89 -ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ-2
33,34Şüphesiz Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrâhîm ailesini ve İmrân ailesini –birbirinin soyundan olmak üzere– âlemler üzerine seçkin kıldı. Ve Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
Bu âyetlerde elçilik müessesesi anlatılarak Necrân heyeti ve Medîne kâfirleri uyarılmakta ve onlardan, geçmiş peygamberleri kabullendikleri gibi Son Elçi’yi de kabullenmeleri istenmektedir.
Bu âyetlerde, özellikle Hristiyan inancının [Îsâ’yı Allah, Allah’ın oğlu ve üçün üçüncüsü olarak kabul etmelerinin] yanlışlığına parmak basılmakta; Âdem’in, Nûh’un, İbrâhîm ve İmrân ailesinden olan peygamberlerin insan olduğu ve hiç birinin kudsiyetinin bulunmadığı, sadece Allah’ın onları elçi yaptığı beyân edilmektedir.
Buradaki İmrân, Mûsâ ve Hârûn’un babası olan İmrân’dır. “İmrân”, Kitab-ı Mukaddes’te geçen “Amram” sözcüğünün Arapça’laşmış hâlidir.
Pasajın devamında Meryem vâlideden bahsedilirken, “İmrân’ın karısı” denilmesi nedeniyle bu âyetteki İmrân’ın, Meryem vâlidenin babası olan İmrân olduğu düşünülebilirse de, onun soyundan sadece Îsâ peygamberin gelmesi, Îsâ peygamberin ise babasız doğması hasebiyle, buradaki İmrân’ın, Mûsâ ve Hârûn’un babası olan İmrân olması daha uygundur.
MÛSÂ’YLA HÂRÛN’UN SOY KÜTÜĞÜ
İsrâîlliler’in aile önderleri şunlardır: Ya‘kûb’un ilk oğlu Ruben’in oğulları: Hanok, Pallu, Hesron, Karmi. Ruben’in boyları bunlardır. Şimon’un oğulları: Yemuel, Yamin, Ohat, Yakin, Sohar ve Kenanlı bir kadının oğlu Şaul; Şimon’un boyları bunlardır. Kayıtlarına göre Levioğulları’nın adları şunlardır: Gerşon, Kehat, Merari. Levi 137 yıl yaşadı. Gerşon’un oğulları boylarına göre şunlardır: Livni, Şimi. Kehat’ın oğulları: Amram, Yishar, Hevron, Uzziel. Kehat 133 yıl yaşadı. Merari’nin oğulları: Mahli, Muşi. Kayıtlarına göre Levi boyları bunlardır. Amram halası Yokevet’le evlendi. Yokevet ona Hârûn’la Mûsâ’yı doğurdu. Amram 137 yıl yaşadı.[1]
35Hani bir zaman İmrân’ın kadını: “Rabbim! Kesinlikle ben, karnımdakini tam hür olarak senin için adadım. Sen de benden kabul et, şüphesiz Sen en iyi işitensin, en iyi bilensin” demişti.
36Onu doğurunca da: “Rabbim, şüphesiz ben, onu kız doğurdum; – Hâlbuki Allah onun doğurduğu şeyi daha iyi bilir- erkek, kız gibi değildir. Ve şüphesiz ona Meryem adını verdim. Ve şüphesiz ben, onu ve soyunu şeytan-ı racimden; kovulmuş/ katil, asılsız söz ve düşünce üreten, karanlığa taş atan şeytandan sana sığındırırım” dedi.
37Bunun üzerine Rabbi Meryem’i güzel bir kabul ile kabul etti. Ve onu güzel bir bitki olarak bitirdi ve ona; Meryem’e, İsa’yı gayri meşru şekilde doğurmayıp Allah’ın iradesi çerçevesinde babasız doğuruşuna Zekeriyyâ’yı kefil kıldı. Zekeriyyâ ne zaman onun üzerine/özel odaya girse, onun yanında bir rızık bulurdu. Zekeriyyâ, “Ey Meryem! Bu sana nereden?” dedi. Meryem de: “O, Allah katındandır” dedi. Şüphesiz Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır.
Bu âyetlerde bir yandan insanlar vahiy ve elçilik hususunda bilgilendirilmekte, bir yandan da Ehl-i Kitap uyarılmaktadır. Âyetin, إذ[iz/hani] edatıyla başlamasından anlaşılıyor ki, muhatap olan Hristiyanlar [Necrân heyeti] konu hakkında bilgi sahibidirler.
Âyetteki, tam hür olarak ifadesi, “tamamen özgür, katışıksız, etkilenmeden, kimseye bağımlı olmamak üzere, can-ı gönülden” demektir.
Meryem Sûresinden:
Mef‘al kalıbında olan مريم [Meryem] sözcüğünün, “bir yerden ayrılmak”[2] anlamındaki رام [rame] fiilinden türemiş olması mümkündür. Ancak bu ismin Kitab-ı Mukaddes’te iki yerde Mûsâ peygamberin kız kardeşinin adı olarak geçmesi, sözcüğün İbrânice’den geldiğini göstermektedir.[3] Yeni Ahid’de [İncîl’de] bu sözcük Marim, Maria ve Mariamme tarzında 53 kez yer alır. Bu sözcüklerin anlamı net olarak bilinmemektedir. Yorumcular tarafından, Meryem sözcüğü ile ilgili, “deniz damlası”, “deniz yıldızı”, “tanrıya bağlı”, “tanrıyı seven”, “hanımefendi”, “ışık veren”, “şişman”, “prenses”, “mağrur”, “güzel kimse”, “kâmil kimse” gibi anlamlar ileri sürülmüştür.[4]
Meryem sözcüğü, Kur’ân’da 34 kez isim şeklinde, 1 kez de “o” zamiriyle işaret edilmek sûretiyle toplam 35 kez geçmektedir.
Meryem’in kimliği ve ailesi hakkında yazılıp çizilenlerin ekserisi hayal ürünü olup bu konuda Hristiyan kaynaklarında da yeterli bilgi ve belge yoktur. Dolayısıyla, Meryem’in anasının adının “Hanna” olduğu, onun da Zekeriyyâ peygamberin baldızı olduğu, Zekeriyyâ peygamberin eşinin (yani, Meryem’in teyzesinin) adının “Elizabet” olduğu yönündeki nakiller kesinlik arz etmemektedir. Çünkü Taberî Târihi‘nde de olduğu gibi, bu nakiller kesin olmayan Hristiyan kaynaklarına dayanmaktadır:
Hristiyanlar, Meryem’in Îsâ’ya 13 yaşında gebe kaldığını, Îsâ göğe kaldırılıncaya (!) kadar 32 yıl ve birkaç gün dünyada kaldığını, Meryem’in Îsâ’nın (a.s) göğe kaldırılmasından sonra 6 yıl daha yaşadığını iddia ederler. Buna göre Meryem 50 küsur yaşında vefat etmiş demektir.[5]
Bu durumda yapılacak şey, her zaman olduğu gibi Kur’ân’daki bilgilerle yetinmektir. Kur’ân’da Meryem’in ana-babası hakkında geniş bilgi verilmemekle birlikte, Âl-i İmrân/35’ten anlaşıldığı kadarıyla babasının adı İmrân’dır.
Meryem’in doğumu ile ailesinden ayrılışına kadarki yaşamına dair Kur’ân’da herhangi bir bilgi verilmemiştir. Konumuz olan âyetlerde verilen bilgiler, Meryem’in yetişkinlik çağına aittir.
Yukarıdaki âyetlere göre Meryem, ehlinden [ailesinden ve yakınlarından] ayrılıp tek başına doğuda bir bölgeye gitmiştir. O dönemde Meryem’in kaç yaşında olduğuna ve ehlinden hangi sebeple ayrıldığına dair herhangi bir bilgi yoktur.
MİHRAB
Âyette geçen mihrab[6] sözcüğü, “karargâh, ibâdethane” demektir. Burada mihrab ile kastedilen, “Meryem’in özel odası”dır.
Bu âyetteki vahy sözcüğü, “işaret ile anlatma” anlamında olup bu sözcükle ilgili geniş açıklama Necm/10’un tahlilinde verilmiştir.[7]
Konunun daha iyi anlaşılması için Meryem sûresi’ndeki pasajı naklediyoruz:
(Meryem/16-33, 36, 34)
16Kitap’ta Meryem’i de an! Hani o, ailesinden/yakınlarından ayrılarak doğu tarafında bir yere kaçıp gitmişti.
17Sonra ailesiyle/yakınlarıyla kendisi arasına bir perde edinmişti de Biz ona ruhumuzu/ilâhî mesajımızı gönderdik, sonra ruhumuzu/mesajlarımızı getiren elçi, Meryem’e mükemmel bir beşerî örnek verdi.
18Meryem: “Ben senden Rahmân’a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’a] sığınırım. Eğer sen Allah’ın koruması altına girmiş birisi/takî isen…” dedi.
19Elçi/Zekeriyyâ: “Ben sadece, sana tertemiz bir delikanlı bağışlamam/bağışlamak için, Rabbinin elçisiyim” dedi.
20Meryem: “Benim nasıl delikanlım olabilir? Bana hiçbir beşer dokunmamıştır. Ben bir yasa tanımaz/iffetsiz biri de değilim” dedi.
21Elçi: “Öyledir! Rabbin buyurdu ki: Babasız çocuk vermek, Bana pek kolaydır. Hem Biz, onu nezdimizden insanlara bir alâmet/gösterge ve rahmet yapacağız.” Ve o gerçekleştirilmiş bir iş oldu.
22Sonunda Meryem/delikanlıya gebe kaldı. Sonra da O’nunla uzak bir yere kaçtı gitti.
23Sonra doğum sancısı onu bir hurma kütüğüne tutunup dayanmaya zorladı. “Keşke bundan önce ölseydim ve büsbütün unutulan biri olsaydım!” dedi.
24-26Sonra ona; Meryem’e aşağısındaki kişi; Zekeriyya seslendi: “Sakın üzülme, Rabbin alt tarafında bir su arkı akıttı. Hurma kütüğünü kendine doğru silkele, üzerine olgunlaşmış taze hurmalar düşsün. Sonra ye-iç, gözün aydın olsun. Sonra eğer beşerden birini görürsen, ‘Ben Rahmân’a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’a] bir oruç adadım, onun için bugün hiçbir kimseyle konuşmayacağım’ de.”
27-28Sonra Meryem, çocuğunu yüklenerek toplumuna getirdi. Toplumu dediler ki: “Ey Meryem! Doğrusu sen görülmemiş bir şey yaptın. Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kişi değildi, annen de yasa tanımaz/iffetsiz bir kadın değildi.”
29Bunun üzerine Meryem ona; doğum anında aşağısında bulunan kişiye; Zekeriyya’ya işaret etti, ondan gelişmeleri açıklamasını istedi. Zekeriyya, Meryem’in zina etmeden çocuğu doğurduğuna kefil olup çocuğun ma’bedde yetiştirilmesini istedi. Onlar, “Biz, yüksek mevkide olan kişiler, henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyleriz/yüksek mevkide olan kişiler henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyler?” dediler.
34İşte bu, hak söze göre, hakkında ihtilâf edip durdukları, “30Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni bir peygamber yaptı. 31Beni, ben nerede olursam olayım mübarek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe bana salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı] ve zekâtı/vergiyi yükümlülük olarak ulaştırdı. 32Ve beni, anneme iyi davranan bir kimse yaptı. Ve beni bir zorba, mutsuz biri yapmadı. 33Ve doğurulduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden diriltileceğim gün, selâm benim üzerimedir. 36Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde O’na kulluk edin, işte bu, dosdoğru yoldur” 34diyen Meryem oğlu Îsâ’dır.
29-36. âyetlerinin, “mühd” kıraatine göre meali:
29Bunun üzerine Meryem ona; doğum anında aşağısında bulunan kişiye; Zekeriyya’ya işaret etti, ondan gelişmeleri açıklamasını istedi. Zekeriyya, Meryem’in zina etmeden çocuğu doğurduğuna kefil olup çocuğun ma’bedde yetiştirilmesini istedi. Onlar, “Biz, yüksek mevkide olan kişiler, henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyleriz/yüksek mevkide olan kişiler henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyler?” dediler.
34İşte bu, hak söze göre, hakkında ihtilâf edip durdukları, “30Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni bir peygamber yaptı. 31Beni, ben nerede olursam olayım mübarek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe bana salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı] ve zekâtı/vergiyi yükümlülük olarak ulaştırdı. 32Ve beni, anneme iyi davranan bir kimse yaptı. Ve beni bir zorba, mutsuz biri yapmadı. 33Ve doğurulduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden diriltileceğim gün, selâm benim üzerimedir. 36Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde O’na kulluk edin, işte bu, dosdoğru yoldur” 34diyen Meryem oğlu Îsâ’dır.
(Meryem/29-36)
ZEKERİYYÂ
Zekeriyyâ ibn Ezen (?) ile İmrân ibn Mâ’sân aynı çağda yaşamışlardır. İmrân’ın hanımı ise Hannân bt. Fâküz’dür. Hz. Zekeriyyâ, Hz. Meryem’in kız kardeşi olan Îsâ’nın teyzesi ile evliydi. Yahyâ (a.s) ise, teyzesinin oğluydu.[8]
- Kız çocukları, bedensel yönden erkeklerden zayıftır. Her hizmeti göremezler.
Âyetteki, Zekeriyyâ ne zaman onun üzerine mihraba girse, onun yanında bir rızık bulurdu. O [Zekeriyyâ], “Ey Meryem! Bu sana nereden?” dedi. O [Meryem] da, “O, Allah katındandır” dedi ifadesindeki rızkın Allah katından oluşu, Meryem’e mucize olarak gökten yiyecek-içecek geldiğini değil, kendisine Allah rızası için yapılmış yardımları ifade eder. Sadaka, infak ve yardım Allah rızası için yapılır ve faili gizlenir, teamülen de “Allah’tandır” denilip geçilir. Örfte de faili gizlenmek istenen işin faili, “Allah” olarak nitelenir. Bunun başka bir örneği de Tahrîm sûresi‘ndedir:
Ve hani Peygamber, eşlerinden bazılarına bir sözü sır olarak söylemişti. Sonra eşlerinden bazıları bunu haber yapınca ve Allah ona bunu açığa vurunca, o [Peygamber] bir kısmına bildirmiş, bir kısmından yüz çevirmişti. Sonunda ona/onlara [bazısına] kendisi haberi verince, onlar [bazısı], “Bunu sana kim haber verdi?” dedi. O da, “Bana iyi bilen, iyi haber alan haber verdi” demişti. (Tahrîm/3)
– 38Orada Zekeriyyâ, Rabbine yakardı: “Rabbim! Bana katından temiz bir nesil ver. Şüphesiz Sen, duayı en iyi işitensin” dedi.
39Sonra Zekeriyyâ, özel kürsüde dikilmiş salât ederken [eğitim-öğretim yaptırırken] haberci âyetler ona: “Şüphesiz Allah sana, Allah’tan bir kelimeyi doğrulayıcı, efendi/ bir önder, iffetli bir peygamber olarak, sâlihlerden Yahyâ’yı müjdeliyor” diye seslendiler.
40Zekeriyyâ: “Rabbim! Bana ihtiyarlık gelip çatmışken, kadınım da kısır iken benim için bir delikanlı nasıl olabilir?” dedi. Allah: “Öyledir, Allah dilediğini yapar” dedi.
41Zekeriyyâ: “Rabbim! Benim için bir âyet/gösterge kıl” dedi. Allah: “Senin âyetin/ göstergen, işaretle hariç, insanlara üç gün, konuşmamandır. Ve Rabbini çok an, her zaman noksan sıfatlardan arındır” dedi.–
Bu âyet grubunda, parantez açılıp Meryem ve Zekeriyyâ ile ilgili kısa bir bilgi verilmektedir. Hatırlanacağı üzere Meryem sûresi’nde Zekeriyyâ’dan Meryem’e geçilmişti; burada ise Meryem’den Zekeriyyâ’ya geçilmektedir.
Pasajlardan anlaşıldığına göre Zekeriyyâ çocuk hasreti çeken bir kişi, eşi de doğurmaya elverişli sağlığa sahip olmayan bir kadındır. Zekeriyyâ, Rabbim! Bana katından temiz bir nesil ver. Şüphesiz Sen, duayı en iyi işitensin diye yakarır. Zekeriyyâ topluma eğitim verirken kendisine, Şüphesiz Allah sana, Allah’tan bir kelimeyi doğrulayıcı, efendi [bir önder], iffetli bir peygamber olarak, sâlihlerden Yahyâ’yı müjdeliyor diye vahiy gelir. Zekeriyyâ kendisine vahiyle gelen bu bilgi karşısında şaşkınlığa düşerek, Rabbim! Bana ihtiyarlık gelip çatmışken, kadınım da kısır iken benim için bir delikanlı nasıl olabilir? diye hayretini dile getirir. Allah da, Öyledir, Allah dilediğini yapar karşılığını verir. Bunun üzerine Zekeriyyâ, Rabbim! Benim için bir âyet [alâmet] kıl der. Allah da, Senin âyetin [alâmetin], işaretle hariç, insanlara üç gün konuşmamandır. Ve Rabbini çok an, sabah-akşam [daima] tesbîh et diye karşılık verir.
Zekeriyya peygamberin buradaki âyet talebi, tatminsizliği ve o anda Allah’ı iyi takdir edememesindendir. Bizzat Rabbi ona “Ey Zekeriyyâ! Şüphesiz Biz, sana bir delikanlıyı – o’nun ismi Yahyâ’dır-müjdeliyoruz. Bundan önce o’na hiçbir adaş yapmadık” demiş olmasına rağmen o, “Rabbim! Karım kısır, ben de son derece kocamışken benim nasıl bir delikanlım olabilir?” diye karşılık vermiştir. Sonra Allah kendisine “: “Öyledir! Rabbin buyurdu ki, ‘o, Bana kolaydır. Bundan önce de Ben seni, sen hiçbir şey değilken oluşturmuştum.” diye açıklamada bulunmuştur. Buna rağmen Zekeriyya “Rabbim! Bana bir âyet/ alâmet ver” diye tatminsizliğini sürdürmüştür.
İşte Rabbimiz bu aşamada Zekeriyya’ya “Meryem/10Senin âyetin/ alâmetin, sapasağlam olduğun hâlde, üç gece insanlarla konuşmamandır/ Âl-i Imran/ 41 Senin alâmetin/ âyetin, işaretle hariç, insanlara üç gün, konuşmamandır. Ve Rabbini çok an, her zaman noksan sıfatlardan arındır” buyurmuştur.
İyi düşünülürse Zekeriyya’ya verilen âyet, herhangi bir mucize değil, Kur’an âyeti gibi bir âyettir. Bu âyetin içeriği, tabiri caizse “içine kapanıp, çenesini tutması ve bu arada Allah’ı çok iyi düşünmesi, Allah’ı iyi tanıması ve noksan sıfatlardan arındırması, ayrıca sünnetüllahta her şeyin bir sebebe bağlandığını idrak edip doğumla ilgili sebepler araştırma görevi”dir. Kısacası Zekeriyya’ya herhangi Fizikî mucize verilmemiş, gösterilmemiş, kendisini uyaran ve kendisine yol gösteren âyet nazil olmuştur.
Allah, Zekeriyya’ya verdiği âyetle hem onu uyarmış hem de ona çocuğunun nasıl olabileceği konusunda yol göstermiştir. Zekeriyya, Allah’ı çokça düşünürken, çokça noksan sıfatlardan arındırırken; Allah’ın el Cebbar (Onarıcı), el Muslih (Düzeltici), eş Şâfî (Şifa verici) olduğunu ve herşeyin bir sebebe bağlandığını hatırlayacak eşinin tedavisi için girişimde bulunacaktır. İşte bundan sonradır ki Rabbimiz, şöyle buyurmuştur:
“Ve Zekeriyyâ; hani o, Rabbine: “Rabbim! Beni tek başıma bırakma, Sen varislerin en hayırlısısın” diye seslenmişti de Biz, o’nun için karşılık vermiştik. Ve kendisine Yahyâ’yı ihsan ettik. Ve o’nun için eşini düzelttik/doğum yapmaya elverişli hâle getirdik. Şüphesiz onlar hayırlarda yarışıyorlar, umarak ve adam gibi adam olarak Bize yalvarıyorlardı. Ve Bize karşı derin saygı duyuyorlardı.” (Enbiya/89, 90)
Meryem sûresi’ndeki bu konu öğrenilmeden, Âl-i İmrân sûresi’ndeki bu pasaj anlaşılmaz. O nedenle bu pasajı anlamak için, önce bu konuya dair daha evvel inen âyetler okunmalıdır.
Yahyâ’yı müjdeleyen melekler, haberci vahiylerdir. Meryem sûresi’nde açıklanmıştır.
Bu pasajda nakledilen Zekeriyyâ peygamberin duası, bizim için, özellikle çocuk beklentisi içinde olanlar için çok güzel bir örnektir: Rabbim! Bana katından temiz bir nesil ver. Şüphesiz Sen, duayı en iyi işitensin.
Bu konuya dair iki örnek dua daha:
3Bir zamanlar o, Rabbine gizli olarak seslenmişti. 4-6Demişti ki: “Rabbim! Şüphesiz benim kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başım ağarmış saçıyla alev gibi tutuştu. Sana dua etmekle de Rabbim, mutsuz olmadım. Ve gerçekten ben, arkamdan, yakınlarımdan/amcaoğullarımdan endişedeyim. Karım da kısırdır. Onun için katından bana, bana da mirasçı olacak, Ya‘kûb ailesine de mirasçı olacak bir velî [yardımcı, koruyucu yakın kimse] bağışla. Rabbim, onu rızanı kazanan/herkesin hoşnut olacağı biri kıl!”
(Meryem/3-6)
74Ve Rahmân’ın kulları, “Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve bizden sonraki kuşaklarımızdan göz aydınlığı olacak kimseler hibe et/ bağışla. Ve bizi Allah’ın koruması altına girmiş kişilere önder kıl!” derler.
(Furkân/74)
42,43Ve hani haberci âyetler. “Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni seçti, seni tertemiz biri yaptı ve seni âlemlerin kadınlarına seçti. Ey Meryem! Rabbine saygılı ol, O’na boyun eğip teslimiyet göster ve Allah’ı birleyen erkeklerle beraber sen de Allah’ı birle!” demişlerdi.
Burada yine Meryem’e dönülerek şu bilgiler verilmiştir: Meryem sûresi’nden, Meryem’e elçi aracılığı ile mesajlar gönderildiğini öğrenmiştik. Buradaki melekler; “o vahiyler”, meleklerin dedikleri de “o vahiylerdeki mesajlar”dır. Burada konu, intak [konuşturma/dile getirme] sanatı ile anlatılmaktadır. Bu mesajlarda Meryem’e, Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı ve seni âlemlerin kadınlarına seçti. Ey Meryem! Rabbine saygılı ol, O’na boyun eğ ve rükû edenlerle [rükû eden erkeklerle] beraber rükû et denilmektedir ki bununla, Meryem’in erkeklere karışması, erkek öğretmenlerle birlikte öğretmenlik yapması istenmektedir.
Meryem ve Enbiyâ sûrelerinde Meryem’in çift cinsiyetli olduğunu açıklamıştık.
Âyetteki, rükû ifadesiyle, “tevhid öğretmenliği yapmak” kastedilmiştir.
Âyetteki, seni tertemiz kıldı ifadesi, iddia edildiği gibi, onun hayızdan-nifastan, kirden-pastan temizlendiğini değil, şirkten temizlenip uzak tutulduğunu ifade eder. Sözcüğün orijinali olan tathîr ile ilgili olarak Vâkıa sûresi’ndeki açıklamamıza bakılabilir.[9]
44İşte bu, algılama imkânının olmadığı, geçmişin önemli haberlerinden sana vahyettiklerimizdir. Ve Meryem’e hangisi kefil olacağına kalemlerini atarlarken sen yanlarında değildin. Onlar tartışırlarken de sen yanlarında değildin.
Bu âyetlerde, Rasûlullah’a hitap edilerek Ehl-i Kitap (özellikle de Necrân heyeti) uyarılmaktadır. Çünkü Rasûlullah bunları bilmiyordu. Ehl-i Kitap bilginlerinin herkesten gizledikleri Zekeriyyâ, Yahyâ ve Meryem’e ait bu bilgiler, Rasûlullah’a Allah tarafından mucize olarak bildirilerek ifşa edilmiştir, ki bu, Muhammed’in peygamberliğine açık bir delildir. Zira İmrân’ın karısının gebe kaldığını, karnındaki bebeği mescide adadığını, kız doğurduğunu, adını Meryem koyduğunu, “Erkek, kız gibi değildir” dediğini, ve onun kefilinin kim olacağının belirlenmesi için tartışıldığını, kura çekildiğini, Zekeriyyâ’nın kefil olduğunu, ayrıca Zekeriyyâ ve Yahyâ ile ilgili bilgileri Mekkeli Muhammed asırlar sonra nereden bilebilirdi? Kur’ân’da bu bilgilerin yer alması, bu bilgileri Ehl-i Kitaba okuması, Muhammed’in peygamberliğinin ve Kur’ân’ın o’nun tarafından yazılmadığının apaçık göstergesidir.
Bu tarz ğaybî haberlerle mucize gösterilmesi, birçok konuda gerçekleşmiştir:
3Biz, iman edecek bir toplum için Mûsâ ve Firavun’un önemli haberlerinden bir kısmını sana hak ile okuyoruz/takip ettiriyoruz.
(Kasas/3)
46,47Ve Biz, seslendiğimiz zaman, Tûr’un yanında da değildin. Tersine senden önce kendilerine uyarıcı/peygamber gelmeyen bir toplumu uyarman için ve kendi ellerinin yaptıklarından dolayı başlarına bir fenalık geldiğinde hemen, “Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, âyetlerine uysak ve mü’minlerden olsak” diyemesinler, onlar öğüt alsınlar diye Rabbinden bir rahmet olarak… orada geçenleri sana bildirdik, seni elçi olarak gönderdik.
(Kasas/46-47)
102İşte bu, sana vahyettiğimiz görmediğinin, duymadığının, bilmediğinin haberlerindendir. Yoksa onlar yapacaklarına karar verip kötü plân yaparlarken sen onların yanında değildin.
(Yûsuf/102)
49İşte Nûh ile ilgili anlatılanlar, sana vahyettiğimiz görülmeyenin, duyulmayanın, sezilmeyenin haberlerindendir. Bunları sen ve toplumun bundan önce bilmiyordunuz. Şu hâlde sabret. Şüphesiz âkıbet, Allah’ın koruması altına girmiş olan kişilerindir.
(Hûd/49)
Âyette dikkat çeken başka bir nokta da, Kalemlerini atarlarken ifadesidir. Târihî bilgilere göre “kalem atmak”, bir kur’a çekme şeklidir. Kur’aya katılacaklar toplanıp kalemlerini [çöplerini] suya atarlar, suyun akıntısına kapılmayan çöpün sahibi kur’ayı kazanmış sayılırdı.
Anlaşılan o ki, Meryem onlar için bir sorun teşkil etmiş ve bu yüzden kur’a çekmek zorunda kalmışlar, kur’a neticesinde Zekeriyyâ Meryem’in kefili olmuştur.
Kur’a çekilmesi ve Zekeriyyâ’nın Meryem’e kefil olması, Meryem’in çift cinsiyetli olması nedeniyle mescidde ortaya çıkacak sorunlardan kaynaklanmış olmalıdır.
45-46Hani bir zaman haberci âyetler: “Ey Meryem! Allah seni, Kendisinden bir kelimeyle müjdeliyor. Onun adı, Meryem oğlu Îsâ Mesih’tir. Dünya ve âhirette saygındır. Ve O, yaklaştırılanlardan ve sâlihlerdendir. Yüksek mevkide bulunarak ve yetişkin biri olarak insanlarla konuşacaktır da. 48Ve Allah, O’na kitabı, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri ve Tevrât ile İncîl’i öğretecek.
49-51Ve o’nu İsrâîloğulları’na; ‘Şu bir gerçek ki, ben size Rabbinizden bir alâmet /gösterge getirdim/ gösterge ile geldim; şüphesiz ben, sizin için, çamurdan; kilden; seramikten kuş şekli gibi bir şey; “buhurdan (tütsülük”) tasarlarım. Sonra onun içine üflerim; aerosol oluştururum da Allah’ın izniyle hastalık yapan şeyler kuş oluverir/uçar gider. Ben, sonradan oluşan körlüğü, yılan, akrep ve keler zehirlenmesini/ bağ, bahçe ve tarlalardaki zararlı bitkileri Allah’ın izniyle/ bilgisiyle giderir ve sosyal ölüleri Allah’ın izniyle diriltirim. Yiyeceklerinizi ve evlerinizde zahire yapacaklarınızı; biriktirip sonra yiyeceklerinizi size haber veririm. -Eğer inananlarsanız bunda sizin için kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır.- Tevrât’tan sadece İncîl’de yer alanları doğrulayıcıyım. Size yasaklanmış olanların bir kısmını serbest edeceğim. Rabbinizden bir alâmet/gösterge de getirdim size. Artık Allah’ın koruması altına girin ve bana itaat edin. Şüphesiz Allah, benim Rabbimdir ve sizin Rabbinizdir. Onun için O’na kulluk edin! İşte bu, doğru yoldur’ diye bir elçi yapacak” demişlerdi.
Bu âyette, yaratma şekilleri ve Allah’ın elçi yetiştirmesi konu edilmekte, yanısıra da, Zekeriyyâ ile Meryem’e iletilen mesajların içeriği açıklanmaktadır. Yukarıda mesajın bir bölümünü görmüştük.
Buradaki melekler de, 42-43. âyetlerde olduğu gibi, “vahiyler”, meleklerin dedikleri de “o vahiylerdeki mesajlar”dır. Burada konu, intak [konuşturma/dile getirme] sanatı ile anlatılmaktadır. Aslında bu mesajlar, Zekeriyyâ’ya vahyedilmiş, Zekeriyyâ da Meryem’e iletmiştir. Ahzâb/30-34’de de Rasûlullah vasıtasıyla o’nun kadınlarına hitap edildiğini göreceğiz.
Âyette Îsâ peygamber, “mesih” olarak nitelenmektedir. Bu sözcüğün İbranice, aslının da “meşih” olduğu kabul edilmektedir. Biz “mesih” sözcüğünün Arapça olduğunu varsayarak kısaca tahlilini veriyoruz:
مسيح[mesih] sözcüğünün kökü olan مسح’in [mesh‘in] anlamı, “herhangi bir şeyi elle sıvazlayarak temizlemek”tir.[10] Mesih sözcüğü, mübalağa ism-i fail olduğundan, “ileri derecede kirli nesnelerin kirini sıvazlayıp temizleyen, tozunu kirini gideren” anlamına gelir.
Sözcüğün bu anlamına göre Îsâ peygambere bu ismin veriliş nedeni olarak şu görüşler ortaya atılmıştır: “Yeryüzünü meshettiği, yani birçok yerde dolaşıp tebliğde bulunduğu için”, “hastaya el sürdüğünde hasta iyileştiği için”, “yetimleri çok sevip yetimlerin başını okşadığı için”, “günahları temizlettiği için” Îsâ’ya Mesih denilmiştir.
Bize göre ise Tevrât’a sürülen lekeleri temizlediği, temizleyeceği için Îsâ Mesih olarak nitelenmiştir.
- âyette Îsâ için, Yüksek mevkide bulunarak ve yetişkin biri olarak insanlarla konuşacaktır da buyurulmaktadır. Bu noktanın iyi anlaşılması için, şu hususlara dikkat edilmelidir:
Mushaf tertip heyetinin, necmleri ve dilbilgisi kurallarını dikkate almadıklarını, Mushafı kronolojik olarak tertip etmediklerini göstermiş; bu durumun da, tertip heyetinin dilbilimde uzman olmamalarından, düzeltmeleri sonra yapmak üzere önce bütünü koruma yolunu tercih etmelerinden kaynaklanmış olabileceğini ifade etmiştik.
Ne var ki, bu heyetin ve baş sorumlunun bu olumsuzluklara karşı duyarsız kalışı, bu nedenle birçok olay ve katliamın zuhuru, buna rağmen tertibin irdelenmesinin engellenmesi, bizi, bunun ihmal ve gafletten değil, ihânetten kaynaklandığı kanaatine sevketti.
Kur’ân’daki [Meryem, Zuhruf, Nisâ sûreleri] Îsâ peygamberle ilgili pasajlarda bazı âyetlerin yer değiştirmiş olduğunu, bunların bulunduğu yere teknik ve semantik açıdan uygun düşmediğini gördük ve bunları da belirttik.
Kur’ân’daki bazı âyetler, yerlerinden alınıp Îsâ ile ilgili pasajın içine yerleştirilmiş, bunun sonucu olarak da Kur’ân’a yönelik nitelikler, Îsâ peygambere kaydırılmış, böylece de yanlış inançların oluşması sağlanmıştır. Bu nedenle, tertipte olduğu gibi kıraatte de bir dahlin olup olmadığını araştırmayı bir iman borcu bildik ve Meryem sûresi’ndeki Îsâ ile ilgili pasajı yeniden ele alıp inceledik ve daha evvel ihmal ettiğimiz çok önemli bulgulara ulaştık. Bu âyetleri, yeni bulgular çerçevesinde meallendiriyoruz.
Meryem/29. âyetin, mevcut Mushaftaki lafzına göre meali şöyledir:
Bunun üzerine o [Meryem], o’na [çocuğa] işaret etti. Onlar, “Biz beşikte bir sabî olan kimseyle nasıl konuşuruz?” dediler. (Meryem/29)
Bu meale göre Meryem, elçinin öğüdüne uyarak oruç tutmuş ve kavminin üzücü ithamlarına rağmen onlara cevap vermemiştir. Konuşmadığı gibi, “Size o cevap verecek” şeklinde bebeğini işaret etmesi de herkesi çileden çıkarmış ve kavminin, Biz beşikte bir sabî olan kimseyle nasıl konuşuruz? sözlerine muhatap olmuştur.
Bu ifadelere göre, Îsâ beşikte konuşmuştur. Bu anlam, Âl-i İmrân/46, Mâide/110. âyetlerin mevcut kıraatleriyle de desteklenmiş ve Îsâ’ya beşikte konuşma mucizesi verilmiş ve Îsâ, mevcut âyet tertibine göre beşikteyken, Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni bir peygamber kıldı [yaptı]. Beni, ben nerede olursam olayım mübârek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe bana salâtı ve zekâtı tavsiye etti. Ve beni, anneme iyi davranan bir kimse [kıldı]. Ve beni bir zorba, bir mutsuz kılmadı. Ve doğurulduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak ba‘s olacağım [yeniden diriltileceğim] gün selâm benim üzerimedir. Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde O’na ibâdet edin, işte bu, dosdoğru yoldur diye konuşmuştur. (!)
Ne var ki, belirttiğimiz gibi, bu paragrafın tertibi de düzgün yapılmamış, Îsâ’nın sözlerinden olan 36. âyet [“Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde O’na ibâdet edin, işte bu, dosdoğru yoldur” ifadeleri], 34. âyet olarak tertip edilerek paragraf kuralsızlaştırılmış ve anlamsızlaştırılmıştır.
Biz tahlilimizi, önce bu pasajda ve Îsâ ile ilgili diğer âyetlerde yer alan المَهد[el-mehdi/beşik] sözcüğü üzerinde yaptık. Diğer sözcükler gibi ilk Mushaflarda harekesiz olarak yazılı olan bu sözcüğün, المَهد[el-mehdi], المُهد[el-müdi] ve المِهد [el-mihdi] olarak okunması mümkündür. المَهد[el-mehdi] okunursa, “beşik”; المُهد [el-mühdi] okunursa “yüksek mevki” anlamına gelmektedir.[11]
Elimizdeki resmi Mushafta bu sözcüğün Îsâ ile ilgili olarak ilk geçtiği yer Âl-i İmrân/38-39. âyetlerdir. İlk Mushaflardan İsam nüshasında bu âyetlerin yer aldığı 385. varak kayıptır. Bu sayfa, Dâvûd b. Ali Keylanî tarafından Mekke’de 1437/841 senesinde yazılarak Mushafa yerleştirilmiştir.[12] Kayıp olan sayfayı yazanlar âyetteki المهد[el-mhd] sözcüğünü harekelememişler; yani sözcüğü المَهد [el-mehdi], المُهد [el-mühdi] ve المِهد [el-mihdi] şeklinde okunabilir kılmışlardır.
Meryem/29’daki el-mehdi sözcüğü, المُهد [el-mühdi] şeklinde okunursa, âyetin anlamı, “Bunun üzerine O [Meryem], O’na [çocuğa] işaret etti. Onlar, “Biz; yüksek mevkideki kişiler, sabîye nasıl konuşuruz?” dediler” şeklinde olacaktır.
Yine bu âyetin orijinalindeki نكلّم[nükellimü] diye okunan sözcüğün, ilk Mushaflarda harekesiz oluşu ve bu sözcüğü oluşturan harflerin يكلّم [yükellimü] şeklinde de okunabileceği gerçeğinden hareket edildiğinde âyetin anlamı, “Bunun üzerine O [Meryem], O’na [çocuğa] işaret etti. Onlar, “Yüksek mevkideki kişiler, sabîye nasıl konuşur?” dediler şeklinde olur.
Âyetteki sözcüklerin kıraatlerini ve anlamlarını böylece açıkladıktan sonra pasajdaki âyetlerin tertibi konusuna yeniden dönüyoruz.
Elimizdeki Mushafın 30. âyeti, قال[qâle/= dedi ki] ifadesiyle başlamaktadır. Bu âyet, 29. âyetin devamında tertip edilerek, Îsâ, beşikteki çocuk dedi ki: “…” anlamı oluşturulmuştur. Bu sözcükler, beşikteki çocuğun konuşamayacağını ileri sürenlere bir gösteri durumunda olsa idi, teknik olarak cümle “fâ-i takibiyye” ile başlayarak ifadenin, فقال [fe qâle] şeklinde olması gerekirdi. Nitekim 29. âyette Meryem’e yapılan ithama karşı Meryem’in savunması, فأشارت اليه[fe eşâret ileyhi/bunun üzerine O, (yani, Meryem), O’na [çocuğa] işaret etti] şeklinde “fâ-i takıbiyye” ile gelmiştir.
Kısacası 30. âyet de, teknik yönden bulunduğu yere uygun değildir. 30. âyet teknik ve anlam itibariyle, 34. âyetin devamıdır. Cümle hâlinde 31-33 ve 36. âyetler ile birlikte 34. âyette yer alan “Meryem oğlu Îsâ” ifadesinin sıfatıdır. Bu kabule göre paragrafın anlamı şöyle olacaktır:
29Bunun üzerine Meryem ona; doğum anında aşağısında bulunan kişiye; Zekeriyya’ya işaret etti, ondan gelişmeleri açıklamasını istedi. Zekeriyya, Meryem’in zina etmeden çocuğu doğurduğuna kefil olup çocuğun ma’bedde yetiştirilmesini istedi. Onlar, “Biz, yüksek mevkide olan kişiler, henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyleriz/yüksek mevkide olan kişiler henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyler?” dediler.
34İşte bu, hak söze göre, hakkında ihtilâf edip durdukları, “30Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni bir peygamber yaptı. 31Beni, ben nerede olursam olayım mübarek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe bana salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı] ve zekâtı/vergiyi yükümlülük olarak ulaştırdı. 32Ve beni, anneme iyi davranan bir kimse yaptı. Ve beni bir zorba, mutsuz biri yapmadı. 33Ve doğurulduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden diriltileceğim gün, selâm benim üzerimedir. 36Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde O’na kulluk edin, işte bu, dosdoğru yoldur” 34diyen Meryem oğlu Îsâ’dır.
(Meryem/29, 34, 30-33, 36)
Bu paragrafta açıkça Îsâ’nın peygamberlik görevi ve hayatı özetlenmiştir. Onun tebliğinde de Sünnetullah dışında herhangi bir ayrıcalık söz konusu değildir. Îsâ’nın misyonu ile ilgili burada verilen özet şu âyetlerde de zikredilmiştir:
72Andolsun, “Allah, Meryem oğlu Mesih’in kendisidir” diyen kimseler kesinlikle kâfir; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri olmuşlardır. Hâlbuki Mesih, “Ey İsrâîloğulları! Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz Allah’a kulluk edin. Şüphesiz kim Allah’a ortak koşarsa kesinlikle Allah ona cenneti haram eder, onun barınağı da Ateş’tir. Ve şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için yardımcılardan kimse yoktur” demişti.
73Andolsun, “Allah üçün üçüncüsüdür” diyen kimseler kesinlikle kâfir; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri olmuşlardır. Oysa tek ilâh’tan başka ilâh yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, kesinlikle onlardan kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kimselere acı veren bir azap dokunacaktır.
(Mâide/72-73)
63,64Îsâ apaçık delillerle geldiği zaman dedi ki: “Ben size haksızlık ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri getirdim ve hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklayayım diye geldim. O hâlde Allah’ın koruması altına girin ve bana itaat edin. Şüphesiz ki Allah; O, benim Rabbimdir ve sizin Rabbinizdir. Öyle ise O’na kulluk edin. İşte bu, doğru bir yoldur.”
(Zuhruf/63-64)
Bu paragraftaki metne göre de, “mühd”de [yüksek mevkide] olan, Îsâ değil o günün ileri gelen mabed görevlileridir.
Meselenin temel unsuru olan المهد[el-mehd] kelimesi, Îsâ peygamber ile ilgili olan Âl-i İmrân/46 ve Mâide/110’da da geçmektedir. Sözcük, المُهد [el-mühd] şeklinde okuyup anlamlandırıldığında bu âyetlerin anlamı şöyle olacaktır:
45-46Hani bir zaman haberci âyetler: “Ey Meryem! Allah seni, Kendisinden bir kelimeyle müjdeliyor. Onun adı, Meryem oğlu Îsâ Mesih’tir. Dünya ve âhirette saygındır. Ve O, yaklaştırılanlardan ve sâlihlerdendir. Yüksek mevkide bulunarak ve yetişkin biri olarak insanlarla konuşacaktır da. 48Ve Allah, O’na kitabı, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri ve Tevrât ile İncîl’i öğretecek.
(Âl-i İmrân/46)
Bu âyetlerde, Meryem/29’un aksine yüksek mevkide olan Îsâ’dır. Rabbimiz o’na yüksek mevkiler ihsan etmiştir. Bu Nisâ/158’de, Onu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah o’nu Kendine yükseltti [derecesini artırdı] şeklinde ifade edilmiştir. Böyle yüksek mevkilerin İdrîs peygambere de ihsan edildiği bildirilmiştir:
56Ve Kitap’ta İdris’i an/hatırlat. Şüphesiz O, özü-sözü doğru biriydi, bir peygamberdi. 57Ve Biz O’nu yüce bir mekâna yükselttik.
(Meryem/56-57)
Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre, Mushaftaki Îsâ ile ilgili pasajların âyetlerinin yerleri ve kıraatleri, Îsâ’ya özel bir statü verebilmek için bilinçli olarak değiştirilmiş ve böylece Îsâ beşikte iken konuşturulmuş, göğe/Allah’ın yanına uçurulmuş, insanlar tekrar geleceğine inandırılmış, gelişi kıyâmet alameti sayılmış ve ölmeden evvel herkesin o’na iman edeceği inancı yaygınlaştırılmıştır.
Yahûdi ve Hristiyanlar, Îsâ peygamberin beşikte konuştuğunu reddetmekte ve şu görüşleri ileri sürmektedirler:
Eğer bu olay gerçekten meydana gelseydi, çok ilginç ve etkileyici olması sebebiyle tevatür şeklinde yayılır ve hiç unutulmazdı. Hâlbuki böyle bir olay hiç duyulmamıştır ve Hristiyanların en fanatiklerinde bile böyle bir inanç oluşmamıştır. Ayrıca Yahûdilerin o dönemde Îsâ’ya düşman oldukları târihî bir gerçektir. Nitekim Îsâ elçiliğini ilân edince o’nu öldürmeye uğraşmışlardır. Eğer Îsâ beşikte konuşmuş ve peygamberliğini ilân etmiş olsaydı, Yahûdiler O’nu daha o zaman ortadan kaldırırlardı.
Biz bu görüşü daha evvel, “Îsâ peygamberin beşikte konuşma mucizesine inanmayanların bu düşünceleri ilk bakışta mantıklı gibi görünse de, o günün bağnaz Yahûdilerinin zina ile suçladıkları Meryem’i neden recm etmediklerinin cevabını açıklamaya yetmemektedir. Bize göre, İsrâîloğulları’nın recm etme girişiminden Meryem’i ancak böyle bir mucize kurtarmış olabilir” mantığıyla reddetmiştik. Fakat daha sonraki araştırmalarımız neticesinde böyle bir olayın vâki olmadığı kanaatine ulaşmış ve bunun delillerini de yukarıda zikretmiş bulunuyoruz.
الاكمهEKMEH
Kur’an’da İsa peygamberle ilgili ayetlerde[13] geçen “ الاكمهEkmeh” sözcüğü, genelde İsa peygambere mucize izafe edebilmek için “anadan kör” anlamıyla meşhur olmuştur. Böyle olunca da İsa peygamberin “anadan; yaratılıştan kör” olanları iyileştirdiği kabulü yaygınlaşmıştır.
Kadim, muteber lügatların[14] beyanına göre ise sözcüğün doğru anlamı, şöyledir:
- “Lügat ehli, bu sözcüğün hem “anadan kör” hem de “sonradan kör” anlamında olduğunu söylemiştir.
- Süveyd ve İbn-i Siyde’nin şiirlerinde bu sözcük, “Havanın tozlanması nedeniyle güneşin net olarak görülememesi” anlamında kullanılmıştır. (Şiirlerin asılları mevcuttur. Kabul edilmesi gereken de bu anlamdır)
- Bu sözcük, aklını sonradan kaybedenler için de kullanılmıştır.
- İbn-i Arabi, bu sözcüğün “gündüz görüp, gece görmeyen” anlamında olduğunu söylemiştir.
- Ebu-l hesiym, bu sözcük, “iyi göremeyip yolda debelenen; şaşıran ve tededdüt eden” anlamında olduğunu söylemiştir.
Böyle olunca, “ الاكمهEkmeh” sözcüğü, katarakt, trahom vs. gibi sonradan arız olan göz hastalıklarının adıdır. İsa peygamber de bunların hekimliğini yapmıştır.
البرص- الأبرص- الأبرضBARS- ABRAS- ABRAD
Kadim lügatlara[15] göre “ برصBars” sözcüğünün öz anlamı, “karışık renk: bir nokta kırmızı, diğer nokta siyah vs” demektir. Ki atın renklerinin içinde el ayası kadar beyaz noktanın varlığı”ndan gelmedir.
Bu “ برصbars” sözcüğü, beden üzerinde görülen beyaz lekelerden oluşan hastalığına (abraş/alaca) da ad olmuştur.
Kur’an’da Abraş, alaca anlamı verilen “ برصBars” sözcüğü geçmez. Kur’an’da (En’âm/49 ve Mâide/110) “ الأبرصEbras” sözcüğü geçer. Araplar bu sözcüğü “ سأمّ ابرصSammü Ebras” şeklinde kullanır. İki kelimeden oluşan bu ifade, tek bir isim kabul edilir; izafet ve çekime tabi olduğu kabul edilmez. Bu isim, bazen “ السامes-samm” bazen de “ الأبرصEbras” halinde tek tek de kullanılır.
Bu sözcüğün anlamı, “küçük başlı uzun kuyruklu büyük keler zehiri, akrep zehiri” demektir.
Kur’an’da geçen işte bu “ الأبرصEbras” sözcüğü, “keler zehiri, akrep zehiri” anlamındadır.
Maalesef, İsa peygambere mucize izafe edilebilmek için “ برصBARS” anlamı verilmiştir.
Kur’an’daki ifadeleri bu anlama alırsak, İsa peygamberin “keler ve akrep zehirlenmelerini tedavi ettiği” anlamı ortaya çıkar.
Bu sözcük, bilindiği üzere ilk Mushaflarda noktasızdı. Şimdi “ صSad” harfi olarak okuduğumuzu “ ضDad” harfi olarak da okumak mümkündü. Biz, bir de bu “ الأبرصEBRAS” sözcüğünü muhtemel anlam olan “ الأبرضEBRAD” olarak da ele alalım.
Kadim muteber lügatlara[16] göre “ الأبرضEbrada” sözcüğünün anlamı “azlık”tan gelir. Ki Araplar bağlarında bahçelerinde ektikleri tohumlardan önce topraktan çıkan, tarıma zararlı olacak, ayıklanması gereken kamış, dikenli ot, vs. gibi yabani otlara “ ألأبرضebrad” derler.
Sözcüğü, muhtemel bu kıraat üzerinden ele alırsak İsa peygamberin “bağlarda, bahçelerde, tarlalarda ekip dikilen bitkilere zarar verecek bitkileri uzaklaştırdığı, bunun ilmini öğrenmiş olduğu anlaşılır.
Bu paragrafta Îsâ’nın İsrâîloğulları’na, Ölüleri Allah’ın izniyle diriltirim diyeceği, Îsâ doğmadan evvel Meryem’e bildirilmiştir. Burada Îsâ’nın ölüleri diriltmesi, hakiki anlamda anlaşılarak bu konuda birçok menkıbe ortaya atılmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir:
Çevredekiler bunu görünce Îsâ’ya, “Sen, ölümünün üzerinde fazla zaman geçmemiş kimseleri diriltiyorsun. Belki de bunlar ölmemişlerdi, geçici bir sekteye yakalanmışlardı. O bakımdan sen bize Hz. Nûh’un oğlu Sâm’ı dirilt” dediler. Îsâ onlara, “Bana onun kabrini gösterin” dedi. Daha sonra Hz. Îsâ ve o’nunla birlikte bir topluluk yola koyuldular. Nihâyet onun kabrinin yanına vardılar. Hz. Îsâ Yüce Allah’a dua etti, o da kabrinden saçları ağarmış olarak çıktı. Hz. Îsâ ona, “Sizin döneminizde saç ağarması diye bir şey yoktu. Nasıl oldu da saçların ağardı?” diye sorunca, “Ey Allah’ın rûhu!” dedi, “Sen beni çağırınca ben, ‘Allah’ın rûhuna icâbet et’ diyen bir ses işitim. Kıyâmetin koptuğunu zannettim, işte bunun dehşetinden olacak saçlarım ağardı.” Hz. Îsâ ona, rûhun nasıl kabzedildiğini sordu, şu cevabı verdi: “Ey Allah’ın rûhu! Rûhun kabzedilmesinin acısı hançeremden gitmiş değildir.”
Oysa ölümünün üzerinden 4.000 yıldan fazla bir zaman geçmişti. Çevresindekilere de, “Onu tasdik edin, bu bir peygamberdir” dedi. Bir kısmı Hz. Îsâ’ya iman etti, bir kısmı da o’nu yalanlayarak, “Bu bir büyüdür” dedi.[17]
Kelbî, Hz. Îsâ’nın ölüleri, “Tâ-Hâyy, yâ Kayyûm!..” diyerek dirilttiğini; dostu olan Azer’i böylece dirilttiğini, Sâm ibn Nûh’u kabrinden çağırdığını, onun da diri olarak kabrinden çıktığını, sonra bir ihtiyarın, o anda ölmüş olan oğluna uğradığını, o’nun hemen Allah’a duâ ettiğini, onun da diri olarak tabutundan çıkıp, çoluk çocuğunun yanına döndüğünü söylemiştir.[18]
Kur’ân’ın birçok âyetinde, “ölü” ifadesi, gerçek ölü anlamında değil, “yaşayan ölü” [manevî açıdan ölü] anlamında kullanılmıştır:
80Şüphesiz ki sen, ölülere dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçtıkları zaman sağırlara da çağrıyı işittiremezsin.
(Neml/80)
22Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, her dilediğine/dileyene işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin. 23Sen sadece bir uyarıcısın.
(Fâtır/22)
122Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nûr verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte, kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere yapmakta oldukları böyle ‘süslü ve çekici’ gösterilmiştir.
(En‘âm/122)
Bu âyetlerdeki “ölü” ifadesi, rahatlıkla anlaşılabileceği gibi, manevî açıdan ölü; şirke ve küfre batmış, akıl ve vicdanını yitirmiş kimseler için kullanılmıştır.
Bu arada Kur’ân’ın bu ölüleri diriltmek için gönderildiği ve rûh olduğu da hatırlanmalıdır:
52,53İşte böylece Biz, sana da Kendi emrimizden/Kendi işimizden olan ruhu/ Kur’ân’ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nûr/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar Kendisi için olan Allah’ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın, bütün işler yalnız Allah’a döner.
(Şûrâ/52-53)
Bu bilgilerden sonra şimdi şu âyete dikkat edelim:
24Ey iman etmiş kimseler! Elçi sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah’a ve Elçi’ye karşılık verin. Ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Ve siz, kesinkes O’nun huzurunda toplanacaksınız.
(Enfâl/24)
Demek oluyor ki Îsâ peygamberin getirdiği, topluma ulaştırdığı vahiyler de manevî hayatın kaynağı olup manen ölü olan insanların dirilmelerini temin etmiştir.
KUŞ YARATMA
Pasajdaki ‘Şu bir gerçek ki, ben size Rabbinizden bir alâmet /gösterge getirdim/ gösterge ile geldim; şüphesiz ben, sizin için, çamurdan; kilden; seramikten kuş şekli gibi bir şey; “buhurdan (tütsülük”) tasarlarım. Sonra onun içine üflerim; aerosol oluştururum da Allah’ın izniyle hastalık yapan şeyler kuş oluverir/uçar gider” ifadeleriyle İsa peygamberin israiloğullarına gönderilişi ve gönderiliş nedenleri açıklanıyor. Musa ve Harun peygamberler, hem israiloğullarına vahyi, tevhidi öğretmek hem de israiloğullarını Mısırdaki esaretten kurtarmak için gönderilmişlerdi. Buradaki pasajda İsa peygamberin vahyi tebliğ etmesiyle birlikte israiloğullarını salgın halde kuşatmış olan hastalıklardan kurtarmak, onlara karşı önceden önlem almak ve onlara rahat bir geçim sağlamak için; koruyucu hekimlik, göz hekimliği cilt hekimliği ve sağlıklı gıda tüketimi ve konserve, turşu, pekmez, salamura yapımı, arpa, buğday, kuru bakliyat stoklaması ve bunların nem ve haşereden korunmasının öğretilmesi gibi görevlerle gönderildiği özet olarak açıklanmaktadır.
Bizim “şüphesiz ben, sizin için, çamurdan; kilden; seramikten kuş şekli gibi bir şey; “buhurdan (tütsülük”) tasarlarım” diye çevirdiğimiz ayetteki “tasarlarım” fiilinin tümleci ayetin orijinalinde yer almamış bu paragrafın söz akışı içinde okurun takdirine bırakılmıştır. Ayette “kuş figürü” kuş maketi” yaparım denilmeyip “kuş şekli, kuş figürü, kuş maketi gibi bir şey” yaparım denilmektedir. Ki burada İsa’nın kuş şeklinde kilden buhurdanlık yapıp, içerisine koyduğu baharata (…….) üfleyerek, çıkan duman ve koku ile sivrisinek, karasinek gibi göz hastalığı vs.ye neden olan böcekleri çevreden uzaklaştırdığı açıklanmaktadır. Bu gün mevcut olan seramik buhurdanların çoğunun kuş şeklinde olduğu aşikardır.
Yine ayette “feyekünü (oluverir)” fiilinin öznesi de yer almamış bu da söz akışından anlaşılmaya bırakılmıştır.
Ayetlerin lafzi manalarından anlaşılan bu gerçekler yakın zamanda deşifre edilen Esseniler’e ait Kumran yazıtlarıyla da teyit edilmektedir.[19]
Kuş yaratmanın doğru anlaşılabilmesi için, “halq” fiilinin anlamının doğru bir şekilde tesbit edilmesi gerekir:
خلق [halq] sözcüğünün esas anlamı, “takdir”dir [ayarlama, ölçülendirme, biçimlendirmedir]. Arap dilinde, “örneksiz olarak, taklit olmayarak yapmak”tır. Ebû Bekr ibn el-Enbari, “Halq sözcüğü Arap dilinde, ‘inşa ve takdir’ anlamlarında olmak üzere iki vecihte kullanılır” der.[20]
Halq fiili Kur’ân’da (örneğin Bakara/21, 29; Fecr/8; Mü’minûn/14; Şu‘arâ/137; Ankebût/17; Sâd/7), “takdir etme, biçimlendirme, ayarlama, şekil verme, uydurma” anlamlarında kullanılmıştır.
Şu iki âyet, خلَق[halq] fiilinin “takdir” anlamında olduğunu kabule yetecektir:
110Hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Senin üzerinde ve annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben, seni Allah’ın vahyi ile güçlendirmiştim. Yüksek mevkide olan biri olarak ve yetişkin biri olarak insanlara konuşuyordun. Hani sana Kitabı, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri, Tevrât’ı ve İncîl’i öğretmiştim.
Hani Benim iznimle/ bilgimle çamurdan; kilden (seramikten) kuş şekli gibi bir şey (Buhurdan) yapıyordun. Sonra da onun içine üflüyordun; aerosol oluşturuyordun, onlar da (hastalık yayan; aşılayan haşereler) Benim iznimle kuş oluveriyordu/çabucak gidiyorlardı. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle/ bilgimle iyileştiriyordun. Yine Benim iznimle/ bilgimle sosyal ölüleri çıkarıyordun/ canlandırıyordun. Ve hani İsrâîloğulları’na apaçık kanıtlarla gelip de onlardan Allah’ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayanların: “Bu, ancak apaçık bir sihirdir” dedikleri zaman seni onlardan korumuştum.
(Mâide/110)
6-13Âd toplumuna, sütunların sahibi İrem’e –ki, beldeler içinde bir benzeri oluşturulmamıştı–, vadilerde kayaları kesen Semûd toplumuna, o kazıkların sahibi; muhteşem orduları olan/ görülmemiş işkenceler eden Firavun’a Rabbinin ne yaptığını görmedin mi/düşünmedin mi? Onlar ki, o ülkelerde azıtmışlardı. Dolayısıyla da oralarda bozgunculuğu çoğaltmışlardı. Onun için de Rabbin üzerlerine azap kamçısı yağdırdı.
(Fecr/6-13)
Bu açıklamalardan sonra âyetteki, Ben, çamurdan kuş görünümünde bir şey yapar, ona üflerim de Allah’ın izniyle o kuş oluverir ifadesini, Îsâ peygamberin topraktan bir nesne tasarlayıp, bunu hava basıncı ile uçurduğu anlaşılmaktadır. Bu iş, o güne göre bir mucizedir.
Îsâ’nın, “Allah’ın izniyle” demesi, kendisinin ilâh olduğu yanılgısını ortadan kaldırmak içindir.
İsa’nın şifacılığı ve zahireciliği (Gaybı bilmesi)
Ayetler metne sadakatle çevrildiği zaman görülecektir ki burada İSA peygamberin İsrail oğullarına gönderilişi ve gönderiliş nedenleri açıklanıyor. Musa ve Harun peygamberler, hem İsrail oğullarına vahyi, tevhidi öğretmek hem de onları Mısırdaki esaretten kurtarmak için gönderilmişlerdi. Buradaki pasajda İsa peygamberin vahyi tebliğ etmesiyle birlikte İsrail oğullarını salgın halde kuşatmış olan hastalıklardan kurtarmak, onlara karşı önceden önlem almak ve onlara rahat bir geçim sağlamak için; koruyucu hekimlik, göz hekimliği cilt hekimliği ve sağlıklı gıda tüketimi ve konserve, turşu, pekmez, salamura yapımı, arpa, buğday, kuru bakliyat stoklaması ve bunların nem ve haşereden korunmasının öğretilmesi gibi görevlerle gönderildiği özet olarak açıklanmaktadır.
Ayetlerin lâfzî manalarından anlaşılan bu gerçekler yakın zamanda deşifre edilen Esseniler’e ait Kumran yazıtlarıyla da teyit edilmektedir.
Ayetteki “Size yasaklanmış olanların bir kısmını serbest edeceğim” ifadesiyle de Yahudilerin kendi kendine haramlaştırdığı şeyleri ortadan kaldıracağını, işin doğrusunu ortaya koyacağını ifade etmektedir. Bunu iki açıdan ele alabiliriz:
— Dikkat edilirse burada “Tevrat’ta size yasaklanmış olanların bir kısmını serbest edeceğim” dememiştir. İfadede “Tevrat’ta” ifadesi yoktur. Bu demektir ki İsrail oğullarının haramlaştırdıkları şeyler kendi ileri gelenlerinin haramlaştırdığı şeylerdir. Burada Tevrat’tan hüküm kaldırma vs. gibi bir şey söz konusu değildir.
— Normalde haram olmamasına rağmen İsrail oğullarına ceza olsun diye konulmuş yasakların varlığı da bir gerçektir. İsa peygamber ile bu cezalar ortadan kalkmaktadır.
160,161Sonra da Yahudileşen kimselerden olan haksız davranışlar, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde riba almaları [emeksiz, hizmetsiz, risksiz kazanç sağlamaları] ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve Yahudileşenlerden Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini örtmüş olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.
(Nisa/ 160, 161)
Bu konu Îsâ peygamberin hayatını anlatan kaynaklarda ifade edildiğine göre, Îsâ, İncîl’de yer alan Tevrât hükümlerini tasdik etmiş, gerisini toz-kir kabul edip atmıştır:
Kutsal Yasa’yı ya da peygamberlerin sözlerini geçersiz kılmak için geldiğimi sanmayın. Ben geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldim.[21]
Bundan sonra Îsâ halka ve öğrencilerine şöyle seslendi: “Din bilginleri ve Ferisiler Mûsâ’nın kürsüsünde otururlar. Bu nedenle size söylediklerinin tümünü yapın ve yerine getirin, ama onların yaptıklarını yapmayın. Çünkü söyledikleri şeyleri kendileri yapmazlar. Ağır ve taşınması güç yükleri bağlayıp başkalarının omuzlarına koyarlar da, kendileri bu yükleri taşımak için parmaklarını bile kıpırdatmak istemezler. Yaptıklarının tümünü gösteriş için yaparlar. Örneğin, muskalarını büyük, giysilerinin püsküllerini uzun yaparlar. Şölenlerde baş köşeye, havralarda en seçkin yerlere kurulmaya bayılırlar. Meydanlarda selâmlanmaktan ve insanların kendilerini ‘Rabbî’ diye çağırmalarından zevk duyarlar.”[22]
Allah, Kur’an ile de Yahûdilerin kendilerine haram kıldıkları ve onlara konulmuş cezaları kaldırmış, eski hükümlerin bazılarını neshetmiştir:
156,157Allah diyor ki: “Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah’ın koruması altına girenlere, zekâtını; vergisini verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl’de yazılmış bulacakları Anakentli/ Mekkeli Peygamber, o Elçi’ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O’na iman eden, O’na kuvvetle saygı gösteren, O’na yardımcı olan ve O’nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”
(A‘râf/157)
47Meryem: “Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim için çocuk nasıl olur?” dedi. Allah: “Öyledir! Allah dilediği şeyi oluşturur; O, bir işe karar verdiği zaman onun için “Ol!” der, o da hemen olur” dedi.
Bu âyet, anlam itibariyle buraya uygun olduğundan burada tertip ettik.
Meryem, Ey Meryem! Allah seni, kendisinden bir kelimeyle müjdeliyor. Onun adı, Meryem oğlu Îsâ Mesih’tir mesajını alınca şaşırmış, Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim için çocuk nasıl olur? diye sormuş, Allah da, Öyledir! Allah dilediği şeyi yaratır; O, bir işe karar verdiği zaman onun için ‘Ol!’ der, o da hemen olur cevabını vermiştir.
Bu olay, Meryem sûresi’nde şöyle nakledilmişti:
19Elçi/Zekeriyyâ: “Ben sadece, sana tertemiz bir delikanlı bağışlamam/bağışlamak için, Rabbinin elçisiyim” dedi.
20Meryem: “Benim nasıl delikanlım olabilir? Bana hiçbir beşer dokunmamıştır. Ben bir yasa tanımaz/iffetsiz biri de değilim” dedi.
21Elçi: “Öyledir! Rabbin buyurdu ki: Babasız çocuk vermek, Bana pek kolaydır. Hem Biz, onu nezdimizden insanlara bir alâmet/gösterge ve rahmet yapacağız.” Ve o gerçekleştirilmiş bir iş oldu.
22Sonunda Meryem/delikanlıya gebe kaldı. Sonra da O’nunla uzak bir yere kaçtı gitti.
(Meryem/19-22)
52,53Sonra Îsâ, onlardan küfrü: Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmeyi sezince: “Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?” dedi. Havariler: “Allah’ın yardımcıları biziz, biz Allah’a iman ettik, bizim şüphesiz müslimler olduğumuza tanık ol. –Rabbimiz! Biz, senin indirdiğine iman ettik, elçiye de uyduk. Artık bizi şâhitlerle beraber yaz”– dediler.
54Ve inanmayanlar kötü plân yaptılar, Allah da onların kötü plânlarını boşa çıkardı. Ve Allah, kötü plânları boşa çıkaranların en hayırlısıdır.
55-57Hani Allah: “Ey Îsâ! Şüphesiz ki Ben seni geçmişte yaptıklarını ve yapman gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırıcıyım/öldürücüyüm, seni Kendime yükselticiyim ve seni kâfirlerden; Benim ilâhlığımı ve rabliğimi bilerek reddeden kimselerden temizleyiciyim. Ve de sana uyan kimseleri, kıyâmete kadar kâfirlerin; Benim ilâhlığımı, rabliğimi bilerek reddeden o kişilerin üstünde tutucuyum. Sonra dönüşünüz yalnızca Bana’dır. Sonra da ayrılığa düştüğünüz şeylerde aranızda hükmedeceğim. Kâfirlere; Benim ilâhlığımı ve rabliğimi bilerek reddeden şu kimselere gelince de, onlara dünyada ve âhirette şiddetli bir azapla azap edeceğim. Onlar için yardımcılardan bir şey de olmayacaktır. İman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimselere gelince de, Allah, onların ödüllerini tastamam ödeyecektir. Ve Allah, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları sevmez” demişti.
58İşte bu, Biz bunu sana, âyetlerden ve yasalar içeren hatırlatmalardan/ öğütlerden/ Kur’ân’dan okuyoruz.
Bu âyetlerde Îsâ peygamberin hayatından bir kesit nakledilerek Hristiyanların, özellikle de Necrân heyetinin, Îsâ’nın ilâhlığı ile ilgili sapık inançları reddedilmektedir. Ayrıca Rasûlullah motive edilmektedir. Âyette verilen bilgiler şöyle özetlenebilir: Îsâ, inkârcıların düşmanlığını sezer. Yakın çevresine, “Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?” diye sorar. Havariler, “Allah’ın yardımcıları biziz; biz, Allah’a iman ettik, bizim şüphesiz müslimler olduğumuza tanık ol” diye Îsâ’ya teminat verirler ve “Rabbimiz! Biz senin indirdiğine iman ettik, Elçi’ye de uyduk. Artık bizi şahitlerle beraber yaz” diyerek Allah’a niyazda bulunurlar.
Bu safha başka bir âyette şöyle nakledilir:
14Ey iman etmiş kişiler! Allah’ın yardımcıları olun; nitekim Meryem oğlu Îsâ, havarilere: “Allah’a benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler: “Allah’ın yardımcıları biziz” dediler. Sonra İsrâîloğulları’ndan bir zümre inandı, bir zümre inanmadı. Sonra da Biz, inanmış kimseleri, düşmanlarına karşı güçlendirdik de onlar üstün geldiler.
(Saff/14)
Bu arada kinci Yahûdiler Îsâ’yı ortadan kaldırmak için plan kurmakta, Allah da plan kurmaktadır [onların planını boşa çıkaracak olayları yaratmaktadır]. Ayrıca Îsâ’ya, Ey Îsâ! Şüphesiz ki Ben seni vefat ettiriciyim, seni Kendime yükselticiyim ve seni inkârcılardan temizleyiciyim. Ve de sana uyan kimseleri, kıyâmete kadar o küfretmiş olan kişilerin üstünde tutucuyum. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır. Sonra da ayrılığa düştüğünüz şeylerde aranızda hükmedeceğim. Şu inkâr eden kimselere gelince de, onlara dünyada ve âhirette şiddetli bir azapla azap edeceğim. Onlar için yardımcılardan bir şey de olmayacaktır. İman eden ve sâlihâtı işleyen kimselere gelince de, O [Allah], onların ödüllerini tastamam ödeyecektir. Ve Allah, zâlimleri sevmez diye güvence vermektedir. Yani, bu sırada Îsâ ölmeyecektir. Onun daha yapacağı işler vardır.
Geçmişe ait verilen bu bilgilerle, Rasûlullah’a da güvence verilmekte; o’na zımnen, “Senin de yapacağın işler vardır” denilmektedir.
- âyetteki, Allah da kötü plan yaptı [onların kötü planlarını boşa çıkardı]. Ve Allah, plancıların [kötü planları boşa çıkaranların] en hayırlısıdır ifadesi, Nisâ sûresi’nde açığa kavuşturulmuştur:
NİSA 155 – 158 İşte şöyle: Onların kendi sözlerini bozmaları, Allah’ın ayetlerine inanmamaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz kılıflıdır/ bir şey işlemez” demeleri – aksine Allah, küfretmeleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeleri nedeniyle kalplerine damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar- Allah’ın ilâhlığına ve rabliğine inanmamaları ve Meryem’in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri ve “Biz, Allah’ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ’yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle Allah onları dışlamış/ rahmetinden mahrum bırakmıştır. Oysa O’nu öldürmediler ve o’na sert davranmadılar. Ama onlar için, Îsâ, benzetildi. Gerçekten o’nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir yetersiz bilgi içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. O’nu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah o’nu, Kendine yükseltti/ derecesini artırdı. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
Âyetteki, Oysa o’nu öldürmediler ve o’nu asmadılar. Ama onlara o, benzetildi ifadesinden anlaşıldığına göre havarilerden biri, Îsâ rolünü üstlenip, Allah yolunda canını feda etmiştir.
Kurtubî’nin nakline göre bu konuyu ed-Dahhâk şöyle izah etmiştir:
ed-Dahhâk der ki: Olay şöyle olmuştur: Hz. Îsâ’yı öldürmek istediklerinde, Havariler 12 kişi oldukları hâlde bir odada toplandılar. Hz. Îsâ, odanın havalandırma deliğinden yanlarına geldi. İblis de Yahûdi topluluklarını durumdan haberdar edince 4.000 kişi bineklerine bindiler ve odanın kapısını tuttular. Hz. Mesih Havarilere, “Hanginiz cennette benimle birlikte olmak karşılığında ölümü göze alabilir?” dedi. Onlardan biri, “Ben ey Allah’ın peygamberi” dedi. Bunun üzerine Hz. Îsâ yünden yapılmış abasını ve yünden bir sarığı üzerine attı, sopasını ona teslim etti. Bu kişi Hz. Îsâ’nın sûretine benzetildi. Yahûdilere karşı çıkınca onu öldürdüler, daha sonra çarmıha gerdiler.[23]
HAVARİLER KİMLERDİR?
Kaynaklarda[24] havâri/havâriyyun sözcüğüyle ilgili, “Onlara bu isim elbiselerinin beyazlığı dolayısıyla verilmiştir”; “Bunlar avcı kimselerdi”; “Bunlar elbise beyazlatıcıları idiler”; “Elbiseleri beyazlattıklarından dolayı onlara bu isim verilmiştir”; “Bunlar elbise temizleyicisi, ağartıcısı ve boyacısı idiler”; “Bunlar peygamberlerin has adamları olduklarından dolayı bu adı aldılar” tarzında iddialar bulunsa da, âyetlerden anlaşıldığına göre bunlar Îsâ peygamberin en yakın arkadaşları ve yardımcılarıdır.
Âyetteki, Şüphesiz ki Ben seni vefat ettiriciyim ifadesi, Îsâ’nın da diğer insanlar gibi öleceğinin, canının alınacağının beyanıdır. En‘âm sûresi’nin sonunda, “Vefat” başlığı altında detaylı bir tahlilde[25] ifade ettiğimiz gibi “vefat”, ölüm değil, “ölüm öncesi, insanın tüm yaptıklarını tastamam, noksansızca hatırlaması”dır. Burada Îsâ’nın da her kul gibi bu yoldan geçeceği vurgulanmıştır.
Âyetteki, Seni Kendime yükselticiyim ifadesi, Îsâ’nın Allah katında derecesinin yüksek olacağının beyanıdır. Burada göğe çıkmaktan, Allah’ın yanına varmaktan bahsedilmemektedir. Aynı ifade Nisâ sûresi’nde de geçmektedir:
NİSA 155 – 158 İşte şöyle: Onların kendi sözlerini bozmaları, Allah’ın ayetlerine inanmamaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz kılıflıdır/ bir şey işlemez” demeleri – aksine Allah, küfretmeleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeleri nedeniyle kalplerine damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar- Allah’ın ilâhlığına ve rabliğine inanmamaları ve Meryem’in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri ve “Biz, Allah’ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ’yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle Allah onları dışlamış/ rahmetinden mahrum bırakmıştır. Oysa O’nu öldürmediler ve o’na sert davranmadılar. Ama onlar için, Îsâ, benzetildi. Gerçekten o’nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir yetersiz bilgi içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. O’nu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah o’nu, Kendine yükseltti/ derecesini artırdı. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
(Nisâ/157-158)
Burada da Îsâ’yı öldürmedikleri, o’nun derecesinin artırıldığı ifade edilmektedir. Buradaki “yükseltme”nin iyi anlaşılabilmesi için şu âyetlere dikkat edilmesi gerekir:
176Ve eğer Biz, dileseydik onu o âyetlerle yüceltirdik, ama o alçaklığa saplandı kaldı ve tutkusuna uydu. Artık onun durumu, üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumuna benzer. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. O nedenle sen iyice düşünsünler diye bu kıssayı iyice anlat.
(A‘râf/176)
11Ey iman etmiş kimseler! Size: “Meclislerde yer açın/başkalarına da katılım hakkı tanıyın” denilince hemen yer açıverin ki Allah da yer açsın/size genişlik versin. Ve size: “Kendinizi olduğunuzdan daha büyük gösterin” denilince de kendinizi olduğunuzdan daha büyük gösterin. Böylece Allah, sizden inanmış olan kimseleri ve kendilerine bilgi verilenleri derecelerle yükseltsin. Ve Allah, yaptıklarınıza iyice haberi olandır.
(Mücâdele/11)
56Ve Kitap’ta İdris’i an/hatırlat. Şüphesiz O, özü-sözü doğru biriydi, bir peygamberdi. 57Ve Biz O’nu yüce bir mekâna yükselttik.
(Meryem/56-57)
Bu âyetlerde konu edilen insanların yükseltilmesi, maddî yükseltme değil, derece yükseltilmesi, kıymetlerinin artırılmasıdır. Allah’ın bir sıfatı da “refiyyu’d-derecât”tır [dereceleri yükseltendir]:
15O, dereceleri yükseltendir, en büyük tahtın/en yüksek mevkiin sahibidir: O, buluşma günü hakkında uyarmak için Kendi emrinden/ Kendi işinden olan vahyi kullarından dilediğine bırakır.
(Mü’min/15)
Ayrıca yukarıda 46. âyette geçen ve “beşik” olarak çevirilen el-mehdi sözcüğünün, “el-mühdi” şeklinde okunmasıyla âyetin anlamın şöyle olacağını beyân etmiştik: Ve yüksek bir mevkide bulunarak, yetişkin biri olarak insanlarla konuşacak ve o sâlihlerdendir. Ayrıca Bakara/253; En‘âm/83, 165; Zuhruf/32, İnşirah/4, Yûsuf/86’ya da bakılabilir.
59Şüphesiz Allah katında Îsâ’nın durumu, Âdem’in/her insanın durumu gibidir; O, onu topraktan oluşturdu, sonra ona “Ol!” dedi, o da hemen oldu.
60Bu gerçek, senin Rabbindendir, öyleyse şüphecilerden olma. 61Sana bilgiden geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışırsa hemen: “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da birbirimizi dışlayıp gözden çıkaralım da Allah’ın dışlayıp gözden çıkarmasını yalancılar üzerine kılalım” de.
62Şüphesiz bu, kesinlikle gerçek kıssanın ta kendisidir. Allah’tan başka hiçbir tanrı da yoktur. Ve şüphesiz Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapanın ta kendisidir.
63Artık yüz çevirirlerse, bilinsin ki Allah, bozguncuları en iyi bilendir.
Bu âyetlerde, Ehl-i Kitaba, özellikle de Necrân heyetine karşı Îsâ’nın gerçek konumu hakkında son nokta konulmaktadır: Şüphesiz Allah katında Îsâ’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir; O, onu topraktan yarattı, sonra ona “ol!” dedi, o da hemen oldu.
Bu açıklamaların amacı, Hristiyanların yanlış inançlarını tashih etmektir. Buradaki benzetme ile, Îsâ’nın da Âdem gibi maddeden yaratıldığı ifade edilmekte; yaratılış açısından Îsâ’nın diğer insanlardan bir farkının bulunmadığı, dolayısıyla ilâh, rabb ve Allah’ın oğlu olmadığı bildirilmekte, ardından da bu hususta inatlaşanlara meydan okunmaktadır: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da lânetleşelim de Allah’ın lânetini yalancılar üzerine kılalım.
Bu lânetleşme hakkında kaynaklarda şu bilgiler verilmiştir:
Rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a), Necrân Hristiyanlarına deliller getirip, onlar da cehâlet ve inkârlarında ısrar edince, Hz. Peygamber (s.a), onlara, “Eğer getirdiğim delilleri kabul etmezseniz, şunu biliniz ki, Cenâb-ı Hakk bana, sizinle lânetleşmemi emretmiştir” dedi. Bunun üzerine onlar, “Ey Ebu’l-Kâsım! Hele bir dur da, arkadaşlarımızın yanına varıp bu hususu aramızda konuştuktan sonra tekrar sana gelelim” dediler. Gidip arkadaşlarıyla görüştüklerinde kraldan sonra gelen ve içlerinde söz sahibi olan kimseye, “Ey Abdu’l-Mesih! Söyle bakalım ne dersin?” dediler. Bunun üzerine o, “Ey Hristiyan topluluğu! Allah’a yemin ederim ki, siz Muhammed’in gönderilmiş bir peygamber olduğunu anladınız. Yine o’nun, sizin sahibiniz [Hz. Îsâ] hakkında hakk olan sözü ve görüşü getirdiğine de yemin ederim. Yine Allah’a yemin ederim ki, herhangi bir peygamberle lânetleşmeye giren topluluğun ne yaşlısı sağ kalır, ne çocukları büyür [hepsi mahvolur[. Yine yemin ederim ki, eğer siz bu işe girişirseniz, sizin soyunuz ve nesliniz kurur ve tükenir. Ama, bundan kaçınır, dininiz üzere yaşamaya devam eder ve bulunduğunuz hâli sürdürmeye devam ederseniz, o adamla [Hz. Muhammed] anlaşın ve memleketlerinize geri dönün!..” dedi.
Bu esnada, Hz. Peygamber (s.a) de, üzerinde siyah kıldan bir örtü, futa olduğu hâlde evinden dışarı çıkmıştı.. Hz. Hüseyn’i kucağına almış, Hz. Hasan’ın da elinden tutmuş, Hz. Fâtıma Hz. Peygamber’in, Hz. Ali de Hz. Fâtıma’nın peşindeydi… Hz. Peygamber şöyle diyordu: “Ben duâ ettiğim zaman, siz âmin! deyin.” Bunun üzerine Necrân’ın piskoposu, “Ey Hristiyanlar! Ben karşımda öylesine yüzler görüyorum ki, onlar Allah’tan, bir dağı yerinden oynatıp yok etmesini isteseler, muhakkak ki Allah o dağı yerinden götürür. Binâenaleyh, lânetleşmeyin, aksi hâlde helâk olur, yok olursunuz.. Ve yeryüzünde, kıyâmete kadar tek bir Hristiyan kalmaz” dedi. Hristiyanlar, “Ey Ebu’l-Kâsım! Biz seninle lânetleşmemeye ve dinin hususunda sana müdahale etmemeye karar verdik” dediler. Hz. Peygamber (s.a) de, “Lânetleşmediğinize göre Müslüman olunuz… Böylece de, Müslümanların lehine olan sizin de lehinize, aleyhlerine olan sizin de aleyhinize olur” deyince, onlar bunu kabul etmediler, direttiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “En kısa zamanda sizinle savaşıp işinizi bitireceğim” deyince, onlar, “Bizim, Araplarla savaşacak gücümüz yok. Fakat sana, 1.000’i Safer 1.000’i de Receb ayında olmak üzere, 2.000 takım elbise ile, demirden yapılmış normal 30 zırh vermek üzere bizimle savaşmaman ve bizi dinimizde serbest bırakman konusunda seninle anlaşma yapmak istiyoruz” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlarla, bu şartlar altında anlaşma yaptı ve şöyle dedi: “Canımı kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, helâk o Necrânlılara öylesine yaklaşmıştı ki… Eğer onlar lânetleşmeye girmiş olsalardı, maymunlar ve domuzlar hâline getirilecekler, bu vâdi ateş olup onları yakacak ve Allah Necrân ve halkının kökünü kurutacaktı. Ağaçların tepelerinde kuşları bile… Bir yıla kalmayacak bütün Hristiyanlar helâk olacaklardı.” Yine Hz. Peygamber’in (s.a) siyah futa içinde evinden çıkıp, Hz. Hasan’ı, Hz. Hüseyin’i, Hz. Fâtıma ve Hz. Ali’yi (r.a) futanın içine soktuğu, sonra da, Ey ehl-i beyt! Allah sizden her türlü kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler (Ahzâb/33) âyetini okuduğu rivâyet edilmiştir. Bil ki bu rivâyet, gerek tefsir gerekse hadis âlimleri arasında, sıhhati konusunda âdeta üzerinde ittifak edilmiş gibidir.[26]
Paragrafın sonunda da, Şüphesiz bu, kesinlikle gerçek kıssanın ta kendisidir. Allah’tan başka hiç bir tanrı da yoktur. Ve şüphesiz Allah, azîz’in, hakîm’in ta kendisidir. Artık yüz çevirirlerse, bilinsin ki, Allah, bozguncuları en iyi bilendir buyurularak hakikati örtmeye çalışanlar ile vakit öldürülmemesi, onların Allah’a havale edilmesi istenmektedir.
64De ki: “Ey Kitap Ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze; ‘Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ın astlarından bazımız bazımızı rabler edinmeyelim’ ilkesine geliniz. Buna rağmen eğer Kitap Ehli, yüz çevirirlerse, artık “Şüphesiz bizim müslimler olduğumuza şâhit olun” deyin.
65Ey Kitap Ehli! Tevrât ve İncîl kendisinden sonra indirildiği hâlde İbrâhîm hakkında niçin tartışıyorsunuz? Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?
66İşte siz bunlarsınız. Biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız, peki, hiç bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz? Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz.
67İbrâhîm, Yahudi ve Nasrani/ Hristiyan değildi. Ama o, hakka dönmüş bir müslimdi/İslâmlaştıran kişiydi. O, ortak koşanlardan da değildi.
68Şüphesiz, insanların İbrâhîm’e en yakın olanları, elbette o’na uyanlar, bu Peygamber ve şu iman eden kimselerdir. Allah, mü’minlerin yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınıdır.
***
69Kitap Ehlinden bir taife sizi saptırmak istedi. Hâlbuki onlar, sadece kendilerini saptırıyorlar, farkına da varmıyorlar.
70Ey Kitap Ehli! Sizler tanık olup dururken, niçin Allah’ın âyetlerini bilerek reddedip duruyorsunuz?
71Ey Kitap Ehli! Sizler bilip dururken, niçin hakkı bâtıla karıştırıyor ve gerçeği gizliyorsunuz?
72-74Kitap Ehlinden bir grup da, mü’minlerin dönmeleri için, “İndirilene günün başlangıcında inanın, sonunda da bilerek reddedin /inanmayın. Ve size verilenin benzerinin bir kimseye verilmiş olduğuna yahut Rabbinizin nezdinde sizin aleyhinize deliller getirecekleri hususunda kendi dininize uyanlardan başkasına inanmayın” dediler. De ki: “Şüphesiz kılavuzluk, Allah’ın kılavuzluğudur.” De ki: “ Şüphesiz lütuf, Allah’ın elindedir, onu dilediğine verir. Ve Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, çok iyi bilendir. Rahmetini dilediğine özelleştirir. Ve Allah, büyük lütuf sahibidir.”
Bu âyet grubunda, Ehl-i Kitaptan, özellikle de Necrân heyetinden, bildiklerini gizlememeleri, sahip oldukları bilgiye göre amel etmeleri istenmektedir. Bunlar, Allah’ın geçmişte kitap indirdiğine, elçi gönderdiğine ve yine yapacağına inanıyorlardı. Ama kin ve kıskançlıkları sebebiyle gerçeği kabullenmiyorlardı. 72-74. âyetler ile onların gizli planları deşifre edilmiştir.
Bu pasajda yer alan teklifler, Rasûlullah tarafından o günün civar devletlerine mektuplar, elçiler gönderilerek iletilmiştir.
Bu pasajın ağırlık noktası, tevhiddir. Zira Ehl-i Kitap, peygamberlerini, bilginlerini rabb edinerek şirke bulaşmışlardı:
31Onlar, Allah’ın astlarından bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Îsâ’yı kendilerine rabler edindiler. Oysa onlar sadece bir tek olan ilâha kulluk etmekle emrolunmuşlardı. Allah’tan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, ortak koşanların ortak koştuğu şeylerden de arınıktır.
(Tevbe/31)
66Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât’ı, İncîl’i ve kendilerine Rablerinden indirilen Kur’ân’ı ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından [her yönden] besleneceklerdi. Onlardan bir kısmı orta yol tutan; bazısına inanıp bazısına inanmayan, inanmadığı hâlde inanmış gözüken önderli bir toplumdur. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür!
(Mâide/66)
113,114Hepsi bir değildirler. Kitap Ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir önderli topluluk vardır ki onlar, gecenin saatlerinde boyun eğip teslimiyet göstererek Allah’ın âyetlerini okurlar. Allah’a ve âhiret gününe inanırlar, herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emrederler, herkesçe kötülüğü kabul edilen şeylerden vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar, iyi insanlardandırlar.
(Âl-i İmrân/113-114)
Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır:
Bu âyet-i kerîme, hem Yahûdilerin, hem de Hristiyanların, İbrâhîm’in kendi dinleri üzere olduğunu iddia etmeleri üzerine nâzil olmuştur. Yüce Allah onları, Yahûdiliğin ve Hristiyanlığın İbrâhîm’den sonra ortaya çıktığını belirterek yalanlamaktadır. İşte yüce Allah’ın, Hâlbuki Tevrât da İncîl de ancak o’ndan sonra indirilmiştir buyruğu bunu ifade etmektedir.
Bu âyet-i kerîme Mu‘âz b. Cebel, Huzeyfe b. el-Yemân ve Ammâr b. Yâsir’i, Nadîroğulları ile Kurayza ve Kaynukaoğulları’na mensup Yahûdilerin kendi dinlerine çağırmaları üzerine nâzil oldu. Bu âyet-i kerîme yüce Allah’ın, Kitap Ehlinden pek çok kimse hakk kendilerine besbelli olmuşken rûhlarında yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra kâfirler olarak geri döndürmek isterler… (Bakara/109) âyetine benzemektedir.[27]
75Ve Kitap Ehlinden öylesi vardır ki, eğer onlara yüklerle emanet teslim etsen onu sana geri öder. Onlardan öyleleri de vardır ki ona bir tek altın para emanet etsen, üzerine dikilmeden onu sana geri vermez. Bu, onların: “Ümmilerin/Anakentlilerin bizim aleyhimize yol bulmaları mümkün değildir” demelerinden dolayıdır. Onlar, bilip durdukları hâlde, Allah hakkında yalan da söylerler.
76Hayır, kim O’nun ahdine/ O’na verdiği söze vefalı olursa ve Allah’ın koruması altına girerse, bilsin ki şüphesiz Allah, Kendisinin koruması altına girmiş kişileri sever.
77Şüphesiz Allah’ın ahdini/Allah’a verdikleri sözleri ve yeminlerini az bir paraya satan şu kimseler; işte onlar, âhirette kendilerine hiçbir pay olmayanlardır. Ve Allah kıyâmet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Çok acıklı azap da onlar içindir.
78Ve Kitap Ehlinden, bazı söz ve ilkeleri, kitaptan olmamasına rağmen, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip büken akılsız, serseri bir gurup vardır. O, Allah katından olmadığı hâlde, “Bu, Allah katındandır” derler. Kendileri bilip dururken, Allah’a karşı yalan da söylerler.
79Allah’ın ölümlü kimselerden, kendisine kitap, yasama-yürütme ve peygamberlik verdiği hiçbir kimse için, insanlara: “Allah’ın astlarından olan bana, kul/köle olun” demek yakışmaz. Fakat: “Öğrettiğiniz ve ders aldığınız/okuduğunuz kitap gereğince Rabbe içtenlikli kullar olunuz” demesi yaraşır.
80Ve Allah size, doğal güçleri; zorbaları, zorba yönetimleri ve peygamberleri Rabler edinmenizi emretmez. Siz Müslüman olduktan sonra, size küfrü; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmeyi emreder mi?!
81Ve hani Allah, peygamberlerden: “Andolsun ki size kitaptan ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerden verdim, sonra yanınızda Benim vahyime muhalif olmayan şeyleri doğrulayıcı bir elçi geldiğinde ona kesinlikle inanacak ve ona yardım edeceksiniz!” sağlam sözünü almıştı. Allah, “Bunu ikrar edip de kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı/verdğiniz sözü kesinlikle yerine getirecek misiniz?” dedi. Onlar: “İkrar ettik” dediler. Allah: “Öyleyse şâhit olun, Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım” dedi.
Bu âyet grubunda da Ehl-i Kitap gerçeğe davet edilmekte; ancak onların hepsinin aynı olmadığı, iyilerinin de bulunduğu bildirilmektedir. Bu pasajda Ehl-i Kitap sınıflara ayrılıp tahlil edilmekte, yanlış yolda olanlarına doğru yol gösterilmektedir. Bu sûrenin 114. âyetinde de geleceği üzere ve daha evvel birçok yerde geçtiği üzere Ehl-i Kitabın hepsi aynı olmayıp içlerinde az da olsa gerçeği gören, hakk yolu kabul edenler vardır.
- âyette Ehl-i Kitaptan bir grup nitelenirken, Onlardan öyleleri de vardır ki, ona bir tek dinar [para] emânet etsen, üzerine dikilmeden onu sana geri vermez. Bu, onların, “Ümmilerin/Anakentlilerin bizim aleyhimize yol bulmaları mümkün değildir” demelerinden dolayıdır. Onlar, bilip durdukları hâlde, Allah hakkında yalan da söylerler buyurulmuştur, ki bununla, Yahûdilerin mü’minleri sömürmek için güttükleri politikaya işaret edilmiştir. Onlar, diğer insanların mallarını kendilerine helâl görür ve bu hususta her türlü gayr-i meşru yöntemi kullanırlar:
Her yedi yılın sonunda size borçlu olanları bağışlayacaksınız. Borçları bağışlama işini şöyle yapacaksınız: Her alacaklı, komşusunun borcunu bağışlayacak. Borcun ödenmesi için komşusunu ya da kardeşini zorlamayacak. Çünkü Rabbin borçları bağışlama yılı duyurulmuştur. Yabancıdan borcunu alabilirsin. Ama İsrâîlli kardeşinin borcunu bağışlayacaksın.[28]
Yabancıdan faiz alabilirsiniz, ama kardeşinizden almayacaksınız. Böyle yapın ki, mülk edinmek için gideceğiniz ülkede el attığınız her işte Tanrınız Rabb sizi kutsasın.[29]
İsrâîlli kardeşlerinden birini kaçırıp ona kötü davranan ya da onu satan adam yakalanırsa ölmeli. Aranızdaki kötülüğü içinizden atacaksınız.[30]
Talmud’da denilmektedir ki: “Şâyet bir İsrâîlli’nin boğasını İsrâîlli olmayan bir kimsenin boğası yaralarsa, İsrâîlli’ye tazminat vermek zorundadır. Eğer İsrâîlli’nin boğası İsrâîlli olmayanın boğasını yaralarsa, İsrâîlli tazminat vermek zorunda değildir. Bir kimse kaybolmuş bir şey bulursa ve bulduğu şey İsrâîllilerin yerleşim bölgesindeyse, bulduğu şeyi sahibine vermek için ilân etsin. Şâyet, İsrâîlli olmayanların bölgesinde bulunmuşsa, ilân etmeye gerek yoktur. İsmâîl’in Rabbi diyor ki: Eğer bir Ümmî ile bir İsrâîlli arasında anlaşmazlık çıkmışsa, mahkemedeki hâkim, kardeşinin lehine bitmesi için uğraşsın. Mümkün değilse Ümmîlerin kanunlarına göre, kardeşinin lehine bir sonuç almaya çalışsın. Ve “Bu sizin kanununuza göredir” desin. Her iki kanundan da yararlanamıyorsa, hangi yolla olursa olsun, İsrâîlli kardeşini kazandırsın. İsmâîl’in Rabbi, “İsrâîlli olmayanların zaaflarından yararlanın” diyor.” (Talmudic Mıscelleny, Paul Îsâac Hershum, 1880 London, s. 37, 210-221).[31]
Bu âyette konu edilen olayla ilgili kaynaklarda şu bilgiler verilmektedir:
Hadis imamları el-Eş‘as b. Kays’tan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Benimle Yahûdilerden bir adam arasında (ortak) bir arazi vardı. O benim o arazideki hakkımı inkâr etti. Ben de onu Peygamber’in (s.a) huzuruna götürdüm. Rasûlullah (s.a) bana, “Senin herhangi bir delilin var mı?” diye sordu. Ben, “Hayır” dedim. Bu sefer Yahûdiye, “(Arazide hakkım olmadığına dair) yemin et!” dedi. Ben, “O vakit yemin eder ve malımı alıp götürür” deyince, yüce Allah, Allah’ın ahdini ve yeminlerini az bir pahaya değişenlerin… buyruğunu âyetin sonuna kadar indirdi.[32]
ÜMMÎLER
الامّى[el-ümmî] ifadesinin, “Anakent” demek olduğunu, bununla da “Mekke”nin kastedildiğini ifade etmiştik.[33]
- âyetteki, Şüphesiz şu, Allah’ın ahdini ve yeminlerini az bir paraya satanlar; işte onlar, âhirette kendilerine hiç bir pay olmayanlardır. Ve Allah kıyâmet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Çok acıklı azap da onlar içindir ifadesinden, Ehl-i Kitabın (onlardan bir grubun) karakteri anlaşılabilir. Bu âyetin inişinden evvel şu olayın yaşandığı nakledilmektedir:
Âyet-i kerîme, bir arazi parçası hakkında Eş‘as ibn Kays ile davalaşan bir kimse hakkında nâzil olmuştur. Onlar, davalaşmak üzere Hz. Peygamber’in yanına geldiklerinde, Hz. Peygamber adama, “Delilini getir” deyince adam, “Benim bir hüccetim yok” der. Bunun üzerine Eş‘as’a, “Sana da yemin etmek düşer” deyince, Eş‘as yemin etmeye niyetlenir, bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurur. Böylece Eş‘as, yemin etmekten vazgeçer, söz konusu olan arazi parçasını hasmına bırakarak gerçeği itiraf eder. Bu, İbn Cüreyc’in görüşüdür.
Mücâhid şunu söylemiştir: “Bu âyet-i kerîme, malına rağbeti artırmak için yalan yere yemin etmiş olan bir adam hakkında nâzil olmuştur.”
Bu âyet-i kerîme, Abdan ile İmri’u’l-Kays hakkında nâzil olmuştur. Onlar, bir arazi hususunda davalaşmak üzere Hz. Peygamber’in yanına gelmişlerdi. Bunun üzerine, İmri’u’l-Kays’ın yemin etmesi gerekince o, “Yarına kadar bana mühlet ver” dedi. Sonra, ertesi gün geldiğinde arazinin Abdan’a ait olduğunu kabul etti.[34]
- âyette, Ehl-i Kitaptan tahrifçiler ve din istimrarcıları konu edilmektedir. Onlar, Allah’ı ve O’nun kitabını malzeme yaparak câhil halkı aldatıyor ve sömürüyorlardı. Bu kesim daha evvel birçok âyette (örneğin; Nahl/116, En‘âm/21, En‘âm/144, Nisâ/46, Mâide/13, Mâide/41, Bakara/75) teşhir edilmiş ve lânetlenmiştir.
Ehl-i Kitap bilginlerinin yalancılıkları beyân edildikten sonra, onların halkı sömürmek için uydurdukları, Îsâ’ya kudsiyet verilmesi, insanların peygamberlere ve din bilginlerine kul-köle olması yanlışı düzeltilmektedir: Allah’ın kendisine kitap, hüküm [yasama-yürütme] ve peygamberlik verdiği hiç bir beşer için [insanlardan hiç bir kimse için], insanlara, “Allah’ın astlarından bana kul/köle olun” demek yakışmaz. Fakat, “Öğrettiğiniz ve ders aldığınız [okuduğunuz] kitap gereğince Rabbe içtenlikli kullar olunuz” (demesi yaraşır). Ve O [Allah] size, “Melekleri ve peygamberleri rabbler edinmenizi emretmez. Siz müslim olduktan sonra, size küfrü emreder mi?! Ve hani Allah peygamberlerin, “Andolsun ki size kitaptan ve hikmetten [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerden] verdim, sonra yanınızda bulunanı doğrulayıcı bir elçi geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz!” mîsâkını almıştı. O [Allah], “Bunu ikrar edip de kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?” dedi. Onlar, “İkrar ettik” dediler. O [Allah], “Öyleyse şâhit olun, Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım” dedi.
İlâhî dinlerde köleliğin olmadığını Beled sûresi’nde detaylıca açıklamıştık.
Bu âyet grubunun iniş sebebi hakkında kaynaklardaki bilgiler şöyledir:
Bu âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında birkaç rivâyet vardır:
- a) İbn Abbâs (r.a) şunu söylemiştir: Yahûdiler, “Üzeyr Allah’ın oğludur”; Hristiyanlar da “Mesih, Allah’ın oğludur” dedikleri için bu âyet nâzil olmuştur.
- b) Denildiğine göre, Yahûdilerden Ebû Râfî el-Kurazî, ve Hristiyanlardan da Necrân heyetinin reisi, Hz. Peygamber’e (s.a), “Sana ibâdet etmemizi ve seni bir rabb edinmemizi mi istiyorsun?” demişler, bunun üzerine de Hz. Peygamber (s.a), “Allah’tan başkasına tapmaktan veya Allah’tan başkasına ibâdet etmeyi emretmekten Allah’a sığınırız. Allah Teâlâ, beni böyle bir iş için göndermedi ve bana böyle bir şeyi emretmedi” demiş ve bu âyet nâzil olmuştur.[35]
Yahûdiler, kendilerinin elde ettiği fazilet ve makamlara hiç kimsenin ulaşamayacağını iddia edince, Allah Teâlâ onlara şöyle demiştir: “Eğer durum sizin dediğiniz gibi olsaydı, sizin, insanları köle ve hizmetçi yapmaya uğraşmamanız, aksine insanlara Allah’a itaat edip, O’nun tekliflerine boyun eğmelerini emretmeniz gerekirdi. Bu durumda da, insanları Hz. Muhammed’in (s.a) nübüvvetini tasdik etmeye teşvik etmeniz gerekirdi. Çünkü Hz. Muhammed’in elinde mucizelerin zuhur etmesi, böyle yapmanızı gerektirir.” Bu, âyetin lafzının ihtimal tanıdığı bir izahtır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın, Sonra diğer insanlara, “Allah’ı bırakıp da bana kul olun” demesi… ifadesi, tıpkı Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiblerini tanrı edindiler (Tevbe/31) âyeti gibidir.[36]
- ayette konu edilen melekler, doğadaki güçler olabileceği gibi toplumdaki güçlü kimseler, zorba iktidarlar da olabilir. Toplumların folklorik olarak algıladığı melekleri rab edinmeleri mümkün değildir. Zira onlardan herhangi bir ilke almaları sözkonusu olamaz.
- âyette zikredilen mîsâk ile, ilk peygamberden itibaren tevhid ilkesinin varlığı ve elçilik müessesesinin devam ettiği kastedilmiştir. Her elçi tevhidi öğretmekle görevlendirilmiş ve kendisinden evvelki kitap ve elçileri tasdik etmiştir.
84De ki: “Biz, Allah’a, bize indirilen Kur’ân’a, İbrâhîm’e, İsmâîl’e, İshâk’a, Ya‘kûb’a ve torunlara indirilene, Mûsâ’ya, Îsâ’ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onlardan hiç biri arasında ayırım yapmayız. Ve biz, yalnız O’nun için İslâmlaşanlarız.”
(Âl-i İmrân/84)
187Ve hani Allah, kendilerine Kitap verilen kimselerden sağlam sözünü almıştı: “Kitabı kesinlikle insanların önüne apaçık koyacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz.” Onlar ise bunu sırtlarının ötesine attılar ve onu az bir bedel karşılığı sattılar. İşte, satın aldıkları şeyler ne kötüdür!
(Âl-i İmrân/187)
6Ve hani Meryem oğlu Îsâ: “Ey İsrâîloğulları! Şüphesiz ben, Tevrât’tan iki elimin arasındakileri doğrulayan ve benden sonra gelecek, adı, Ahmed/övgüye başkalarından daha layık bir elçiyi müjdeleyen, Allah’ın bir elçisiyim” demişti. Sonra Îsâ, onlara apaçık delillerle gelince “Bu, apaçık bir büyüdür” dediler.
(Saff/6)
285,286Elçi, kendi Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de. Hepsi Allah’a, doğal güçlerine/haberci âyetlerine, kitaplarına ve elçilerine iman ettiler: “Biz Allah’ın elçileri arasında ayırım yapmayız.” Ve “Biz duyduk ve itaat ettik. Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz, dönüş ancak Sanadır. Ey Rabbimiz! Eğer terk ettiysek ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır sorumluluk/sıkıntıya sokacak şeyler yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Ve affet bizi, bağışla bizi, merhamet et bize! Sen bizim yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınımızsın. Ve de kâfirler toplumuna; Senin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden toplumlara karşı yardım et bize” dediler.
Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka; kapasitesi dışında yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kendi yaptığı zararınadır.
(Bakara/285,286)
82Artık bundan sonra her kim dönerse, artık işte onlar hak yoldan çıkanların ta kendileridir
83Peki onlar, göklerde ve yerde olan herkes, ister istemez O’nun için İslâmlaşmış iken ve kendileri de sadece O’na döndürüleceklerken Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar?
84De ki: “Biz, Allah’a, bize indirilen Kur’ân’a, İbrâhîm’e, İsmâîl’e, İshâk’a, Ya‘kûb’a ve torunlara indirilene, Mûsâ’ya, Îsâ’ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onlardan hiç biri arasında ayırım yapmayız. Ve biz, yalnız O’nun için İslâmlaşanlarız.”
85Ve kim İslâm’dan başka bir din ararsa, o takdirde hiçbir zaman ondan kabul edilmeyecektir. Ve İslâm’dan başka din arayan kimse, âhirette zarar edenlerden olacaktır.
86İmanlarından ve şüphesiz elçinin hak olduğuna tanık olduktan ve kendilerine açık deliller geldikten sonra, küfreden; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden bir topluma Allah nasıl kılavuzluk eder? Ve Allah, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar toplumuna kılavuzluk etmez.
87,88İşte onların cezaları, Allah’ın, doğal güçlerin/haberci âyetlerin, insanların hepsinin dışlayıp gözden çıkarması, sürekli içinde kalmak üzere şüphesiz onların üzerlerindedir. Kendilerinden bu azap hafifletilmez ve kendilerine süre tanınmaz.
89Ancak bundan sonra bilinçlenerek hatalarından dönen ve düzeltenler başka. Artık, şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
90Şüphesiz imanlarının arkasından, küfreden; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden, sonra da küfürü; gerçeği örtme işini artırmış olan şu kimseler; onların hatalardan dönüşleri asla kabul olunmayacaktır. Ve işte onlar sapıkların ta kendileridir.
91Şüphesiz ki küfretmiş; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve bu durumda oldukları hâlde de ölen şu kişilerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın –onu fidye/kurtulmalık verseler bile– asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur.
Bu pasajda yine Ehl-i Kitap, özellikle de Necrân heyeti tehdit edilmektedir. Bakara sûresi’nden bu yana Ehl-i Kitabın geçmişteki ve o dönemdeki yanlışları sayılıp dökülmüş ve hakka davet edilmişlerdir. Bu âyetlerde, Allah’ın merhamet gösterdiği, Elçi’nin gerekli tebliğleri yaptığı, gerisinin Ehl-i Kitaba kaldığı bildirilmektedir.
Âyetler gâyet açık ve beliğ olmakla birlikte, birkaç nokta üzerinde durmak istiyoruz:
- âyetteki, Şüphesiz imanlarının arkasından küfreden, sonra da küfrünü artırmış olan şu kimseler; onların tevbeleri asla kabul olunmayacaktır. Ve işte onlar sapıkların ta kendileridir ifadesiyle, İncîl’i ve Kur’ân’ı inkâr eden Yahûdiler, İslâm’dan çıkıp müşriklere sığınan veya münâfıklık eden kimseler kastedilmiştir.
92Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça asla “iyi adamlık” mertebesine eremezsiniz. Ve siz, her neyi bağışlarsanız kesinlikle Allah, onu en iyi bilendir.
Tüm toplumlar için başlı başına bir beyanname olan bu âyet, öncelikle Ehl-i Kitaba bir uyarıdır. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili kaynaklarda şu bilgiler mevcuttur:
el-Kelbî der ki: Ka‘b b. el-Eşref ile arkadaşları Hristiyanlarla birlikte, anlaşmazlıkları hakkında hüküm vermek üzere Peygamber’in (s.a) yanına geldiler ve şöyle dediler: “Bizden hangimiz İbrâhîm dinine daha layıktır?” Peygamber (s.a), “Her iki kesiminiz de o’nun dininden uzaktır” deyince, onlar, “Hayır biz senin verdiğin bu hükme razı olmuyoruz ve senin dinini de kabul etmiyoruz” dediler. Bunun üzerine yüce Allah’ın, Yoksa Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar, yani “istiyorlar” buyruğu nâzil oldu.[37]
Burada hedef olarak “birr” gösterilmiştir. “Birr” kavramı ile ilgili daha evvel bilgi vermiştik. Burada “birr”in, “kendisiyle cennete girilebilecek bir nitelik” olduğunu ifade ederek birkaç âyetteki tanımı veriyoruz:
177Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz “iyi adamlık” değildir. Ama “iyi adamlar”, Allah’a, Âhiret Günü’ne/Son Gün’e, meleklere, Kitab’a, peygamberlere inanan; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve özgürlüğü olmayanlara, Allah’a/mala/vermeye sevgisi olmasına rağmen veren ve salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan], zekâtı/vergiyi veren kimselerdir. Ve de sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden kimselerdir. İşte onlar, özü-sözü doğru olanlardır. Ve işte onlar, Allah’ın koruması altına girmiş kişilerin ta kendileridir.
(Bakara/177)
13Şüphesiz ki “ebrar/iyi adamlar”, elbette bol nimet, mutluluk cennetinin içindedirler.
(İnfitar/13)
5-22Şüphesiz, “iyi adamlar”, kâfur katılmış bir tastan içerler, fışkırtıldıkça fışkırtılacak bir pınardan ki ondan, verdikleri sözleri yerine getiren, kötülüğü yayılan bir günden korkan ve “Biz sizi, ancak Allah rızası için doyuruyoruz ve sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz; evet, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde Rabbimizden korkarız” diyerek Allah sevgisi için/sevmesine rağmen yiyeceği, yoksula ve öksüze ve tutsağa veren Allah’ın kulları içerler.
Allah da, bu yüzden onları, o günün kötülüğünden korur; onlara aydınlık ve sevinç rastlayacak, sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve ipekleri verecek; orada tahtlara kurulmuş olarak kalacaklar; orada bir güneş de, dondurucu bir soğuk da görmeyecekler ve bahçenin gölgeleri onların üzerlerine sarkacak ve alçaltıldıkça alçaltılacak. Ve aralarında gümüş bir kap ve billûr kâseler dolaştırılacak, -kendilerinin ayarladığı billûrları gümüştendir-. Ve orada onlar, karışımı zencefil olan bir tastan sulanırlar, orada Selsebil denilen bir pınardan… Ve aralarında büyümez, yaşlanmaz çocuklar dolaşır; onları gördüğünde, saçılmış birer inci sanacaksın! Orayı gördüğünde, mutluluk ve büyük bir mülk ve yönetim göreceksin; üzerlerinde ince, yeşil ipekli, parlak atlastan giysiler olacak; gümüş bileziklerle süslenmiş olacaklar; Rableri onlara tertemiz bir içecek içirecek. Şüphesiz ki bu, sizin için karşılıktır. Çalışmalarınız da karşılık ödenecek niteliktedir.
(İnsan/5-22)
18-21Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! “Ebrar”ın/iyi adamların kaydı, kesinlikle Illıyyin’dedir. –Illıyyin’in ne olduğunu sana ne bildirdi? Yaklaştırılmışların tanık olduğu rakamlanmış/ yazılmış bir kayıttır!–
22-28Şüphesiz ki “Ebrar/iyi adamlar”, elbette, Naim’in içindedirler, tahtlar üzerinde beklenti içindedirler. Yüzlerinde nimetin aydınlığını görürsün. Onlar, mühürlü saf bir içkiden sulanırlar. Ki onun mühürü/ neticesi misktir. Karışımı Tesnim’dendir. Yaklaştırılmışların içecekleri bir pınardandır. –Artık yarışanlar, işte bunda yarışmalıdırlar.–
(Mutaffifîn/18-28)
Burada insanlara, özellikle de kendilerini Allah’ın sevgilisi, has kulu gören Ehl-i Kitaba, “Cennetlik olabilmeniz için, sevdiklerinizi infak etmeniz gerekir. Halbuki, siz bırakın infakı, mala-mülke, paraya-pula tapıyorsunuz” mesajı verilmektedir.
İnsanın sevdiği şeyi infak etmesi, âhiret inancının sağlamlığından kaynaklanır. Yani, âhirette daha değerlisinin kendisine verileceğine inandığı için infakta bulunur. Buna inanmayanlar, infakı, sadakayı, yardımı aptallık olarak görürler.
. 267Ey iman etmiş kimseler! Kazandıklarınızdan, sizin için yerden çıkardıklarımızın temizlerinden Allah yolunda harcayın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olamayacağınız pis şeyleri vermeye yeltenmeyin. Ve şüphesiz Allah’ın çok zengin/hiçbir şeye muhtaç olmayan, övülen/övgüye lâyık bulunan olduğunu bilin.
(Bakara/267)
111,112Şüphesiz Allah, tevbe eden, kulluk eden, övgüde bulunan, seyahat eden, Allah’ı birleyen, boyun eğip teslimiyet gösteren, herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden, kötü olan her şeyden vazgeçiren, Allah’ın hududunu koruyan inananlardan, canlarını ve mallarını şüphesiz cenneti onlara verme karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah’ın Tevrât, İncîl ve Kur’ân’daki gerçek bir vaadidir Ve sözünü, Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alış-verişle sevinin. Ve işte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Ve mü’minlere müjde ver!
(Tevbe/111,112)
10-13Ey iman etmiş kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim mi? Allah’a ve O’nun eElçisi’ne inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha iyidir: Sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki hoş meskenlere girdirir. İşte bu, büyük kurtuluştur. Ve sizin seveceğiniz başka bir şey daha: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih… Ve inananlara müjde ver.
(Saff/10-13)
93,94Tevrât indirilmeden önce, İsrâîl’in/Ya‘kûb’un kendisine haram kıldığı dışında, yiyeceklerin hepsi İsrâîloğulları için helal idi. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, hemen Tevrât’ı getirip de onu okuyun. Artık kim bundan sonra Allah’a karşı yalan uydurursa, artık işte onlar yanlış, kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir.”
95De ki: “Allah doğru söylemiştir. Öyle ise ortak koşmaktan, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten vaz geçen biri olarak İbrâhîm’in dinine uyun. Ve o, ortak koşanlardan değildi.”
Bu âyetler, ayrı bir necm olup Yahûdileri uyarmaya ve tüm Ehl-i Kitaba doğru bilgi vermeye yöneliktir. Onlara, Tevrât indirilmeden önce, İsrâîl’in [Ya‘kûb’un] kendisine haram kıldığı dışında, yiyeceklerin hepsi İsrâîloğulları için helâl idi. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, hemen Tevrât’ı getirip de onu okuyun. Artık kim bundan sonra Allah’a karşı yalan uydurursa, artık işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.” De ki: “Allah doğru söylemiştir. Öyle ise hanîf olarak İbrâhîm’in dinine uyun. Ve o, müşriklerden değildi denilerek, akıllarını başlarına almaları, bulundukları sapık yoldan dönerek İbrâhîm’in dinine; gerçek dine [İslâm’a] gelmeleri istenmektedir. Allah tüm elçilerini ve inananları, Hanif İbrâhîm eksenine bağlamıştır:
161De ki: “Şüphesiz Rabbim, beni doğru yola kılavuzladı; dimdik ayakta duran bir dine, şirkten, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten dönmüş olan İbrâhîm’in dinine, yaşam tarzına. İbrâhîm, ortak koşanlardan olmamıştı.”
(En‘âm/161)
123Sonra sana: “Küfürden; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten, ortak koşmakdan dönmüş bir kişi olan ve ortak koşanlardan olmayan İbrâhîm’in dinine/yaşam tarzına tâbi ol” diye vahyettik.
(Nahl/123)
Âyette geçen İsrâîl, “Ya‘kûb peygamber”dir.
YA‘KÛB GÜREŞ TUTUYOR
Ya‘kûb o gece kalktı; 2 karısını, 2 câriyesini, 11 oğlunu yanına alıp Yabbuk Irmağı’nın sığ yerinden karşıya geçti. Onları karşıya geçirdikten sonra sahip olduğu her şeyi de geçirdi. Böylece Ya‘kûb arkada yalnız kaldı. Bir adam gün ağarıncaya kadar o’nunla güreşti. Ya‘kûb’u yenemeyeceğini anlayınca, o’nun uyluk kemiğinin başına çarptı. Öyle ki, güreşirken Ya‘kûb’un uyluk kemiği çıktı. Adam, “Bırak beni, gün ağarıyor” dedi. Ya‘kûb, “Beni kutsamadıkça seni bırakmam” diye yanıt verdi. Adam, “Adın ne?” diye sordu. “Ya‘kûb.” Adam, “Artık sana Ya‘kûb değil, İsrâîl [Tanrı’yla dövüşen] denecek” dedi, “çünkü Tanrı’yla, insanlarla güreşip yendin.” Ya‘kûb, “Lütfen adını söyler misin?” diye sordu. Ama adam, “Neden adımı soruyorsun?” dedi. Sonra Ya‘kûb’u kutsadı. Ya‘kûb, “Tanrı’yla yüzyüze görüştüm, ama canım bağışlandı” diyerek oraya Peniel adını verdi. Ya‘kûb Peniel’den ayrılırken güneş doğdu. Uyluğundan ötürü aksıyordu. Bu nedenle İsrâîlliler bugün bile uyluk kemiğinin üzerindeki siniri yemezler. Çünkü Ya‘kûb’un uyluk kemiğinin başındaki sinire çarpılmıştı.[38]
Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, İsrâîloğulları’nın birtakım yiyecekleri haram addetmeleri mesnetsizdir, şeriat kaynağı olan gerçek Tevrât’ta böyle bir şey yoktur, bunlar Ehl-i Kitap tarafından uydurulmuştur. Bunlar hakkında klâsik kaynaklar şu bilgileri vermişlerdir:
Âlimler İsrâîl’in [Ya‘kûb’un] kendisine neyi haram kılmış olduğu hususunda ihtilâf etmiş ve şunları söylemişlerdir:
- a) İbn Abbâs (r.a), Hz. Peygamber’in (s.a) şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Ya‘kûb (a.s) çok şiddetli bir hastalığa tutuldu. Bundan dolayı da Allah’ın kendisine afiyet vermesi hâlinde, en sevdiği yiyecek ve içecekleri haram kılmayı nezretti. En sevdiği yiyecek deve eti, en sevdiği içecek de deve sütü idi.” Bu, Ebu’l-Âliye, Atâ ve Mukâtil’in görüşüdür.
- b) Hz. Ya‘kûb’da (a.s) siyatik vardı. Bundan dolayı o, Allah’ın kendisine şifâ vermesi hâlinde, etin damarlarını yememeyi nezretti.
- c) Bazı rivâyetlerde, Ya‘kûb’un (a.s) kendisine haram kıldığı şeyin, hayvanın sırtındaki yağlar hariç, iç yağı ve böbrek yağı olduğu belirtilmiştir. Kaffâl (r.a) Tevrât’ın tercümesinden şunu nakletmiştir: Ya‘kûb (a.s) Harran’dan çıkıp Kenan beldesine gelince, Şâir beldesinde bulunan kardeşi Îsû’ya bir haberci gönderdi. Haberci geri döndü ve şöyle dedi: “Îsû, 400 kişiyle seni karşılayacak.” Bunun üzerine Ya‘kûb (a.s) korktu ve çok üzüldü; namaz kılıp duâ etti ve kardeşine hediyeler takdim etti. Hâdiseyi, meleğin kendisini bir adam sûretinde karşılamasına kadar olan kısmını anlattı… Bunun üzerine adam sûretindeki o melek Ya‘kûb’a yaklaştı ve parmağını siyatik olan yere koydu. Böylece o hastalık iyileşti, sinir de kurudu. İşte bu sebeple İsrâîloğulları, etin damarlarını yememektedirler.[39]
Bunlarla ilgili Kitab-ı Mukaddes’te (Levililer/3, 7 ve 11. Bablarda) ayrıntılı bilgi bulunmaktadır. Oraya müracaatı öneriririz.
Haram kılma yetkisi, Allah’a aittir; kimse, “Şu haramdır, bu haramdır” diyemez:
31Ey Âdemoğulları! Her mescidin yanında; toplum içinde süslerinizi alın, yiyin-için; keyfinize bakın fakat Allah’ın hakkını da göz ardı etmeyin; kesinlikle Allah, hakkını göz ardı edenleri sevmez.
32De ki: “Allah’ın, kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?” De ki: “Bunlar, iğreti dünya hayatında inananlar içindir –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–.” İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz.
(A‘râf/31-32)
1Ey Peygamber! Eşlerinin rızalarını arayarak Allah’ın helâl kıldığı şeyi niçin sen kendine haramlaştırıyorsun? Ve Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
(Tahrîm/1)
Bir yiyecek ancak Allah tarafından haram kılınabileceğine göre, Ya‘kûb’un bazı şeyleri kendisine haramlaştırması [hastalığı sebebiyle bir müddet bazı şeylere perhiz etmesi], tıbbî bir zaruretten kaynaklanmış olsa gerektir. Anlaşılan o ki, Ya‘kûb’un kişisel davranışları zaman içerisinde dinleştirilmiştir; tıpkı zaman içerisinde Müslümanların; Peygamber’in, sahabenin, tabiînin, imamların, şeyhlerin… kişisel davranışlarını dinleştirdikleri gibi. Dolayısıyla, böyle kişiye özgü zaruret uygulamaları genellenemez, nesiller boyu da devam ettirilemez.
96,97Şüphesiz, insanlar için bereketli ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Mekke’dekidir. Onda apaçık alâmetler/göstergeler; İbrâhîm’in görev yaptığı yer [eğitilip, yetiştirilip ortak koşmaya karşı ayaklandığı yer] vardır. Ve oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt’i/ilâhiyat eğitim merkezini kastetmesi, ilâhiyat eğitimi için oraya gitmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de gerçeği örtbas ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir.
- âyette, Öyle ise hanîf olarak İbrâhîm’in dinine uyun. Ve o, müşriklerden değildi buyurulunca, Bakara sûresi’nde gösterilen yeni strateji burada tekrar gündeme getirilerek, tüm inananların İbrâhîmleşmesi; İbrâhîmleşmesi için de Mekke’de İbrâhîmî eğitim almaları istenmiştir.
Bu âyetleri açıklayabilmek için bazı nakiller yapılmıştır:
Hz. Peygamber (s.a), kıblesini Ka‘be’ye çevirince, Yahûdiler o’nun nübüvveti hususunda ileri-geri konuşmuş ve şöyle demişlerdir: “Beyt-i Makdis Ka‘be’den daha faziletli ve kıble yapılmaya daha layıktır. Çünkü orası, Ka‘be’den önce yapılmıştır, Mahşerin olacağı yerdir ve bütün peygamberlerin de kıblesidir. Durum böyle olunca, kıblenin Beyt-i Makdis’den Ka‘be’ye çevrilmesi bâtıldır.” İşte Cenâb-ı Hakk, Yahûdilerin bu iddiasına, Şüphesiz insanlar için konulan… ilk ev, elbette Mekke’de olandır diye cevap vermiş ve Ka‘be’nin, Beyt-i Makdis’den daha faziletli ve şerefli olduğunu beyân etmiştir.[40]
Kur’ân’ı, özellikle de Bakara sûresi’ni (Kıble ve Hacc kavramlarını) iyi anlamış birinin bu nakilleri kabul etmesi söz konusu bile olmaz.
Bu konunun anlaşılmasına sağlayacağı katkı nedeniyle Bakara sûresi’ndeki Kıble ve Hacc ile ilgili açıklamalarımızın okunmasını öneriyoruz.[41] Burada kısa bir hatırlatma yapıyoruz:
KIBLE
Salâtın ikâmesi [okulların açılması, sosyal destek kurumlarının oluşturulması ve ayakta tutulması], zekât alınması, ma‘rûfun emredilip münkerden nehyedilmesi, hikmetle [zulmü engelleyip adaleti sağlayan ilkelerle] hareket edilmesi, gerektiğinde de savaşılması, “İbrâhîm’in Mescid-i Haram’daki uyguladıklarının tatbik edilmesi; eğitim-öğretim eksenli bir yapılanma ile devlet hâline gelinmesinin hedef/strateji edinilmesi” demektir.
HACC
Hacc, “Ka‘be’de yüksek ilâhiyat eğitim-öğretimini kafaya koyup oraya gitmek, orada İbrâhîmî eğitim-öğretimle İbrâhîmleşmek; bir tevhid eri olmak” demektir.
Âyetteki, Şüphesiz, insanlar için mübârek ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Bekke’dekidir [Mekke’dekidir] ifadesinden anlaşıldığına göre, Beyt-i Haram’dan önce herhangi bir okul kurulmuş değildir. Burada bahsedilen ev, herhangi biri için yapılan normal bir ev değil, tüm insanlar için kurulan bir evdir:
26-29Ve hani Biz bir zamanlar, “Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma; dolaşanlar, orada haksızlığa baş kaldıranlar, Allah’ı birleyenler, boyun eğip teslimiyet gösterenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait birtakım menfaatlere tanık olmaları ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerinde, belli günlerde O’nun adını anmaları için insanlar arasında ilâhiyat eğitim-öğretimi verileceğini duyur. Yürüyerek veya yorgun düşmüş binekler üstünde her derin vadiyi aşarak sana gelsinler! Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Eski evde/özgür evde/Ka‘be’de dolaşsınlar” diye, o evin/Ka‘be’nin yerini, İbrâhîm için hazırlamıştık. –Siz de onlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri doyurun.–
(Hacc/26-29)
Burası bereketlidir: Hem ziyaretçilerin geliş-gidişi [turizm] yönünden, hem de orada öğrenilen ve öğretilen bilgilerin çokluğu ve değerliliği yönünden bereketlidir.
Orada yol gösterilir: Orada ilâhî hidâyet kaynağı olan Allah’ın vahiyleri öğretilir, insanların huzur ve mutluluğu sağlanır.
Orada İbrâhîm’in makamı vardır: Orada İbrâhîm yaşamış, küfürle mücâdele için ayaklanmış, dik durmuştur. Orada o’nun hatıraları, ayak izleri vardır. Orada bunları hatırlayan ve düşünen insanlar bundan feyz alır, bununla kendilerini motive ederler.
Oraya giden güvende olur: Hacc, haram [dokunulmaz] aylarda yapıldığı/yapılacağı için oraya giden, giren rahatsız edilmez.
Âyette, Mekke yerine Bekke ifadesi geçmektedir. Dilbilimcilere[42] göre her ikisi de “izdiham” [zahmet çekme, sıkıntıya düşme] anlamı taşımakta, sözcüğün aslı “Bekke” olmasına rağmen zaman içerisinde “be” harfi “mim” harfine dönüşerek “Mekke” olmuştur. Bazıları da, “Bekke, Beyt’in yerinin adı, Mekke ise şehrin sâir bölümlerinin adıdır” demişlerdir. Eskiler bu şehre bu ismin verilmesini, “insanların oradaki izdihamlarına”, “orada hakksızlık, zulüm ve isyana kalkışan zorbaların ezilmesine [yasa uygulanan bir kent olmasına]”, “suyunun azlığı nedeniyle sıkıntı vermesine”, “oraya gelmek isteyen kimsenin karşı karşıya kaldığı zorluklar dolayısıyla kemikten adeta iliğini çıkaracak kadar sıkıntılarla karşılaşmasına” bağlamışlardır.
Orada mescid yapıldığında Mekke Şehri henüz yoktu. Beytüllah BEKKE vadisine yapılmıştır.
Kur’ân’da Mekke’ye, “Ummu’l-Qurâ” [anakent] da denilmektedir:
7İşte böylece Biz, kentlerin anasını ve onun kıyısındaki kişileri uyarasın ve kendisinde hiç şüphe olmayan toplanma günü ile uyarasın diye sana Arapça bir Kur’ân vahyettik.
Bir grup cennettedir, bir grup da cehennemdedir.
(Şûrâ/7)
197Hac/programlı ilâhiyat eğitimi, bilinen aylardır. Artık her kim o aylarda haccı; programlı ilâhiyat eğitimini, başlayıp kendisine farz ederse/mutlaka yapacağım derse, artık hac; programlı ilâhiyat eğitimi süresince kadına yaklaşmak, çirkin söz söylemek, günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz hayırdan ne işlerseniz de Allah onu bilir. Ve azık edinin. Şüphesiz ki azıkların en hayırlısı Allah’ın koruması altına girmedir. Ve ey kavrama yetenekleri olanlar! Benim korumam altına girin!
(Bakara/197)
67Yoksa kıyılarında insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen Mekke’yi, güvenli, dokunulmaz yaptığımızı da görmediler mi? Hâlâ bâtıla mı inanıyorlar ve Allah’ın nimetine iyilikbilmezlik mi ediyorlar?
(Ankebût/67)
97Allah, Ka‘be’yi; o Beyt-i Haram’ı, haram ayı, hac yapanlara yiyecek olarak hayvan hediye etmeyi ve gerdanlıkları/hac yapanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretleri insanlar için bir ayağa kalkış; silkiniş, kendilerini kurtarış yaptı. Bu, Allah’ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini ve Allah’ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir.
(Mâide/97)
1,2Kureyş’in güvenliği esenliği; kış ve yaz seferlerinde güvenlik esenlikleri için… 3,4Öyleyse kendilerini açlıktan kurtararak beslemiş olan ve her korkudan onları güvene kavuşturmuş olan, bu Beyt’in Rabbine kulluk etsinler.
(Kureyş/1-4)
98De ki: “Ey Kitap Ehli! Allah, yaptıklarınıza tanık iken, niçin Allah’ın âyetlerini örtüp duruyorsunuz?”
99De ki: “Ey Kitap Ehli! Siz tanık olduğunuz hâlde niçin Allah’ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek inanan kimseleri Allah’ın yolundan çeviriyorsunuz? Allah yaptıklarınıza duyarsız değildir.”
Bu iki ayet, Ehl-i Kitaba, özellikle de bu âyetlerin inişinde hazır olan Necrân heyetine yönelik olup, “Ey Kitap Ehli! Allah, yaptıklarınıza tanık iken, niçin Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?” Ey Kitap Ehli! Siz tanık olduğunuz hâlde niçin Allah’ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek inanan kimseleri Allah’ın yolundan çeviriyorsunuz?” denilerek, yakından tanık oldukları gerçeği kabullenmeleri, inkâr etmemeleri ve hakk dini engellemek için faaliyet göstermemeleri ihtar edilmiş, ardından da Allah yaptıklarınıza duyarsız değildir diye tehdit edilmişlerdir.
Bilindiği gibi Kitap Ehlinden bir çoğu bugün de, İslâm dinini perdelemeye çalışarak bilgisiz-bilinçsiz kesimi Hristiyanlığa döndürmek için ellerinden geleni yapmakta, Müslüman ülkelerde misyonerlik faaliyetlerini sürdürmektedirler. İşte bu tehdit, bunlar için de söz konusudur. Aynı zamanda bu âyetler, mü’minlerin de bu faaliyetlere karşı uyanık olmalarını sağlamaya yöneliktir.
100Ey iman etmiş kimseler! Kendilerine Kitap verilenlerden herhangi bir zümreye itaat ederseniz, imanınızdan sonra sizi, kâfirler; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseler olarak döndürürler.
101Size Allah’ın âyetleri okunup dururken ve O’nun Elçisi de aranızda iken nasıl olur da küfredersiniz; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedip durursunuz? Kim de Allah’a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle o, dosdoğru kılavuzlanmıştır.
102Ey iman etmiş kimseler! Allah’ın koruması altına girmiş kişiler olmanız için nasıl koruma altına alınmanız gerekiyorsa kendinizi öyle Allah’ın koruması altına alın ve ancak müslimler olarak can verin.
103Ve hep birlikte Allah’ın ipine sıkıca sarılın/Allah’ın ipi ile korunun, ayrılmayın ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz, birbirinize düşmanlar idiniz de, Allah, kalpleriniz arasında ülfet oluşturdu. Sonra da siz, O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah, kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız diye alâmetlerini/ göstergelerini sizin için böyle ortaya koyar.
104Ve içinizden hayra çağıran, herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden, vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü-çirkinliği kabul edilen şeyleri engelleyen bir önderli toplum bulunsun. Ve işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
105-107Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanan ve ayrılığa düşen kimseler gibi de olmayın. İşte bunlar, birtakım yüzlerin beyazlaştığı, birtakım yüzlerin siyahlaştığı günde büyük bir azap kendileri için olanlardır. Artık yüzleri kararan kimselere: “Siz inandıktan sonra yeniden kâfir; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden biri mi oldunuz? Öyleyse, küfretmenizden; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmenizden dolayı tadın cezayı!” Yüzleri ağaran kimseler de, biliniz ki, Allah’ın rahmeti içindedirler. Onlar orada sürekli kalanlardır.
108Bunlar, Allah’ın âyetleridir. Biz, sana gerçek olarak okuyoruz. Allah âlemlere hiçbir haksızlığı, yanlış yapmayı istemez.
109Ve göklerde ve yeryüzünde olan şeyler Allah’ındır. Ve bütün işler yalnızca Allah’a döndürülür.
110Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emreder, vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü, çirkinliği kabul edilen şeyleri engeller ve Allah’a inanırsınız. Kitap Ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Onların bazıları mü’mindirler, pek çoğu da yoldan çıkmış kimsedirler.
111Onlar size eziyetten başka bir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşırlarsa, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlar, yardım olunmazlar.
112Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine alçaklık damgası vurulmuştur. Ve –Allah’ın sözleşmesine ve insanların sözleşmesine bağlı kalanlar hariç– onlar hoşnutsuzluğuna uğradılar ve üzerlerine de miskinlik vurulmuştur. Bu, onların Allah’ın âyetlerini örtbas etmiş olmaları ve haksız yere peygamberler ile savaşmaları sebebiyledir. Bu, isyan etmiş ve sınırı da aşmış olmaları nedeniyledir.
113,114Hepsi bir değildirler. Kitap Ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir önderli topluluk vardır ki onlar, gecenin saatlerinde boyun eğip teslimiyet göstererek Allah’ın âyetlerini okurlar. Allah’a ve âhiret gününe inanırlar, herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emrederler, herkesçe kötülüğü kabul edilen şeylerden vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar, iyi insanlardandırlar.
115Ve onlar hayırdan ne işlerlerse asla saklanmayacaktır/ karşılıksız bırakılmayacaklardır. Ve Allah, Kendisinin koruması altına girmiş kişileri en iyi bilendir.
116Kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden şu kimselerin malları ve çocukları, Allah’ın katında, onlara asla bir fayda vermeyecektir. Ve işte onlar, ateş ashâbıdırlar. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar.
117Onların bu basit dünya hayatında harcadıklarının durumu, şirk koşmak sûretiyle kendilerine haksızlık eden bir toplumun ekinlerine isabet edip de onları değişime/yıkıma uğratan, içinde kavurucu soğuğu olan rüzgârın durumu gibidir. Ve Allah, onlara haksızlık etmedi. Fakat onlar, şirk koşmak sûretiyle kendilerine haksızlık ediyorlar.
Bu pasajda, muhatap alınan mü’minler uyanık olmaya davet edilmiş, özellikle de hakk dinden döndürme girişiminde bulunan misyonerlere karşı dikkatli olmaya çağırılmışlardır. Âyetlerin ifadeleri gâyet açık ve net olup herhangi bir açıklamaya ihtiyaç yoktur. O nedenle bu pasajdaki bazı ifadelerle ilgili ipuçları sunacağız.
31,32De ki: “Sizi gökten ve yeryüzünden kim rızıklandırıyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim sahip oluyor, bunların sahibi kim? Ve ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Ve işleri kim düzenliyor?” Hemen “Allah” diyecekler. O zaman de ki: “O hâlde hâlâ Allah’ın koruması altına girmeyecek misiniz? Öyleyse işte O, sizin gerçek Rabbiniz Allah’tır. Artık, gerçekten sonra sapıklıktan başka ne olabilir! O hâlde nasıl da çevriliyorsunuz?”
(Yûnus/31-32)
13Allah, dinden Nuh’a yükümlülük olarak ulaştırdığı şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Mûsâ’ya ve İsa’ya yükümlülük olarak ulaştırdığımız şeyi yaşam yolu yaptı: “Dini hayata geçirin, ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.” Senin kendilerini davet ettiğin şey, ortak koşan kimselere ağır geldi. Allah, dilediğini kendine seçer ve kalpten yöneleni de o davet edilene kılavuzlar.
(Şûrâ/13)
31,32Kalben O’na yönelenler olarak, Allah’ın koruması altına girin, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun-ayakta tutun], ortak koşanlardan; dinlerini parça parça bölmüş, ayrılıkçı gruplara ayrılmış kimselerden de olmayın. –Her ayrılıkçı grup kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir.–
(Rûm/31-32)
Ve En‘âm/63, En‘âm/153, 159, Nisâ/150-151.
Allah tefrikaya düşenleri, İşte bunlar, birtakım yüzlerin beyazlaştığı, birtakım yüzlerin siyahlaştığı günde büyük bir azap kendileri için olanlardır. Artık yüzleri kararan kimselere, “Siz, inandıktan sonra yeniden kâfir mi oldunuz? Öyleyse, küfretmiş olduğunuzdan dolayı tadın cezayı!” Yüzleri ağaran kimseler de, biliniz ki, Allah’ın rahmeti içindedirler. Onlar, orada sürekli kalanlardır” ifadeleriyle tehdit etmektedir. Tefrikaya düşenler [Allah’ın dininden-kitabından uzaklaşanlar], dünyadaki perişanlıklarının üstüne bir de âhirette perişan olacaklardır. Âyette zikredilen “yüz karalığı”, azabı hakk edenlerin bir göstergesidir. Bu nitelik birçok yerde dile getirilmiştir:
60Ve o kıyâmet günü, Allah’a karşı yalan söyleyen kişileri yüzleri kararmış olarak göreceksin. -Kibirlenenler için cehennemde yer yok mu?-
(Zümer/60)
26Güzellik yapan kişiler için daha güzeli ve fazlası vardır. Yüzlerine kara bulaşmaz, aşağılık, aşağılanma da. İşte bunlar, cennet ashâbıdırlar. Onlar, orada sonsuz olarak kalıcıdırlar. 27Kötülük kazanmış olan kimseler de, kötülüğün cezası, bir benzeri iledir. Ve onları bir aşağılık kaplar. Onlar için Allah’tan, hiçbir koruyucu yoktur. Sanki onların yüzleri karanlık gecelerden bir parçaya bürünmüş gibidir. İşte onlar ateşin ashâbıdırlar. Onlar orada sonsuza dek kalacaklardır.
(Yûnus/26)
Ve Abese/38-41, Kıyâmet/22-25, Mutaffifîn/22-28, Rahmân/41.
Mü’minler uyarılırlarken 111. âyette, Onlar, “size eziyetten başka bir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşırlarsa, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlar, yardım olunmazlar haberi verilmiştir. 100. âyette de, Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye itaat ederseniz, imanınızdan sonra sizi kâfirler olarak döndürürler” uyarısı yapmıştı. Burada ise denilmektedir ki: “Eğer onları dikkate almazsanız, onlar size biraz eza, sıkıntı verebilir, ama sizi dininizden döndüremezler, âhiretinizi mahvedemezler. Sonra da onlar perişan olup giderler. Kimse de onlara yardımcı olmaz.” Bu ifadeleri aşağıda tekrar göreceğiz:
166-168İki topluluğun karşılaştığı günde size dokunan şeyler de Allah’ın izniyledir/ bilgisiyledir. Ve mü’minleri bildirsin/ işaretleyip göstersin ve münâfıklık yapan kimseleri –kendileri oturup dururken kardeşleri için: “Eğer bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi” diyen kimseleri– bildirsin/ işaretleyip göstersin diyedir. Ve onlara: “Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya savunma yapınız” denilmişti. Onlar: “Biz, savaşı bilseydik kesinlikle size uyardık” dediler. Onlar o gün, imandan çok Allah’ın ilâhlığını, rabliğini örtmeye yakındılar. Onlar, kalplerinde olmayan şeyleri ağızlarıyla söylüyorlar. Allah, gizledikleri şeyleri daha iyi bilendir. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, haydi kendinizden ölümü uzaklaştırınız.” (Âl-i İmrân/166-168)
- âyette, Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine alçaklık damgası vurulmuştur. Ve –Allah’ın ipine; sözleşmesine ve insanların ipine; sözleşmesine bağlı kalanlar hariç– onlar Allah’ın hoşnutsuzluğuna ve üzerlerine de miskinlik vurulmuştur. Bu, onların Allah’ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları ve hakksız yere peygamberler ile savaşmaları sebebiyledir. Bu, isyan etmiş ve haddi de aşmış olmaları nedeniyledir buyurularak onların; öldürülmeleri, esir edilmeleri, mallarının ganîmet olarak alınması ve topraklarına el konulması gibi nedenlerle sürekli perişan olacakları vurgulanmıştır.
- ayetteki “yektülüne” fiili “yükatilune” formuyla okunarak meallendirilmiştir. Ayrıntılı açıklama, bu surenin 21. ayetinin tahlilinde verilmiştir.
113-114. âyetlerde Ehl-i Kitabın hepsinin aynı olmadığı, onlar içinde de Allah’ın âyetlerine saygılı olanların, vicdanının sesini dinleyenlerin bulunduğu ifade edilmektedir. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili kaynaklarda şöyle bir nakil vardır:
İbn İshâk İbn Abbâs’tan şöyle dediğini nakleder: Abdullah b. Selâm, Sa‘lebe b. Sa’ye, Esid b. Sa’ye, Esid b. Ubeyd ve Yahûdilerden İslâm’a giren diğerlerinin kalplerinde İslâm yerleşince, Yahûdilerin âlimleri ve küfre sapanları şöyle demişlerdi: “Muhammed’e iman edip tâbi olanlar, ancak bizim kötülerimizdir. Eğer bunlar bizim hayırlılarımız olsalardı, atalarının dinini terkedip bir başkasına gitmezlerdi.” Bunun üzerine şanı yüce Allah, Hepsi bir değildir, Kitap Ehlinden secdeye vararak geceleri Allah’ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk vardır… İşte onlar sâlihlerdendir buyruklarını indirdi.[43]
İMANSIZ AMEL FAYDA VERMEZ
116-117. âyetteki, Şu inkâr eden kimselerin malları ve çocukları, Allah’tan yana, onlara asla bir fayda vermeyecektir. Ve işte onlar, ateş ashâbıdırlar. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar. Onların bu basit hayatta harcadıklarının durumu, kendilerine zulmeden bir toplumun ekinlerine isâbet edip de onları helâk eden, içinde kavurucu soğuğu olan rüzgârın durumu gibidir. Ve Allah, onlara zulmetmedi. Fakat onlar, kendilerine zulmediyorlar ifadesiyle, imansızca yapılanların faydasının olmayacağı bildirilmiştir. Bunu birçok kez detayıyla açıklamıştık.[44]
118Ey iman etmiş kimseler! Kendi seviyenizde olmayanlardan sırdaş/sıkı arkadaş edinmeyin. Onlar, size fenalık etmekten geri kalmazlar. Onlar, sıkıntıya düşmenizi istediler. Kesinlikle kinleri ağızlarından dışa vurmuştur. Göğüslerinde gizledikleri şeyler de daha büyüktür. Eğer siz, aklınızı kullanacaksanız, Biz, sizin için âyetleri/alâmetleri/göstergeleri kesinlikle açığa koymuşuzdur.
119İşte siz öyle kimselersiniz ki onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler, siz kitabın hepsine inanırsınız, onlarsa sizinle buluştukları zaman “İnandık” derler, başbaşa kaldıkları zaman da size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: “Kininizle ölün/ geberin!” Şüphesiz ki Allah, göğüslerin özünü/gönülleri en iyi bilendir.
120Size bir iyilik dokunsa fenalarına gider ve eğer size bir kötülük isabet etse onunla sevinirler. Ve eğer sabreder ve Allah’ın koruması altına girerseniz, onların hileleri size hiçbir şekilde zarar vermez. Şüphesiz Allah onları kendi yaptıkları şeylerle kuşatmıştır.
- âyette, “Ey iman etmiş kimseler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye itaat ederseniz, imanınızdan sonra sizi kâfirler olarak döndürürler” denilmişti. Burada ise mü’minlere hayatlarında uymaları gereken temel ilkelerden birkaçı açıklanmaktadır. Burada iman etmemiş kimselerin [Yahûdi, Hristiyan, müşrik, münâfıkların] mü’minleri harcayabilecekleri, onları arkadan vurabilecekleri, hiç bir konuda onlara güvenmemeleri, sır vermemeleri, onların iyi görünmelerine aldanmamaları emredilmektedir. Buna gerekçe olarak da, Onlar, sıkıntıya düşmenizi istediler buyurularak, onların mü’minlerin iyiliğini asla istemedikleri beyân edilmiştir:
21Şüphesiz Allah’ın âyetlerini örtbas eden, haksız yere peygamberleri öldüren ve insanlardan hakkaniyeti emreden kimseleri öldüren kişiler; sen hemen bunları acıklı bir azapla müjdele!
(Âl-i İmrân/21)
1Ey iman etmiş kimseler! Eğer Benim yolumda çaba harcamak ve Benim rızamı kazanmak için çıktınızsa, size haktan gelen şeyleri bilerek reddetdikleri /inanmadıkları hâlde, onlara sevgi ulaştırarak/onlara sevgiyi gizleyerek Bana düşman olanları ve kendinizin düşmanını yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmeyin/onları yönetici yapmayın. Onlar, Rabbiniz Allah’a inandığınızdan dolayı Elçi’yi ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Oysa Ben, sizin gizlediğiniz şeyleri ve açığa vurduğunuz şeyleri en iyi bilenim. Ve sizden kim bunu yaparsa artık o, kesinlikle yolun ta ortasından sapmıştır.
2Eğer onlar sizi ele geçirirlerse, sizin için düşman olacaklardır, ellerini ve dillerini kötülükle size uzatacaklardır. Ve onlar, “Keşke küfretseniz; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederseniz/ inanmasanız” diye arzu etmektedirler.
3Kıyâmet günü akrabalarınız ve çocuklarınız size asla yarar sağlamazlar. Allah aranızı ayırır. Ve Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir.
(Mümtehine/1-3)
- âyetteki, “Ve eğer sabreder ve takvâlı davranırsanız, onların hileleri size hiç bir şeyce zarar vermez. Şüphesiz Allah onları kendi yaptıkları şeylerle kuşatmıştır” ifadesiyle de, onlardan kurtulma yolları gösterilmiştir.
121Ve hani sen, sabah erkenden mü’minleri savaş mevzilerine yerleştirmek için ehlinden ayrılmıştın. –Ve Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.– 122O zaman sizden iki grup, Allah kendilerinin yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakını olmasına rağmen bozulmaya yüz tutmuştu. –Artık inananlar, yalnızca Allah’a işin sonucunu havale etsinler!–
123-127Ve andolsun, sizler güçsüz iken, Allah, kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödersiniz diye size Bedir’de yardım etti: Hani sen inananlara, “Rabbinizin, indirilen/ hulûl ettirilen üç bin haberci âyetle size yardım etmesi size yetmez mi?” diyordun. Eğer sabreder ve Allah’ın koruması altına girerseniz, evet sizi Rabbiniz destekler. Ve eğer onlar, ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size işaretlenmiş /eğiten/ gönderilmiş beş bin haberci âyetle yardım eder. Ve Allah, bu yardımı size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Ve bu yardım, sırf Allah, kâfirlerden; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan kimselerden bir kısmının kökünü kessin yahut onları perişan etsin de kaybeden kimseler olarak dönüp gitsinler diye, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan ve en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah katındandır. Öyleyse Allah’ın koruması altına girin.
128Bu işten sana hiçbir şey yoktur. Allah, ya onların tevbesini kabul eder yahut onlara azap eder. Artık, şüphesiz onlar yanlış; kendi zararlarına iş yapanlardır.
129Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler Allah’ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Ve Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
- âyette mü’minlere, Ve eğer sabreder ve takvâlı davranırsanız, onların hileleri size hiç bir şeyce zarar vermez. Şüphesiz Allah onları kendi yaptıkları şeylerle kuşatmıştır buyurulunca, bunun böyle olduğu gösterilmek için Uhud savaşı’na ve Uhud savaşı’nda cereyan eden olaylara, bu olaylar içerisinde de 123-127. âyetlerle Bedir’de yaşananlara dikkat çekilmiştir. Bedir ve Uhud’da bu vaad-i ilâhî gerçekleşmiştir.
Burada önce Enfâl sûresi’nde yer alan Bedir zaferi âyetlerini hatırlayalım:
5,6Ve onlar, gerçek açığa konduktan sonra, sanki göz göre göre –Rabbinin seni, gerçek ile evinden çıkardığı gibi, ki şüphesiz mü’minlerden bir kesim de kesinlikle hoşlanmıyorlardı– kendileri ölüme sürükleniyorlarmışçasına, gerçek hakkında seninle tartışıyorlardı.
7,8Ve hani Allah, size, iki tâifeden birinin kesinlikle sizin olacağını vaat ediyordu. Siz ise şanı ve şerefi olmayan şeyin/çapulun kendinizin olmasını istiyordunuz. Allah da, kelimeleriyle hakkı yerine oturtmak ve suçluların hoşuna gitmese de gerçeği ortaya çıkarmak ve bâtılı yok etmek için kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin arkasını kesmek; hak dini geliştirmek istiyordu.
9Hani siz, Rabbinizden yardım diliyordunuz da Rabbiniz, “Şüphesiz Ben, işte ardarda haberci âyetlerden binlercesiyle size yardım ediyorum” diye karşılık vermişti.
10Bunu da Allah, sırf size bir müjde olsun ve bununla kalpleriniz yatışsın diye yapmıştı. Ve yardım ancak Allah katındandır. Şüphesiz Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
11Hani Rabbiniz, yine Kendi katından bir güven olarak bir uyku sardırıyordu. Sizi kendisiyle temizlemek, kötü niyetli kişinin pisliğini/zararını sizden gidermek, yüreklerinize kuvvet vermek ve ayaklarınızı sağlam durdurmak için gökten üzerinize bir su indiriyordu.
12Ve hani, Rabbin doğal güçleri programlıyordu: “Şüphesiz Ben, sizinle beraberim, haydin inanmış kimselere sebat verin. Ben, kâfirlerin; Kendimin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kimselerin yüreğine korku salacağım, hemen boyunların üstüne vurun, onlardan tüm parmak uçlarına/eklemlerine de!”
13İşte kâfirlerin bu cezalandırılışı, Allah’a ve Elçisi’ne karşı gelmeleri nedeniyledir. Ve kim Allah’a ve Elçisi’ne karşı gelirse, bilsin ki Allah, azabı çok çetin olandır.
(Enfâl/5-13)
Şimdi de ansiklopedik düzeyde Uhud savaşı’nı görelim:
UHUD SAVAŞI (H. 3/M. 625)
Uhud savaşı, Hicret’in üçüncü yılında Uhud dağı civarında müşriklerle yapılmış bir savaş olup Müslümanların târihinde çok önemli bir yeri vardır.
SAVAŞIN GEREKÇESİ: KİN ve ÖÇ ALMA
Bedir yenilgisi sonucunda Kureyş müşriklerinin öfkesi kabarmış, kin ve intikam duyguları artmıştı. Bedir’de yakınlarını kaybeden Mekke’nin yöneticisi Ebû Süfyân’ın karısı Utbe kızı Hind, “Muhammed’le arkadaşlarından öç almadıkça içim rahatlamayacak, Muhammed’le savaş yapmadıkça koku sürünmek bana haram olsun. Sevdiklerimin intikamının alındığını gözümle görmedikçe bana sevinmek yok!” diyordu. Ebû Süfyân ve yandaşları da aynı şekilde düşünmekteydiler. Ebû Süfyân’ın idaresinde Müslümanlardan kurtulan kervanın, Dâru’n-Nedve’de duran mallarıyla güçlü bir ordu kurma imkânlarına sahiptiler. Bedir’de ölenler yakınlarının intikamını almalıydılar. O nedenle Bedir’de yakınları öldürülenler karalar giyinmiş vaziyette kabileler arasında dolaşıyor, şairler mersiyeler söyleyerek müşrikleri savaşa teşvik ediyorlardı.
Müşriklerin ileri gelenleri, herkese katılma payını verdikten sonra geri kalan kâr ile güçlü bir ordu hazırlanmasına karar verdiler.
Târih kayıtlarına göre müşrik Kureyşliler Mekke dışındaki Arap kabilelerinin de katılımıyla hazırladıkları 3.000 kişilik orduda, 700 zırhlı, 200 süvari, 3.000 deve vardı. Aralarında, başta Ebû Süfyân’ın karısı Hind olduğu hâlde 14 tane de kadın vardı.
Durumu öğrenmesi (Mekke’deki amcası Abbâs’ın mektupla bilgilendirdiği nakledilir) üzerine Rasûlullah, keşifçiler gönderdi. Keşifçilerin getirdiği haberler, kendisine ulaşan bilgilere aynen uyuyordu. Düşman, büyük bir ordu hazırlamış ve Medîne’ye doğru ilerliyordu.
Bunun üzerine Rasûlullah, bir savaş meclisi kurarak meseleyi ayrıntılı olarak ashâbıyla görüştü. Rasûlullah, düşmanı şehrin dışında karşılamayıp şehri içerden savunmak görüşündeydi. Fakat, özellikle Bedir Savaşı’na katılan gaziler hakkında nâzil olan övücü âyetlerin etkisinde kalan gençler, düşmanın dışarıda karşılanmasından yana idiler. Düşmanla bir meydan savaşı yapmak istiyorlardı.
Rasûlullah, ashâbın isteklerini kırmayarak düşmanı karşılamak üzere kılıcını kuşandı, zırhını giydi. Sözde inanmış görünenlerin reisi Abdullah b. Ubey b. Selül, şehrin içinde kalınıp savunma yapılmadığını bahane ederek 300 kişilik kuvvetini geri çekti. Müslümanları düşman karşısında güçsüz bırakmak istiyordu. Böylece Müslüman ordusunun mevcudu 1.000’den 700’e düşmüştü.
Müşrik Kureyş ordusu, Medîne’nin yegâne açık sahası olan kısımdan içeriye sızarak karargâhını Uhud dağı’nın Medîne’ye bakan eteklerinde kurmuştu. Rasûlullah 700 Müslümanla cumartesi sabahı Uhud dağı’na ulaştı. Sırtını dağa vererek karşıdaki çorak arazide yer tutan düşmana karşı saf tuttu. Düşmanın düşüncesi Müslüman ordusunu mağlup ettikten sonra şehri yağmalamaktı. Bunun için Medîne’nin yakınındaki Uhud önleri savaş sahası seçilmişti.
Rasûlullah, Bedir’de olduğu gibi bu savaşta da İslâm ordusunu savaş düzenine göre yerli yerine yerleştirdi, düşmanın sızabileceği, kuşatma yapabileceği geçit ve gedikleri de okçularla korudu ve özellikle ordunun sol tarafındaki dağın vâdisini beklemek üzere Abdullah b. Cübeyr kumandası altında 50 kişilik okçu birliği bıraktı ve, “Düşman yense de, yenilse de kesinlikle yerlerinizden ayrılmayın” diye tembihte bulundu.
SAVAŞ BAŞLIYOR
11 Şevval 3 [27 Mart 625] Cumartesi günü savaş teke tek vuruşmalarla başladı; Ali, Hamza ve öteki İslâm savaşçıları hasımlarını öldürdüler. Sonra savaş kızıştı. Başta Rasûlullah’ın amcası Hamza olmak üzere savaşan tüm mü’minler, kükremiş arslan gibi düşmana kılıç sallayarak ilerliyor, hasımlarını kırıp geçiriyordu. Düşmanlar da olanca gayretleriyle kılıca sarılmalarına rağmen bozguna uğramaktan kendilerini kurtaramadılar. Tef çalarak müşrik askerlere moral veren düşman kadınları bile korku içinde dağ yamacına tırmanmaya, kaçmaya başladı.
Rasûlullah’ın almış olduğu askerî tedbirler ve uygulamış olduğu planlar sayesinde ilk safhada Müslümanlar gâlip geldiler.
DURUM DEĞİŞİYOR
Bununla beraber henüz kesin netice alınmış değildi; düşmanın hızlı bir şekilde takibi ve dönmeyeceği bir noktaya kadar kovalanması gerekiyordu.
Hâlbuki bu inceliği ve harp usulünün bu yönünü bir an unutarak gaflete düşen ve dünyalığa meyleden Müslümanlar, kılıçlarını bırakıp ganimet toplamaya koyulmuşlardı. Ordunun gerisindeki vâdiyi bekleyen 50 okçu da kumandanlarının ısrarlarına rağmen Rasûlullah’ın kesin emrini dikkate almayarak, “Kardeşlerimiz üstün geldi, biz niye bekleyelim?” diyerek yerlerinden ayrıldılar, ganimet toplamaya giriştiler.
İşte bu sırada böyle bir ânı gözetlemekte olan 200 kişilik düşman süvari birliği komutanı Hâlid b. Velîd az sayıdaki İslâm okçusunun kaldığı geçidi rahatça ele geçirerek İslâm ordusunu arkasından vurmaya başladı. Bunu gören müşrikler de geri döndüler ve yeniden hızlı bir saldırıya giriştiler. Böylece Müslümanlar iki ateş arasında kaldılar, üstünlüğü sağlamışken dünyalığa dalmaları ve Peygamber’in emrini çiğnemeleri yüzünden zor durumlara düştüler.
SAVAŞTAN BAZI SAHNELER: HAMZA ALLAH YOLUNDA ÖLÜYOR
İşte bu safhada Hamza, Ebû Süfyân’ın karısı Hind’in kölesi Vahşi tarafından mızrakla vurularak Allah yolunda can verdi. Rasûlullah’ın Hicretten evvel Medîne’ye tayin ettiği ilk öğretmen Mus‘ab b. Umeyr de bu esnada Allah yolunda canını verenler arasındaydı. Mus‘ab sima itibariyle Rasûlullah’a benzediğinden öldüğünde, onu öldüren kimse Rasûlullah’ı öldürdüğünü haykırıyordu. Bu durum Müslümanların daha da dağılmasına sebep oldu.
Kureyşli müşrikler bu savaşta o kadar vahşiyane şeyler yapmışlardı ki, târihte benzerine az rastlanır. Müslümanlar bu savaşta 70 Allah yolunda ölü vermişlerdi. Düşmanlar özellikle de müşrik kadınlar Allah yolunda ölen Müslümanların burunlarını ve kulaklarını kesiyorlardı. Ebû Süfyân’ın karısı Hind ve öteki bazı müşrik kadınları, Müslüman ölülerin organlarından yaptıkları gerdanlıkları boyunlarına takmışlardı. Ayrıca Hind, Hamza’nın ciğerini çıkartarak çiğnemek iğrençliğini gösterebilmişti.
DURUM DEĞİŞİYOR: MÜ’MİNLER TOPLANIYOR
Kısa zaman sonra Rasûlullah’ın sağ olduğu anlaşıldı. Uhud dağı’nın hemen eteklerinde bulunan Rasûlullah’ın çevresi büyük çarpışmalara sahne oldu. Müslümanlar O’nun etrafında dönüyorlar, gerektiğinde kollarını, bacaklarını kalkan yerine kullanıyorlardı, Talha bu yolda kolunu kaybetmişti. Sa‘d b. Ebî Vakkas’a ise Rasûlullah ok veriyor ve, “Anam-babam fedâ olsun, at yâ Sa‘d” diyor; oklarının isâbet etmesi için Allah’a dua ediyordu.
Müşrikler Rasûlullah’ı öldürmek için hücum ettikçe, Müslümanlar O’nun çevresinde çoğalmış ve çetin bir savunma hattı kurmuşlardı. Düşman bu hattı yaramayacağını anlayınca geriye çekilmek durumunda kaldı ve böylece savaş üçüncü safhada denk bir duruma geldi. Ebû Süfyân karşı dağa, Rasûlullah da Uhud’a doğru tırmandı. Rasûlullah’ın dişi kırılmış, yanağı yarılmıştı. Kızı Fâtıma O’nu tedavi etti.
MÜŞRİKLERİN PLANINA, KARŞI PLAN
Uhud’dan ayrılan Ebû Süfyân bir süre sonra geri dönerek Medîne’ye saldırmak ve başladıkları işi tamamlamak isteğine kapılmıştı. Esasen böyle bir durumu, Rasûlullah tahmin etmiş, 70 ölü ve yaralıya rağmen savaşın hemen ertesi Pazar günü düşmanı takibe karar vermişti. Rasûlullah 70 kişilik süvari birliği ile 8 km. kadar müşrikleri takip etti. Sonra konaklayarak üç gün bekledi. Geceleri ateş yaktırarak düşmana savaştan yılmadıkları mesajını veriyordu. Müslüman olmadığı hâlde Müslümanların dostlarından olan Huzâa kabilesinden Mabed-i Huzâî, Rasûlullah’ı gördükten sonra Ebû Süfyân’a giderek, O’nun arkadaşlarıyla birlikte savaş için geldiklerini söylemiş, Ebû Süfyân da yeni bir vuruşmayı göze alamayarak Mekke’ye gitmiş ve Medîne’ye saldırmaktan vazgeçmişti.
UHUD SAVAŞI’NIN SONUCU
Müslümanlar, bu savaşta birinci safhada üstünlük sağlamışlar, gaflet ve dikkatsizlik neticesinde ikinci safhada ilâhî bir imtihana uğratılarak kendilerine mağlubiyet acısı tattırılmış, fakat üçüncü safhada durum denkleşmişken Rasûlullah’ın cesaretle takibi neticesinde düşman korkutulmuş ve üstünlük tekrar Müslümanlara geçmiştir.
3.Bölüm>>>
[1] Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 6:14-20.
[2] Lisânu’l-Arab; c. 4, s. 325, “Rym” mad.
[3] Çıkış, 15:20 ve Sayılar, 26:59.
[4] Prof. C. Tümer, Hz. Meryem, T.D.V. Yayınları; T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, “Meryem” mad.
[5] Kurtubî.
[6] Mihrab sözcüğü, Sâd/21’de de geçmişti.
[7] Tebyînu’l-Kur’ân; c. 1, s. 407-408.
[8] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[9] Tebyînu’l-Kur’ân; c. 3, s. 681.
[10] Lisânu’l-Arab; c. 8, s. 276-277.
[11] Lisânu’l-Arab; Tâcu’l-Arûs, “Mhd” mad.
[12] Mushaf-ı Şerif, İSAM Yayınları.
[13] Al-i Imran/49, Maide/110
[14] Lisan, Tac, Kamus.
[15] Tac , Lisan, Kamus, es Sıhah
[16] Tac , Lisan, Kamus, es Sıhah
[17] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[18] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[19] (KUMRAN YAZITLARInın konuya ait bölümleri incelenebilir)
[20] Lisânu’l-Arab; c. 3, s. 195-196, “Hlq” mad.
[21] Matta, 5:17.
[22] Matta, 23:1-7.
[23] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[24] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân; Lisânu’l-Arab.
[25] Tebyînu’l-Kur’ân; c. 5, s. 476.
[26] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[27] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[28] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 15:1-3.
[29] Tesniye, 23:20.
[30] Tesniye, 24:7.
[31] Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân.
[32] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[33] Tebyînu’l-Kur’ân; c. 3, s. 55-61.
[34] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[35] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[36] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[37] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[38] Tekvin, 32:22-32.
[39] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[40] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[41] Tebyînu’l-Kur’ân; c. 9, s. 250-254, 269-282.
[42] Bkz. Lisânu’l-Arab, Tâcu’l-Arûs
[43] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[44] Tebyînu’l-Kur’ân; c.?????