89 -ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ-1
MEDENÎ, 200 ÂYET
GİRİŞ
Medîne’de inen ilk sûrelerden olup iniş sırasına göre 89. sûre olarak kabul edilir. İçeriğinden hareketle Enfâl sûresi’nden sonra indiği söylenebilir. İçerisindeki farklı konulara ait birçok pasajın, farklı sebeplerle farklı zamanlarda indiği anlaşılmaktadır.
Adını, 33-35. âyetlerden oluşan paragrafta geçen “Âl-i İmrân” [İmrân ailesi] ifadesinden alan bu sûrede, Kitap Ehli ile, özellikle Hristiyanların inançlarının yanlışlığı hususundaki sürtüşmeler, müşrik ve münâfıklar ile yapılan fikrî mücâdeleler, onların iman ve samimiyete daveti, savaşlar, özellikle de Uhud savaşı işlenmekte; bunun yanı sıra da, hayırlı ve diğer toplumlara şâhit olacak olan bu ümmete dünyayı düzeltmeleri için yapmaları gereken görevler bildirilmektedir. Bu sûre, konuları itibariyle Bakara sûresi’nin devamı ve ondaki bazı konuların da açılımı mesâbesindedir.
Sûrenin iyi anlaşılabilmesi için târihsel arka planın bilinmesi gerekir. Bu sebeple ilgili pasajın [121-122, 140-144, 155, 157, 165-168. âyetler] girişine Uhud savaşı’nın nedenleri ve sonuçlarıyla ilgili ansiklopedik tarzda bir açıklamanın yanısıra, sûrenin inişine neden olan Hristiyanlara yönelik boyutu hakkında da merhum Râzî’nin târihçi İbn İshâk’tan naklettiği bilgiyi koymuş bulunuyoruz:
“Bu sûrenin başından, mübâhele âyetine [61. âyete] kadar olan kısım Hristiyanlar hakkındadır.” Bu Muhammed b. İshâk’ın görüşüdür. O şöyle demiştir: “Hz. Peygamber’e (s.a), Necrân’dan 70 kişilik binitli bir heyet geldi. İçlerinden 14’ü onların eşrafından idi. Bu 14 kişinin 3’ü kavmin ileri gelenlerindendi. Bunlardan 1’i başkanları olup adı da Abdu’l-Mesîh idi. İkincisi, danışmanları ve en ileri görüşlü olanları idi. Ona “Seyyid” diyorlardı, adı ise el-Eyhem idi. Üçüncüsü de, âlimleri, piskoposları ve müderrisleri idi ki adı Ebû Hârise ibn Alkame idi. O, Benû Bekr ibn Vâil kabilesindendi. Hristiyanlık’taki eğitim ve öğretimi, Hristiyanlık’a yaptığı hizmetleri, çalışmaları sebebi ve ilmi ile meşhur olduğu için Rûm hükümdarları tarafından izzet ve ikramlara mazhar kılınarak kendisine birçok mal verilmiş ve idaresine birçok kilise bağlanmıştı. Necrân’dan gelirken bir katıra binmiş, onun yularını da kardeşi Kürz b. Alkame çekmiştir. Ebû Hârise’nin katırı yürürken birden tökezler. Kardeşi Kürz, Hz. Peygamber’i (s.a) kastederek, “O uzaktaki helâk olsun” deyince, Ebû Hârise, “Aksine senin anan helâk olsun” dedi. Bunun üzerine Kürz, “Niçin ey kardeşim?” deyince, o cevaben, “Vallahi o bizim beklemekte olduğumuz peygamberdir” der. Kürz de, “Bunu bildiğin hâlde, o’na inanmana mâni olan nedir?” der. Ebû Hârise, “Şu krallar bize çok mal verip izzet ü ikramda bulundular. Eğer biz Muhammed’i tasdik edecek olursak, onlar bütün verdiklerini geri alırlar” dedi. Bu cevap Kürz’ün kalbinde bir ukde oldu. Müslüman oluncaya kadar bunu gönlünde sakladı. Müslüman olunca, bu hâdiseyi anlattı.
Sonra ileri gelen bu üç reisleri, piskoposları ve danışmanları Hz. Peygamber (s.a) ile, dinlerindeki ihtilaflar üzerine konuştular. Onlar bazan Hz. Îsâ’nın (a.s) “Tanrı” olduğunu, bazan “Allah’ın oğlu” olduğunu, bazan da “üçün [Baba-Oğul-Rûhu’l-Kudüs] üçüncüsü” olduğunu söylüyorlardı. “O, Allah’tır” demelerine, “Çünkü ölüleri diriltir, anadan doğma körleri, alaca hastalığına musab olanları ve diğer hastaları iyileştirir, ğaybları haber verir, çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üfler, o da uçardı” diye delil getiriyorlardı. O’nun, Allah’ın oğlu olduğu iddiasına da, “Çünkü o’nun bilinen bir babası yoktu” diye istidlal ediyorlardı. Onun, üçün üçüncüsü olduğu görüşlerine de, “Çünkü Allah ‘Biz yaptık,’ ‘Biz kıldık’ diyor. Eğer Allah bir olsaydı ‘Ben yaptım’ derdi” diye istidlal etmişlerdir. Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a) onlara, “İslâm’a girin” deyince, onlar, “Biz senden daha önce İslâm’a girdik” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), “Yalan söylüyorsunuz. Allah’a bir oğul isnad edip duruyorken, haça taparken ve domuz eti yiyip dururken, sizin Müslümanlığınız nasıl doğru olur?!” dedi. Onlar da, “Eğer O, Allah’ın oğlu değil ise, o’nun babası kimdir?” dediler. Hz. Peygamber (s.a) sustu ve bunun üzerine Allah Teâlâ, Âl-i İmrân sûresi’nin başından 80 kadar âyeti indirdi.
Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) onlarla münazaraya başlayarak, şöyle dedi:
— Bilmiyor musunuz, Allah ölümsüz olan bir diridir? Hz. Îsâ ise, ölümlüdür.
— Evet biliyoruz.
— Bilmiyor musunuz ki, babasına benzemeyen hiç bir çocuk yoktur?
— Evet biliyoruz.
— Bilmiyor musunuz ki, Rabbimiz her şeye hâkim ve kayyûmdur? Onu korur, gözetir, muhafaza eder ve rızıklandırır. Hâlbuki Îsâ, bunların herhangi birini yapabilir mi?
— Hayır.
— Bilmiyor musunuz, yerde ve gökte bulunan hiç bir şey Allah’a gizli kalmaz. Îsâ ise, Allah’ın bildirdiğinden başka herhangi bir şeyi bilebilir mi?
— Hayır.
— Rabbimiz, Îsâ’yı anasının rahminde dilediği gibi şekillendirdi. Bunu bilmiyor musunuz? Rabbimizin ise yemez-içmez ve abdest bozmaz olduğunu bilmiyor musunuz?
— Evet, biliyoruz.
— Îsâ’yı anası, bir kadının çocuğunu taşıdığı gibi taşımış, yine bir kadının çocuğunu doğurduğu gibi de doğurmuştur. O da, bir çocuğun beslenmesi gibi beslenmiş, gıdalanmıştı.
— Evet.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi:
— O hâlde Îsâ, sizin iddia ettiğiniz gibi nasıl bir ilâh olabilir?
Onlar da, bunu anladılar; ama sonra küfrân-ı nimette bulunarak, inkârı sürdürdüler.
Yine onlar inatlarını sürdürerek dediler ki:
— Sen, Îsâ’nın, Allah’ın kelimesi ve O’ndan bir rûh olduğunu zannetmiyor musun?
Hz. Peygamber de şöyle karşılık verdi:
— Evet, öyle biliyorum.
Onlar da şöyle dediler:
— Eh, bu da bize yeter.
Bunun üzerine Allah Teâlâ, İşte kalplerinde bir eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak, onun te’vîline yeltenmek için onun müteşâbih olanına tâbi olurlar. Hâlbuki onun te’vîlini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, “Biz ona inandık. Hepsi Rabbimiz katındandır” derler. Akıl sahiplerinden başkası bunu iyi düşünemez (Âl-i İmrân/7) âyetini indirdi.
Sonra onlar, bu âyeti kabul etmeyince Allah Teâlâ Hz. Muhammed’e (s.a) onlarla “mübâhele”yi [karşılıklı lânetleşmeyi] emretti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), onları “mübâhele”ye davet edince, onlar dediler ki:
— Ey Ebâ’l-Kâsım! Bizi bırak da bir düşünelim. Sonra, yapmamızı istediğin şeyi yapmak için sana geliriz.
Sonra da çekip gittiler.
Daha sonra bu üç kişi kendi aralarında birbirlerine sordular:
— Bu konuda ne diyorsunuz?
İçlerinden birisi şöyle dedi:
— Ey Hristiyan topluluğu! Allah’a yemin ederim ki, sizler hiç şüphesiz Muhammed’in peygamber olduğunu biliyorsunuz. Andolsun ki o size, peygamberiniz hakkındaki meseleyi çok güzel izah etti. Yine, yemin ederim ki, bir peygamber ile lânetleşmeye girmiş olan her kavmin, büyüğünün-küçüğünün öldüğünü; eğer siz de bunu yaparsanız, bunun sizin kökünüzü kurutacağını biliyor musunuz? Madem ki bu dinde kalmak istiyorsunuz, o hâlde o adamla bir anlaşma yapın, sonra da ülkenize dönün!
Bunun üzerine onlar, Allah’ın Rasûlü’ne gelerek şöyle dediler:
— Ey Ebâ’l-Kâsım! Biz seninle lânetleşmemeye, seni kendi dininde bırakmaya, kendimiz de kendi dinimiz üzere kalmaya karar verdik. O hâlde, malımız, mülkümüz hususunda anlaşmazlığa düştüğümüzde aramızda hükmedecek ashâbından birini beraberimizde yolla. Çünkü siz bizim nazarımızda kabule şayan kimselersiniz.
Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara şöyle dedi:
— Öğle sonu yanıma geliniz de, çok kuvvetli ve güvenilir bir hakemi sizinle beraber yollayayım.
Hz. Ömer ise içinden şöyle diyormuş: “Ben hiç bir zaman emirlikten hoşlanmadım. Fakat o gün, kendimin tayin edilmesini umuyordum. Öğle namazını Allah’ın Rasûlü ile kıldığımızda, o, selâmdan sonra, sağa ve sola bakmıyordu. Ben de, beni görsün diye ileri atılıyordum. O ise, sürekli göz gezdiriyordu. Nihâyet Ebû Ubeyde ibnu’l-Cerrâh’ı gördü. Onu çağırdı ve dedi ki”:
— Onlarla git; ihtilâf ettikleri hususlarda aralarında hakk ile hüküm ver.
(Ömer şöyle devam etti:) “Hayatımda ilk defa arzuladığım emirliği, idareciliği de Ebû Ubeyde alıp götürdü.”[1]
MEAL:
1Elif/1, Lâm/30, Mîm/40.
2Allah, Kendisinden başka tanrı diye bir şey olmayandır, her zaman diridir, kayyûm’dur [her şeyi ayakta tutandır, koruyandır].
3,4Allah, sana, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak bu kitabı hak ile indirdi. O, daha önce insanlara doğru yol kılavuzu olarak Tevrât’ı ve İncîl’i de indirmişti. Furkân’ı da O indirdi. Şüphesiz kâfirler; Allah’ın âyetlerini bilerek reddeden şu kimseler, çetin bir azap kendileri için olanlardır. Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, suçluları yakalayıp cezalandırmak sûretiyle adaleti sağlayandır.
5Şüphesiz Allah, yeryüzünde ve gökte hiçbir şey Kendisine gizli kalmayandır.
6O, sizi, rahimlerde dilediği gibi şekillendirendir. Kendisinden başka ilâh diye bir şey yoktur. O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
7-9Allah, sana bu kitabı indirendir. Bu kitaptan bir kısmı yasa içeren âyetlerdir ki bunlar, kitabın anasıdır. Diğerleri de benzeşen anlamlılardır. Amma, durum bu iken, kalplerinde kaypaklık/tutarsızlık olan kimseler,insanları dinden çıkarmak, ortak koşmayasürüklemek
ve onun anlamlarından en uygununun tesbitine yeltenmek için hemen ondan benzeşen anlamlı olanlarının peşine düşerler. Hâlbuki onun anlamlarından en uygun olanının tesbitini ancak Allah ve –“Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. Rabbimiz! Bize kılavuzluk ettikten sonra kalplerimizi çevirme! Bize Kendi nezdinden rahmet lütfet! Şüphesiz Sen, bol bol lütfedenin ta kendisisin. Rabbimiz! Şüphesiz Sen, insanları, kendisinde hiçbir şüphe olmayan gün için toplayansın. Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez” diyen– o bilgide uzman olanlar bilirler. Ve sadece kavrama yetenekleri olanlar öğüt alırlar.
10,11Şüphesiz kâfirler; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimseler; onların malları ve evlatları, –aynı Firavun’un yakınlarının ve onlardan öncekilerinki gibi– Allah’tan hiçbir şeyi savamaz. Ve onlar Ateş’in yakıtıdırlar. Firavun’un yakınları ve onlardan öncekiler, âyetlerimizi yalanladılar da Allah, onları günahları yüzünden yakalayıverdi. Ve Allah, cezası/yakalaması çok çetin olandır.
12Kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimselere: “Siz, yakında yenilgiye uğrayacak ve cehenneme toplanacaksınız” de. Ve o, ne kötü bir döşektir!
13Karşılaşan iki birlikte sizin için kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır; birliğin biri, Allah yolunda savaşıyordu; diğeri de kâfirdi; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini örtendi/ inanmayandı. Onları, göz görüşüyle kendilerinin iki misli görüyorlardı. Ve Allah, dilediğini yardımıyla güçlendirir. Şüphesiz bunda basiret sahipleri; sağduyulu kimseler için kesinlikle bir ibret vardır.
14Karşı cinslere, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu aşırı istek, insanlara süslü/çekici kılındı. Bunlar, basit dünya hayatının kazanımıdır. Ve Allah, varılacak güzel yer Kendi katında olandır.
15-17De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Allah’ın koruması altına girmiş; “Rabbimiz! Şüphesiz biz inandık, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi Ateş’in azabından koru!” diyen, sabreden; direnç gösteren, doğru olan, sürekli saygıda duran, Allah yolunda harcamada bulunan ve seherlerde; berrak zihinle ilk işleri olarak bağışlanma dileyen kullar için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz [gözle, düşünceyle kirlenmemiş; yesyeni model] eşler ve Allah’tan hoşnutluk vardır. Ve Allah, kulları en iyi görendir.
18Allah, doğadaki güçler/haberci âyetler ve hakkaniyeti ayakta tutan bilgi sahipleri, şüphesiz Allah’tan başka ilâh diye bir şeyin olmadığına tanıklık etti. O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandan, en iyi yasa koyandan başka ilâh diye bir şey yoktur.
19Şüphesiz Allah nezdinde din, İslâm’dır. Kendisine Kitap verilen kimseler de, ancak, kendilerine o bilgi geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı ayrılığa düştüler. Kim de Allah’ın âyetlerini örtbas ederse; artık şüphesiz Allah, hesabı çabuklaştırandır.
20Buna rağmen eğer seninle tartışırlarsa de ki: “Ben tüm benliğimi Allah için İslâmlaştırdım/ben Müslüman oldum. Bana uyanlar da Müslüman oldular.” Kitap verilenlere ve Anakentliler’e: “Siz de sağlamlaştırdınız mı/İslâm’ı kabul ettiniz mi?” de. Eğer sağlamlaştırırlarsa/İslâm’a girerlerse, artık kılavuzlandıkları doğru yola ermişlerdir. Ve eğer sırt çevirirlerse sana düşen sadece mesajı iletmektir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.
21Şüphesiz Allah’ın âyetlerini örtbas eden, haksız yere peygamberler ile savaşan ve insanlardan hakkaniyeti emreden kimseleri öldüren kişiler; sen hemen bunları acıklı bir azapla müjdele!
22İşte bunlar, dünyada ve âhirette amelleri boşa gitmiş kimselerdir. Onlar için yardımcılardan da bir şey yoktur.
23Kendilerine Kitap’tan bir nasip verilmiş olan şu kimseleri görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Onlar, aralarında hüküm vermek için Allah’ın kitabına çağrılıyorlar, sonra onlardan bir kısmı, mesafelenerek geri duruyorlar.
24,25Bu, onların, “Ateş bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacaktır” demeleri nedeniyledir. Onların uydurmuş oldukları şeyler de dinlerinde kendilerini aldatmaktadır. Peki, kendisinde hiç şüphe olmayan o günde onları bir araya topladığımız ve hiç kimseye haksızlık edilmeden herkese kazandıkları şeyler tamamen ödendiği zaman nasıl olacaktır?
26,27De ki: “Ey hükümranlığın hükümranı Allah’ım! Sen hükümranlığı dilediğin kimseye verirsin, dilediğin kimseden de hükümranlığı çeker alırsın, dilediğin kimseyi güçlü yaparsın, dilediğin kimseyi de alçak, rezil edersin. Hayır Senin elindedir. Şüphesiz Sen, her şeye güç yetirensin! Sen, geceyi gündüzün içine sokarsın, gündüzü gecenin içine sokarsın; Sen, ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın. Sen, dilediğine de hesapsız rızık verirsin.”
28Mü’minler, kendilerinden seviyesiz, kâfirleri; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseleri yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmesinler/yönetici yapmasınlar, yaşamlarını onların ellerine teslim etmesinler. Artık onu her kim yaparsa, Allah’tan hiçbir şeyi yoktur. Ancak onlardan bir korunma/takıyye yaparak korunmanız başkadır. Allah sizi Kendisinden sakındırıyor. Ve oluş/varış yalnızca Allah’adır.
29De ki: “Göğüslerinizdeki şeyleri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Ve Allah, göklerde olan şeyleri ve yerde olan şeyleri bilir. Ve Allah, her şeye gücü yetendir.”
30O gün her kişi, hayırdan işlediği şeyleri, kötülükten işlediği şeyleri hazırlanmış bulur. Kendisi ile yaptığı kötülükler arasında şüphesiz çok uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah, sizi Kendisinden sakındırıyor. Şüphesiz Allah, kullarına çok şefkatlidir.
31De ki: “Eğer siz Allah’ı seviyorsanız o zaman bana uyun ki, Allah sizi sevsin ve günahlarınızı sizin için bağışlasın. Ve Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.”
32De ki: “Allah’a ve Elçi’ye itaat edin!” Artık yüz çevirirlerse, biliniz ki, şüphesiz Allah, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseleri sevmez.
33,34Şüphesiz Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrâhîm ailesini ve İmrân ailesini –birbirinin soyundan olmak üzere– âlemler üzerine seçkin kıldı. Ve Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
35Hani bir zaman İmrân’ın kadını: “Rabbim! Kesinlikle ben, karnımdakini tam hür olarak senin için adadım. Sen de benden kabul et, şüphesiz Sen en iyi işitensin, en iyi bilensin” demişti.
36Onu doğurunca da: “Rabbim, şüphesiz ben, onu kız doğurdum; – Hâlbuki Allah onun doğurduğu şeyi daha iyi bilir- erkek, kız gibi değildir. Ve şüphesiz ona Meryem adını verdim. Ve şüphesiz ben, onu ve soyunu şeytan-ı racimden; kovulmuş/ katil, asılsız söz ve düşünce üreten, karanlığa taş atan şeytandan sana sığındırırım” dedi.
37Bunun üzerine Rabbi Meryem’i güzel bir kabul ile kabul etti. Ve onu güzel bir bitki olarak bitirdi ve ona; Meryem’e, İsa’yı gayri meşru şekilde doğurmayıp Allah’ın iradesi çerçevesinde babasız doğuruşuna Zekeriyyâ’yı kefil kıldı. Zekeriyyâ ne zaman onun üzerine/özel odaya girse, onun yanında bir rızık bulurdu. Zekeriyyâ, “Ey Meryem! Bu sana nereden?” dedi. Meryem de: “O, Allah katındandır” dedi. Şüphesiz Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır.
***
– 38Orada Zekeriyyâ, Rabbine yakardı: “Rabbim! Bana katından temiz bir nesil ver. Şüphesiz Sen, duayı en iyi işitensin” dedi.
39Sonra Zekeriyyâ, özel kürsüde dikilmiş salât ederken [eğitim-öğretim yaptırırken] haberci âyetler ona: “Şüphesiz Allah sana, Allah’tan bir kelimeyi doğrulayıcı, efendi/ bir önder, iffetli bir peygamber olarak, sâlihlerden Yahyâ’yı müjdeliyor” diye seslendiler.
40Zekeriyyâ: “Rabbim! Bana ihtiyarlık gelip çatmışken, kadınım da kısır iken benim için bir delikanlı nasıl olabilir?” dedi. Allah: “Öyledir, Allah dilediğini yapar” dedi.
41Zekeriyyâ: “Rabbim! Benim için bir alâmet/âyet kıl” dedi. Allah: “Senin âyetin/ göstergen, işaretle hariç, insanlara üç gün, konuşmamandır. Ve Rabbini çok an, her zaman noksan sıfatlardan arındır” dedi.–
42,43Ve hani haberci âyetler. “Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni seçti, seni tertemiz biri yaptı ve seni âlemlerin kadınlarına seçti. Ey Meryem! Rabbine saygılı ol, O’na boyun eğip teslimiyet göster ve Allah’ı birleyen erkeklerle beraber sen de Allah’ı birle!” demişlerdi.
44İşte bu, algılama imkânının olmadığı, geçmişin önemli haberlerinden sana vahyettiklerimizdir. Ve Meryem’e hangisi kefil olacağına kalemlerini atarlarken sen yanlarında değildin. Onlar tartışırlarken de sen yanlarında değildin.
45-46Hani bir zaman haberci âyetler: “Ey Meryem! Allah seni, Kendisinden bir kelimeyle müjdeliyor. Onun adı, Meryem oğlu Îsâ Mesih’tir. Dünya ve âhirette saygındır. Ve O, yaklaştırılanlardan ve sâlihlerdendir. Yüksek mevkide bulunarak ve yetişkin biri olarak insanlarla konuşacaktır da. 48Ve Allah, O’na kitabı, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri ve Tevrât ile İncîl’i öğretecek.
49-51Ve o’nu İsrâîloğulları’na; ‘Şu bir gerçek ki, ben size Rabbinizden bir alâmet /gösterge getirdim/ gösterge ile geldim; şüphesiz ben, sizin için, çamurdan; kilden; seramikten kuş şekli gibi bir şey; “buhurdan (tütsülük”) tasarlarım. Sonra onun içine üflerim; aerosol oluştururum da Allah’ın izniyle hastalık yapan şeyler kuş oluverir/uçar gider. Ben, sonradan oluşan körlüğü, yılan, akrep ve keler zehirlenmesini/ bağ, bahçe ve tarlalardaki zararlı bitkileri Allah’ın izniyle/ bilgisiyle giderir ve sosyal ölüleri Allah’ın izniyle diriltirim. Yiyeceklerinizi ve evlerinizde zahire yapacaklarınızı; biriktirip sonra yiyeceklerinizi size haber veririm. -Eğer inananlarsanız bunda sizin için kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır.- Tevrât’tan sadece İncîl’de yer alanları doğrulayıcıyım. Size yasaklanmış olanların bir kısmını serbest edeceğim. Rabbinizden bir alâmet/gösterge de getirdim size. Artık Allah’ın koruması altına girin ve bana itaat edin. Şüphesiz Allah, benim Rabbimdir ve sizin Rabbinizdir. Onun için O’na kulluk edin! İşte bu, doğru yoldur’ diye bir elçi yapacak” demişlerdi.
47Meryem: “Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim için çocuk nasıl olur?” dedi. Allah: “Öyledir! Allah dilediği şeyi oluşturur; O, bir işe karar verdiği zaman onun için “Ol!” der, o da hemen olur” dedi.
52,53Sonra Îsâ, onlardan küfrü: Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmeyi sezince: “Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?” dedi. Havariler: “Allah’ın yardımcıları biziz, biz Allah’a iman ettik, bizim şüphesiz müslimler olduğumuza tanık ol. –Rabbimiz! Biz, senin indirdiğine iman ettik, elçiye de uyduk. Artık bizi şâhitlerle beraber yaz”– dediler.
54Ve inanmayanlar kötü plân yaptılar, Allah da onların kötü plânlarını boşa çıkardı. Ve Allah, kötü plânları boşa çıkaranların en hayırlısıdır.
55-57Hani Allah: “Ey Îsâ! Şüphesiz ki Ben seni geçmişte yaptıklarını ve yapman gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırıcıyım/öldürücüyüm, seni Kendime yükselticiyim ve seni kâfirlerden; Benim ilâhlığımı ve rabliğimi bilerek reddeden kimselerden temizleyiciyim. Ve de sana uyan kimseleri, kıyâmete kadar kâfirlerin; Benim ilâhlığımı, rabliğimi bilerek reddeden o kişilerin üstünde tutucuyum. Sonra dönüşünüz yalnızca Bana’dır. Sonra da ayrılığa düştüğünüz şeylerde aranızda hükmedeceğim. Kâfirlere; Benim ilâhlığımı ve rabliğimi bilerek reddeden şu kimselere gelince de, onlara dünyada ve âhirette şiddetli bir azapla azap edeceğim. Onlar için yardımcılardan bir şey de olmayacaktır. İman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimselere gelince de, Allah, onların ödüllerini tastamam ödeyecektir. Ve Allah, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları sevmez” demişti.
58İşte bu, Biz bunu sana, âyetlerden ve yasalar içeren hatırlatmalardan/ öğütlerden/ Kur’ân’dan okuyoruz.
59Şüphesiz Allah katında Îsâ’nın durumu, Âdem’in/her insanın durumu gibidir; O, onu topraktan oluşturdu, sonra ona “Ol!” dedi, o da hemen oldu.
60Bu gerçek, senin Rabbindendir, öyleyse şüphecilerden olma. 61Sana bilgiden geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışırsa hemen: “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da birbirimizi dışlayıp gözden çıkaralım da Allah’ın dışlayıp gözden çıkarmasını yalancılar üzerine kılalım” de.
62Şüphesiz bu, kesinlikle gerçek kıssanın ta kendisidir. Allah’tan başka hiçbir tanrı da yoktur. Ve şüphesiz Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapanın ta kendisidir.
63Artık yüz çevirirlerse, bilinsin ki Allah, bozguncuları en iyi bilendir.
64De ki: “Ey Kitap Ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze; ‘Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ın astlarından bazımız bazımızı rabler edinmeyelim’ ilkesine geliniz. Buna rağmen eğer Kitap Ehli, yüz çevirirlerse, artık “Şüphesiz bizim müslimler olduğumuza şâhit olun” deyin.
65Ey Kitap Ehli! Tevrât ve İncîl kendisinden sonra indirildiği hâlde İbrâhîm hakkında niçin tartışıyorsunuz? Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?
66İşte siz bunlarsınız. Biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız, peki, hiç bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz? Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz.
67İbrâhîm, Yahudi ve Nasrani/ Hristiyan değildi. Ama o, hakka dönmüş bir müslimdi/İslâmlaştıran kişiydi. O, ortak koşanlardan da değildi.
68Şüphesiz, insanların İbrâhîm’e en yakın olanları, elbette o’na uyanlar, bu Peygamber ve şu iman eden kimselerdir. Allah, mü’minlerin yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınıdır.
***
69Kitap Ehlinden bir taife sizi saptırmak istedi. Hâlbuki onlar, sadece kendilerini saptırıyorlar, farkına da varmıyorlar.
70Ey Kitap Ehli! Sizler tanık olup dururken, niçin Allah’ın âyetlerini bilerek reddedip duruyorsunuz?
71Ey Kitap Ehli! Sizler bilip dururken, niçin hakkı bâtıla karıştırıyor ve gerçeği gizliyorsunuz?
72-74Kitap Ehlinden bir grup da, mü’minlerin dönmeleri için, “İndirilene günün başlangıcında inanın, sonunda da bilerek reddedin /inanmayın. Ve size verilenin benzerinin bir kimseye verilmiş olduğuna yahut Rabbinizin nezdinde sizin aleyhinize deliller getirecekleri hususunda kendi dininize uyanlardan başkasına inanmayın” dediler. De ki: “Şüphesiz kılavuzluk, Allah’ın kılavuzluğudur.” De ki: “ Şüphesiz lütuf, Allah’ın elindedir, onu dilediğine verir. Ve Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, çok iyi bilendir. Rahmetini dilediğine özelleştirir. Ve Allah, büyük lütuf sahibidir.”
75Ve Kitap Ehlinden öylesi vardır ki, eğer onlara yüklerle emanet teslim etsen onu sana geri öder. Onlardan öyleleri de vardır ki ona bir tek altın para emanet etsen, üzerine dikilmeden onu sana geri vermez. Bu, onların: “Ümmilerin/Anakentlilerin bizim aleyhimize yol bulmaları mümkün değildir” demelerinden dolayıdır. Onlar, bilip durdukları hâlde, Allah hakkında yalan da söylerler.
76Hayır, kim O’nun ahdine/ O’na verdiği söze vefalı olursa ve Allah’ın koruması altına girerse, bilsin ki şüphesiz Allah, Kendisinin koruması altına girmiş kişileri sever.
77Şüphesiz Allah’ın ahdini/Allah’a verdikleri sözleri ve yeminlerini az bir paraya satan şu kimseler; işte onlar, âhirette kendilerine hiçbir pay olmayanlardır. Ve Allah kıyâmet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Çok acıklı azap da onlar içindir.
78Ve Kitap Ehlinden, bazı söz ve ilkeleri, kitaptan olmamasına rağmen, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip büken akılsız, serseri bir gurup vardır. O, Allah katından olmadığı hâlde, “Bu, Allah katındandır” derler. Kendileri bilip dururken, Allah’a karşı yalan da söylerler.
79Allah’ın ölümlü kimselerden, kendisine kitap, yasama-yürütme ve peygamberlik verdiği hiçbir kimse için, insanlara: “Allah’ın astlarından olan bana, kul/köle olun” demek yakışmaz. Fakat: “Öğrettiğiniz ve ders aldığınız/okuduğunuz kitap gereğince Rabbe içtenlikli kullar olunuz” demesi yaraşır.
80Ve Allah size, doğal güçleri; zorbaları, zorba yönetimleri ve peygamberleri Rabler edinmenizi emretmez. Siz Müslüman olduktan sonra, size küfrü; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmeyi emreder mi?!
81Ve hani Allah, peygamberlerden: “Andolsun ki size kitaptan ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerden verdim, sonra yanınızda Benim vahyime muhalif olmayan şeyleri doğrulayıcı bir elçi geldiğinde ona kesinlikle inanacak ve ona yardım edeceksiniz!” sağlam sözünü almıştı. Allah, “Bunu ikrar edip de kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı/verdğiniz sözü kesinlikle yerine getirecek misiniz?” dedi. Onlar: “İkrar ettik” dediler. Allah: “Öyleyse şâhit olun, Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım” dedi.
82Artık bundan sonra her kim dönerse, artık işte onlar hak yoldan çıkanların ta kendileridir
83Peki onlar, göklerde ve yerde olan herkes, ister istemez O’nun için İslâmlaşmış iken ve kendileri de sadece O’na döndürüleceklerken Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar?
84De ki: “Biz, Allah’a, bize indirilen Kur’ân’a, İbrâhîm’e, İsmâîl’e, İshâk’a, Ya‘kûb’a ve torunlara indirilene, Mûsâ’ya, Îsâ’ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onlardan hiç biri arasında ayırım yapmayız. Ve biz, yalnız O’nun için İslâmlaşanlarız.”
85Ve kim İslâm’dan başka bir din ararsa, o takdirde hiçbir zaman ondan kabul edilmeyecektir. Ve İslâm’dan başka din arayan kimse, âhirette zarar edenlerden olacaktır.
86İmanlarından ve şüphesiz elçinin hak olduğuna tanık olduktan ve kendilerine açık deliller geldikten sonra, küfreden; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden bir topluma Allah nasıl kılavuzluk eder? Ve Allah, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar toplumuna kılavuzluk etmez.
87,88İşte onların cezaları, Allah’ın, doğal güçlerin/haberci âyetlerin, insanların hepsinin dışlayıp gözden çıkarması, sürekli içinde kalmak üzere şüphesiz onların üzerlerindedir. Kendilerinden bu azap hafifletilmez ve kendilerine süre tanınmaz.
89Ancak bundan sonra bilinçlenerek hatalarından dönen ve düzeltenler başka. Artık, şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
90Şüphesiz imanlarının arkasından, küfreden; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden, sonra da küfürü; gerçeği örtme işini artırmış olan şu kimseler; onların hatalardan dönüşleri asla kabul olunmayacaktır. Ve işte onlar sapıkların ta kendileridir.
91Şüphesiz ki küfretmiş; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve bu durumda oldukları hâlde de ölen şu kişilerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın –onu fidye/kurtulmalık verseler bile– asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur.
92Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça asla “iyi adamlık” mertebesine eremezsiniz. Ve siz, her neyi bağışlarsanız kesinlikle Allah, onu en iyi bilendir.
93,94Tevrât indirilmeden önce, İsrâîl’in/Ya‘kûb’un kendisine haram kıldığı dışında, yiyeceklerin hepsi İsrâîloğulları için helal idi. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, hemen Tevrât’ı getirip de onu okuyun. Artık kim bundan sonra Allah’a karşı yalan uydurursa, artık işte onlar yanlış, kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir.”
95De ki: “Allah doğru söylemiştir. Öyle ise ortak koşmaktan, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten vaz geçen biri olarak İbrâhîm’in dinine uyun. Ve o, ortak koşanlardan değildi.”
96,97Şüphesiz, insanlar için bereketli ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Mekke’dekidir. Onda apaçık alâmetler/göstergeler; İbrâhîm’in görev yaptığı yer [eğitilip, yetiştirilip ortak koşmaya karşı ayaklandığı yer] vardır. Ve oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt’i/ilâhiyat eğitim merkezini kastetmesi, ilâhiyat eğitimi için oraya gitmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de gerçeği örtbas ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir.
(89/3, Âl-i İmrân/96-97)
Necm: 493
98De ki: “Ey Kitap Ehli! Allah, yaptıklarınıza tanık iken, niçin Allah’ın âyetlerini örtüp duruyorsunuz?”
99De ki: “Ey Kitap Ehli! Siz tanık olduğunuz hâlde niçin Allah’ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek inanan kimseleri Allah’ın yolundan çeviriyorsunuz? Allah yaptıklarınıza duyarsız değildir.”
100Ey iman etmiş kimseler! Kendilerine Kitap verilenlerden herhangi bir zümreye itaat ederseniz, imanınızdan sonra sizi, kâfirler; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseler olarak döndürürler.
101Size Allah’ın âyetleri okunup dururken ve O’nun Elçisi de aranızda iken nasıl olur da küfredersiniz; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedip durursunuz? Kim de Allah’a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle o, dosdoğru kılavuzlanmıştır.
102Ey iman etmiş kimseler! Allah’ın koruması altına girmiş kişiler olmanız için nasıl koruma altına alınmanız gerekiyorsa kendinizi öyle Allah’ın koruması altına alın ve ancak müslimler olarak can verin.
103Ve hep birlikte Allah’ın ipine sıkıca sarılın/Allah’ın ipi ile korunun, ayrılmayın ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz, birbirinize düşmanlar idiniz de, Allah, kalpleriniz arasında ülfet oluşturdu. Sonra da siz, O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah, kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız diye alâmetlerini/ göstergelerini sizin için böyle ortaya koyar.
104Ve içinizden hayra çağıran, herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden, vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü-çirkinliği kabul edilen şeyleri engelleyen bir önderli toplum bulunsun. Ve işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
105-107Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanan ve ayrılığa düşen kimseler gibi de olmayın. İşte bunlar, birtakım yüzlerin beyazlaştığı, birtakım yüzlerin siyahlaştığı günde büyük bir azap kendileri için olanlardır. Artık yüzleri kararan kimselere: “Siz inandıktan sonra yeniden kâfir; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden biri mi oldunuz? Öyleyse, küfretmenizden; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmenizden dolayı tadın cezayı!” Yüzleri ağaran kimseler de, biliniz ki, Allah’ın rahmeti içindedirler. Onlar orada sürekli kalanlardır.
108Bunlar, Allah’ın âyetleridir. Biz, sana gerçek olarak okuyoruz. Allah âlemlere hiçbir haksızlığı, yanlış yapmayı istemez.
109Ve göklerde ve yeryüzünde olan şeyler Allah’ındır. Ve bütün işler yalnızca Allah’a döndürülür.
110Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emreder, vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü, çirkinliği kabul edilen şeyleri engeller ve Allah’a inanırsınız. Kitap Ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Onların bazıları mü’mindirler, pek çoğu da yoldan çıkmış kimsedirler.
111Onlar size eziyetten başka bir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşırlarsa, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlar, yardım olunmazlar.
112Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine alçaklık damgası vurulmuştur. Ve –Allah’ın sözleşmesine ve insanların sözleşmesine bağlı kalanlar hariç– onlar Allah’ın hoşnutsuzluğuna uğradılar ve üzerlerine de miskinlik vurulmuştur. Bu, onların Allah’ın âyetlerini örtbas etmiş olmaları ve haksız yere peygamberler ile savaşmaları sebebiyledir. Bu, isyan etmiş ve sınırı da aşmış olmaları nedeniyledir.
113,114Hepsi bir değildirler. Kitap Ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir önderli topluluk vardır ki onlar, gecenin saatlerinde boyun eğip teslimiyet göstererek Allah’ın âyetlerini okurlar. Allah’a ve âhiret gününe inanırlar, herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emrederler, herkesçe kötülüğü kabul edilen şeylerden vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar, iyi insanlardandırlar.
115Ve onlar hayırdan ne işlerlerse asla saklanmayacaktır/ karşılıksız bırakılmayacaklardır. Ve Allah, Kendisinin koruması altına girmiş kişileri en iyi bilendir.
116Kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden şu kimselerin malları ve çocukları, Allah’ın katında, onlara asla bir fayda vermeyecektir. Ve işte onlar, ateş ashâbıdırlar. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar.
117Onların bu basit dünya hayatında harcadıklarının durumu, şirk koşmak sûretiyle kendilerine haksızlık eden bir toplumun ekinlerine isabet edip de onları değişime/yıkıma uğratan, içinde kavurucu soğuğu olan rüzgârın durumu gibidir. Ve Allah, onlara haksızlık etmedi. Fakat onlar, şirk koşmak sûretiyle kendilerine haksızlık ediyorlar.
118Ey iman etmiş kimseler! Kendi seviyenizde olmayanlardan sırdaş/sıkı arkadaş edinmeyin. Onlar, size fenalık etmekten geri kalmazlar. Onlar, sıkıntıya düşmenizi istediler. Kesinlikle kinleri ağızlarından dışa vurmuştur. Göğüslerinde gizledikleri şeyler de daha büyüktür. Eğer siz, aklınızı kullanacaksanız, Biz, sizin için âyetleri/alâmetleri/göstergeleri kesinlikle açığa koymuşuzdur.
119İşte siz öyle kimselersiniz ki onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler, siz kitabın hepsine inanırsınız, onlarsa sizinle buluştukları zaman “İnandık” derler, başbaşa kaldıkları zaman da size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: “Kininizle ölün/ geberin!” Şüphesiz ki Allah, göğüslerin özünü/gönülleri en iyi bilendir.
120Size bir iyilik dokunsa fenalarına gider ve eğer size bir kötülük isabet etse onunla sevinirler. Ve eğer sabreder ve Allah’ın koruması altına girerseniz, onların hileleri size hiçbir şekilde zarar vermez. Şüphesiz Allah onları kendi yaptıkları şeylerle kuşatmıştır.
121Ve hani sen, sabah erkenden mü’minleri savaş mevzilerine yerleştirmek için ehlinden ayrılmıştın. –Ve Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.– 122O zaman sizden iki grup, Allah kendilerinin yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakını olmasına rağmen bozulmaya yüz tutmuştu. –Artık inananlar, yalnızca Allah’a işin sonucunu havale etsinler!–
123-127Ve andolsun, sizler güçsüz iken, Allah, kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödersiniz diye size Bedir’de yardım etti: Hani sen inananlara, “Rabbinizin, indirilen/ hulûl ettirilen üç bin haberci âyetle size yardım etmesi size yetmez mi?” diyordun. Eğer sabreder ve Allah’ın koruması altına girerseniz, evet sizi Rabbiniz destekler. Ve eğer onlar, ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size işaretlenmiş /eğiten/ gönderilmiş beş bin haberci âyetle yardım eder. Ve Allah, bu yardımı size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Ve bu yardım, sırf Allah, kâfirlerden; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan kimselerden bir kısmının kökünü kessin yahut onları perişan etsin de kaybeden kimseler olarak dönüp gitsinler diye, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan ve en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah katındandır. Öyleyse Allah’ın koruması altına girin.
128Bu işten sana hiçbir şey yoktur. Allah, ya onların tevbesini kabul eder yahut onlara azap eder. Artık, şüphesiz onlar yanlış; kendi zararlarına iş yapanlardır.
129Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler Allah’ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Ve Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
130Ey iman etmiş kimseler! Kat kat artırılmış olarak ribayı [emeksiz, hizmetsiz, risksiz kazancı] yemeyin. Kurtuluşa ermeniz için Allah’ın koruması altına girin. 131Kâfirler; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseler için hazırlanmış olan ateşten de sakının. 132Merhamet olunmanız için Allah’a ve Elçi’ye itaat edin.
133-135Ve Rabbinizden bağışlanmaya, bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcama yapan, öfkelerini yutan, insanları affeden, çirkin bir hayâsızlık işledikleri ya da kendi kendilerine haksızlık ettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyen, –Allah’tan başka günahları bağışlayan kimdir?– yaptıkları kötü şeylerde bile bile ısrar etmeyen, Allah’ın koruması altına girmiş kişiler için hazırlanmış eni göklerle yer kadar olan cennete koşuşun. Ve Allah, iyilik, güzellik üretenleri sever.
136İşte bunların karşılığı, Rablerinden bağışlanma ve içinde sonsuza dek kalacakları altından ırmaklar akan cennetlerdir. Yapıp edenlerin karşılığı/ödülü ne güzeldir!
137Kesinlikle sizden önce uygulamalar gelip geçti. Hadi, yeryüzünde gezin de yalanlayıcıların âkıbetinin nasıl olduğunu bir görün.
138Bu emirler, insanlar için bir açıklama ve Allah’ın koruması altına girmiş kişiler için bir yol gösterme ve bir öğüttür.
139Ve gevşemeyin, üzülmeyin! Ve eğer inananlar iseniz, en üstün olan sizsiniz.
140,141Eğer size bir yara değmişse, o topluma da benzeri bir yara dokunmuştu. Ve işte o günler; Biz onları, Allah’ın sizden iman eden kimseleri bildirmesi/ işaretleyip göstermesi ve sizden şâhitler edinmesi, Allah’ın iman eden kimseleri arındırması, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenleri de mahvetmesi için insanlar arasında döndürür dururuz. Ve Allah, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları sevmez.
142Yoksa Allah, içinizden çaba harcayanları bildirmeden/ işaretleyip göstermeden, sabredenleri de bildirmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?
143Andolsun ki siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. İşte bakıp duruyorken onu gerçekten gördünüz.
144Ve Muhammed, ancak bir elçidir. Kesinlikle o’ndan önce elçiler gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim ki de geri dönerse, bilsin ki Allah’a hiçbir şekilde zarar veremez. Ve Allah, sahip olduğu nimetlerin karşılığını ödeyenleri karşılıklandıracaktır.
145Ve herkes sadece Allah’ın bilgisiyle vakitlendirilmiş bir yazgı olarak ölür. Ve kim dünya karşılığını dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de âhiret karşılığını isterse ona da ondan veririz. Ve Biz, sahip olduğu nimetlerin karşılığını ödeyenleri karşılıklandıracağız.
146Nice peygamberler de vardı ki kendileriyle beraber birçok Allah erleri savaştılar; Allah yolunda kendilerine isabet eden şeylerden gevşemediler, zaafa düşmediler ve boyun eğmediler. Ve Allah, sabredenleri sever.
147Onların sözleri de sadece: “Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki eksiltmelerimizi bağışla ve ayaklarımızı sabitle, kâfirler; Senin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenler toplumuna karşı bize yardım et!” idi.
148Bu yüzden Allah, onlara dünya karşılığını ve âhiret karşılığının güzelliğini verdi. Ve Allah, güzelleştirenleri-iyileştirenleri sever.
149Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimselere uyarsanız, onlar sizi topuklarınız üstünde gerisin geriye çevirirler de siz kaybedenlerden oluverirsiniz.
150Aslında Allah, sizin yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınınızdır. Ve O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.
151Biz, Allah’ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmalarından dolayı, kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimselerin kalplerine korku salacağız. Onların varacakları yer Ateş’tir. Şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanların barınağı da ne kötüdür!
152Ve siz, Allah’ın bilgisi ile düşmanlarınızı doğrarken Allah, size olan vaadini doğru olarak gerçekleştirdi. Allah, size sevdiğiniz şeyleri gösterdikten sonra zaafa düştünüz, o iş hakkında çekiştiniz ve isyan ettiniz. Sizden kimi dünyayı istiyordu, kiminiz de âhireti istiyordu. Sonra Allah sizi, denemek için onlardan geri çevirdi ve kesinlikle sizi bağışladı. Ve Allah, mü’minlere karşı çok armağan sahibidir.
153Ve hani siz yukarı kaçıyordunuz hiç kimseye bakmıyordunuz. Elçi de ötenizden sizi çağırıyordu. Bundan dolayı Allah, elinizden gidene ve kendinize isabet edene üzülmeyesiniz diye size keder üstüne keder ile karşılık verdi. Allah, yaptıklarınıza haberdardır.
154Sonra Allah, o kederin ardından üzerinize bir güven, sizden bir grubu örtüp bürüyen bir uyku indirdi. Bir grup da nefislerinin sevdasına düştü; Allah’a karşı gerçek dışı cahiliyet zannı olarak, zan üretiyorlardı. Onlar, “Bu işten bize bir şey var mı?” diyorlardı. –De ki: “Bütün iş Allah’a aittir.– Onlar, sana açıklamayacakları şeyleri içlerinde saklıyorlardı. Onlar, “Bize bu işten bir şey olsaydı burada öldürülmezdik” diyorlardı. De ki: “Eğer siz, evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine öldürülme yazılmış olanlar kesinlikle yan gelip yatacakları [öldürülecekleri] yerlere çıkıp gidecekti.” Ve o, Allah’ın göğüslerinizdekini sınaması ve kalplerinizdekini temizlemesi içindir. Ve Allah, göğüslerinizdekini çok iyi bilendir.
155Şüphesiz iki toplumun karşılaştığı gün, sizden yüz çevirip giden kimseler, şeytan onların kazandıkları şeylerin acısıyla ayaklarını kaydırmak istedi. Yine de Allah, onları kesinlikle affetti. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok yumuşak davranandır.
156Ey iman etmiş kişiler! Allah’ın ilâhlığını, rabliğini tanımayan ve yeryüzünde dolaşan yahut gazaya çıkan kardeşleri için “Yanımızda olsalardı ölmezlerdi, öldürülmezlerdi” diyen şu kişiler gibi olmayın. –Kesinlikle Allah, bunu, onların kalplerinde bir yara yapacaktır.– Ve Allah, hayat verir ve öldürür. Ve Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir.
157Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz de, Allah’tan bir bağışlanma ve rahmet, kesinlikle onların topladıklarından daha hayırlıdır. 158Andolsun, ölseniz veya öldürülseniz de kesinlikle Allah’a toplanacaksınız.
159İşte sen, sırf Allah’ın rahmeti sebebiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için bağışlanma dile. İşlerde onlarla müşavere et; işin en güzelini ortaklaşa bulup ortaya çıkar, bir kere de azmettin mi, artık Allah’a işin sonucunu havale et. Şüphesiz Allah, işin sonucunu Kendisine havale edenleri sever.
160Allah size yardım ederse, sizi yenecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, artık ondan sonra size kim yardım edebilir? Öyleyse mü’minler sadece Allah’a, işin sonucunu havale etsinler.
161Ve hiçbir peygamber için, kamu malına hıyanet olur şey değildir. Ve kim kamu malına ihanette bulunursa kıyâmet günü hainlik ettiği kamu malı ile gelir. Sonra da herkese kazandığının karşılığı tastamam ödenir. Ve onlar, haksızlığa uğramazlar.
162Peki, Allah’ın rızasına uyan kimse, Allah’ın hoşnutsuzluğuna uğrayıp cezalandırılan ve varacağı yer cehennem olan kimse gibi midir? O, ne kötü dönüş yeridir!
163Onlar, Allah nezdinde derece derecedirler. Allah, onların yaptıklarını en iyi görendir.
164Andolsun ki Allah, mü’minlere kendilerinden, onlara Kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.
165İki katını isabet ettirdiğiniz bir musibet, kendinize isabet edince mi, “Bu hezimet nereden!?” dediniz. De ki: “Başınıza gelen bu hezimet, kendi nezdinizdendir.” Şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.
166-168İki topluluğun karşılaştığı günde size dokunan şeyler de Allah’ın izniyledir/ bilgisiyledir. Ve mü’minleri bildirsin/ işaretleyip göstersin ve münâfıklık yapan kimseleri –kendileri oturup dururken kardeşleri için: “Eğer bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi” diyen kimseleri– bildirsin/ işaretleyip göstersin diyedir. Ve onlara: “Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya savunma yapınız” denilmişti. Onlar: “Biz, savaşı bilseydik kesinlikle size uyardık” dediler. Onlar o gün, imandan çok Allah’ın ilâhlığını, rabliğini örtmeye yakındılar. Onlar, kalplerinde olmayan şeyleri ağızlarıyla söylüyorlar. Allah, gizledikleri şeyleri daha iyi bilendir. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, haydi kendinizden ölümü uzaklaştırınız.”
169-171Allah yolunda öldürülenleri de sakın ölüler sanma. Tam tersi onlar diridirler, Allah’ın armağanlarından verdiği şeylerle sevinçli olarak Rableri katında rızıklanmaktadırlar. Arkalarından kendilerine henüz ulaşmayan kimselere, kendileri için hiçbir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler. Onlar, Allah’tan bir nimeti, armağanı ve Allah’ın şüphesiz, mü’minlerin ecrini kaybetmeyeceğini müjdelemek isterler.
172,173Kendilerine yara dokunduktan sonra Allah ve Elçi’nin davetine katılan kimseler; insanlar kendilerine: “Şüphesiz insanlar size karşı birlik oldular, onlardan ürperin” dediklerinde, bunun, kendilerini inanç yönünden artırdığı ve: “Allah bize yeter. O, ne güzel tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan”dır!” diyen kimseler; onlardan iyileştiren, güzelleştiren ve Allah’ın koruması altına girmiş kimselere büyük bir ödül vardır.
174Sonra da onlar, kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan Allah’ın nimeti ve armağanıyla geri döndüler ve Allah’ın rızasına uydular. Ve Allah, çok büyük lütfun sahibidir.
175Şüphesiz ki o şeytan/kötü niyetli insan, kendi yakınlarını korkutur. Onlardan korkmayın, eğer mü’min iseniz Benden korkun.
176Küfürde Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmekte yarışan şu kişiler de seni üzmesin. Onlar, Allah’a hiçbir şekilde asla zarar vermezler. Allah onlara âhirette herhangi bir pay vermemeyi istiyor. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır.
177Şüphesiz iman karşılığında küfrü; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmeyi satın alan kimseler, Allah’a hiçbir şekilde asla zarar vermezler. Ve onlar için çok acıklı bir azap vardır.
178Allah’ın ilâhlığını rabliğini tanımayan şu kimseler, şüphesiz Bizim kendilerine süre tanıyışımızın, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Şüphesiz Biz, onlara daha çok zaman kaybına uğrasınlar/ hayırda ağırdan alsınlar/ zarar versinler/ kusur oluştursunlar diye süre tanıyoruz. Ve onlar için alçaltıcı bir azap vardır.
179Allah, murdar olanı temiz olandan ayırt edinceye kadar mü’minleri, sizin kendisi üzerinde bulunduğunuz şey üzerinde bırakacak değildir. Allah sizleri görülmeyen, duyulmayan, sezilmeyen, geçmiş, gelecek üzerine bilgilenen biri yapacak da değildir. Velâkin Allah, elçilerinden dilediğini seçer. Öyleyse Allah’a ve Elçisi’ne iman edin. Ve eğer iman eder ve Allah’ın koruması altına girerseniz, işte o zaman sizin için çok büyük bir karşılık vardır.
180Ve Allah’ın, kendilerine fazlından verdiği nimetlere karşı cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Tam tersi o kendileri için zarardır. Cimrilik ettikleri şey, kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası yalnızca Allah’a aittir. Ve Allah, yaptıklarınıza bilgi sahibidir.
181,182Allah, “Şüphesiz Allah fakirdir, biz zenginiz” diyen kimselerin sözünü kesinlikle duydu. Onların söyledikleri şeyleri ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız. Ve Biz: “Tadın o yakıcının azabını! Bu, kendi ellerinizin önden gönderdiklerinin karşılığıdır” diyeceğiz. Ve şüphesiz Allah, kullara asla haksızlık eden biri değildir.
“183Allah fakir, biz zenginiz” diyenler, “Ateşin yiyeceği bir kurbanı bize getirmedikçe hiçbir elçiye iman etmeyeceğimize dair Allah, bize kesinlikle ahitte bulundu” diye saçmalayan kimselerdir. De ki: “Kesinlikle benden önce, size kimi elçiler açık belgelerle ve sizin dediğiniz şeyle geldiler de, peki, –eğer doğru kimseler iseniz– onları niçin öldürdünüz?”
184Eğer şimdi seni yalanladılarsa, bil ki senden önce açık deliller, sayfalar ve aydınlatıcı kitap ile gelen elçiler de yalanlanmıştı.
185Her benliği olan varlık, ölümü tadıcıdır. Ve şüphesiz kıyâmet günü ecirleriniz size eksiksiz verilecektir. Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete girdirilirse bilsin ki o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Ve basit dünya hayatı, aldatıcı bir yararlanmadan başka bir şey değildir.
186Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız konusunda yıpranacaksınız/imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine Kitap verilen kimselerden ve ortak koşan kimselerden birçok eza; can sıkıcı, sinir bozucu şeyler de işiteceksiniz. Eğer bunlara karşı mücadele eder ve Allah’ın koruması altına girerseniz, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir.
187Ve hani Allah, kendilerine Kitap verilen kimselerden sağlam sözünü almıştı: “Kitabı kesinlikle insanların önüne apaçık koyacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz.” Onlar ise bunu sırtlarının ötesine attılar ve onu az bir bedel karşılığı sattılar. İşte, satın aldıkları şeyler ne kötüdür!
188O yaptıkları şeylerle sevinen ve yapmadıkları şeylerle de övülmek isteyenleri sakın hesaba katma! Onların azaptan kurtulacak bir yerde olacaklarını da sanma! Ve onlar için çok acıklı bir azap vardır.
189Göklerin ve yeryüzünün yönetimi Allah’ındır. Ve Allah her şeye en iyi güç yetirendir.
190-194Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu üzerinde: “Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş’in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi “iyi adamlar” ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, verdiğin sözden dönmezsin” diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır.
195Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: “Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki hepiniz aynısınızdır– çalışanın amelini kaybetmem. O nedenle, göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır.”
196,197Kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kişilerin beldelerde dolaşmaları, çok az bir kazanım, sakın seni aldatmasın. Sonra onların varacakları yer cehennemdir ve o, ne kötü bir yataktır!
198Ama, Rablerinin koruması altına girmiş kişilere gelince, onlar için, Allah katından bir yolcu ikramı olarak, altlarından ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetler vardır. Ve Allah katındaki, “iyi adamlar” için daha iyidir.
199Şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah’a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene –Allah’a samimiyetle saygı duyanlar olarak– inananlar da vardır. Onlar, Allah’ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rableri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.
200Ey iman etmiş kimseler! Kurtulmanız, başarı kazanmanız için sabredin ve birbirinizin sabırlı olmasını sağlayın, birbirinize bağlanın ve Allah’ın koruması altına girin.
TAHLİL:
1ا [elif/1], ل [lâm/30], م [mîm/40].
“Hurûf-ı Mukatta‘a” [Kesik Harfler] diye adlandırılan bu harflerin neyi ifade ettiği kesin olarak bilinmemektedir. Bir uyarı veya gelecek âyetlere dikkat çekme ünlemi olabilecekleri gibi, Kur’ân’ın içyapısına ait önemli bir yapı taşı da olabilirler. Ayrıca Kur’ân indiği dönemde henüz rakamların icat edilmemiş olduğu ve rakam yerine Ebced harflerinin kullanıldığı dikkate alındığında, bu harflerin belirli sayıları ifade ediyor olması da mümkündür. İleriki dönemlerde yapılacak çalışmalar sonucunda bu harflerin işaret ettiği anlamların doğru şekilde te’vîl edilebileceği kanaatindeyiz. Ebced hesabına göre sûrenin başındaki harflerin sayı değerleri şöyledir:
ا [elif] 1
ل[lâm] 30.
م[mîm] 40
2Allah, Kendisinden başka tanrı diye bir şey olmayandır, her zaman diridir, kayyûm’dur [her şeyi ayakta tutandır, koruyandır].
Bu âyette, Allah’ın, “Kendisinden başka ilâh olmayan hayy ve kayyûm” olduğu vurgulanmıştır.
Bu âyette yer alan özellikler Bakara/255’te [âyete’l-kürsi] daha detaylı olarak zikredilmişti. Burada kısaca yer almasının nedeni, bu sûrenin ilk pasajlarının Hristiyanlara yönelik olmasındandır. Çünkü Hristiyanlar, Îsâ’yı tanrılaştırarak küfre düşmüşlerdir. Burada Hristiyanların şirki reddedilmekte, onlara, Îsâ’nın bu vasıfları haiz olmadığı, Tanrı olarak kabul edilebilecek bir varlığın, “tek, hayy ve kayyûm” olması gerektiği bildirilerek tevhid inancı öğretilmektedir.
Bu âyette kısaca, Bakara/255’te ise detaylıca zikredilen ilâhî nitelikler hakkında şu açıklamayı yapmıştık:
255Allah, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayandır, her zaman diridir, her şeyi ayakta tutan, koruyan, diri ve bütün kâinatın idaresini bizzat yürütendir. Kendisini uyuklama ve uyku yakalamaz. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O’nun içindir. Kendisinin izni/ bilgisi olmadan yanında yardım, kayırma yapacak olan kimmiş? O, onların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri bilir. Onlar ise, O’nun dilediğinden başka bilgisinden hiçbir şeyi kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeryüzünü kucaklamıştır. Onların ikisinin de korunması O’na zor gelmez. Ve O, çok yücedir, yücelticidir, sonsuz büyüktür.
Müstakil bir necm olan bu âyet, evvelki âyetlere de sonraki âyetlere de bağlanabilir. Ama müstakil olup Allah’ın sıfatları ve varlıklarla ilişkisi ciheti ön planda tutulmalıdır. Âyetin açık olan ifadesinde Allah’ın şu vasıfları vurgulanmıştır:
* Allah, Kendisinden başka ilâh olmayandır.
* Hayy’dır [her zaman diridir], kayyûm’dur [her şeyi ayakta tutan, koruyan ve kâinatın idaresini yürüten, Kendisine hiçbir şeyin gizli kalmadığı zattır].
* Kendisini uyuklama ve uyku tutmaz.
* Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O’nun mülküdür.
* O’nun izni olmadan yanında kimse şefaat edemez.
* Allah, varlıkların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri bilir.
* Varlıklar, dilediğinden başka O’nun ilminden hiç bir şeyi kavrayamazlar.
* Allah’ın kürsüsü, gökleri ve yeryüzünü kucaklamıştır.
* Göklerin ve yeryüzünün korunması Allah’a zor gelmez.
* O, alî’dir, azîm’dir.
Allah Kendisini şu âyetlerde de toplu olarak tanıtmaktadır:
1De ki: “O Rabb, bir tek olan Allah’tır, 2Samed olan Allah’tır, 3doğurmamış ve doğurulmamıştır. 4Ve hiçbir şey O’na denk olmamıştır.”
(İhlâs/1-4)
22O, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah’tır. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet edendir, engin merhamet sahibidir.
23O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah’tır. O, bütün kâinatın hükümdârı, tertemiz, her türlü kötülük ve eksiklikten uzak, her türlü kusurdan uzak; sapasağlam, güven veren, gözetici, koruyucu, doğrulayıcı ve güvenilir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, dilediğini zorla yaptıran, ulaşılmaz, azametli, ihtiyaçları gideren, işleri düzelten, derman veren, büyüklük ve ululukta tek olan; her şeyde ve her hâdisede büyüklüğünü gösterendir. Allah, onların ortak koştukları şeylerden arınıktır.
24O, oluşturan, kusursuz yaratan, her şeye şekil ve sûret veren Allah’tır. En güzel isimler O’nun içindir. Göklerde ve yeryüzünde olanlar O’nu noksan sıfatlardan arındırırlar. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
(Haşr/22-24)
Allah’ın kayyûm sıfatı şu âyetlerde detaylandırılmıştır:
33Peki, o, kazandığı şeyler ile birlikte her bir kişinin üzerinde dikilen/görüp gözeten kimdir? Onlar ise Allah’a ortaklar edindiler. De ki: “Onları isimlendirin! Yoksa siz, O’na yeryüzünde bilmediği bir şey mi ya da sözden açık olanı mı haber vereceksiniz? Aslında kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kişilere plânları güzel gösterildi de Yol’dan saptırıldılar. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için yol gösteren kimse yoktur.
(Ra‘d/33)
41Hiç şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yokoluvermekten, Allah tutuyor. Andolsun ki eğer gökler ve yeryüzü yokoluverirlerse, onları O’ndan sonra kimse tutamaz. Gerçekten O, çok yumuşak davranan, çok bağışlayandır.
(Fâtır/41)
Âyetteki, O, onların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri bilir ifadesi, “onların dünya ve âhiretteki konumlarını, geçmiş ve geleceklerini bilir” demektir. Onlar ise, O’nun dilediğinden başka ilminden hiç bir şeyi kavrayamazlar ifadesi ise, insanların Allah katındaki bilgiyi, ancak O’nun dilemesiyle alabileceğini ifade eder.
3,4Allah, sana, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak bu kitabı hak ile indirdi. O, daha önce insanlara doğru yol kılavuzu olarak Tevrât’ı ve İncîl’i de indirmişti. Furkân’ı da O indirdi. Şüphesiz kâfirler; Allah’ın
âyetlerini bilerek reddeden şu kimseler, çetin bir azap kendileri için olanlardır. Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, suçluları yakalayıp cezalandırmak sûretiyle adaleti sağlayandır.
Bu âyetlerde, Ehl-i Kitabın, özellikle de Hristiyanların Son Peygamber ve Son Kitabı tanımasına yönelik bir giriş yapılmakta ve Hristiyanlara, “Daha evvel Tevrât ve İncîl’i indirdiği gibi Furkân’ı [Kur’ân’ı] da indirmiştir. Bunda anormal bir durum yoktur. Buna da inanmalısınız. Aksi takdirde çok çetin bir azap ile azaplandırılacaksınız. Allah’a karşı koyamazsınız. Allah, suçluları yakalar ve cezalandırır” mesajı verilmektedir.
Âyetteki, kendisinin iki eli arasındakiler ifadesi ile kastedilen, “önceki ilâhî kitapların Kur’ân’da yer alan kısımları”dır. Bu demektir ki, mevcut Kitab-ı Mukaddes’in hepsi Allah’ın gönderdiği vahiylerden değildir. Bir kısmı Ehl-i Kitap bilginlerince eklenmiş, bir kısmı da tahrif edilmiştir. Geriye kalanlar ise Kur’ân tarafından doğrulanmaktadır.
TEVRÂT
Mûsâ peygambere verilen kitabın adı olarak bilinse de Tevrat israiloğullarının elinde bulunan tüm dini metinlerin adıdır. Kur’an’da da Allah Musa’ya Tevrat verdik demez. Tevrât’ın, sözcük olarak ne anlama geldiği hususunda şunlar söylenebilir:
التّورية [Tevrât] kelimesi, çakmak taşının alevi görüldüğü vakit kullanılan و ر ى [v-r-y] kelimesinden türemiş olup “aydınlık ve nûr” demektir.[1]
Klâsik kaynaklarda Tevrât kelimesinin, tevriye‘den alındığı da söylenmiştir.[2] Bu ise, “bir şeyi tariz yoluyla [üstü kapalı] açıklarken, diğer tarafını gizlemek” demektir. “Adeta Tevrât’ın çoğunluğu, gereken tasrih ve açıklamadan yoksun olup birtakım tariz ve işaretlerden meydana geldiğinden, bu isim verilmiş gibidir” şeklinde açıklamalar da mevcuttur. Bu sözcüğün, Süryânice veya İbrânice olması daha büyük bir ihtimal olmakla birlikte, Arapça olduğu var sayıldığında v-r-y‘den türediği ve “aydınlık-nûr” anlamına geldiği söylenebilir. Zira Allah Tevrât’ı şöyle nitelemiştir:
48,49Ve andolsun ki Mûsâ ve Hârûn’a Furkân’ı ve görülmeyen, duyulmayan, sezilmeyen ıssız yerde Rablerine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan, kıyâmetin kopmasından içleri titreyen, Allah’ın koruması altına girmiş kişiler için bir ışığı ve öğüdü verdik.
(Enbiyâ/48-49)
53Ve hani Biz, kılavuzlandığınız doğru yolu bulursunuz diye, Mûsâ’ya, o kitabı ve Furkân’ı vermiştik.
(Bakara/53)
44İçinde doğru yol rehberi ve ışık bulunan Tevrât’ı, şüphesiz Biz indirdik. Müslümanlaşmış kişiler olan peygamberler onunla Yahudilere hükmederler, kendilerini Allah’a adamış kişiler ve hahamlar da, Allah’ın kitabından kendilerinden korumaları istenilen ve kendilerinin de üzerine tanıklık ettikleri şeylerle hükmederler. İnsanlara saygı duyup ürpermeyin, Bana saygı duyup ürperin. Benim âyetlerimi de az bir paraya satmayın. Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselerin ta kendileridir.
(Mâide/44)
İNCÎL
الإنجيل[İncîl], sözcüğünün de Süryanice veya İbranice olduğu genel kabul görmesine rağmen, Arapça olduğu var sayılarak anlamı üzerinde durulabilir:
İncîl kelimesi, “asl” demek olan النجل[en-necl] kelimesinden if‘îl vezninde bir kelime olup çoğulu, اناجل[enâcîl]’dir. Kişinin aslı olduklarından dolayı, –anne ve babası kastedilerek– “Allah onun iki nâciline de lânet etsin” denilir.
İncîl, birçok ilim ve hikmetin aslı demektir.
İncîl kelimesinin, “bir şeyi çıkartmak, hâlini anlatmak” için kullanılan, neceltü’ş-şey’e tabirinden geldiği de söylenmiştir. Buna göre, kendisi vasıtasıyla birçok ilim ve hikmet elde edildiği için ona İncîl ismi verilmiş olmaktadır. Çocuğa ve soy-sopa, –anne-babasından çıktığı için– neci denilmesi bundan dolayıdır.
Necl, aynı zamanda “sızıntı hâlinde çıkan su” demektir. Su bir yerden sızıntı hâlinde çıktığı vakit, استنجلت الأرض و بها نجال [istenceletil arzu ve biha nicâlün] ifadesi kullanılır. İşte bundan dolayı İncîl’e bu ad verilmiştir. Zira yüce Allah, onun vasıtasıyla, silinip izi kaybolmuş hakkı ortaya çıkarmıştır.
İncîl kelimesinin, “gözün genişliği”ni ifade etmek üzere kullanılan necel‘den alınma olduğu da söylenmiştir. Geniş bir mızrak yarasını ifade etmek için, سنان منجل [sinânü mincel] tabiri kullanılır. Bu anlam göz önünde bulundurularak, İncîl’e bu isim verilmiştir. Çünkü İncîl, onlar için çıkartılan, genişletilen ve onlar için hem nûr, hem aydınlık olan aslî bir kaynaktır.[3]
Tevrât ve İncîl ile ilgili merhum Mevdûdî’nin bir açıklamasını naklediyoruz:
Tevrât ve İncîl hakkında genel bir yanılgı vardır. Çünkü çoğu kişi Pentateuch’u [Eski Ahid’in ilk beş kitabını] Tevrât, Gospel’i [Yeni Ahid’in ilk dört kitabını] ise İncîl olarak kabul eder. Bu yanlış anlama vahyin kendisinde şüpheler uyandırır ve şöyle bir soru akla gelebilir: “Bu kitaplar gerçekten Allah’ın kelamı mı? Kur’ân-ı Kerîm gerçekten bunların içindekileri tasdik mi ediyor?”
Aslında Kur’ân’ın tasdik ettiği Tevrât, Pentateuch’un kendisi değildir; fakat onun içine serpiştirilmiştir. Aynı şekilde İncîl de, “Dört Gospel” değildir, fakat bu kitaplarda muhtevîdir.
Tevrât, Hz. Mûsâ’ya (a.s) 40 yıl süren peygamberliği müddetince verilen emir ve öğütlerden oluşur. Taş tabletlere kazınmış olan ve Tûr dağı’nda Mûsâ’ya verilen On Emir de bunların içindedir. Geri kalan emir ve öğütleri ise Hz. Mûsâ (a.s) kendisi yazdırmıştır. Daha sonra 12 İsrâîl kabilesinin [sıbt] her birine, rehberlik etmesi için Tevrât’ın bir kopyasını vermiştir. Bir kopyası da dikkatle korunması için Levi’lere verilmiş ve taş tabletlerle birlikte tâbût’ta [On Emir’in muhafaza edildiği sandıkta] muhafaza edilmiştir. Bu Tevrât, Kudüs’ün ilk yakılıp yıkılmasına kadar tam bir kitap olarak kalmıştır. Fakat zamanla İsrâîloğulları bu Kitab’a o denli ilgisiz, anlayışsız ve aldırmaz bir hâle geldiler ki, Yoşiya’nın krallığı zamanında Süleymân Tapınağı tamir edilirken, başkâhin Hilkiya onu şans eseri buldu; fakat onun Tevrât olduğunu anlayamadı. Onun sadece bir kanun kitabı olduğunu düşündü ve Kitab’ı krallık yazmanına antika bir eser olarak verdi. Bir sonraki, onu Kral Yoşiya’ya iletti. Kitap okununca Yoşiya elbiselerini yırttı ve Hilkiya ile diğerlerine Kitab’ın içindekiler hakkında Rabbe danışmalarını emretti. (II. Krallar, 22:8-13). Nebukadanazor’un Kudüs’ü yağmalayıp Süleymân Tapınağı’nı yıktığı dönemde, İsrâîloğulları’nın durumu işte böyleydi. Bu şekilde uzun yıllardan beri bir köşede unutulmuş Tevrât’ın son kopyalarını da ebediyen kaybetmiş oldular.
İsrâîloğulları, Bâbil’deki sürgünden ülkeleri Kudüs’e geri dönüp tapınağı tekrar yaptıklarında Ezra, Eski Ahid’i derledi. Ezra, halkının ileri gelen bazı adamlarını topladı ve onların yardımıyla şimdi Kitab-ı Mukaddes’in ilk 17 kitabını oluşturan İsrâîloğulları’nın tüm târihini yazdı. Bunlardan Çıkış, Levililer, Sayılar, Tesniye Hz. Mûsâ’nın (a.s) hayatını anlatır. Ezra ve yardımcılarının bulup vahyin kronolojik düzenini göz önünde bulundurarak uygun yerlere yerleştirdikleri asıl Tevrât âyetlerini de içerir. Asıl Tevrât, Hz. Mûsâ’nın (a.s) hayat hikâyesi içine serpiştirilmiş bulunan âyetlerden oluşur ve bugün bile onları diğerlerinden ayırıp Mûsâ’nın (a.s) “Rabbiniz Allah diyor ki” dediği yerde asıl Tevrât başlar ve hayat hikâyesi yeniden başladığında Tevrât’ın o bölümü biter. Kitab-ı Mukaddes’in yazarı buralara açıklama ve yorum mahiyetinde bazı şeyler eklemiştir. Sıradan okuyucu işte bu yorumlardan asıl Tevrât’ı ayırt etmede yanılgıya düşer.
Bununla birlikte İlâhî Kitaplar’ın mahiyetini iyi bilenler, bir dereceye kadar bu yorumla, vahyolunan âyetleri ayırt edebilirler.
Kur’ân’a göre sadece Pentateuch’un içine serpiştirilen bu bölümler gerçek Tevrât’tır ve Kur’ân sadece bu bölümleri tasdik eder. Bu âyetleri derleyip Kur’ân’la karşılaştırarak sınayabiliriz. Orada veya burada ayrıntılarda bazı farklılıklarla karşılaşılabilir; fakat, iki kitabın ana öğretilerinde en ufak bir farklılık bile yoktur. Bugün bile bu iki Kitab’ın aynı kaynaktan geldiği açıkça görülebilir. Aynı şekilde, İncîl de Hz. Îsâ’nın (a.s) hayatının son birkaç yılı boyunca sarfettiği, vahyolunan sözler ve konulardan oluşur.
Bu sözlerin Hz. Îsâ’nın (a.s) hayatı esnasında derlenip kaydedildiğinden emin olamayız. Moffat, Kitab-ı Mukaddes tercümesine yazdığı önsözde şöyle diyor: “Îsâ (a.s) hiç bir şey yazmadı ve bir müddet için havarileri de o’nunla ilgili hiç bir kayıt tutma ihtiyacı duymadılar. O hâlde târihte Îsâ ile ilgili bize ulaşan bilgiler Filistinli ilk havarilerin sözlerine ve derlemelerine dayanıyor. Bunların ne zaman yazıya geçirildiğini söyleyemeyiz. Fakat en azından onlardan bir tanesi her hâlde yaklaşık M.S. 50 yıllarında yazılı hâlde mevcut idi.” Her ne ise, ölümünden yıllar sonra Hz. Îsâ’nın (a.s) hikâyeleri 4 İncîl [Gospel] şeklinde derlendiği zaman (Markos’un tertiplendiği zaman, ilki M.S. 65-67 yıllarında düzenlenmiştir), o’nun bazı yazılı veya ezberde kalan sözleri, târihsel sıralamaya göre uygun yerlere konulmuştur. Yani, ilk Dört Gospel’in İncîl olmadığı, yani Hz. Îsâ’nın (a.s) söz ve rivâyetlerinden oluşmadığı, fakat onları içerdiği çok açıktır. Yazarların eserlerinde Hz. Îsâ’nın (a.s) sözlerini diğerlerinden ayırmak için tek bir aracımız var: Yazarların “Îsâ şunu söyledi ve öğretti” dediği yerlerde İncîl başlar ve hikâyeye geri döndüklerinde İncîl biter. Kur’ân’a göre sadece bu bölümler İncîl’dir ve Kur’ân sadece bu bölümleri tasdik eder. Eğer bu bölümler derlenir ve Kur’ân’la karşılaştırılırsa, ikisi arasında ciddî bir fark görülmez. Eğer bazı ufak farklılıklar varmış gibi görünüyorsa, bunlar da ön yargısız bir düşünce sonucunda ortadan kaldırılabilir.[4]
Burada Kur’ân’ın hakk ile indirildiği ifade edilmektedir. Kur’ân’ın hakk ile indirilmiş olmasından maksat, içerisinde geçmişe ait nakledilen bilgilerin doğruluğu, geleceğe ait verilen sözlerin gerçekliği, emir ve yasaklarının insanlık için gerekli olduğu, insanın eğitimine yönelik öğretilenlerde iyi-kötü, güzel-çirkin, hakk-bâtıl ayırımının yapıldığı, insanlar arası ilişkilere yönelik adalet ve hakkaniyeti içerdiği ve kendisinde çelişki, tutarsızlık, eğrilik olmadığıdır. Kur’ân’ın bu özellikleri farklı âyetlerde yüzlerce defa yer almıştı.
Buradaki bir başka nokta da Kur’ân’ın, “kendisinden önceki kitapların doğru olan bölümlerini tasdik eden bir kitap” olmasıdır. Eğer Kur’ân onları tasdik etmeseydi, Kur’ân’ın Allah tarafından indirildiği hususunda şüphe olurdu. Çünkü Kur’ân, Allah’tan indirilmeseydi, diğer kitaplara uygun olmayabilirdi. Zira Peygamber, hiçbir bilginle görüşmemiş, hiç kimseye talebelik yapmamış ve hiç kimseden bir şey okumamıştı. Allah bütün peygamberleri, Zâtını bir tanımaya, Kendisine inanmaya, O’na yakışmayan şeylerden Kendisini tenzih etmeye, kulların yararına olan ilkeleri bildirmeye ve uygulamaya davet etmek için göndermiştir. O nedenle Kur’ân, bütün bu hususlarda önceki kitapların tahrif edilmemiş bölümlerini doğrulamakta ve peygamberler arasında fark gözetmemektedir:
285,286Elçi, kendi Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de. Hepsi Allah’a, doğal güçlerine/haberci âyetlerine, kitaplarına ve elçilerine iman ettiler: “Biz Allah’ın elçileri arasında ayırım yapmayız.” Ve “Biz duyduk ve itaat ettik. Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz, dönüş ancak Sanadır. Ey Rabbimiz! Eğer terk ettiysek ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır sorumluluk/sıkıntıya sokacak şeyler yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Ve affet bizi, bağışla bizi, merhamet et bize! Sen bizim yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınımızsın. Ve de kâfirler toplumuna; Senin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden toplumlara karşı yardım et bize” dediler.
Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka; kapasitesi dışında yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kendi yaptığı zararınadır.
(Bakara/285,286)
Âyetteki, Furqân’ı da O indirdi ifadesindeki furqân‘dan, öncelikli olarak Kur’ân anlaşılır. Zira Kur’ân, daha evvel Furqân olarak nitelenmişti.
Bu âyette Kur’ân’ın “furqân” özelliği ön plâna çıkarılmıştır. Kur’ân’ın isimlerinden biri olan الفرقان[furqân] sözcüğü, “iki şeyi birbirinden ayırmak” anlamındaki فرق[farq] kökünden türemiştir ve فارقة[fâriqa] sözcüğü ile aynı anlama gelir. Yaygın kullanımına bakıldığında, farq sözcüğünün türevleri olan tefriq, firaq, firqat, fırqa, tefriqa, feriq sözcüklerinin somut şeyler [mahsûsât] için; فارقات [fâriqât], فاروق[fârûq] ve الفرقان [furqân] sözcüklerinin ise soyut şeyler [ma‘kûlât] için kullanıldığı görülür.
Bakara/53 ve Enbiyâ/48’de Mûsâ peygambere verilen Furqân, soyut şeyler olan hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü birbirinden ayırdığı için Kur’ân’a da isim olarak verilmiştir. Halife Ömer’e verilen “fârûq” unvanı da, onun hakk ile bâtılı iyi ayırmasından dolayıdır.[5]
Kur’ân’ın, “Furqân” olarak anıldığı birçok âyet vardır:
185Ramazân ayı ki, Kur’ân, bir kılavuz olarak ve furkândan, yol göstermeden açık seçik açıklamalar olarak kendisinde indirilmiştir. Bu nedenle sizden her kim bu aya şâhit olursa hemen onda oruç tutsun. Kim de hasta veya sefer; çiftçilik, ticaret, askerlik, eğitim- öğretim gibi gidiş gelişli; hareketli bir iş üzerinde ise diğer günlerden sayısıncadır. Allah, size kolaylık diler, size zorluk dilemez. Bu kolaylık, Allah’ın koruması altına girmeniz ve sayıyı tamamlamanız, size yol gösterdiğinden dolayı Allah’ı büyüklemeniz ve Allah’ın verdiği nimetlerin karşılığını ödeyesiniz diyedir.
(Bakara/185)
1Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna/kullarına Furkân’ı indiren ne cömerttir/ ne bol bol nimet verendir! 2Furkân’ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı Kendisinin olan, hiç çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı olmayan ve her şeyi oluşturup sonra da onları bir ölçüye göre ayarlama yapandır.
(Furkân/1)
Aslında “Furqân”, ilâhî kitapların genel bir niteliğidir.
Âyetin son bölümündeki, Şüphesiz Allah’ın âyetlerini inkâr eden şu kimseler, çetin bir azap kendileri için olanlardır. Allah, azîz’dir, intikam sahibidir [suçluları yakalayıp cezalandırmak sûretiyle adaleti sağlayandır] ifadesiyle, gerçeği bile bile inkâr eden ve akıllarını kullanmayanlar tehdit edilmektedir.
5Şüphesiz Allah, yeryüzünde ve gökte hiçbir şey Kendisine gizli kalmayandır.
6O, sizi, rahimlerde dilediği gibi şekillendirendir. Kendisinden başka ilâh diye bir şey yoktur. O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
Bu âyetlerde de Allah, Kendisini tanıtmakta ve özellikle Hristiyanlara, Allah’ın her şeyi bildiği, O’na hiç bir şeyin gizli kalmadığı, Allah’ın rahimlerde yaratılan bebeği dilediği gibi şekillendirdiği, O’ndan başka ilâh olmadığı, yenilmezliği ve yasa koyuculuğu vurgulanıp ilâhlaştırılan Îsâ’nın bu özelliklere sahip olmadığı ima edilerek, Îsâ’nın, nasıl ilâh veya ilâhın oğlu olabileceğini düşünmeleri gerektiği mesajı verilmektedir.
Allah’ın burada zikredilen nitelikleri birçok âyette yer almıştı. Bunlardan birkaçını hatırlatıyoruz:
59Görünmezin, duyulmazın, geçmişin, geleceğin anahtarları da yalnızca O’nun katındadır. O’ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın.
(En‘âm/59
49İşte Nûh ile ilgili anlatılanlar, sana vahyettiğimiz görülmeyenin, duyulmayanın, sezilmeyenin haberlerindendir. Bunları sen ve toplumun bundan önce bilmiyordunuz. Şu hâlde sabret. Şüphesiz âkıbet, Allah’ın koruması altına girmiş olan kişilerindir.
(Hûd/49)
22O, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah’tır. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet edendir, engin merhamet sahibidir.
23O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah’tır. O, bütün kâinatın hükümdârı, tertemiz, her türlü kötülük ve eksiklikten uzak, her türlü kusurdan uzak; sapasağlam, güven veren, gözetici, koruyucu, doğrulayıcı ve güvenilir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, dilediğini zorla yaptıran, ulaşılmaz, azametli, ihtiyaçları gideren, işleri düzelten, derman veren, büyüklük ve ululukta tek olan; her şeyde ve her hâdisede büyüklüğünü gösterendir. Allah, onların ortak koştukları şeylerden arınıktır.
24O, oluşturan, kusursuz yaratan, her şeye şekil ve sûret veren Allah’tır. En güzel isimler O’nun içindir. Göklerde ve yeryüzünde olanlar O’nu noksan sıfatlardan arındırırlar. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
(Haşr/22-24)
12-16Ve andolsun ki Biz, insanı seçilmiş bir çamurdan oluşturduk. Sonra onu çok dayanıklı bir karargâhta bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir embriyon oluşturduk. Sonra o embriyoyu bir et parçası oluşturduk. Sonra o bir et parçasını kemikler olarak oluşturdukk. Sonunda o kemiklere de bir et giydirdik. Sonra onu bir başka oluşumda yeniden kurduk. İşte, oluşturanların en güzeli Allah ne cömerttir! Sonra şüphesiz sizler, bunların ardından kesinlikle öleceksiniz. Sonra şüphesiz siz, kıyâmet gününde diriltileceksiniz.
(Mü’minûn/12-16)
6-8Ey insan! Üstün kerem sahibi olan, seni oluşturan, sonra da sana bir düzen içinde biçim veren, sonra da seni dengeleyen, dilediği bir sûrette seni tertip eden Rabbine karşı seni aldatan şey nedir?
(İnfitâr/6-8)
164Şüphesiz ki göklerin ve yerin oluşturuluşunda, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde,
insanlara yarayan şeylerle denizde akıp giden gemide,
Allah’ın semadan bir su indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde,
yeryüzünde her deprenen canlılardan yaymasında,
rüzgârları evirip çevirmesinde,
gök ile yeryüzü arasında emre hazır olan bulutta, şüphesiz akıllarını çalıştıran bir toplum için elbette alâmetler/göstergeler vardır.
(Bakara/164)
Bu âyetlerde ayrıca, insanın yaratılışına kimsenin müdahalesinin olmadığı-olamayacağı ve tüm yaratılış aşamalarının bir plan dâhilinde gerçekleştiği, tesadüfe yer olmadığı bildirilmektedir:
13Ey insanlar! Biz sizi, bir erkek ile bir dişiden oluşturduk, birbirinizle tanışasınız diye sizi uluslar ve oymaklar yaptık. Şüphesiz ki, Allah katında en değerliniz, en çok Allah’ın koruması altına girmiş olanınızdır. Gerçekten Allah, en iyi bilendir, en çok haber alandır.
(Hucurât/13)
6O, sizi tek bir nefisten oluşturdu, sonra ondan eşini yaptı ve sizin için hayvanlardan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde, oluşturluştan sonra bir oluşturuluşla oluşturuyor. İşte bu, sahiplik, yönetim yalnız Kendisinin olan Rabbiniz Allah’tır. O’ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Öyleyse, nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?
(Zümer/6)
49,50Göklerin ve yeryüzünün hükümranlığı yalnız Allah’ındır. O, dilediğini oluşturur, dilediğine kız çocuk bahşeder, dilediğine de erkek çocuk bahşeder.
Yahut Allah onları erkek ve kız olmak üzere eşleştirir. Dilediğini de kısır yapar. Şüphesiz O, en iyi bilendir, çok güçlü olandır.
(Şûrâ/49-50)
Buradaki, dilediği şekilde ifadesi, “erkeklik, dişilik, güzellik, çirkinlik, siyahlık, beyazlık, uzunluk, kısalık, azaların sağlıklı olması yahut herhangi bir noksanlık vs.” olarak anlaşılabilir. Bu konuda detaylı bilgi İnfitâr sûresi’nde verilmiştir.[6]
7-9Allah, sana bu kitabı indirendir. Bu kitaptan bir kısmı yasa içeren âyetlerdir ki bunlar, kitabın anasıdır. Diğerleri de benzeşen anlamlılardır. Amma, durum bu iken, kalplerinde kaypaklık/tutarsızlık olan kimseler,insanları dinden çıkarmak,ortak koşmaya sürüklemek ve onun anlamlarından en uygununun tesbitine yeltenmek için hemen ondan benzeşen anlamlı olanlarının peşine düşerler. Hâlbuki onun anlamlarından en uygun olanının tesbitini ancak Allah ve –“Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. Rabbimiz! Bize kılavuzluk ettikten sonra kalplerimizi çevirme! Bize Kendi nezdinden rahmet lütfet! Şüphesiz Sen, bol bol lütfedenin ta kendisisin. Rabbimiz! Şüphesiz Sen, insanları, kendisinde hiçbir şüphe olmayan gün için toplayansın. Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez” diyen– o bilgide uzman olanlar bilirler. Ve sadece kavrama yetenekleri olanlar öğüt alırlar.
Allah bu âyet grubunda, önce Kendisini tanıtıp sonra indirdiği kitap ile kullar arasındaki bağı açıklamaktadır. Buna göre:
- Kur’ân’ı Rasûlullah’a indiren Allah’tır.
- Kur’ân âyetlerinin bir kısmı muhkemdir [yasa içerenlerdir], ki bunlar, kitabın anasıdır.
- Kur’ân âyetlerinin diğer kısmı da müteşâbihlerdir [benzeşen anlamlılardır].
- Kalplerinde kaypaklık olan kimseler, fitne çıkarmak ve onun te’vîline yeltenmek için müteşâbih âyetlerin peşine düşerler.
- Müteşâbih âyetlerin te’vîlini ancak Allah ve –“Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. Rabbimiz! Bize kılavuzluk ettikten sonra kalplerimizi çevirme! Bize Kendi nezdinden rahmet lütfet! Şüphesiz Sen, bol bol lütfedenin ta kendisisin. Rabbimiz! Şüphesiz Sen, insanları, kendisinde hiç bir şüphe olmayan gün için toplayansın. Şüphesiz Allah, vaadinden dönmez” diyen– ilimde uzman olanlar bilirler, câhil ve sığ kimseler bilmezler.
- Öğüdü de sadece kavrama yeteneği olanlar alırlar.
Kur’ân’ın müteşâbihliği Zümer sûresi’nde de konu edilmiştir:
23Allah, sözün en güzelini benzeşen anlamlı olarak, ikişerli bir kitap hâlinde indirmiştir. Ondan, Rablerine saygısı olanların tüyleri ürperir. Sonra derileri ve kalpleri Allah’ın anılmasına karşı yumuşar. İşte bu, Allah’ın rehberidir. Allah, onunla dilediğini kılavuzlar. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösteren biri yoktur.
(Zümer/23)
Bilindiği üzere, muhkem, müteşâbih ve te’vîl sözcükleri, kavramlaştırılmak sûretiyle anlaşılması zor, makul ve makbul olmayan tanımlar ortaya konulmuştur. Bunlardan birçok anlayışa da kaynaklık edenlerini örnek olarak sunuyoruz:
MUHKEM ve MÜTEŞÂBİHE DAİR İLİM ADAMLARININ GÖRÜŞLERİ
İlim adamları muhkem ve müteşâbih âyetlerle ilgili olarak farklı görüşlere sahiptir. Câbir b. Abdillah –ki bu aynı zamanda eş-Şa‘bî’nin, Süfyân Sevrî’nin ve diğerlerinin görüşlerinin de muktezasıdır– der ki: “Kur’ân-ı Kerîm’in muhkem âyetleri, te’vîli bilinebilen, manası ve tefsiri anlaşılabilen buyruklardır. Müteşâbih âyetler ise Yüce Allah’ın, ilmini yalnızca Kendisine sakladığı, yarattıklarına vermediği, herhangi bir kimsenin bilme imkânı bulunmayan buyruklardır.” Kimi ilim adamları der ki: “Bu kabilden olanlara örnek, kıyâmetin kopma vakti, Ye’cûc-Me’cûc’un çıkma vakti, Deccal’in çıkma vakti, Hz. Îsâ’nın inme vakti ve sûre başlarında bulunan Mukatta‘a Harfleri gibi şeylerdir.
Bir diğer görüşe göre de müteşâbih, birden çok anlama gelme ihtimali olmakla birlikte, bu değişik anlamlar tek bir anlama havale edilerek geri kalanı iptal edilecek olursa, müteşâbih muhkem olur. Buna göre muhkem, her zaman için fer’î hususların kendisine havale edildiği [o esas alınarak yorumlandığı] bir asıl ilkedir. Müteşâbih ise onun fer’î durumundadır.[7]
Bu örnekteki anlayışa göre, herkesin anlayacağı bir açıklıkta olan Kur’ân, anlaşılması zor veya imkânsız bir kitap hâline sokulmaktadır. Hem bu âyetlerin, hem de Kur’ân’ın diğer âyetlerinin iyi anlaşılması için çalışmamızın [Tebyînu’l-Kur’ân] Sunuş bölümünde müteşâbih, muhkem ve te’vîl ile ilgili yaptığımız açıklamaları naklediyoruz:
Zümer/23 ve Âl-i İmrân/7 âyetleri, Kur’ân’ın محكم [muhkem] ve متشابه [müteşâbih] âyetlerden oluştuğunu açıkça belirtmektedir. Mekke’de inen ve iniş sırasına göre 59. sırada yer alan Zümer/23 âyeti bir ipucu olarak değerlendirildiğinde, o âna kadar inmiş olan bütün âyetlerin müteşâbih oldukları öne sürülebilir. Muhkem ve müteşâbih kavramlarının ne anlama geldiklerini açıklama gereği duyan sözlük, ansiklopedi ve terim kitaplarının neredeyse tümünde muhkem sözcüğünün “açık, anlaşılan, sağlam”; müteşâbih sözcüğünün ise “kapalı ve anlaşılmaz” anlamlarına geldiği belirtilmektedir. Söz konusu lügat ve ansiklopedilerin işlediği ortak yanlış, bu iki sözcüğün birbirinin karşıt anlamlısı olarak gösterilmesidir.
Bu satırların yazarı, söz konusu kavramların zıt anlamlı iki sözcük olduğu şeklindeki yerleşik kanaati paylaşmamaktadır. Ayrıntıları yeri geldiğinde verilecek olmakla birlikte, Kur’ân âyetleri hakkında yerleşmiş bulunan bu yanlış ön kabulü düzeltmek üzere her iki kavramın özü hakkında kısaca bilgi vermeyi yararlı görmekteyiz:
محكم [muhkem] sözcüğü, “hüküm içeren” demektir. Dolayısıyla muhkem âyetler, “içerisinde, insanları kargaşa ve zulme düşmekten engelleyen ilkelerin bulunduğu âyetler” anlamına gelir. Bu âyetler açıktır, nettir ve tek bir anlam ifade ederler. Bu âyetlerden, ifade ettikleri birincil anlamlardan başka anlamlar çıkarılmaz/çıkarılamaz.
Müteşâbih âyetler ise, “birden çok, birbirine benzer, birbirinden güzel anlamlar içeren ve her bir anlamı da açık olarak anlaşılan âyetler” demektir. Bu âyetler mecâz, kinâye ve diğer edebî sanatların da kullanıldığı, ama yapılan benzetme ve örneklemelerden dolayı kültür seviyesi en alt düzeyde olanların bile anlayabilecekleri âyetlerdir. Onlar da tıpkı muhkem âyetler gibi açık-seçik, anlaşılır âyetler olup kesinlikle kapalı, müşkil ve anlaşılmaz değildirler. Müteşâbih âyetler; kapalı, müşkil ve anlaşılmaz âyetler olarak kabul edildiği takdirde Zümer/23’te “sözün en güzeli” olarak nitelenen Kur’ân, aynı zamanda kapalı, anlaşılmaz âyetler de içeriyor olacaktır. Bu ise kapalı, anlaşılmaz âyetlerin “sözün en güzeli” olması anlamına gelir ki, Kur’ân ile böyle bir tuhaflığın bağdaşması mümkün değildir.
İşin doğrusu, müteşâbih âyetler, “anlaşılır, birden çok ve birbirinden güzel anlamlar içeren, kim hangisini anlarsa anlasın bu anlamların hepsinin de doğru olduğu âyetler”dir.
Âl-i İmrân/7’de bu âyetlerin te’vîlinin mümkün olduğu bildirilmektedir. Kimilerinin “yorumlama”, kimilerinin de “tefsir etme” anlamında kullandığı تأويل [te’vîl] sözcüğü de anlamı çarpıtılmış sözcüklerden biridir. Aslında sözcük, الرّجوع [er-rucû‘/geriye dönüş] anlamındakiاول [evl] sözcüğünün tef‘il babından mastarıdır. Türkçe’deki “evvel, ilk” kelimeleri de bu sözcükten gelmektedir.
Te’vîl sözcüğü, “geriye dönüş” şeklindeki kök anlamından değişerek “tedbir” [arkalaştırma], yani “birinci, ikinci, üçüncü şeklinde ardı ardına dizmek, sıralamak, öncelik sırasına koymak” anlamlarında kullanılır.
Bu anlamlara göre müteşâbih âyetlerin te’vîli demek, “o âyetlerin birbirinden güzel, birbirine benzeyen açık-seçik anlamlarının arka arkaya sıralanması, bu anlamların öncelikli bir sıraya tâbi tutulması” demektir. Yoksa, anlamları sadece Allah tarafından bilinen, kapalı ve anlaşılmaz âyetlerin ancak “râsihûn” denen ehil kimselerce yorumlanabilmesi değildir.
Karşıt anlamlı oldukları iddia edilen muhkem ve müteşâbih ile müteşâbih âyetlerin te’vîli konularında daha ayrıntılı bilgiye bu kelimelerin geçtiği âyetler incelenirken değinilecektir. Yine de unutulmamalıdır ki, âyetteki muhkem ve müteşâbih kelimeleri, birer terim olmayıp sözlük anlamlarında kullanılmış sözcüklerdir.
Âyetteki, Amma, durum bu iken, kalplerinde kaypaklık olan kimseler, fitne çıkarmak ve onun te’vîline yeltenmek için hemen ondan müteşâbih olanlarının peşine düşerler ifadesiyle, Necrân heyetinin veya Yahûdi bir grubun kastedildiği ileri sürülse de, bizce bu tüm zamanlara yöneliktir. Böyle öküz altında buzağı arayan zavallılar her zaman ve her yerde bulunur. Nitekim Mekkî sûrelerde bunun örneklerini (İsra/60) görmüştük.
Âyetteki, fitne çıkarmak ifadesi, “inanmış kimseleri dinden döndürmek” demektir. Bu konu hakkında Bakara sûresi’nde açıklama yapmıştık.
Kısacası müteşâbih âyetler, sanatsal mucize içeren, indiği dönemde insan havsalasının ulaşmayacağı konulara, bilgilere ve ğayba dair âyetlerdir. Bunlarla Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğu ortaya çıkar.
Muhkem âyetler de, kişisel davranışları, aile ve sosyal hukuku, uluslararası ilişkileri düzenleyen ilkeleri içeren âyetlerdir. Bu âyetler, Kitab’ın anasıdır; yani, Kur’ân’ın amacı muhkem âyetlerle düzeni sağlamak, insanlığı, zulümden, fesattan ve kan dökmekten alıkoymaktır.
Dikkat edilirse âyette, Hâlbuki onun te’vîlini ancak Allah ve –“Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. Rabbimiz! Bize kılavuzluk ettikten sonra kalplerimizi çevirme! Bize Kendi nezdinden rahmet lütfet! Şüphesiz Sen, bol bol lütfedenin ta kendisisin. Rabbimiz! Şüphesiz Sen, insanları, kendisinde hiç bir şüphe olmayan gün için toplayansın. Şüphesiz Allah, vaadinden dönmez” diyen– ilimde uzman olanlar bilirler buyurulmaktadır. Burada zikri geçen, “ilimde uzman olanlar”ın kimler olduğuna gelince:
RÂSİH
Arapça’da رسوخ[rusûh], “bir şeyin iyice içinde olmak, bir şeyde sebat bulmak (ağaç ve dağ gibi derinlemesine yerleşmek)” demektir.[8]
İlimde râsih olmak ise, “belirli bir ilim dalında uzman olmak” demektir. Klâsik kabule göre ilimde râsih olan, “yakînî ve kat‘î deliller ile Allah’ın zât ve sıfatlarını; Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu bilen kimse”dir. Hâlbuki müteşâbih âyetlerin bir kısmı, biyoloji açısından, bir kısmı fizik açısından, bir kısmı kimya açısından, bir kısmı filoloji açısından, bir kısmı astronomi açısından, bir kısmı astrofizik açısından… müteşâbihtir. Dolayısıyla da bu müteşâbihlik, her ilmin, her bilgi dalının kendi uzmanı tarafından te’vîl edilmesi gerekir.
ÂYETTEKİ TEKNİK YAPI
Âyetin, وما يعلم تأويله[ve mâ ya‘lemu te’vîlehu] kısmıyla ilgili olarak teknik açıdan iki vecih söz konusudur: Birinci vecihe göre وما يعلم’daki [ve mâ ya‘lemu‘daki] و[vav/ve] bağlacı, الا الله’daki [illâllâhu‘daki] الله[Allâh] lafzına atıf olup âyetin anlamı, “hâlbuki onun te’vîlini ancak Allah ve ilimde uzman olanlar bilirler” şeklindedir. Biz de âyeti bu şekle göre meallendirdik.
İkinci vecih ise, وما يعلم[ve mâ ya‘lemu] ifadesinin, yeni bir cümle başı olmasıdır, ki buna göre mana, “müteşâbihatın te’vîlini yalnızca Allah bilir, başkası bilemez” şeklinde olur. Bu durumda, “Anlamayacağımız, anlayamayacağımız âyetleri Allah niye indirdi?” sorusu gündeme gelir.
Bu konuya ait klâsik kaynaklarda yer alan bilgiler ise şöyledir:
İLİMDE DERİNLEŞMİŞ OLANLAR:
Yüce Allah’ın, İlimde derinleşmiş olanlar buyruğu ile ilgili olarak; bunun, önceki buyruklarla ilişkisi olmayan yeni bir söz başlangıcı mı, yoksa önceki buyruğa atfedilmiş ve buradaki “vav”ın cem için mi olduğu hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler.
Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre; kendisinden önceki buyruklardan ayrı, yeni bir cümle başıdır ve ifade daha önce yüce Allah’ın, Onun te’vîlini ancak Allah bilir buyruğunda tamamlanmıştır. İbn Ömer, İbn Abbâs, Âişe, Urve b. ez-Zübeyr, Ömer b. Abdulazîz ve başkalarının görüşü budur. el-Kisâî, el-Ahfeş, el-Ferrâ, Ebû Ubeyd ve başkaları da bu görüştedir.
Ebû Nehîk el-Esedî de der ki: “Sizler bu âyet-i kerîmeyi vasl ile [durak yapmaksızın] okuyorsunuz. Hâlbuki bu kelime kat‘ ile okunmalıdır. İlimde derinlik sahibi olanların bilgilerinin vardığı son nokta ise onların, Biz O’na iman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır sözleridir.”
İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre bu âyet-i kerîmede tam vakıf, Hâlbuki onun te’vîlini ancak Allah bilir buyruğu üzerinde olduğu ve bundan sonraki buyrukların ise yeni bir söz başlangıcı olduğu şeklindedir. Bundan sonraki buyruk ise, İlimde derinleşmiş olanlar, “Biz ona iman ettik…” derler buyruğudur.
Ancak Mücâhid’den, “ilimde derinleşmiş olanlar”ı, kendisinden önceki buyruğa nesak atfı yaptığı ve ilimde derinleşmiş olanlar’ın, te’vîli bildiklerini iddia ettiği de rivâyet edilmiştir. Bu görüşün lehine kimi dilcileri de delil göstererek, bunun, “İlimde derinleşmiş olanlar da bunu bilirler ve iman ettik… diyerek” şeklinde olduğunu söyler ve derler kelimesinin hâl olmak üzere nasb mahallinde olduğunu iddia ederler. Ancak dilcilerin büyük çoğunluğu bu açıklamayı reddeder ve uzak bir ihtimal olarak görürler. Çünkü Araplar hem fiili, hem de mef‘ulü bir arada hazf etmezler. Hâli ise fiil açıkça söylenmedikçe zikretmezler. Eğer fiil açıkça söylenmemiş ise, hâl de söz konusu değildir. Şâyet böyle bir şey mümkün olsaydı, “Abdullah binerek geldi” anlamında, “Abdullah binerek” demek mümkün olurdu. Böyle bir şeyin mümkün olması ise, ancak fiilin zikredilmesiyle birlikte olur; kişinin, “Abdullah konuşur ve insanların arasını ıslah eder” demesi gibi. Burada “ıslah eder” ifadesi Abdullah’ın hâlini bildirir.
Derim ki: Hattabî’nin naklettiği ve Mücâhid’den başkasının söylemediğini belirttiği söz ile ilgili olarak şunu ekleyelim: İbn Abbâs’tan rivâyet edildiğine göre, İlimde derinleşmiş olanlar buyruğu, azîz ve celîl olan Allah’ın ismine atfedilmiştir ve bunlar da müteşâbihi bilenler arasında yer alıp onlar müteşâbihi bilmelerine rağmen, Biz ona iman ettik demektedirler. Ayrıca er-Rabî, Muhammed b. Ca‘fer b. ez-Zübeyr, el-Kâsım b. Muhammed ve başkaları da bu görüşü belirtmişlerdir. Bu te’vîle göre, derler kelimesi derinleşmiş olanlar‘ın hâli olmak üzere nasb durumundadır.
İbn Fûrek, ilimde derinleşmiş olanların, te’vîli bileceği görüşünü tercih eder ve bu hususta uzun uzun açıklamalarda bulunurdu. Hz. Peygamber’in İbn Abbâs’a, “Allahım! Onu dinde fakih kıl ve ona te’vîli öğret” şeklindeki sözünde bu hususa dair açıklama vardır. Bu, “kitabının manalarını ona öğret” anlamındadır. Buna göre yüce Allah’ın, İlimde derinleşmiş olanlar buyruğu üzerinde vakıf yapmakla ilgili olarak hocamız Ebu’l-Abbâs, Ahmed b. Ömer, “Doğrusu da budur” demiştir. Çünkü onların, İlimde derinleşmiş olanlar diye adlandırılmaları, Arap dilini anlayan herkesin bilmekte müsavi olduğu muhkemden daha fazlasını bilmelerini gerektirmektedir. Eğer onlar herkesin bildiğinden başka bir şey bilmiyor iseler, onların derinlikleri nerede kalır? Fakat müteşâbih de türlü türlüdür. Kimisi hiç bir şekilde bilinemez; rûhun durumu, Allah Teâlâ’nın ğaybın bilgisini yalnızca Kendisine ayırdığı Sa‘at’in [Kıyâmetin kopma] vakti gibi. Bu gibi şeylerin bilgisi İbn Abbâs’a da başkasına da verilmemiştir. İşte ileri gelen ilim adamları arasında, “İlimde derinleşmiş olanlar müteşâbihi bilmez” diyenlerin bu sözden kasdettikleri bu tür müteşâbihtir. Dinde bazı şekillere ve Arap dilinde birtakım anlatım üsluplarına göre yorumlanması mümkün olan sözlere gelince, bunlar te’vîl edilir ve doğru te’vîli bilinebilir.[9]
Abdurrezzâk der ki: Bize Ma‘mer, İbn Tavus’tan, o da babasından rivâyet etti ki, İbn Abbâs bu âyeti şöyle okurdu: Ve mâ ya‘lemu te’vîlehu illâllâh. Ve yeqûlu’r-râsihune âmennâ bihi [Hâlbuki onun te’vîlini ancak Allah bilir, ilimde derinleşmiş olanlar, “Ona îmân ettik” derler].
İbn Cerîr, Ömer ibn Abdulazîz ve Mâlik ibn Enes’ten rivâyet eder ki: “Onlar ona îmân ederler ve te’vîlini bilmezler” demiştir.
Yine İbn Cerîr’in naklettiğine göre, Abdullah ibn Mes‘ûd ve Ubey ibn Ka‘b’ın Mushaflarında bu âyet şöyledir: İnne te’vîlehu illâ ındallâhi ve’r-râsihûne fi’l-‘ılmi yeqûlûne âmennâ bihi [Onun te’vîli ancak Allah katındadır. İlimde derinleşmiş olanlar, “Biz ona inandık” derler].
İbn Cerîr de bu kavli tercih etmiştir.
Bazıları da âyetteki, ve’r-râsihûne fi’l-‘ilm [ilimde derinleşmiş olanlar] kısmında dururlar ki, müfessir ve usûlcülerin bir çoğu bu görüşe uyarak, “Anlaşılmayan bir şeyle (Kur’ân’da) hitapta bulunulması uzaktır” demişlerdir.
İbn Ebû Necîh’in Mücâhid’den, onun da İbn Abbâs’tan rivâyetine göre o şöyle dermiş: “Ben, onun te’vîlini bilen ilimde derinleşmiş kimselerdenim.”
Mücâhid’den rivâyetle İbn Ebî Necin şöyle diyor: “İlimde derinleşmiş olanlar; onun te’vîlini bilirler ve ‘Ona îmân ettik’ derler.” Rebî ibn Enes de böyle demiştir. Muhammed ibn İshâk, Muhammed ibn Ca‘fer ibn Zübeyr’den naklen şöyle dedi: “Arzu edilen te’vîli ancak Allah ve ilimde derinleşenler bilir. İlimde derinleşenler de, ‘Ona inandık’ derler. Sonra da müteşâbihin yorumunu, ancak bir tek şekilde yapılabilen muhkemin yorumuyla karşılaştırırlar. Kitabla [Kur’ân’la] onların sözleri birleşir, biri diğerini doğrular, hüccet, delil, geçerli olur, özür ortaya çıkar, bâtıl ortadan kalkar, küfür onunla reddedilmiş olur.”
Hadis’te Rasûlullah’ın (s.a) İbn Abbâs hakkında, “Allahım! Onu dinde fâkih, bilgin kıl ve ona Kur’ân’ın yorumunu öğret” şeklinde dua buyurduğu belirtilir.
Bu konuda bazı âlimler ayrı fikir beyan ederek diyorlar ki: Te’vîl kelimesiyle Kur’ân’da iki mânâ kastedilir:
1) Te’vîl, “bir şeyin hakikati, gerçeği ve aslı”dır. Kur’ân-ı Kerîm’deki şu âyetlerde geçen te’vîl kelimesi bu anlamdadır: Ana-babasını tahtın üzerine çıkarıp oturttu. Hepsi o’nun için secdeye kapandılar. Dedi ki: “Babacığım! İşte bu; vaktiyle gördüğüm rüyânın te’vîlidir. Doğrusu Rabbim onu gerçekleştirdi” (Yûsuf/100), Onlar onun te’vîlinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te’vîlinin geldiği {yani, âhiret hayatı ile ilgili olarak kendilerine haber verilenlerin hakikati geldiği} gün… (A‘râf/53)
Bu durumda er-râsihûne fi’l-‘ilm mübtedâ; yeqûlûne âmennâ bihi haberi olur. Te’vîl ile diğer anlam –ki Bize bunun yorumunu bildir… (Yûsuf/36) âyetinde olduğu gibi “bir şeyi tefsir, tabir edip açıklamak beyân etmek”tir– kastedilirse bu durumda, er-râsihûne fi’l-‘ilm‘de durulur. Bu anlayışa göre ilimde derinleşenler eşyânın künhüne vâkıf olacak şekilde bir ilmi ihata etmeseler bile kendilerine tevcih olunan hitabı anlayabilirler. Bu durumda yeqûlûne âmennâ bihi kısmı, “ilimde derinleşenler”den hâl olur. Ma‘tûfun aleyh’den değil de sadece ma‘tûf’dan hâl olması dilde caizdir. Nitekim şu âyetler de böyledir: (Bu ganimetler) yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah’tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah’ın dînine ve Peygamberi’ne yardım eden fakir Muhâcirler içindir… derler ki: “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla…” (Haşr/8-10), Melekler sıra sıra dizilip Rabbinin buyruğu geldiğinde… (Fecr/22)[10]
10,11Şüphesiz kâfirler; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimseler; onların malları ve evlatları, –aynı Firavun’un yakınlarının ve onlardan öncekilerinki gibi– Allah’tan hiçbir şeyi savamaz. Ve onlar Ateş’in yakıtıdırlar. Firavun’un yakınları ve onlardan öncekiler, âyetlerimizi yalanladılar da Allah, onları günahları yüzünden yakalayıverdi. Ve Allah, cezası/yakalaması çok çetin olandır.
Bu âyetlerde, Medîne’deki kâfirlere, savaşa katılmalarını engelleyen mallarının ve çocuklarının, aynı Firavun ve onun yakın çevresinde olduğu gibi kendilerine fayda vermeyeceği uyarısı yapılmaktadır: Onların malları ve evlâtları, Allah katında onlara hiç bir fayda sağlamayacak, onlara gelecek Allah’ın azabından hiç bir şeyi önleyemeyecektir.
Bu âyetin mesajı evrensel olmasına rağmen ilk muhatapları –sûrenin giriş bölümünde detaylıca sunduğumuz gibi– Necrân heyetidir. Bu heyettekilerden Ebû Hârise ibn Alkame’nin kardeşine, “Ben onun gerçekten, Allah’ın Elçisi olduğunu kesinlikle bilmekteyim… Ama ne var ki bunu açıklarsam, Rûm kralları bana vermiş olduğu mal ve makamı geri alırlar” dediğini de nakletmiştik. İşte bu âyette kınananlar başta bunlardır. Bunlara; mallarının, çoluk-çocuklarının dünya ve âhirette kendilerine fayda vermeyeceği, onlardan azabı def edemeyeceği bildirilmektedir.
Bu âyetlerde verilen mesaj birçok defa (Şu‘arâ/87-91, Enbiyâ/98, Meryem/77-82, Kehf/46, Nûh/25, Mü’min/45-46, En‘âm/94, Tebbet/1-5, Âl-i İmrân/116-117, Âl-i İmrân/196-197, Enfâl/52) geçmiştir.
12Kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimselere: “Siz, yakında yenilgiye uğrayacak ve cehenneme toplanacaksınız” de. Ve o, ne kötü bir döşektir!
Bu âyette yine küfredenler, âkıbetleri açıklanarak uyarılmakta; dünyada yenilip perişan olacakları, sonunda da en kötü döşek olan cehennemi boylayacakları bildirilerek bir an evvel imana gelmeleri istenmektedir. Târih de bu âyette verilen mesajların aynıyla gerçekleştiğine; küfrün, şirkin ve zulmün çok kısa ömürlü olduğuna, mutlaka yok olup gittiğine tanıktır.
Bu âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında kaynaklardaki nakiller şöyledir:
Burada kasıt Yahûdilerdir. Muhammed b. İshâk der ki: Rasûlullah (s.a) Bedir’de Kureyş’i mağlup edip Medîne’ye döndükten sonra Yahûdileri toplayıp onlara şunu dedi:
— Ey Yahûdi topluluğu! Bedir günü Kureyş’in başına gelenlerin bir benzerini Allah’ın başınıza getirmesinden sakının. Siz de biliyorsunuz ki ben gönderilmiş bir peygamberim. Siz bunu Kitabınızda, Allah’ın size ahdinde [buyruğunda] görmektesiniz.
Yahûdiler on’a şöyle karşılık verdiler:
— Ey Muhammed! Savaşın ne olduğunu bilmeyen gâfil bir topluluğu yenik düşürüp de onlara karşı eline bir fırsat geçti diye gurura kapılma! Allah’a yemin ederiz, bizimle savaşacak olursan asıl savaşçıların biz olduğumuzu göreceksin.
Bunun üzerine yüce Allah, Kâfirlere de ki: “Siz mutlaka yenileceksiniz…” buyruğunu inzâl buyurdu.[11]
Ebû Sâlih’in İbn Abbâs’tan rivâyetine göre ise; Yahûdilerin, Uhud günü Müslümanların başına gelen musibete sevinmeleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur.[12]
Âlimler bu âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında şu iki rivâyeti nakletmişlerdir:
1) Hz. Peygamber (s.a), Bedir’de Kureyş’e karşı savaşıp Medîne’ye döndüğünde, Yahûdileri, Benî Kaynuka mevkiinde toplayarak onlara şöyle der:
— Ey Yahûdiler! Kureyş’in başına gelen, sizin de başınıza gelmeden önce Müslüman olun.
Onlar da şöyle karşılık verirler:
— Ey Muhammed! Kureyş’ten, savaştan anlamayan bir grubu öldürüp yenmen seni aldatmasın. Eğer bizimle savaşsaydın, anlardın.
Bunun üzerine Allah Teâlâ, bu âyeti indirdi.[13]
2) Medîneli Yahûdiler, Bedir’de kâfirlerin başına geleni öğrenince, “Allah’a yemin ederiz ki, bu, Hz. Mûsâ’nın Tevrât’ta müjdelediği ve vasıflarını sayıp, sancağının yere düşmeyeceğini haber verdiği ümmî peygamberdir” dediler. Daha sonra da birbirlerine, “Hele acele etmeyin” dediler. Uhud savaşı olup, Hz. Peygamber’in ashâbı gerileyince, onlar, “Bu, o müjdelenen peygamber değil” dediler ve şekâvetleri daha ağır bastığı için Müslüman olmadılar. İşte bunun üzerine Allah, bu âyeti indirdi.[14]
Âyetin iniş sebebi husûsî olsa da, mesajı tüm zamanlaradır. Kâfirler her zaman yenilecekler ve cehennemi boylayacaklardır.
Bu âyet, geleceğe dair verdiği haberle bir mucize ortaya koymaktadır. Bunun benzeri daha evvel de geçmişti:
9-11Yoksa çok güçlü ve çok bağış yapan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır? Ya da bütün o göklerin, yerin ve aralarında olanların mülkü onların mıdır? Öyleyse, burada, çeşitli gruplardan oluşmuş, bozguna uğramış bir ordu olan onlar, her yolu deneyerek yükselsinler, ellerinden gelen her şeyi denesinler!
(Sâd/9-11)
13Karşılaşan iki birlikte sizin için kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır; birliğin biri, Allah yolunda savaşıyordu; diğeri de kâfirdi; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini örtendi/ inanmayandı. Onları, göz görüşüyle kendilerinin iki misli görüyorlardı. Ve Allah, dilediğini yardımıyla güçlendirir. Şüphesiz bunda basiret sahipleri; sağduyulu kimseler için kesinlikle bir ibret vardır.
Yukarıda, kâfirlere mal ve evlâtlarının fayda vermeyeceği, onların cehennem yakıtı olacakları, yenilecekleri ve cehennemi boylayacakları bildirilmiş, bu âyette ise, o günlerde çok sıcak bir konu olan Bedir savaşı’na değinilmiş ve mü’minlere, Karşılaşan iki birlikte sizin için kesinlikle bir âyet vardır; birliğin biri, Allah yolunda savaşıyordu; diğeri de inkârcıydı. Onları, göz görüşüyle kendilerinin iki misli görüyorlardı. Ve Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için kesinlikle bir ibret vardır denilerek, Allah’ın vaadinin doğruluğu gösterilmiştir. Bedir’de kâfirlere mal ve evlâtları fayda vermemiş, yenilmişler ve kâfir olarak ölüp cehennemi boylamışlardır.
Buradaki muhatapların mü’minler olduğu, aşağıdaki âyetlerin delâletiyle de anlaşılabilir:
42Hani siz, vâdinin yakın bir yamacında idiniz, onlar da uzak yamacında idiler. Kervan da sizden daha aşağıda idi. Şâyet onlarla sözleşmiş olsaydınız da, buluşma yerinde kesinlikle anlaşmazlık çıkarırdınız. Fakat olması gereken işi Allah’ın gerçekleştirmesi için; değişime/yıkıma uğrayan apaçık bir delil gördükten sonra yıkıma uğrasın, sağ kalanlar da yine apaçık bir delilden sonra yaşasın diye… Şüphesiz Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
43Hani o vakitler Allah sana uykunda onları az gösteriyordu. Eğer Allah, onları sana çok gösterseydi kesinlikle korkmuştunuz ve savaş konusunda anlaşmazlığa düşmüştünüz. Fakat Allah güvenlik sağladı. Şüphesiz O, gönüllerde olanı en iyi bilendir.
(Enfâl/42-43)
123-127Ve andolsun, sizler güçsüz iken, Allah, kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödersiniz diye size Bedir’de yardım etti: Hani sen inananlara, “Rabbinizin, indirilen/ hulûl ettirilen üç bin haberci âyetle size yardım etmesi size yetmez mi?” diyordun. Eğer sabreder ve Allah’ın koruması altına girerseniz, evet sizi Rabbiniz destekler. Ve eğer onlar, ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size işaretlenmiş /eğiten/ gönderilmiş beş bin haberci âyetle yardım eder. Ve Allah, bu yardımı size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Ve bu yardım, sırf Allah, kâfirlerden; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan kimselerden bir kısmının kökünü kessin yahut onları perişan etsin de kaybeden kimseler olarak dönüp gitsinler diye, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan ve en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah katındandır. Öyleyse Allah’ın koruması altına girin.
(Âl-i İmrân/123-127)
Târih kaynaklarında yer aldığına göre (–ki bunu Enfâl sûresi’nde detaylıca sunmuştuk–) Bedir günü’nde müşrikler sayıca mü’minlerin üç katı (1.000’e yakın idiler), askerî malzeme ve donanım bakımından ise mü’minlerin onlarca katı idiler. Buna rağmen Allah’ın izin ve yardımıyla mü’minler kâfirleri yendi.
Allah mü’minlere yardım edeceğini, onları zafere ulaştıracağını birçok kez (Mü’min/51, Muhammed/7, Mücâdele/21,) Saffat/171-173, Âl-i İmrân/139) vurgulamıştır.
14Karşı cinslere, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu aşırı istek, insanlara süslü/çekici kılındı. Bunlar, basit dünya hayatının kazanımıdır. Ve Allah, varılacak güzel yer Kendi katında olandır.
15-17De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Allah’ın koruması altına girmiş; “Rabbimiz! Şüphesiz biz inandık, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi Ateş’in azabından koru!” diyen, sabreden; direnç gösteren, doğru olan, sürekli saygıda duran, Allah yolunda harcamada bulunan ve seherlerde; berrak zihinle ilk işleri olarak bağışlanma dileyen kullar için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz [gözle, düşünceyle kirlenmemiş; yesyeni model] eşler ve Allah’tan hoşnutluk vardır. Ve Allah, kulları en iyi görendir.
Bu âyetlerde, Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, en‘âma [etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara] ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet, insanlara süslü-çekici kılındı. Bunlar basit hayatın kazanımıdır denilerek uyarı yapılmış, ardından da, Ve Allah, varılacak güzel yer kendi katında olandır. De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Takvâ sahibi olan; “Rabbimiz! Şüphesiz biz inandık, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi ateş’in azabından koru!” diyen, sabreden, doğru olan, sürekli saygıda duran, infakta bulunan ve seherlerde; berrak zihinle ilk işleri olarak istiğfâr eden kişiler için Rabb’lerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’tan hoşnutluk vardır. Ve Allah kulları en iyi görendir buyurularak mal, evlât vs. gibi şeylerin fayda vermeyeceği, insanın bunlara tutkun olmaması, malını Allah yolunda harcaması gerektiği vurgulanıp insanlar; özellikle de sûrenin bu bölümünün inişine neden olan Necrân heyeti imana ve sâlihâtı işlemeye teşvik edilmiştir.
Ayette TAĞLİP[15] sanatı icra edilmiştir. Yani ayette “erkekler için kadınlar; kadınlar için erkekler süslü/ çekici kılındı” denilmektedir. Ayette Tağlib sanatı gereği “erkekler” ifadesi hazfedilip “kadınlar” sözcüğü tercih edilmiştir. Biz bu ifadeyi, “karşı cinsler” diye kısaltarak takdim ettik.
Burada şu hususa dikkat edilmelidir ki, âyette dünya nimetlerinden uzak durulması değil, onlara kul-köle olunmaması; âhiret nimetlerine öncelik verilmesi, dünya nimetleri için ebedî hayatın mahvedilmemesi istenmektedir.
Bu âyetin Bedir savaşı’na değinen âyetlerle aynı pasaj içinde gelmesinin bir nedeni de, mü’minlerin savaşta çapul peşinde koşmamaları gerektiğine dair bir uyarı içermesidir. Zira bazıları, müşrik ordusuyla savaşmak yerine, ganimet elde etmek için kervanın peşinden gitmeyi istemişlerdi.
Âyetteki “tertemiz eşler”, Bakara sûresi’nde de zikredilmişti. Buradaki “çok temiz eşler”in, cennette mü’min erkeklere verilecek olan hayız ve nifastan temizlenmiş kadınlar olduğu kanaati yaygındır. Oysa buradaki tertemiz eşler, –Bakara/25’te de açıkladığımız gibi Allah’ın cennette mü’min kullarına lutfedeceği arkadaşlar”dır. Buradaki çok temiz/tertemiz ifadesi, Rahman/ 56, 74. Ayette konu edilen gözle, düşünceyle kirlenmemiş yesyeni bir model eşlerdir. Ki bunlar Vakıa/ 22, Tur/ 20, Duhan/ 54, Rahman/ 72 ve Saffat/ 48’te “Huril Iyn (iri parlak gözlü eşler)” olarak bildirilmiştir. Cennette cinsiyet yoktur. Bu konuyu Vâkıa sûresi’nde detaylı olarak sunmuştuk.
– Allah’ın cennette mü’min kullarına lutfedeceği arkadaşlar olup tertemiz olmalarından kasıt, “kin, buğz, kıskançlık” gibi kötü huylardan arınmış olmalarıdır. Zira, cennette cinsiyet yoktur. Bu konuyu daha evvel Vâkıa sûresi’nde detaylı olarak işlemiştik.
Dünyanın ve dünyaya ait tüm kazanımların değersizliği, âhiretin daha hayırlı ve kalıcı olduğu birçok yerde vurgulanmıştır. Mesela: Kıyâmet/20-21, İnsan/27, Âl-i İmrân/196-197, Nisâ/77, Yûnus/70, Ra‘d/26, Kasas/60, A‘lâ/16-17.
Burada muttakilerin, özellikleri ve kavuşacakları nimetler hatırlatılırken seherlerde istiğfâr ettikleri, yani Allah’tan af ve yarlığama talebinde bulundukları bildirilmiştir. Karanlığın aydınlığa dönüşme zamanı olan seher vakti, insanın hâlet-i rûhiyesinde derin duygular meydana getirir. Dinlenmiş beden ve zihin, hakikati daha berrak bir şekilde idrak eder. Ayrıca bu vakit, uykunun en tatlı zamanıdır. O nedenledir ki bu vakitte uykudan kalkıp Allah’a yönelmenin değeri daha fazla olacaktır.
Ayrıca buradaki seher, kişinin küfür ve şirkten kurtuluşu olarak anlaşılabilir ki bu durumda, seherde istiğfâr, küfürden kurtulmuş kişilerin Allah’a yakarışlarına işâret eder.
18Allah, doğadaki güçler/haberci âyetler ve hakkaniyeti ayakta tutan bilgi sahipleri, şüphesiz Allah’tan başka ilâh diye bir şeyin olmadığına tanıklık etti. O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandan, en iyi yasa koyandan başka ilâh diye bir şey yoktur.
19Şüphesiz Allah nezdinde din, İslâm’dır. Kendisine Kitap verilen kimseler de, ancak, kendilerine o bilgi geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı ayrılığa düştüler. Kim de Allah’ın âyetlerini örtbas ederse; artık şüphesiz Allah, hesabı çabuklaştırandır.
Burada Allah Kendisini tanıtmakta, özellikle de Îsâ’yı rabb edinen Hristiyanları, müşrikleri ve İslâm’dan başka din edinenleri uyarmaktadır:
- Allah, melekler ve hakkaniyeti ayakta tutan bilgi sahipleri, Allah’tan başka ilâh olmadığına tanıktırlar.
- Azîz, Hakîm olan Allah’tan başka ilâh yoktur.
- Allah nezdinde din, İslâm’dır.
- Kendisine kitap verilenlerin, kendilerine o bilgi geldikten sonra ayrılığa düşmeleri, aralarındaki kıskançlıktan dolayıdır.
- Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse; şüphesiz Allah, hesabı çabuklaştırandır.
Bu âyetlerin iniş sebebi ile ilgili nakiller şöyledir:
Rasûlullah’ın (s.a) Medîne’de olduğu haberi yayılınca o’nun huzuruna Şam halkı Yahûdilerinden iki âlim geldi. Medîne’yi görünce biri diğerine, “Bu şehir âhir zamanda çıkacak Peygamber’in Medînesi’nin niteliklerini ne kadar da andırıyor!” dedi. Peygamber’in (s.a) huzuruna vardıklarında sıfat ve özellikleriyle o’nu tanıdılar. Ona sordular:
— Sen Muhammed misin?
O cevap verdi:
— Evet.
Yine sordular:
— Ahmed misin?
Yine aynı cevabı verdi:
— Evet.
Bu sefer şöyle sordular:
— Biz sana bir şehâdete dair soru soracağız. Eğer sen bunu bize haber verirsen sana iman eder ve seni takdis ederiz.
Rasûlullah (s.a) şöyle karşılık verdi:
— Sorun.
Şöyle dediler:
— Bize Allah’ın Kitabında yer eden en büyük şâhitlik hakkında haber ver.
Bunun üzerine Yüce Allah Peygamberi’ne (s.a), Allah, adaleti ayakta tutarak. şehâdet eder ki gerçekten O’ndan başka ilâh yoktur, melekler ve ilim sahipleri de buna şehâdet ettiler âyetini indirdi. Her iki ilim adamı da İslâm’a girdi ve Rasûlullah’ı (s.a) tasdik etti.[16]
Âyette, tevhid’in birinci tanığının bizzat Allah olduğu ifade ediliyor. Çünkü evreni yaratıp Kendi varlık ve birliğine delil kılan, âyetlerinin anlaşılması için akıl, ilim veren; ayrıca varlık ve birliğinin tanınması için elçi gönderen ve kitap indiren Allah’tır.
MELEKLERİN ŞÂHİTLİĞİ
Buradaki melekler, “haberciler” anlamında kabul edilirse, Allah’ın indirdiği kitapların âyetlerinin mucizevî bir anlatımla Allah’ın birliğini haber verdikleri ifade edilmiş olur.
Buradaki melekler, “güçler” olarak kabul edilirse, evrendeki her sistemin Allah’ın varlığına ve birliğine tanıklık ettiği ifade edilmiş olur. Nitekim bu daha evvel şöyle ifade edilmişti:
21Yoksa onlar, yeryüzünden birtakım ilâhlar edindiler de onlar, kendilerini mi canlandıracaklar/ diriltecekler?
22Eğer yer ile gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de kesinlikle kargaşa içinde olurdu/düzenleri bozulurdu. O hâlde en büyük tahtın Rabbi olan Allah, onların nitelemekte oldukları şeylerden arınıktır.
23Arşın Rabbi Allah, yaptığından sorumlu olmaz, onlar ise sorumlu olacaklardır.
24Yoksa onlar, O’nun astlarından birtakım ilâhlar mı edindiler? De ki: “Kesin delilinizi getirin. İşte şu, benimle beraber olanların öğüdüdür ve benden öncekilerin öğüdüdür.” Tam tersi, onların çoğu gerçeği bilmezler. Artık onlar, yüz çevirenlerdirler.
25Ve Biz senden önce hiçbir elçi göndermedik ki ona: “Gerçek şu ki, Benden başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için Bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.
(Enbiyâ/21-25)
Tevhid’in üçüncü tanıkları da hakkaniyeti ayakta tutan bilgi sahipleridir. Evrendeki eşyanın hakikatine vakıf olan bilginler [fizik, kimya, biyoloji, astronomi, matematik, bilenler] eğer bir etki altında değillerse, bilgilerinin gereği olarak Allah’ın birliğini haykırmak zorunda kalmaktadırlar. O nedenle Allah evrende gözlem ve araştırma yapılmasını emretmektedir. Âl-i Imran 7. âyette de, Hâlbuki onun te’vîlini ancak Allah ve –“Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. Rabbimiz! Bize kılavuzluk ettikten sonra kalplerimizi çevirme! Bize Kendi nezdinden rahmet lütfet! Şüphesiz Sen, bol bol lütfedenin ta kendisisin. Rabbimiz! Şüphesiz Sen, insanları, kendisinde hiç bir şüphe olmayan gün için toplayansın. Şüphesiz Allah, vaadinden dönmez” diyen– ilimde uzman olanlar bilirler. Ve sadece kavrama yetenekleri olanlar öğüt alırlar buyurularak bilgili insanlar övülmüşlerdi.
Ayrıca, yalnızca bilgin kulların Allah’a haşyet duyacağı, bilgi olmadan aklın kullanılamayacağı defalarca açıklanmıştı:
28İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah’tan ancak bilginler saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperirler. Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.
(Fâtır/28)
7-9En büyük tahtı taşıyan, bir de en büyük tahtın dış kenarından olan kimseler, Rablerinin övgüsüyle birlikte Kendisini noksan sıfatlardan arındırırlar ve O’na inanırlar. İman etmiş kimseler için bağışlanma dilerler: “Rabbimiz! Sen rahmet ve bilgice her şeyi kuşattın. Onun için tevbe eden ve Senin yoluna uyan kimseleri bağışla ve onları cehennemin azabından koru! Rabbimiz! Onları ve onların atalarından, zevcelerinden ve soylarından sâlih olan kimseleri kendilerine vaat ettiğin Adn cennetlerine girdir. Şüphesiz Sen en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan ve en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapanın ta kendisisin. Onları kötülüklerden de koru. Ve Sen her kimi kötülüklerden korursan, artık o gün elbette ona rahmet etmişsindir. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.”
(Mü’min/7-9)
43Ve Biz, bu örnekleri insanlara veriyoruz. Onlara da bilginlerden başkası akıl erdiremez.
(Ankebût/43)
9Ya da gece saatlerinde kalkan, boyun eğip teslimiyet göstererek, dikelerek, ahretten çekinerek daima saygıda duran ve Rabbinin rahmetini uman o kimse, öyle yapmayan gibi midir? De ki: “Hiç bilen kimseler ve bilmeyen kimseler eşit olur mu?” Kesinlikle sadece temiz akıl sahibi olanlar öğüt alırlar/gereği gibi düşünürler.
(Zümer/9)
Kur’ân’da bilgi ve bilginin önemi ve değeri ile ilgili yüzlerce âyet mevcuttur.
- âyette, Şüphesiz Allah nezdinde din, İslâm’dır buyurulmuştur. Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi din, “ister hakk ister bâtıl olsun, ister Allah ister insanlar tarafından kurulmuş olsun, her türlü toplum nizamı, yaşam kurallarının bütünü” demektir. Burada, Allah nezdindeki dinin, sadece “İslâm” olduğu vurgulanmıştır. Bir başka âyette ise, Allah’ın İslâm’dan başka dini kabul etmeyeceği bildirmiştir:
85Ve kim İslâm’dan başka bir din ararsa, o takdirde hiçbir zaman ondan kabul edilmeyecektir. Ve İslâm’dan başka din arayan kimse, âhirette zarar edenlerden olacaktır.
(Âl-i İmrân/85)
“İSLÂM” NE DEMEKTİR?
الإسلام[islâm] sözcüğü, س ل م[silm] kökünden türemiş if‘âl kalıbında mastar bir sözcük olup isim ve mastar olarak kullanılır. Silm sözcüğü, “berâet/uzak tutma; korkudan, kuşkudan, beladan, huzursuzluktan, mutsuzluktan, kavgadan savaştan, ağrıdan, sızıdan, maddî ve manevî sıkıntılardan, zayıflıktan çürüklükten… tüm olumsuzluklardan uzak olma” demektir.[17] Bu sözcük, sâlim, selâm, teslim, islâm vs. sözcüklerinin de köküdür. Sözcüğün islâm kalıbı, “sağlamlaştırma” [dertten, tasadan, korkudan, mutsuzluktan, kavgadan, savaştan ve benzeri şeylerden uzaklaştırma] demektir. Öyleyse İslâm dini de, “insanları sağlamlaştıran din” [dert, tasa, savaş, zayıflık, manevî hastalık, mutsuzluk ve benzeri şeylerden uzaklaştırıp sağlama, güvenceye alan ilkeler] demektir.
Ehl-i Kitabın kendilerine hakikat geldikten sonra kıskançlık ve ihtiras sebebiyle ihtilafa düşmeleri, Kur’ân’ı ve Rasûlullah’ı tanımamaları, kendi içlerinde birçok mezhep ve meşreplere ayrılmaları daha evvel birçok yerde konu edilmiştir:
20Kendilerine Kitap verdiğimiz şu kimseler, Peygamber’i, kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler. Kendi nefislerini kayba uğratan şu kimseler, işte onlar iman etmezler.
(En‘âm/20)
146Kendilerine Kitap verdiğimiz şu kimseler, Peygamber’i kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Şüphesiz onlardan bir kesim de bilip durmalarına rağmen, kesinlikle hakkı gizliyorlar.
(Bakara/146)
89Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olan Kur’an’a muhalif olmayan şeyleri doğrulayan bir kitap; Kur’an gelince de –ki bunlar daha önceleri kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimselere karşı zafer kazanmak istemişlerdi de o tanıdıkları kendilerine gelmişti– onu kendileri örttüler. Artık Allah’ın dışlaması/ rahmetinden mahrum bırakması, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini örtenler üzerinedir.
90Onların, kendilerini karşılığında sattıkları şey; Allah’ın kullarından dilediğine Kendi armağanlarından indirmesini kıskanarak, Allah’ın indirdiği şeyleri; Kur’an’ı bilerek reddetmeleri ne çirkindir! İşte bu yüzden hoşnutsuzluk üstüne hoşnutsuzluğa uğradılar. Küçültücü azap da yalnızca gerçekleri bilerek reddedenler içindir.
(Bakara/89-90)
20Buna rağmen eğer seninle tartışırlarsa de ki: “Ben tüm benliğimi Allah için İslâmlaştırdım/ben Müslüman oldum. Bana uyanlar da Müslüman oldular.” Kitap verilenlere ve Anakentliler’e: “Siz de sağlamlaştırdınız mı/İslâm’ı kabul ettiniz mi?” de. Eğer sağlamlaştırırlarsa/İslâm’a girerlerse, artık kılavuzlandıkları doğru yola ermişlerdir. Ve eğer sırt çevirirlerse sana düşen sadece mesajı iletmektir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.
Yukarıdaki açıklamalardan sonra, “Ben yüzümü [kendimi] Allah için sağlamlaştırdım [ben Müslüman oldum]. Bana uyanlar da (Müslüman oldular).” Kitap verilenlere ve Ümmilere [Anakentliler’e], “Siz de sağlamlaştırdınız mı [İslâm’ı kabul ettiniz mi]?” de. Eğer sağlamlaştırırlarsa [İslâm’a girerlerse] artık doğru yola ermişlerdir. Ve eğer sırt çevirirlerse, sana düşen sadece tebliğ etmektir [mesajı iletmektir]. Ve Allah, kullarını en iyi görendir buyurularak uyarı yapılmakta; herkesin kendisini sağlamlaştırması, işini sağlama alması istenmektedir:
De ki: “İşte bu, benim yolumdur; basiret üzere [aklın, bilginin, sağduyunun gereği olarak] Allah’a davet ediyorum. Ben ve bana uyanlar… Ve Allah münezzehtir. Ve ben müşriklerden değilim.”
(Yûsuf/108)
Âyetteki, ümmiler [anakentliler] ifadesi, Mekkelilerin de hâlâ muhatap alındığını göstermektedir.
Âyetteki yüz kelimesi ise, “kişinin kendisi”ni ifade eder.
İSLÂM [SAĞLAMLAŞTIRMA]
İslâm sözcüğünü, İslâm dini’ni açıklarken yukarıda izah etmiştik. Burada sağlamlaştırma, “kişinin İslâm dinini kabul ederek kendini sağlama alması, güvende olması” demektir. Müslüman da –ki aslı müslim‘dir–, “sağlama alan, sağlamlaştıran” demektir. “Müslüman” dediğimizde, bu anlam dikkate alınmalıdır.
Târih boyunca Allah tarafından gönderilen her peygamber, sadece İslâm’ı [sağlamlaştıran; barış, huzur güven sağlayan sistemi] tebliğ etmiş; her topluma kendi diliyle İslâm’ı öğretmiştir. Daha sonra egemen güçler, işlerine gelmediği için bu dini bozmuşlar, kendi çıkarları doğrultusunda yapay dinler oluşturmuşlardır.
Bu âyette, din’in Allah tarafından ortaya konulduğu, Peygamber’in din oluşturmadığı, aksine peygamberlerin Allah’ın dinine uyan ve yaşayanların ilki olduğu vurgulanmaktadır, ki bu, başka âyetlerde de ifade edilmektedir:
14De ki: “Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat Kendisi beslenmeyen Allah’tan başka yardım eden, koruyan, yol gösteren bir yakın mı edineyim?” De ki: “Ben İslâm kişilerin ilki olmakla emrolundum.” Ve sen sakın Allah’a ortak koşanlardan olma!
(En‘âm/14)
162,163De ki: “Benim salâtım [mâlî yönden ve destek olmam; toplumu aydınlatmak için çalışmam], kulluğum, hayatım ve ölümüm sadece Kendisinin ortağı olmayan âlemlerin Rabbi Allah içindir. Ve ben böyle emrolundum, ben Müslümanların da ilkiyim.”
(En‘âm/162-163)
11,12De ki: “Ben, kesinlikle dini yalnızca Kendisine özgü kılarak Allah’a kulluk etmekle emrolundum. Ve bana Müslümanların ilki olmam için emir verildi.”
13De ki: “Şüphesiz Rabbime karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım.”
(Zümer/11-13)
21Şüphesiz Allah’ın âyetlerini örtbas eden, haksız yere peygamberler ile savaşan ve insanlardan hakkaniyeti emreden kimseleri öldüren kişiler; sen hemen bunları acıklı bir azapla müjdele!
22İşte bunlar, dünyada ve âhirette amelleri boşa gitmiş kimselerdir. Onlar için yardımcılardan da bir şey yoktur.
Bu âyetlerde, muhatap kâfirler, geçmişteki kâfirlerin uğradıkları âkıbet ile uyarılmaktadır. Burada zikredilen kâfirler, Ehl-i Kitabın inkârcılarıdır. Aslında bunlar, bir peygamber ile savaşmış değillerdir. Ama, peygamberler ile savaşanların yaptıklarına razı olan ve eskilerin yolunu izleyen kimseler idiler. O bakımdan peygamber ile savaşanlarla bunların aralarında bir fark bulunmamaktadır.
Eldeki resmi Mushaf’taki kıraatlere göre bu ayette ve Bakara/91, Al-i ı 21, ve 112’de peygamberlerin öldürüldüğü ve Allah’ın kendi elçilerini korumadığı/ korutmadığı anlaşılır.
Durum böyle olunca ister istemez herkesin aklına ALLAH GÖNDERDİĞİ PEYGAMBERLERİ NİYE KORUMADI, NİYE KORUTMADI sorusu gelir.
Kur’an’ımızdaki ayetlerde, Allah’ın Peygamberlerini koruduğu ve koruttuğu ifade edilir: Ahzab/ 56, Duha / 1-3, Hıcr/ 6- 9, Maide/67, Saffat/171-173, Mü’min/51-52, Ta Ha /17-21.
Biz buradan hareketle Allah’ın Resulüllah’ı koruduğu ve koruttuğu gibi diğer peygamberlerini de koruduğu kanaatini taşıyoruz. Peygamberler elçilik görevleri süresince korunmuş işleri bitince de ama cinayet, ama yaşlılık organ yetmezliği gibi nedenlerle ecellerinde öldüklerini düşünüyoruz.
Örneğin Yahudiler İsa peygamberi de öldürdüklerini iddia etseler de İsa’yı öldüremediklerini bizzat Allah Nisa/ 155 – 158’de açıklamıştır. Hatta İsa peygamberin yaşadığı, aile kurduğu; eş ve çocuklara sahip olduğu da Ra’d/ 38’de bildirilmiştir.
YAHUDİLERİN PEYGAMBERLERİNİ ÖLDÜRMELERİ OLAYININ ASLI:
Arapçayı çok iyi bilmeyenlerin ve Arap olmayanların; yazılışları bakımından aynı olan harflerin hangi harf olduğunu saptayabilmeleri için; Hicrî 65 tarihinde Abdülmelik b. Mervan (v.86/705) zamanında Ebu Esved Ed-Düelî (v.68/688) ilk çalışmayı yaparak bu konuda gelişme sağladı. Yazılışları birbirinin aynı olan “Be-Te-Te, Ye” “Cim-Hâ-Hî” harfleri, “Sin-Şın-Sad-Dat-Tı ve Zı” “Kaf ve Fe” harflerini birbirinden ayırmak ve doğru okumasını sağlamak için üzerlerine ve altlarına noktalar (bir, iki, üç nokta) koydu. Ayrıca yeni yazılan nüshalara harf-i medlerden biri olan “elif” harfi de ilave edildi. Neticede Resmi Mushaf’a sonradan konulan ve kabul gören noktalama işaretleri esas alındı ve buna göre Kur’an harfleri kıraat edildi.
Bakara/61, 91, Âl-i İmran/21, 112. ayetlerdeki يقتلون yaktülüne ve taktülüne تقتلون sözcüklerini örneğin Bakara/191, 217, Âl-i İmrân/111, Nisa /75, 76, Tevbe/ 36, 111, Hacc/ 39, 48, Saff/ 4, ve Müzzemmil/ 20’de olduğu gibi يقاتلون” yükatilune تقاتلون tükatilune” şeklinde de okumak mümkündür. Nitekim Resmi Mushafta Saff/4. ayetteki “Yükatilune” sözcüğü, “yükatelune” ve “yükattelune” diye de okunmuştur.
Ama anlaşılan o ki Kitab-ı Mukaddes’teki[18] anlatılanların etkisiyle tükatilune ve yükatilune yerine, yektülune, tektülune kıraatinden hareket edilmiş ve böylece mevcut kıraatlerde görüldüğü gibi peygamberlerin öldürüldüğü anlayışı ortaya çıkmıştır.
Bir örnek:
Al-i Imran/21
اِنَّ الَّذٖينَ يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّٖنَ بِغَيْرِ حَقٍّۙ وَيَقْتُلُونَ الَّذٖينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنَ النَّاسِۙ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَلٖيمٍ
Ayetin metnine dikkat edersek kalıp ve anlam farklılığı olmayan iki tane يَقْتُلُونَ fiilinin var olduğunu görmekteyiz. Halbuki ikinci “ يَقْتُلُون yektülune” fiili kaldırıp ayetteki “الَّذٖينَ” edatını, ayetteki “النَّبِيّٖنَ üzerine atıf yaparsak; yani ayeti ; وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّٖنَ بِغَيْرِ حَقٍّۙ وَالَّذٖينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنَ النَّاسِۙ şeklinde ifade edersek ayetin manasında, mesajında hiçbir farklılık olmayacaktır.
Görünürde ayette açıkça Belağat kurallarına göre Tatvil (gereksiz kelime) ve Haşv (gereksiz uzatma) olmuştur. Haşv ve Tatvil, Belağat ilminde kusur sayılır. Kur’an ise kusurdan arınıktır.
Bizim kanaatimize göre ise, söz konusu fiiller, aynı fiil olmayıp aslında birbirinden kalıp ve anlam olarak farklıdırlar. Birincisi “يُقَاتِلُونَ yükatilune savaşıyorlar)”; ikincisi de “يَقْتُلُونَ yektülune (öldürüyorlar)” şeklindedir. Ayrı kalıp ve ayrı anlamda olduklarından ayette ayrı ayrı zikredilmişlerdir. Dolayısıyla ayetin orijinalinde Haşv ve Tatvil diye bir kusur da yoktur. Kusur, israiliyatın etkisinde kalmış kıraat imamlarındadır.
El Kırat’ül Kur’âniyye’de (Dr. Abdül Al Salim ve Dr. Ahmet Muhtar Ömer) ve Zemahşeri’de yer aldığına göre zaten bizim kanaatimizin doğrultusunda birinci “يَقْتُلُونَ yektülüne”nin “يُقَاتِلُونَ yükatilune” kalıbında okunuşu da vardır. Hasan Basri ve Kıraat alimlerinden Hamza ve Kissai bu fiilleri mevcut Mushaf’tan farklı okumuşlardır.
Sözcüklerin müfaale babından TÜKÂTİLÛNE şeklinde kıraatleri, işteşlik ifade ettiğinden; söz konusu ayetler; “PEYGAMBERLERLE SAVAŞIYORDUNUZ/ PEYGAMBERLERLE SAVAŞIYORLARDI” anlamındadır.
Bu anlam hem tarihe hem de Kur’an’a uygun olan anlamdır. . Çünkü Allah’ın peygamberlerini koruduğu ve koruttuğu Kuran’ımızdaki birçok ayette ifade edilmektedir. Yahudilerin peygamberlerini öldürmeleri şeklindeki yanlış anlayış ise; bazı isabetsiz olan; noktalama işaretlerinin kıraatinden kaynaklanmaktadır.
Bilindiği üzere tüm kâfirler, müşrikler, mütrefler ÖZELLİKLE DE YAHUDİLER PEYGAMBERLERLE SAVAŞMIŞLARDIR.
UHUD, HENDEK, BENİ KURAYZA, BENİ KAYNUKA, BENİ NADR, HAYBER ve Rasülüllah’ın diğer savaşları incelenebilir. Kitab-ı Mukaddes’te de onlarca tarihi örnek vardır.
Yine bunların, Rasûlullah’ı ve o’nunla beraber olanları öldürmeye çalıştıkları; savaş açtıkları, planlar kurdukları hem târihi olaylarla hem de Kur’ân’ın verdiği bilgilerle sabittir:
30Ve hani bir zaman, şu kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimseler, seni tutup bağlamak veya öldürmek veya sürüp çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Ve onlar tuzak kurarken Allah da cezalandırıyordu. Ve Allah, cezalandıranların en hayırlısıdır.
(Enfâl/30)
Âyetteki, ve insanlardan hakkaniyeti emreden kimseleri öldüren kişiler ifadesinden anlaşıldığına göre bu çıkarcı zümre, sadece peygamberleri öldürmekle kalmamış, Allah’ın dinini anlatan, toplumu aydınlatan kimseleri de öldürmüşler ya da öldürmeye çalışmışlardır.
- âyetteki, İşte bunlar, dünyada ve âhirette amelleri boşa gitmiş kimselerdir. Onlar için yardımcılardan da bir şey yoktur ifadesiyle, bu kâfirlerin dünyadaki gayretlerinin tümünün boşa çıkacağı, âhiretlerinin de perişan olacağı açıklanmıştır.
Târih şâhittir ki, kâfirler, Allah’ın nûrunu söndürmek için ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar Allah nûrunu hep tamamlamıştır:
32Onlar, Allah’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Hâlbuki Allah, sadece, kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler hoş görmeseler de Kendi nûrunu tamamlamaya dayatıyor.
(Tevbe/32)
8Onlar, ağızlarıyla Allah’ın ışığını/ gönderdiği dini söndürmek için irade kullanıyorlar. Hâlbuki kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler hoş görmese de Allah, ışığını/ dinini tamamlayandır.
(Saff/8)
80Sonunda etkili söz söyleyen bilginler gelince, Mûsâ onlara, “Ne atacaksanız atın!” dedi.
81,82Onlar ortaya atınca da Mûsâ, “Sizin getirdiğiniz şey bir göz boyama/ aldatmacadır. Şüphesiz, Allah onun boş ve asılsızlığını ortaya çıkaracaktır. Şüphe yok ki, Allah kargaşacıların işini düzeltmez. Ve Allah, günahkârların hoşuna gitmese de, hakkı, Kendi kelimeleriyle ortaya koyup gerçekleştirir” dedi.
(Yûnus/80-82)
Ve Âl-i İmrân/181-182, Nisâ/153-158,
23Kendilerine Kitap’tan bir nasip verilmiş olan şu kimseleri görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Onlar, aralarında hüküm vermek için Allah’ın kitabına çağrılıyorlar, sonra onlardan bir kısmı, mesafelenerek geri duruyorlar.
24,25Bu, onların, “Ateş bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacaktır” demeleri nedeniyledir. Onların uydurmuş oldukları şeyler de dinlerinde kendilerini aldatmaktadır. Peki, kendisinde hiç şüphe olmayan o günde onları bir araya topladığımız ve hiç kimseye haksızlık edilmeden herkese kazandıkları şeyler tamamen ödendiği zaman nasıl olacaktır?
Yukarıda genel olarak şu küfretmiş kimseler ifadesi kullanılırken, burada özelleştirme yapılarak bunların, Kendilerine Kitap’tan bir nasip verilmiş olan kimseler –ki bunlar da, Ehl-i Kitap bilginleridir– olduğu açıklanıp, muhataplar doğrudan uyarılmaktadır.
Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında klâsik eserlerdeki nakiller şöyledir:
İbn Abbâs der ki: Bu âyet-i kerîme Rasûlullah’ın (s.a) Yahûdilerden bir topluluğun yanına Beytu’l-Midras’a gelip de onları Allah’ın yoluna davet etmesi sebebiyle nâzil olmuştur. Nuaym b. Amr ile el-Hâris b. Zeyd o’na, “Ey Muhammed! Sen hangi din üzeresin?” diye sordu. Peygamber (s.a), “Ben İbrâhîm’in dini üzereyim” diye cevap verince şöyle dediler: “İbrâhîm Yahûdi idi.” Peygamber (s.a) da şöyle buyurdu: “Haydi Tevrât’ı getiriniz; o sizin ve bizim aramızda hakem olsun.” Ancak Tevrât’ı getirmeyi kabul etmediler. İşte bu âyet bunun üzerine nâzil oldu.
en-Nakkâş’ın naklettiğine göre ise bu âyet-i kerîmenin iniş sebebi şudur: Yahûdilerden bir topluluk Muhammed’in (s.a) peygamberliğini inkâr ettiler. Peygamber (s.a) onlara, “Haydi Tevrât’ı getirin, orada benim sıfatlarım yazılıdır” dedi. Ancak onlar bunu kabul etmediler.[19]
Bu âyetin sebeb-i nüzûlü olarak birkaç rivâyet zikredilmiştir:
1) İbn Abbâs’tan (r.a) rivâyet edildiğine göre, Yahûdilerden bir kadın ile bir erkek zina ettiler. Bunlar, asalet sahibi ailelerden idiler. Tevrât’ta da zinanın cezası olarak recm [taşlanarak öldürülme] hükmü var idi. Asil oldukları için onları recmetmeyi istemediler ve o ikisinin meselesinde, recmi bırakmaya, onun şeriatında recmi terk etmeye bir ruhsat olur ümidi ile Hz. Peygamber’e (s.a) başvurdular. Hz. Peygamber (s.a) de recmedilmelerine hükmedince, bunu kabul etmediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a), “Sizinle benim aramda Tevrât hakem olsun. Çünkü onda recm hükmü vardır. Sizin en bilgiliniz kimdir?” dedi. Onlar, “Abdullah b. Sûriya el-Fedekî” dediler. Onu getirip bir de Tevrât getirdiler. Abdullah ibn Sûriya, Tevrât’taki recm âyetine gelince, elini onun üzerine koyup gizlemek istedi. Bunun üzerine Abdullah b. Selâm (r.a), “Yâ Rasûlallah! Recm âyetinin yeri geçti” diye haber verdi. Bunun üzerine o elini kaldırdı ve recm âyetini buldular. Hz. Peygamber (s.a) de, o kadın ile erkeğin recmedilmelerini emretti. Allah’ın lâneti üzerlerine olasıca Yahûdiler, bundan dolayı son derece gazaplandılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu âyeti indirdi.
2) Hz. Peygamber (s.a) Yahûdilerin midraslarına girmişti. Orada, Yahûdilerden bir grup bulunmaktaydı. Peygamberimiz (s.a) onları İslâm’a davet etti. Bunun üzerine onlar, “Sen hangi din üzeresin?” dediler. Hz. Peygamber (s.a), “İbrâhîm ümmeti üzereyim” cevabını verdi. Onlar da, “İbrâhîm bir Yahûdi idi” dediler. Hz. Peygamber (s.a), “Öyle ise Tevrât’a gelin” dedi. Onlar buna yanaşmayınca Cenâb-ı Allah bu âyet-i kerîmeyi indirdi.
3) Hz. Peygamber’in peygamberliğinin alâmetleri Tevrât’ta zikredilmiş, o’nun peygamberliğinin sıhhatine delâlet eden deliller de, aynı zamanda orada bulunmaktaydı. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a) onları Tevrât’a ve Tevrât’ta kendisinin peygamberliğine delâlet eden sözlere davet etti. Ama onlar bundan kaçındılar. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hakk, bu âyet-i kerîmeyi indirdi. Buna göre mânâ şöyle olur: “Onlar, kitapları olan Tevrât’ın hükmüne icabet etmekten kaçındıkları için, onların, senin kitabın Kur’ân’a muhalefet etmelerine şaşma! İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hakk, De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, Tevrât’ı getirin de onu okuyun!” (Âl-i İmrân/93) buyurmuştur. Bu rivâyete göre bu âyet, Tevrât’ta, Hz. Muhammed’in (s.a) peygamberliğinin gerçekliğine ve doğruluğuna dair delillerin bulunduğuna delâlet etmektedir. Çünkü onlar Tevrât’ta, Hz. Muhammed’in (s.a) nübüvvetinin sıhhatine delâlet edecek delillerin bulunmadığını bilselerdi, Tevrât’ta bulunan şeyleri çarçabuk ortaya koymaya yönelirlerdi. Ancak ne var ki onlar bunu gizlemişlerdir.[20]
Burada bu grubun sahip olduğu inançlar, Onlar, “Ateş bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacaktır” demektedirler buyurularak zikredilmiş, ardından da, Onların uydurmuş oldukları şeyler de, dinlerinde kendilerini aldatmaktadır. Peki, kendisinde hiç şüphe olmayan o günde onları bir araya topladığımız ve hiç kimseye hakksızlık edilmeden herkese kazandıkları şeyler tamamen ödendiği zaman nasıl olacaktır? Buyurularak reddedilmiştir.
Bunların inançları birçok yerde teşhir edilmiş ve eleştirilmiştir:
18Ve Yahudiler, Hristiyanlar, “Biz, Allah’ın oğullarıyız ve O’nun sevgilileriyiz” dediler. De ki: “Madem öyle niçin günahlarınız sebebiyle Allah size azap ediyor?” Tam tersi, siz, O’nun oluşturduklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin sahipliği, yönetimi de Allah’ındır. Dönüş de yalnızca O’nadır.
(Mâide/18)
80Ve onlar dediler ki: “Sayılı birkaç gün dışında ateş bize asla dokunmayacaktır.” De ki: “Allah’tan garanti içeren bir söz mü aldınız? Allah, verdiği söze asla ters düşmez. Yoksa siz, Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”
81Evet, kim bir kötülük kazandıysa ve hatası kendisini kuşattıysa, işte bunlar ateş ashâbıdır. Onlar, orada sürekli kalıcıdırlar.
(Bakara/80-81)
160,161Sonra da Yahudileşen kimselerden olan haksız davranışlar, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde riba almaları [emeksiz, hizmetsiz, risksiz kazanç sağlamaları] ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve Yahudileşenlerden kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.
162Fakat bu Yahudileşenlerden bilgide derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan, ayakta tutan], vergiyi veren, Allah’a ve âhiret gününe iman edenlerdir. İşte onlar, Bizim büyük bir ödül vereceklerimizdir.
(Nisâ/160-162)
Tabiî ki Ehl-i Kitabın hepsi aynı değildir. Kınananlar da tüm Ehl-i Kitap değildir. İçlerinde farklı düşünenleri, inananları da vardır:
113,114Hepsi bir değildirler. Kitap Ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir önderli topluluk vardır ki onlar, gecenin saatlerinde boyun eğip teslimiyet göstererek Allah’ın âyetlerini okurlar. Allah’a ve âhiret gününe inanırlar, herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emrederler, herkesçe kötülüğü kabul edilen şeylerden vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar, iyi insanlardandırlar.
115Ve onlar hayırdan ne işlerlerse asla saklanmayacaktır/ karşılıksız bırakılmayacaklardır. Ve Allah, Kendisinin koruması altına girmiş kişileri en iyi bilendir.
(Âl-i İmrân/113-115)
199Şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah’a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene –Allah’a samimiyetle saygı duyanlar olarak– inananlar da vardır. Onlar, Allah’ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rableri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.
(Âl-i İmrân/199)
10De ki: “Hiç düşündünüz mü? Eğer Kur’ân, Allah tarafından ise ve siz de onu bilerek reddetmişseniz, bununla birlikte İsrâîloğulları’ndan bir şâhit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa, siz de büyüklük tasladıysanız … Şüphesiz ki, Allah şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar topluluğuna kılavuzluk etmez.”
(Ahkâf/10)
114Ve O, size Kur’ân’ı ayrıntılı/hak-bâtıl ayrılmış olarak indirdiği hâlde, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?” Ve kendilerine Kitap verdiğimiz şu kişiler, Kur’ân’ın şüphesiz Rabbinden hak ile indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen onların bu kitabın Allah tarafından indirildiğini bildikleri hususunda sakın şüphecilerden olma.
(En‘âm/114)
52Sözden [vahiyden/Kur’ân’dan] önce kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler; onlar, Söz’e [vahye/Kur’ân’a] de inanırlar.
53Ve onlara o Söz [vahy/Kur’ân] okunduğu zaman onlar, “Biz, ona inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz, ondan önce müslüman olanlardık” dediler.
(Kasas/52-53)
Burada ifade, her ne kadar Ehl-i Kitabın din adamlarını kınamaya yönelik olmakla birlikte, Allah’ın kitabına göre hareket etmeyen tüm din adamları bu kınamaya muhataptırlar. Zira din adamlarının ilâhî kitaba aykırı bilgi vermesi, halkın din konusunda aldanmasına neden olur. Ayrıca Allah, ilâhi kitaba aykırı iddiada bulunmayı, dini oyun ve eğlence olarak nitelemiştir:
70Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş/ oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak ve Kur’ân ile hatırlat/öğüt ver: Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığıyla değişim ve yıkıma düşerse, onun için Allah’ın astlarından bir yardım eden, yol, gösteren koruyan bir yakın kimse ve destekçi, kayırıcı söz konusu olmaz. Suçuna karşı her türlü bedeli ödemeyi istese de ondan alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile değişime/yıkıma uğrayan kimselerdir. İyilikbilmezlik ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.
(En‘âm/70)
Âyetin sonundaki, Peki, kendisinde hiç şüphe olmayan o günde onları bir araya topladığımız ve hiç kimseye hakksızlık edilmeden herkese kazandıkları şeyler tamamen ödendiği zaman nasıl olacaktır? ifadesiyle de, âhiretin temel özelliği ve varlığının gerekliliği bildirilmektedir:
48Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir kimseden yardımın, adam kayırmanın kabul edilmediği, kimseden fidyenin/kurtulmalığın alınmadığı ve hiçbir kimsenin yardım olunmadığı güne karşı Allah’ın koruması altına girin.
(Bakara/48)
254Ey iman etmiş kimseler! Kendisinde hiçbir alış-verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir yardımın, iltimasın bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan harcamada bulunun. Ve kâfirler; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenler, kendi benliklerine haksızlık edenlerin ta kendileridir.
(Bakara/254)
18Ve günâhkar bir kimse, başkasının günahını çekmez. Eğer çok günahı olan/çok zengin olan bir kimse, günahını çektirmek için birini çağırsa da ondan hiçbir günah alınıp başkasına çektirtilmeyecek. –Bir akrabası olsa bile– Şüphesiz sen ancak Rablerine karşı ıssız yerlerde saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve salâtı ikame edenleri [mâlî yönden ve destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutanları] uyarırsın. Her kim arınırsa ancak kendisi için arınır. Dönüş de yalnızca Allah’adır.
(Fâtır/18)
26,27De ki: “Ey hükümranlığın hükümranı Allah’ım! Sen hükümranlığı dilediğin kimseye verirsin, dilediğin kimseden de hükümranlığı çeker alırsın, dilediğin kimseyi güçlü yaparsın, dilediğin kimseyi de alçak, rezil edersin. Hayır Senin elindedir. Şüphesiz Sen, her şeye güç yetirensin! Sen, geceyi gündüzün içine sokarsın, gündüzü gecenin içine sokarsın; Sen, ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın. Sen, dilediğine de hesapsız rızık verirsin.”
Bu âyetlerde, sıradan bir Arap iken elçi-melik seçilen Muhammed’i kıskançlıkları yüzünden kabullenmeyenlere bir ders verilmektedir.
Bu âyetlerin iniş sebebiyle ilgili kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır:
İbn Abbâs ve Enes b. Mâlik der ki: Rasûlullah (s.a) Mekke’yi fethedince ümmetine İran ve Bizans mülkünü vaad etti. Münâfıklarla Yahûdiler, “Heyhat, heyhat” dediler, “Muhammed nerde, İranlılarla Bizanslıların mülkünü ele geçirmek nerde? Onlar bunu kaptırmayacak kadar güçlü ve kuvvetlidirler. Muhammed’e Mekke ile Medîne yetmiyor mu ki İran ve Bizanslıların mülküne göz dikiyor?” Bunun üzerine yüce Allah, bu âyet-i kerîmeyi indirdi.[21]
Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerîme Necrân Hristiyanlarının, “Îsâ, Allah’ın kendisidir” şeklindeki bâtıl iddialarını çürütmek üzere nâzil olmuştur. Çünkü Îsâ’nın sahip olduğu nitelikler, fıtratı sağlıklı olan herkese Îsâ’nın ulûhiyete ait niteliklerin hiç birisine sahip olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. İbn İshâk der ki: Azîz ve celîl olan Allah bu âyet-i kerîme ile onların inat ve küfürlerini bildirdiği gibi; Hz. Îsâ’nın da her ne kadar yüce Allah tarafından kendisine peygamberliğine delil olacak şekilde ölüleri diriltmek ve buna benzer mucizeler verilmiş olsa dahi, bu niteliklere tek başına yüce Allah’ın sahip olduğunu bildirmektedir. Bu nitelikleri ifade eden buyruklar ise yüce Allah’ın, Mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de alırsın, dilediğini aziz edersin dilediğini zelil edersin buyruğu ile, Geceyi gündüze geçirir, gündüzü geceye geçirirsin, ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın, dilediğin kimseye de hesapsız rızık verirsin (Âlî-İmrân/27) buyruklarıdır. Şâyet Îsâ bir ilâh olsaydı, bu özelliklerin o’nda bulunması gerekirdi. İşte bu buyrukta hem ibret alınacak taraf ve hem de (Hz. Îsâ’nın ilâh olmadığına) apaçık bir belge vardır.[22]
Rivâyet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) Mekke’yi fethettiğinde ümmetine Bizans ve Fars İmparatorlukları’nı da bir gün ele geçireceklerini müjdeledi. Bunun üzerine münâfık ve Yahudiler, “Olacak şey değil. Fars ve Bizans krallıkları Muhammed’in eline nasıl geçebilir?! Onlar Muhammed’den daha güçlü ve kuvvetli” dediler.
Yine rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a), Hendek savaşı’nda, kazılacak hendeğin sınırlarını çizip, her on kişilik grubun 40 zira’lık bir yer kazmalarını söyledi. Müslümanlar hendek kazarken, bir yerde kazmaların gücünün yetmediği tepe gibi bir kaya karşılarına çıktı. Bunun üzerine Selmân’ı (r.a), Hz. Peygamber’e (s.a) gönderdiler, o da durumu haber verdi. Hz. Peygamber (s.a), Selmân’ın elinden levyeyi alıp, o taşa öyle bir vuruş vurdu ki taş yarıldı ve taştan karanlık gecenin ortasında kandil gibi etrafı aydınlatan bir şimşek çıktı. Bunun üzerine hem Hz. Peygamber, hem de Müslümanlar tekbir getirdiler. Hz. Peygamber (s.a), “Sanki köpeklerin azı dişi gibi (sıra sıra) Hîre’nin köşkleri bana göründü” dedi. İkinci vuruşunda, “Bana, Rûm diyarının kırmızı sarayları göründü” dedi; üçüncü vuruşta da, “Bana, San’a’nın sarayları göründü” dedi. Ardından da, “Cebrâîl (a.s) bana, ümmetimin bütün bu milletlere gâlib geleceğini haber verdi, müjdeler olsun” buyurdu.
Bunun üzerine münâfıklar, “Peygamberinizin asılsız vaadlerde bulunuşuna, Yesrib’den [Medîne’den], Hîre’nin köşklerini ve Kisra’nın saraylarını size haber verişine ve buraların elinize geçeceğine şaşmıyor musunuz? Hâlbuki siz şu anda, savaşa çıkmaya bile kâdir olamıyorsunuz ve korkunuzdan hendek kazıyorsunuz” dediler. Bunun üzerine işte bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[23]
Hasan el-Basrî de şöyle demiştir: “Hakk Teâlâ, Peygamberi Hz. Muhammed’e (s.a), Kendisinden, Fars ve Bizans Krallıkları’nın mülkünü kendisine vermesini istemesini ve Arapların üzerindeki zilleti Fars ve Rûmlar üzerine geçirmesini niyaz etmesini emretti. Allah’ın bunu emretmiş olması, Hz. Peygamber’in duasını kabul edeceğine bir delildir. Diğer peygamberlerin durumu da aynıdır. Onlar bir dua etmekle emrolundukları zaman, onların o duaları mutlaka kabul olunurdu.[24]
Bu âyette konu edilen mülk, “hükümdarlık”tır. Yüce Allah elçilerinden birçoğunu, elçiliğin-nebiliğin yanında hükümdarlıkla da şereflendirmiştir:
54Yoksa onlar insanları, Allah’ın onlara armağan olarak verdiği şey için kıskanıyorlar mı? Bakın, şüphesiz Biz, İbrâhîm soyuna da kitap ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri vermiştik. Hem de onlara büyük bir hükümranlık verdik.
(Nisâ/54)
164Andolsun ki Allah, mü’minlere kendilerinden, onlara Kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.
(Âl-i İmrân/164)
31Yine onlar: “Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler.
32Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit dünya hayatında, onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz, onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.
(Zuhruf/31-32)
124Ve onlara bir âyet geldiği zaman, “Allah’ın elçilerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla inanmayacağız” dediler. Allah elçilik görevini nereye vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, çevirdikleri hilelerinden dolayı Allah katında bir aşağılık ve çetin bir azap dokunacaktır.
(En‘âm/124)
21Onların bir kısmını bir kısmı üzerine fazlalıklı yaptığımıza bir bak! Elbette âhiret, dereceler bakımından daha büyüktür, fazlalık bakımından da daha büyüktür.
(İsrâ/21)
Âyetteki, diriltme-öldürme, gece-gündüz ifadeleri daha evvel birçok âyette geçmişti.
Bu âyette Rasûlullah’a, Ey mülkün mâliki Allahım! Sen mülkü dilediğin kimseye verirsin, dilediğin kimseden de mülkü çeker alırsın, dilediğin kimseyi güçlü kılarsın, dilediğin kimseyi de zelil edersin. Hayır, Senin elindedir. Şüphesiz Sen, her şeye güç yetirensin! Sen Geceyi gündüzün içine sokarsın, gündüzü gecenin içine sokarsın; Sen ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın. Sen dilediğine de hesapsız rızık verirsin demesinin emredilmesinin nedeni, bu olup bitenlerin Allah’ın irade ve kuvvetiyle olduğunun, Allah Elçisi’nin mülk ve iktidar peşinde koşan birisi olmadığının ortaya konulmasına yöneliktir.
28Mü’minler, kendilerinden seviyesiz, kâfirleri; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseleri yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmesinler/yönetici yapmasınlar, yaşamlarını onların ellerine teslim etmesinler. Artık onu her kim yaparsa, Allah’tan hiçbir şeyi yoktur. Ancak onlardan bir korunma/takıyye yaparak korunmanız başkadır. Allah sizi Kendisinden sakındırıyor. Ve oluş/varış yalnızca Allah’adır.
29De ki: “Göğüslerinizdeki şeyleri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Ve Allah, göklerde olan şeyleri ve yerde olan şeyleri bilir. Ve Allah, her şeye gücü yetendir.”
30O gün her kişi, hayırdan işlediği şeyleri, kötülükten işlediği şeyleri hazırlanmış bulur. Kendisi ile yaptığı kötülükler arasında şüphesiz çok uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah, sizi Kendisinden sakındırıyor. Şüphesiz Allah, kullarına çok şefkatlidir.
Bu âyet grubunda mü’minlere, kâfirlerle nasıl bir münasebet kuracakları bildirilmekte, sosyal ve siyasal ilişkilere, yani devletler arası ilişkilere ışık tutulmaktadır.
Mü’minlerden bazıları kâfirlere sır vermiş, destek olmuş olmalı ki bu uyarılar yapılmıştır:
67Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar birbirlerindendir; kötülüğü emreder, iyilikten sakındırırlar ve ellerini sıkı tutarlar/ cimrilik ederler. Allah’ı terk ederler de, Allah da onları terk ediverir. Gerçekten de münâfıklar, hak yoldan çıkmış kimselerin ta kendileridir.
(Tevbe/67)
51Ey iman etmiş kimseler! Yahudileri ve Nasara’yı/Hristiyanları yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmeyin. Onlar birbirlerinin koruyucu, yol gösterici yakınıdırlar. Sizden kim onları mütevelli [koruyucu, gözetici, yönetici] yaparsa, artık o, şüphesiz onlardandır. Şüphesiz Allah, şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar topluluğunu kılavuzlamaz.
52Bundan sonra kalplerinde hastalık bulunan; zihniyeti bozuk kimselerin: “Bize bir felaket gelmesinden ürperiyoruz” diyerek, onların içinde koşuştuklarını göreceksin. Artık umulur ki Allah, bir fetih veya katından bir emir getirir de içlerinde gizlediklerine pişman olan kimseler olurlar.
(Mâide/51-52)
57Ey iman etmiş kimseler! Sizden önce kendilerine Kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerden, dininizi alay ve eğlence edinen kimseleri yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmeyin. Eğer mü’minler iseniz de Allah’ın koruması altına girin.
58Ve siz, onları salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmaya; toplumu aydınlatmaya] çağırdığınız zaman, onlar, onu alay ve eğlence edinirler. Bu, onların, akıllarını kullanmayan bir toplum olmalarındandır.
(Mâide/57-58)
Ve Tevbe/71, Mümtehine/1-3, Mücâdele/22, Mümtehine/8-9, Mâide/80-82, Âl-i İmrân/28, Tevbe/23, Nisâ/144, Nisâ/89, Âl-i İmrân/118.
Âyette, Ancak onlardan bir korunma yapmanız başkadır istisnâsı yapılmıştır, ki bu, “takıyye” olarak terimleştirilmiştir ki özü şudur: Bir mü’min, kâfirler arasında bulunur da canına bir zarar geleceğinden korkarsa, kalbi iman ile mutmain olduğu hâlde diliyle onları idare etme yoluna gidebilir. Yani takiyye, ancak öldürülme veya bir azanın kesilmesi veya büyük bir eziyet ve işkence veya malların zayi edilmesi korkusuyla yapılabilir:
106Her kim imanından sonra küfreder; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeder, –kalbi iman ile yatışmış hâlde iken, baskıyla zorlanan hariç olmak üzere– ve de küfre; inanmamaya göğsünü açarsa, artık kendilerinin üzerine Allah’tan bir gazap vardır. Bunlar için büyük bir azap da vardır.
(Nahl/106)
- âyetin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler verilmektedir:
- a) Yahûdilerden bir grup, onları dinlerinden saptırmak için bir Müslüman grubun yanına geldiler. Bunun üzerine Rifâ‘a ibn el-Münzir, Abdurrahmân ibn Cübeyr ve Sa‘îd ibn Heyseme, bu Müslüman topluluğa, “Yahûdilerden kaçının ve onların sizi dininizden çıkarma çabalarına karşı uyanık olun” dediler. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.[25]
- b) Mukâtil şöyle demiştir: “Bu âyet Hâtıb ibn Ebî Beltea (r.a) ile bazı Müslümanlar hakkında nâzil olmuştur. Bunlar, Mekke kâfirlerine sevgi duyuyorlardı. Allah Teâlâ, onları bu sevgiden nehyetti.
- c) Bu, Abdullah ibn Ubey münâfığı ve arkadaşları hakkında nâzil olmuştur. Çünkü bunlar Yahûdi ve müşrikleri dost ediniyor, Müslümanların haberlerini onlara ulaştırıyor ve onların Hz. Peygamber’e gâlip gelmesini arzu ediyorlardı. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.
- d) Bu âyet, Ubâde ibn Sâmit (r.a) hakkında nâzil olmuştur. Çünkü onun Yahûdilerden anlaşmalı olduğu kimseler vardı. Hendek savaşı’nda o, “Yâ Rasûlallah! Beraberimde 500 kadar Yahûdî var. Benimle beraber harbe çıkmalarını istiyorum” demişti de bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.[26]
36,37Ve her kim Rahmân’ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’ın] öğüdünden, anılmasından körleşirse Biz ona bir şeytan musallat ederiz de artık o, onun için akrandır/ yandaştır; ve şüphesiz ki yandaşlar/ akranlar, körleşenleri Yol’dan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin kılavuzlandıkları doğru yolda olduklarını sanırlar.
38Sonunda Bize gelince: “Keşke seninle benim aramda doğu ile batı arasındaki kadar bir uzaklık olsaydı” der. –Öyleyse bu ne kötü bir akrandır/ yandaştır!–
39Ve bugün pişmanlık duymanız size hiçbir yarar sağlamayacak. Siz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yaptığınız zaman kesinlikle azapta ortaklarsınız.
31De ki: “Eğer siz Allah’ı seviyorsanız o zaman bana uyun ki, Allah sizi sevsin ve günahlarınızı sizin için bağışlasın. Ve Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.”
32De ki: “Allah’a ve Elçi’ye itaat edin!” Artık yüz çevirirlerse, biliniz ki, şüphesiz Allah, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseleri sevmez.
Bu âyetlerde, insanlara, özellikle de Necrânlılara kulluğun, Allah’a olan sevginin ölçü ve yolları açıklanmaktadır. Allah’ı seven Elçi’ye uymalıdır ki Allah da onu sevsin ve günahlarını bağışlasın. Ayrıca her mü’min Allah’a ve Elçi’ye (artık Elçi, aynı zamanda hükümdardır) itaat etmekle yükümlüdür. Buna yanaşmayıp yüz çevirenler, kâfirlerdir, Allah ise kâfirleri sevmez.
Bu âyetlerin iniş sebebi olarak kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır:
Âyet-i kerîme Necrân’dan gelen heyet hakkında nâzil olmuştur. Çünkü onlar Hz. Îsâ ile ilgili olarak iddialarının, yüce Allah’a olan sevgilerinin ifadesi olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bunu Muhammed b. Ca‘fer b. ez-Zübeyr söylemiştir. el-Hasen ve İbn Cüreye ise der ki: Bu âyet-i kerîme, “Biz Rabbimizi seven kimseleriz” diyen Kitap Ehlinden bir topluluk hakkında nâzil olmuştur.
Rivâyet edildiğine göre Müslümanlar, “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah’a yemin olsun ki şüphesiz biz Rabbimizi seviyoruz” dediler. Bunun üzerine yüce Allah, De ki: “Allah’ı seviyorsanız bana uyun…” buyruğunu indirdi.[27]
Bil ki Allah Teâlâ Yahûdileri, Kendisine ve peygamberlerine imana, tehdit ile davet edince, onları bir başka şekilde de buna davet etmiştir ki, o da şudur. Yahûdiler, Biz, Allah’ın oğulları ve dostlarıyız (Mâide/18) diyorlardı. Bundan dolayı bu âyet nâzil olmuştur.
Yine rivâyet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a), Kureyş, Mescid-i Haram’da putlara taparken, yanlarında durup şöyle dedi: “Ey Kureyş topluluğu! Vallahi siz İbrâhîm’in dinine muhalefet ediyorsunuz.” Bunun üzerine Kureyşliler, “Biz, Allah’ı sevdiğimiz için, Bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye bu putlara tapıyoruz (Zümer/3) dediler. İşte bundan dolayı, bu âyet nâzil oldu.
Bir başka rivâyete göre Hristiyanlar, “Biz, Allah’ı sevdiğimizden ötürü Mesih’e [İsâ’ya] tâzim ediyoruz” dedikleri için bu âyet nâzil olmuştur.[28]
Rivâyet olunduğuna göre, De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin…” âyeti nâzil olduğu zaman, Abdullah ibn Ubey münâfığı, “Muhammed kendine itaati, Allah’a itaat gibi sayıyor ve Hristiyanların Îsâ’yı sevdikleri gibi, bizim de kendisini sevmemizi emrediyor” dedi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[29]
Bu âyetten anlaşıldığına göre, Allah sevgisinin işareti, Elçi’ye uymaktır. Elçi’ye uyulmadan, “Allah’ı seviyorum” demek, kuru bir iddiadan öte anlam taşımaz ve hiçbir işe yaramaz.
Allah’a ve Elçi’ye itaat, Kur’ân’da önemli bir husus olup birçok yerde üzerinde durulmuştur:
130Ey iman etmiş kimseler! Kat kat artırılmış olarak ribayı [emeksiz, hizmetsiz, risksiz kazancı] yemeyin. Kurtuluşa ermeniz için Allah’ın koruması altına girin. 131Kâfirler; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseler için hazırlanmış olan ateşten de sakının. 132Merhamet olunmanız için Allah’a ve Elçi’ye itaat edin.
(Âl-i İmrân/130-132)
59Ey iman etmiş kimseler! Allah’a itaat edin, Elçi’ye ve sizden olan emir sahiplerine/ anayöneticiye itaat edin. Sonra, eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi’ye havale edin. Bu, daha iyidir ve en uygun çözümü bulmak bakımından daha güzeldir.
(Nisâ/59)
1Sana, savaşın bahşişlerinden soruyorlar. De ki: “Enfâl/savaş bahşişleri Allah ve Elçisi/ kamu içindir. Onun için siz, mü’minler iseniz, Allah’ın koruması altına girin, birbirinizle aranızı düzeltin ve de Allah’a ve Elçisi’ne itaat edin.
(Enfâl/1)
20Ey iman etmiş kimseler! Allah’a ve Elçisi’ne itaat edin. İşitip dururken ondan yüz çevirmeyin! 21Vahye kulak asmadıkları hâlde “İşittik/vahye kulak verdik” diyenler gibi de olmayın!
(Enfâl/20)
46Yine Allah’a ve O’nun Elçisi’ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız ve gücünüz-canınız gider. Ve sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.
(Enfâl/46)
Ayrıca, Nûr/54, 56; Mâide/92; Muhammed/32, Mücâdele/13 ve Teğâbün/12, 16’ya da bakılabilir.
Âyetin sonundaki, Artık yüz çevirirlerse, biliniz ki, şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez ifadesiyle, Allah’a ve Peygamberi’ne itaat etme emrine aldırış etmeyen kimseler, kâfir olarak nitelenmekte ve Allah’ın onları sevmediği bildirilmektedir. Bu ifadeyi bir başka sûrede de görüyoruz:
80Kim, Elçi’ye itaat ederse, artık o, Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, artık Biz, seni o yüz çevirenlere koruyucu/bekçi olarak göndermedik.
81Ve onlar sana, “Baş üstüne!” derler. Fakat senin yanından çıktıklarında, içlerinden birtakımı, geceleyin, senin dediğinden başkasını kurarlar. Ama Allah, onların geceleyin kurduklarını yazıyor. Artık sen, onlardan mesafelen. Ve Allah’a işin sonucunu havale et. Tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” olarak da Allah yeter.
(Nisâ/80-81)
Allah, Kendisine ve Elçisi’ne itaatı emrederken, rahmeti gereği itaat edilmemesi gerekenleri de bildirmiştir: En‘âm/121, 116; Kehf/28; Ahzâb/1, 48; Kalem/8, 10; İnsan/24; Lokmân/15; Şu‘arâ/151-152.
2.Bölüm>>>
[1] Lisân; 9/285-287, “Vry” mad.
[2] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[3] Lisân; 469-471, “Ncl” mad.
[4] Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân.
[5] Tebyînu’l-Kur’ân, c. 7, s. 470-471; Lisânu’l-Arab, c.7, s. 82-85; Tâcu’l-Arûs, “Frq” mad.
[6] Tebyînu’l-Kur’ân; c. 8 , s. 226-231.
[7] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[8] Lisânu’l-Arab; c. 4, s. 137.
[9] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[10] İbn Kesîr.
[11] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[12] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[13] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[14] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[15] Belağat ilminde “Tağlib” diye bir sanat vardır. “Tağlib” sanatı, “Aralarında benzerlik bulunan iki isimden birini diğerine tercih etmek”tir.
[16] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[17] Lisânu’l-Arab; c. 4, s. 660.
[18] Kitab-ı Mukaddes’e göre de şu peygamberler öldürülmüşlerdir.
Nebi Amos, Nebi İşaya, Nebi İlya (İlyas), Nebi Hanani, Nebi Mikaya, Nebi Zekeriyya, Nebi Yeremya,
Kitab-ı Mukaddes’e göre İsraîloğulları’nın tarihi, öldürme ve eziyet olayları ile doludur: II. Tarihler, 16:1-14; I. Krallar, 19:1-10; I. Krallar, 22:26-27; II. Tarihler, 24:20-21; Yeremya, 15:10; Yeremya, 18:20-23; Yeremya, 20:1-18; Yeremya, 20:36-40; Matta, 23:37; Markos, 6:17-29; Matta, 27:22-26.
İsrailoğullarının peygamberleri öldürmeleri olayı İsa peygamberin ağzıyla Matta İncili’nde de şöyle anlatılır.
Zeytin Dağı’ndan bakıp yine aynı kente sesleniyordu İsa:
…..
“Ey Yeruşalim (Kudüs)! Peygamberleri öldüren, kendisine gönderilenleri taşlayan Yeruşalim! Tavuğun civcivlerini kanatları altına topladığı gibi ben de kaç kez senin çocuklarını toplamak istedim, ama siz istemediniz.
(İncil-Matta 23/37)
[19] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[20] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[21] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[22] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[23] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[24] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb; Mukâtil.
[25] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[26] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[27] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[28] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb
[29] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[1] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.