kazandıklarınız da kendinizedir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu olmazsınız.

                                                                             (Bakara/134)

Kur’ân’dan anlaşıldığına göre İbrâhîm peygamber, Nûh peygamberden sonra, İslâm’ın evrensel mesajını yaymakla görevlendirilen ilk peygamber olup, bu görevi yerine getirmek için üstün gayretler göstermiştir. Çocuklarından ve torunlarından Allah’ın ahdine uyanların elçi, önder yapıldığı İbrâhîm peygamber, bu görevi hakkıyla yapabilmek ve sürdürebilmek için oğullarından İshâk’ı Sûriye ve Filistin’e; İsmâîl’i Arabistan’a göndermiş, kendisi de Sûriye, Filistin, Mısır ve Arabistan’a gitmiştir. Kitab-ı Mukaddes, İbrâhîm’in, başka eşinden olan çocuklarını da doğuya gönderdiğinden bahsetmektedir:

İbrâhîm bir kadınla daha evlendi. Kadının adı Ketura’ydı. Ondan Zimran, Yokşan, Medan, Midyan, İşbak, Şuah adlı çocukları oldu. Yokşan’dan da Şeva, Dedan oldu. Dedan soyundan Aşurlular, Letuşlular, Leumlular doğdu. Midyan’ın Efa, Efer, Hanok, Avida, Eldaa adlı oğulları oldu. Bunların hepsi Ketura’nın soyundandı. İbrâhîm, sahip olduğu her şeyi İshâk’a bıraktı. Câriyelerinin oğullarına da armağanlar verdi. Kendisi sağken bu çocukları oğlu İshâk’tan uzaklaştırıp doğuya gönderdi.[37]

İBRÂHÎM’İN SORUMLU TUTULDUĞU KELİMELER/ALDIĞI YARALAR; ÇEKTİĞİ SIKINTILAR

Âyetteki, Ve hani Rabbi İbrâhîm’i, birtakım kelimeler/ yaralar, sıkıntılar ile belâlandırmış [sınamış], o da onları tam olarak yerine getirmişti ifadesinden, İbrâhîm peygamberin belâlandırıldığı anlaşılmaktadır.

Belâ kelimesinin sözlük anlamı, “yıpratmak, bitkin düşürmek”tir. Sınanmak veya denenmek de insanı yıpratan bir süreç olduğu için, bu sözcük zamanla “belâ” sözcüğü yerine kullanılır olmuştur.

Yüce Allah fert ve toplumları bazan sıkıntılara, zorluk ve darlıklara maruz bırakabilir, ki bunlar, bir bakıma insana verilen belâ hükmündedir. Bu sınamanın/denemenin nedeni, insanların akıllarını başlarına almalarını, yanlış yolda olanların istikâmetlerini düzeltmelerini, isyan içerisinde olanların Allah’a itaate dönmelerini sağlamaktır. Dinin emir ve yasakları da bir anlamda belâdır. Çünkü bazı emirler insan bedenine zorluk verir, bazı yasaklar ise nefisleri disiplin altına alır. Böyle durumlarda insanların iyisi ile kötüsü, şükredeni ile nankörü belli olur. Belâ sözcüğü ile ilgili olarak şu âyetler incelenebilir: Bakara 49, 155-156, 249; Sâffât/106; Duhân/33; Mâide/48, 94; En‘âm/165; Âl-i İmrân/152, 154, 186; A‘râf/141, 163, 168; Enfâl/17; Yûnus/30; Hûd/7; Mülk/2; Muhammed/4, 31; Enbiyâ/35; Kehf/7; Neml/40; Fecr/15-16; Nahl/92; İnsan/2; Ahzâb 11; İbrâhîm 6.

Bu “belâlandırma”, Kur’ân’da bazı yerlerde “fitnelendirme” olarak yer almaktadır.

Özetle ifade edilecek olursa, belâlandırma ya da fitnelendirme, “zorlu-sıkıntılı bir eğitim ve öğretimden geçirerek olgunlaştırıp arındırmak” demektir.

Demek oluyor ki İbrâhîm peygamber de, önder olabilmek için zorlu bir eğitim ve öğretimden, sıkıntılardan, zorluklardan geçtikten sonra önder kılınmıştır. Ayrıca, bu âyetten, gerekli donanıma sahip olmayan kimselere kamu görevi verilmemesi gerektiği mesajı da çıkarılabilir.

Birçok kaynakta, İbrâhîm peygamberin belâlandırıldığı bu kelimelerin; sünnet olmak, etek tıraşı olmak, tırnak kesmek, bıyıkları ve saçları kısaltmak, koltuk altı ve kasık kıllarını yolmak, saçları ortadan ayırmak, misvak kullanmak ve tuvalet sonrası su ile temizlenmek gibi şeyler olduğu yolunda iddialar ileri sürülmüş, bunlar da Rasûlullah’a fatura edilmiştir.

Ayette geçen “ كلماتKelimat” sözcüğü, “söz, cümle, ifade” anlamındaki “kelime كلمة ” sözcüğünün çoğuludur. Sözcüğün kökü olan “ ك ل مklm” nin asıl manası, “yara, yaralamak” demektir. Sözcüğün, “söz, cümle, ifade” anlamında kullanılması müsteardır. Çünkü her söz, kişilerde, benliklerde bir yara açar; iz bırakır. Hatta “Diş/kılıç yarasına çare olur da dil yarasına çare olmaz” deyimi vardır.[38]

Kur’ân’dan anlaşıldığına göre bu kelimeler/ yaralar sıkıntılar, “İbrâhîm’in yerine getirmekle yükümlü tutulduğu görevler”dir. Nitekim o, yeri gelmiş tevhid uğruna sıkıntılara maruz kalmış, çoluk-çocuğunu mağdur etmiş, yeri gelmiş tüm servetinden olmuş, ama daima Allah için hizmete koşmaya devam etmiş, görevinde kusur etmemiştir. Bu sebeple de Allah, Necm/36-37, Nahl/120-123, En‘âm/161, Âl-i İmrân/67-68, Sâffât/83-113, Enbiyâ/51-70, Ankebût/16-27’de İbrâhîm’i övmüştür.

Konumuz olan 124. âyetteki, Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz ifadesiyle, kamu görevi üstlenecek olanlarda, “güç”ün yanında İbrâhîm’e ait niteliklerin de aranması gerektiği mesajı verilmektedir. Yani, “İbrâhîmî sıfat” taşımayanlar, kamu görevi üstlenmeye ehil sayılmamalı, onlara kamu görevi verilmemelidir.

125Ve Biz, bir zaman bu Beyt’i/ilk yapılan okulu, insanlar için bir sevap kazanma/ dönüş yeri ve bir güven yeri yapmıştık. Ve Biz, İbrâhîm ile İsmâîl’e, “Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve boyun eğip teslimiyet gösterenler, Allah’ı birleyenler için tertemiz tutun” diye ahit almıştık. –Siz de İbrâhîm’in görev yaptığı yerden bir salât yeri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan desteğin; toplumun aydınlatılmasının gerçekleştirileceği bir yer] edinin.–

126Ve bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan Allah’a ve son güne inananları meyvelerle rızıklandır” demişti. Allah dedi ki: “Kâfiri; ilâhlığımı, rabliğimi bilerek reddeden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!”

127-129Ve hani İbrahim ve İsmail açtıkları TEVHİD OKULUNDAN, DİNİN TEMEL KANUNLARINI; “Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] biri kıl. Soyumuzdan da Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] bir önderli toplum getir. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen suçtan dönüşleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki onlara Senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, en iyi yasa koyanın, bozulmayı iyi engelleyenin; sağlam yapanın ta kendisisin.” diyerek yükseltiyorlardı/ yüceltiyorlardı.

Bu âyet grubunda, İbrâhîm peygamberin Arabistan yöresindeki hayatından kesitler verilmiştir.

  1. âyette ilk olarak Beyt’in [Ka‘be’nin] yapılışı hakkında bilgi verilmekte; Beyt’in İbrâhîm ve İsmâîl peygamberler tarafından yapıldığı ve onlara; onu tavaf edenler, orada kulluğa kapananlar, orada rükû ve secde edenler için Beyt’in tertemiz tutulması görevinin verildiği bildirilmektedir.
  2. âyette, Ka‘be’nin işlevi konu edilmekte, “Beyt’in insanlar için bir mesabe [sevap kazanma yeri/sık gidilip gelinen yer] ve güven yeri” kılındığı beyân edilmektedir.

Bu işlev, bir başka âyette daha bildirilmiştir:

96,97Şüphesiz, insanlar için bereketli ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Mekke’dekidir. Onda apaçık alâmetler/göstergeler; İbrâhîm’in görev yaptığı yer [eğitilip, yetiştirilip ortak koşmaya karşı ayaklandığı yer] vardır. Ve oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt’i/ilâhiyat eğitim merkezini kastetmesi, ilâhiyat eğitimi için oraya gitmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de gerçeği örtbas ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir.

                                                                             (Âl-i İmrân/96-97)

İbrâhîm peygamberin Ka‘be ile ilgili görevini bildiren ve Ka‘be’nin işlevini açıklayan bir başka âyetten ise, hacc görevinin de ilk olarak İbrâhîm peygamber ile başladığı anlaşılmaktadır:

26-29Ve hani Biz bir zamanlar, “Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma; dolaşanlar, orada haksızlığa baş kaldıranlar, Allah’ı birleyenler, boyun eğip teslimiyet gösterenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait birtakım menfaatlere tanık olmaları ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerinde, belli günlerde O’nun adını anmaları için insanlar arasında ilâhiyat eğitim-öğretimi verileceğini duyur. Yürüyerek veya yorgun düşmüş binekler üstünde her derin vadiyi aşarak sana gelsinler! Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Eski evde/özgür evde/Ka‘be’de dolaşsınlar” diye, o evin/Ka‘be’nin yerini, İbrâhîm için hazırlamıştık. –Siz de onlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri doyurun.–

                                                                                       (Hacc/26-29)

القواعد KAVÂİD

Bakara/127. ayeti, genellikle “İbrahim, İsmail’le birlikte o evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyordu: “Ey rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin.” şeklinde çevrilmektedir. Bu çevirilerden de İbrahim’in duvar yapmaktaki ustalığı ile Kâbe’nin İbrahim ve oğlu İsmail tarafından yapılışı anlaşılmaktadır.

Aslında teknik olarak ayetin bu şekilde çevrilmesi hiç de uygun değildir. Şöyle ki:

   Ayette geçen “    القواعدKAVÂID” sözcüğü “ قاعدKâid/ قاعدةkaide” sözcüğünün çoğulu olup kökü, oturmak anlamındaki ق kع a دd’dir. “ قواعد Kavâid” kalıbıyla sözcük, Kur’an’da Nur/ 60, Nahl/ 26 ve Bakara/ 127’de geçer.

Sözcüğün tekili olan “kaide” öz anlam olarak “temel, oturak, oturaklaşan” anlamındadır. Binaların temeline de “kaide” denir. Mecaz olarak ise her bilginin, her ilim dalının, her kavramın temel kurallarına da “kaide” denir. Örneğin edebiyat kaideleri, roman, hikâye kaideleri, kimya kaideleri, fizik kaideleri vs. gibi. Türkçemize de bu sözcük, Arapçadaki gibi “temel kural” anlamıyla geçmiştir.

  • Ayette “ قواعدkavâid” ve “ بيتbeyt” sözcükleri nekre (belirtisiz) olmayıp lam-ı ta’rif ile ma’rife (belirtili) olarak kullanılmıştır. Böylece sözcük, “o temeller” ve “o beyt” anlamını kazanmıştır. Kur’an’da geçen “ بيت\ بيوتbeyt” sözcükleri hep okul anlamında kullanılmıştır. Nur/ 36, Kureyş/ 3 , Âl-i İmrân/ 96, 97 ve Yunus/87.

   Ayet metninde “ قواعد البيت Kavâid el Beyt “Beytin Temellerini)” denilmemekte; min“ من “ edatı nedeniyle “ القواعد من البيت KAVÂİDE MİN’EL BEYT)” denilmektedir. Ayette beytin temellerinden değil, Beyt’ten yükseltilecek/ yüceltilecek kaidelerden, temel kurallardan, yani DİNİN TEMEL KANUNLARINDAN bahsedilir. Buna rağmen maalesef tefsirciler, “ القواعد من البيت Kavâide min’el Beyt” isim tamlamasındaki “min من “ edatını dikkate almadıklarından; tamlamaya hep Kâvaid el Beyt anlamı vermişlerdir.

   Ayette yüklem olan يَرْفَعُ yerfeu fiili (رفع refea = yükseltmek) kökünden gelir. Bu sözcük fiziki yükselmeyi değil; manevi yükselmeyi, terfi etmeyi/ ettirmeyi yani DERECENİN, KONUMUN, MERTEBENİN, ŞAN VE ŞEREFİN yükseltilmesini/ yüceltilmesini ifade eder. Kur’an’daki tüm “ رفع r f a” fiilleri bu anlamda kullanılmıştır. Özellikle de Mücadele/ 11, Fatır/ 10 ve Nur/ 36’da muzari يَرْفَعُ kalıbıyla gelenler ile İnşirah/ 4, Mü’min/ 5, Nisâ/ 158 Abese/ 13, 14 ve Yusuf/ 76 incelenebilir.

  • Teknik olarak paragraftaki 127. ayetin içindeki ve 128, 129. ayetlerdeki “Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] biri kıl. Soyumuzdan da Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] bir önderli toplum getir. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen suçtan dönüşleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki onlara Senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, en iyi yasa koyanın, bozulmayı iyi engelleyenin; sağlam yapanın ta kendisisin” bölümleri, cümlede HAL makamında olup bu yakarışlarında “o temellerin, o kuralların/ o kanunların” neler olduğunu açıklamışlardır.
وَإِذْ يَرْفَعُ إِبْرَاهِيمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَإِسْمَاعِيلُ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا إِنَّكَ أَنتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِن ذُرِّيَّتِنَا أُمَّةً مُّسْلِمَةً لَّكَ وَأَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَآ إِنَّكَ أَنتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولاً مِّنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ إِنَّكَ أَنتَ العَزِيزُ الحَكِيمُ

127-129Ve hani İbrahim ve İsmail açtıkları TEVHİD OKULUNDAN, DİNİN TEMEL KANUNLARINI; “Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] biri kıl. Soyumuzdan da Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] bir önderli toplum getir. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen suçtan dönüşleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki onlara Senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, en iyi yasa koyanın, bozulmayı iyi engelleyenin; sağlam yapanın ta kendisisin.” diyerek yükseltiyorlardı/ yüceltiyorlardı.

Nur/36- 39’da da beytlerden (okullardan) yükseltilecek/ yüceltilecek, TEMEL İLKELER/ KANUNLAR bir bir açıklanmaktadır:

فِي بُيُوتٍ أَذِنَ اللَّهُ أَن تُرْفَعَ وَيُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ يُسَبِّحُ لَهُ فِيهَا بِالْغُدُوِّ وَالْآصَالِ
رِجَالٌ لَّا تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَن ذِكْرِ اللَّهِ وَإِقَامِ الصَّلَاةِ وَإِيتَاء الزَّكَاةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ فِيهِ الْقُلُوبُ وَالْأَبْصَارُ
لِيَجْزِيَهُمُ اللَّهُ أَحْسَنَ مَا عَمِلُوا وَيَزِيدَهُم مِّن فَضْلِهِ وَاللَّهُ يَرْزُقُ مَن يَشَاء بِغَيْرِ حِسَابٍ

36-38Allah’ın, yükseltilmesine, içerisinde Kendi isminin anılmasına izin verdiği evlerde (OKULLARDA), devamlı olarak Kendisini arındıran öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş onları, Allah’ı anmaktan, salâtı ikame etmekten [mali yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaktan, ayakta tutmaktan] zekâtı, Allah’ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergilerini vermekten alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine armağanlarından artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır.

Bakara/125 ve Hacc/26- 29’daki ayetler konumuzu daha da iyi aydınlatacaktır.

125Ve Biz, bir zaman bu Beyt’i/ilk yapılan okulu, insanlar için bir sevap kazanma/ dönüş yeri ve bir güven yeri yapmıştık. –Siz de İbrahim’in görev yaptığı yerden bir salât yeri [mali yönden ve zihinsel açıdan desteğin; toplumun aydınlatılmasının gerçekleştirileceği bir yer] edinin.– Ve Biz, İbrahim ile İsmail’e, “Beytimi, dolaşanlar, ibadete kapananlar ve boyun eğip teslimiyet gösterenler, Allah’ı birleyenler için tertemiz tutun” diye ahit almıştık.

                                                                                      (Bakara/125)

26-29Ve hani Biz bir zamanlar, “Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma; dolaşanlar, orada haksızlığa başkaldıranlar, Allah’ı birleyenler, boyun eğip teslimiyet gösterenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait birtakım menfaatlere tanık olmaları ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların kusursuzları üzerinde, belli günlerde O’nun adını anmaları için insanlar arasında ilâhiyat eğitim-öğretimi verileceğini duyur. Yürüyerek veya yorgun düşmüş binekler üstünde her derin vadiyi aşarak sana gelsinler! –Siz de onlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri doyurun.– Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Eski evde/özgür evde/Kâbe’de dolaşsınlar” diye, o evin/Kâbe’nin yerini, İbrahim için hazırlamıştık. (Hacc/26- 29)

Bu ayetlerde de İbrahim’in birkaç katlı bina hazırlaması değil, TEVHİD EĞİTİMİ için gölgelik mekanlar hazırlaması ve orada TEVHİD eğitimi vermesi istenmektedir. Zaten Mekke’deki mescitlerin hepsi zamanında hurma dallarıyla örtülmüş, kerpiç duvarlı basit yapılardan ibaret idi.

Bu durumda İbrahim ve İsmail’in, açtıkları okuldan yükselttikleri, yücelttikleri “el kavâid” (o temeller)”, okulun temelleri, direkleri değil; “dinin temel direkleri olan; RABB KAVRAMI, İLAH KAVRAMI, DUA KAVRAMI, SALAT KAVRAMI, KIBLE KAVRAMI, HACC KAVRAMI, ALLAH’IN ZİKRİ VE ALLAH’IN TESBİHİ kavramlarıdır.

Bu ayetlerde Tevhit Okulu’nun önemine, fonksiyonuna değinilmektedir. Bir de okulların zararlıları söz konusudur. Kur’an’da ona da Tevbe/107-110’da مسجداً ضراراً MESCİD-İ DIRAR nitelemesiyle değinilmiştir.

نسكNÜSÜK – مناسكMENÂSİK

“ نسْكNüsk”, “ نسُكnüsük”, “İbadet, taat ve Allah’a yaklaştıran her şey” demektir. “ نسكNüsük” dinin emrettiği ve yasakladığı” şeydir.

“ منسَكMensek”. “ منسِكmensik”, “nüsk yolu” demektir

“ منسكMensek” çoğulu “ مناسكmenâsik”, nüskün, nüsüklerin icra edildiği yerler” demektir.

“ مناسكMenâsik”, İsm-i zaman/ mekân kalıbının çoğulu olduğu gibi İsm-i alet kalıbının da çoğuludur. Sözcüğün İsm-i alet kalıbı anlamı itibare alınınca “Nüsük aletleri; ibadet malzemeleri, tarzları, ritüelleri” demek olur.

“ نسكNüsük” sözcüğü, “ نسيكةNesike” sözcüğünden alınmadır. “ نسيكةNesike”nin ilk vaz’ı (koyuluş) anlamı,   “altın ve gümüşün eritilerek cüruftan temizlenmesi, saf hale getirilmesi” demektir. Bu durumda “Nüsk, Nüsük’ün de esas anlamı “Saf altın, gümüş parçası” demektir.

İbadet edene “ ناسكNâsik” denir. Çünkü İbadetin her türlüsü, her şekli, insanı günah kirinden temizler ve Allah’a yaklaştırır.

Bu açıklamalardan açıkça anlaşılan şu olmalıdır: Nüsük, Allah’a yapılan ibadetlerin en temizi; riyasısı, kusursuzu, en samimisidir.

Bu sözcük zaman içerisinde anlamı daraltılarak “hayvan kesimi” ve “hacc rükunları” için kullanılır olmuştur. (TAC ve LİSAN) Kur’an’da (En’am/ 162, Bakara/128, 196, 200 ve Hac/34, 67 ) ise gerçek anlamıyla; “ibadetin her türlüsü, her şekli” anlamında kullanılmıştır.

İbrâhîm peygamberin bu niyazının bir benzeri de şu âyetlerde zikredilmiştir:

35-41Ve hani bir zaman İbrâhîm: “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmamızdan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz putlar insanlardan birçoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa, artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse… Artık Sen şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Şüphesiz ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikame etmeleri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaları-ayakta tutmaları] için, Senin dokunulmazlaşmış Ev’inin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Verdiğin nimetlerin karşılığını ödemeleri için artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızıklandır. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. –Ve yerde ve gökte, hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.– Tüm övgüler, ihtiyarlık hâlimde bana İsmâîl’i ve İshâk’ı lütfeden Allah’adır; başkası övülemez. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitendir. Rabbim! Beni salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan] biri kıl! Soyumdan da. Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde benim için, anam-babam için ve mü’minler için bağışlamada bulun!” demişti.

                                                                                         (İbrâhîm/35-41)

KA‘BE’NİN TÂRİHİ

KUREYŞLİLERİN KA‘BE’Yİ İNŞASI

 İbn İshâk der ki: Bana anlatıldığına göre Kureyşliler rüknün üzerinde Süryanice bir yazı gördüler. Mahiyetinin ne olduğu bilinmiyordu. Nihâyet onlara Yahûdilerden bir adam bu yazıyı okudu. Şunlar yazılıydı: “Ben Allah’ım. Bekke’nin [Mekke’nin] Rabbiyim, gökleri ve yeri yarattığım, güneş ve ayı şekillendirdiğim gün burayı da yarattım. Onun etrafında yedi tane hanif hükümdar var ettim. Buranın çevresini saran iki dağ [Ebû Kubeys ve el-Ahmer dağları] zail olmadıkça burası da zail olmaz. Buranın halkı için su ve süt bereketli kılınmıştır.”

ABDULLAH B. EZ-ZÜBEYR İLE HACCAC DÖNEMİ

Şamlılar [Emeviler], Abdullah b. ez-Zübeyr’e hücum edip onların sebep oldukları yangın dolayısıyla Ka‘be’nin yapısı hasara uğrayıp zayıflayınca İbn ez-Zübeyr Ka‘be’yi yıktı ve Hz. Âişe’nin ona verdiği habere uygun olarak yeniden inşa etti. Hicr tarafından oraya 5 ziralık kadar bir alan ekledi. Abdullah insanların rahatlıkla görebildiği bir temeli ortaya çıkartıncaya kadar kazısını sürdürdü ve bu temel üzerine binasını yaptı. Önceden Ka‘be’nin yüksekliği 18 zira idi. Ona Hicr’den bu miktar ilavede bulununca bu sefer boyuna da 10 zira daha ekledi. Birisinden girilip öbüründen çıkılacak şekilde Ka‘be’ye iki de kapı yaptırdı. Müslim’in Sahîh‘inde bu şekilde belirtilmektedir. Bununla birlikte hadisin lafızları arasında farklılık vardır.

Rivâyet edildiğine göre Hârûn er-Reşîd, Mâlik b. Enes’e, Haccac tarafından yapılan şekliyle Ka‘be’yi yıkmak ve Peygamber’den (s.a) gelen hadise dayanarak İbn ez-Zübeyr’in yaptığı şekle iade etmek istediğinden sözetmiş. Mâlik de ona şöyle demiştir: “Allah adına sana and veriyorum ey mü’minlerin emiri, sen bu evi hükümdarların oyuncağı hâline getirme. Her isteyen gelip evi yıkıp bir daha yeniden yapmasın. O vakit insanların kalbinde bulunan bu eve karşı duydukları heybet yok olur.”[39]

KA‘BE’NİN ALLAH’IN EVİ OLMASI

Âyetlerde Allah, Ka‘beyi “Evim” diye Zâtına izafe ederek, bu Evin şerefine, değerine ve önemine işaret eder. Bizzat Allah’a izafe edilen şeyler üzerinde kimse hakk sahibi değildir. Orası Allah’ındır. Orada hükümdarlık, hükümranlık sökmez. Tüm mescidler de aynen Ka‘be gibi Allah’ındır. Özellikle Ka‘be’nin söz konusu edilmesi ise o sırada başka bir mescid olmadığından veya saygınlığı daha büyük olduğundan dolayıdır.

18Ve şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın.

                                                                             (Cinn/18)

36-38Allah’ın, yükseltilmesine, içersinde Kendi isminin anılmasına izin verdiği evlerde, devamlı olarak Kendisini arındıran öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş onları, Allah’ı anmaktan, salâtı ikame etmekten [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaktan, ayakta tutmaktan] ve zekâtı/vergilerini vermekten alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine armağanlarından artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır.

                                                                             (Nûr/36-38)

Beytullâh’ın diğer bir ismi de, Mescid-i Harâm’dır [dokunulmaz mescid’dir].

191Ve onları nerede yakalarsanız öldürün, çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Ve insanları dinden çıkarmak; ortak koşmaya, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeye sürüklemek, öldürmeden daha şiddetlidir. Mescid-i Harâm; dokunulmaz ilâhiyat eğitim merkezi yanında onlar, orada sizinle savaşmadıkça da onlarla savaşmayın. Buna rağmen onlar, sizinle savaşırlarsa, hemen onları öldürün. kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenlerin cezası işte böyledir.

                                                                      (Bakara/191)

Fonksiyonlarını açıkladığımızda da görüleceği gibi Ka‘be, insanlık için ilk açılan okuldur. Oranın ilk öğretmenleri olan İbrâhîm ve İsmâîl peygamberler orada insanlığa tevhidi, şirke karşı direnmeyi ve onurlu yaşamayı öğretmişlerdir. Âyetten anlaşıldığına göre bu okul, özerk olup burada kimsenin sultası yoktur. Öyleyse tüm öğretim kurumları da bu nitelikte olmalı ve yaşatılmalıdır.

Bu âyetlerde konu edilen temizlik; Ka‘be’nin süpürülmesi, tozunun alınması, yıkanması, bahçesinin bakımı demek olmayıp, Allah dışında tapılan her şeyin yok edilmesi, orada Allah’tan başkasının adının anılmaması demektir. Çünkü orada, başka birine ibâdet veya yardım için başka bir ismin anılması evi kirletir. Mescidin niteliği Tevbe sûresi’nde net olarak açıklanmıştır:

107Ve zarar vermek, küfür; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmek, Müslümanların arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Elçisi’ne karşı savaş açmış; bozum yapmaya teşebbüs etmiş olanlara gözcülük etmek için mescit yapan şu kimseler, “Biz, en güzelden başka bir şey istemedik” diye yemin de ederler. Allah da tanıklık eder ki şüphesiz bunlar, kesinlikle yalancılardır.

108Sen, o mescidin içinde sonsuza dek dikilme/görev yapma! İlk gününde Allah’ın koruması altına girme üzerine kurulan mescit, elbette içinde görev yapmana daha layıktır. Onun içinde arınmayı seven er kişiler vardır. Allah da arınan kimseleri sever.

109Peki, temelini Allah’ın koruması altına girme ve hoşnutluk üzerine kurmuş olan kimse mi hayırlıdır, yoksa temelini yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehennemin ateşine yuvarlanan mı? Ve Allah, şirk koşarak, küfrederek yanlış davrananlar; kendi zararlarına iş yapanlar toplumuna kılavuz olmaz.

110Onların kalpleri parça parça olmadıkça, o kurdukları temelleri, kalplerinde bir kuşku olarak kalıp kaybolmayacaktır. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.

(Tevbe/107-110)

BEYT’İN GÜVENLİK BÖLGESİ OLMASI

Ka‘be’nin güvenlik yeri olması ile ilgili olarak Kureyş sûresi’nde yapılan açıklamayı burada da sunuyoruz:

kureyşin açlıktan kurtarılması, beslenmesi ve her korkudan güvende olmaları

Bu ayette, Ev’in Rabbinin Kureyşlileri açlıktan kurtarıp doyurduğu ve korkudan emin kıldığı bildirilmektedir. Yani Kureyşlilerin sırf emniyet içinde nimetlenmeleri sebebiyle bile olsa, yalnızca Allah’a kulluk etmeleri gerektiği anlatılmaktadır.

Kureyş’e verilen bu nimetlere, başka ayetlerde de dikkat çekilmiştir:

67Yoksa kıyılarında insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen Mekke’yi, güvenli, dokunulmaz yaptığımızı da görmediler mi? Hâlâ bâtıla mı inanıyorlar ve Allah’ın nimetine iyilikbilmezlik mi ediyorlar?

                                (Ankebut/ 67)

57Ve onlar; “Biz seninle beraber doğru yol kılavuzuna uyarsak, yurdumuzdan atılırız” dediler. Biz onları, Kendi katımızdan bir rızık olarak, her şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere/Mekke’ye yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.

                                     (Kasas/ 57)

Kureyşliler bu Ev’e sığınmadan önce dağınık durumdaydılar ve hiçbir saygınlıkları yoktu. Ne zaman ki Mekke’de bir araya gelip Kâbe hizmetini üstlendiler, o zaman bütün Arabistan’da saygın bir duruma geldiler. O dönemde insanlar Arabistan’ın hiçbir yerinde kendi kabile sınırları dışına çıkamazlar, her an bir saldırıya uğrama tehlikesi altında yataklarında bile huzursuz ve tedirgin olarak uyurlardı. Çünkü saldırıların sonucu ya ölüm ya da kölelikti. Kervanlar da ancak yolları üzerindeki kabilelerin ileri gelenlerine rüşvet vererek sağ salim ilerleyebilirlerdi.

İşte, cahiliye döneminde hiçbir kabilenin güvende olmadığı bir ortamda, Mekke’deki Kureyşliler bütün bu tehlikelerden tamamen emindiler. Çünkü Mekke’ye bir düşman saldırısı olması söz konusu değildi. Kureyşliler “Kâbe’nin hizmetçileri” sıfatıyla ülkenin her tarafında serbestçe dolaşırlar, büyük veya küçük kafilelerle gittikleri herhangi bir bölgede hiçbir tacizle karşılaşmazlardı. Hatta tek başına seyahat eden bir Kureyşlinin “Ben Haremliyim” ya da “Ben Allah’ın haremindenim” demesi bile, saldırılardan kurtulması için ona yeterli bir güvence sağlardı.

Yukarıda çizilen bütün bu kompozisyondan Kureyş’in sadece maddî çıkarlarla nimetlendirildiği anlaşılmamalıdır. Surenin mesajından, onlara [hatta tüm insanlığa] maddî değerler yanında manevî değerlerin de sağlandığı anlaşılmaktadır. Çünkü Allah onları vahyin manevî yiyeceği ile cehalet açlığından doyurmuş, hidayetin açıklanması ile de sapıklıktan, küfürden [dolayısıyla da cehennemden] uzak tutmuştur.

Sonuç olarak, onların ve tüm insanlığın eline geçen bütün bu nimetler, bu Ev’in Rabbi olan Allah sayesindedir.

  1. âyette, bir ara cümleyle mü’minlere de; Siz de İbrâhîm’in makamından bir musallâ [salât gerçekleştirilecek yer] edinin talimatı verilmekte; yani, “bir zamanlar olduğu gibi, şimdi siz de orada bir musallâ edinin” denilerek, orada tevhidin öğretileceği ve yaşatılacağı bir okulun açılması emredilmektedir, ki bu da, ayrıntıları ilerideki âyetlerde gelecek olan hacc görevidir.

MUSALLÂ

Âyette geçen مصلّى [musallâ] sözcüğü ص ل و[salv] kökünden صلّى [sallâ], يصلّى [yusallî] fillerinin mimli mastarı olup, “salât edilen yer, mekân” demektir. Salât sözcüğünün, “namaz” olarak algılanması sebebiyle bu sözcük de “namazgâh” [namaz kılınan yer] olarak anlaşılmıştır. Oysa salât, “zihnî-mâlî sosyal destek ve aktivitelerin uygulandığı yer” manasındadır. Sadece Bakara sûresi’nde geçen bu sözcüğün doğru manasına göre, İbrâhîm’in makamından bir musallâ edinin emrinden; İbrâhîm’in açtığı tevhid okulunun bulunduğu Mekke’de uluslararası bir musallâ [eğitim ve sosyal destek merkezi] oluşturulmasının istendiği anlaşılmalıdır. Musallâ’nın önemi ve işlevi aşağıdaki âyetlerde de yer almaktadır:

106Ey iman etmiş kişiler! İçinizden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şâhitlik, kendi içinizden adalet sahibi iki kişidir. Yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, sonra da ölümün musibeti size gelip çatmışsa, sizden olmayan iki kişidir. Eğer şüpheye düşerseniz, salâttan [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmadan; toplumu aydınlatman] sonra onları bekletirsiniz. Sonra da onları, “Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah’ın şâhitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi hâlde günahkârlardan oluruz” diye Allah’a yemin ettirirsiniz.

                                                                                   (Mâide/106)

34,35Ve Biz, her önderli toplum için, Allah’ın kendilerine hayvanların kusursuzlarından rızık olarak verdikleri üzerine O’nun adını ansınlar diye bir kulluk gösteri yeri/ kulluk biçimi yaptık. İşte, sizin ilâhınız, bir tek ilâhtır. O nedenle, yalnız O’nun için Müslüman olun. Allah anıldığı vakit kalpleri titreyen, kendilerine isabet edene sabreden, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan, ayakta tutan] ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden Allah yolunda harcayan, Allah’a içtenlikle boyun eğen o kimselere müjdele.

                                                                                      (Hacc/34-35)

Târih kayıtlarında, Mekke döneminde serbest bir musallâ edinilemediği, muhasara döneminde ev, bahçe ve ağıl gibi değişik yerlerin musallâ/mescid olarak kullanıldığı, mü’minlerin toplantılarını, buluşmalarını, eğitim ve öğretimlerini buralarda yaptıkları, sosyal sorunlarını buralarda çözdükleri görülmektedir. Medîne’de ise, Mescid-i Nebevî’ye yaklaşık 650 m. uzaklıkta, onun batısındaki bugünkü “Mescid-i Ğamame”nin [Bulut Mescidi’nin] olduğu alan “musallâ” olarak tayin edilmiş ve salât [tüm sosyal destek faaliyetleri] burada icra edilmiştir.

Bakara/125 ve Hacc/26’da, Beytullâh’tan yararlanacakların; “dolaşanlar/tavaf edenler”, “ibâdete kapananlar”, “rükû edenler”, “secde edenler” ve “kıyam edenler” [zulme baş kaldıranlar] oldukları beyân edilmiştir.

TAVAF EDENLER/DOLAŞANLAR

“Bir yerde dolaşmak” demek olan tavaf ile, “orayı ziyarete gelen ve orada dolaşıp duran kimseler” kasdedilmiştir. Bu kimseler, orada cereyan eden aktiviteleri izleyerek gittikleri yerlerde Beytullâh’ın tanınmasına vesile olacaklardır. Kur’ân’da, “Ka‘beyi tavaf” diye bir ifade yer almaz. Bu konu klasik kaynaklarda da şu şekilde açıklanmıştır:

Tavaf edenler ifadesinin zâhirinden anlaşılan, “Beytullâh’ı tavaf eden kimseler”dir. Atâ’nın görüşü budur. Sa‘îd b. Cübeyr ise, “Mekke’ye gelen yabancılar için temizleyin anlamına gelir” demektedir ki uzak ihtimalli bir açıklamadır.[40]

ÂKİF, İTİKAF

Âkif sözcüğünün kökü olan a-k-f, “bir şey üzerine sürekli odaklanmak, kendini ona adamak ve ondan yüz çevirmemek” anlamına gelir.[41] Buradan anlaşılan odur ki sözcük, “gâyet bilinçli olarak bir konu ve nesneye odaklanmak, taparcasına bağlanmak” anlamına gelmektedir. Nitekim birçok yerde [A‘râf/138; Tâ-Hâ/91, 97; Enbiyâ/52; Şu‘arâ/71] sözcük, “tapma” boyutuyla, Bakara/125, Hacc/25 ve Fetih/25’te ise “ısrarla bir şeye yönelme” anlamında geçmektedir.

Yine, Bakara/187’deki, Ve siz mescidlerde âkif [programlı ibâdet hâlinde] iken ifadesinden hareketle de sözcüğün, “mescidlerde tevhidi öğrenme ve öğretme, dinî konularda ikna olma ve ikna etme amacıyla, planlı-programlı bir çalışmaya yönelme; bir nevi kampa girme” anlamına geldiğini söylemek mümkündür.

İtikaf, fıkıh kitaplarında, “belli bir zamanda, belli şartlara riâyet ederek özel bir yerde, özel bir itaate devam etmek” şeklinde tarif edilmiştir. Fakat bu ifadeler, insanın kendini bir yere hapsetmesi olarak değil, Beytullâh’ta Kur’ân’a odaklanarak Allah’ın mesajını anlamaya çalışması olarak anlaşılmalıdır.

RÜKÛ EDENLER

Bugün rükû dendiğinde, “namazda ayakta iken eğilmek [belin bükülmesi]” anlaşılmaktadır. Çünkü sözcük, asırlar önce zihinlere bu anlamla kazınmıştır. Hatta klâsik eserlerde, Kur’ân’da ilk kez Mürselât/48’de geçen rükû‘dan maksadın, “namazın tamamı” olduğu, “cüz’iyet mecâz-ı mürseli” sanatı ile, namazın parçasının anılıp bütününün kasdedildiği ifade edilmiş ve 48. âyetin manası da bu doğrultuda, “Onlara namaz kılın denildiği zaman namaz kılmazlar. O gün yalanlayanların vay hâline!” şeklinde anlaşılmıştır. Bizce âyetin bu şekilde anlaşılması yanlıştır. Çünkü bu sûrenin indiği dönemde namaz hakkında herhangi bir emir söz konusu değildi. Zaten henüz inanmamış kimselere, “namaz kılın” demenin de bir mantığı yoktu. Böyle olmasına rağmen, bütün meal ve tefsirlerde sözcük bu anlamda kullanılmış ve rükû edin ifadesi, “namaz kılın” olarak anlaşılmıştır.

Bir sözcüğün doğru anlaşılabilmesi için, önce onun anlamlarının bilinmesi, sonra da onlardan doğru olanının takdir edilmesi gerekir. Arap dilinin en önemli başvuru kaynağı olan Lisânu’l-Arab‘da rükû sözcüğü için şu anlamlar yer almaktadır:

1) الرّكوع [rükû], “hudû” [eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak; kibar, tatlı söylemek] demektir.

2) Rükû, “inhina” [iki büklüm olmak] demektir. Yaşlılıktan beli bükülmüş ihtiyarlara, rakea’ş-şeyhu [ihtiyar iki büklüm oldu] denir.

3) Rükû, “zengin kimsenin sonradan fakirleşmesi” demektir (“beli kırılmak” deyimine eş bir anlam).

4) Rükû, “putlara tapmayıp Allah’a boyun eğmek” [haniflik etmek] demektir. Câhiliye Arapları, aralarında puta tapmayıp yalnızca Allah’a tapanlara, raki [rükû eden] ve rakea ilellâh [Allah’a rükû etti] derlerdi.[42]

Bizce 4. maddedeki mana, rükû sözcüğünün –ki Kur’ân’da ilk geçtiği yer Mürselât/48’dir– doğru şekilde anlaşılmasını sağlayan anlamdır. Buna göre, Ka‘be’de rükû edenler, “orada tevhidi öğreten öğretmenler”dir.

SECDE

“Teslim olma, boyun eğme” anlamında kullanılan secde sözcüğü, “devenin sahibini üstüne çıkarması için boynunu kösmesi [eğmesi]” ve “meyve yüklü hurma dallarının, sahibinin rahat uzanıp toplamasına elverişli olarak eğilmesi” anlamında vaz‘ edilmiştir. Daha sonra sözcük, “kralların bastırdıkları paradaki kabartma resimlere tebaanın baş eğerek bağlılık göstermesi” anlamında kullanılmıştır.[43]

Demek oluyor ki سجدة[secde], “kişinin bilinçli olarak bir başkasına –kendisinden daha güçlü olduğunu kabul ederek– teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesi dışına çıkmaması” demektir. Kur’ân’da defalarca nakledilmiş olan, “meleklerin Âdem’e secde etmeleri” de, işte bu anlamdadır. Yani, melekler [tabiat güçleri], kendilerinden daha güçlü olduğu için Âdem’e [bilgili kimseye] boyun eğmişler/teslim olmuşlardır.

Görüldüğü gibi, secde sözcüğünde, “yere kapanmak” anlamı yoktur. “Yere kapanmak” eylemi, خرور[harûr] sözcüğü ile ifade edilir. Nitekim bazı âyetlerde خرّوا سجّداً [harrû sücceden] diye geçer ki bunun anlamı, “secde ederek [teslim olarak] yere kapandılar” demektir.

“Secde ederek/teslim olarak yere kapanma” ifadesinin yer aldığı âyetler şunlardır: Yûsuf/100, Meryem/58, Secde/15, İsrâ/107-109.

Bir de korkudan yere kapanmak vardır, ki bu, secde ederek/boyun eğerek yere kapanmak değildir:

143Ne zaman ki, Mûsâ, belirlediğimiz vakitte geldi ve Rabbi o’na söz söyledi. Mûsâ, “Ey Rabbim! Göster bana Kendini de bakayım Sana!” dedi. Rabbi o’na dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak, dağı incele, eğer bakışın, incelemen dağın mekanına erişirse; dağın bulunduğu yerin önüne arkasına, altına üstüne, sağına soluna, içine dışına yerleşirse işte o zaman sen beni görürsün

Daha sonra Rabbi, Musa’nın Dağ gibi sorunları için Musa’yı aydınlatıp Musa’nın dağ gibi sorunlarını yıkıp attı. Mûsâ da dehşete düşüp heyecanla yere kapandı; Rabbine teslimiyet gösterdi. Ayılıp kendine gelince; heyecanı geçince de, “Seni tenzih ederim, Sana döndüm; tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim” dedi.

                                                                                (A‘râf/143)

Mü’minlerin namazda yere kapanmaları ise; geçmişte, bağlılık ve teslimiyetin dışa vurulmasının yere kapanmak sûretiyle yapılması sebebiyledir. Yani, mü’minler geçmişten gelen örfe göre Allah’ın, Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin (A‘râf/55) emrini yerine getirmek ve Allah’a teslimiyetlerini göstermek için yere kapanmaktadırlar.

Secde sözcüğü bu şekilde açığa kavuştuktan sonra Kur’ân’daki “secde” sözcüklerinin doğru anlaşılması kolaylaşmaktadır.

Meselâ, aşağıdaki âyetlerdeki secde sözcükleri hep “bilinçli olarak bir başkasına –güçlü olması sebebiyle– teslim olmak/boyun eğmek” anlamındadır:

4Hani bir zaman Yûsuf, babasına: “Babacığım! Şüphesiz ben onbir yıldız, güneş ve ay’ı gördüm; onları bana boyun eğip teslimiyet gösterirlerken gördüm” demişti.

                                                                               (Yûsuf/4)

100Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi boyun eğip teslimiyet göstererek o’nun için yere kapandılar. Ve Yûsuf: “Babacığım! İşte bu durum, o gördüğümün te’vîlidir. Gerçekten Rabbim onu hak kıldı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediği şeye armağan vericidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyanın ta kendisidir.”

                                                                           (Yûsuf/100)

Burada Yûsuf’un kardeşlerinin ve babasının o’na secde etmeleri/teslim olmaları, “yaşam düzenlerini o’nun kontrolüne verip o’nun otoritesi dışına çıkmamaları” anlamına gelir.

161Ve bir zaman onlara, “Şu kente yerleşin ve oradan dilediğiniz şeyleri yiyin ve “Hitta” [günahlarımızı bağışla]! deyin ve teslim olmuş olarak kapıdan girin. Biz suçlarınızı bağışlayacağız, iyilere arttıracağız” denilmişti.

                                                                                  (A‘râf/161)

Buradaki secde, şehrin kapısında yere kapanmak değil, “o şehrin otoritesine teslim olmak” anlamındadır. Aynı durum Bakara/58 ve Nisâ/154’de de konu edilmiştir.

Bilinçli olarak yapılan secdeden başka Kur’ân’da bir de teshirî [ister istemez yapılan] secde vardır ki bu, insan dışındaki varlıkların yaratılışları gereği ister istemez teslim olmaları/boyun eğmeleridir:

15Ve yerde ve göklerde olan kimseler ve gölgeleri, ister istemez her zaman yalnızca Allah’a boyun eğip teslimiyet gösterirler.

                                                                                      (Ra‘d/15)

49,50Ve göklerde ve yeryüzünde bulunan canlılar ve doğal güçler, kibirlenmeden Allah’a boyun eğerler. Kendilerinin üstündeki Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar.

                                                                        (Nahl/49)

18Göklerde ve yeryüzünde olan kimselerin, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, kıpırdayan canlılar ve insanların çoğunun Allah’a boyun eğip teslimiyet gösterdiklerini görmedin mi/ hiç düşünmedin mi? Birçoğu da üzerlerine azap hak olmuş olanlardır. Ve Allah, kimi hor kılarsa artık onun için bir yücelten yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini işler.

                                                                                            (Hacc/18)

MESCİD

مسجد [mescid] sözcüğü, سجد يسجد[secede, yescüdü] fiilinin mimli mastarı [mekân ismi] olup “secde edilen/ettirilen yer” demektir. Ama bunun, günümüzde kılınan namazlardaki secde yeri ile alakası yoktur. Çünkü bu mescid, “aykırı düşünen ve hareket eden kimselerin ikna ile gerçeğe boyun eğdirildikleri, onların da teslim olup gerçeğe boyun eğdikleri yer” veya kısaca “eğitim-öğretim ve ikna alanı” demektir.

Bu anlamı itibariyle mescid, “salâtın [sosyal desteğin] zihnî yönünün”, musallâ ise “salâtın [sosyal desteğin] hem zihnî hem de mâlî yönlerinin geniş katılımla icra edildiği alan” demektir. Nitekim Peygamberimiz salâtı, dar çerçevede mescidde icra etmiş, bayram günleri, haftalık toplantı günleri, cenaze ve savaş hazırlıkları gibi geniş katılımın olduğu günlerde ise musallâda icra etmiştir. Dolayısıyla, 125. âyetteki secde edenler ifadesi, “Beytullâh’ta tevhidî eğitim gören, ikna olan, teslim olan öğrenci grubu”dur. Öyleyse beytler; orada bulunanlar, dinî bilgisini geliştirmek için kalanlar, tevhidi öğreten ve öğrenenler için daima uygun bir vaziyette tutulmalı ve orada tevhid öğretilmelidir.

Paragrafın sonunda yer alan İbrâhîm peygamberin duası kabul edilmiş olmalı ki Allah, –son peygamber de dahil– o’nun soyundan birçok peygamber göndermiştir.

 130Ve İbrâhîm’in dininden/yaşam tarzından, kendini akılsızlaştıran kimseden başka kim yüz çevirir? Ve Biz o’nu dünyada seçmiştik. Hiç şüphesiz o, âhirette de iyilerden biridir.

131Rabbi o’na, “Sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran] biri ol!” dediği zaman İbrâhîm, “Ben âlemlerin Rabbi için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] biri oldum” dedi.

132İbrâhîm de müslim olmayı, kendi oğullarına ve Ya’kûb’a, “Ey oğullarım! Şüphesiz ki bu dini size Allah seçti. Onun için yalnızca Sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] kişiler olarak ölün!” diye vasiyet etti.

Bu âyetlerde, İbrâhîm peygamber tanıtılmakta ve başta İsrâîloğulları olmak üzere tevhide yanaşmayan, aklı olmasına rağmen kendini sefihleştiren/akılsızlaştıran kimseler kınanmaktadır.

Allah’ın bildirdiğine göre dünyada arıtılmış, seçilmiş bir kişi olan İbrâhîm, âhirette de iyilerden olacaktır. Allah İbrâhîm peygambere “müslimlik” [başkalarını müslüman etme] görevi vermiş, o da bu görevi hakkıyla ifa etmiştir. Ayrıca İbrâhîm, bu görevi, Ey oğullarım! Şüphesiz ki, bu dini size Allah seçti. Onun için yalnızca müslimler olarak ölün diyerek oğullarına ve torunu Ya‘kûb’a da vasiyet etmiştir.

İbrâhîm hakkında bilgi verilen bu paragrafta, Yahûdi ve Hristiyanlara bir azar ve serzeniş de vardır. Çünkü İbrâhîm’in dininden ve soyundan olduğunu iddia edip de şirke bulaşmak, ancak kendini sefihleştiren [akılsızlaştıran, aptallaştıran] ahmaklara mahsustur. Akıllı insanın böyle bir duruma düşmesi mümkün değildir.

Âyette İbrâhîm’in torunlarından sadece Ya‘kûb’un adının anılması, İsrâîloğulları’nın Ya‘kûb’un torunları olması sebebiyledir. Zira “İsrâîl”, Ya‘kûb’un ikinci adıdır.

Kur’ân’da İbrâhîm’in müslümanlaşması ve müslimleşmesi birçok yerde konu edilmiştir:

77Sonra ay’ı doğarken görünce de, “Bu, benim rabbimdir” dedi. O da batınca, “Andolsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar toplumundan olurum” dedi.

78,79Sonra güneşi doğarken görünce de, “Bu benim rabbimdir, bu daha büyük!” dedi. Sonra o da batınca, “Ey toplumum! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif; bâtıl inançlardan dönmüş biri olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi.

                                                                          (En‘âm/77-79)

25Bunun üzerine Biz de onları yakaladık, cezalandırmak sûretiyle adaleti sağladık. Hadi, yalanlayanların sonu nasıl oldu bir bak! –26,27Ve hani bir zamanlar İbrâhîm babasına ve toplumuna: “Şüphesiz ben sizin taptığınız şeylerden uzağım. Beni yoktan yaratan ayrı. Şüphesiz ki artık O, beni doğru yola iletecektir” dedi.28İbrâhîm bu sözü, onların dönmesi için ardından gelecek olanlara devamlı kalacak bir söz yaptı.

                                                                          (Zuhruf/25-28)

113,114Kendilerine, cehennem ashâbı oldukları iyice belli olduktan sonra Peygamber’e ve iman etmiş kişilere, akraba bile olsalar, ortak koşanlar için bağışlanma dilemek yoktur. İbrâhîm’in babası için bağışlanma dilemesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun, Allah için bir düşman olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrâhîm, çok içli, çok halim birisi idi.

                                                                      (Tevbe/113-114)

120,121Şüphesiz İbrâhîm içtenlikle Allah’a boyun eğen, ortak koşma inancından dönmüş, Allah’ın nimetlerine karşılık ödeyen başlı başına bir ümmet idi. Ve o, ortak koşanlardan olmadı. Ve Allah, o’nu seçti ve dosdoğru yola kılavuzladı.

122Ve Biz İbrâhîm’e dünyada iyilik-güzellik verdik. Ve şüphesiz O, âhirette de kesinlikle sâlihlerdendir.

                                                                         (Nahl/120-122)

İşte bu nedenledir ki, İbrâhîm peygamber insanlığa, herkesin yararlanacağı bir örnek olarak takdim edilmiştir:

4,5İbrâhîm’de ve o’nunla beraber bulunanlarda –İbrâhîm’in babası için, “Senin için kesinlikle bağışlanma dileyeceğim. Ve Allah’tan olan hiçbir şeye gücüm yetmez” demesi hariç– kesinlikle sizin için güzel bir örnek vardır. Hani İbrâhîm ve İbrâhîm ile beraber olanlar, toplumlarına, “Biz, sizden ve sizin Allah’ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz, sizi silip attık. Ve siz, bir tek olarak Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sonsuza dek bir düşmanlık ve buğz belirmiştir. Rabbimiz! Yalnız Sana dayandık, Sana yöneldik. Ve dönüş ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizi, kâfirler; Senin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler için bir ateşe atılma/imtihan aracı yapma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, en iyi yasa yapanın, en sağlam yapanın ta kendisisin!” demişlerdi.

                                                                      (Mümtehine/4-5)

142İnsanlardan aklı ermeyenler, “Bunları, mevcut hedeften/stratejiden çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu ve batı [tüm yönler] yalnız Allah’ındır. O, dilediği/ dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar.”

Bu âyette öncelikle, sefihlerin mü’minleri, Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden [hedeften, stratejiden] çeviren nedir? diye itham edecekleri bildirilerek gaybtan haber verilmek sûretiyle bir mucize gösterilmektedir. Diğer taraftan da Rasûlullah ve mü’minler, Allah’ın ileride yapılacak ithamları ve onlara verilmesi gereken cevapları haber vermesi sayesinde; kendilerine yeni hedefler verileceğini, bu hedeflere yürürken bazı fikrî saldırılara uğrayacaklarını öğrenmekte ve bu saldırılara karşı koymaya hazırlanmaktadırlar.

Âyetteki sefihler kelimesi, “aklı kıt ve hafif olanlar” demektir, ki bununla “Medîne’deki Yahûdiler ve münâfıklar” kasdedilmiştir:

13Ve onlara, “İnsanların inandığı gibi inanın” denilince, “Biz, o aklı ermezlerin inandığı gibi mi inanacağız!” derler. Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, aklı ermezlerin ta kendileridir. Velâkin bilmiyorlar.

                                                                           (Bakara/13)

KIBLE

Kıble sözcüğünün aslı k-b-l köküdür. Bu sözcüğün kabl kalıbı, “önce” anlamında, kubl kalıbı ise, dübür [arka] sözcüğünün karşıtı olarak “ön” anlamındadır. Kıble sözcüğü de “ön” anlamı ekseninde, “cihet” [yüzün gösterdiği yön; ön yön] demektir.[44]

Kıble sözcüğün türevlerinden olan kabile [sık yüzyüze gelen halk], mukâbil, mukâbele [karşılık, karşılık verme] sözcükleri Arapça’daki anlamıyla Türkçe’ye de geçmiştir.

Kıble kelimesinin geçtiği âyetlere dikkat edilirse bu sözcüğün, fiziksel konuma göre “ön yön” anlamında değil; “görüş, inanç, ilke olarak üzerinde bulunulan, gidilen yön” [sosyal hedef/strateji] anlamında kullanıldığı anlaşılır.

Bu âyetin iniş sebebi ve ortamı hakkında klasik kaynaklarda şu nakiller ve görüşler yer almaktadır:

Hadis imamlarının İbn Ömer’den rivâyetlerine göre –lafız Mâlik’indir– o şöyle demiştir: Müslümanların Kuba’da sabah namazını kıldıkları bir sırada birisi yanlarına gelip şöyle dedi: “Bu gece Rasûlullah’a (s.a) Kur’ân-ı Kerîm nâzil oldu ve Ka‘be’ye yönelmesi emredildi.” Onlar da oraya yöneldiler. O sırada yüzleri Şam tarafına [Beytu’l-Makdis’e doğru] yönelmiş idi, Ka‘be’ye doğru döndüler.

Buhârî’nin el-Berâ’dan rivâyetine göre Rasûlullah (s.a) Beytu’l-Makdis’e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Ancak kıblesinin Beytullâh’a doğru olmasını arzu ediyordu. Onun (Beytullâh’a doğru) kıldığı ilk namaz İkindi namazıydı. Onunla birlikte bir topluluk da namaz kılmıştı. Peygamber (s.a) ile birlikte namaz kılanlardan birisi çıkıp rükûa varmış oldukları bir hâlde bir mescid halkının yanından geçti ve şöyle dedi: “Allah adına şâhitlik ederim ki ben Peygamber (s.a) ile birlikte Mekke’ye doğru namaz kıldım.” Onlar da oldukları gibi Beytullâh’a doğru yöneldiler. Kıble Beytullâh’a doğru değiştirilmeden önce (eski) kıbleye doğru namaz kılıp öldürülmüş [şehid düşmüş] birtakım kimseler vardı ki onlar hakkında ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Bunun üzerine Yüce Allah, Allah imanınızı zâyi edecek değildir (Bakara/2/143) âyetini inzâl buyurdu.

Görüldüğü gibi bu rivâyette İkindi namazından, Mâlik’in rivâyetinde ise Sabah namazından söz edilmektedir: Bu buyruk, Peygamber’e (s.a) Selemeoğulları Mescidinde farzın iki rekatini kıldıktan sonra nâzil olmuş ve o da namazda iken yüzünü Ka‘be’ye doğru çevirmiştir. O bakımdan bu mescide Mescidu’l-Kıbleteyn, [iki kıbleli mescid] adı verilmiştir. Ebu’l-Ferec’in zikrettiğine göre Abbad b. Nehîk bu namazda Peygamber (s.a) ile birlikte bulunuyor idi. Ebû Ömer et-Temhid adlı eserinde Akabe’de beyatte bulunan kadınlardan biri olan Eşlem kızı Nuveyle’den şöyle dediğini zikretmektedir: Öğlen namazını kılıyordum. Bu sırada Abbad b. Bişr b. Kayzî gelip şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a) kıbleye –veya Beytu’l-Harâm’a doğru– yöneldi.” Erkekler kadınların yerine, kadınlar da erkeklerin yerine geçti.

Bu âyet-i kerîmenin namaz vakti dışında nâzil olduğu da söylenmiştir. Çoğunluğun rivâyeti bu şekildedir. Ka‘be’ye doğru kılınan ilk namaz ise İkindi namazı olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Başkası ise şöyle demektedir: “Peygamber (s.a) Medîne’ye geldiğinde Yahûdilerin kalplerini ısındırmak istedi. Onların imana gelmelerini daha bir teşvik etsin diye onların kıblelerine doğru yöneldi. Onların inatları açıkça ortaya çıkıp onlardan ümidini kesince Ka‘be’ye döndürülmek istediğinden semaya doğru bakıp dururdu. Hz. İbrâhîm’in kıblesi olduğundan dolayı Ka‘be’yi seviyordu.” Bu açıklama da İbn Abbâs’tan nakledilmiştir.[45]

Yukarıda da değinildiği gibi, Kur’ân’da zikri geçen kıble‘nin, bu nakillerde bahsedilen “namazda yönelinen yön” anlamıyla; kıble değiştirme‘nin de, Mescid-i Aksa’dan (Beyt’ül makdis) Mescid-i Harâm’a dönmekle bir alâkası yoktur. Bunlar, Müslümanlığı yozlaştırmak, dinin ilkelerini işe yaramaz hâle getirmek için zaman içerisinde yerleştirilmiş anlayışlardır. Çünkü kulluk için bir yön belirlenmesi her şeyden önce Kur’ân’a aykırıdır:

115Ve doğu-batı [her yön] yalnızca Allah’ındır. Öyleyse her nereye yönelirseniz, artık orası Allah’ın yüzüdür. Şüphesiz Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, en iyi bilendir.

                                                                                (Bakara/115)

Tazarru‘an dua hâlindeki [namazdaki] yönelme‘nin ise, yüzün fizikî olarak herhangi bir yöne çevrilmesi ile hiç alâkası yoktur, bu yönelme manevî yönelmedir ve böyle olduğu, aşağıdaki âyetlerden açıkça anlaşılmaktadır:

31,32Kalben O’na yönelenler olarak, Allah’ın koruması altına girin, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun-ayakta tutun], ortak koşanlardan; dinlerini parça parça bölmüş, ayrılıkçı gruplara ayrılmış kimselerden de olmayın. –Her ayrılıkçı grup kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir.–

                                                                                  (Rûm/31-32)

4,5İbrâhîm’de ve o’nunla beraber bulunanlarda –İbrâhîm’in babası için, “Senin için kesinlikle bağışlanma dileyeceğim. Ve Allah’tan olan hiçbir şeye gücüm yetmez” demesi hariç– kesinlikle sizin için güzel bir örnek vardır. Hani İbrâhîm ve İbrâhîm ile beraber olanlar, toplumlarına, “Biz, sizden ve sizin Allah’ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz, sizi silip attık. Ve siz, bir tek olarak Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sonsuza dek bir düşmanlık ve buğz belirmiştir. Rabbimiz! Yalnız Sana dayandık, Sana yöneldik. Ve dönüş ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizi, kâfirler; Senin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler için bir ateşe atılma/imtihan aracı yapma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, en iyi yasa yapanın, en sağlam yapanın ta kendisisin!” demişlerdi.

                                                                     (Mümtehine/4-5)

Allah’a kulluk için mutlaka bir yön belirlenmesinin Kur’ân’a aykırılığı ortaya konulduktan sonra, bu âyetin tahlili çerçevesinde halledilmesi gereken bir diğer mesele de bu âyetteki, Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden [hedeften, stratejiden] çeviren nedir? sözleri ile ne kasdedildiğinin [Müslümanların kıblesinin ne olduğunun ve onların neye yöneldiklerinin] iyi tesbit edilmesidir. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır: “Kıbleden çevrilme”, eski hedef ve stratejilerin bir tarafa bırakıldığı anlamına değil, ilk hedef ve stratejilere ilâveten yeni hedef ve stratejilerin belirlendiği anlamına gelir!

İLK KIBLE [SOSYAL HEDEF, STRATEJİ]

Dikkat edildiğinde, bu âyetlerin indiği vakte kadarki âyetlerde hedef ve stratejinin; “tevhidin öğretilmesi, öğüt, uyarı, Kur’ân ile cihad, müjdeleme, sabır, af ve hoşgörü ile muamele” olduğu anlaşılır.

YENİ KIBLE

Müslümanların yeni hedef ve stratejilerini ise; salâtın ikâmesi [okulların açılması, sosyal destek kurumlarının oluşturulması ve ayakta tutulması], zekâtın alınması, ma‘rûfun emredilip münkerden nehyedilmesi, hikmetle [zulmü engelleyip adaleti sağlayan ilkelerle] hareket edilmesi, gerektiğinde de savaşılması, kısacası İbrâhîm’in Mescid-i Harâm’daki uygulamalarının tatbik edilmesi; eğitim-öğretim eksenli bir yapılanma ile devlet hâline gelinmesi oluşturmaktadır.

143Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhitler olasınız, Elçi de sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi hayırlı bir önderli toplum yaptık. Üzerinde olduğun bu hedefi/stratejiyi belirlememiz de yalnızca, Elçi’ye uyan kimseleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım/ işaretleyip gösterelim/ bildirelim diyedir. Tesbit ettiğimiz bu hedef/strateji, elbette, Allah’ın kılavuzluk ettiği kimselerin dışındakilere çok büyüktür. Ve Allah, imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.

Bu âyette; kıble değiştirme [yeni hedef ve stratejilerin tayini] sebebiyle, son ümmetin diğer ümmetlere şâhit olan hayırlı bir ümmet olacağı ve bu sayede inananla inanmış gözükenlerin ayrışacağı, yeni hedefin inanmamış kimselere çok ağır ve zor geleceği bildirilmiştir.

45,46Bir de sabretmekle, salâtla [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma ile] yardım isteyin. –Şüphesiz salât ve sabırla yardım isteme, saygılı olanlardan; gerçekten Rablerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O’na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına çok ağır gelir.–

                                                                             (Bakara/45-46)

142,143Şüphesiz ki münâfıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O, onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmaya; toplumu aydınlatmaya] kalktıkları/toplum içine çıktıkları zaman, ikisi arasında gidip gelen kararsızlar olarak, tembel tembel kalkarlar, mü’minlerle ve kâfirlerle olmazlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah’ı ancak, pek az olarak anarlar. Ve Allah, kimi saptırırsa, sen artık ona bir yol bulamazsın.

                                                                                (Nisâ/142)

Ayrıca bu inanmamış kimseler, Âl-i Imran, Tevbe ve Enfâl sûrelerinde açıklandığı gibi, savaşa gitmemek veya Müslümanları savaştan caydırmak için ellerinden geleni arkalarına koymamışlar, her vesilede gerisin geri kaçmışlardır:

144Ve Muhammed, ancak bir elçidir. Kesinlikle o’ndan önce elçiler gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim ki de geri dönerse, bilsin ki Allah’a hiçbir şekilde zarar veremez. Ve Allah, sahip olduğu nimetlerin karşılığını ödeyenleri karşılıklandıracaktır.

                                                                      (Âl-i İmrân/144)

149Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimselere uyarsanız, onlar sizi topuklarınız üstünde gerisin geriye çevirirler de siz kaybedenlerden oluverirsiniz.

(Âl-i İmrân/149)

Yeni kıbleye yönelen ümmetin hayırlı bir ümmet olması, gösterilen hedef ve stratejileri gerçekleştirmek üzere emr-i bi’l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münker yapmalarına, ila-yı kelimetullah için dışa açılmalarına dayanmaktadır:

110Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emreder, vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü, çirkinliği kabul edilen şeyleri engeller ve Allah’a inanırsınız. Kitap Ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Onların bazıları mü’mindirler, pek çoğu da yoldan çıkmış kimsedirler.

                                                                   (Âl-i İmrân/110)

VASAT ÜMMET

وسط [v-s-t] kök sözcüğü, vesat ve vest şekillerinde okunur. Vesat şeklinde okunduğunda isim, vest şeklinde okunduğunda zarf olarak kullanılır. Bu sözcük, “bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı” manasında olup, “bir şeyin kendi ortası” olarak anlaşılır ve sözcük “ipi ortasından kavradım”, “oku ortasından kırdım” cümlelerindeki gibi kullanılır.

Arap örfünde bir şeyin ortası, o şeyin en hayırlı, en yararlı bölümüdür. Meselâ, at veya devesine binecek bedevi için at veya devesinin en hayırlı yeri, boynu ve kıçı değil belinin ortasıdır. Yine, bedevinin devesine kuracağı ağıl için en hayırlı yer, otlağın ortasıdır. Gerdanlığın, inci veya elmas takılacak en hayırlı [güzel ve uygun] yeri, gerdanlığın ortasıdır. Ayrıca her güzel ve yararlı davranış, kendi cinsinden olan davranışların ortada olanıdır. Meselâ cömertlik, cimrilik ve savurganlığın ortasında bir davranıştır. Cesaret, korkaklık ve saldırganlık arasında bir davranıştır.

İşte bu nedenle وسط[vest] sözcüğü; “hayırlı, yararlı, üstün” anlamına genelleşmiştir. Araplar, “O, kavminin evsatındadır” sözüyle, “o, kavminin hayırlı, yararlı, şerefli olanıdır” demek isterler. Veya, “Şu vesît kişiye bir bakın” sözüyle, “şu hayırlı, şerefli kişiye bir bakın” demek isterler.

Dolayısıyla bu âyetteki, Ve işte böyle Biz, siz insanlar üzerine şâhitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık ifadesi, “ve işte böyle sizi hayırlı, yararlı ve şerefli bir ümmet kıldık” demektir.

BU ÜMMETİN İNSANLARA ŞÂHİTLİĞİ

Bu ümmetin diğer insanlara tanık yapılacağı, konumuz olan âyetten başka Hacc sûresi’nde de geçmektedir:

77,78Ey iman etmiş kimseler! Zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız için, Allah’ı birleyin, boyun eğip teslimiyet gösterin, Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ve Allah uğrunda gerektiği gibi gayret gösterin. O, sizi seçti ve dinde; babanız İbrâhîm’in dininde/yaşam tarzında sizin için bir zorluk oluşturmadı. O, daha önce ve işte Kur’ân’da, Elçi’nin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/verginizi verin ve Allah’a sarılın. O, sizin mevlânız; yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!

                                                          (Hacc/77,78)

İslâm’daki ilk strateji, “yakınların uyarılması” idi. Yeni kıblenin belirlenmesi, tabiri caizse hedef ve strateji çıtasının yükseltilmesi sonucunda ise, yakınların uyarılması yetmeyecek, çevredeki halkların da İslâm’a davet edilmesi gerekecektir. Yani, vahiy: emir ve nehiyler onlara da ulaştırılacak, onlar da ikna edilmeye çalışılacak, onların da yapılan davete karşı tavırları izlenecek ve böylece bu ümmet, hakka uyup uymadıkları hususunda diğer ümmetlere tanık olacaktır.

15Kim, kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz, bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık.

                                                                      (İsrâ/15)

Yukarıdaki âyet uyarınca tebliğ ulaşmadan ceza verilmeyeceğinden, bu ümmet, diğer ümmetlere tebliğin ulaşıp ulaştırılmadığının da tanığı olacaktır.

İşte Rasûlullah, bu yeni kıble [hedef, strateji] nedeniyle sınır ötesi tebliğlere, emir ve nehiylere başlamış, çevredeki toplumların yöneticilerine, bir örneği aşağıda olan mektuplar göndermiştir:

MUKAVKIS’A GÖNDERİLEN MEKTUP

Rahmân, Rahim Allah Adına

Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den, Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs’a.

Selam, hidâyet yoluna tâbi olan kimseler üzerine olsun.

Buna göre ben, seni tam bir İslâm daveti ile çağırıyorum. İslâm’a gir. Sonunda emniyet ve selâmet içinde olursun. Allah sana ecrini iki kere verecektir. Şâyet bundan geri duracak olursan bütün Kıbtîlerin günahı senin üzerinde toplanacaktır. De ki: “Ey Kitap Ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ın astlarından bazımız bazımızı rabbler edinmeyelim.” Buna rağmen eğer onlar, yüz çevirirlerse, artık “Şüphesiz bizim Müslümanlar olduğumuza şâhit olun” deyin.

                                                                                     (Âl-i İmrân/64)

Netice olarak bu ümmet, Allah’ın mesajlarını tüm insanlara ulaştıracak ve onların iman edip etmediklerini izleyecek, aynen Îsâ peygamberin tanıklığı gibi tanıklık edecektir:

116-118Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah’ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” Îsâ: “Sen arınıksın, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen, bunu kesinlikle bilmiştin. Sen, benim içimde/özümde olanı bilirsin, ben ise Senin zatında olanı bilmem. Şüphesiz Sen; görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği en iyi bilenin ta kendisisin! Ben, onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ dedim. Ve ben, içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen, beni vefat ettirdin; geçmişte yaptıklarımı ve yapmam gerekirken yapmadıklarımı bir bir hatırlattırdın/ beni öldürdün, Sen, onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar, senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapanın ta kendisisin” dedi.

                                                                           (Mâide/116-118)

69Ve yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hak ile karar verilmiştir. Ve onlara haksızlık edilmez.

                                                                                   (Zümer/69)

13Bu iddiayı ortaya atanların, buna dair dört şâhit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şâhitler getirmediler, öyle ise onlar, Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler.

                                                                                       (Nûr/13)

Ayetteki “lina’leme” ifadesinin tahlili ile ilgili ayrıntılı bilgi Sebe/21. ayetin tahlilinde verilmiştir.[46]

Âyetin son bölümündeki, Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir ifadesiyle, mü’minler her zaman olduğu gibi hizmete teşvik edilmektedir.

195Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: “Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki hepiniz aynısınızdır– çalışanın amelini kaybetmem. O nedenle, göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır.”

                                                                            (Âl-i İmrân/195)

89Kim bir iyilik-güzellik getirirse, onun için getirdiğinden daha hayırlısı/getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende olanlardır.

                                                                                    (Neml/89)

272Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru yola getirir. Ve hayırdan harcamada bulunduğunuz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında harcamada bulunmazsınız. Ve hayırdan ne harcamada bulunursanız, o, size tastamam ödenecektir. Ve siz, haksızlığa uğratılmayacaksınız.

                                                                               (Bakara/272)

144Biz, senin Bizden ne beklemekte olduğunu kesinlikle görüyoruz. Artık seni hoşnut olacağın bir hedefe/stratejiye çevireceğiz. Haydi, yüzünü Mescid-i Harâm/ dokunulmaz eğitim-öğretim kurumu yönüne çevir; aklın fikrin hep eğitim-öğretimde olsun. Siz de, nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin! Kendilerine Kitap verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz onun, Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah, onların yapıp durduklarından habersiz, bilgisiz değildir.

Bu âyette, Rasûlullah’ın bazı sıkıntılarının giderileceği, o’nun da hoşnut olacağı müjdesi verilirken, hedef ve stratejileri tam olarak açıklanmamakla beraber yeni kıbleye işaret edilerek, önce Peygamberimize sonra da tüm Müslümanlara yüzlerini “Mescid-i Harâm yönü”ne çevirmeleri emredilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, yüzlerin “Mescid-i Harâm”a değil, “Mescid-i Harâm yönüne” çevrileceğidir.

Âyetteki yüz ifadesi, sadece “sima” anlamındaki yüz değil, “tüm benlik ve varlık”tır. Çünkü yüz, Arapça’da “cüz’iyyet mecaz-ı mürseli” sanatı gereğince, –vesikalık bir fotoğrafın insanın kimliğini temsil etmesi gibi– canlı varlıkların en belirleyici organıdır. Yüzün semaya evirilip çevrilmesi ise, “dua etmek, beklenti içinde olmak” demektir. Bu ifadedeki semâ ile evrenin; yaratıkların ötesi; “en üst nokta” kasdedilmiştir.[47] Zira insan dua ederken, fıtraten ellerini havaya doğru kaldırır, sıkıntıya düştüğünde de yüzünü semaya çevirir. Örfte de, olağan dışı olaylar için “gökten düştü” tabiri kullanılır. Allah’tan gelen din ve kitaplara da, “semavî dinler, semavî kitaplar” denir. Dolayısıyla, Peygamberimizin yüzünü semaya çevirmesi, tüm benlik ve varlığıyla Allah’a yönelerek dua etmesini ifade eder.

Konumuz olan âyetle ilgili klâsik anlayışlara bir göz atalım:

Hoşnut olacağın, “seveceğin” anlamındadır. es-Süddî der ki: “Hz. Peygamber Beytu’l-Makdis’e doğru namaz kıldığında başını semaya doğru kaldırır, kendisine neyin emrolunacağına bakardı. Ka‘be’ye doğru namaz kılmayı seviyor ve arzu ediyordu. Bunun üzerine Yüce Allah, Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz buyruğunu indirdi.” Ebû İshâk da el-Berâ’dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: “Rasûlullah (s.a) Beyt-i Makdis’e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Rasûlullah (s.a) kıblesinin Ka‘be’ye doğru döndürülmesini arzu ediyordu. Bunun üzerine Yüce Allah, Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz buyruğunu indirdi.”[48]

Hz. Peygamber (s.a) Beyt-i Makdis’e dönmekten hoşlanmıyor, Ka‘be’ye yönelmeyi arzuluyordu. Ne var ki, bunu diliyle belirtmiyordu, bu sebeple de yüzünü gökyüzüne döndürüyordu. İbn Abbâs’tan Hz. Peygamber’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Ey Cebrâîl! Allah’ın beni Yahûdilerin kıblesinden başka bir kıbleye döndürmesini arzuluyorum.. Çünkü oraya yönelmekten artık hoşlanmıyorum.” Bunun üzerine Cebraîl o’na, “Ben de senin gibi bir kulum; bunu Rabbinden iste!” dedi. Artık bundan sonra Hz. Peygamber Cebrâîl’in, istediği şeyi getireceğini umarak, devamlı göklere doğru bakıyordu. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hakk bu âyeti indirdi.[49]

İbn Merdûyeh Kâsım el-Ömerî’nin İbn Abbâs’tan naklettiği hadîsi rivâyet ederek der ki: “Rasûlullah (s.a) Kudüs’e doğru namazı kıldıktan sonra selâm verdi ve başını semaya kaldırdı. O esnada Allah Teâlâ’nın, Yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir âyeti nâzil oldu. Cebrâîl (a.s) o’na rehberlik ederek, yüzünü Ka‘be’nin oluk tarafına döndürdü.” Hâkim, Müstedrek‘inde Ya‘lâ ibn Atâ kanalıyla Şu‘be’nin naklettiği hadîste Yahyâ ibn Kumta der ki: “Ben Abdullah ibn Amr’ı Mescid-i Harâm’da oluk hizasında otururken gördüm ve o, Şimdi seni hoşnut olacağın bir kıbleye çevireceğiz âyetini okudu. Sonra bunun Ka‘be’nin oluğu olduğunu söyledi.”

Hâkim der ki: “Bu hadîsin isnadı sahihtir. Ancak Buhârî ve Müslim onu tahrîc etmemiştir. Bu hadîsi İbn Ebî Hatim Hasan kanalıyla Huşeym ve Ya‘lâ ibn Atâ’dan nakleder.” Başkaları da böyle demişlerdir. Nitekim Şâfiî merhumun iki görüşünden birisi böyledir. Buna göre maksad, kıble’nin kendisini tutturmaktır. Şâfiî’nin diğer görüşüne göre –ki ekseriyet bu kanâattedir– maksad yönelmedir.

Hâkim, Muhammed ibn İshâk kanalıyla Hz. Ali’den (r.a) nakleder ki: Yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir âyeti konusunda “o yöne” demiştir. Ve ardından da, “Bu hadîsin isnadı sahihtir, ancak Buhârî ve Müslim tahrîc etmemişlerdir” der. Bu kanâat Ebu’l-Âliye, Mücâhid, İkrime, Sa‘îd ibn Cübeyr, Katâde, Rebî ibn Enes ve diğerlerinin görüşüdür. Bir başka hadîste vârid olduğuna göre; kıble doğu ile batı arasıdır.

Ebû Nuaym der ki: Bize Züheyr, Berrâ’dan nakletti ki: “Rasûlullah (s.a) onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs’ü kıble edindi. Ancak içinden Ka‘be’nin kıble olmasını istiyordu. O, ikindi namazını kıldı. Beraberinde bir de topluluk vardı. Onunla beraber namaz kılanlardan bir kişi çıktı. Ve bir mescid halkına rastladı ki onlar rükû’da idiler. Adam, ‘Allah adına şâhidlik ederim ki ben Rasûlullah (s.a) ile Mekke yönüne doğru namaz kıldım’ dedi. Bunun üzerine onlar oldukları gibi Mekke yönüne döndüler.”

Abdurezzâk der ki: Bize İsrâîl… Berrâ’dan nakletti ki: “Rasûlullah (s.a) Medîne’ye geldiğinde onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs’e doğru namaz kılmıştır. Ancak Rasûlullah (s.a) Ka‘be’ye yöneltilmesini arzuluyordu. Nihâyet, Doğrusu Biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz… âyeti nâzil oldu ve böylece Ka‘be’ye çevrildi.”

Nesâî de, Sa‘îd ibn el-Muallâ’dan nakleder ki, o şöyle demiştir: Biz Rasûlullah (s.a) devrinde erkence mescide giderdik ve mescidde namazımızı kılardık. Bir gün mescide uğradık. Rasûlullah (s.a) minberde oturuyordu. Ben dedim ki: “Yeni bir şey olmuş ki Rasûlullah minberde oturuyor.” O sırada Rasûlullah (s.a), Doğrusu Biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz… âyetini okudu. Âyeti bitirince arkadaşıma, “Rasûlullah (s.a) minberden inmeden önce gel iki rekat namaz kılalım da ilk namaz kılanlar biz olalım” dedim. Arka arkaya geçtik ve iki rekat namaz kıldık. Sonra Rasûlullah (s.a) minberden indi ve insanlara namaz kıldırdı. O gün kılınan Öğle namazı idi. İbn Merdûyeh Abdullah ibn Ömer’den nakleder ki: Rasûlullah’ın (s.a) Ka‘be’ye doğru yönelerek kıldığı ilk namaz Öğle namazıdır ve o orta namazdır. Ancak meşhur olan görüş Rasûlullah’ın Ka‘be’ye doğru yönelerek kıldığı ilk namazının İkindi namazı olduğudur. Bu sebeple haber Kuba halkına gecikmeli olarak ancak Sabah namazında ulaşmıştır.[50]

Ne konumuz olan âyette, ne de pasajdaki diğer âyetlerde, salât veya namaz [tazarrulu dua] ifadesi olmadığı hâlde, yüzün Mescid-i Harâm yönüne çevrilmesi, “Müslümanların, namazda Mescid-i Harâm yönüne dönmeleri” olarak anlaşılmış ve asırlardır bu şekilde uygulanmıştır. Bizce, ihânet olan bu anlayış ve uygulama, dini bozma girişiminden başka bir şey değildir.

145Ve andolsun ki sen, o Kitap verilmiş olan kimselere, bütün âyetleri de getirsen, yine de senin hedefine/stratejine uymazlar. Sen de onların hedefine/stratejisine uyan biri değilsin. Zaten onlar da birbirlerinin hedeflerine/stratejilerine tâbi değiller. Yine andolsun ki sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların boş-iğreti arzularına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, kendi benliğine haksızlık eden kimselerden olursun.

Bu âyette, bir önceki âyetteki, Kendilerine kitap verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz onun, Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah, onların yapıp durduklarından gâfil değildir ifadeleri açılmakta ve Yahûdilerle ilgili bilgi verilmektedir. Daha sonra da Rasûlullah’ın izleyeceği stratejinin önemi açıklanmış ve bu stratejiden taviz vermemesi ihtar edilmiş; Ehl-i Kitabın kendilerine göre kıblelerinin [hedeflerinin, stratejilerinin] olduğu, ne kadar kanıt gösterirse göstersin onların bundan vazgeçmeyecekleri ve Rasûlullah’ın kıblesine uymayacakları bildirilmiştir.

Yahûdilerin kıblesi, “sarı sığır, buzağı”dır [altındır[. Mü’minlerin kıblesi ise özetle “tevhid ve adalet”tir. Bunları gerçekleştirmek için ise; salâtı ikâme etmek, zekât vermek, emr-i bi’l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunmak, cihad etmek, lüzumu hâlinde de savaşmak gerekmektedir. Durum böyle olunca, Yahûdilerin ve inanmayanların, mal ve can verme gibi bir stratejiyi benimsemeleri söz konusu bile değildir.

Burada “sen” ifadesiyle, Rasûlullah muhatap alınmış gözükse de asıl muhatap, tüm mü’minlerdir. Âyetteki, Yine andolsun ki, sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların hevalarına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, zâlimlerden olursun ifadesiyle de, Kur’ân dışı bir yol haritası edinilmemesi emredilmektedir.

23Peki sen, kendi boş-iğreti arzusunu ilâh edinen ve Allah’ın bir bilgi üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü/ hiç düşündün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim doğru yol kılavuzluğu yapacaktır? Yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?”

                                                               (Câsiye/23)

5Aslında o insan, önünü; kalan ömrünü din-iman tanımayıp kötülüğe batmakla geçirmek istiyor: 6Soruyor: “Kıyâmet günü ne zamanmış?”

                                                                               (Kıyâmet/5)

Bu âyetle ilgili olarak klasik kaynaklarda şu nakiller yer almaktadır:

Rivâyet edildiğine göre Medîne Yahûdileri ile Necrân Hristiyanları Hz. Peygamber’e (s.a), “Senden önceki peygamberlerin getirdiği gibi, sen de bize bir mucize getir!” demişler; bunun üzerine Cenâb-ı Hakk bu âyeti indirmiştir. Doğruya en yakın olan, bu âyetin yeni başlayan bir hâdise hakkında nâzil olmadığı, aksine bunun kıblenin değiştirilmesiyle ilgili olan hükümlerin geriye kalanlarından olduğudur.[51]

-146Kendilerine Kitap verdiğimiz şu kimseler, Peygamber’i kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Şüphesiz onlardan bir kesim de bilip durmalarına rağmen, kesinlikle hakkı gizliyorlar.-

147Hak, Rabbindendir. O hâlde, şüpheye düşenlerden olma sakın!

Bu âyette, beşerî olan her şeye kuşku ile yaklaşılabileceği, Allah’tan gelen şeylerde ise tereddüt edilmemesi gerektiği ilkesi öğretilmektedir. Çünkü Hakk’tan, hakk [gerçek] dışında bir şey sadır olmaz.

Yüz kırk altıncı âyette de bir parantez cümle ile, Yahûdilerin kendini beğenmişliğine dikkat çekilmekte; Rasûlullah’ın peygamber olduğunu, oğullarını tanıdıkları gibi tanımalarına rağmen içlerinden bir grubun bu gerçeği gizledikleri ifşa edilmektedir. Onların bu davranışlarının gerekçesi de başka sûrelerde zikredilmiştir:

14Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!–

                                                                             (Neml/14)

89Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı doğrulayan bir kitap; Kur’an gelince de –ki bunlar daha önceleri kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimselere karşı zafer kazanmak istemişlerdi de o tanıdıkları kendilerine gelmişti– onu kendileri örttüler. Artık Allah’ın dışlaması/ rahmetinden mahrum bırakması, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini örtenler üzerinedir.

                                                                                    (Bakara/89)

Klasik kaynaklarda bu âyetle ilgili şunlar nakledilmiştir:

Rivâyete göre Hz. Ömer, Abdullah b. Selâm’a şöyle demiş: “Sen gerçekten oğlunu tanıdığın gibi Muhammed’i (s.a) tanıyor musun?” O şu cevabı verir: “Evet, hatta bundan da öte. Allah semasındaki eminini yeryüzündeki eminine niteliklerini belirterek gönderdi ve ben de o’nu bu nitelikleriyle tanıdım. Oğluma gelince annesinin neler yaptığını bilemiyorum.”[52]

Hz. Ömer’den (r.a) rivâyet edildiğine göre o, Abdullah ibn Selâm’dan (r.a) Hz. Peygamber’i (s.a) sordu. Abdullah ibn Selâm cevaben şöyle dedi: “Ben o’nu, oğlumdan daha iyi tanırım.” Hz. Ömer, “Niçin?” deyince, o, “Çünkü ben Hz. Muhammed’in (s.a) peygamber olduğundan şüphe etmem. Fakat çocuğumdan şüphe edebilirim; çünkü annesi hâinlik etmiş olabilir.” Bunun üzerine Hz. Ömer onun başını öptü.[53]

148Ve herkes için bir yön vardır; o, ona yönelendir. O nedenle hep hayırlara koşun, yarışın/ hayırları öne getirin. Her nerede olsanız Allah, tümünüzü bir araya getirir. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.

149Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm/ dokunulmaz eğitim-öğretim kurumu tarafına çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden gelen bir haktır. Ve Allah, yaptıklarınıza ilgisiz, bilgisiz değildir.

150,151Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Haram/ dokunulmaz eğitim-öğretim kurumu tarafına çevir. Ve siz, her nerede olsanız, insanlardan, –onlardan şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermem gibi, size olan nimetimi tamamlamam için ve doğru yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü onun tarafına çevirin. Artık onlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymayın, Bana saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyun.

Bu âyet grubunda, her toplumun bir hedefi/stratejisi olduğu ve herkesin kendi hedefine yöneldiği beyân edildikten sonra mü’minlere, Hayırlara koşun, yarışın denilmekte, sonra da Her nereden çıkarsanız çıkın yüzünüzü Mescid-i Harâm yönüne çevirin talimatı tekrar tekrar vurgulanarak, “Mescid-i Harâm tarafı”nın kıble edinilmesi emredilmektedir.

Âyetteki viche kelimesi, “yüzün döndüğü yön” anlamında olup kıble sözcüğünün anlamdaşıdır. Buradaki yön de, sosyolojik yöndür [hedeftir, idealdir, mefkûredir, stratejidir].

Bu paragrafta dikkat edilecek en önemli nokta, Mescid-i Harâm tarafı’nın kıble [hedef, strateji] yapılmasının gerekçesidir. Yukarıdaki âyetlerde sayılan gerekçeler şunlardır:

1) İnsanlardan, –onlardan zulmeden kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, yani herkesten güçlü olmanız, kimsenin sizi ezmemesi için.

2) Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için, yani Allah’ın dininin yayılması nedeniyle tüm insanların kitaptan, hikmetten yararlanmaları ve bilgisizlikten kurtulmaları için.

3) Doğru yolu bulabilmeniz için, yani, kurtuluşa erebilmeniz için.

İşte, Mescid-i Harâm tarafının kıble/hedef edinilmesi için bunlar gerekçe olarak gösterilmektedir. Biraz düşünülecek olursa, namazda yüzün fizikî olarak Mescid-i Harâm tarafına çevrilmesiyle bu gerekçelerin tahakkuk etmesinin mümkün olmadığı, her akl-ı selimin kabul edeceği bir hakikattir.

O hâlde, “Mescid-i Harâm tarafı” ifadesinden ne anlaşılmalıdır? Bu sorunun cevabı da Kur’ân tarafından verilmiştir:

125Ve Biz, bir zaman bu Beyt’i/ilk yapılan okulu, insanlar için bir sevap kazanma/ dönüş yeri ve bir güven yeri yapmıştık. –Siz de İbrâhîm’in görev yaptığı yerden bir salât yeri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan desteğin; toplumun aydınlatılmasının gerçekleştirileceği bir yer] edinin.– Ve Biz, İbrâhîm ile İsmâîl’e, “Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve boyun eğip teslimiyet gösterenler, Allah’ı birleyenler için tertemiz tutun” diye ahit almıştık.

                                                                            (Bakara/125)

96,97Şüphesiz, insanlar için bereketli ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Mekke’dekidir. Onda apaçık alâmetler/göstergeler; İbrâhîm’in görev yaptığı yer [eğitilip, yetiştirilip ortak koşmaya karşı ayaklandığı yer] vardır. Ve oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt’i/ilâhiyat eğitim merkezini kastetmesi, ilâhiyat eğitimi için oraya gitmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de gerçeği örtbas ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir.

                                                                                (Âl-i İmrân/96-97)

.

97Allah, Ka‘be’yi; o Beyt-i Haram’ı, haram ayı, hac yapanlara yiyecek olarak hayvan hediye etmeyi ve gerdanlıkları/hac yapanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretleri insanlar için bir ayağa kalkış; silkiniş, kendilerini kurtarış yaptı. Bu, Allah’ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini ve Allah’ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir.

                                                                                     (Mâide/97)

Yukarıdaki üç âyette yer alan vurgular dikkate alındığında, “Mescid-i Harâm”ın özellikleri hakkında şu tesbitler yapılabilir:

* Mescid-i Harâm veya Beytullâh veya Ka‘be (ki üçü de aynı şeyi ifade ediyor), insanlar için yeryüzünde hazırlanan evdir [okuldur].

* Orada İbrâhîm peygamberin, makamı [ayaklandığı, zâlimlere karşı kıyam ettiği, mücadele ettiği yer] vardır.

* Orada herkes güvende, dokunulmaz, hür olmalıdır, baskı ve zulüm olmamalıdır.

* Orada hikmetler [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler] yürürlüğe sokulmalı, herkes bilmediğini öğrenmelidir.

* Orası, orada dolaşanlar, âkifler, kâimler, rükû ve secde edenler için tertemiz tutulmalıdır.

* Müslümanlar, İbrâhîm’in makamından bir musallâ [salâtın ikâme edildiği yer, alan] edinmelidir.

* Gidip gelmeye imkân bulanlar oraya gidip gelmelidir.

Mescid-i Harâm’ın Kur’ân’da bildirilen özellikleri yukarıdaki gibi tesbit edildiğinde anlaşılır ki, yapılan vurgular Mescid-i Harâm, Beytullâh veya Ka‘be’nin fizikî yapısıyla ilgili değil, işlevleriyle ilgilidir. Bu durumda, İbrâhîm peygamberin Ka‘be’yi yapması da, tevhid okulunu açması ve işletmesidir. Buna göre, “Mescid-i Harâm tarafı” ifadesinden ne anlaşılması gerektiği ve “Mescid-i Harâm tarafına yönelmek” için nelerin yapılması lâzım geldiği kendiliğinden ortaya çıkar:

* Özerk ilâhiyât okulları (“tabii bilimler” de doğal olarak ilâhiyât okulunun müfredatı kapsamındadır) açılmalı ve bunlarda tevhid ve ilâhiyâtı öğreten öğretmenler [rükû edenler] ile öğrenciler [ilâhiyât eğitimi alarak ikna olanlar] gözetilmelidir.

* Salâtın ikâmesi için, sosyal destek kurumları açılmalıdır.

* Gerekli askerî güç ve organizasyonlar oluşturularak düşmanlardan üstün olunmalıdır. Bu alanda da eğitimciler ve subaylar yetiştirilmelidir.

İşte Kur’ân’daki kıble/strateji budur; insanların namazda fizikî olarak Mekke’ye dönmeleri değildir.

Bu strateji ile Rasûlullah topluma Allah’ın hikmetlerini öğretecek ve toplumda yönetici sıfatını kazanacaktır. Nitekim bu âyetlerden sonra, fiilen “Melik Elçi” olan Peygamberimiz, hem elçilik hem yöneticilik görevlerini yürütmüştür.

Şu âyetler o’nun bu görevlerine yöneliktir:

31De ki: “Eğer siz Allah’ı seviyorsanız o zaman bana uyun ki, Allah sizi sevsin ve günahlarınızı sizin için bağışlasın. Ve Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.”

                                                           (Âl-i İmrân/31)

80Kim, Elçi’ye itaat ederse, artık o, Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, artık Biz, seni o yüz çevirenlere koruyucu/bekçi olarak göndermedik.

                                                                  (Nisâ/80)

7,8Allah’ın, o kent halkından, Elçisi’ne verdiği fey’ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler], içinizden yalnız zenginler arasında devlet; gücün getirdiği refah olmasın diye Allah’a, Elçi’ye, yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere –ki onlar, Allah’ın armağan ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah’a ve Elçisi’ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah’ın koruması altına da girin. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır.

                                                                (Haşr/7-8)

59Ey iman etmiş kimseler! Allah’a itaat edin, Elçi’ye ve sizden olan emir sahiplerine/ anayöneticiye itaat edin. Sonra, eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi’ye havale edin. Bu, daha iyidir ve en uygun çözümü bulmak bakımından daha güzeldir.

                                                                    (Nisâ/59)

Yüzelli birinci ayette geçen kitap ifadesi

* Kitap olması:

Rabbimiz Kur’an’ı “kitap” diye nitelemiştir. “ الكتابel-Kitap”, “içinde yazı olan şey” demektir.[54] Kitap sözcüğü, “toplanmak, bir araya gelmek” manasına gelen “ كتبketb” mastarından türemiştir. Bu durum, Kur’an’ın bir takım harfler ile meydana getirilmiş bir eser olmasını ifade ettiği gibi, bilgi, yasa, öğüt gibi insanlık yararına olan şeylerin toplandığı bir eser olmasını da ifade etmektedir. Ancak bu ayetteki “Kitap” ifadesi ile Kur’an’ın tümü kastedilmiş olamaz. Çünkü bu ayet indiğinde Kur’an’ın tamamı inmiş değildi.

Kur’an’ın tümü kitap olduğu gibi, bir ayetine, bir paragrafına ve bir pasajına da kitap denir.

“Kitap” sözcüğü; “yazılan-okunan” anlamına geldiği için, bir defa buradan hemen anlıyoruz ki, Kur’an ayetleri ilk vahyden itibaren yazıya geçirilmiştir. İkinci olarak; Kur’an’nın henüz tamamlanmadığı dönemlerde eldeki mevcut olan bölümler de Kur’an’da “kitap” olarak tanımlandığı için anlıyoruz ki, “kitap” sözcüğü Kur’an’ın tamamını temsil etmemektedir. Nitekim yukarıda sunduğumuz ayetlerin bazılarındaki “kitap ve hikmet” kalıbına karşılık, Ahzab suresinin 34. ayetinde; “…Allah’ın ayetlerini ve hikmeti anın” şeklinde “ayetler” sözcüğü kullanılarak bir kalıp oluşturulmuştur. Yani “kitap” ve “ayetler” sözcükleri, Kur’an’ın bölümleri için kullanılmıştır.

Bizim görüşümüze göre “kitap ve hikmet” kalıbıyla verilen ayetlerdeki “kitap”; Zümer suresinin 23. ayetinde bahsedilen “müteşabih kitap”tır. Yani mucize nitelikli, anlamları gayet açık olmasına rağmen birbiriyle benzeşen birçok anlamı ifade edebilen eşsiz sanat mucizeleri konumundaki müteşabih ayetlerin oluşturduğu metindir.

Bilindiği üzere Kur’an indiği dönemde Araplar arasında henüz kültür ve edebiyat, yazılı konumda değildi. Arap dil ve edebiyat bilginlerinin eserleri dilden dile dolaşmaktaydı. Arap dili gramer ve edebiyat açısından henüz kuramlaştırılmamıştı. Gramer ve edebiyat bilgileri ediplerin kasidelerinde, halk deyimlerinde kendini göstermekteydi.

Arapçaya ait bu günkü dilbilgisi kuralları Kur’ân’ın inişinden yaklaşık 150–200 sene sonra Sibeveyh, Ahfeş (ölümü H. 177 M. 793), Kisâî, Îsâ b. Ömer, Yûnus b. Habib ve Ebû Ubeyde Ma’mer b. Müsenna gibi bilginlerce Kur’an metinleri ve İmruü’l-Kays, Tarafe ibnü’l-Abd (539-564), Haris bin Hilliza (veya A’şa)., Amr bin Kulsum, Antere bin Şeddad (veya Nabiğa), Züheyr bin Ebu Sulme, Lebid ve diğer ediplerin eserleri dikkate alınarak oluşturuldu.

Kur’an’ın metni Arap dilinin gramer ve edebiyat ilkelerini kuramlaşmış haliyle insanlığa sunmuş ve derli toplu olarak göstermiştir. Hem de Arap dili gramer ve edebiyatını bilmeyen birisi tarafından. Kur’an’ın nüzulünden sonra Arap dil ve edebiyatının temel kaynağı artık Kur’an metni (Kitap) olmuştur. İşte Kur’an’da “Kitap” diye konu edilen, Kur’an’ın yazılı metnidir, içeriği de Hikmet olarak yer almaktadır. Bunu, A’raf/2, Yûnus/1, Hûd/1, Yûsuf/1, Ra’d/1, İbrahim/1, Hıcr/1, Kehf/1, Şûra/2, Neml/1, Kasas/2, Lokman/2, Secde/2, Sâd/29, Zümer/ 1, 2, 23, 41 Mü’min/ 2, Fussıllet/3, Zuhruf/2, Duhan/2, Câsiye/2, Ahkaf72 ve Bakara/151’de görmekteyiz.

152Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Ve Bana, verdiğim nimetlerin karşılığını ödeyin, Bana iyilikbilmezlik etmeyin/ verdiğim nimetleri görmemezlikten gelmeyin.

Belirlenen yeni hedefle, hedef büyütülüp çıta yükseltilince mü’minlere de eskisinden daha fazla görev düşeceği; büyük hizmetlerin ve büyük stratejinin gerçekleşmesinin bilinç ve mâlî desteğe ihtiyaç duyacağı gayet tabiidir. Bu nedenle, Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Ve Bana şükredin, Bana nankörlük etmeyin buyurulmuştur.

6,7Ve hani Mûsâ toplumuna demişti ki: “Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani O, sizi işkencenin kötüsüne çarptıran, oğullarınızı boğazlayan; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştirien ve kadınlarınızı sağ bırakan Firavun ailesinden kurtardı. Ve işte bunda Rabbinizden size çok büyük yıpranarak bir sınav vermek vardır. Ve hani Rabbiniz ilan etmişti: “Andolsun ki sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını öderseniz, elbette size artırırım ve eğer iyilikbilmezlik ederseniz hiç şüphesiz azabım çok çetindir.”

                                                                          (İbrâhîm/6-7)

Allah’ın anılması ve şükredilmesi hususunda daha evvel yaptığımız açıklamayı hatırlatıyoruz:

ŞÜKÜR

Şükür, “insana verilen nimetlerin cinsinden verilerek yapılabilecek bir karşılık verme”dir.

ZİKİR

Zikrullah [Allah’ın anılması], elde tesbih, dil ile “Allah, Allah…” demek değildir. Zikrullah [Allah’ın anılması], “Allah’ın kulları üzerindeki hakklarını ve bahşettiği nimetleri düşünmek, O’na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizi her an kontrol etmek, verdiği görevleri eksiksiz yapmak, nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemek ve daima bu bilinç içerisinde olmak”tır.

196Ve hac/programlı ilâhiyat eğitimi ve umre’yi/seminer, sempozyum gibi kısa süreli eğitimleri Allah için tamamlayın. Buna rağmen, eğer siz alıkonursanız/ engellenirseniz, o zaman ilâhiyat eğitimi görenlere kolayınıza gelen şeylerle destek olun! Bununla beraber bu ilâhiyat eğitimi görenlere hediye; vereceğiniz destek, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Artık içinizden hasta olana veya başından tıraşa bir rahatsızlığı bulunana oruç veya sadaka yahut da ibâdetten; herhangi bir kulluk görevinden bir fidye/ karşılık! Artık emin olduğunuz zaman da her kim umrede/kısa süreli eğitimde hacca; programlı ilâhiyat eğitimine kadar kazanç sağladıysa, artık hediyeden; eğitime destekten kolayına geleni! Fakat kim bulamazsa artık üç gün hacda; programlı ilâhiyat eğitimi süresi içinde, yedi de döndüğünüzde oruç tutması! Bu, tam ondur. Bu hüküm, ailesi Mescid-i Harâm’da; dokunulmaz ilâhiyat eğitim merkezinde hazır olmayanlar içindir. Allah’ın koruması altına girin ve şüphesiz Allah’ın cezasının çok şiddetli olduğunu bilin.

197Hac/programlı ilâhiyat eğitimi, bilinen aylardır. Artık her kim o aylarda haccı; programlı ilâhiyat eğitimini, başlayıp kendisine farz ederse/mutlaka yapacağım derse, artık hac; programlı ilâhiyat eğitimi süresince kadına yaklaşmak/ çirkin söz söylemek, günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz hayırdan ne işlerseniz de Allah onu bilir. Ve azık edinin. Şüphesiz ki azıkların en hayırlısı Allah’ın koruması altına girmedir. Ve ey kavrama yetenekleri olanlar! Benim korumam altına girin!

198Rabbinizden bir armağan istemenizde hiçbir sakınca yoktur. Artık Arafat’tan; eğitim birimlerinden ayrılıp akın ettiğinizde, Meş’ar-i Harâm’da; dokunulmaz bilinçlenme merkezinde hemen Allah’ı anın. Ve O’nu, O’nun size gösterdiği gibi anın. Ve siz bundan önce gerçekten sapıklardan idiniz.

200-203Sonra da Allah’a karşı görevlerinizi gerçekleştirdiğinizde, tıpkı babalarınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah’ı anın. Ve Allah’ı sayılı günlerde anın. Artık kim iki gün içinde acele ederse ona zaman kaybına neden olma/ hayırda ağırda alma/ zarar verme/ kusur oluşturma sorumluluğu yoktur. Kim de ertelerse ona da zaman kaybına neden olma/ hayırda ağırda alma/ zarar verme/ kusur oluşturma sorumluluğu yoktur. Bu, Allah’ın koruması altına girmiş kimseler içindir. Allah’ın koruması altına girin ve şüphesiz kendinizin O’na toplanacağınızı bilin. 199Sonra da insanların akıp geldiği yerden siz de akıp gelin ve Allah’tan bağışlanma isteyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. İşte insanlardan bazısı, “Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!” diyen kimselerdir. Onun için de âhirette hak edilmiş bir pay yoktur.

201Yine onlardan, “Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik-iyilik ve âhirette de bir güzellik-iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru!” diyenler vardır.

202İşte onlar, kendileri için kazandıklarından hak edilmiş bir pay olanlardır. Ve Allah, hesabı çok çabuk görendir.

Bu âyetlerde haccın, kıble; ana hedef rüknünden sonraki unsurları açıklanmaktadır. Paragrafın başında “ve” bağlacının bulunduğu, cümlenin emir sîgası olduğu ve “tamamlamak” eyleminin “başlanılmış işi bitirmek” anlamına geldiği dikkate alındığında, bu paragrafın 152. âyetin devamı olduğu ortaya çıkar. Yani, hem teknik olarak, hem de anlam olarak yukarıdaki paragraf, 142-152. âyetlerin devamıdır. Bu sebeple tahlilimizi bu sıraya uygun olarak yaptık. Ayrıca, 203. âyet, 200. âyetteki Allah’ın zikri konusunun açılımı olduğundan, 203. âyet ile 200. âyetin mealini birlikte verdik.

Haccın ikinci aşamasının anlatıldığı bu âyetlerden anlaşılacağı üzere, hacc ve umre Mescid-i Harâm’daki görevlerle bitmemekte, ordugâh safhası da bulunmaktadır. Âyetteki, Ve hacc ve umreyi Allah için tamamlayın ifadesi, bu ikinci aşamanın da yapılmasını emretmektedir.

HACC

Hacc, “kasdetmek” demektir. حجّ الينا فلان[hacce ileynâ fulânun/filan kişi bizi kasdederek bize ayak bastı (geldi)] denilir.[55] Zebidî ise buna ilave olarak, حجّ [hacc], ‘ayak basmak, kanıtla gâlip gelmek, bir yere defalarca gitmek” gibi açıklamalarda bulunur.[56]

Bu açıklamalar netleştirilirse, hacc, fiil olarak, “bir şeyi zihne yerleştirmek ve onu yapmaktır” denilebilir. Bu sözcük, âyetlerde olduğu gibi Beyt, Ka‘be gibi kelimelerle tamlama yapıldığında, “Ka‘be’yi kafaya koyup oraya gitmek” manasına gelir. İsim olarak ise, “Ka‘be’de yüksek ilâhiyât öğretim ve eğitimini kafaya koyup oraya gitmek, orada İbrâhîmî eğitim ve öğretimle İbrâhîmleşmek; bir tevhid eri olmak” demektir.

UMRE

Ömür [hayat] sözcüğünün türevlerinden olan umre kelimesinin, “imar, mimar, tamir, tamirat” gibi birçok türevi Türkçe’ye de geçmiştir. Kalıbı itibariyle “bir kere/kısa süreli ömürlenmek” anlamında olan bu kelime, isimleştiği zaman da “bir kere/kısa süreli ömürlenme” anlamına gelir. Bu isim hâli Kur’ân’da [Bakara/196’da] iki kez yer almıştır.

Umre sözcüğü, Ka‘be, beytullah, hacc kavramlarıyla tamlama yapıldığında, “Ka‘be’den [yüksek ilâhiyât okulundan] kısa süreli yararlanma” demek olur ki, bu da bir nevi, “kurs, konferans, kongre, sempozyum niteliğindeki bir etkinlikle kısa süreli yararlanma, inanç ve amel açısından revize olma” demektir.

  1. âyetteki, Buna rağmen, eğer alıkonursanız, o zaman hediyeden kolayınıza gelen şey! Bununla beraber bu hediye, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Artık içinizden hasta olana veya başından ona [tıraşa] bir rahatsızlığı bulunana oruç veya sadaka yahut da ibâdetten bir fidye! Artık emin olduğunuz zaman da her kim umrede hacca kadar kazanç sağladıysa, artık hediyeden kolayına geleni! Fakat kim bulamazsa artık üç gün hacda, yedi de döndüğünüzde oruç tutması! Bu, tam ondur. Bu (hüküm), ailesi Mescid-i Harâm’da hazır olmayanlar içindir ifadeleri ile, haccın ikinci aşamasını gerçekleştiremeyecek olanların ne yapması gerektiği açıklanmıştır. Buna göre, haccın ikinci aşamasına katılmayanlardan ailesi Mescid-i Harâm’da bulunmayanlar/taşradan gelenler, kendileri oraya gidemeseler de, haccın ikinci kısmına hedy yollamak ve sivilleşmemek durumundadırlar. Ayrıca, haccın ilk aşaması sırasında Mekke’de kazanç sağlamış olanlar da bir hedy yollamak zorundadırlar.

HEDY

Hedy, “hacıların yemek ihtiyacını karşılamak için Ka‘be’ye sevk edilen [hediye olarak gönderilen] canlı hayvan” demektir. Hedy konusunun detayı, Hacc sûresi’nde (30-38) yer almaktadır:

197-203. âyetlerden oluşan paragrafta ise, haccın zamanı ve ikinci aşamasının uygulanması; geniş alanlarda eğitim-öğretim grupları oluşturulması ve belirlenmiş günlerde el-Meş’ari’l-Harâm’da Allah’ın zikrinin gerçekleştirilmesi söz konusudur.

HACC, BİLİNEN AYLARDIR

Klasik kaynaklarda, âyetteki bilinen aylar ile, “Şevval, Zilkade ve Zilhicce ayları”nın veya “Şevval, Zilkade ve Zilhicce’nin ilk on günü”nün kasdedildiği ifade edilir. Bu kabul, bir bakıma Kur’ân inmezden evvelki anlayışın devamıdır. Uzun zamandan beri hacc, maalesef sadece “Zilhicce” ayında uygulanmaktadır.

BİZİM TAHLİLİMİZ

Âyette, Hacc, bilinen aylardır buyurularak, haccın ne zaman, hangi aylarda yapılacağının belirlenmesi ve bunun İslâm âlemine duyurulması, Müslümanların da bu aylarda tertip tertip askere gider gibi hacca gitmeleri istenmektedir. Âyetteki eşhur sözcüğü çoğul olduğundan, haccdaki bir dönem [tertip; eğitim süreci], en az üç ay olmalıdır. Âyetteki, eşhurun ma‘lûmât ifadesi nekredir. Eğer İslâm öncesi kabul, tasvip görseydi bu ifade nekre değil marife gelirdi. Öyleyse, Müslümanlar bir “hacc organize komitesi veya hacc emiri” oluşturacaklar, bu kurum hacc dönemlerini belirleyerek ilan edip herkese bildirecek, Müslümanlar da ilan edilen dönemlerde gidip Komite’ye veya Emir’e teslim olacaktır. Orada kesinlikle başıboş dolaşılmayacak, komite tarafından belirlenip planlanan eğitim ve öğretim programı uygulanacaktır.

26-29Ve hani Biz bir zamanlar, “Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma; dolaşanlar, orada haksızlığa baş kaldıranlar, Allah’ı birleyenler, boyun eğip teslimiyet gösterenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait birtakım menfaatlere tanık olmaları ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerinde, belli günlerde O’nun adını anmaları için insanlar arasında ilâhiyat eğitim-öğretimi verileceğini duyur. Yürüyerek veya yorgun düşmüş binekler üstünde her derin vadiyi aşarak sana gelsinler! Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Eski evde/özgür evde/Ka‘be’de dolaşsınlar” diye, o evin/Ka‘be’nin yerini, İbrâhîm için hazırlamıştık. –Siz de onlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri doyurun.–

                                                                              (Hacc/26-29)

ARAFAT ve EL-MEŞ’ARİ’L-HARAM [MÜZDELİFE]

Âyette, hacc görevini yerine getiren mü’minlere, Artık Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde, Meş’ar-i Harâm’da hemen Allah’ı anın denilmektedir. Bu emrin uygulanabilmesi için iyi anlaması gerekir.

ARAFAT

“Bilgi, irfan” anlamındaki arf kelimesinin türevlerinden olan “Arafat”, Mekke civarında bir bölgenin adıdır. Lügat kitaplarında bu sözcüğün tekil-çoğul, çekimli-çekimsiz, nekre-marife, özel isim-cins isim olup olmadığı tartışılmıştır.

Temel harfleri olan arft‘tan hareketle arafat sözcüğünün arf kökünden mastar bina-i merre, mastarı nev’inin çoğulu ve ism-i fâilin cem-i mükzekker müennesinin çoğulunun çoğulu olduğu söylenebilir. Bu durumda arft‘ın, “arfât” ve “ırfât” diye okunması gerekirdi. Ne var ki ilk Mushaflardaki harfler harekesiz olmasına rağmen bu sözcüğü, “arfat” ve “ırfat” diye okuyan olmamıştır. Geriye bu sözcüğün, ism-i fâilin mükesser çoğulunun, çoğulun çoğulu olması kalmaktadır. Bu kalıptan olduğunu var sayarsak sözcük, “çok çok arifler; bilginler, anlayışlılar” anlamına gelir ve bu da, hacc dönemi süresinde öğretmenlik ve öğrencilik yapan kimseleri ifade eder.

Bir de Arapların sözcük kalıplarını çoğullaştırma kuralları vardır. Örneğin, ha-mim kesik harfleri Kur’ân’da ikiden fazla geçtiği için “havamim” [ha mimler]; ta-sin kesik harfleri de “tavasin” [ta sinler] diye çoğullaştırılır. Bu bilgileri, “Arafat” sözcüğünün böyle bir “kalıp sözcük” olma ihtimaline binaen verdik.

Lügat kitaplarında “Arafat” sözcüğü ile ilgili şu bilgiler verilmiştir:

Denildi ki: “Âdem ile Havva cennetten indirildikten sonra burada buluşup tanıştılar onun için buraya “Arafat” denilmiştir.”

Hacılar burada toplanıp birbirleriyle tanıştıkları için buraya “Arafat” denilmiştir.

Cebrâîl, İbrâhîm peygamberi eğitirken o’na sürekli olarak, “Ea‘râfte” [tanıdın mı, öğrendinmi]? diye sormuş, o da, “A‘râftü” [öğrendim, tanıdım] demiş, onun için buraya “Arafat (Arafe fiilleri kasdedilerek “arafeler”) denmiştir.[57]

Bu açıklamaların içeriğine değil ama sözcüğün, “arafeler” [bildinmiler, bildimler] şeklinde, fiillerin lafızlarının çoğullaştırılması hususuna katılıyoruz, ki bu da, öğretmen-öğrenci ilişkisini yansıtır.

Dolayısıyla burada konu edilen de, mecazı mürsel sanatıyla, “öğretmen ve öğrencilerin bulundukları yerler; eğitim öğretim merkezleri”dir.

Bir de sözcük Kur’ân’da çekimli ve nekre olarak kullanıldığından bu yerler, eskiden belirlenmiş yerlere değil, hacc döneminde, Mekke civarında sabit veya seyyar olarak oluşturulan ve oluşturulacak olan tüm eğitim-öğretim merkezlerine işaret eder.

MEŞ’AR-İ HARÂM

Âyette, marife [belirtili] olarak gelen “Meş’ar-i Harâm” ifadesi, bir nevi özel isim hükmünde olup, “dokunulmaz, bilgilenilen-bilinçlenilen yer” manasına gelir. Burası, Arafat ile Mina arasındaki bölgenin adıdır (bazıları “bir bölümünün adı olabilir” demişlerdir). Bugün bu yöre, Âdem ile eşinin buluştuğu yer kabul edilip, buna izafeten “yaklaştırılan yer” anlamında “Müzdelife” adıyla ünlenmiştir.

O halde, Artık Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde, Meş’ar-i Harâm’da hemen Allah’ı anın ifadesinden, Mekke civarında oluşturulan okullardaki mü’minlerin, belirlenmiş sayılı günlerde akın akın Meş’ar-i Harâm’a gelerek topluca “Allah’ı Anma” merasimi düzenlemeleri gerektiği anlaşılmaktadır.

SAYILI GÜNLER

Ve Allah’ı sayılı günlerde anın. Artık kim iki gün içinde acele ederse ona günah yoktur. Kim de ertelerse ona da günah yoktur. Bu, takvâlı davranan kimseler içindir. Allah’a takvâlı davranın ve şüphesiz kendinizin O’na toplanacağınızı bilin buyruğundaki “sayılı günler” ifadesi, hem çoğul hem de nekre [belirtisiz] olduğundan bu günler, Hacc Organize Komitesi veya Hacc Emiri tarafından belirlenecektir.

ALLAH’IN ZİKRİ

Meş’ar-i Harâm’da yapılacak şey, eğitim ve öğretim, İbrâhîmleşme değil, sadece “Allah anma”dır. Bu konuya dair A‘râf sûresi’nin sonundaki “Zikir, Zikrullah” başlıklı yazımızın netice bölümünü burada da sunuyoruz:

Zikrullah [Allah’ın anılması], elde tesbih, dil ile “Allah, Allah…” demek değildir. Zikrullah, Allah’ın üzerimizdeki hakklarını ve bize sunduğu nimetleri düşünmek, O’na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizi sürekli kontrol etmek, verdiği görevleri eksiksiz yapmak, nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemek ve daima bu bilinç içerisinde olmaktır.

VE DAĞILMA

Âyetteki, Sonra da insanların akıp geldiği yerden siz de akıp gelin ve Allah’tan bağışlanma isteyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir (Bakara/199) ibaresi, artık hacc görevinin bittiğini, herkesin memleketine dönüp işine-gücüne bakmasını, memleketindeki görevlerini yerine getirmesini bildirmektedir. Ancak, fertlerin görevi burada bitmekle beraber, Hacc Organize Komitesi’nin ve Hacc Emiri’nin görevi bitmemiştir. Çünkü son görev, –tıpkı Peygamberimiz döneminde olduğu gibi– bir sonuç bildirgesi hazırlanıp yayınlanmasıdır:

BARA’E/ÜLTİMATOM [SONUÇ BİLDİRGESİ]

Bilindiği üzere Rasûlullah, hicrî 10. yılda bizzat hacc yapmış ve o’nun katılması sebebiyle bu hacca, “hacc-ı ekber” [en büyük hacc] denilmiştir, ki bu hacca katılanların sayısının 114.000 olduğu nakledilir. Bu haccın sonuç bildirgesini ise bizzat Allah, Tevbe sûresi’nin ilk 29 âyetini indirerek yapmıştır:

1,2Allah’tan ve Elçisi’nden ahitleştiğiniz ortak koşanlara bir ültümatom, kesin uyarı:

“Artık yeryüzünde dört ay daha rahat dolaşın. Ve kesinlikle kendinizin, Allah’ı âciz bırakan olmadığını ve kesinlikle Allah’ın, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseleri rezil-rüsva eden olduğunu bilin.”

3,4Ve “en büyük hac” günü, ortak koşanlardan antlaşma yaptığınız, size hiçbir eksiklik yapmamış ve sizin aleyhinize hiçbir kimseyle yardımlaşmamış kimseler hariç, şüphesiz Allah’ın ve O’nun Elçisi’nin ortak koşan kimselerden ilişiksiz olduğuna dair Allah’tan ve Elçisi’nden insanlara bir bildiri: “Artık eğer hatadan dönerseniz, bu sizin için hayırlıdır. Ve eğer sırt çevirirseniz o zaman şüphesiz kendinizin, Allah’ı âcizleştiren olmadığını biliniz.” Kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kişilere de acıklı bir azabı müjdele! Artık siz de müddetlerine kadar kendilerine verdiğiniz sözlerinizi tamamlayın. Şüphesiz Allah, Kendisinin koruması altına girmiş kişileri sever.

5Şu dokunulmaz kılınmış aylar/hac ayları çıktığı zaman da o ortak koşanları nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde onlar için oturun. Artık, eğer tevbe ederlerse, salâtı ikame ederlerse [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturur, ayakta tutarlarsa] ve zekâtı/vergilerini verirlerse artık onların yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.

6Eğer ortak koşanlardan herhangi biri aman dilerse, Allah’ın kelâmını dinlemesi için ona aman ver. Sonra onu güvenli yerine ulaştır. Bu, şüphesiz onların bilmeyen bir toplum olmaları nedeniyledir.

7Mescid-i Haram yanında antlaşma yaptıklarınız hariç, o ortak koşan kimseler için Allah katında ve Elçisi katında herhangi bir antlaşma nasıl olabilir? Artık onlar size karşı doğru durdukça siz de onlara karşı doğru olun. Şüphesiz Allah, Kendisinin koruması altına girmiş kişileri sever.

8-10Nasıl olabilir ki? Ve eğer onlar, size üstünlük sağlarlarsa, sizin hakkınızda bir yemin ve antlaşma gözetmezler. Ağızlarıyla sizi hoşnut etmeye çalışırlar, kalpleri ise dayatır. Ve onların çoğu hak yoldan çıkmış kimselerdir: Onlar, Allah’ın âyetlerini çok az bir bedelle sattılar da Allah’ın yolundan alıkoydular. Şüphesiz onlar, yapmış oldukları kötü olanlardır. Onlar, herhangi bir mü’min hakkında yemin ve antlaşma gözetmezler. Ve işte bunlar, sınırı aşanların ta kendileridir.

11Bundan sonra eğer tevbe ederlerse, salâtı ikame ederlerse [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturur, ayakta tutarlarsa] ve zekâtı/vergilerini verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdirler. Ve Biz âyetleri, bilen bir toplum için ayrıntılı olarak açıklıyoruz.

12Ve eğer verdikleri sözden sonra yeminlerini bozar ve dininize dil uzatırlarsa, vazgeçmeleri için o, küfür; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetme öncüleriyle hemen savaşın. Şüphesiz onlar için sözleşmeler diye bir şey yoktur.

13Yeminlerini bozan, Elçi’yi yurdundan çıkarmaya azmeden ve üstelik ilk önce size karşı savaşa kendileri başlayan bir toplumla savaşmaz mısınız? Yoksa onlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti mi duyuyorsunuz? Artık, eğer mü’min iseniz, Allah, Kendisine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymaya daha layık olandır.

14,15Onlarla savaşın ki, Allah, sizin ellerinizle onları cezalandırsın ve onları rezil-rüsva etsin. Sizi de, onlara karşı muzaffer kılsın ve mü’min bir toplumun göğüslerine şifa versin, göğüslerinin kinini gidersin. Allah, dilediğinin tevbesini de kabul eder. Ve Allah, çok iyi bilendir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.

16Sizden çaba harcayanları, Allah’ın Elçisi’nden ve inananların astlarından sırdaş/ can dostu edinmeyenleri Allah ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Ve Allah, yaptıklarınızdan çok iyi haberi olandır.

17Ortak koşanlar, kendilerinin küfrüne; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedişlerine kendileri şâhit olup dururlarken Allah’ın mescitlerini imar etmeleri söz konusu olamaz. İşte onlar, işleri boşa gitmiş kimselerdir. Ve onlar, Ateş içinde sürekli kalacaklardır.

18Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan], zekâtı/vergisini veren ve sadece Allah’a saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan kimseler açar ve yaşatırlar. Artık işte onların, kılavuzlandıkları doğru yol üzere olan kimselerden olmaları beklenir.

19Siz, hac yapanın sularının tedarik edilmesini ve Mescid-i Haram’ın imar edilmesini, Allah’a ve âhiret gününe iman eden ve Allah yolunda çaba gösteren kimse gibi mi yapıyorsunuz? Bunlar, Allah katında eşit olamazlar. Ve Allah, şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar toplumuna kılavuzluk etmez.

28Ey iman eden kimseler! Ortak koşan bu kimseler sadece bir pisliktirler. Artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan/onların uzaklaşmasıyla kazanç kaybına uğramaktan korktuysanız da Allah sizi dilediğinde armağanlar ile yakında zenginleştirecektir. Şüphesiz Allah en iyi bilen, en iyi yasa koyandır.

29Kendilerine Kitap verilenlerden, Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Elçisi’nin haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyen kimseler ile, alçalmış oldukları hâlde cizye verene kadar savaşın.

                                                                               (Tevbe/1-29)

Dolayısıyla Hacc Emiri tarafından, Allah’ın bu bildirgesi örnek alınarak her hacc döneminin sonunda, o döneme mahsus, o dönemin önceliklerini esas alan bir sonuç bildirgesi hazırlanmalı ve bu bildirge [bara’e/ültimatom], Hacc Organize Komitesi tarafından önce hacılara sonra da tüm insanlığa ilan edilmelidir.

VEDA HUTBESİ

Hicrî 10. yıldaki haccta Rasûlullah bir hutbe irad etmiştir. Rasûlullah’ın irad ettiği hutbe –ki Peygamberimizin son hacc hitabesi olması nedeniyle “Veda Hutbesi” adı verilmiştir– her ne kadar tek bir hutbe imiş gibi kabul edilmekteyse de, gerçekte Arafat’ta ve Mina’da olmak üzere farklı günlerde parça parça irad edilmiştir.[58] Farklı şekillerde rivayet edilen bu hutbe daha sonra tek bir hutbe olarak empoze edilmiştir ki meşhur olan metni şöyledir:

“Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedî olarak bir daha buluşamayacağım. Ey insanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mübarek bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü saldırıdan emindir. Ashâbım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski dalâletlere dönüp birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.

Ey ashâbım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımızın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerekir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız. Allah’ın emriyle faizcilik artik yasaktır. Câhiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalib’in oğlu (amcam) Abbâs’ın faizidir.

Ashâbım! Câhiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen ortadan kaldırılmıştır, ilk kaldırdığım kan davası da Abdulmuttalib’in torunu (yeğenim) Rabîa’nin kan davasıdır.

Ey insanlar! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden nüfuz ve saltanat gücünü ebedî sûrette kaybetmiştir. Fakat bu kaldırdığım şeyler haricinde küçük gördüğünüz işlerde de ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan sakınınız.

Ey insanlar! Kadınların hakklarına riâyet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Ve onların namuslarını ve ismetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; onların, aile şerefini korumaları ve evlerinizi sizin hoşlanmadığınız hiç kimseye açmamaları, çiğnetmemeleridir. Eğer onlar, razı olmadığınız herhangi bir kimseyi evinize alırlarsa, onları hafif bir şekilde dövebilir, azarlayabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakkları; örfe göre her türlü giyim ve yiyeceklerini temin etmenizdir. Ey mü’minler! Size bir emanet bırakıyorum ki siz ona sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiçbir zaman şaşırmazsınız. O emanet Allah’ın kitabı Kur’an’dır.

Ey mü’minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Müslüman Müslümanın kardeşidir ve bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helâl değildir. Ancak gönül hoşluğuyla verilen başka. Ashâbım! Nefsinize de zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır:

Ey insanlar! Cenâb-ı Hakk her hakk sahibine hakkını vermiştir; vâris için vasiyete gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zinakâr için mahrumiyet cezası vardır. Babasından başkasına neseb iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına uymaya kalkan nankör, Allah’ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün Müslümanların düşmanlığına uğrasın. Cenâb-ı Hakk bu insanların ne tevbelerini ne de şehâdetlerini kabul eder.”

Rasûlullah sözlerinin burasında dinleyenlere sordu:

— Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar. Ne dersiniz?

Ashâb-ı Kiram cevap verdi:

— Allah’ın risâletini tebliğ ettin; risalet görevini yerine getirdin, bize vasiyyet ve nasihatte bulundun diye şehâdet ederiz.

Rasûlullah şehâdet parmağını semaya kaldırarak üç kez şöyle dedi:

— Şâhit ol yâ Rabb! Şâhit ol yâ Rabb! Şâhit ol yâ Rabb!

Böyece Arafat’taki hutbesini bitirdi.

Ne yazık ki bu hutbede Rasûlullah’a iftira atılarak, Allah’ın âyetlerine ters düşen ifadeler Rasûlullah’ın ağzından hutbeye yerleştirilmiştir. Beşinci paragrafta, Kur’ân’a ters olarak, câhiliye Araplarının kadın ve kadın hakklarına yönelik ilkeleri hutbeye sokulmuş; kadınlar bir emtia yerine konulmuş, erkeklere kadınlara ceza verme ve bu cezayı infaz etme yetkisi tanınmıştır.

Ayrıca, bu hutbede yer alan, Ey mü’minler! Size bir emanet bırakıyorum ki siz ona sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiçbir zaman şaşırmazsınız. O emanet Allah’ın kitabı Kur’ân’dır ifadesine de, dini yozlaştırmak ve dinde Kur’ân dışı kaynak oluşturabilmek için kimi rivayetlerde Kur’ân’ın yanına “ve benim sünnetim”, kimi rivâyetlerde ise “ve ehl-i beytim” ibareleri ilave edilmiştir.

Son olarak, bu hutbenin değişmez bir parçası olarak nakledilen, Cenâb-ı Hakk her hakk sahibine hakkını vermiştir; vâris için vasiyete gerek yoktur ifadesini Rasûlullah’ın söylemiş olup olamayacağı, miras âyetlerinden doğacak hakksızlığı ortadan kaldırmaya yönelik hükümler içeren aşağıdaki âyetlere göre değerlendirilmelidir:

180Sizden birinize ölüm hazır olduğu vakit, eğer bir hayır/mal bıraktıysa, Allah’ın koruması altına girmiş kişiler üzerine bir hak olarak, babası-anası ve en yakın akrabası için, örfe uygun; herkesçe kabul gören bir şekilde vasiyet etmek zorunlu görev kılındı.

                                                                               (Bakara/180)

240Ve sizden eşler bırakarak ölecek olanlar, eşleri için senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın kendilerine yetecek bir malı vasiyet ederler. Artık onlar, çıkarlarsa, örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekil ile kendilerinin yaptıklarında sizin için bir vebal yoktur. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyandır, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.

                                                                         (Bakara/240)

Ve diğer miras ayetlerindeki “vasiyyet” kaydı da dikkatlerden kaçmamalıdır.

SAÇLARI TIRAŞ ETMEME

Bu paragraftaki, Artık her kim o aylarda haccı başlayıp kendisine farz ederse; artık haccda refes [kadına yaklaşmak, çirkin söz söylemek], günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz hayırdan ne işlerseniz de, Allah onu bilir. Ve azık edinin. Şüphesiz ki azıkların en hayırlısı takvâdır. Ve ey düşünme yeteneği olanlar! Bana takvâlı davranın! Ve, Bununla beraber bu hediye, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Artık içinizden hasta olana veya başından ona [tıraşa] bir rahatsızlığı bulunana oruç veya sadaka yahut da ibâdetten bir fidye! Artık emin olduğunuz zaman da her kim umrede hacca kadar kazanç sağladıysa, artık hediyeden kolayına geleni! Fakat kim bulamazsa artık üç gün haccda, yedi de döndüğünüzde oruç tutması! Bu, tam ondur. Bu (hüküm), ailesi Mescid-i Harâm’da hazır olmayanlar içindir. Allah’a takvâlı davranın ve şüphesiz Allah’ın cezasının çok şiddetli olduğunu bilin ifadelerinden anlaşıldığına göre hacc yapan kimse, başını tıraş etmeyecek, refesten [kötü, çirkin söz ve cinsel ilişkiden], küçük-büyük suçtan, kavga-düşmanlık gibi davranışlardan uzak duracak ve avlanmayacaktır. Literatürde hem bu hükümlere, hem de kefen benzeri dikişsiz bir giysiye “ihram” [yasaklama] adı verilmiştir.

Bu hükümler şu âyetlerde de zikredilmiştir:

1Ey iman etmiş kimseler! Sözleşmeleri yerine getirin. Siz, dokunulmaz iken [hac/yüksek ilâhîyat eğitimini sürdürürken] avlanmayı helal görmeksizin, size okunacaklar hariç, dört bacaklı, iki tırnaklı, geviş getiren ve ot yiyen hayvanların kusursuzları/gerdanlıksızları size helal kılındı. Şüphesiz Allah, dilediğini hükmeder; dilediği yasayı koyar.

2Ey iman etmiş kimseler! Allah’ın alâmetlerine, haram aya, hedye/hac yapanlara yiyecek yollamaya, hediye etmeye, gerdanlıklarına [hac yapanların/orada yüksek ilâhîyat eğitimi için bulunanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretlerine] ve Rablerinden lütuf ve rıza bekleyerek Beytü’l-Haram’a/hac görevi yapmak isteyenlere saygısızlık etmeyin. Dokunulmazlığınız kalktığında/hac göreviniz bittiğinde de avlanın. Sizi Mescid-i Haram’dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve “iyi adam”lık ve Allah’ın koruması altına girme üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Ve Allah’ın koruması altına girin. Hiç şüphesiz Allah, azabı/kovuşturması çok çetin olandır.

                                                                               (Mâide/1-2)

95Ey iman etmiş kimseler! Siz, dokunulmaz iken/ hac görevini sürdürürken av hayvanı öldürmeyin. İçinizden kim kasten onu öldürürse, yaptığı işin vebalini tatması için, Ka‘be’ye ulaşacak bir hedy/ yiyecek olarak hediye edilen hayvan olmak üzere öldürdüğü hayvanın benzeri ona ceza olacak, –buna içinizden iki adaletli kişi hükmeder– yahut kefaret olarak miskinleri doyurmak yahut onun dengi oruç tutmaktır. Allah geçmişi affetmiştir. Fakat kim de tekrarlarsa, Allah yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlar. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, suçluyu yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlama ilkesi sahibidir.

96Su avı ve onun yenilmesi, size ve yolculara yarar olmak üzere size helal kılındı. Kara avı ise, siz hac görevi sürdürür olduğunuz müddetçe size haram edilmiştir. Ve Kendisine toplanacağınız Allah’ın koruması altına girin.

                                                                           (Mâide/95-96)

Burada açıklanması gereken bir nokta da şudur: Hacca niyet eden ve Hacc Emiri’ne teslim olup İbrâhîmî eğitim alacak olanlar; iş, makam-mevki, sınıf-ırk, cinsiyet, mal-mülk, çoluk-çocuk gibi şeyleri geride bırakıp ölümü göze alıp sanki mezara girer gibi buraya gelenlerdir. Hacc süresince kefenvari bir giysi giymeleri de bundandır. (Böyle bir giysi Allah tarafından emredilmiş veya önerilmiş değildir. Kulun samimiyetinden doğan duygusal bir davranıştır. Haccedenlerin belirli bir üniforma giymelerinde veya farklı elbiseler giymelerinde bir sakınca yoktur.) Tıraş olmak, kişinin kendisiyle ilgilenmesinin ve kendisine değer vermesinin simgesidir. Hacc süresince Allah’a kulluk ve hizmetin önceliği olduğundan dolayı insan bu süreçte, bu gibi kişisel değerleri ön plana çıkarmaz. Bunların yapılmaması ise, işi ciddiye almamak bir nevi askerin üniformasını çıkarıp askerden kaçması mahiyetindedir. O nedenle de keffaret öngörülmüştür. Keffaret sayesinde kişi, işin önemini kavrayabilecektir.

İNSAN TİPLERİ

Allah, hacc vazifesi ile insanların inanç ve yaşam tarzlarının değişeceğini, İbrâhîmî bir gelişme olacağını bildirdikten sonra, bu eğitim sonucu oluşan durumlar hakkında, İşte insanlardan bazısı, ‘Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!’ diyen kimselerdir. Onun için de âhirette bir nasip yoktur. Yine onlardan, ‘Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik ve âhirette de bir güzellik ver ve bizi ateşin azabından koru!’ diyenler vardır. İşte onlar, kendileri için kazandıklarından bir nasip olanlardır. Ve Allah, hesabı çok çabuk görendir buyurarak, insanların iki tipine dikkat çekmiştir. Bunlardan ilki dünyacılar, ikincisi ise hem dünya hem de âhiret için Allah’a yönelenlerdir. Sırf dünya için çalışanların yarınları boş kalacak, dünya ve âhireti talep edenler ise hem dünyada hem de âhirette mutlu olacaklardır.

Bu âyet grubunda mükemmel bir dua örneği zikredilmiştir: Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik-iyilik ve âhirette de bir güzellik-iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru!

Âyetteki hasene [güzellik-iyilik], “sıhhat, emniyet, yeterli rızık, iyi evlat, iyi eş ve düşmanlara karşı güç” olarak değerlendirilebilir.

نسكNÜSÜK – مناسكMENÂSİK

“ نُسُكNüsük” sözcüğü, “ نَسِيكةNesike” sözcüğünden alınmadır. “ نَسِيكةNesike”nin ilk vaz’ı (koyuluş) anlamı,   “altın ve gümüşün eritilerek cüruftan temizlenmesi, saf hale getirilmesi” demektir. Bu durumda “Nüsk, Nüsük’ün de esas anlamı “Saf altın, gümüş parçası” demektir. (TAC ve LİSAN)

Bunu sosyolojiye; din diline getirirsek Nüsük, “Allah’a yapılan ibadetlerin en temizi; riyasızı, kusursuzu, en samimisi” demek olur.

İbadetini kusursuz, lekesiz yapan kişiye “ ناسكNâsik” denir.

Sözcüğün “ نُسْكNüsk”, “ نُسُكnüsük”, kalıpları “en iyi, en temiz, en lekesiz yapılan ibadet, tâat ve Allah’a yaklaştıran her şey” demektir. Ki “ نُسُكNüsük” dinin emrettiği ve yasakladığı her şeyi kapsamaktadır.

Kur’an’da bu sözcüğün “ مَنْسَكmensek/ مِنْسكminsek ve مَنَاسِكmenasik” kalıpları da yer alır.

“ مَنْسَكMensek”, ismi zaman- ismi mekan kalıbı olup “nüsükün yapıldığı yer”   yer demektir. Çoğulu “مَنَاسِك menasik” olup “nüsükün yapıldığı yerler” demektir.

Bu sözcüğün “ مِنْسَكminsek”, kalıbı “nüskün yapıldığı malzeme, alet” demektir. Bu kalıbın çoğulu da “ مَنَاسِكmenasik” olup “nüsükün yapıldığı malzemeler, aletler, yollar, tarzlar” demektir

Burada dikkat edilecek nokta, “ مناسكMenâsik” sözcüğü, İsm-i zaman/ mekân kalıbının çoğulu olduğu gibi İsm-i alet kalıbının da çoğulu olduğudur. İki ayrı yapı, çoğullarında bir biriye benzeşmiştir.

Biz Kur’an’da geçen “ مناسكmenasik” sözcüklerini hep ism-i alet olarak tevil ediyoruz. Ve ayetlerde geçen ve Resmi Mushaf’ta “ مَنْسَكmensek” diye harekelenmiş sözcükleri (Hac/34, 67) de “ مِنْسَكminsek” olarak kıraat ediyoruz.; okumayı tercih ediyoruz. Zira Kur’an’dan anladığımıza göre evrenin her yeri mensektir (ibadethanedir); Allah kendisine ibadet için herhangi bir yer

Allah’ın bize emrettiği, önerdiği a en içten kulluk için herhangi rabbimizin bize gösterdiği, göstereceği, lekesiz; şirksiz iman ihlasla yapılan en iyi kulluk biçimleri, en iyi aletler, en güzel yollarıdır.

Bu sözcük zaman içerisinde anlamı daraltılarak “hayvan kesimi; kurban” ve “hacc rükunları” için kullanılır olmuştur. (TAC ve LİSAN) İşte yozlaşma böyle baylamıştır.

Kur’an’da (En’am/ 162, Bakara/128, 196, 200 ve Hac/34, 67) ise gerçek anlamıyla; “ibadetin en iyisi, en yaralısı, en temizi, lekesizi, kusursuzu” anlamında kullanılmıştır.

Bakara/ 128’de İbrahim As’ın “Ve bize menasikimizi göster” talebi, Fatiha suresindeki “İhdina s-sırata-lmüstekım (bize dosdoğru yolu göster)” ifadesiyle aynı anlamdadır.

 4.Bölüm>>>

[1]              Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân; Taberî.

[2]              Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.

[3]              İbn Kesîr.

[4]              Tebyînu’l-Kur’ân; c. 3, s. 532-548.

[5]              Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.

[6]              Kitab-ı Mukaddes; Daniel, 12:1-13.

[7]              Daniel, 10:1-21.

[8]              Yahuda, 5-14.

[9]              Vahy, 7-9.

[10]            Lisânu’l-Arab; c. 1, s. 111-115.

[11]            Kitab-ı Mukaddes; I. Krallar, 11:1-13.

[12]            Tebyînu’l-Kur’ân; c.??????

[13]            Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân

[14]            Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.

[15]            Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.

[16]            Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs.

[17]            Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.

[18]            Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.

[19]            Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.

[20]            Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.

[21]            Lisânu’l-Arab; c. 8, s. 533, “Nsh” mad.

[22]            Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.

[23]            İbn Kesîr.

[24]            İbn Kesîr.

[25]            Tebyînu’l-Kur’ân; c. 1, s. 352.

[26]            Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.

[27]            Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.

[28]            Tebyînu’l-Kur’ân; c. 8, s. 379-537.

[29] (Lisanü’l Arab, “              مm نn ىy” mad. )

[30]            Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.

[31]            Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.

[32]            Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.

[33]            Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.

[34]            İbn Kesîr.

[35]            Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.

[36]            Lisânu’l-Arab; c. 8, s. 368.

[37]            Tekvin, 25:1-6.

[38] Lisanü’l Arab ve Tacü’l Arus; “ ك ل مklm” mad

[39]            Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.

[40]            Kurtubî.

[41]            Lisân; c. 6, s. 385, “Akf” mad.

[42]            Lisânu’l-Arab; c. 4, s. 232-233; “Rakea” mad.

[43]            Lisânu‘l Arab; c. 4, s. 497.

[44]            Lisân; c. 7, s. 227-234, “Kbl” mad.

[45]            Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.

[46] Tebyinulkuran; clt ??? s. ????*

[47]            Semâ sözcüğü hakkında detaylı bilgi için Tebyînu’l-Kur’ân; c. 1, s??????’ye bakılabilir.

[48]            Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.

[49]            Râzî.

[50]            İbn Kesîr.

[51]            İbn Kesîr.

[52]            Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.

[53]            Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.

[54] (Lisan’ül Arab; c.7 S.588, “ktb” mad.)

[55]            Lisânu’l-Arab; c. 2, s. 326-327, “Hcc” mad.

[56]            Tâcu’l-Arûs; c. 3, s. 324, “Hcc” mad.

[57]            Lisân; c. 6, s. 195-201, “Arf” mad.; Tâc; c. 7, s. 374-384, “Arf” mad.

[58]            Tecrîd-i Sarîh Trc. X, 396.