89 -ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ-5
172,173.Kendilerine yara dokunduktan sonra Allah ve Elçi’nin davetine katılan kimseler; insanlar kendilerine: “Şüphesiz insanlar size karşı birlik oldular, onlardan ürperin” dediklerinde, bunun, kendilerini inanç yönünden artırdığı ve: “Allah bize yeter. O, ne güzel tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan”dır!” diyen kimseler; onlardan iyileştiren, güzelleştiren ve Allah’ın koruması altına girmiş kimselere büyük bir ödül vardır.
174.Sonra da onlar, kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan Allah’ın nimeti ve armağanıyla geri döndüler ve Allah’ın rızasına uydular. Ve Allah, çok büyük lütfun sahibidir.
Burada savaşın zorlu şartlarında metânetli davranan, Allah’a tevekkül eden mü’minler övülmektedir.
Tevekkül, “kişinin azimden [her türlü tedbiri aldıktan] sonra, işin sonucunu Vekîl’e [varlığı ayakta tutan, sürdüren, koruyan ve rızık veren Allah’a] bırakması” demektir.
Bu âyetlerin iniş sebebiyle ilgili kaynaklarda şu bilgiler yer almıştır:
Bu âyet, Uhud günü’nde nâzil olmuştur. Ashâb, bozguna uğradıktan sonra, Hz. Peygamber’in yanına dönünce, Hz. Peygamber, müşrikleri takib konusunda Müslümanları teşvik etti, Zaten Hz. Hamza’nın (r.a) mübârek nâşına müsle [işkence] yapılmış olduğunu gördükten sonra onlar da müsle yapmaya niyetliydiler, ama Hz. Peygamber onları bundan men etmişti. Derken Allah Teâlâ müşriklerin kalbine korku salmış, böylece dağılıp gitmişlerdi. Hz. Peygamber, Uhud’da şehid olanların cenaze namazını kılmış ve onları, kanlarıyla defnetmişti. Âlimlerin rivâyet ettiğine göre Safiyye, kardeşi Hamza’nın durumunu görmek için geldiğinde, Hz. Peygamber (s.a) Zübeyr’e, “Onu bırakma da, kardeşine yapılmış olan müsle’den dolayı feryâd ü figan etmesin” demiş, bunun üzerine Safiyye, “Ona ne yapıldığına dair haber bana geldi. Bu, Allah’a itaat etmenin yanında önemsiz bir şeydir” deyince, Hz. Peygamber Zübeyr’e, “Ona müsaade et de kardeşine baksın” demiştir. Safiyye de, “Hayır!” demiş ve Hz. Hamza için Allah’tan mağfiret talebinde bulunmuştur. Yine kocası, babası, kardeşi ve oğlu öldürülmüş bir kadın gelip de, Hz. Peygamber’in hayatta olduğunu görünce, “Artık bundan sonra hiç bir musibetin önemi yoktur!” dedi. Âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında söylenenler, işte bunlardır.[7]
En doğru olan bu rivâyete göre, Ebû Süfyân ve arkadaşları, Uhud’dan dönüp Revhâ denilen yere vardıkları zaman pişman olarak şöyle demişlerdir: “Biz onların pek çoğunu öldürdük. Onlardan geriye pek az kimse kaldı. O hâlde ne diye biz onların yakasını bıraktık? Aksine, bizim yapmamız gereken, geriye dönüp onların kökünü kazımaktır.” Böylece onlar, geri dönmeye niyetlendiler. Bu haber Hz. Peygamber’e (s.a) ulaşınca, kâfirleri korkutmak ve onlara, gerek kendisinin gerekse ashâbının son derece güçlü olduğunu göstermek istedi. Bunun üzerine o, ashâbını Ebû Süfyân’ı takibe çıkmaya teşvik etti. Ve şöyle dedi: “Ben şu anda, ancak savaşta benimle beraber olanlarla takibe çıkmayı istiyorum…” Böylece Hz. Rasûl (s.a) ashâbından bir toplulukla, Kureyş’i takibe çıktı. Rivâyete göre bu topluluğun sayısı 70 kadardı. Müslümanlar, Medîne’ye üç mil mesafede olan Hamrâu’l-Esed mevkiine varınca, Allah Teâlâ müşriklerin kalbine bir korku saldı da, böylece müşrikler dağıldılar. Rivâyet edildiğine göre, ashâbın içinde, birbirlerini birer saat süreyle omuzlarında taşıyan kimseler vardı; bütün bunlar, yaralarının çok ve ağır olmasındandı. Yine onların içinde, birer saat süreyle birbirlerine dayanarak yürüyen kimseler de vardı.[8]
Müşrikler, Uhud’dan ayrılıp Peygamber (s.a) ve ashâbına isâbet edenler isâbet ettikten sonra, (müşriklerin) geri döneceklerinden korktular. Bunun üzerine Peygamber şöyle buyurdu: “Bizim gücümüzün yerinde olduğunu bilmeleri için onların arkasından gitmeye kim gelir?” Ebû Bekr ve ez-Zübeyr, 70 kişi ile birlikte gidenler arasında idiler. Ve (Kureyşlilerin) arkasından yola çıktılar. Onlar geldiklerini haber alınca da Allah’tan bir nimet ve bir lütuf ile geri döndüler.
Âişe (r.anhâ) Hamrâu’l-Esed gazvesi’nde meydana gelen olaylara işaret etmektedir. Hamrâu’l-Esed Medîne’den yaklaşık 8 millik uzaklıktadır. Şöyle olmuştu: Uhud’un ertesi günü olan Pazar günü, Rasûlullah (s.a) müşriklerin arkasından gitmek üzere insanlar arasında ilanda bulunup şöyle dedi: “Bizimle birlikte ancak dün orada bulunan kimseler çıksın. Onunla beraber 200 mü’min yola çıktı. Buhârî’de de şöyle denilmektedir: (Peygamber) buyurdu ki: “Onların arkasından kim gider?” Onlardan 70 kişi ortaya çıktı, Aralarında –önceden de geçtiği üzere– Ebû Bekr ve ez-Zübeyr de vardı. Hamrâu’l-Esed’e varıncaya kadar yollarına devam etliler. Böylelikle düşmanı korkutmuş oluyordu. Aralarında ağır yaralı olup yürüyemeyecek olan ve bineği de bulunmayan kimseler vardı. Hatta başkalarının boyunları üzerinde taşınanlar dahi vardı. Bütün bunlar ise Rasûlullah’ın (s.a) emrini yerine getirmek ve cihada rağbet için yapılmıştı.
Âyet-i kerîmenin oldukça ağır yaralı, biri diğerine yaslanan, bununla birlikte Peygamber (s.a) ile beraber yola koyulan Abduleşhel oğulları’ndan iki kişi hakkında indiği de söylenmiştir, (Hz. Peygamber ve beraberindekiler) Hamrâu’l-Esed’e ulaştıklarında Nuaym b. Mes‘ûd ile karşılaştılar. O onlara, Ebû Süfyân b. Harb’in ve beraberindeki Kureyşlilerin toparlanıp bir araya geldiklerini ve Medîne’ye gidip oranın halkını toptan imha etmeyi kararlaştırdıklarını söyledi. Bunun üzerine onlar –yüce Allah’ın söylediklerini haber verdiği– Allah bize kâfidir, O ne güzel vekîldir dediler.[9]
Bu âyetlerde, Uhud sonrası Rasûlullah’ın çağrısına icâbet eden mü’minler övülür. Târih, her şey bitti sanıldığında, sabır ve metanetin zafer getirdiğine şâhittir.
175.Şüphesiz ki o şeytan/kötü niyetli insan, kendi yakınlarını korkutur. Onlardan korkmayın, eğer mü’min iseniz Benden korkun.
176.Küfürde Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmekte yarışan şu kişiler de seni üzmesin. Onlar, Allah’a hiçbir şekilde asla zarar vermezler. Allah onlara âhirette herhangi bir pay vermemeyi istiyor. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır.
177.Şüphesiz iman karşılığında küfrü; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmeyi satın alan kimseler, Allah’a hiçbir şekilde asla zarar vermezler. Ve onlar için çok acıklı bir azap vardır.
178.Allah’ın ilâhlığını rabliğini tanımayan şu kimseler, şüphesiz Bizim kendilerine süre tanıyışımızın, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Şüphesiz Biz, onlara daha çok günaha girsinler diye süre tanıyoruz. Ve onlar için alçaltıcı bir azap vardır.
179.Allah, murdar olanı temiz olandan ayırt edinceye kadar mü’minleri, sizin kendisi üzerinde bulunduğunuz şey üzerinde bırakacak değildir. Allah sizleri görülmeyen, duyulmayan, sezilmeyen, geçmiş, gelecek üzerine bilgilenen biri yapacak da değildir. Velâkin Allah, elçilerinden dilediğini seçer. Öyleyse Allah’a ve Elçisi’ne iman edin. Ve eğer iman eder ve Allah’ın koruması altına girerseniz, işte o zaman sizin için çok büyük bir karşılık vardır.
180.Ve Allah’ın, kendilerine fazlından verdiği nimetlere karşı cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Tam tersi o kendileri için zarardır. Cimrilik ettikleri şey, kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası yalnızca Allah’a aittir. Ve Allah, yaptıklarınıza bilgi sahibidir.
Bu âyet grubunda muhatap alınan mü’minler, nerelerden ve nasıl zarar geleceği bildirilerek uyanık olmaya davet ediliyor:
• Şüphesiz ki o şeytan, kendi yakınlarını korkutur.
• Onlardan korkmayın, eğer mü’min iseniz Benden korkun.
• Küfürde yarışanlar seni üzmesin.
• Onlar, Allah’a hiç bir şeyce asla zarar veremezler. Allah onlara âhirette bir pay kılmamak istiyor.
• Onlar için çok büyük bir azap vardır.
• İman karşılığında inkârı satın alan kimseler, Allah’a hiç bir şeyce asla zarar vermezler.
• Onlar için çok acıklı bir azap vardır.
• Şu küfretmiş kimseler, Bizim kendilerine mühlet verişimizin, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar.
• Biz, onlara günahça artsınlar diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.
• Allah, murdar olanı, temiz olandan ayırt edinceye kadar mü’minleri, sizin üzerinde bulunduğunuz şey üzerinde bırakacak değildir.
• Allah, sizleri ğayba muttali kılacak da değildir. Velâkin Allah, elçilerinden dilediğini seçer. Öyleyse Allah’a ve Elçisi’ne iman edin.
• Eğer iman eder ve takvâlı davranırsanız, sizin için çok büyük bir karşılık vardır.
• Allah’ın, kendilerine fazlından verdiği nimetlere karşı cimrilik edenler, bunun, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar.
• Bilakis o, kendileri için şerrdir. Cimrilik ettikleri şey, kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır.
• Göklerin ve yerin mirası yalnızca Allah’a aittir.
• Ve Allah, yaptıklarınıza bilgi sahibidir.
Görüldüğü üzere âyetler gâyet net ve açıktır. 175. âyetteki, Şüphesiz ki o şeytan, kendi yakınlarını korkutur. Onlardan korkmayın, eğer mü’min iseniz Benden korkun ifadesi, Medîne’de döndürülen dolaplara işaret etmektedir. Şöyle ki:
Uhud savaşı’nda umduğunu bulamayan Ebû Süfyân, Müslümanları Bedir savaşı’nın ilk yıldönümünde tekrar savaşa davet etmişti. Fakat Mekke’de yaşanan ekonomik sorunlar nedeniyle böyle bir savaşı göze alamadı. Ama psikolojik olarak durumu kurtarmak için birçok hileye başvurdu. Casusları aracılığı ile, mü’minlere, kendilerini yok edecek dünyanın en güçlü ordusunu kurduğu haberini yaydı. Bu yalan haber etkili oldu. Rasûlullah’ın çevresindeki Müslümanlar Bedir’e gidip savaşmaya sıcak bakmadılar. Bunun üzerine Rasûlullah, “Benimle hiç kimse gelmese de, söz verilen savaşa tek başıma gideceğim” diyerek kararlılığını ortaya koydu. Bunun üzerine 1.500 civarında gönüllü Rasûlullah ile birlikte Bedir’e gitti. Ebû Süfyân da 2.000 kişilik bir ordu ile Mekke’den Bedir’e doğru yola çıktı. İki gün yol aldıktan sonra savaş kararından vaz geçip, seneye savaşmalarının daha uygun olacağını söyledi. Daha sonra ordusuyla birlikte Mekke’ye döndü. Rasûlullah ise, Ebû Süfyân liderliğindeki müşrik ordusunu Bedir’de sekiz gün bekledi. Müşriklerin Mekke’ye döndükleri öğrenilince Rasûlullah da mü’minler ile Medîne’ye döndü.
Kaynaklarda bu âyet grubunun iniş sebebi hakkında şu bilgiler yer alır:
Yüce Allah’ın, Küfürde yarışanlar seni üzmesin buyruğunda sözü geçen kimseler, önce İslâm’a giren sonra da müşriklerden korkarak irtidad eden kimselerdir Peygamber (s.a) bundan dolayı üzülünce yüce Allah da, Küfürde yarışanlar seni üzmesin âyet-i kerîmesini indirdi. el-Kelbî der ki: “Bununla yüce Allah münâfıkları ve Yahûdilerin elebaşılarını kasdetmektedir Bunlar Peygamber’in (s.a) kitaptaki niteliklerini gizlediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.”[10]
Buradaki şeytan‘dan murad, (Ebû Süfyân’a rastlayan) “o topluluk”tur. Bunun, Nu‘aym ibn Mes‘ûd olduğu da söylenmiştir. Nu‘aym kâfirlikte ileri gidip azdığı için, “şeytan” olarak zikredilmiştir.[11]
Âlimler, âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında ihtilaf edip şu görüşleri beyan etmişlerdir:
1)Bu âyet, Kureyş kâfirleri hakkında nâzil olmuştur. Allah, Peygamber’i Hz. Muhammed’i onların şerrinden emin kılmıştır. Buna göre mana, “seninle savaşmak için ordular toplayarak küfürde yarışanlar seni mahzun etmesin. Çünkü onlar, bu hareketleriyle Allah’a değil, sadece kendilerine zarar verirler” şeklindedir. Bunu, onların Peygamber’e ve ashâbına hiç bir şekilde zarar veremeyecekleri manasına anlamak gerekir. İfade, bu şekilde anlaşıldığında, mutlaka belli bir zarara hamledilmesi gerekir. Çünkü bundan sonra onların, Hz. Peygamber’e (s.a) birtakım zararlar verdikleri meşhurdur. Evlâ olan, bunun, “Kâfirlerin ordular toplamaktan maksatları, bu dini yok etmek ve bu şeriatı silmektir. Onların bu maksatları hiç bir zaman tahakkuk etmeyecek, aksine kendi işleri bozulacak, güçleri gidecek, senin işin yücelip ismin duyulacak” manasına hamledilmesidir.
2)Bu âyet, münâfıklar hakkında nâzil olmuştur. Onların küfürde yarışmaları, mü’minleri Uhud hâdisesi ile korkutmaları ve ilâhî yardım ile muzafferiyetten ümitsiz bırakmaya gayret etmeleridir. Veyahut da onların, “Muhammed, mülk peşinde koşuyor. Bundan dolayı durum bazan lehine, bazan aleyhine oluyor. Eğer o, Allah’ın gönderdiği bir peygamber olsaydı, hiç mağlup olmazdı” demeleridir. Bu da, Müslümanları (nerede ise) İslâm’a karşı soğutuyordu ve Hz. Peygamber (s.a) bundan dolayı üzülüyordu.
3)Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: “Bir kısım kâfirler, Müslüman olmuşlar, fakat Kureyş’ten çekindikleri için irtidad etmiş [İslâm’dan çıkmışlardı]. İşte bundan dolayı, Hz. Peygamber’in (s.a) gönlüne bir üzüntü düşmüştü. Çünkü o, onların bu irtidadları ile kendisine bir zarar verebileceklerini sanıyordu. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, onların mürted olmalarının, o’na bir zarar vermeyeceğini beyan buyurmuştur.”[12]
Âyetteki, Şu, küfürde yarışan kişiler de seni üzmesin uyarısı, Rasûlullah’a birçok kez yapılmıştır. Rasûlullah, kavminin küfrü dolayısıyla aşırı derecede üzülürdü:
7Kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimseler; onlar için şiddetli bir azap vardır. İman etmiş ve düzeltmeye yönelik işleri yapmış kişiler; onlar için bir bağışlanma ve büyük bir ödül vardır. 8Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel gören kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini/dileyeni şaşırtır, dilediğine/dileyene de kılavuzluk eder. Onun için canın onlara karşı hasretlerle/ üzüntülerle sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir.
(Fâtır/7,8)
3.Onlar; Hıcr 91Kur’ân’ı sihir, şiir, esatir (mitolojik söylentiler), uydurulmuş söz gibi birtakım parçalar, kötü sözler kabul eden kimseler, 3iman edenler olmuyorlar diye sen kendini yıkıma uğratacaksın!
(Şu‘arâ/3)
6.Sonra da sen onlar bu Kur’ân’a inanmazlarsa, onların yaptıklarından dolayı, üzüntüden neredeyse kendini harap edeceksin!
(Kehf/6)
181,182.Allah, “Şüphesiz Allah fakirdir, biz zenginiz” diyen kimselerin sözünü kesinlikle duydu. Onların söyledikleri şeyleri ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız. Ve Biz: “Tadın o yakıcının azabını! Bu, kendi ellerinizin önden gönderdiklerinin karşılığıdır” diyeceğiz. Ve şüphesiz Allah, kullara asla haksızlık eden biri değildir.
183.“Allah fakir, biz zenginiz” diyenler, “Ateşin yiyeceği bir kurbanı bize getirmedikçe hiçbir elçiye iman etmeyeceğimize dair Allah, bize kesinlikle ahitte bulundu” diye saçmalayan kimselerdir. De ki: “Kesinlikle benden önce, size kimi elçiler açık belgelerle ve sizin dediğiniz şeyle geldiler de, peki, –eğer doğru kimseler iseniz– onları niçin öldürdünüz?”
184.Eğer şimdi seni yalanladılarsa, bil ki senden önce açık deliller, sayfalar ve aydınlatıcı kitap ile gelen elçiler de yalanlanmıştı.
Bu âyetlerde Yahûdiler hakkında bilgiler verilmektedir, ki onlar, uydurdukları inançlar, söyledikleri çirkin sözler ve haddi aşmaları nedeniyle cezalandırılacaklardır.
Bu âyet grubunun iniş sebebiyle ilgili kaynaklarda şu bilgiler verilmiştir:
Muhammed (s.a), onlardan Allah yolunda mallarını harcamalarını isteyince, “Sen peygamber olsan bu maksatla mal istemezsin. Çünkü Allah Teâlâ fakir değildir ki, dinini ıslah hususunda bize muhtaç olsun. Eğer sen peygamber olsaydın, bizim mallarımızı, gökten bir ateşin inip onu yakması için istersin. Bunu böyle yapmadığına göre, senin peygamber olmadığını anladık” demişlerdi.[13]
Tefsir âlimleri derler ki: Yüce Allah, Allah’a güzel bir ödünç verecek olan kimdir? (Bakara/245) buyruğunu indirince Yahûdilerden bir topluluk, –el-Hasen’in görüşüne göre Huyey b. Ahtab bunlardandır. İkrime ve başkaları ise; bu sözleri söyleyenin Finhâs b. Âzurâ olduğunu söylemişlerdir– “Muhakkak Allah fakirdir, biz de zenginiz ki O bizden borç istemektedir” dediler. Onlar bu sözlerini aralarından zayıf [kıt akıllı, zayıf inançlı] kimselere karşı hakikati sulandırmak için söylemişlerdi. Yoksa böyle bir inanca sahip olduklarından değil. Çünkü onlar Kitap Ehli kimselerdi. Fakat bu sözü söylemekle de kâfir oldular. Çünkü onlar aralarından zayıf olan kimselerle mü’minlerden zayıf olan kimseleri şüpheye düşürmek veya Peygamber’i (s.a) yalanlamak işlemişlerdi. Yani, onlar şunu söylemek istiyorlardı: Allah, Muhammed’in (s.a) söylediği bu söze göre fakirdir; çünkü bizden borç istemektedir.
el-Kelbî ve başkaları der ki: Bu âyet-i kerîme Ka‘b. el-Eşref, Mâlik b. es-Sayf, Vehb b. Yahuda, Finhas b. Azura ve bir grup kimse hakkında nâzil olmuştur. Bunlar Peygamber’in (s.a) yanına gelip o’na şöyle demişlerdi: “Sen Allah’ın seni bize peygamber olarak gönderdiğini iddia mı ediyorsun? Hâlbuki Allah bize indirmiş olduğu bir kitabında, Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini iddia eden birine, bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe iman etmememizi emretmiştir. Eğer sen bize böyle bir şeyi getirecek olursan, biz de senin doğru olduğunu kabul ederiz.” Bunun üzerine yüce Allah, bu âyet-i kerîmeyi indirdi.[14]
Allah bunlara, Kesinlikle benden önce size kimi elçiler açık belgelerle ve sizin dediğiniz şeyle geldiler de, peki, –eğer doğru kimseler iseniz– onları niçin öldürdünüz? buyurarak cevap vermiştir. Bu âyette, “ateşin yiyeceği bir kurban getirme, aksi hâlde inanmama” iddiası reddedilmiştir. Ayrıca açık kanıt gösteren peygamberleri [Zekeriyyâ, Yahyâ ve Şuyâ] de öldürmüşlerdir. Onların peygamberleri öldürdükleri kendi kaynaklarında detaylıca anlatılır.
Burada konu edilen, “ateşin yiyeceği bir kurban getirme, aksi hâlde inanmama” meselesi, Yahûdiler tarafından Allah’a yöneltilen bir iftira ve yalandır. Kitab-ı Mukaddes’te, yakılmış kurbanlardan bahsedilmesine rağmen, bunlar, peygamberliğin işareti olarak görülmez. Âyetteki redden anlaşılıyor ki, bunlar Kitab-ı Mukaddes’e sonradan sokulmuştur. Durumu Kitab-ı Mukaddes’ten görelim:
Hârûn günah, yakmalık, esenlik sunularını sunduktan sonra ellerini halka doğru uzatarak onları kutsadı ve aşağıya indi. Mûsâ’yla Hârûn Buluşma Çadırı’na girdiler. Dışarı çıkınca halkı kutsadılar. O zaman Rabbin yüceliği halka göründü. Rabb bir ateş gönderdi. Ateş sunağın üzerindeki yakmalık sunuyu, yağları yakıp küle çevirdi. Bunu gören halkın tümü sevinçle haykırarak yüzüstü yere kapandı.[15]
Tanrı’nın meleği, “Eti ve mayasız pideleri al, şu kayanın üzerine koy. Et suyunu ise dök” dedi. Gidyon söyleneni yaptı. Rabbin meleği elindeki değneğin ucuyla ete ve mayasız pidelere dokununca kayadan ateş fışkırdı. Ateş eti ve mayasız pideleri yakıp kül etti. Sonra Rabbin meleği gözden kayboldu.[16]
Manoah bir oğlakla tahıl sunusunu aldı, bir kayanın üzerinde Rabbe sundu. O anda Manoah’la karısının gözü önünde şaşılacak şeyler oldu: Rabbin meleği sunaktan yükselen alevle birlikte göğe doğru yükselmeye başladı. Bunu gören Manoah’la karısı yüzüstü yere kapandılar.[17]
Akşam sunusunun sunulacağı saatte, Peygamber İlyas sunağa yaklaşıp şöyle dua etti: “Ey İbrâhîm’in, İshâk’ın ve İsrâîl’in Tanrısı olan Rabb! Bugün bilinsin ki, sen İsrâîl’in Tanrısı’sın, ben de Senin kulunum ve bütün bunları Senin buyruklarınla yaptım. Yâ Rabb! Bana yanıt ver! Yanıt ver ki, bu halk Senin Tanrı olduğunu anlasın. Onların yine Sana dönmelerini sağla.” O anda gökten Rabbin ateşi düştü. Düşen ateş yakmalık sunuyu, odunları, taşları ve toprağı yakıp hendekteki suyu kuruttu. Halk olanları görünce yüzüstü yere kapandı. “Rabb Tanrı’dır, Rabb Tanrı’dır!” dediler. İlyas, “Baal’in peygamberlerini yakalayın, hiç birini kaçırmayın” diye onlara buyruk verdi. Peygamberler yakalandı, İlyas onları Kişon Vâdisi’ne götürüp orada öldürdü.[18]
KURAKLIĞIN SONU
Sonra İlyas, Ahav’a, “Git, yemene içmene bak; çünkü güçlü bir yağmur sesi var” dedi. Ahav yiyip içmek üzere oradan ayrılınca, İlyas Karmel Dağı’nın tepesine çıktı. Yere kapanarak başını dizlerinin arasına koydu. Sonra uşağına, “Haydi git, denize doğru bak!” dedi. Uşağı gidip denize baktı ve, “Hiç bir şey görmedim” diye karşılık verdi. İlyas, uşağına yedi kez, “Git, bak” dedi. Yedinci kez gidip bakan uşak, “Denizden avuç kadar küçük bir bulut çıkıyor” dedi. İlyas şöyle dedi: “Git, Ahav’a, ‘Yağmura yakalanmadan arabanı al ve geri dön’ de.” Tam o sırada gökyüzü bulutlarla karardı, rüzgâr çıktı, şiddetli bir yağmur başladı. Ahav hemen arabasına binip Yizreel’e gitti. Üzerine Rabbin gücü inen İlyas kemerini kuşanıp Yizreel’e kadar Ahav’ın önünde koştu.[19]
Ayrıca, II. Târihler, Bab: 7’ye de bakılabilir.
185.Her benliği olan varlık, ölümü tadıcıdır. Ve şüphesiz kıyâmet günü ecirleriniz size eksiksiz verilecektir. Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete girdirilirse bilsin ki o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Ve basit dünya hayatı, aldatıcı bir yararlanmadan başka bir şey değildir.
186.Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız konusunda yıpranacaksınız/imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine Kitap verilen kimselerden ve ortak koşan kimselerden birçok eza; can sıkıçı, sinir bozucu şeyler de işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’ın koruması altına girerseniz, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir.
Bu âyetler, mü’minlere genel bir beyanname niteliğindedir. Herkes ölecek ve ettiğini bulacaktır. O nedenle, basit yaşama aldanarak ebedî hayat mahvedilmemelidir. 185. âyette, herkesin mutlaka öleceği bildirilmiştir, ki bu, mü’minleri Allah yolunda savaşmaya özendirirken, kâfirlerin kaçma telaşlarının da anlamsızlığını ortaya koyuyor.
Bu husus, başka âyetlerde şöyle beyân edilmiştir:
35.Her kimliği olan varlık ölümü tadıcıdır. Ve eritip saflaştırmak üzere, sizi Biz, şer ve hayır ile sınarız. Ve siz, yalnız Bize döndürüleceksiniz.
(Enbiyâ/35)
57.Her kimliği olan varlık ölümü tadıcıdır. Sonra da yalnızca Bize döndürüleceksiniz.
(Ankebût/57)
77,78.Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/vergiyi verin” denilenleri görmedin mi/ hiç düşünmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah’a duydukları saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti gibi yahut daha şiddetli olarak insanlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyarlar. Ve “Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı, çok azdır. Âhiret ise Allah’ın koruması altına girmiş kişiler için daha hayırlıdır ve siz “bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar” bile haksızlığa uğratılmayacaksınız. Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde bulunsanız bile.” Ve onlara bir iyilik isabet ederse, “Bu Allah’tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu sendendir” derler. De ki: “Hepsi Allah’tandır.” Bunlara rağmen bu topluma ne oluyor ki, neredeyse hepten söz anlamayacaklar?
(Nisâ/77,78)
Herkesin öleceği ve ettiğini bulacağı beyân edildikten sonra, Allah yolunda mücâdele edenlerin, mücâdeleleri esnasında canları, malları, evlâtları açısından birtakım sıkıntılara maruz kalacakları, bunu peşinen kabul etmeleri gerektiği bildirilmektedir:
• Kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olunacaksınız.
• Sizden önce kendilerine kitap verilen kimselerden ve ortak koşan kimselerden birçok eza işiteceksiniz.
• Sabretmeniz ve Allah’a takvâlı davranmanız, azmi gerektiren işlerdendir.
Âyetteki son cümle ile, bunları defetmenin yolu da bildirilmiştir, ki Allah’a takvâlı davranmak ve sabretmektir.
İnsanların birtakım yollarla belâlandırılacağı, sabredenlerin kurtulacakları Bakara sûresi’nde şöyle dile getirilmişti:
154.Ve Allah yolunda öldürülenlere, “Ölüler” demeyin. Aslında onlar diridirler. Fakat siz bilincine ermiyorsunuz.
155,156.Ve de kesinlikle Biz, korkudan, açlıktan bir şeylerle ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile sizi zayıf düşüreceğiz/ imtihan edeceğiz. Kendilerine bir musibet geldiği zaman, “Biz şüphesiz Allah’a aidiz ve yalnız O’na döneceğiz” diyen şu sabredenlere de müjdele!
157.İşte onlar; Rablerinden, birtakım destekler ve rahmet kendilerinedir. İşte onlar, kılavuzlandıkları doğru yolu bulanların da ta kendisidir.
(Bakara/155-157)
187.Ve hani Allah, kendilerine Kitap verilen kimselerden sağlam sözünü almıştı: “Kitabı kesinlikle insanların önüne apaçık koyacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz.” Onlar ise bunu sırtlarının ötesine attılar ve onu az bir bedel karşılığı sattılar. İşte, satın aldıkları şeyler ne kötüdür!
188.O yaptıkları şeylerle sevinen ve yapmadıkları şeylerle de övülmek isteyenleri sakın hesaba katma! Onların azaptan kurtulacak bir yerde olacaklarını da sanma! Ve onlar için çok acıklı bir azap vardır.
189.Göklerin ve yeryüzünün yönetimi Allah’ındır. Ve Allah her şeye en iyi güç yetirendir.
Burada yine Yahûdilerin hâinliği gündeme getirilerek, hem onlar tehdit ediliyor, hem de mü’minler onlara karşı uyarılıyor. Birçok kez ifade edilmişti ki, onlar kendilerine gönderilen kitapları tahrif etmiş ve kitabı halktan gizlemişlerdi. Kitap meydanda olmadığı için de rahat ve bol yalan uydurmuş, kimse onları tekzip edememiş ve onlar da doğruyu öğrenememişlerdir.
Aslında Yahûdilerden –çoğu birbirinin aynı olan– yüzlerce ahit alınmıştı. Bunların birçoğu Bakara sûresi’nde geçmiş, bir kısmı da Mâide sûresi’nde gelecektir. Burada bahsedilen ahit ise, ellerindeki kitabın birçok yerinde yer alır:
Size verdiğim buyruklara hiç bir şey eklemeyin, hiç bir şey çıkarmayın. Ama size bildirdiğim Tanrınız Rabbin buyruklarına uyun.[20]
Kulak ver, ey İsrâîl! Yahve Tanrımızdır, O tektir. Tanrınız Yahve’yi bütün yüreğinizle, bütün canınızla, bütün gücünüzle seveceksiniz. Bugün size verdiğim bu buyrukları aklınızda tutun. Onları çocuklarınıza benimsetin. Evinizde otururken, yolda yürürken, yatarken, kalkarken onlardan söz edin. Bir belirti olarak onları ellerinize bağlayın, alnınıza takın. Evlerinizin kapı sövelerine, kentlerinizin kapılarına yazın.[21]
Şeria ırmağı’ndan Tanrınız Rabbin size vereceği ülkeye geçince, büyük taşlar dikip kireçleyeceksiniz. Atalarınızın Tanrısı Rabbin size verdiği söz uyarınca O’nun size vereceği ülkeye, süt ve bal akan ülkeye girince, bu yasanın bütün sözlerini taşlara yazacaksınız. Şeria ırmağı’ndan geçince, bugün size buyurduğum gibi, bu taşları Eval dağı’na dikip kireçleyeceksiniz.[22]
Eldeki kayıtlara göre, İsrâîloğulları Tevrât’ı kaybedip asırlar sonra tekrar bulmuşlardır. Tevrât adında bir kitabın varlığını bile bilmeyenleri vardı. Bu hususu Kitab-ı Mukaddes’ten görelim:
Başkâhin Hilkiya Yazman Şafan’a, “Rabbin Tapınağı’nda Yasa Kitabı’nı buldum” diyerek kitabı ona verdi. Şafan kitabı okudu. Sonra krala giderek, “Görevlilerin tapınaktaki paraları alıp Rabbin Tapınağı’ndaki işlerin başında bulunan adamlara verdiler” diye durumu bildirdi. Ardından, “Kâhin Hilkiya bana bir kitap verdi” diyerek kitabı krala okudu. Kral, Kutsal Yasa’daki sözleri duyunca üstünü başını yırttı. Kâhin Hilkiya’ya, Şafan oğlu Ahikam’a, Mikaya oğlu Akbor’a, Yazman Şafan’a ve kendi özel görevlisi Asaya’ya şöyle buyurdu: “Gidin, bulunan bu kitabın sözleri hakkında benim için de, bütün Yahuda halkı için de Rabbe danışın. Rabbin bize karşı alevlenen öfkesi büyüktür. Çünkü atalarımız bu kitabın sözlerine kulak asmadılar, bizler için yazılan bu sözlere uymadılar.”[23]
190-194.Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu üzerinde: “Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş’in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi “iyi adamlar” ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, verdiğin sözden dönmezsin” diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır.
Bu âyetler, nasıl tefekkür edilmesi gerektiği hususunda güzel bir örnektir, ki böyle tefekkür edenler, “ulü’l-elbâb” olarak nitelenmektedir.
Göklerin ve yeryüzünün yaratılışı ve bunun akıl sahibi kimseler için âyet oluşu daha evvel de konu edilmişti:
164.Şüphesiz ki göklerin ve yerin oluşturuluşunda, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde,
insanlara yarayan şeylerle denizde akıp giden gemide,
Allah’ın semadan bir su indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde,
yeryüzünde her deprenen canlılardan yaymasında,
rüzgârları evirip çevirmesinde,
gök ile yeryüzü arasında emre hazır olan bulutta, şüphesiz akıllarını çalıştıran bir toplum için elbette alâmetler/göstergeler vardır.
(Bakara/164)
Bu âyetlerin dışında da afaktaki âyetlere yönelik Kur’ân’da yüzlerce âyet bulunmaktadır.
Allah, afak ve enfüsteki âyetlerin düşünülüp incelenmesini istemekte, ki bunlar düşünülüp incelendiğinde, Allah’tan başka kimsenin bunları yapamayacağı; zerreden kürreye hiç bir varlığın bâtıl olarak [amaçsız olarak, oyun olsun diye] yaratılmadığı anlaşılır:
38.Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındakileri oyun oynayanlar olarak oluşturmadık.
39.Biz, o ikisini sadece hak/ gerçek ile oluşturduk. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.
(Duhân/38-39)
27.Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna oluşturmadık. Bu, kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı şu kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kişilerin vay hâline!
(Sâd/27)
115.Peki siz, Bizim sizi sadece boş yere oluşturduğumuzu ve şüphesiz sizin yalnızca Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?
(Mü’minûn/115)
Bunları gözlemleyip araştırarak Allah’a iman etmek, imanın taklitten uzak ve makbul olmasına vesile olur. O nedenle, Tefekkür eden, kavrama yetenekleri olanlar için nice âyetler vardır buyurulmuştur.
TEFEKKÜR
التّفكر[tefekkür], Kur’ân’da üzerinde önemle durulan ve tavsiye edilen bir eylemdir. Bu sebeple “tefekkür” kavramının iyi özümsenmesi gerekir.
تفكر[tefekkür] mastarı [tefekkere fiili], üç harfli olan ف ك ر[fikr] kökünden [fekere fiilinden] türemiştir. Fikr ise, “i‘mâlu’l-hatarı fi’ş-şey’i” [bir şey hakkında ham düşünce üretilmesi] demektir.[24]
Fikr [ham düşünce] sözcüğü, Kur’ân’da sadece Müddessir/18’de (tef‘il babı kalıbıyla) yer almış ve bahsi geçen kişi, tefekkür etmediği, fikri [ham düşüncesi] ile hareket edip kâfir olduğu için kınanmıştır:
18-25.Şüphesiz o, düşündü ve ölçü koydu. –Artık o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu! Yine o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu!– Sonra baktı. Sonra yüzünü buruşturdu, kaşlarını çattı. Sonra, arkasını döndü ve böbürlendi de: “Bu, söylenti hâlinde gelen bir büyüden başka bir şey değil. Bu, beşer sözünden başka bir şey değil” dedi.
(Müddessir/18-25)
“Ham düşünce üretmek” anlamındaki fikr sözcüğünden türemiş olan tefekkür sözcüğü ise Lisânu’l-Arab‘da, “teemmül” olarak, teemmül sözcüğü de “tesebbüt” olarak tanımlanmıştır.[25] Tefekkür sözcüğü, kalıbı itibariyle, “bir şey üzerinde sürekli düşünmek; düşünce zinciri oluşturmak” demektir. Bu sözcüklerin Türkçe karşılıklarına göre tefekkür, “herhangi bir mesele hakkında iyice-etraflıca düşünmek, zihni yormak, işin bilincine varmak, yani üzerinde düşünülen konuya ait bilgileri ve başka fikirleri karşılaştırmak, aralarındaki bağlantıları inceleyerek bir karara ve hükme varmak” anlamına gelir. Görüldüğü gibi tefekkür, ham düşünce olmadığı gibi, sadece düşünme yetisinin ürünü de değildir; düşünme yetisi ile birlikte, akıl, muhakeme, hafıza, dikkat gibi diğer melekelerin ortaklaşa ürettikleri bir yargıdır.
Böyle olmasına rağmen bu kavram Türkçe’de yaygın olarak sadece “düşünme” sözcüğü ekseninde anlaşılmakta ve ifade edilmektedir.
Tefekkür‘ü daha doğru bir şekilde anlayabilmek için; “düşünme” ile arasındaki farkı belirlemek, bunun için de öncelikle “düşünme”nin ne olduğunu bilmek gerekir. “Düşünme” başlığı altında psikoloji ders kitaplarında ve Ana Britannica Ansiklopedisi’nde aşağıdaki bilgiler verilmektedir:
Düşünme, beynin dolayısıyla [indirect] yaptığı bir tepkidir. (…) Beynimizin işleyişi yalnızca dış uyaranların varlığına tâbi değildir. Bir dış uyarıcı olmadan da beynimizin ‘düşünme’ şeklinde faaliyetine devam ettiğini görürüz. O kadar ki, kendimizi en sakin hissettiğimiz, her şeyle ilgimizi kestiğimiz zamanlarda dahi beynin faaliyetini gözlemek kabildir: Yorgun bir insanın hiç bir şeyi düşünecek hâli olmasa da, kafasından bir yığın hayaller geçer. Meselâ, uykusunda rüyalar görür. Böylece zihin âdeta boş durmaktan hoşlanmazmış gibi görünmektedir. Burada beyin, kendisine bir ‘övendire’ ödevini gören maddî uyaranlara karşı değil, belki bu maddî uyaranın beyinde bıraktığı bir ‘iz’e veya onun ‘sembol’üne karşı tepki gösteriyor denilebilir. (…) Aradan bir hayli zaman geçmesine rağmen beyni, aynı olay veya tepkiye davet eden sebep, artık maddî bir uyaran değil, o olayın algılanmasından meydana gelen, ‘olay’ın hayalleri, tasavvurlarıdır. Yani, beyin o anda olaydan gelen maddî uyaranlarla değil, o olaydan arta kalmış olan ‘sembol’lerle faaliyet hâlindedir.[26]
Düşünme, bireyin zihinsel etkinlikleri ile dış uyaranlar arasında kurduğu bağlantıdır. (…) Geçmişte düşünme bilinçli bir deneyim olarak tanımlanmaktaydı. Ancak, uyarıcı durumlar ile bunlara verilen cevaplar arasındaki tüm süreçler bilinçli değildir. Psikanalize göre ‘birincil süreç düşüncesi’, bilinç dışı ve sözcük öncesi bir süreçtir, yani sözcüklerle simgeselleşmemiştir. Örneğin, bir isteğin insanı baskı altında bırakması sözcüklere dökülemez. Bu düşünce türünde karşıtlar bir arada bulunabilir; böyle düşünce mantık kurallarına uymaz, zaman ve yer tanımaz, neden-sonuç bağıntısı taşımaz ve bütünüyle haz ilkesi doğrultusunda, gerçeklikle bağıntılı olmayan bir biçimde gelişebilir. Oysa ‘ikincil süreç düşüncesi’, gerçeklik ilkesine bağlı olarak dış nesnelerin gerçekliğini gözetir, söze dökülür, dil ve mantık kurallarına uyum gösterir. İç ve dış etkilerin yoğunluklarına bağlı olarak düşünce, mantıksal [yönlendirilmiş ve yapılandırılmış] ya da düşsel [imgesel ve fantastik] olabilir. Mantıksal düşünme, yaşanan deneyimlerin sonuçları arasında bağlantı kurma yolundaki usa vurmanın yönlendirilmiş ve yapılandırılmış biçimidir. Bu nitelikteki düşünce nesnel, dışa yönelik ve ‘gerçekçi’ [realistik] olarak nitelenir. Bunun karşıtı öznel, duygusal olan ‘içe yönelik’ [otistik] düşüncedir. (…) ‘Gerçekçi düşünce’, bir amaç doğrultusunda düşüncelerin bir araya getirilmesi ve düzenlenmesine yönelik mantıklı düşüncedir: Nesneler, kavramlar ya da bilgi kaynakları arasında bağlantı kurma, değerlendirme, yargılama, problem çözme ve yeni çözümler bulma, ilke çıkarsama, tümevarım ve tümdengelim gibi değişik biçimler alabilir. ‘İçe yönelik düşünce’, temelde düşünenin istek ve fantezileri bağlamında, dış koşullar ya da yer-zaman-nedensellik bağlantıları dikkate alınmadan gelişen düşüncedir. Bu tür düşüncenin tipik örneği, uyaranlara herhangi bir denetim uygulanmadan, düşüncelerin ansızın kendiliğinden anımsandığı serbest çağrışımdır.[27]
Yukarıdaki açıklamalardan, “düşünme” hakkında şu tesbitleri yapmak mümkündür:
• Düşünme, karşılaşılan her nesne ve olguya karşı, beyin tarafından verilen dolaylı bir tepkidir. Ancak bu tepki her zaman etki ile eş zamanlı olarak ortaya çıkmaz.
• Düşünme dolaylı bir tepki olduğundan, bu tepkiyi doğuracak bir etkinin bulunmaması hâlinde beynin düşünce yetisi harekete geçmez. Meselâ, duyu organlarının algılama yapamadığı bir ortamda [uzayda, boşlukta] beynin düşünme faaliyetinde bulunması söz konusu değildir.
• Düşünme yetisi, kontrol edilemeyen, yani insana boyun eğmeyen, onun iradesi dışında her türlü koşulda faaliyet gösteren bir beyin fonksiyonudur.
• Düşünme, beynin bilinçli sürecinde oluşabileceği gibi [ikincil süreç düşüncesi], bilinçsiz sürecinde de oluşabilir [birincil süreç düşüncesi].
• Düşünme, kendisini oluşturan iç ve dış etkilerin yoğunluklarına göre, “içe yönelik” veya “gerçekçi” olarak nitelendirilebilir.
“Tefekkür”ü daha doğru bir şekilde anlamak amacıyla gelinen bu noktadan sonra yapılacak şey; yazımızın başında açıklamalarını verdiğimiz “fikr” ve “tefekkür” kavramlarının, yukarıdaki bilimsel açıklamaların neresinde yer aldığına ve bilimsel açıklamalardaki tarifler ile Lisânu‘l-Arab kaynaklı tarifler arasında bir fark olup olmadığına bakmak olmalıdır. Ancak, bu bakışın sağlıklı olabilmesi, Kur’ân‘ın merkeze alınmasına bağlıdır. Çünkü cevabını aradığımız şey, Kur’ân’daki “fikr” ve “tefekkür”dür.
Konuya Kur’ân penceresinden bakıldığında Kur’ân’ın, “fikr” ve “tefekkür” kavramlarını, beynin bilinçli sürecine ait faaliyetler olarak gördüğü anlaşılır. Çünkü Kur’ân’ın muhatabı “bilinçli insan”dır. Yani, Kur’ân’ın “fikr” ettiğini söylediği ve “tefekkür” etmesini istediği insan; Kur’ân’ın muhatabı olan “bilinçli insan”dır. Bu tesbit, yukarıdaki bilimsel açıklamalar dikkate alınarak ifade edilecek olursa denilebilir ki; “fikr” de, “tefekkür” de, “ikincil süreç düşüncesi” kapsamındadır.
Bu noktada, “fikr” ve “tefekkür”ün, bilimsel açıklamalarda “ikincil süreç düşüncesi” olarak adlandırılan düşünceyi oluşturan “içe dönük düşünce”ye ve “gerçekçi düşünce”ye karşılık geldikleri söylenebilir. Çünkü bilimsel açıklamalarda, beynin bilinçli sürecinin ürünleri olarak “içe dönük düşünce” ve “gerçekçi düşünce”den başka bir düşünceden bahsedilmemektedir. Dolayısıyla, “fikr” ve “tefekkür”ü, “içe dönük düşünce” ve “gerçekçi düşünce” ile özdeşleştirmek mümkündür.
Gerçekten de “fikr” denilen ham düşüncelerin bir çoğu vesveseden ibaret olup tutarsız ve anlamsızdır, bazıları ise –Kur’ân’ın bildirdiği gibi– insanı helâk edecek boyuttadır. Bu durumda, insanın hevâsını ön plânda tuttuğu ve bu hevânın derecesine göre; “içe dönük, imgesel, fantastik, düşsel” olarak adlandırılan düşünce ile “fikr”, aynı şey sayılabilir. “Fikr” ile “içe dönük düşünce” aynı şey olarak kabul edildiğinde ise, “tefekkür” ile “gerçekçi düşünce”nin de aynı şey olduğunun kabulü gerekir. Nitekim “tefekkür” sözcüğünü açıklayan “karar vermek”, “hükme varmak” gibi davranışlar ile “gerçekçi düşünce”yi açıklayan “değerlendirme”, “yargılama”, “problem çözme”, “ilke çıkarsama” gibi davranışlar, anlamları itibariyle aynı eksendedir.
Ancak, bize göre bu yaklaşım noksandır ve bu yaklaşım ile doğru sonuca ulaşmak mümkün değildir. Kur’ân, yazımızın sonunda birçok örneğini vereceğimiz gibi, “tefekkür” sayesinde insanın yanlıştan uzaklaşarak doğruyu bulacağını, gerçek başarıya ulaşacağını söylemektedir. Yani, “tefekkür” sonucunda, ödülü cennet olan gerçek başarı söz konusudur. Hâlbuki “gerçekçi düşünce”nin tarifinde, açıklamalarında, böyle bir başarıya ulaştırma özelliğinden bahsedilmemiştir. Başka bir ifade ile, her aşaması bilimsel gerçeklere dayandırılarak mantıklı bir amaca göre hazırlanmış bir plân tasavvuru, “gerçekçi düşünce” olarak nitelendirilebilir ama gerçek başarıya ulaşmaya hizmet etmiyorsa, “tefekkür” olarak nitelendirilemez. Örnek olarak, nükleer enerjiyi bir imha silâhı olarak geliştiren düşünce, “gerçekçi düşünce”dir, ama asla “tefekkür” değildir. Bu durumda, bilimsel açıklamalarda yer alan “gerçekçi düşünce” tarifi, “tefekkür”ün açıklamasında yeterli olamamakta, noksan kalmaktadır.
Diğer taraftan Kur’ân, Müddessir/18’de; “fikr” eden kişinin ölçü koyduğunu söylemektedir. Ölçü koymak ise, anlam olarak değerlendirme yapmayı ve hüküm vermeyi de içermektedir. Yani, âyette sözü edilen kişi, bilimsel açıklamalarda “gerçekçi düşünce” olarak tanımlanmış davranışlarda bulunmak sûretiyle ölçü koymuş, ama sonuçta “fikr” ettiği [ham düşünce ürettiği] için kınanmıştır. Şu hâlde Kur’ân’daki “fikr” eylemi; bilimsel açıklamalardaki, hevânın ön plâna çıktığı “içe dönük düşünce”yi temsil ettiği gibi, “gerçekçi düşünce”yi de temsil etmektedir.
Bu bilgiler ışığı altında, Kur’ân’daki “fikr” ve “tefekkür” kavramları hakkında aşağıdaki tesbitleri yapmak mümkündür:
• Kur’ân bilinçli insanları muhatap aldığı için, Kur’ân’daki “fikr” ve “tefekkür”, bilinçli beynin ürünleridir.
• Kur’ân’daki “fikr”; bilinçli bir beyin tarafından üretilen, düşüncelerin ansızın kendiliğinden anımsandığı serbest çağrışımlardan başlayarak, değerlendirme, yargılama, ilke çıkarsama, problem çözme gibi biçimler ihtiva eden “gerçekçi düşünce”nin de içinde bulunduğu, düşünce çeşitlerinin genel adıdır.
• Kur’ân’daki “tefekkür”; yanlıştan sakındırıp doğruyu buldurmak sûretiyle gerçek başarıyı sağlayan “fikr”dir.
Bu son tesbitin bazı yanlış anlaşılmalara meydan vermemesi için, bir hususun belirtilmesinde yarar vardır: Gerçek başarının elde edilmesi, insanın oturduğu yerde tefekkür etmesi ile değil, tefekkür ile bulduğu doğruları hayatına geçirmesi, o doğrulara uygun davranması ile mümkündür. Nasıl ki, kuvveden fiile dönüşmeyen yanlış düşünceler sebebiyle bir kimsenin hesaba çekilip cezalandırılması söz konusu değilse, kuvveden fiile dönüşmeyen doğru düşünceler de kişiye ödül getirmez.
Gerek “fikr”, gerekse “tefekkür”, beynin düşünme fonksiyonunun ürünleri olduğu için, ancak algılanabilen varlıklar ve olaylar hakkında yapılabilir. Buna göre “fikr” ve “tefekkür”, Allah’ın yarattığı ve algılayabildiğimiz varlıklar için söz konusudur, ama sûret olarak vasıflandırılamayan ve şekil olarak hayal edilemeyen Allah hakkında mümkün değildir. Keza Kur’ân’da örneklemelerle, sembollerle anlatılan cennet, cehennem ve diğer detaylardan oluşan âhiret hayatı hakkında da, bizim bulunduğumuz boyuttan farklı bir boyutta bulunduğu (Ra‘d/35, İsrâ/60, Muhammed/15, İnsan/16), dolayısıyla da bizim algılayamadığımız bir âlem olduğu için, “fikr” ve “tefekkür” yapılamaz. Bundan başka “fikr” ve “tefekkür”, insan beyninin ürünleri olduğundan Allah için kullanılamaz. Yani, Allah’ın fikir sahibi olması veya tefekkür etmesi mantıksızdır, söz konusu edilemez.
Kur’ân, “tefekkür” dışında, insanlara gerçek başarının yolunu gösteren iki eylemin daha bulunduğunu bildirmiştir. Bu eylemlerden biri “akletmek”, diğeri de “vahye kulak vermek”tir:
10.Ve onlar derler ki: “Eğer biz dinlemiş olsaydık yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin ashâbı içinde olmazdık.”
(Mülk/10)
44.Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten vahye kulak vereceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir. Aslında yol bakımından daha sapıktırlar/şaşkındırlar/aşağıdırlar.
(Furkân/44)
“Tefekkür”ün alt basamağı mahiyetinde olan “akletmek”, Kur’ân’da mecazen “tefekkür” anlamında kullanılmıştır (Bakara/44, 73, 76, 164, 170, 171, 242; Âl-i İmrân/65, 118; Mâide/58, 103; En‘âm/32, 151; A‘râf/169; Enfâl/22; Yûnus/16, 42, 100; Hûd/51; Yûsuf/2, 109; Ra‘d/4; Nahl/12, 67; Enbiyâ/10, 67; Mü’minûn/80; Hacc/46; Nûr/61; Şu‘arâ/28; Ankebût/35, 63; Rûm/24, 28; Kasas/60; Yâ-Sîn/62, 68; Saffat/138; Mü’min/67; Zümer/43; Zuhruf/3; Hadîd/17; Câsiye/5; Hucurât/4 ve Haşr/14).
Ancak, “akletmek” [aklı kullanmak, akıl yürütmek] ve bu yolla “tefekkür”e ulaşmak herkesin yapabileceği bir şey olmayıp, bilginlere özgü bir beceridir. Yani, bilgisizler “tefekkür” edemezler:
43.Ve Biz, bu örnekleri insanlara veriyoruz. Onlara da bilginlerden başkası akıl erdiremez.
Ankebût/43)
Vahye kulak vermek ise, “vahyi kabul etmek ve onunla amel etmek”tir. Vahiydeki haberler, Muhbir-i Sâdık [Doğru Haberci] olan Allah tarafından bildirildiği için mutlak doğrudur. İnsanoğlu, vahiydeki haber ve uyarıların hepsine bilimsel bilgi olarak henüz ulaşamamış, onların doğruluğunu bilimle tesbit edememiştir. Ama vahyin haber ve uyarılarını kabul edenler, yani vahye kulak verenler, bu doğru haber ve bilgiler sayesinde kendilerini kurtarırlar. Yine vahye kulak verenler, zihinlerinde oluşan ham düşünce ve vesveseleri Kur’ân terazisinde tartarlarsa, yani Şeytan-ı Racîm’den Allah’a sığınırlarsa, zihinlerindeki yanlışları görme şansını elde ederler.
Vahye kulak vermek de, aynen “akletmek” gibi Kur’ân’da “tefekkür” anlamıyla kullanılmıştır (A‘râf/100, Yûnus/67, Nahl/65-69, Rûm/21-24, Secde/26, Enfâl/21-22, Kehf/101, Kaf/37).
Sonuç olarak, İslâm’ın çok önem verdiği “tefekkür”ün; düşünme yetisi başta olmak üzere insan beyninin birçok melekesinin, aynı anda ve en mükemmel şekilde kullanılması olduğu söylenebilir. Tefekkür için akledebilmek, akledebilmek için de bilgili olmak lâzımdır. Yani tefekkür, insanın bilgisini arttırır, insanı taklitçilikten kurtarır. Bilgi sayesinde de insan, iyi ile kötünün ayrımını yapar, daima kârlı çıkar ve doğru davranışları ile başkalarına da yol gösterir.
Tefekkürden bahseden ve tefekkür örneği içeren âyetler şunlardır: Bakara/219, 266; En‘âm/50; A‘râf/176, 184; Rûm/8, 21; Yûnus/24; Ra‘d/3; Nahl/10-11, 44, 69; Zümer/42; Câsiye/13 ve Haşr/21.
Allah, yerler ve gökler üzerinde bilgilenerek, tefekkür eden ve tevhide ulaşanlara İbrâhîm peygamberi örnek vermiştir:
75.Ve Biz, kanıt elde etmesi ve kesin inananlardan olması için İbrâhîm’e göklerin ve yerin mülkiyeti ve yönetimini böylece gösteriyorduk.
76.Bu nedenle İbrâhîm, üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü, “Bu, benim rabbimdir” dedi. Sonra yıldız batınca, “Ben batanları sevmem” dedi.
77.Sonra ay’ı doğarken görünce de, “Bu, benim rabbimdir” dedi. O da batınca, “Andolsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar toplumundan olurum” dedi.
78,79.Sonra güneşi doğarken görünce de, “Bu benim rabbimdir, bu daha büyük!” dedi. Sonra o da batınca, “Ey toplumum! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif; bâtıl inançlardan dönmüş biri olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi.
(En‘âm/75-79)
ZİKİR
Rabbimiz burada Kendisinin anılmasından bahsetmektedir. Allah’ın zikri [anılması] ile ilgili A‘râf sûresi’nin sonunda yaptığımız açıklamanın[28] sonuç bölümünü aktarıyoruz:
Âyetlerden açık ve net olarak anlaşıldığı gibi, Yüce Allah Kendisini, babalarımızı andığımız gibi, hatta daha kuvvetle/şiddetle anmamızı emretmektedir. Bu durumda öncelikle babalarımızı nasıl andığımızı düşünmemiz gerekmektedir. Bir insanın herhangi bir sayaçla gece-gündüz “Baba, Baba…” diye diliyle babasını anması söz konusu olamayacağına göre, burada düğümü çözecek olan ipucu, babamızı anmamızın, onu düşünmemizin nasıl olması gerektiğindedir.
Evlâtlarına, “Oğlum/kızım, beni unutma!” diye tembih eden babaların bu sözle evlâtlarının kendilerini sayıklamalarını kastetmedikleri kesindir. O hâlde babalarımızı anmamız, onları düşünmemiz, onları aklımızdan çıkarmamamız, üzerimizdeki hakklarını düşünüp onlara olan maddî ve manevî sorumluluklarımızı hatırlamamız, sevgide ve saygıda kendilerine kusur etmememiz demektir.
“Zikrullah”ı, belirli sayıdaki ifade kalıplarıyla yapmayı doğru bulan zihniyetin, Allah’ın Bakara/152’de verdiği, Beni anın ki, Ben de sizi anayım mesajı hakkında ayrıca kafa yormaları ve Allah’ı, “Allah, Allah…” diye anan kimselerin, Allah’tan da kendilerini “kulum, kulum…” diye anmasını bekleyip beklemediklerini düşünmeleri gerekir.
Bu dini en iyi anlayan ve en iyi uygulayanların, Peygamberimiz ile o’nun çağdaşı olan ve dinî eğitimlerini o’ndan alan sahabe olduğu şüphesizdir. O güzide Müslümanlar bu âyetleri bugünkü tarikat, tekke ve tasavvuf anlayışıyla anlayıp uygulamamışlardır. Onların belirli sayılarla “Allah, Allah…” diye zikrettiklerini kimse duymamış, hiç bir kitap yazmamıştır. Onlar, kişinin aynasının “iş” olduğunun, lâfına bakılmayacağının bilincindeydiler. Bu nedenle de ömürlerini hep öğrenerek, öğreterek, Allah için mücâdele [cihad] ederek geçirmişlerdir.
Zikrullah/Allah’ın anılması, halk arasında uygulandığı şekliyle elde tesbîh, dil ile “Allah, Allah” demek değildir. Zikrullah/Allah’ın anılması, Allah’ın biz kulları üzerindeki hakklarını ve bize sunduğu nimetleri düşünmek, O’na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizi ikide bir kontrol etmek, verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemek ve daima bu bilinç içerisinde olmaktır.
Allah’ın bizden istediği de budur.[29]
Âyetteki, Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık ifadesindeki nidacı, “insanları Allah’a davet eden elçi ve Allah’ın indirdiği kitap”tır:
125.Rabbinin yoluna, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Şüphesiz Rabbin Kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, kılavuzlandıkları doğru yolda olanları da en iyi bilendir.
(Nahl/125)
45-48.Ey Peygamber! Şüphesiz Biz, seni, bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Kendi izniyle/ bilgisiyle Allah’a bir davetçi ve ışık saçan bir kandil olarak gönderdik/elçi yaptık. Sen de inananlara, şüphesiz kendileri için Allah’tan büyük bir armağan olduğunu müjdele. Kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimselere ve münâfıklara itaat etme, onların verdiği eziyetleri bırak, önemseme. Ve sen, Allah’a işin sonucunu havale et. Ve “tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” olarak Allah yeter.
(Ahzâb/45-48)
1-1.De ki: Bana vahyedildi ki, şüphesiz yabancılardan bir grup Kur’ân dinleyip de: “Şüphesiz biz, rüşde kılavuzluk eden hayret verici bir Kur’ân dinledik. Bundan dolayı, biz ona iman ettik ve Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak koşmayacağız.
(Cinn/1-2)
195.Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: “Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki hepiniz aynısınızdır– çalışanın amelini kaybetmem. O nedenle, göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır.”
Bu âyet, tefekkür edip, Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi ebrâr [iyiler/yardımseverler] ile birlikte vefat ettir. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaad ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen verdiğin sözden dönmezsin diyen kavrama yeteneğine sahip kimselere verilen cevaptır. Özetle: Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]– çalışanın amelini zayi etmem. Binâenaleyh göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım.Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır” mesajı verilmiştir..
Âyetteki, Sizden erkek olsun, kadın olsun –ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]– vurgusu, Allah nezdinde kulun, kadın-erkek diye ayırımının bulunmadığının ifadesidir. Bir başka âyette de şöyle buyrulur:
123.Bu iş, sizin kuruntularınızla ve Kitap Ehlinin kuruntularıyla değildir. Kim kötülük yaparsa onunla cezalandırılır. Ve o kendisi için Allah’ın astlarından bir yol gösterici, koruyucu yakın ve iyi bir yardımcı bulamaz.
(Nisâ/123)
196,197.Kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kişilerin beldelerde dolaşmaları, çok az bir kazanım, sakın seni aldatmasın. Sonra onların varacakları yer cehennemdir ve o, ne kötü bir yataktır!
198.Ama, Rablerinin koruması altına girmiş kişilere gelince, onlar için, Allah katından bir yolcu ikramı olarak, altlarından ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetler vardır. Ve Allah katındaki, “iyi adamlar” için daha iyidir.
Bu âyetlerde, 195. âyetin ifadeleri biraz daha detaylandırılmıştır. Âyetin başındaki, Küfretmiş olan şu kişilerin beldelerde dolaşmaları; çok az bir kazanım, sakın seni aldatmasın ifadesiyle, Allah yolunda çalışanların, mal-mülk peşinde koşanlara göre ekonomik açıdan belki zayıf olacakları, fakat onlara bakıp adlanılmaması gerektiğine işaret edilmiştir:
14.Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu aşırı istek, insanlara süslü/çekici kılındı. Bunlar, basit dünya hayatının kazanımıdır. Ve Allah, varılacak güzel yer Kendi katında olandır.
15-17.De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Allah’ın koruması altına girmiş; “Rabbimiz! Şüphesiz biz inandık, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi Ateş’in azabından koru!” diyen, sabreden; direnç gösteren, doğru olan, sürekli saygıda duran, Allah yolunda harcamada bulunan ve seherlerde bağışlanma dileyen kişiler için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’tan hoşnutluk vardır. Ve Allah, kulları en iyi görendir.
(Âl-i İmrân/14-17)
Dünya mal ve zînetinin geçiciliği, aldatıcılığı birçok kez (örneğin; Âl-i İmrân/178, A‘râf/182-183, Mü’minûn/55, Nahl/112, Hicr/88, Tâ-Hâ/131) dile getirilmiştir. Bu konuda Kasas sûresi’ndeki (76-83. âyetler), Kârûn kıssası, Kehf sûresi’ndeki (32-44. âyetler) “iki adam” kıssası ve Sebe sûresi’ndeki (15-21. âyetler) Sebe halkının kıssası da okunmalıdır.
199.Şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah’a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene –Allah’a samimiyetle saygı duyanlar olarak– inananlar da vardır. Onlar, Allah’ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rableri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir
Yukarıda, o günün Yahûdilerinin olumsuz düşünce ve tavırları bildirildikten ve onlar tehdit edildikten sonra bu âyette, Şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah’a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene –Allah’a huşû [saygı] duyanlar olarak– inananlar da vardır. Onlar Allah’ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rabb’leri katında olanlardır ifadeleri ile istisnâ yapılmaktadır. Burada istisnâ edilenlerin kimlikleri hususunda kaynaklarda şu bilgiler verilmiştir:
Âlimler bu âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında ihtilaf etmişlerdir. Meselâ, İbn Abbâs, Câbir ve Katâde şöyle demiştir: “Bu âyet Habeş Necâşî’si hakkında nâzil olmuştur. O ölüp, Hz. Peygamber (s.a) (gıyabında) cinâze namazını kıldığı zaman, münâfıklar, “Muhammed, hiç görmediği bir Hristiyan için cenaze namazı kılıyor” demişlerdi.
İbn Cüreyc ve İbn Zeyd ise, bu âyetin Abdullah ibn Selâm (r.a) ve arkadaşları hakkında nâzil olduğunu söylemişlerdir. Âyetin, Necrânlılardan 40, Habeşlilerden 32 ve Rûmlardan [Bizanslılardan] Hrıstiyanken Müslüman olan 8 kişi hakkında nâzil olduğu da söylenmiştir. Mücâhid bu âyet-i kerîmenin bütün Ehl-i Kitap hakkında nâzil olduğunu söylemiştir ki en uygun görüş budur. Zira Cenâb-ı Hakk, kâfirlerin varacakları yerin cehennem olduğunu bildirince, Ehl-i Kitaptan iman edenlerin varacakları yerin cennet olduğunu beyân buyurmuştur.[30]
Bu sûrenin 114. âyetinde, Ehl-i Kitabın hepsinin aynı olmadığı bildirilmişti. Bunlardan başka birçok âyette (örneğin; Bakara/62, İsrâ/107-109, Mâide/82-83, Ahkâf/10, En‘âm/114, Kasas/52-53) bu durum açıklanmıştır.
200.Ey iman etmiş kimseler! Kurtulmanız, başarı kazanmanız için sabredin ve birbirinizin sabırlı olmasını sağlayın, birbirinize bağlanın ve Allah’ın koruması altına girin.
Yukarıda, Yahûdilerin hınzırlığı, içlerinde ehl-i insaf sahiplerinin bulunduğu, kâfirlere ceza, mü’minlere de ödül verileceği beyân buyurulmuştu. Bu âyette ise, davalarında başarılı olabilmeleri için Müslümanlara yapmaları gerekenler bildiriliyor: Felâh bulmanız [kurtulmanız, başarı kazanmanız] için sabredin ve sabırlaşın, birbirinize bağlanın ve Allah’a takvâlı davranın.
İnsanların başarılı olması ve zafer kazanmaları, işte bu üç maddeye; sabra, sabırlaşmaya ve kenetlenmeye [birlik oluşturmaya] bağlıdır.
SABIR
Kur’ân’ın 70’ten fazla âyetinde geçen صبر [sabr] kelimesi, halk arasında “acıya, sıkıntı ve zorluklara katlanma” olarak algılanmaktadır. Ancak Allah’ın Kur’ân’da sabırlı insanları övmesi ve onları hesapsızca ödüllendireceğini bildirmesi, bu kelimenin daha derinlikli olarak incelenmesini zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle kavram daha detaylı bir şekilde açıklanmaya çalışılacaktır. Sabır, “aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etmek, kararlı olmak”tır. İnsan psikolojisi zorluğa değil kolaylığa, acıya değil hazza, feragate değil bencilliğe eğilimlidir. Bu nedenle bazı ibâdetler ve ahlâkî davranışlar insana zor gelebilir. Meselâ insan, cebindeki parayla bir yoksula yardım etmektense onu kendine harcamayı, çalışıp yorulmaktansa eğlenmeyi, gezip tozmayı daha çok isteyebilir. İnsanın uzun yaz günlerinde bitkinlik duymadan oruç tutmasını, çıkarına olmasa da iyi ve doğru davranışlarda bulunmasını sağlayan güç, sabırdır.
Sabır, “aklın ve dinin gösterdiği yolda, nefsin aşırı istek ve arzularına direnmek”tir. Akıl, din ve toplum kuralları doğru bulmasa da, insanlar çoğu zaman nefislerine hoş gelen arzularını tatmin etmek isterler. Sabır, insan psikolojisinin bu kuvvetli çekim gücüne rağmen kişinin hiç tereddüt etmeden erdemli davranışları seçmesini sağlayan güçtür.
Sabır, “insanın elinde olmadan başına gelen ve ona büyük üzüntüler veren musibetlere karşı koymak, onların üstesinden gelmek”tir. Bazı sıkıntıların insanın irade gücünü aştığı bir gerçektir. Doğal afetler, savaşlar, savaş ortamı içinde karşılaşılabilecek ölüm korkusu, yokluklar ve işkenceler, kendisinin veya yakınlarının başına gelen felâketler, insanın istese de engelleyemeyeceği mutsuzluk ve acı duyma nedenleridir. Bunlar, insan psikolojisinin hoşlanmadığı ve daima kaçınmak istediği durumlardır. Bu durumlar insanda maddî yıkımlar kadar manevî yıkımlara da yol açarlar. İşte bu gibi durumlarda insanın metanetini ve hayata bağlılığını kaybetmesini önleyen, çektiği acılara rağmen Allah’a isyan etmeden mücâdelesine devam edebilmesini ve ayakta kalabilmesini sağlayan güç, sabırdır.
Sabır, bütün peygamberlerin ortak ahlâkî niteliğidir. Peygamberlerin tevhid mücâdelelerini dile getiren Kur’ân âyetleri, onların sabır ve sebatlarını örnek olarak göstermektedir. Çünkü Allah’ın dinini tebliğ ederlerken çeşitli sıkıntılara uğramışlar, eziyet görmüşler, yurtlarından çıkarılmışlar, zindanlara atılmışlar, fakat daima sabretmişlerdir. Dolayısıyla her Müslüman Allah’ın elçilerini örnek almalı, kurtuluşun sabırda olduğunu düşünerek sabırlı olmalı ve bu konuda Allah’tan yardım dilemelidir.
Ancak, sabrın ne olduğunun yanısıra ne olmadığını da belirlemek gerekir. İyi bilinmelidir ki, hakksız yere mahkûmiyete boyun eğmek, miskinliğe, uyuşukluğa, hor görülmeye ve aşağılanmaya razı olmak, zillete, hakksız tecavüzlere, insan onuruna gölge düşürecek saldırılara katlanmak, bunlara karşı sessiz ve pasif kalmak, sabır değildir. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sessiz kalmak, o davranışa ortak olmak demektir. Aksine sabır, bu tarz kötülüklerle mücâdele etmek, bunlara karşı çıkmak, bir hakkı savunmak ve korumak için çaba göstermek, bu süreçte kararlı olmaktır.
İnsanın gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da ihtiyaçlarını temin hususunda gevşeklik göstermesi sabır değil, acizliktir, tembelliktir, korkaklıktır.
Sabır her şeyiyle şu âyette özetlenmiştir:
146.Nice peygamberler de vardı ki kendileriyle beraber birçok Allah erleri savaştılar; Allah yolunda kendilerine isabet eden şeylerden gevşemediler, zaafa düşmediler ve boyun eğmediler. Ve Allah, sabredenleri sever.
(Âl-i İmrân/146)
Sabır, işte budur: sıkıntı anında gevşememek, zaafa uğramamak ve boyun eğmemek.
Bu âyette zikredilen ilkeler, parça parça birçok âyette geçmekte, Asr sûresi’nde ise öz olarak bildirilmektedir:
(Asr/1-3)
103.Ve hep birlikte Allah’ın ipine sıkıca sarılın/Allah’ın ipi ile korunun, ayrılmayın ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz, birbirinize düşmanlar idiniz de, Allah, kalpleriniz arasında ülfet oluşturdu. Sonra da siz, O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah, kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız diye alâmetlerini/ göstergelerini sizin için böyle ortaya koyar.
(Âl-i İmrân/103)
4.Şüphesiz Allah, Kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf saf olarak savaşan kimseleri sever.
(Saff/4)
Allah doğrusunu en iyi bilendir.
[1] Tebyinulkuran; clt ??? s. ????*
[2] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[3] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[4] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[5] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[6] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[7] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[8] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[9] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[10] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[11] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[12] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[13] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[14] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[15] Levililer, 9:22-24.
[16] Hakimler, 6:20-21.
[17] Hakimler, 13:19-20.
[18] I. Krallar, 18:36-40.
[19] I. Krallar, 18:41-46.
[20] Tesniye, 4:2.
[21] Tesniye, 6:4-9.
[22] Tesniye, 27:2-4.
[23] II. Krallar, 22:8-13.
[24] Lisânu’l-Arab; c. 7, s. 146.
[25] Lisânu’l-Arab; c. 7, s. 146.
[26] Genel Psikoloji, Lütfi Öztabağ, Remzi Kitabevi, 7. Baskı, s. 118-119.
[27] Ana Britannica; c. 11, s. 20.
[28] Tebyînu’l-Kur’ân; c. ?????
[29] Tebyînu’l-Kur’ân; c. ?????
[30] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.