Bakara

1) Elif/1, Lâm/30, Mîm/40.[#329]
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, "Hurûf-ı Mukatta‘a" [kesik harfler] denilen bu harflerin neyi ifade ettiği henüz bilinmemektedir. Bir uyarı veya gelecek âyetlere dikkat çekme ünlemi olabilecekleri gibi, Kur’ân'ın içyapısına ait önemli bir yapı taşı da olabilirler. Ayrıca, Kur’ân indiği dönemde henüz rakamların icat edilmediği, rakam yerine EBCD harflerinin kullanıldığı dikkate alındığında, bu harflerin belirli sayıları ifade ediyor olması da mümkündür. Ancak bu durumda da söz konusu sayıların matematiksel olarak neyi ifade ettikleri henüz bilinmemektedir. İleriki dönemlerde yapılacak çalışmalar sonucunda bu harflerin doğru şekilde te’vîl edilebileceği kanaatindeyiz.

Ebced hesabına göre sûrenin başındaki harflerin sayı değerleri şöyledir:

ا [elif/1],

ل [lam/30],

م [mim/40].
2,3,4) İşte bu kitap; kendisinde hiç kuşku yoktur, ıssız yerlerde iman eden, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutan], kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden Allah yolunda harcama yapan/başta yakınları olmak üzere başkalarının nafakalarını sağlayan, sana indirilene ve senden önce indirilene iman eden Allah'ın koruması altına girmiş kişiler -ki bunlar, âhirete de kesinlikle inanırlar- için bir kılavuzdur.
5) İşte bunlar, Rablerinden bir kılavuz üzerindedirler. Yine işte bunlar, kurtulanların, kazançlı çıkanların ta kendileridir.
Bu âyet grubunda Kur’ân'a ve Kur’ân'ın oluşturduğu muttaki kitleye değinilmiştir. Ayrıca burada, Kur’ân'da ريب[rayb/tutarsızlık, çelişki ve şüphe] olmadığı belirtilmiştir, ki bundan, "Kur’ân'ın, âlemlerin Rabbi tarafından indirildiğinde şüphe bulunmadığı, insanlara güzeli-doğruyu sunduğu, onda tutarsızlık, çelişki, gerçek dışı bir şeyin olmadığı" sonucu çıkarılabilir.

Kur’ân'ın nitelikleri hakkında birçok yerde (Bakara/23-24, Zümer/27-28, Kehf/1-4, Fussilet/44) bilgi verilmiştir:

Sonra da Kur’ân'ın gaybda iman eden, salâtı ikâme eden, kendilerine Allah tarafından verilen rızıklardan infak eden, Kur’ân'a ve Kur’ân'dan önce indirilen kitaplara iman eden ve âhirete de kesinlikle inanan muttakilere; samimi müslümanlara rehber olduğu vurgulanmıştır. Ardından da muttakilerin; zarar etmeyen, fenalık görmeyen, zafer kazanan kimseler olduğu ifade edilmiştir.

Burada, Kur’ân'ın muttakiler için rehber olduğu; başka âyetlerde ise muttaki, fâsık, fâcir, müşrik, kâfir herkese rehber olduğu ifade edilmektedir; ki bundan kasıt, bu kitaptan ancak muttakilerin yeterince yararlanacağı, diğerlerinin yararlanamayacağıdır.

Takvâ ve muttaki kavramları hakkında A‘râf sûresi'nde (26. Âyet) ayrıntılı açıklama yapılmıştır. Ez cümle, "
Taqvâ, ‘insanın kendisini Allah'ın koruması altına koyarak âhirette kendisine zarar ve acı verecek şeylerden sakınması, ya da günahlardan uzak durması ve iyiliklere sarılması, en vecizifadesiyle "Allah’ın koruması altına girmesi"dir"

Ancak konu ile ilgili diğer Kur’ân âyetleri de göz önüne alınarak daha geniş bir tarif de yapılabilir: "
Taqvâ, ‘iman etmek, şirkten uzak durmak, Allah'ı unutmamak, Allah ve elçilerine boyun eğmek, inkârcılarla mücâdele etmek, bollukta ve darlıkta sahip olunan mallardan bağışta bulunmak, salâtı ikâme etmek, kulluk bilinciyle tazarrulu duada bulunmak; zekât vermek, verilen sözde durmak, sıkıntılara sabretmek, açgözlü olmamak, ana-babaya iyi davranmak, hiçbir zaman kendini temize çıkarmaya çalışmamak, tevbe etmek, yanlışlarda ısrar etmemek, yaptıklarının affını dilemek, öfkeye sahip olmak, başkalarını bağışlamak, adaletli olmak ve adaleti ayakta tutmaya gayret etmek’tir."

Bütün bu tariflere dayanarak özlü bir ifade ile
taqvâ'nın, "iman ve onun yansıması" olduğunu söylemek de mümkündür.

Muttakilerin özelliği sayılırken şu nitelikler önplana çıkarılmıştır:

Âyetteki, بالغيب[bi'l-ğaybi] ifadesini, "gayba iman" ve "gaybda iman" olarak çevirmek mümkündür. Zira ب[be] edatı, "ilsak" anlamında kullanıldığı gibi, "zarf" anlamında da kullanılır. Kur’ân'da bunun birçok örneği vardır. Burada konu, ileriki âyetlerden de anlaşılacağı üzere "gaybda iman"dır. Yani, iki yüzlü olmayıp, hem göz önünde hem de tenhada, kimsenin görmediği yerlerde gerçekten imanlı olmaktır.

Ğaybda iman ilgili daha evvel (Fâtır/18, Kaf/32-33, Fâtır/28, Yûnus/57) geniş açıklamalar yapmıştık. Burada ilgili âyetleri hatırlatmakta yarar vardır:

Bu paragrafta rızkın Allah tarafından verildiği, verenlerin de Allah'ın verdiğinden verdiklerine dikkat çekilmiştir. Rızık ve rızık olarak verilenlerin Allah yolunda harcanmasına dair Kur’ân'da yüzlerce âyet mevcut olup hatırlamaya yönelik olarak birkaçını zikrediyoruz: Fâtır/3, Zâriyât/58, Mülk/21, Hûd/6, Münâfikûn/10, (Tevbe/34.

"Allah'ın verdiği rızıktan, hayr için harcamak; nafakayı (ihtiyaç maddelerini temin etmek)" demek olan
infak, fert ve toplumu tehlikeden korur, sosyal patlamayı engeller. İnfakın olmadığı toplumlarda yoksulluk ve açlık; bundan da kıskançlık ve düşmanlık meydana gelir ve neticede sosyal patlama kaçınılmaz olur:

195Ve Allah yolunda malınızı harcayın, kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin-güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri-güzelleştirenleri sever. [Bakara/195]

İnsanın sevdiği şeylerden Allah yolunda harcaması ise insanı, cennetliklerin nitelikleri olan birr ve takva mertebesine ulaştırır:

92Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça asla "iyi adamlık" mertebesine eremezsiniz. Ve siz, her neyi bağışlarsanız kesinlikle Allah, onu en iyi bilendir. [Âl-i İmrân/92]

89Allah, sizi, kasıtsız olarak yaptığınız/ağız alışkanlığı yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Fakat kasıtlı yaptığınız/sözleşmeler oluşturduğunuz yeminlerinizden sizi sorumlu tutar; onun kefareti, ehlinize yedirdiğinizin en hayırlısından/en iyisinden on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin kefaretidir. Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah, karşılığını ödersiniz diye âyetlerini sizin için böyle açığa koyar. [Mâide/89]

133-135Ve Rabbinizden bağışlanmaya, bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcama yapan, öfkelerini yutan, insanları affeden, çirkin bir hayâsızlık işledikleri ya da kendi kendilerine haksızlık ettikleri zaman, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyen, –Allah'tan başka günahları bağışlayan kimdir?– yaptıkları kötü şeylerde bile bile ısrar etmeyen, Allah'ın koruması altına girmiş kişiler için hazırlanmış eni göklerle yer kadar olan cennete koşuşun. Ve Allah, iyilik, güzellik üretenleri sever. [Âl-i İmrân/133-135]

265Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için harcamada bulunanların durumu da kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti... Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi görendir. [Bakara/265]

274Mallarını her zaman, gizlice ve açıkça Allah yolunda harcayan kimseler; işte onların, Rableri nezdinde ödülleri vardır. Ve onlara herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmezler de. [Bakara/274]

267Ey iman etmiş kimseler! Kazandıklarınızdan, sizin için yerden çıkardıklarımızın temizlerinden Allah yolunda harcayın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olamayacağınız pis şeyleri vermeye yeltenmeyin. Ve şüphesiz Allah'ın çok zengin/hiçbir şeye muhtaç olmayan, övülen/övgüye lâyık bulunan olduğunu bilin. [Bakara/267]

Âyetteki, ...sana indirilene... ifadesiyle, vahiylerin tümüne iman etmek gerektiğine işaret edilmiştir. Bir insanın, mü’min ve muttaki olabilmesi için ilk peygamberden son peygambere kadar indirilmiş tüm vahiylere inanması gerekir. Nitekim Mekke döneminde Peygamber'e şu direktifler verilmişti:

15,10İşte bunun için sen, davet et ve sana emredildiği gibi dosdoğru ol. Onların boş iğreti arzularına uyma ve de ki: "Ben, Allah'ın kitaptan indirdiğine inandım ve ben, aranızda adaleti gerçekleştirme görevi ile emrolundum. Allah, bizim Rabbimizdir sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız yalnızca bize, sizin yaptıklarınız da yalnızca size aittir. Sizinle bizim aramızda hiçbir delile yer yoktur. Allah, bizi bir araya toplayacaktır. Dönüş de yalnız O'nadır. Ve hakkında ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey; artık onun hükmü Allah'a aittir. İşte bu, benim Rabbim Allah'tır. Ben, yalnız O'na işin sonucunu havale ettim ve ben, yalnız O'na yöneliyorum." [Şûrâ/15, 10]

285,286Elçi, kendi Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de. Hepsi Allah'a, doğal güçlerine/haberci âyetlerine, kitaplarına ve elçilerine iman ettiler: "Biz Allah'ın elçileri arasında ayırım yapmayız." Ve "Biz duyduk ve itaat ettik. Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz, dönüş ancak Sanadır. Ey Rabbimiz! Eğer terk ettiysek ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır sorumluluk/sıkıntıya sokacak şeyler yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Ve affet bizi, bağışla bizi, merhamet et bize! Sen bizim yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınımızsın. Ve de kâfirler toplumuna; Senin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden toplumlara karşı yardım et bize" dediler.

Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka; kapasitesi dışında yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kazandırtıldığı
zararınadır. [Bakara/285,286]

136Deyin ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrâhîm'e ve İsmâîl'e ve İshâk'a ve Ya'kûb'a ve torunlarına indirilene, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya verilene ve peygamberlere Rablerinden verilene iman ettik; onlardan hiç birini diğerinden ayırmayız ve biz ancak O'nun için islâmlaştıranlarız [sağlamlaştıran/esenlik-mutluluk kazandıran birileriyiz]." [Bakara/136]

84De ki: "Biz, Allah'a, bize indirilen Kur’ân'a, İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a ve torunlara indirilene, Mûsâ'ya, Îsâ'ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onlardan hiç biri arasında ayırım yapmayız. Ve biz, yalnız O'nun için İslâmlaşanlarız." [Âl-i İmrân/84]

Muttakilerin, "salâtı ikâme eden kişiler" olarak nitelendiğini görmekteyiz. Salât ve salâtın ikâmesi ile ilgili daha evvel ayrıntılı bilgiler sunulmuştu. Burada kavramlar ile ilgili özet bir tanım yapmakla yetiniyoruz:

الصّلوة [SALÂT]

Salât sözcüğünün anlamını, "destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak; sorunların çözümünü üzerine almak" şeklinde özetlemek mümkündür. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, buradaki sorunlar, sadece bireysel sorunları değil, toplumsal sorunları da kapsamaktadır. Dolayısıyla الصّلوة [salât] sözcüğünün anlamını, "yakın çevrede bulunan muhtaçlara yardım" boyutuna indirgemek doğru olmayıp, "topluma destek olmak, toplumu aydınlatmak, toplumun sorunlarını sırtlamak, üstlenmek, toplumun sorunlarını gidermek" boyutunu da içine alacak şekilde geniş düşünmek gerekir. Yapılacak yardımın, sağlanacak desteğin gerçekleştirilme şeklinin ise "zihnî" ve "mâlî" olmak üzere iki yönü bulunmaktadır: A) Zihnî yönü ile salât; eğitim ve öğretimle bireyleri, dolayısıyla da toplumu aydınlatmak, rüşde erdirmek; en sağlam yola iletmek; B) Mâlî yönü ile salât; çeşitli iş imkânları ve hastalıkta, emeklilikte, âfetlerle karşılaşıldığında devreye giren güvence sistemleri ile bireylerin mâlî sıkıntılarına yardım etmek, onları zor günlerinde sırtlamak, böylece de toplumun sıkıntılarını gidermek demektir.

إقام الصّلوة
[İQÂMİ'S-SALÂT/SALÂT'IN İKÂMESİ]

Kur’ân'da, salâtın ikâmesi ile ilgili, emir ve haber cümlesi niteliğinde yüzlerce ifade olup, bunlar genellikle "namazı doğru kıl, namazlarını dosdoğru kılarlar" şeklinde çevirilegelmiştir. Bizim yaptığımız tahlil bu çevirilerin, ifadenin anlamını yansıtmak açısından yetersiz kaldığını, hatta yanlış olduğunu göstermektedir.

إقام [
iqâm] ve الصّلوة [es-salât] sözcüklerinden oluşan ifadedeki salât sözcüğünün anlamı yukarıda açıklandığı için, burada iqâm sözcüğünü tahlil edeceğiz:

Q-v-m harflerinden oluşan iqâm sözcüğü, "oturmak" fiilinin karşıtı olan qıyâm sözcüğünün if‘âl babından mastarıdır ve lügatlerde bu kalıbın anlamı, "ayağa kaldırmak, dikmek, ayakta tutmak" olarak belirtilmiştir.

Buna göre, إقام الصّلوة[
iqâmi's-salât] tamlamasının anlamı da, "zihnî ve mâlî yardım ve destekle sorunların üstlenilip giderilmesi ve devam ettirilmesi, yani ayakta tutulması" demek olmaktadır.

Bunu somutlaştırarak ifade etmek gerekirse,
zihnî yönü ilesalâtın ikâmesi, "eğitim ve öğretim için okullar, halk evleri, halk eğitim merkezleri açılması ve bunların [maarif sisteminin] ayakta tutulması"; mâlî yönü ile salâtın ikâmesi ise, "iş alanları açılması, Emekli Sandığı, Bağkur, SSK gibi sosyal güvenlik sistemlerinin teşkil edilmesi, yoksul ve yetimlerin desteklenerek –bekâr ve dulların evlendirilmesi de dâhil– her türlü sorunlarının sırtlanması, her türlü sıkıntılarına çare olunması için kurumlar oluşturulması, bu sistem ve kurumların sürekli yaşatılarak ayakta tutulması" demektir.

Muttakilerin bir niteliği de, âhirete kesinkes inanmalarıdır. Zira âhirete iman, hakk dinin en önemli ilkelerinden biridir. Tüm kötülüklerin, âhirete inanmamaktan [din gününü yalanlamaktan] kaynaklandığı onlarca âyette yer almıştır:

1Âhirette herkesin iyi veya kötü, yaptığı işlerin karşılığını görmesini/Allah'ın sosyal düzeni belirleyen ilkelerini yalanlayan şu kimseyi gördün mü/hiç düşündün mü? 2,3İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse. [Mâûn/1-3]

5Aslında o insan, önünü; kalan ömrünü din-iman tanımayıp kötülüğe batmakla geçirmek istiyor: 6Soruyor: "Kıyâmet günü ne zamanmış?" [Kıyâmet/5-6]

Hâlbuki âhiret vardır ve aklını kullanan kimseler için dünyadan daha değerlidir:

169Derken onlardan sonra bir nesil gelip onların yerlerine geçti. Kitab'a mirasçı oldular. Onlar bu dünyanın değersiz kazanımlarını alırlar, "Bize ileride mağfiret olunur/suçlarımız bağışlanır" diyorlardı. Kendilerine ona benzer değersiz bir mal gelirse, onu da alıyorlardı. –Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın teminatı alınmadı mı? Hâlbuki onda olanı okuyup öğrenmişlerdi. Âhiret yurdu,Allah'ın koruması altına girmiş kimseleriçin daha hayırlıdır. Hâlâ akıl etmeyecek misiniz?– [A‘râf/169]

32Ve basit dünya hayatı, sadece eğlence ve oyundur. Son yurt/Âhiret yurdu ise, Allah'ın koruması altına girenler için kesinlikle daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız? [En‘âm/32]

ÂHİRETE İMANIN FAYDALARI

Âhiret, rahatına düşkün ve dünya nimetlerini arzulayan bir yapıda yaratılmış olan insanı, bu uğurda işleyeceği suçlar konusunda caydırıcı bir unsurdur. Çünkü menfaati için her türlü sorumsuz davranışta bulunabilecek yapıdaki insan, ancak bir mükâfat ve ceza yurdunun varlığı sayesinde kendisini denetleyebilmekte, böylece dünya yaşamındaki kötülükler frenlenmektedir. Nitekim tâğûtların tuğyanının sebebi, âhirete inanmamalarıdır:

1Âhirette herkesin iyi veya kötü, yaptığı işlerin karşılığını görmesini/Allah'ın sosyal düzeni belirleyen ilkelerini yalanlayan şu kimseyi gördün mü/hiç düşündün mü? 2,3İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse. [Mâûn/1-3]

İnsanın yaptıklarının karşılığını bu dünyada tam olarak gördüğünü söylemek mümkün değildir. Zira birçok iyi davranış, görülmediği veya görmezden gelindiği için karşılıksız kalır, birçok iyi insan da zulme uğrar, su-i istimale maruz kalır ve bu yüzden ümidini kaybeder. Âhirete inanan insan ise ümitsizliğe düşmez, isyan etmez, kendisinin de kötü olması gerektiğini düşünmez, kişisel cezalandırmaya kalkışmaz; bunun bir imtihan vesilesi olduğunu kabul ederek sabreder.

Âhiret inancı, dünya hayatının çekilmezliği ve anlamsızlığı düşüncesini ortadan kaldırır, geçici olandan sürekli olana geçme özlemi oluşturur.

Âhiret inancı, ufku açar; uzun vâdeli düşünmeyi, planlamayı ve hedef edinmeyi sağlar; böylece inanan kişi, dünya hayatını âhirete göre planlar.

Dünyada yapılan bir davranışın âhirette karşılığının olacağı inancı, insanda bir iç disiplin oluştururlar.

6) Şüphesiz şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş şu kimseler; onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir: onlar inanmazlar.
7) Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur; onların gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlar içindir.
Burada, gerçek mü’min ve muttakilerin zikrinden sonra, küfür ve fücûr ehli tescilli; belirli kâfirler konu edilmiştir. Burada vurgulanan, kalbi paslanmış kimselerin iman etmeyeceği hususudur, ki bu durum Mekkî âyetlerde birçok kez yer almıştı:

* Ve Biz, onların önlerinden bir set, arkalarından bir set oluşturduk. Böylece Biz, kendilerini sarmışızdır. Artık onlar görmezler. 10Ve onları uyarmışsın yahut uyarmamışsın onlara göre birdir, onlar inanmazlar. [Yâ-Sîn/9-10]

Kâfirûn sûresi'nin tahlilinde "كفر küfr" ve كافر kâfir" sözcükleri ile ayrıntılı bilgi verilmişti özet olarak,

كفر [küfr] sözcüğünün sözlükteki birincil anlamı, "örtmek" tir. Karanlığı ile her şeyi örttüğü için geceye, كافر [kâfir/örten] dendiği gibi, erişilen nimetlere teşekkür etmeyerek yapılan nankörlüğe de küfr denir.

كفر [küfr] sözcüğünün terim anlamı ise, "Allah'ın varlığını ve birliğini, rabbliğini, ilahlığını, peygamberlik kurumunu ve peygamberleri, din gününü ve âhireti bile bile inkâr etmek"tir. Bu anlamıyla imanın zıddı olan inançsızlığı ifade eder.

Bu âyet grubunu iyi anlayabilmek için, Tîn sûresi'nde yaptığımız açıklama ile Mutaffifîn sûresi'ndeki paragrafa göz atmak gerekir:

* Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! Onların kazandıkları, kalpleri üzerine pas olmuştur. [Mutaffifîn/14]

Bu âyette, yine müşriklerin âhireti yalanlamaları, özellikle de Kur’ân için, Daha öncekilerin masalları demeleri reddedilerek gerçek ortaya konmaktadır: İşin aslı onların kalpleri pas tutmuştur. İşledikleri ameller kalpleri üzerinde pas tabakası oluşturmuştur. Kalplerini örtmüş işe yaramaz hale getirmiştir.

İyi ya da kötü bir şeyin sürekli yapılması insanda bir alışkanlık, tutku meydana getirir; Sürekli o işi yapmak ister. Hatta, elinde olmadan sürekli yapar durur. Sürekli kötülük yapması hâlinde bu durum insanda, alışkanlık hâline gelir; kişi alışkanlığının tutsağı olur. Hayatını bu tutsaklıkla devam ettirir gider. İşte burada konu elden kâfirler de kötülük ede ede kötülüğü alışkanlık hâline getirip, gönülleri paslanmış, başka şey yapamaz olmuşlardır.

Kalplerin pas tutması ile ilgili Tin sûresi'nde "Allah'ın Kalpleri Mühürlemesi" başlığı altındaki detaya bakılabilir.
8,9) İnsanlardan bir kısmı da, -inanan kişiler olmamalarına rağmen- "Allah'a ve âhiret gününe inandık" derler. Allah'ı ve inanmış kimseleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki onlar, sadece kendilerini aldatırlar da bilincine ermezler.
10) Onların kalplerinde hastalık vardır; onların zihniyetleri bozuktur da Allah, onlara hastalığı; sapkınlığı artırdı. Yalan söylemekte olduklarından dolayı da onlar için acı bir azap vardır.
11) Onlara, "Yeryüzünde kargaşa çıkarmayın" denildiğinde de, "Biz ancak düzelten kişileriz" derler.
12) Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, kargaşa/karışıklık çıkaranların ta kendileridir, fakat bilincine ermiyorlar.
13) Ve onlara, "İnsanların inandığı gibi inanın" denilince, "Biz, o aklı ermezlerin inandığı gibi mi inanacağız!" derler. Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, aklı ermezlerin ta kendileridir. Velâkin bilmiyorlar.
14) Onlar, inanmış kimselere rastladıkları zaman da, "İnandık" dediler. Kötü niyetli elebaşlarıyla başbaşa kaldıklarında ise, "Şüphesiz biz sizinle beraberiz, biz sadece alay edenleriz" dediler.
15) Allah, onlarla alay eder ve tuğyanları içinde serserice dolaşmalarına süre tanır/izin verir.
Bu âyetlerde, toplumdaki inkârcıların bir başka grubu tanıtılmaktadır. Bunlar, inanmadıkları hâlde insanları aldatmak ve onlardan çıkar sağlamak için inanmış gözüken ikiyüzlülerdir. Burada imanın sadece söylemden ibaret olmadığı vurgulanarak onlara, "inanacaksanız adam gibi inanın!" denilmiştir.

* İnsanlar, denenmeden, "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Ve andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de saflaştırılmaları için ateşlere/sıkıntılara sokmuştuk. Artık elbette Allah, doğru kimseleri bildirecektir ve elbette yalancıları da kesinlikle bildirecektir. [Ankebût/2-3]

İman-amel ilişkisi hakkında sunduğumuz detaya bakılabilir.

14. âyette zikri geçen şeytânlar, "Medîne'deki kâfirlerin akıl hocası olan kimseler"dir.



İKİYÜZLÜLERİN ALLAH'I ALDATMASI

Aslında Allah'ı aldatmak, aklen de naklen de imkânsızdır. O nedenle, "Allah'ı aldatmak" ifadesiyle, "kamuyu ve Elçi'yi" aldatmak" kasdedilmiştir. Bununla ilgi Kur’ân'da örnekler mevcuttur:

* Şüphesiz sana bağlılık yemini eden şu kimseler, gerçekte Allah'a bağlılık yemini etmektedirler. Allah'ın gücü; nimetleri, yardımları onların güçlerinin; yardımlarının, hizmetlerinin üzerindedir. O nedenle kim sözünden dönerse, artık sadece kendisi aleyhine olmak üzere dönmüştür. Kim de Allah'a verdiği söze vefa gösterirse, Allah ona hemen büyük bir ödül verecektir. [Fetih/10]

* Yine, biliniz ki eğer siz Allah'a, hak ile bâtılın ayrıldığı o gün; iki ordunun karşı karşıya geldiği Bedir günü, kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman etmiş iseniz, herhangi bir şeyden ganimet olarak elinize geçirttiğimiz şeyler; artık onların beşte-biri, Allah, Elçi, yakınlığı olanlar; yurtlarından çıkarılan fakirler, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar içindir. Ve Allah, her şeye güç yetirendir. [Enfâl/41]

* Şüphesiz Allah'a ve Elçisi'ne eziyet verenler; Allah onları dünyada ve âhirette dışlamıştır. Ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır. [Ahzâb/57]

Âyette zikredilen ikiyüzlülerin, Allah'ı ve iman edenleri aldatması konusuna gelince, bu, şu şekillerde söz konusu olmaktadır:

- Bunlar çevrelerinde mü’min gözükerek itibar görmek sûretiyle,

- Rasûlullah ve mü’minlerden sırlar çalmak sûretiyle,

- Kâfirlere uygulanacak yasalardan kendilerini korumak sûretiyle,

- Savaş ganimetlerinden pay almak sûretiyle,

- Dini, maddî ve manevî çıkarlarına âlet etmek sûretiyle.

İkiyüzlülerin kendilerini aldatması ise, bu suçları nedeniyle, onlara verilecek cezanın artırılmasıdır. Bu sebeple, onlar gerçekte, sadece kendilerini aldatmış olurlar. Ayrıca Allah onların her türlü planlarını tersine çevirir. Onların düzenleri hakkında bilgi verir. Bu hususta şu âyetler yeteri kadar açıktır:

* Şüphesiz ki münâfıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O, onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmaya; toplumu aydınlatmaya] kalktıkları/toplum içine çıktıkları zaman, ikisi arasında gidip gelen kararsızlar olarak, tembel tembel kalkarlar, mü’minlerle ve kâfirlerle olmazlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah'ı ancak, pek az olarak anarlar. Ve Allah, kimi saptırırsa, sen artık ona bir yol bulamazsın. [Nisâ/142,143]

* Ve inanmayanlar kötü plân yaptılar, Allah da onların kötü plânlarını boşa çıkardı. Ve Allah, kötü plânları boşa çıkaranların en hayırlısıdır. [Âl-i İmrân/54]

* Şüphesiz onlar, oldukça tuzak kuruyorlar. 16Ben de onları cezalandırırım. [Târık/15-16]

* Ve onlar, böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir ceza ile cezalandırdık. [Neml/50]

* Allah'a ve Elçisi'ne karşı savaşan; bozum yapmaya teşebbüs etmiş olan ve yeryüzünde kargaşa çıkarmaya çalışanların –siz onlar üzerine güçlü olmazdan/onları yakalayıp denetim altına almazdan önce hatalarından dönenler hariç– karşılığı, ancak öldürülmeleri/eğitime öğretime tabi tutup dönmelerinin sağlanması veya kent yaşamından uzaklaştırılıp çiftliklerde tarım işçiliği yaptırılması, taş ocaklarında çalıştırılmaları yahut sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkilerinin kesilmesi, ya da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir aşağılıktır. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır. Artık iyi bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. [Mâide/33,34]

13. âyetteki, İnsanların inandığı gibi inanın ifadesindeki insanlar sözcüğü ile kimlerin kasdedildiğini anlamak için biraz fikir yürütmek gerekir. Âyetteki, النّاس [en-nâs] sözcüğünün başındaki ال[el] takısı, "ahd-i hâricî" anlamına alınırsa, "Elçi ve o'nunla beraber olan kişilerin iman ettikleri gibi iman edin" anlamına ulaşılır. Öyleyse buradaki insanlar, "Peygamber ve o'nunla birlikte inanmış olan insanlar"dır.

15. âyette, Allah, onlarla alay eder ve tuğyanları içinde serserice dolaşmalarına mühlet verir buyurulmuştur ki buradaki, Allah’ın "onlarla alay etmesi" ifadesinden, "Allah'ın onları cezalandırması"nı anlamak durumundayız. Buna, belağat ilminde müşâkele sanatı denir. Daha önce Târık suresinde müşâkele sanatından bahsetmiştik.

* Ve bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder ve düzeltirse, artık onun ücreti Allah'a aittir. Şüphesiz ki O, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları sevmez. [Şûrâ/40]

* Dokunulmazlık ayı, harâm aya karşılıktır. Ve bütün dokunulmazlıklar/bağlayıcı hükümler, birbirine karşılıktır. O hâlde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynıyla saldırın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Ve bilin ki Allah, Kendi koruması altına girmiş kişiler ile beraberdir. [Bakara/194]

* Şüphesiz onlar; mü’minlerden, sadakalardan kendi gönülleriyle bağışta bulunanlara ve güçlerinin yettiğinden fazlasını bulamayanlara dil uzatan, sonra da onlarla alay eden kimseler, Allah'ın, onların sırlarını ve fısıltılarını bilip durduğunu ve şüphesiz Allah'ın bütün bilinmeyenlerin çok iyi bilicisi olduğunu bilmediler mi? Allah, onları maskaraya çevirmiştir. Ve onlar için çok acıklı bir azap vardır. [Tevbe/79]


Ve En‘âm/33, Tevbe/65, Mutaffifîn/29-36.

Buradaki alayı, kıyâmet günündeki alay olarak anlamak da mümkündür.

Bu âyetlerde insanlar, "münâfık" olarak nitelenmektedir. Bu kavramla ilgili yine kısa bir bilgi sunmak yararlı olur:



NİFAK-MÜNÂFIK

منافق[münâfıq] sözcüğü, "yer altındaki ev, barınak, in" anlamına gelen نفق [nefeqa] sözcüğünden gelir. Kertenkele ve yaban faresinin yer altındaki yuvalarına, نفقة [nüfeqa] ve نافقة[nâfiqa] denir. Yaban faresinin yer altında birden çok yuvası olur; kaçtığı zaman yuvalardan hangisine gittiği bilinmez. O nedenle de yakalanmaz.

Münâfığa bu ismin verilmesinin sebebi, onun birden çok inancının olmasıdır. O, bir bakarsın İslâm'a girmiş, bir bakarsın ondan çıkıp başka bir dine girmiştir. [Lisânu'l-Arab; c. 8, s. 656-657, "Nfk" mad.]

Dinî bir terim olarak nifaq, "inanmadığı hâlde çeşitli sebeplerden dolayı ve menfaati icabı kendini müslüman göstermek; Allah'a, Rasûlü'ne ve mü’minlere düşmanlığını gizlemek" demektir. Bunu yapan kişiye de "münâfık" denir.

Âyetten anlaşıldığına göre buradaki münâfığın ön plana çıkan özelliği, yükümlülüklerden kolayca sıyrılıp çıkmaya teşebbüs etmesidir. Toplum içinde fesatçı olmaları, akılları sıra Allah'a oyun etmeye çalışmaları, gösterişçi olmaları, salât görevine gönülsüz, üşene üşene katılmaları, döneklikleri, maddî kazanç sağlamak için ahlâk dışı davranışlara başvurmaları, kötü sözlerin müslümanlar arasında yayılmasını istemeleri, yaptıkları kötülüğe sevinmeleri ve övünmekten hoşlanmaları vs. gibi özellikleri de Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ ve Mâide sûrelerinde zikredilecektir.

Bu tipler, tüm toplumların her zaman en büyük problemi, belaları olmuşlardır:

* İnsanlardan kimi de vardır ki, onun basit dünya yaşamı hakkındaki sözü senin hoşuna gider ve o, kalbindekine Allah'ı şâhit tutar. Ve o, düşmanlığı en yaman olanıdır. [Bakara/204]

10. âyetteki, Onların kalplerinde hastalık vardır da Allah, onlara hastalığı artırdı ifadesindeki hastalık, "onların dünyaya meyledip dünyayı sevmeleri, âhiretten yana gâfil olup ondan yüz çevirmeleri"dir. Allah'ın onların hastalığını artırması da, "onları kendi hâllerine bırakması, onlara mühlet verip hemen cezalandırmaması, geçici başarılara kapılıp kötülüklerini sürdürmelerine imkân tanıyarak kalplerini, kulaklarını mühürlemesi ve gözlerini perdelemesidir. Yani, sağlıklı düşünmemeleri, değerlendirme yapmamaları; bunun neticesi olarak da dine-diyanete eğilmemeleridir.

* Kalplerinde bir hastalık olanlara; zihniyeti bozuk kimselere gelince de; onların da pisliklerinin içine pislik ilave etmiştir. Ve onlar, kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri olarak ölmüşlerdir. [Tevbe/125]

* Peki onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki kendilerinin, akıl edecekleri kalpleri ve işitecekleri kulakları olsun. İşte, şüphe yok ki, gözler kör olmaz, fakat göğüslerin içindeki kalpler kör olur. [Hacc/46]

* İki topluluğun karşılaştığı günde size dokunan şeyler de Allah'ın izniyledir/bilgisiyledir. Ve mü’minleri bilsin ve münâfıklık yapan kimseleri –kendileri oturup dururken kardeşleri için: "Eğer bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi" diyen kimseleri– bilsin diyedir. Ve onlara: "Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya savunma yapınız" denilmişti. Onlar: "Biz, savaşı bilseydik kesinlikle size uyardık" dediler. Onlar o gün, imandan çok Allah'ın ilâhlığını, rabliğini örmeye yakındılar. Onlar, kalplerinde olmayan şeyleri ağızlarıyla söylüyorlar. Allah, gizledikleri şeyleri daha iyi bilendir. De ki: "Eğer doğru kimseler iseniz, haydi kendinizden ölümü uzaklaştırınız." [Âl-i İmrân/166-168]

* Bedevi Araplardan geri bırakılmış; sizinle gelmemiş olanlar, sana yakında, "Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti/alıkoydu. Hadi Allah'tan bizim bağışlanmamızı dile" diyeceklerdir. Onlar, kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: "Allah, size bir zarar dilediyse veya bir yarar dilediyse O'na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir? Tam tersi Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." [Fetih/11]

* Bedevi Araplar, "İnandık!" dediler. De ki: "Siz İnanmadınız, ama ‘Eslemna [sağlamlaştırdık/kendimizi sağlama aldık]!’ deyin; iman henüz kalplerinize girmedi. Ve eğer Allah'a ve Elçisi'ne itaat ederseniz, O, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi size eksiltmez." Gerçekten Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir! [Hucurât/14]

* Şüphesiz ki münâfıklar –tevbe edenler, düzeltenler, Allah'a sıkıca sarılanlar ve dinlerini Allah için arıtan kimseler müstesna; artık bunlar, mü’minlerle beraberdirler ve Allah, mü’minlere büyük bir ecir verecektir –, Ateş'ten, en aşağı tabakadadırlar. Sen de onlara bir yardım edici bulamazsın. [Nisâ/145,146]


Demek ki münâfık, kâfirden daha âdi bir insan tipidir.

11-12. âyetlerde ikiyüzlüler ile ilgili, Onlara, "Yeryüzünde kargaşa çıkarmayın" denildiğinde de, "Biz ancak düzelten kişileriz" derler. Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, kargaşa çıkaranların ta kendileridir, fakat bilincine ermiyorlar şeklinde bilgi verilmiş; kargaşa çıkarıp bozgunculuk yapmalarına rağmen düzeltici olduklarını iddia eden münâfıklara karşı uyanık olunması gerektiği bildirilmiştir.

Böylelerini geçmişe hapsetmek yanlış olur. İkiyüzlü bu insan tipleri her çağda ve her yerde mevcut olup, "Düzeltiyoruz, yardım ediyoruz" diyerek, ferdlerin, akrabaların, toplumların ve ulusların arasını bozarlar; ahlâkî, iktisadî ve siyasî açıdan her yeri fesada verirler. Bu tipler hakkında Kur’ân'da birçok bilgi verilmiştir:

* Ve onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye gelin!" denince, o münâfıkların senden uzaklaştıkça uzaklaştıklarını görürsün. Elleriyle yaptıkları yüzünden kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman bak nasıl oldu! Sonra, "Biz, sadece iyilik etmek ve uzlaştırmak istedik" diye Allah'a yemin ederek sana geldiler. İşte onlar, Allah'ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir; artık sen, onlardan mesafelen ve onlara öğüt ver. Ve onlara, kendileri hakkında, derinden etkileyecek güzel söz söyle! [Nisâ/61-63]

* Peki siz, yönetimi ele geçirirseniz, yeryüzünde kargaşa çıkarmayı ve akrabalık bağlarınızı paramparça etmeyi mi umdunuz? [Muhammed/22]

* O, dönüp gitti mi/yetkilendi mi de yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini/kültürü/kadınları ve nesli değişime/yıkıma uğratmak için çalışır. Allah ise bozgunculuğu sevmez. [Bakara/205]


Bu bozguncular Rasûlullah döneminden evvel de mevcuttu. Tedbirli olunması ve ibret alınması için Allah onları da teşhir etmiştir:

* Şüphesiz Karun, Mûsâ'nın toplumundan idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, şüphesiz onun anahtarları güçlü kuvvetli bir topluluğa ağır gelirdi. Bir zaman toplumu ona demişti ki: "Şımarma! Şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez. Ve Allah'ın sana verdiğinde âhiret yurdunu iste. Dünyadan da nasibini unutma! Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun. Ve yeryüzünde bozgunculuğu isteme. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez." [Kasas/76-77]

* Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı; onlardan bir grubu güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiriyor, kızlarını da sağ bırakıyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi. [Kasas/4]



MÜNÂFIKLARIN DİĞER KARAKTERLERİ

* Mü’minlerin astlarından, küfre; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeye sapanları yol gösterici, koruyucu yakın edinen şu münâfıklara, şüphesiz, çok acıklı bir azabın kendileri için olduğunu müjdele! Onların yanında şan ve şeref mi arıyorlar? Oysa şan ve şerefin tümü Allah'ındır. [Nisâ/138-139]

* Şüphesiz doğru yol kendilerine açıkça belli olduktan sonra gerisin geri küfre; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeye dönen kimseler, şeytan onlara hoş göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür. Bu, onların, Allah'ın indirdiğini beğenmeyen kimselere: "Bazı işlerde biz, size itaat edeceğiz" demeleri sebebiyledir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor. [Muhammed/25-26]


Münâfıkların karakteri ile ilgili Mücâdele, Tevbe, Enfâl, Haşr ve Mâide sûrelerindeki detaylı pasajlara da bakılabilir.
16) İşte onlar, doğru yol karşılığında sapıklığı satın alan kimselerdir de onların ticaretleri kâr etmedi ve onlar kılavuzlandıkları doğru yolu bulan kimseler olmadılar.
17,18) Onların durumu bazen, bir ateş yakmak isteyen kimsenin durumu gibidir. Ateş, ateş yakan kimsenin kenarını aydınlatınca, Allah, onların nûrlarını giderdi ve onları karanlıklar içinde görmez olarak bıraktı. -Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler! Artık onlar dönmezler.-
19) Bazen de onların durumu; içinde karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek olan, gökten boşanan bir yağmur gibidir. Onlar, ölüm korkusuyla korkunç seslerden parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar. -Oysa Allah, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenleri çepeçevre kuşatandır.-
20) O şimşek nerdeyse gözlerini kapıverecek. Şimşek önlerini aydınlattı mı aydınlığın içinde yürürler, karanlık üzerlerine çöktü mü de dikilip kalırlar. Allah dilemiş olsaydı işitmelerini de, görmelerini de giderirdi. Şüphesiz Allah, her şeye en çok güç yetirendir.
Durumlarının deşifre edilmesinin ardından münâfıkların âkıbetleri açıklanmaktadır: "Onlar, hidâyet karşılığında sapıklığı satın alan kimselerdir. Kâr ettiklerini sandılar ama onların ticaretleri kâr etmedi ve onlar doğru yolu bulamadılar. Kısacası onlar, aptalın, iflas etmiş tüccarın ta kendileridir."Sonra da onlar, etkili iki benzetme ile tasvir edilip uyarılmışlardır.

17-18. âyete göre bunlar, yakınlarındaki ışıktan istifade edemeyen bakar körler ve akıllı geçinen zavallılardır.

Burada bir örnekleme yapılmış bu örnekleme ile kafirlere ve münafıklara ciddi mesajlar verilmiştir. Yapılan örneklemede ateş yakan; meşale tutan kişi tek kişi ve ateşin ışığı onun çevresini aydınlatmaktadır. Kafirler ise bu aydınlıktan bilinçli olarak istifade etmemektedir. Ateş yakan; meşale tutan kişinin bu kâfir guruptan biri olabileceği de akla gelse de surenin 6. ve 7. ayetlerinin delaletiyle
ateş yakan; meşale tutankişi ile "Rasûlullah", Allah'ın ışıksız bıraktıkları ifadesiyle de "Allah'ın kalplerine ve kulaklarına mühür vurduğu, gözlerine perde çektiği aklını kullanmayan kâfirler" işaret edilmektedir.

19. âyette ise münâfıklar, "içinde karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek olup gökten boşanan bir yağmura tutulmuş kimseler"e benzetilmiştir. Anlaşılıyor ki münâfığın kalbinde küfür ve cehâlet karanlıkları, korkunç bunalımlar var, beyninde şimşekler çakıyor ve ölüm korkusuyla paniklemiş, kulaklarını tıkıyor. Beyninde çakan şimşekler, iman ışıkları, hakk ve hakikattir. O hakikat şimşeği onun gözlerini yalayıp duruyor. Ama o, bunu değerlendirmiyor, zarar göreceği korkusuyla kulaklarını tıkıyor. Şimşek önünü aydınlattı mı onun aydınlığında yürüyor, karanlık üzerine çöktü mü de dikilip kalıyor. Yani, müslüman görünüp ikiyüzlülük ederek dünyada İslâm'ın nimetlerinden istifade ediyor. (Yukarıda, münâfıkların Allah'ı aldatmaları konusunu hatırlayınız.)

Allah onları başka âyetlerde şöyle örneklendiriyor:

4Onları gördüğün zaman da cüsseli yapıları –sanki onlar, dayandırılmış/yarı giydirilmiş ahşap kütükler gibidirler– beğenini kazanmaktadır. Söyledikleri zaman da kulak verirsin. Her feryadı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp sakının. –Allah onları kahretti; nasıl da çevriliyorlar!– [Münâfikûn/4]

Aynı körler geçmişte de vardı; onlar da ayaklarına gelen ışığı değerlendirememişlerdi:

17Semûd'a gelince; işte, Biz onlara doğru yolu gösterdik. Fakat onlar körlüğü doğru yol üzerine sevip tercih ettiler. Bunun üzerine kazandıkları şeyler sebebiyle alçaltıcı azabın yıldırımı onları yakalayıverdi. [Fussilet/17]

Kâfirlerin vahye kulak tıkamaları yeni bir olgu değil, öteden beri süregelen bir tavırdır:

5-12Nûh dedi ki: "Rabbim! Şüphesiz ben, toplumumu gece-gündüz/sürekli olarak davet ettim. Fakat benim çağırmam, onların sadece kaçmalarını artırdı. Ve şüphesiz ben, onları, Senin onları bağışlaman için her davet ettiğimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ısrar ettiler, kibirlendikçe de kibirlendiler. Sonra şüphesiz ben onları yüksek sesle çağırdım. Sonra şüphesiz onlar için ilan ettim. Onlar için gizli gizli de söyledim. Sonra dedim ki": "Rabbinizin sizi bağışlamasını isteyin. Kesinlikle O, çok bağışlayıcıdır. Üzerinize gökten bol yağmur yağdırsın. Size mallar ve oğullar ile yardımda bulunsun, sizin için bahçeler kılsın, ırmaklar kılsın.13Size ne oluyor ki, Allah için "ağır davranış"ı ummuyorsunuz? [Nûh/5-13]

7Ve ona âyetlerimiz okunduğu zaman sanki kulaklarında bir ağırlık varmış da onları işitmemiş gibi, büyüklük taslayarak sırt çevirir. İşte ona, çok acı verecek bir azabı müjdele. [Lokmân/7]

39Âyetlerimizi yalanlayan şu kimseler de karanlıklar içindeki sağır ve dilsizlerdir. Her kim dilerse Allah onu şaşırtır, kim de dilerse onu doğru yol üzerine bırakır. [En‘âm/39]

171Ve kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişilerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyen şeylere çoban haykırışı/karga haykırışı yapan kimsenin hâli gibidir; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden onlar akıl da etmezler. [Bakara/171]

20. âyetteki,
Allah dilemiş olsaydı... ifadesiyle, gerçekleri görebilme kapısının onlar için açık bırakıldığı mesajı verilmektedir.
21,22) Ey insanlar! Allah'ın koruması altına giresiniz diye, sizi ve sizden öncekileri oluşturan, yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yapan, gökten su indirip de onunla sizin için rızık olarak ürünlerden çıkaran Rabbinize kulluk edin. Artık siz de, bile bile Allah'a ortaklar koşmayın.
Bu âyetlerde tüm insanlığa seslenilerek, Allah'ın güç ve azametine dikkat çekilmiş, ardından da insanlara verdiği nimetler hatırlatılarak şirkten uzak durulması için açık mesajlar verilmiştir.

Şirkten uzak durulması ve uydurma ilâhların hiçliği hususunda yüzlerce âyetle insanlık uyarılmıştır. Bunlardan birkaçını hatırlatıyoruz:

18Onlar, Allah'ın astlarından, kendilerine zarar vermeyen ve kendilerine yarar sağlamayan şeylere tapıyorlar ve "Bunlar Allah katında bizim yardımcılarımız/destekçilerimizdir" diyorlar. De ki: "Siz Allah'a göklerde ve yerde Kendisinin bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" Allah, onların ortak koştukları şeylerin hepsinden arınıktır ve çok yücedir. [Yûnus/18]

165,166İnsanlardan kimi de Allah'ın astlarından birtakım eşler tutan kimselerdir. Onları, Allah'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman etmiş kimseler, Allah'a sevgi yönünden daha kuvvetlidir. Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler, azabı görecekleri zaman; kendilerine uyulan kimseler, azabı görerek kendilerine uyanlardan kaçıp uzaklaştıkları ve azabı gördükleri ve kendileriyle bağlar kesildiği zaman, bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke görselerdi. [Bakara/165,166]

10O Allah ki, yeryüzünü sizin için bir beşik yaptı. Orada kılavuzlandığınız doğru yolda gidesiniz diye birtakım yollar da yaptı. [Zuhruf/10]

6,7Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da birer direk yapmadık mı? [Nebe/6-7]

61Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır ya da yeryüzünü barınak yapan, aralarında nehirler oluşturan, onun için sabit dağlar koyan ve iki deniz arasına engel koyan mı? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Tam tersi onların çoğu bilmiyorlar. [Neml/61]

51Ve Rablerinin huzurunda toplanılacaklarından korkanları, Allah'ın koruması altına girmeleri için sana vahyedilenle uyar. Onların, O'nun astlarından yardım eden, yol gösteren, koruyan bir yakın kimseleri ve destekçileri, kayırıcıları yoktur. [En‘âm/51]

İBÂDET-KULLUK

Daha evvel açıkladığımız bu konuyu, kısaca hatırlatmada fayda vardır: Mastar olan عبادة [
‘ibâdet] kelimesi, lügatte "kulluk yapmak, kölelik etmek, kayıtsız-şartsız teslim olmak, itaat etmek ve boyun eğmek" anlamına gelir.

Belirli kişilere, güçlere, ideoloji ve otoritelere gösterilen mutlak itaat ve teslimiyet de bu kapsamdadır. Firavun ile İsrâîloğulları arasındaki ilişki (bkz. Mü’minûn/45-47) de bu anlamı teyit eder niteliktedir.

Dinî açıdan ibâdet ise, "kulun sahibine/yaratanına itaat etmesi, sahibi/yaratanı tarafından verilen görevleri kayıtsız şartsız kabul edip yerine getirmesi" demektir. Allah, Kur’ân adındaki talimatname ile kullarına birtakım görevler yüklemiş ve bunların kayıtsız-şartsız bir itaat ve teslimiyet içinde yerine getirilmesini istemiştir. Seçtiği peygamberler de, verilen görevleri önce kendisi yerine getirmiş, sonra diğer insanlara öğreterek nasıl yerine getirileceğini bizzat göstermiştir.

Başka bir ifadeyle
ibâdet, "Allah'ın hoşnut olduğu davranışları yapmak sûretiyle Allah'a gösterilen saygı ve içten bağlılık"tır. Bu anlamıyla ibâdet, ortaya konan güzel iş ve davranışların hepsini birden kapsayan ve hürmetin en yüksek derecesinin sergilendiği genel bir tutumu ifade etmektedir.

Ancak, dilimize aynen geçmesi sebebiyle
ibâdet kelimesinin anlam derinliği halk tarafından yeterince kavranamamış, Allah'a gösterilen bağlılıkla ilgili bir süreç ve tutum olduğu algısı yaygınlaşamamıştır. Bunun sonucu olarak da ibâdet denilince belirli bir kaç dinî davranış anlaşılır olmuştur. Oysa ibâdet, tıpkı hayat, sevgi, mutluluk, medeniyet gibi tek bir olgu için değil, içinde aynı türde birçok olguyu barındıran kavramlardaki gibi süreç ifade eden bir anlam içeriğine sahiptir. Bu nedenle de belirli dinî davranışlarla sınırlı değildir. Allah'a ibâdet etmek, "insanın her adımında, her hareketinde, her sözünde O'nun koyduğu kurallara uyması, hükümlerini yerine getirmesi, gösterdiği yoldan severek ve isteyerek yürümesi" demektir.

Âyetteki,
yeryüzünü sizin için bir döşek kılan ifadesiyle, insan ile yeryüzü ilişkisine dikkat çekilmiştir. Tüm evrenin insanın rahatı, başka bir ifadeyle faydası için yaratıldığını anlatmak için "döşek" sözcüğü kullanılmıştır. Ayrıca bununla, dünyanın geçici olduğu, insanın sürekli yatıp durmadığı ve evdeki döşeğine gösterdiği ihtimamı yeryüzüne de göstermesi gerektiği de hatırlatılmaktadır.

Konumuz olan âyetin bir benzeri de Zâriyât sûresi'nde geçmişti:

47Ve sema; Biz onu kudretle/sağlamca bina ettik. Hiç şüphesiz Biz, genişleticileriz.

48Ve yeryüzü; onu Biz döşedik. İşte, ne güzel döşeyenleriz! [Zâriyât/47-48]

10O Allah ki, yeryüzünü sizin için bir beşik yaptı. Orada kılavuzlandığınız doğru yolda gidesiniz diye birtakım yollar da yaptı. [Zuhruf/10]

6,7Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da birer direk yapmadık mı? [Nebe/6-7]

23) Ve eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku içinde iseniz, "haydi kulumuza indirdiğimiz sûrelerin benzeri olan bir sûre de siz getirin", Allah'ın astlarından tüm tanıklarınızı da çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz.
24) Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse kâfirler; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseler için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korunun.
Bu âyetlerde de tüm insanlığa seslenilmeye devam edilmiş, bu kez Kur’ân gündeme getirilmiştir. Burada Kur’ân'ın mucize olduğu gerçeği ön plandadır. Zira, –Kur’ân'dan öğrendiğimize göre– inkârcılar Kur’ân'a dil uzatmaktaydılar:

31Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman da, "İşittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, geçmiş toplumların efsanelerinden başka bir şey değildir" demişlerdi. [Enfâl/31]

İşte bu inkârcılara bu âyetle meydan okunmuştur. Anlaşıldığına göre bu âyette zikri geçenler Medîne'deki inkârcılardır. Hatırlanacağı üzere Mekkeli müşriklere de meydan okunmuştu:

49De ki: "Eğer doğru kimseler iseniz, hemen Allah katından bana ve Mûsâ'ya inen kitaplardan daha çok doğruya kılavuz olan bir kitap getirin de ben de ona uyayım!" [Kasas/49]

38Yahut "Onu kendisi uydurdu" diyorlar. De ki: "Öyleyse siz benzeri bir sûre meydana getirin, Allah'ın astlarından çağırabileceklerinizi de çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz."

39Tam tersine, onlar bilgisini kavrayamadıkları ve ilk olarak ortaya çıkması kendilerine henüz gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Bunlardan önceki kişiler, böyle yalanlamışlardı. İşte bak şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanların âkıbeti nasıl olmuştur. [Yûnus/38-39]

33,34Yahut vahyedilenleri, "Kendi uydurup söyledi" mi diyorlar? Aslında onlar inanmıyorlar. Peki, onun gibi bir sözü onlar getirsinler, eğer doğru kimseler iseler. [Tûr/33-34]

13Aslında onlar, "Onu kendisi uydurdu" diyorlar. De ki: "Öyleyse, eğer doğrulardan iseniz, uydurma olarak da olsa, benzeri on sûre getirin, Allah'ın astlarından gücünüzün yettiği kişileri de çağırın."

14Yok, eğer bunun üzerine onlar, size cevap vermedilerse, artık bilin ki, Kur’ân ancak Allah'ın bilgisiyle indirilmiştir. Ve O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Artık siz Müslüman oluyor musunuz? [Hûd/13-14]

وَاِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ۖ

Ayetin orijinalinde diğer meydan okuma ayetlerinden farklı olarak "min مِنْ" edatı ile eril "مِنْ مِثْلِه۪ۖ hi"" zamiri yer almaktadır. Bu durumda metnin anlamı motomot "23Ve eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku içinde iseniz, haydi onun mislinden bir sûre siz getirin" şeklinde olmaktadır. Böylece "Kur’an’ın birtakım benzerleri varmış da o benzerlerden bir de siz getirin" gibi anlaşılabilmektedir.

Burada dikkat edilmesi gereken noktalar şunlardır:

"Min" edatının harfi cer oluşu,

Harfi cerre bir müteallak bulunması gerektiği,

"Min" harfi cerrinin Tebyiyn (açıklamak, açığa koymak anlamında da oluşu), [Tebyiyn anlamındaki "min" genellikle bu ayette olduğu gibi cümlede "ma" veya "mehma" edatlarından sonra gelir. Fatır/2, Bakara/106, A’raf/132’de olduğu gibi. Bazen de bu edatlar olmadan gelir. Hacc/30 ve Kehf/31’de olduğu gibi.]

Bir de metinde "misli" sözcüğünün sonundaki "hi" zamirinin müzekker oluşu.

Bir de bu ayetin Medeni surelerden olan Bakara suresinde olması ve Bakara suresinin 87. Sure oluşu; yani Bakara suresinden evvel 86 tane surenin inmiş olması ve "min" tebyiyn için olduğu takdirde "...den" alamı ifade etmediği de dikkate alınmalıdır.

Tüm bunları dikkate aldığımızda ayetin cümle yapısı Arapça olarak:

"Fe’tû bi sûretin kâinatin min misli mâ enzelnâ alâ abdinâ" şeklinde; anlam da "haydi kulumuza indirdiğimiz sûrelerin benzeri olan bir sûre de siz getirin" şeklinde olacaktır.

Buradaki meydan okuma, daha evvel indirilmiş 85 surenin benzeri bir sure yani grameri, fesâhatı, belâğatı ve içerisindeki hikmetleriyle kitap, iman bilmeyen birisi tarafından ortaya atılan bir sûre getirilebilmelerine yöneliktir.

Bu konuyla ilgili şu âyetler de dikkate alınmalıdır:

24Ya da onlar, "Allah'a karşı yalan uydurdu" mu diyorlar? İşte eğer Allah dilerse senin de kalbini mühürler; bâtılı yok eder ve sözleriyle hakkı gerçekleştirir. Şüphesiz ki O, göğüslerde bulunan şeyleri çok iyi bilendir. [Şûrâ/24]

44-47Eğer Elçi/Muhammed, bazı sözleri Bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi, kesinlikle O'ndan tüm gücünü alırdık. Sonra O'ndan can damarını kesinlikle keserdik. Artık sizden hiç biriniz O'na siper de olamazdınız. [Hâkka/44-47]

Tüm bunlardan kesin olarak anlaşılan şu ki: Kur’ân'ın, Muhammed tarafından yazılması/söylenmesi şöyle dursun, o'nun tarafından tek bir sözcük dahi ilave edilmemiştir. Zira bir insanın kendi yazdığı kitaba böyle bir tehdit koyması mümkün değildir.

24. âyette inkârcıların inkârlarına karşılık atılacakları ateş,
yakıtı insanlar ve taşlar olan ateş şeklinde nitelenmiştir. Aynı niteleme, Âl-i İmrân ve Tahrîm sûresi'nde de görülmektedir:

10,11Şüphesiz kâfirler; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimseler; onların malları ve evlatları, –aynı Firavun'un yakınlarının ve onlardan öncekilerinki gibi– Allah'tan hiçbir şeyi savamaz. Ve onlar Ateş'in yakıtıdırlar. Firavun'un yakınları ve onlardan öncekiler, âyetlerimizi yalanladılar da Allah, onları günahları yüzünden yakalayıverdi. Ve Allah, cezası/yakalaması çok çetin olandır. [Âl-i İmrân/10-11]

6,7Ey iman etmiş kimseler! Kendinizi ve yakınlarınızı, yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir Ateş'ten koruyun. Ateşin üzerinde, Allah'a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba görevli güçler vardır. Ey kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş kimseler! Bugün özür dilemeyin. Siz ancak işlediklerinizin cezasını çekeceksiniz! [Tahrîm/6,7]

Müfessirler, burada zikri geçen taş ile; çabuk alevlenmesi, pis kokması, çok dumanlı olması, aşırı yapışkanlığı ve şiddetli ısısı nedeniyle "kükürt" madeni kasdedildiğine kâil olmuşlardır. Oysa bu taş ile neyin kasdedildiği şu âyetten anlaşılabilir:

98Kesinlikle siz ve Allah'ın astlarından taptıklarınız, cehennemin odunusunuz/yakıtısınız; siz oraya gireceksiniz. [Enbiyâ/98]

Bu âyete göre kâfirlerin Allah'ın astlarından taptıkları sözde şefaatçi ortakları; taştan putları, cehennemde yakıt olarak kullanılacak, müşriklerin azabının artmasına sebep olacaklardır.

Bu âyetlerden anlaşıldığına göre müşrik hem cehennemde yanacak, hem de cehennemi yakacaktır.

25) İnanmış ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimselere de, "Şüphesiz kendileri için altlarından ırmaklar akan cennetlerin olduğunu" müjdele. Onlar, oradaki herhangi bir meyveden her rızıklandırılışlarında, "Bu, bizim daha önce rızıklandığımız şeydir" derler. Ve onlara onun benzeşenleri verildi. Orada çok temiz [gözle, düşünceyle kirlenmemiş; yesyeni model] eşler de yalnızca onlarındır. Ve onlar, orada sürekli kalanlardır.
Aklını kullanmayanların, çevresindeki Allah'ın sayısız âyetlerini görmezden gelen insanların âkıbetlerinin ne olacağı bildirildikten sonra da inananların durumu ortaya konmuştur: Onlar, altlarından ırmaklar akan cennetlerde olacaklar; oradaki herhangi bir meyveden her rızıklandırılışlarında, ‘Bu, bizim daha önce rızıklandığımız şeydir’ diyeceklerdir. Orada onlar için çok temiz eşler de bulunacak. Ve onlar, orada sürekli kalacaklardır.

Klasik âlimler, burada zikri geçen çok temiz eşler ile, cennette erkeklere verilecek kadınların; hayız-nifastan uzak olup her an cinsel ilişki kurulabilen kadınların kasdedildiğini iddia etmişlerdir. Oysa, söz konusu çok temiz eşler ile, "Allah'ın cennette mü’min kullarına lutfedeceği arkadaşlar" kasdedilmiştir. Buradaki çok temiz/tertemiz ifadesi, Rahman/56, 74. Ayette konu edilen gözle, düşünceyle kirlenmemiş yesyeni bir model eşlerdir. Ki bunlar Vakıa/22, Tur/20, Duhan/54, Rahman/72 ve Saffat/48’te "Huril Iyn (iri parlak gözlü eşler)" olarak bildirilmiştir. demektir. Cennette cinsiyet yoktur. Bu konuyu Vâkıa sûresi'nde detaylı olarak sunmuştuk.
26,27) Şüphesiz Allah, bir sivrisineği, hatta daha daha küçük olan bir şeyi örnek vermekten çekinmez. İşte iman eden kimseler bilirler ki, şüphesiz o hakktır, Rablerindendir. Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimseler de artık, "Allah böyle bir örnek ile ne demek istedi?" derler. Allah, verdiği örneklerle birçoklarını şaşırtır, onunla birçoklarını kılavuzlar. Allah, onunla sadece, söz verip antlaştıktan sonra Allah'a verdikleri sözü bozan, Allah'ın birleştirmesini emrettiği şeyi; iman-amel ayrılmazlığını bozan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan hak yoldan çıkmış kimseleri şaşırtır. İşte bunlar, zarara uğrayanların ta kendileridir.
Allah'ın rahmet ölçüsünü gösteren bu âyetlerde, insanların iyice öğrenmesi için birçok örnek verilmekte ve bunlar da herkesin anlayacağı seviyeye indirilmektedir:

44,45Ve sen insanları, azabın geleceği gün ile uyar. Artık şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler, "Ey Rabbimiz! Bizi yakın bir süreye kadar ertele de senin davetine uyalım ve elçilere tâbi olalım." derler. –Daha önce siz, sizin için bitişin/tükenişin/yok oluşun olmadığına dair yemin etmemiş miydiniz? Hem siz, şirk koşarak kendilerine haksızlık edenlerin yurtlarında oturdunuz. Onlara nasıl yaptığımız size apaçık belli olmuştu. Ve size örnekler de vermiştik.– [İbrâhîm/44-45]

39Ve Biz onların hepsine örnekler verdik ve hepsini kırdık geçirdik. [Furkân/39]

58Ve andolsun ki Biz, insanlar için bu Kur’ân'da tüm örneklerden kesinlikle örnekler getirdik. Ve andolsun ki sen, onlara bir âyet de getirsen o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimseler: "Siz, sadece, bâtıl şeyleri ortaya koyanlarsınız" diyeceklerdir. [Rûm/58]

27,28Ve andolsun ki Biz, düşünüp öğüt alsınlar diye pürüzsüz Arapça bir okuma olarak; Allah'ın koruması altına girsinler diye bu Kur’ân'da insanlar için her türlüsünden örnek verdik. [Zümer/27-28]

Sebeb-i nüzûlle ilgili nakillere göre [Taberî.] 17- 19. âyetlerde örneklemeler yapılınca Medîne'deki iki yüzlüler, "Allah misaller vermekten yüce ve azametlidir" dediler. Bunun üzerine Allah, bu âyet indirdi. Âyetlerden anlaşıldığına göre Allah'ın, sinek, örümcek, karınca gibi küçük ve önemsiz varlıkları örnek vermesini müşrikler alaya almışlar; böyle örnekler veren bir ilâha kulluk etmeyeceklerini ifade etmişlerdir. Allah ise, insanların meseleyi iyice anlamaları için ısrarla bu tür varlıklardan örnekler vermektedir.

27. âyetteki,
Allah'ın birleştirmesini emrettiği şeyi kesen ifadesi, genellikle "akrabalık bağını kesen" şeklinde anlaşılmıştır. Hâlbuki burada, "amel ile imanın birleştirilmesi" kasdedilmekte; salt imanın yetmeyeceği, imanın mutlaka sâlihatı işlemek ile birleştirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Böylece münâfıkların, "İnandık" demekle yetinerek diğer dinî vecibeleri yerine getirmedikleri beyân edilmektedir:

2,3İnsanlar, denenmeden, "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Ve andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de saflaştırılmaları için ateşlere/sıkıntılara sokmuştuk. Artık elbette Allah, doğru kimseleri bildirecektir ve elbette yalancıları da kesinlikle bildirecektir. [Ankebût/2-3]

19-24Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yetenekleri olan kişiler;

Allah'a verdiği sözleri yerine getiren ve antlaşmayı bozmayan,

Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi; iman ve ameli birleştiren,

Rablerine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler,

Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş,

salâtı ikame etmiş [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmuş, ayakta tutmuş],

kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık Allah yolunda harcamış

ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte onlar, bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar Adn cennetlerine gireceklerdir. Görevli güçler/haberci âyetler de her kapıdan yanlarına girerler: "Sabretmiş olduğunuz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!" [Ra‘d/19-24]

24,25Görmedin mi; hiç düşünmedin mi, Allah nasıl bir örnek verdi? Güzel bir söz, kökü, sabit, dalı-budağı gökte olan, Rabbinin izniyle/bilgisiyle her an ürün veren güzel bir ağaç gibidir. Ve onlar öğüt alsınlar diye Allah, insanlara böyle örnekler verir. [İbrâhîm/24-25]

İman amel ilişkisi ile ilgili daha evvel fatır suresinde ayrıntılı bilgi verilmiştir.

Kur’ân'dan öğrendiğimize göre inançsızlar, ikiyüzlüler Allah'ın temsillerine karşı hep itirazda bulunmuşlardır:

31Biz, cehennem yârânını da hep melekler yaptık. Sayılarını da, kendilerine Kitap verilen kimseler iyice ve apaçık bilsinler, iman etmiş olan kişilerin imanı artsın, kendilerine Kitap verilmiş olan kimseler ve iman sahipleri kuşkuya düşmesin diye ve de kalplerinde hastalık olan; zihniyeti bozuk kimseler ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedetmiş kimseler, "Allah bununla neyi kastetti?" desinler diye, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler için bir sınamadan başka şey yapmadık. İşte böyle. Allah dilediğini/dileyeni saptırır, dilediğini/dileyeni de kılavuzlar. Rabbinin ordularını da ancak Kendisi bilir. Bu, beşer için bir öğüt verici ve düşündürücüden başka şey değildir. [Müddessir/31]

7-9Allah, sana bu kitabı indirendir. Bu kitaptan bir kısmı yasa içeren âyetlerdir ki bunlar, kitabın anasıdır. Diğerleri de benzeşen anlamlılardır. Amma, durum bu iken, kalplerinde kaypaklık/tutarsızlık olan kimseler,

insanları dinden çıkarmak,

ortak koşmaya sürüklemek

ve onun anlamlarından en uygununun tesbitine yeltenmek için hemen ondan benzeşen anlamlı olanlarının peşine düşerler. Hâlbuki onun anlamlarından en uygun olanının tesbitini ancak Allah ve
–"Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. Rabbimiz! Bize kılavuzluk ettikten sonra kalplerimizi çevirme! Bize Kendi nezdinden rahmet lütfet! Şüphesiz Sen, bol bol lütfedenin ta kendisisin. Rabbimiz! Şüphesiz Sen, insanları, kendisinde hiçbir şüphe olmayan gün için toplayansın. Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez" diyen– o bilgide uzman olanlar bilirler. Ve sadece kavrama yetenekleri olanlar öğüt alırlar. [Âl-i İmrân/7-9]

Âyette fâsıkların bir niteliği de, O [Allah], onunla sadece, söz verip andlaştıktan sonra Allah'ın ahdini [verdikleri sözü] bozan... ifadesiyle, siyasî, askerî, idarî ve iktisadî alanlarda ahde vefasızlık olarak nitelenmiştir. Ahde vefa konusunda Mü’minûn ve Nahl sûrelerinde detay sunmuştuk. Cennette cinsiyetin bulunmadığı hakkında da Vâkıa sûresi'nde detaylı bilgi vermiştik. [Tebyînu'l-Kur’ân; c. ???????????????]
28) Siz, nasıl küfredersiniz; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini nasıl bilerek reddedersiniz? Oysa siz, ölüler idiniz de sizlere O hayat verdi. Sonra O, sizleri öldürecek, sonra canlandıracaktır. Sonra da Kendisine döndürüleceksiniz.
29) O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için oluşturandır. Sonra da O, semaya egemenlik kurdu;[#330] onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi en iyi bilendir.
Bu âyetlerde insanlığa, Siz Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Oysa siz ölüler idiniz de sizlere O, hayat verdi. Sonra O, sizleri öldürecek, sonra canlandıracaktır. Sonra da Kendisine döndürüleceksiniz. O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratandır. Sonra da O, semaya istiva etti [egemenlik kurdu]; onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi en iyi bilendir şeklinde bir soru yöneltilerek Allah'ı inkâr etmenin imkânsızlığı ve müşriklerin Allah'ın nimetlerini yanlış yolda kullandığı ortaya konulmuştur.

29. âyetteki ifadeler 28. âyetle ilişkilendirildiğinde,
Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı ifadesinden, "bunlarla daha iyi, daha rahat ve daha çok kulluk yapasınız diye yarattı, bunları kötü yollarda tüketesiniz diye yaratmadı" anlamına ulaşılır. Bu anlamı şu âyetlerde görüyoruz:

21,22Ey insanlar! Allah'ın koruması altına giresiniz diye, sizi ve sizden öncekileri oluşturan, yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yapan, gökten su indirip de onunla sizin için rızık olarak ürünlerden çıkaran Rabbinize kulluk edin. Artık siz de, bile bile Allah'a ortaklar koşmayın. [Bakara/21-22]

13Ve O, göklerde ve yeryüzünde bulunan her şeyi Kendinden sizin hizmetinize vermiştir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için alâmetler/göstergeler vardır. [Câsiye/13]

5Hayvanları O oluşturmuştur. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok yararlar vardır. Siz, onlardan bir kısmını da yersiniz. [Nahl/5]

Allah'ın evreni yaratması ile ilgili Kur’ân'da yüzlerce âyet mevcuttur.

Bu âyette dikkat çeken bir başka nokta da, Oysa siz ölüler idiniz de sizlere O, hayat verdi. Sonra O, sizleri öldürecek, sonra canlandıracaktır. Sonra da Kendisine döndürüleceksiniz ifadesidir. Bununla ilgili Mü’min ve Mülk sûrelerinde detaylı bilgi verilmişti. [Tebyînu'l-Kur’ân; c.*****.] Kısaca ifade etmek gerekirse, burada bahsi geçen ilk ölüm hâli, insanın ilk toprak [cansız madde] hâlidir.

2O, hanginizin amelce daha iyi-güzel olduğunu sınamak için ölümü ve hayatı oluşturdu. O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır. [Mülk/2]

YEDİ GÖK

Âyetteki,
yedi gök ifadesini, bugünkü astronomik teorilere bağlamadan çokluktan kinaye olarak algılamak en doğrusudur.

29. âyetteki,
O, her şeyi en iyi bilendir ifadesiyle, bu işlerin bilgisizce olamayacağı, bu işi, ancak çok bilgili birinin yapabileceği gerçeğine işaret edilerek insanlar bu ölçüdeki bir bilginin de sadece Allah'a mahsus olduğu kabulü ile inanmaya davet edilmektedir.
30) Ve bir zaman Rabbin, doğadaki güçlere, "Şüphesiz Ben, yeryüzünde bir halîfe getiren/daha önce yok iken, üreyip türeyerek varlıklarını sürdüren yaratıklar kılan Zatım" demişti. Doğadaki güçler, "Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi yapacaksın? Oysa biz, Senin övgünle birlikte tüm noksanlıklardan arındırıyoruz ve Senin tertemiz; her türlü kötülük ve eksiklikten uzak olduğunu haykırıyoruz" demişlerdi. Senin Rabbin, "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri çok iyi bilirim" demişti.
Buradaki meleklerin –ki ملك [milk] kökünden türemiştir– "doğal güçler" olduğunu unutmayalım. Melek kavramı ile ilgili detaylı bilgi birçok yerde verilmişti.



HALİFE/ HALİKA

Bakara suresi otuzuncu ayette geçen "خَلِيفَةً halîfeten" sözcüğü ilk resmi Mushaflar dikkate alındığında "خَلِيقَةً halîgaten" şeklinde okunması da mümkündür. Mu’cemül kıraat’il Kur’an’lara bakıldığında ZEYD B. ALİ’NİN öyle okuduğu bildirilir. Ayrıca Keşşaf’ta da bu sözcüğün "خَلِيقَةً halîkaten" diye okunduğu da açıklanır.

"خَلِيقًَ halîk- خَلِيقَةً halîkaten" sözcükleri yaratmak, oluşturmak anlamındaki "خَلقَ halk" sözcüğünün türevlerinden olup çoğulu "خلائق halaik" olarak gelir. Bu sözcük kalıp olarak sıfatı müşebbehe (kalıcı nitelik bildiren sözcük kalıbı) olup anlamı, "DAHA ÖNCE YOK İKEN, ÜREYİP TÜREYEREK VARLIKLARINI SÜRDÜREN YARATIKLAR" demektir. (Kadim Lügatlerin tümü)

Bakara otuzuncu ayetteki "خَلِيفَةً halîfeten" kelimesini "خَلِيقَةً halîkaten" okursak ayetin anlamı:

30Ve bir zaman Rabbin, doğadaki güçlere, "Şüphesiz Ben, yeryüzünde DAHA ÖNCE YOK İKEN, ÜREYİP TÜREYEREK VARLIKLARINI SÜRDÜREN YARATIKLAR kılan Zatım" demişti. Doğadaki güçler, "Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi yapacaksın? Oysa biz, Senin övgünle birlikte tüm noksanlıklardan arındırıyoruz ve Senin tertemiz; her türlü kötülük ve eksiklikten uzak olduğunu haykırıyoruz" demişlerdi. Senin Rabbin, "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri çok iyi bilirim" demişti.

Bu anlamıyla ayet, yeryüzünde ilk canlı yaratıkların oluşturulmasını ifade ediyor.
31) Ve senin Rabbin, Âdem'e o isimlerin tümünü öğretti. Sonra hepsini doğadaki güçlere sundu ve "Hadi, haber verin Bana şunların isimlerini, eğer doğru kimseler iseniz" dedi.
32) Doğadaki güçler, dediler ki: "Sen her türlü noksanlıktan arınıksın! Senin, bize öğretmiş olduğunun dışında bizim için bilgi diye bir şey yoktur. Şüphesiz Sen, en iyi bilenin, en iyi yasa koyanın ta kendisisin."
33) Senin Rabbin dedi ki: "Ey Âdem! Haber ver onlara, onların adlarını." Sonra da Âdem onlara, onların adlarını haber verince, senin Rabbin, "Dememiş miydim Ben size! Şüphesiz Ben, göklerin ve yerin görülmeyenini, duyulmayanını, sezilmeyenini, geçmişi, geleceği bilirim. Ve Ben, sizin açığa vurduklarınızı ve sakladıklarınızı bilirim" dedi.
Bu âyet grubunda, insanların evrendeki konumuna ilişkin temsîlî bir açıklama yapılmakta; insanın ilk yaratılışı değil, dünyadaki bilgilenme ve güçlenme süreci anlatılmaktadır. Bu açıklamalar, temsîlî anlatım tekniğiyle canlı bir piyes sahnesi gibi sunulmuştur. Bir sahne, sahnede de aktörler [Allah, melekler ve Âdem] vardır, aralarında konuşuyorlar.

Bu bölüm iki sahneden oluşuyor:

SAHNE 1

Allah:

-- Ben yeryüzünde bir halîfe kılıcıyım [yapacağım].

Melekler:

-- Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi kılacaksın [yapacaksın]. Oysa biz, Seni överek tesbîh ediyor ve Seni takdîs ediyoruz.

Allah:

-- Ben sizin bilmediğiniz şeyleri çok iyi bilirim.

Allah Âdem'i, bilgilenme sürecinden geçirmiş, ona eşyayı ve isimlerini tanıtmıştır. İsim, müsemmayı [adı taşıyan varlığı] ifade eder. Demek oluyor ki Allah, Âdem'in aklını-fikrini, zekasını geliştirmiş, o da varlıkları tanımış ve onların özelliklerine göre birer isim vermiştir. Varlıkların isimleri, anlam ve ses itibariyle varlıkların özelliklerine göre verilir. Meselâ; taş, kaya, demir (aslı, temur'dur), çelik gibi isimler, bir yandan onların sertlik özelliğini ifade ederken, diğer yandan da sert harflerle [seslerle] telaffuz edilmiştir. "Yağ" ise, yumuşak bir varlık olduğundan yumuşak seslerle isimlendirilmiştir. İnsanlığın diline kazandırılan yeni isimlerin tümü, o varlığın özelliğine uygun olarak verilmektedir. Varlığın özelliği bilinmediği takdirde, varlığa verilen isim uygun düşmeyecektir. Artık, insan türü [Âdem] bilgili, bilgilenen bir konumdadır. Bu sürecin ne kadar zaman aldığı Kur’ân'da bildirilmemiştir. Bu süreç belki yüzbinlerce, belki milyonlarca yıl sürmüştür. Bu bilgilenme, daha evvel "Rûh üfürme olarak açıklanmıştı. [Tebyînu'l-Kur’ân; c. ?????]

SAHNE 2

Allah, Meleklere:

-- Hadi, haber verin Bana şunların isimlerini, eğer doğru kimseler iseniz.

Melekler:

-- Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin! Senin, bize öğretmiş olduğunun dışında bizim için bilgi diye bir şey yoktur. Şüphesiz Sen, en iyi bilenin, en iyi yasa koyanın ta kendisisin.

Allah:

-- Ey Âdem! Haber ver onlara; onların adlarını.

Âdem, hepsinin ismini bildirir.

Allah:

-- Dememiş miydim Ben size! Şüphesiz Ben, göklerin ve yerin gaybını bilirim. Ve Ben, sizin açığa vurduklarınızı ve sakladıklarınızı bilirim.

Sahne burada kapanır.

Pasajın doğru anlaşılması için öncelikle خليفة [
halîfe] sözcüğünün iyi bilinmesi gerekir. Halîfe, "birinin ardından onun yerine gelen, geçen" demektir. Buradan, insanlardan evvel dünyaya egemen olan bazı varlıklar olduğu anlaşılıyor. Allah onların egemenliğini sona erdirip onların yerine insanı dünyaya egemen kılmıştır.

Âyetlerden açıkça anlaşıldığına göre insan, bilgilenmezden evvel yeryüzünde kan döken ve fesat çıkaran bir yaratık konumundaymış. Bu demektir ki bilgiden uzaklaştığında insan yine kan döken ve fesat çıkaran bir varlık konumuna dönmektedir.

Âdem'in bilgilenmesi, başka âyetlerde, "Âdem'e rûh üfürülmesi" olarak geçer. Rûhun üfürülmesi hakkında detaylı bilgi daha evvel verilmişti. [Tebyînu'l-Kur’ân; c. ??????] Meleklerde bilgilenme istidadı yoktur, zira Allah onları robotvari yaratmıştır. Dolayısıyla onlar, yaratılış programı çerçevesinde varlıklarını sürdürürler.

Buradaki meleklerin –ki ملك[
milk] kökünden türemiştir– "doğal güçler" olduğunu unutmayalım. Melek kavramı ile ilgili detaylı bilgi birçok yerde verilmişti.

34) Ve hani Biz, doğadaki güçlere, "Âdem'e boyun eğip teslimiyet gösterin" demiştik de İblis/düşünce yetisi dışında doğadaki güçler hemen boyun eğip teslimiyet göstermişti. İblis yan çizdi, büyüklendi. Ve o, her şeyi bilerek reddedenlerden idi.
Bu âyette ise, Sâd, A‘râf, Tâ-Hâ, Hicr ve İsrâ sûrelerinde detaylı olarak sunulan başka bir temsîlî anlatıma gönderme yapılmaktadır. Konu Sâd sûresi'nde detaylı bir şekilde verilmişti. [Tebyînu'l-Kur’ân; c. ???????]
35) Ve Biz, "Ey Âdem! Sen ve eşin cennette iskân ediniz/burayı yurt tutunuz, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol nasiplenin ve şu girift şeye yaklaşmayın; mal/altın-gümüş tutkunu olmayın, yoksa kendi benliğine haksızlık edenlerden olursunuz" dedik.
36) Bunun üzerine şeytân; İblis/düşünce yetisi onları oradan kaydırdı, içinde bulundukları ortamdan çıkardı. Ve Biz, "Birbirinize düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir yararlanma vardır" dedik.
Bu âyetlerde ise, temsîlî olarak insanın çıkar tutkusu açıklanıp bunun törpülenmesi istenmektedir.

36. âyetteki,
Birbirinize düşman olarak inin ifadesinden, "mal, mülk, biriktirme, yağma, yığma tutkunuz yüzünden düşmanlaşarak, seviyesiz bir hayat sürün" neticesi çıkmaktadır. Zira mal düşkünü olanlar, kendi aralarında düşmanlaşırlar ve bulundukları konumu kaybedip kötü duruma düşerler.

Âyetteki, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir yararlanma vardır ifadesiyle de, insanın yaşamı süresince ve öldükten sonra hücrelerinin yok olmayacağı" bilgisi verilmektedir. Bu konuyla ilgili Hûd sûresi'nde geniş açıklamalar yapmıştık. [Tebyînu'l-Kur’ân; c. ??????]

Bu âyetlerin benzerleri, A‘râf (11-27) ve Tâ-Hâ (115-123) sûrelerinde yer almıştı.

Kur’ân'daki bu temsîlî anlatım, İsrâîliyâtın etkisiyle yanlış anlaşılmıştır. Aradaki farkı gösterebilmek, Kitab-ı Mukaddes'in değiştirildiğini anlayabilmek için Tekvin 1-3. bablarını okumakta yarar görüyoruz:

DÜNYANIN YARATILIŞI

Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı'nın Rûhu suların üzerinde dalgalanıyordu. Tanrı, "Işık olsun" diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa "Gündüz", karanlığa "Gece" adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu. Tanrı, "Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın" diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı gökkubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Tanrı kubbeye, "Gök" adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu. Tanrı, "Göğün altındaki sular bir yere toplansın ve kuru toprak görünsün" diye buyurdu ve öyle oldu. Kuru alana "Kara", toplanan sulara "Deniz" adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, "Yeryüzü bitkiler, tohum veren otlar ve türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin" diye buyurdu ve öyle oldu. Yeryüzü bitkiler, türüne göre tohum veren otlar ve tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları yetiştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve üçüncü gün oluştu. Tanrı şöyle buyurdu: "Gökkubbede gündüzü geceden ayıracak, yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri, mevsimleri, günleri, yılları göstersin." Ve öyle oldu. Tanrı, büyüğü gündüze, küçüğü geceye egemen olacak iki büyük ışığı ve yıldızları yarattı. Yeryüzünü aydınlatmak, gündüze ve geceye egemen olmak, ışığı karanlıktan ayırmak için onları gökkubbeye yerleştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve dördüncü gün oluştu. Tanrı, "Sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, yeryüzünün üzerinde, gökte kuşlar uçuşsun" diye buyurdu. Tanrı, büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan bütün canlıları ve uçan varlıkları türlerine göre yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, "Verimli olun, çoğalın, denizleri doldurun, yeryüzünde kuşlar çoğalsın" diyerek onları kutsadı. Akşam oldu, sabah oldu ve beşinci gün oluştu. Tanrı, "Yeryüzü türlü türlü canlı yaratıklar, evcil ve yabanıl hayvanlar, sürüngenler türetsin" diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı türlü türlü yabanıl hayvan, evcil hayvan, sürüngen yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, "İnsanı Kendi sûretimizde, Kendimize benzer yaratalım" dedi, "denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun." Tanrı insanı Kendi sûretinde yarattı. Böylece insan Tanrı sûretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsadı ve, "Verimli olun, çoğalın" dedi, "yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun. İşte yeryüzünde tohum veren her otu ve tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak. Yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara, sürüngenlere –soluk alıp veren bütün hayvanlara– yiyecek olarak yeşil otları veriyorum." Ve öyle oldu. Tanrı, yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu. [Tekvin, 1:1-31.] Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı. Tanrı, yapmakta olduğu işi yedinci gün bitirdi. O gün işi bırakıp dinlendi. Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak ayırdı. Çünkü Tanrı o gün yaptığı, yarattığı bütün işi bitirip dinlendi. [Tekvin, 2:1-3.]

ÂDEM İLE HAVVA

Göğün ve yerin yaratılış öyküsü:

Rabb Tanrı göğü ve yeri yarattığında, yeryüzünde yabanıl bir fidan, bir ot bile bitmemişti. Çünkü Rabb Tanrı henüz yeryüzüne yağmur göndermemişti. Toprağı işleyecek insan da yoktu. Yerden yükselen buhar bütün toprakları suluyordu. Rabb Tanrı Âdem'i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Âdem yaşayan varlık oldu. Rabb Tanrı doğuda, Aden'de bir bahçe dikti. Yarattığı Âdem'i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacı ile iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı. Aden'den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu. İlk ırmağın adı Pişon'dur. Altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar. Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur. İkinci ırmağın adı Gihon'dur. Kûş sınırları boyunca akar. Üçüncü ırmağın adı Dicle'dir. Asur'un doğusundan akar. Dördüncü ırmak ise Fırat'tır. Rabb Tanrı Aden bahçesine bakması, onu işlemesi için Âdem'i oraya koydu. Ve ona, "Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin" diye buyurdu, "ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün." Sonra, "Âdem'in yalnız kalması iyi değil" dedi, "ona uygun bir yardımcı yaratacağım." Rabb Tanrı yerdeki hayvanların, gökteki kuşların, hepsini topraktan yaratmıştı. Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Âdem'e getirdi. Âdem her birine ne ad verdiyse, o canlı o adla anıldı. Âdem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara ad koydu. Ama kendisi için uygun bir yardımcı bulunmadı. Rabb Tanrı Âdem'e derin bir uyku verdi. Âdem uyurken, Rabb Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Âdem'den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Âdem'e getirdi. Âdem, "İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış ettir" dedi, "ona ‘kadın’ denilecek, çünkü o adamdan alındı." Bu nedenle adam anasını-babasını bırakıp karısına bağlanacak ve ikisi tek beden olacak. Âdem de, karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı. [Tekvin, 2:4-25.]

İNSANIN GÜNAHI

Rabb Tanrı'nın yarattığı yabanıl hayvanların en kurnazı yılandı. Yılan kadına, "Tanrı gerçekten, ‘Bahçedeki ağaçların hiç birinin meyvesini yemeyin’ dedi mi?" diye sordu. Kadın, "Bahçedeki ağaçların meyvelerinden yiyebiliriz" diye yanıtladı, "ama Tanrı, ‘Bahçenin ortasındaki ağacın meyvesini yemeyin, ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz’ dedi." Yılan, "Kesinlikle ölmezsiniz" dedi, "çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız." Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi. Kocası da yedi. İkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar. Derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen Rabb Tanrı'nın sesini duydular. O'ndan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler. Rabb Tanrı Âdem'e, "Nerdesin?" diye seslendi. Âdem, "Bahçede sesini duyunca korktum. Çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim" dedi. Rabb Tanrı, "Çıplak olduğunu sana kim söyledi?" diye sordu, "Sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan mı yedin?" Âdem, "Yanıma koyduğun kadın ağacın meyvesini bana verdi, ben de yedim" diye yanıtladı. Rabb Tanrı kadına, "Nedir bu yaptığın?" diye sordu. Kadın, "Yılan beni aldattı, o yüzden yedim" diye karşılık verdi. Bunun üzerine Rabb Tanrı yılana, "Bu yaptığından ötürü Bütün evcil ve yabanıl hayvanların en lânetlisi sen olacaksın" dedi, "karnın üzerinde sürünecek ve yaşamın boyunca toprak yiyeceksin. Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu birbirinize düşman edeceğim. Onun soyu senin başını ezecek, sen onun topuğuna saldıracaksın." Rabb Tanrı kadına, "Çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim" dedi, "ağrı çekerek doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, seni o yönetecek." Rabb Tanrı Âdem'e, "Karının sözünü dinlediğin ve sana, ‘Meyvesini yeme’ dediğim ağaçtan yediğin için, toprak senin yüzünden lânetlendi" dedi, "yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın. Toprak sana diken ve çalı verecek, yaban otu yiyeceksin. Yaratılmış olduğun toprağa dönünceye dek ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın ve yine toprağa döneceksin." Âdem karısına Havva adını verdi. Çünkü o bütün insanların anasıydı. Rabb Tanrı Âdem'le karısı için deriden giysiler yaptı, onları giydirdi. Sonra şöyle dedi: "Âdem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu. Şimdi yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli." Böylece Rabb Tanrı, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere Âdem'i Aden bahçesinden çıkardı. Onu kovdu; yaşam ağacının yolunu denetlemek için Aden bahçesinin doğusuna Keruvlar ve her yana dönen alevli bir kılıç yerleştirdi. [Tekvin, 3:1-24.]

Talmud'daki anlatım ise daha saçmadır. Zira ona göre Allah, yeryüzüne kötü-inkârcı insan geleceğini meleklerden saklar, onlara yalan söyler. (Hâşâ)

37,38,39) Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: "Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar."[#331] Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir.
Bu âyetlerde insanlığın hayatının bir başka aşamasına dikkat çekilmiştir. Buna göre bilgilenmiş insana birtakım kelimeler, mesajlar verilmiş, o da bunlarla hatalı davrandığının farkına varıp tevbe etmiştir. Bunun üzerine ona, Ve kendilerine, Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar talimatı verilmiştir. Âyetlerden anlaşıldığına göre bu talimatlar, insanlığa gelen ilk vahiylerdir.

Âdeme verilen kelimeler, 39. âyetin muhtevasıdır.

Âdem'in tevbe etmek için Rabbinden aldığı kelimeler hakkında ileri sürülen görüşleri şöyle sıralayabiliriz:

* Âdem'in Rabbinden aldığı kelimeler, A‘râf sûresi'nde onun ve eşinin lisânıyla aktarılan şu sözlerdir:
Rabbimiz! Biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen gerçekten hüsrana uğrayanlardan olacağız.

* Bundan maksad, Allah'ın, Âdem'e haccın rükünlerini öğretmesi ve Ka‘be'yi yedi kez tavaf etmesini, sonra iki rekat namaz kılıp bağışlanma dilemesini emretmesidir.

* Bundan maksad, Âdem'in Arşın bacağı üzerinde, "muhammedu'r-rasûlullah" ifadesini yazılı olarak görmesi ve o'nun hakkı için kendisine şefaat edilmesini istemesidir.

* Âdem'in Rabbinden aldığı kelimelerle kasdedilen, onun şöyle demesidir: "Seni hamdinle tenzih ederim Allahım, Senden başka ilâh yoktur, ben kötülük yaptım, nefsime zulmettim, bana mağfiret buyur, çünkü Sen mağfiret edenlerin en hayırlısısın. Seni hamdinle tesbih ederim Allahım, Senden başka ilâh yoktur, ben bir kötülük işledim ve nefsime zulmettim. Sen tevbemi kabul buyur. Çünkü Sen tevbeleri çokça kabul edensin, merhameti sonsuz olansın."

* Muhammed b. Ka‘b da sözü geçen bu kelimelerin şunlar olduğunu söylemektedir: "Senden başka ilâh yoktur, Seni hamdinle tenzih ve tesbîh ederim. Bir kötülük işledim ve nefsime zulmettim. Sen benim tevbemi kabul buyur. Şüphesiz Sen çokça tevbeleri kabul eden, çokça merhametli olansın. Senden başka ilâh yoktur. Seni hamdinle tesbîh ve tenzih ederim. Bir kötülük işledim, nefsime zulmettim, Sen bana merhamet buyur. Çünkü şüphesiz Sen gafûrsun, rahîmsin. Senden başka ilâh yoktur. Seni hamdinle tesbîh ve tenzih ederim. Bir kötülük işledim, nefsime zulmettim, bana merhamet buyur. Şüphesiz Sen merhametlilerin merhametlisisin." Sözü geçen bu kelimelerin, aksırdığı zaman söylediği "elhamdulillâh" sözleri olduğu da söylenmiştir. [Kurtubî,
el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân]

Âyetin sonundaki,
Sonra da O [Allah], onun tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul edenin, çok merhametli olanın ta kendisidir ifadesiyle, Hristiyanlıktaki, Âdem'in suçunun tüm soyuna da sirâyet ettiği inancı reddedilerek, ilk atanın suçunun bağışlandığı ve kimseye sirâyet etmediği vurgulanmaktadır. Ayrıca, kimsenin bir başkasının suçunu yüklenmeyeceğini bildiren onlarca âyet vardır.

TEVBE

Âyetler ışığında kulun tevbesini şöyle tanımlayabiliriz:
Tevbe, "bilinçlenerek, kararlılıkla kusurları terk edip, Allah'a itaate yönelme"dir. Kısacası tevbe, kişinin hayatında gerçekleştirdiği bilinçli bir devrimdir, "Tevbe yâ Rabbi " demek gibi sözden ibaret değildir.

40,41,42,43) Ey İsrâîloğulları! Size nimet olarak verdiğim nimetimi hatırlayın, Benim ahdime/Bana verdiğiniz söze vefa gösterin ki, Ben de sizin ahdinize vefa göstereyim. Ve sadece Bana karşı adam olmalısınız. Sizinle beraber olan Kur'an'a muhalif olmayan şeyleri doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur'ân'a iman edin; o'nun hak kitap olduğunu bilerek reddedenlerin ilki siz olmayın. Benim âyetlerimi çok az bir bedelle satmayın. Ve sadece Benim korumam altına giriniz. Ve siz bile bile hakkı bâtıla karıştırmayınız, hakkı gizlemeyiniz. Salâtı ikame ediniz [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturunuz-ayakta tutunuz], zekat'ı; Allah'ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergiyi veriniz, Allah'ı birleyenler ile birlikte siz de Allah'ı birleyiniz.
44) Siz, insanlara birr'i/iyi adam olmayı buyuracaksınız da kendinizi umursamayacak mısınız? Oysaki Kitab'ı okuyup duruyorsunuz. Hâlâ akletmeyecek misiniz?
45,46) Bir de sabretmekle, salâtla [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma ile] yardım isteyin. -Şüphesiz salât ve sabırla yardım isteme, saygılı olanlardan; gerçekten Rablerine kavuşacaklarına inanan kimselerden başkasına çok ağır gelir. Ve şüphesiz onlar Rablerine dönen/yönelen/her işlerini Allah'ın ilkelerine uygun yapan kimselerdir-
Bu âyetlerde, Medîne'deki Yahûdiler İslâm'a davet edilmişlerdir. Onların davet edildikleri ilkeler, Tevrât'ta bulunup da zâyi ettikleri ilkelerdir. Burada İsrâîloğulları'na verilen nimetler genel olarak hatırlatılmış, sonra da detaya girilmiştir.

Rasûlullah artık elçilik görevini Medîne'de sürdürmekte, vahyi orada tebliğ etmektedir. Medîne halkının önemli bir bölümünü de İsrâîloğulları oluşturmaktadır. O nedenle sûrenin İsrâîloğulları ile ilgili bu bölümünün iyi anlaşılabilmesi için, arka planın bilinmesi gerekir.

Mekke'de Rasûlullah'ın muhatapları genellikle müşrik Kureyşliler idi. Medîne'de ise tevhid, peygamberlik, vahiy, âhiret ve melekler gibi inançlara yabancı olmayan, kendilerini İbrâhîm soyundan kabul eden, Mûsâ'ya gelen Kitab'a da inandıklarını iddia eden Yahûdiler vardı. Ama ellerindeki kitap, din bilginleri tarafından tahrif edilmiş, içeriği çıkarları doğrultusunda oluşturulmuş bir kitaptı. Ortada hakk dinden bir şey kalmamıştı. Hakk din, bunların çıkarcılığı ile çeliştiği için gizli ve aşikar Rasûlullah ile mücadeleye kararlıydılar.

İşte bu ortamda Rasûlullah, onlara tebliğe ve onlarla mücadeleye hazırlanacaktır.

Burada İsrâîloğulları'na emredilen, Size nimet olarak verdiğim nimetimi hatırlayın, Benim ahdime vefa gösterin ki Ben de sizin ahdinize vefa göstereyim. Ve sadece Benden korkun/sadece Bana ibâdet edin. Yanınızdaki şeyi [Tevrât'ı] tasdik edici olarak indirdiğim şeye [Kur’ân'a] iman edin, onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın. Benim âyetlerimi çok az bir paraya satmayın. Ve sadece Bana takvâlı davranınız. Ve siz bile bile hakk'ı bâtıla karıştırmayınız, hakkı gizlemeyiniz. Salâtı [eğitim-öğretimi, sosyal yardım kurumunu] dikiniz/ayakta tutunuz, zekâtı veriniz, rükû edenlerle birlikte siz de rükû ediniz. Siz insanlara birr'i buyuracaksınız da kendinizi umursamayacak mısınız? Oysaki Kitab'ı okuyup duruyorsunuz. Hâlâ akletmeyecek misiniz? Bir de sabırla, salâtla [eğitim-öğretimle, sosyal destek kurumlarıyla] yardım isteyin şeklindeki emirler, Kur’ân'ın muhtelif yerlerinde yer almıştır.

İSRÂÎLOĞULLARI

İsrâîl kelimesi Arapça olmayan bir kelimedir. O bakımdan bu kelime munsarif [çekimli fiil] değildir. Yedi türlü söylenişi vardır: Birincisi Kur’ân-ı Kerîm'de kullanılan şekil olan İsrâîl'dir. Bu ise hafif hemze şeklinde medli "İsrâîl" şeklinde söylenir. Bunu Şennebûz, Verş'ten nakletmiştir. Diğer bir okuyuş, hemzesiz olarak'dan sonra medli "İsrâyîl" şeklindedir, A‘meş ve Îsâ b. Ömer bu şekilde okumuştur. Hasen ve Zührî ise hemzesiz ve medsiz olarak ("İsrail" şeklinde) okumuşlardır. Yâ'sız, fakat esreli bir hemze ile "İsrâîl" şeklinde, üstünlü bir hemze ile "İsrâel" şeklinde de okunmuştur. Temimliler ise "İsrâîn" şeklinde nûn'lu okurlar.

İsrâîl kelimesi, "Allah'ın kulu" anlamındadır. İbn Abbâs der ki: "İbrânice'de isrâ ‘kul’, îl de ‘Allah’ demektir." İsrâ kelimesinin "Allah'ın seçtiği", il kelimesinin ise "Allah" demek olduğu söylendiği gibi, isrâ kelimesinin "sağlam yapmak ve bağlamak"tan geldiği de söylenmiştir. Buna göre İsrâîl, "Allah tarafından sağlam bir şekilde güçlü olarak yaratılmış" gibi bir anlam ifade eder. Bunu Mehdevî zikretmektedir. es-Süheylî der ki: "Hz. Ya‘kûb'a ‘İsrâîl’ adının verilmesi, o'nun Yüce Allah için hicret ettiği vakit bir gece yürümesinden dolayıdır. Bundan dolayı o'na ‘İsrâîl’ adı verilmiştir, yani, ‘Yüce Allah'a geceleyin giden ve yürüyen’ anlamındadır." Bu son açıklamaya göre ismin bir bölümü İbrânice, bir bölümü de Arapların söyleyişine uygun olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

AHDE VEFA

Burada İsrâîloğulları'na hitâben, Benim ahdime vefa gösterin ki... denilmiştir. Kur’ân'da İsrâîloğulları'ndan alınan ahitlerle ilgili birçok ifade bulunması hasebiyle, buradaki ahdin ne olduğu hususunda birçok görüş ortaya çıkmıştır. Bizce bu ifade, tüm emir ve yasakları içerir:

83Ve hani Biz, İsrâîloğulları'nın ‘kesin söz’ünü almıştık: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzelliği söyleyiniz, salâtı ikame ediniz [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturunuz-ayakta tutunuz] ve zekâtı/vergiyi veriniz." Sonra çok azınız müstesnâ olmak üzere yüz çevirdiniz. Ve siz yüz çeviren kimselersiniz. [Bakara/83]

Biz, buradaki ahdin, Peygamberimizin çağdaşı olan İsrâîloğulları'nı da çok yakından ilgilendiren bir ahit olduğu kanaatindeyiz. O nedenle, bu ahdin "bu pasajda özel olarak zikredilen emirlerle birlikte Allah Elçisi'nin geleceği ve İsrâîloğulları'nın ona uymaları gerektiği emrinin Tevrât'ta yer alması" olduğunu düşünüyoruz.

12Ve andolsun ki Allah, İsrâîloğulları'nın sağlam sözünü almıştı. Ve Biz, kendilerinden on iki müfettiş/başkan göndermiştik. Ve Allah demişti ki: "Ben, kesinlikle sizinle beraberim. Salâtı ikame eder [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturur, ayakta tutar], zekâtı/verginizi verir, elçilerime iman eder, onları destekler ve Allah'a güzelce ödünç verirseniz, andolsun ki sizden kötülüklerinizi örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra küfrederse; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederse, artık kesinlikle yolun doğrusunu kaybetmiş olur." [Mâide/12]

156,157Allah diyor ki: "Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah'ın koruması altına girenlere, zekâtını; vergisini verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları Anakentli/Mekkeli Peygamber, o Elçi'ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O'na iman eden, O'na kuvvetle saygı gösteren, O'na yardımcı olan ve O'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir."

158De ki: "Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah'ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde kılavuzlandığınız doğru yolu bulmanız için Allah'a ve O'nun sözlerine iman eden, Ümmî; Anakentli; Mekkeli Peygamber olan Elçisi'ne iman edin ve o'na uyun." [A‘râf/157-158]

70,71Andolsun ki Biz, İsrâîloğulları'nın sözleşmesini aldık ve kendilerine elçiler gönderdik; ne zaman ki onlara elçi, nefislerinin hoşlanmadığı bir şeyi getirdi, bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürüyorlar. [Mâide/70-71]

HAKKI BÂTILA KARIŞTIRMAYIN

Âyetteki,
hakkı bâtılla karıştırmayınız emri, "siz de Kitap'ta bulunan hakkı bâtıla karıştırmayın"; yani, "kitabı değiştirmeye kalkmayın, Muhammed'in elçiliğini inkâra yeltenmeyin, Yahûdilik ve Hristiyanlık'ı İslâm'a karıştırmayın" şeklinde anlaşılabilir.

Pasajın girişinde İsrâîloğulları'na verilen nimetlere değinilmişti. Bu nimetler, ileriki âyetlerde,
hani bir zaman... ifadeleriyle tek tek zikredileceği için onların burada listelenmesine gerek görmüyoruz. Burada zikredilen nimetler, Kasas, Tâ-Hâ, Şu‘arâ, Yûnus, İbrâhîm, Câsiye sûrelerinde de geçmişti.

47) Ey İsrâîloğulları! Size verdiğim nimeti ve şüphesiz Benim sizi âlemlere fazlalıklı kıldığımı hatırlayın.
48) Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir kimseden yardımın, adam kayırmanın kabul edilmediği, kimseden fidyenin/kurtulmalığın alınmadığı ve hiçbir kimsenin yardım olunmadığı güne karşı Allah'ın koruması altına girin.
İsrâîloğulları'na hitâbın devam ettiği bu âyetlerde de verilen nimetler hatırlatılarak nankörlük etmemeleri hususunda uyarı yapılmakta; kimsenin kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiç kimseden şefaat ve fidyenin kabul edilmediği ve hiç kimsenin yardım olunmadığı âhiret; haşr, din gününe karşı dikkatli ve tedbirli davranmaları ve hazırlık yapmaları emredilmiştir.

Ayrıca âyette, İsrâîloğulları'nın, âlemlere fazlalıklı kılındığı ifade edilmektedir, ki bu husus başka bir âyette de zikredilmiştir:

32Andolsun ki Biz İsrâîloğulları'nı bilerek âlemler üzerine seçkin kılmıştık. [Duhân/32]

Bundan maksat, onların kendi dönemlerindeki toplumlara, siyasî, askerî, iktisadî güç ve nüfus çokluğu ile fazlalıklı kılınmalarıdır. Nitekim Mâide sûresi'nde bu duruma Mûsâ'nın ağzından açıklık getirilmiştir:

20,21Ve hani Mûsâ, toplumuna: "Ey toplumum! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani Allah, içinizden peygamberler gönderdi. Sizi de hükümdarlar kıldı. Ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi. Ey toplumum! Allah'ın size yazdığı temizlenmiş toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrayanlar olarak dönersiniz" dedi. [Mâide/20-21]

Âhirette fidye ödeyerek kurtulmanın ve Allah'tan başka kimsenin şefaat-yardım etmesinin mümkün olmadığını ifade eden onlarca âyet vardır. Bunların bir kaçını hatırlatıyoruz:

254Ey iman etmiş kimseler! Kendisinde hiçbir alış-verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir yardımın, iltimasın bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan harcamada bulunun. Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenler, kendi benliklerine haksızlık edenlerin ta kendileridir. [Bakara/254]

123Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden kurtulmalık kabul edilmeyeceği, yardımın, iltimasın hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve suçluların yardım olunmadığı güne karşı Allah'ın koruması altına girin. [Bakara/123]

91Şüphesiz ki küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve bu durumda oldukları hâlde de ölen şu kişilerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın –onu fidye/kurtulmalıkverseler bile– asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. [Âl-i İmrân/91]

70Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş/oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak ve Kur’ân ile hatırlat/öğüt ver: Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığıyla değişim ve yıkıma düşerse, onun için Allah'ın astlarından bir yardım eden, yol, gösteren koruyan bir yakın kimse ve destekçi, kayırıcı söz konusu olmaz. Suçuna karşı her türlü bedeli ödemeyi istese de ondan alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile değişime/yıkıma uğrayan kimselerdir. İyilikbilmezlik ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır. [En‘âm/70]

Şefaat hakkında yaptığımız geniş açıklamalara bakılabilir. [Tebyînu'l-Kur’ân; c. ??????]

Kur’ân'dan öğrendiğimize göre müşrikler, şirk koştukları kimseler ve nesnelerin, kendilerini Allah'a yaklaştıracaklarına, şefaat ederek kendilerini kurtaracaklarına inanıyorlardı. Geçmiş sûrelerde bunların yüzlerce kez uyarıldıklarına şâhit olduk. Burada İsrâîloğulları'na da Mekke müşriklerine yapılan uyarı yapılmaktadır. Çünkü onlar da peygamberlerin torunları oldukları için ebedî kurtuluşa ereceklerine inanıyorlardı.

49) Ve hani Biz, bir zaman sizi, sizi azabın en kötüsüne çarptıran, oğullarınızı boğazlayan; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiren, kadınlarınızı utanca boğan Firavun'un yakınlarından kurtarmıştık. -Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir bela vardı.-
50) Hani bir zamanlar da Biz, bol suyu/nehiri sizin için yarıp da sizi kurtarmış, siz bakıp dururken Firavun'un yakınlarını da suda boğmuştuk.
Bu Âyetlerde, Medînede yaşayan İsrâîloğulları'na, geçmişte verilen nimetlerden bir kısmı ve kendilerinde tecelli eden Allah'ın rahmeti hatırlatılmaktadır.

Bu paragrafta anlatılan olaylar, bu hitaplara muhatap olan Yahudilerin binlerce sene evvelki atalarıdır. Bununla, bir yandan onlara geçmişten ibret almaları mesajı verilirken, bir yandan da ahlâk, karakter, kıble
[hedef; strateji] ve tavır yönünden ataları ile Medîne'deki Yahudiler arasındaki hiçbir farkın bulunmadığına dikkat çekiliyor. Nitekim hiçbir Yahudi bu hitabı yadsımamıştır.

Âyetteki, hani Biz, bir zaman sizi, sizi azabın en kötüsüne çarpıtan ifadesindeki, azabın en kötüsü ile "İsrâîloğulları'nın, işlerin en ağırında, en kötüsünde köle olarak çalıştırılmaları" kastedilmiştir. Buna başka surelerde de değinilmiştir:

6,7Ve hani Mûsâ toplumuna demişti ki: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani O, sizi işkencenin kötüsüne çarptıran, oğullarınızı boğazlayan; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiren ve kadınlarınızı utanca boğan Firavun ailesinden kurtardı. Ve işte bunda Rabbiniz tarafından, size, çok büyük yıpranarak vereceğiniz bir sınav vardır. Ve hani Rabbiniz ilan etmişti: "Andolsun ki sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını öderseniz, elbette size artırırım ve eğer iyilikbilmezlik ederseniz hiç şüphesiz azabım çok çetindir." [İbrâhîm/6–7]

141Hani bir zaman Biz, size azabın kötüsünü yapan; oğullarınızı katleden; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiren, kadınlarınızı utanca boğan Firavun ailesinin elinden de sizi kurtarmıştık. Bunda da sizin için Rabbiniz tarafından büyük sınav vardır. [A'râf/141]

4Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı; onlardan bir grubu güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiriyor, kadınlarını utanca boğuyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi. [Kasas: 4]

Not:

Firavunun uyguladığı güçsüzleştirme programını ifade eden ayetlerde geçen "katl" ve "zebh" sözcükleri mecazidir. Bu konuda A’raf suresinin 141. Ayetinin tahlilinde ayrıntılı açıklama yapılmıştır. Ayetteki İstihyâ ile ilgili ayrıntılı bilgi de A’raf suresinin 127. ayeti açıklamalarında verilmiştir.

Âyetteki Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir bela vardı ifadesini, hem, "İsrâîloğulları'nın çektiği işkencelerde bela vardı, hem de azaptan kurtarmamızda bela vardı" şeklinde anlamak mümkündür. Hatta her ikisini birden kabul etmek daha uygun olur. Zira Allah insanları, hem iyiliklerle hem de kötülüklerle belâlandırmakta/sınamaktadır:

35Her kimliği olan varlık ölümü tadıcıdır. Ve eritip saflaştırmak üzere, sizi Biz, şer ve hayır ile sınarız. Ve siz, yalnız Bize döndürüleceksiniz. [Enbiyâ: 35]

Bu âyette, İsrâîloğulları tarihinden suyun yarılması; baraj kurulması, İsrâîloğulları'nın kurtulması, Firavun'un yakınlarının suda boğulması gibi safhalar hatırlatılmaktadır. Baraj hakkında Şu‘arâ/63'ün tahlilinde bilgi verilmişti.

Kısa bir cümle ile ifade edilmesi sebebiyle bu olayların birkaç saat içinde olup bittiği sanılıyor. Oysa ki bu olaylar yıllarca süren bir süreçte gerçekleşmiştir.

Burada dikkat çeken bir nokta da, Firavun'un ve yakınlarının boğuluşunu İsrâîloğulları'nın gözleriyle görmüş olmalarıdır, ki bu Kitab-ı Mukaddes'te şöyle anlatılır:

Rabb o gün İsrâîllileri Mısırlıların elinden kurtardı. İsrâîlliler deniz kıyısında Mısırlıların ölülerini gördüler. Rabbin Mısırlılara gösterdiği büyük gücünü görünce korkan İsrâîl halkı, Rabbe ve kulu Mûsâ'ya güvendi. [Çıkış, 14:30-31.]

Buradan da anlaşılıyor ki bu boğulma olayı Kızıldeniz'de olmamıştır. Çünkü yüz kilometre civarındaki bir mesafeden; denizin bir ucundan diğer ucunda olanların boğuluşunu ve cesetlerini görme imkânı yoktur.

Burada kısaca değinilen olaylar, A'râf, Tâ-Hâ, Şu'arâ, Yûnus Sûrelerinde detaylı olarak yer almıştı. Bu olay, Kitab-ı Mukaddes'te de [Çıkış, bab: 8–22] yer almaktadır.

52Ve Biz, Mûsâ'ya: "Kullarımı geceleyin yola çıkar, şüphesiz siz takip edilenlersiniz" diye vahyettik.

53-56Derken Firavun da şehirlere toplayıcıları gönderdi: "Şüphesiz bunlar, sayıları azar azar, bölük pörçük bir topluluktur. Ve onlar bizim için elbette öfkelidirler. Biz ise, elbette hazırlıklı, tedbirli bekleyen bir cemaatiz." 60Sonra Firavun ve adamları güneş doğarken onların ardına düştüler.

61İki topluluk birbirini görünce, Mûsâ'nın ashâbı "Şüphesiz biz, kesinlikle kıstırıldık" dediler.

62Mûsâ: "Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Şüphesiz Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir" dedi.

64Ötekilerini de oraya yaklaştırdık.

65,66Ve Mûsâ ve beraberindekilerin hepsini kurtardık, sonra da ötekileri suda boğduk.

57-59Sonunda Biz, Firavun ve toplumunu bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve şerefli makamdan çıkardık. İşte böyle! Ve sonra onlara İsrâîloğulları'nı mirasçı/son sahip yaptık. 67Şüphesiz bunda kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır. Ama çokları iman etmiş değillerdi. 68Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle en üstün olanın, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, engin merhamet sahibinin ta kendisidir. [Şu'arâ: 52–68]

90-92Ve İsrâîloğulları'nı bol sudan/nehirden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri azgınlık ve düşmanlıkla onları hemen izledi. Sonunda boğulma ona yetişince, "Gerçekten, İsrâîloğulları'nın inandığı Tanrı'dan başka tanrı olmadığına ben de inandım, ben de teslim olanlardanım" dedi. –Şimdi mi? Hâlbuki daha önce isyan etmiştin ve de bozgunculardan olmuştun. Artık Biz senden sonra geleceklere ibret olasın diye, bugün seni zırhınla birlikte kurtaracağız.– Ve şüphesiz insanlardan birçoğu kesinlikle Bizim âyetlerimize/alâmetlerimize/göstergelerimize karşı duyarsız/ilgisizdirler. [Yûnus: 90–92]

51) Ve hani Biz Mûsâ'ya kırk geceyi vaat vermiş, sonra da siz, kendi benliğinize haksızlık ederek, o'nun arkasından altını ilâh edinmiştiniz.
52) Sonra Biz, sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını ödersiniz diye bundan sonra sizi affetmiştik.
İsrâîloğulları'na târihî hatırlatmalar devam ediyor: Burada İsrâîloğulları'nın, Mûsâ'nın geçici bir süre aralarından ayrılmasının ardından altını ilâhlaştırarak [altın buzağıya taparak] müşrikleştikleri dönem hatırlatılmaktadır. Bahsi geçen olaylar, A‘râf ve Tâ-Hâ sûrelerinde de yer almıştı. A‘râf sûresi'ndeki pasajı naklediyoruz:

142Ve Mûsâ ile otuz geceye sözleştik ve süreyi bir on gece ile tamamladık. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit tam kırk geceye tamamlandı. Ve Mûsâ, kardeşi Hârûn'a, "Toplumum içinde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yoluna uyma!" dedi.

143Ne zaman ki, Mûsâ, belirlediğimiz vakitte geldi ve Rabbi o'na söz söyledi: Mûsâ, "Ey Rabbim! Göster bana Kendini denazar edeyim Sana; Seni inceleyeyim, Senin ile ilgili geniş ve derin bilgiye sahip olayım!" dedi.

Rabbi o'na dedi ki: "
Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa nazar et; dağı incele, teori geliştir. Eğer nazariyen (teorin/geniş ve derin bilgin), incelemen dağın mekanına tam oturursa; dağın bulunduğu yerin önünü arkasını, altını üstünü, sağını solunu, içini dışını tam ifade ederse işte o zaman sen beni görürsün."

Böylece ne zaman ki Rabbi, Musa’nın Dağ gibi sorunları için Musa’yı aydınlattı; Musa’nın dağ gibi sorunlarını yıkıp attı. Mûsâ da dehşete düşüp heyecanla yere kapandı; Rabbine teslimiyet gösterdi. Ayılıp kendine gelince; heyecanı geçince de, "Seni tenzih ederim, Sana döndüm; tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim" dedi.

144Allah dedi ki: "Ey Mûsâ! Mesajlarımla ve kelâmımla seni insanlar üzerine seçtim. Şimdi sana verdiğimi al ve kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenlerden ol!"

145Ve Biz o'nun için o levhalarda her şeyden, bir nasihat ve her şey için bir ayrıntı yazdık. "Haydi, bunları kuvvetle al, toplumuna da en güzel şekilde almalarını emret. Yakında size o hak yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim. 146Yeryüzünde, bütün âyetleri görseler de onlara iman etmeyen, doğrunun yolunu görseler de o yolu tutup gitmeyen, eğer sapıklığın yolunu görürlerse onu yol edinen haksız yere büyüklük taslayan şu kimseleri, âyetlerimizden uzak tutacağım." –Bu, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil; duyarsız, ilgisiz olan kimseler oluşlarındandır.–147Âyetlerimizi ve âhiretteki karşılaşmayı yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir. Onlar kendi yaptıklarından başka bir şey ile mi cezalandırılırlar? [A‘râf/142-147]

52. âyette bahsi geçen İsrâîloğulları'nın şirk suçlarının affı, ölmeden evvel şirkten vazgeçmeleri sonucu olan dünyadaki aftır. Zira şirk, tevbesiz affedilmez. Eğer onlar, şirk üzere ölselerdi, âhirette affa mazhar olmazlardı:

116Hiç şüphesiz, Allah, Kendisine ortak kabul edenleri bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları ise, onlardan dilediğini bağışlar. Kim, Allah'a ortak kabul ederse elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır. [Nisâ/116]

Burada değinilen olaylar, Kitab'ı Mukaddes'te de
[Çıkış, bab: 24-31] yer almaktadır.
53) Ve hani Biz, kılavuzlandığınız doğru yolu bulursunuz diye, Mûsâ'ya, o kitabı ve Furkân'ı vermiştik.
Bu âyette ise İsrâîloğulları'na verilen en büyük nimete, Tevrât nimetine –ki onda iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini ayırdeden ilkeler bulunmaktadır– değinilmiştir. Bu husus başka sûrelerde de yer almıştı:

48,49Ve andolsun ki Mûsâ ve Hârûn'a Furkân'ı ve görülmeyen, duyulmayan, sezilmeyen ıssız yerde Rablerine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan, kıyâmetin kopmasından içleri titreyen, Allah'ın koruması altına girmiş kişiler için bir ışığı ve öğüdü verdik. [Enbiyâ/48-49]

154Sonra Biz, Rablerine kavuşacaklarına inansınlar diye iyilik-güzellik üretenlere tamam olarak, her şeyi genişçe açıklamak ve kılavuz ve rahmet olmak üzere Mûsâ'ya Kitab'ı verdik. [En‘âm 154]

145Ve Biz o'nun için o levhalarda her şeyden, bir nasihat ve her şey için bir ayrıntı yazdık. "Haydi, bunları kuvvetle al, toplumuna da en güzel şekilde almalarını emret. Yakında size o hak yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim. [A‘râf/145]

43Ve andolsun ki Biz, ilk nesilleri değişime/yıkıma uğrattıktan sonra Mûsâ'ya, öğüt alırlar diye, insanlar için apaçık deliller, kılavuz ve rahmet olarak Kitab'ı/Tevrât'ı verdik. [Kasas/43]

Burada İsrâîloğulları'na, Mûsâ'ya Tevrât'ı verdiğimiz gibi Muhammed'e de Kur’ân'ı, yani Tevrât'ın bir benzerini verdik; tetkik edin de Tevrât'ı kabullendiğiniz gibi Kur’ân'ı da kabullenin" mesajı verilmektedir.
54) Hani bir zamanlar Mûsâ toplumuna, "Ey toplumum! Şüphesiz siz altına tapmakla kendi kendinize haksızlık ettiniz. Gelin hemen Yaratıcınıza tevbe edin de benliklerinizi değiştirin. Böylesi, Yaratıcınız nezdinde sizin için hayırlıdır" demişti. Sonra da Yaratıcınız tevbenizi kabul etti. Şüphesiz Yaratıcınız, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, engin merhamet sahibinin ta kendisidir.
Bu âyette Medîneli Yahûdilere, ataları İsrâîloğulları'nın yaşadığı önemli hâdiseler hatırlatılarak, atalarının başlarına gelenlerin kendi başlarına da gelmemesi için uyarı yapılmaktadır.

Âyette yer alan, فاقتلوا انفسكم[
faqtulû enfusekum] ifadesi, genellikle "kendinizi, öldürün" veya "birbirinizi öldürün" şeklinde anlaşılmıştır. İşte klasik eserlerdeki nakiller:

Rivâyet edildiğine göre Yûşâ b. Nûn, ayaklarını dikmiş bir şekilde oturmuş oldukları hâlde onların yanlarına çıktı ve, "Bu oturuşunu bozan yahut kendisini öldürecek olana bakan veya eliyle ya da ayağıyla kendisini korumaya çalışan mel‘undur" dedi. Öldürülenlerden hiçbir kişi bu oturuşunu bozmadı ve kişi hemen yakınında bulunanı öldürmekle işe başladı. Bunu en-Nehhas ve başkaları zikretmiştir.

Birinci görüşe göre, buzağıya tapanların kendilerini öldürmeleri ile cezalandırılma sebebi, buzağıya tapanların tapmaları esnasında münkeri değiştirmeyip bir kenara çekilmeleridir. Hâlbuki onlara düşen görev buzağıya tapanlarla çarpışmak ve savaşmak idi. İşte münker, kulları arasında yayılıp da herhangi bir şekilde değiştirilmeyecek olursa, herkesin cezaya çarptırılması Allah'ın bir sünnetidir.

Cerîr (b. Abdullah el-Becelî) şöyle rivâyet etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Bir topluluk arasında mâsiyetler işlenir de o topluluk güçlü ve onlara karşı kendilerini koruyabilecek durumda oldukları hâlde herhangi bir şekilde (münkeri) değiştirmezlerse, mutlaka Allah onların hepsini kuşatacak bir ceza gönderir." Bunu İbn Mâce
Sünen'inde rivâyet etmiştir. Bu hususa dair açıklamalar da inşaallah ileride gelecektir. Öldürme işi alabildiğine yayılıp çoğalınca, öldürülenlerin sayısı da 70.000'i bulunca, Allah onları affetti. Bu İbn Abbâs ve Ali'nin (r. anhum) görüşüdür. Yüce Allah'ın öldürme cezasını sona erdirmesinin sebebi, kendilerini öldürmek hususunda bütün gayretlerini ortaya koymalarıdır. Gerçekten de şânı yüce Allah bu ümmete İslâm nimetinden sonra, tevbeden daha üstün bir nimet vermemiştir.

Katâde,
Nefislerinizi öldürün buyruğunu, "nefislerinizi geri çevirin, durumunu değiştirin" anlamına gelecek şekilde okumuştur. Yani, öldürmek sûretiyle bu tökezlemesinden nefislerinizi kurtarın demektir. [İbn Kesîr.]

Âyetin orijinalindeki ifade, فاقتلوا فتوبوا الى بارئكم[fetûbû ilâ bâri’ikum faqtulû] şeklinde olup, nefislerin öldürülmesi'nin, tevbe ile gerçekleşeceğini bildirmektedir. Nefis, tevbe ile nasıl öldürülür?

قتل [QATL]

Qatl sözcüğü, hakikat anlamıyla "öldürmek" demektir. Burada "tevbe ile qatl" söz konusu olduğuna göre, قتل[qatl] sözcüğünün hakikat manasına alınması mümkün değildir. O nedenle qatl kelimesi, mecâzî anlama hamledilmelidir.

قتل[
qatl] sözcüğü, mecâzen "tahavvül" [değişim, hâlden hâle geçme] demektir. Şaraba su katan kimseye, قتل الشّراب[qatele'ş-şerâbe/şarabı katletti] denir. Çünkü şaraba su katarak, onun sertliğini ve sarhoş edici özelliğini değiştirmiştir. Âşık olup da aşkın serserileştirdiği kimseye ve işlerde deneyim kazanmış, acemiliği üzerinden atmış kişiye de رجل مقتّلة[racülün muqattelün] denir. [Lisânu'l-Arab; c. 7, s. 241-245, "Qtl" mad.; Tâcu'l-Arûs, c. 15, s. 607-606, "Qtl" mad.; Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, "Qtl" mad.]

Âyetten anlaşılan o ki, burada İsrâîloğulları'ndan istenen, tevbe ederek Allah'ın istediği gibi olgun kul olmalarıdır.

55) Hani bir zamanlar da siz, "Ey Mûsâ! Biz, Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız" demiştiniz de bunun üzerine siz bakıp dururken sizi şiddetli korkudan baygınlık yakalayıvermişti.
56) Sonra Biz, kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödersiniz diye sizi ölümünüzün ardından dirilttik/zilletten kurtarıp onurlu duruma getirdik.
57) Ve üstünüze o bulutu gölge yaptık ve üzerinize kudret helvası ve bıldırcın/bal indirdik. -Ve size verdiğimiz rızıkların hoş olanlarından yiyin.- Onlar, Bize karşı haksızlık etmediler, lâkin onlar şirk koşmak sûretiyle kendi benliklerine haksızlık ediyorlardı.
Bu âyetlerde de Yahûdiler, atalarının hayatlarından başka bir kesit nakledilerek uyarılmaktadır. Onlar işi yokuşa sürüp, olmayacak şeyler isteyerek Mûsâ'ya, Ey Mûsâ! biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız demişler, Allah da onları âniden yıldırım çarparcasına çarpıvermiş mahv u perişan olmuşlardı. Bu olaya bir başka sûrede şöyle değinilir:

153Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de: "Allah'ı bize açıkça göster" demişlerdi. Sonra da haksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde altını ilâh edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz, Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. [Nisâ/153]

Mûsâ da Allah'ı görmeyi istemişti:

143Ne zaman ki, Mûsâ, belirlediğimiz vakitte geldi ve Rabbi o'na söz söyledi. Mûsâ, "Ey Rabbim! Göster bana Kendini de bakayım Sana!" dedi. Rabbi o'na dedi ki: "Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak, dağı incele, eğer bakışın, incelemen dağın mekanına erişirse; dağın bulunduğu yerin önüne arkasına, altına üstüne, sağına soluna, içine dışına yerleşirse işte o zaman sen beni görürsün"

Daha sonra Rabbi, Musa’nın Dağ gibi sorunları için Musa’yı aydınlatıp Musa’nın dağ gibi sorunlarını yıkıp attı. Mûsâ da dehşete düşüp heyecanla yere kapandı; Rabbine teslimiyet gösterdi. Ayılıp kendine gelince; heyecanı geçince de, "Seni tenzih ederim, Sana döndüm; tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim" dedi. [A‘râf/143]

56. âyette bahsi geçen ölme ve dirilme, hakiki ölme ve dirilme değil, mecâzî ölme ve dirilmedir. Onların işi yokuşa sürmeleri sonucu Allah onları birtakım sıkıntılara maruz bırakmış, tevbe edince de sıkıntılarını giderip eski düzeylerine getirmiştir.

موت [MEVT/ÖLÜM]

Mevt sözcüğü, genellikle hakikat anlamıyla ele alındığından, ortaya makul olmayan anlamlar çıkmaktadır. Klasik lügat kaynaklarında bu sözcük hakkında bilgileri buluyoruz:

موت[
mevt/ölüm], "hayat"ın karşıtıdır. Mecâzen mevt [ölüm], "sükun" [sakinlik, hareketsizlik] demektir. Hareketsiz her şey için, "o öldü" denir. Rüzgâr dindiğinde, "rüzgâr öldü"; şarabın kaynayıp köpürmesi bittiğinde, "şarap öldü"; kişi uyuklayıp kendinden geçtiğinde, "kişi öldü"; ateşin alevi, dumanı ve koru kalmadığında, "ateş öldü"; su toprakta kaybolduğunda, "su öldü" denir.

Ve denilmiştir ki
ölüm, Arap dilinde "sükûn" üzerine ıtlak olunur. Yoksulluk, zillet, dilencilik, yaşlılık, câhillik gibi düşkünlük, sıkıntılı, mutsuz hâller de ölüm olarak ifade edilir. Bu anlamlar için şu âyetlere bakılabilir: Fâtır/9; Zuhruf/11; Ankebût/50; Meryem/53; Rûm/19, 52; Neml/8; İbrâhîm/17; Zümer/42 ve En‘âm/60, 122. [Lisânu'l-Arab, c. 8, s. 396-398; Tâcu'l-Arûs, c. 3, s. 135-137; Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, "Mvt" mad.]

Konumuz olan âyette zikredilen mecâzî ölüm ve dirilme olgusu, her zaman olan ve olabilecek hâdiselerdendir:

243Kendileri binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıkan, sonra da Allah'ın kendilerine "Ölün/canınız çıksın!" deyip, sonra da kendilerine bir hayat verdiği kimseleri görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Şüphesiz Allah, insanlara karşı bir armağan sahibidir. Velâkin insanların pek çoğu kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödemiyorlar. [Bakara/243]

56-57. âyetlerdeki,
Sonra Biz, şükredesiniz diye sizi ölümünüzün ardından dirilttik. Ve üstünüze o bulutu gölge yaptık ve üzerinize kudret helvası ve bıldırcın/bal indirdik. Ve size verdiğimiz rızıkların hoş olanlarından yiyin ifadesinden anlaşıldığına göre onlara, kendilerini çölün cehennem gibi kavurucu sıcağından koruyan gölgelik bulutlar ve yağmur gönderilmişti. Yağmur ve bulut sayesinde rahatlamışlar ve moralleri düzelmişti. Böylece hem uygun yiyeceklere, hem de huzurlu bir yaşam ortamına kavuşmuşlardı. Bu olay, A‘râf (160-162) ve Tâ-Hâ (80-82) sûrelerinde yer almıştı.

Burada nakledilen olaylar, Kitab-ı Mukaddes'te de [Çıkış; 24:9-11, 33:18-23, 16; 1:7-9, 31-32, Yesu 5:12, Sayılar; 11:7-9, 31-32] yer almaktadır.

58) Ve hani bir zamanlar Biz, "Şu kente girin de onun nimetlerinden dilediğiniz şekilde bol bol yiyin. O kapıdan da boyun eğip teslimiyet göstererek; onlara tebâ/uyruk olarak, taşkınlık, yanlış; kendi zararlarına iş yapmadan girin ve "Hıtta [bizi bağışla]!" deyin. Ki size, hatalarınızı bağışlayıverelim, iyilik-güzellik yapanlara nimetlerimizi daha da arttıracağız" demiş idik.
59) Bunun üzerine o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler, sözü, kendilerine söylenildiğinden başka bir şekle değiştirdiler. Biz de yapmış oldukları hak yoldan çıkış karşılığında o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimselerin üstüne gökten bir azap indirdik.
Bu âyetlerde de, Mûsâ ve kavmi arasındaki geçmiş olaylardan bir kesit, Medîne Yahudilerine hatırlatılarak uyarı ve davete devam edilmektedir.

Allah İsrâîloğulları'ndan, bir kente girip oranın teb’ası olarak nimetlerden bolca istifade etmelerini, "Hıtta!" diyerek bağışlanma dilemelerini emretmiş; onlar ise "hıtta" sözünü değiştirip başka bir forma sokmuşlar. Bundan dolayı da cezalandırılmışlardır.

Kur’ân'da bu kentin neresi ve kapının hangi kapı olduğu bildirilmez. Kentin Kudüs, kapının da bugün Bab-ı Hıtta diye bilinen kapı olduğu kabul edilebilir. Merhum Mevdûdî bu hususta şu açıklamayı yapmıştır:

Şehrin adı henüz belirlenememiştir. Bu olay, İsrâîloğulları, Sina Yarımadası ile Kuzey Arabistan arasında gezindiği sırada meydana geldiği için, büyük bir ihtimalle oralarda bir şehir olması gerekir. Ürdün'ün doğusunda, Erina şehrinin tam karşısında Şittim olması da muhtemeldir. Kitab-ı Mukaddes'e göre İsrâîloğulları Hz. Mûsâ'nın (a.s) son yıllarında bu şehri fethettiler ve sefahate düştüler. Sonunda Allah onlara veba şeklinde bir azap gönderdi ve içlerinden 24.000 kişi öldü. [Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân.]

İsrâîloğulları'nın "hıtta" sözünü nasıl değiştirdikleri hususunda da birçok tahmin yapılmıştır. Buna göre onlar حطّة[
hıtta] yerine, حنطة[hınta/buğday] veya "hıttâ sümâsa" [kırmızı buğday] demişlerdir. Böylece onlar yine çıkarlarını kulluğun önüne geçirmişlerdir.

Bu kesit Mâide sûresi'nde şöyle verilir:

20,21Ve hani Mûsâ, toplumuna: "Ey toplumum! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani Allah, içinizden peygamberler gönderdi. Sizi de hükümdarlar kıldı. Ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi. Ey toplumum! Allah'ın size yazdığı temizlenmiş toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrayanlar olarak dönersiniz" dedi.

22Onlar, "Ey Mûsâ! Şüphesiz orada zorba bir toplum var. Onlar oradan çıkmadıkça da biz oraya asla girmeyiz. Şâyet onlar, oradan çıkarlarsa, şüphesiz biz de artık girenleriz" dediler.

23Korkanlardan ve Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam dedi ki: "Onların üzerlerine kapıdan girin. İşte, oradan girerseniz şüphesiz siz, galip olanlarsınız. Eğer inanıyorsanız da artık yalnızca Allah'a işin sonucunu havale edin."

24Mûsâ'nın toplumu: "Ey Mûsâ! Şüphesiz biz, onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidin de savaşın. Şüphesiz biz, burada oturanlarız" dediler.

25Mûsâ: "Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu hak yoldan çıkmışlar toplumunun arasını ayır" dedi.

26Allah dedi ki: "Artık temizlenmiş topraklar onlara kırk sene haram kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O nedenle sen, hak yoldan çıkmış o toplum için tasalanma!" [Mâide/21-26]

Bu kesit, A‘râf sûresi'nde şöyle yer almıştı:

161Ve bir zaman onlara, "Şu kente yerleşin ve oradan dilediğiniz şeyleri yiyin ve "Hitta" [günahlarımızı bağışla]! deyin ve teslim olmuş olarak kapıdan girin. Biz suçlarınızı bağışlayacağız, iyilere arttıracağız" denilmişti.

162Sonra onların içinden bir kısım yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar, sözü, kendilerine söylenenden başka söze değiştirdiler. Biz de yanlış; kendi zararlarına iş yaptıklarından dolayı üzerlerine gökten bir ceza gönderiverdik. [A‘râf/161-162]

Bu kesit Kitab-ı Mukaddes'te de [Sayılar, 25:1-9] yer alır.

60) Ve hani bir zamanlar Mûsâ, toplumu için su istemişti de, Biz, "Birikimini taş kalpli toplumuna uygula!" demiştik. Bunun üzerine o taş kalpli toplumdan birçok yöne on iki toplum-belde halkı ayrışmıştı. Oluşan her beldenin halkı, kendi su alacağı yeri kesinlikle öğrendi/işaretledi. -Allah'ın rızkından yiyin, için; keyfinize bakın ve bozgunculuk yaparak yeryüzünde taşkınlık etmeyin.-
TAŞ

Yukarıda,
asâ'nın, "Mûsâ'nın birikimi" olduğunu ifade etmiştik. Burada ise Mûsâ'nın birikimini kullanacağı, vuracağı "taş" ifadesini ele alalım. "Taş", sertlik ve katılığın sembolüdür. Allah'ın, İsrâîloğulları'nın kalplerinin taş gibi, hatta daha da katı olduğunu bildirdiği için buradaki "taş" ifadesiyle, malum taş-kaya değil, "taş kalpli İsrâîloğulları" kastedilmiştir:

Sonra da kalpleriniz katılaştı; işte onlar, taş gibidir, hatta daha katıdır. Ve şüphesiz taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır da ondan su çıkar, öyleleri vardır ki Allah'ın haşyetinden düşerler. Allah yaptıklarınızdan habersiz-duyarsız değildir. (Bakara/74)

ضرب [DARB]

Lisânu'l-Arab ve Tâcu'l-Arûs'ta açıklandığına göre darb sözcüğünün hakikat manası, "bir şeyin üzerinde bir şey oluşturmak" demektir. Bu asıl anlamdan hareketle sözcük, "vurmak, çarpmak, yarmak, sıkıştırmak, yola gitmek, kalp atışı, nabız vuruşu, örnek vermek vs. gibi birçok anlamda kullanılır. Bunu, Sâd sûresi'nde Eyyûb peygamberle ilgili bölümün tahlilinde izah etmiştik.

Bu sözcüğün buradaki anlamı da, gerçek anlamı olan "bir şey üzerinde bir şey oluşturmak"tır.

Bu âyette, üzerinde durulması gereken bir diğer husus da
‘ayn sözcüğüdür. Bu sözcük hakkında lügatlerde şu bilgiler verilir:

عين
[‘AYN]

Bu sözcüğün, "görme, göz, güneş, pınar, yağmur, mal, altın, insan, hayat, toplum, belde halkı..." gibi yüzden çok anlamı vardır. [
Lisânu'l-Arab; Tâcu'l-Arûs, "Ayn" mad.]

Bu âyetlerdeki
‘ayn sözcüğü, hep "pınar" anlamıyla çevrilegelmiştir. Halbuki Mûsâ pasajındaki ‘ayn sözcüklerinin "toplum, belde halkı" anlamı tercih edilmeliydi. Zira Allah böyle anlaşılması gerektiğine âyetin başındaki, Ve Biz onları on iki torun liderleri olan oymak topluluğa ayırdık ifadesiyle işaret buyurmuştur.

Bu, Mâide sûresi'nde de açıkça görülmektedir:

Ve andolsun ki Allah, İsrâîloğulları'nın misakını almıştı. Ve Biz,
kendilerinden on iki kaymakam göndermiştik. Ve Allah demişti ki: "Ben, muhakkak sizinle beraberim. Salâtı ikâme eder, zekâtı verir, elçilerime iman eder, onları destekler ve Allah'a güzelce ödünç verirseniz, andolsun ki sizden kötülüklerinizi örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de bundan sonra küfrederse, artık kesinlikle yolun doğrusunu kaybetmiş olur." [Mâide/12]

Bu âyetlerdeki, "birikimini taş kalpli toplumuna vur" ifadesi üzerinde de durulması gerekir. Her iki âyetteki,
Ve kavmi kendisinden su istediği zaman, Halkın her biri su alacağı yeri iyice öğrendi, Hani bir zamanlar Mûsâ, kavmi için su istemişti de ifadelerinden anlaşıldığına göre Mûsâ'nın kavmi su sıkıntısı çekmiştir. Su yüzünden aralarında problemler oluşmuş, Allah da Mûsâ'ya, birikimini/deneyimini kullanmasını vahyetmiştir.

Zira Mûsâ, su sıkıntısının nelere mâlocağını Mısır'dan Medyen'e kaçtığında Medyen suyunun başında görmüş; su yüzünden tartışma ve kavgaların olduğuna şâhit olmuştu. Bu konuda tecrübesi vardı. Bu konu Kasas sûresi'nde açıklanmıştır:

23Ve Mûsâ, Medyen suyuna varınca, orada hayvanlarını sulayan insanlardan bir önderli topluluk buldu. Ve Mûsâ, hayvan sulayanlar kadar güçlü olmayan, hayvanlarını geri çeken iki kadın buldu. Dedi ki: "Hâliniz nedir?" Dediler ki: "Çobanlar sulayıp çekilmeden biz sulamayız; babamız da çok yaşlı bir ihtiyardır."

24Bunun üzerine Mûsâ, ikisi için hayvanları suladı. Sonra gölgeye çekildi de "Rabbim! Şüphesiz ki ben, iyilikten bana indirdiğin şeye muhtacım" dedi.

25Derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek Mûsâ'ya geldi. Dedi ki: "Şüphesiz babam, bizim yerimize sulamanın ücretini karşılamak için seni çağırıyor." Mûsâ, kızın babasına geldi ve kıssaları ona anlattı. Kızın babası; "Korkma, o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmış toplumdan kurtuldun" dedi. [Kasas/23-25]

Demek oluyor ki Mûsâ, bu kadar kalabalık halkın bir arada yaşamasının sorunlara yol açacağı gerekçesiyle İsrâîloğulları'nı on iki yere, on iki toplum hâlinde dağıtmış ve susuzluk problemini böyle çözmüştür. Malumdur ki yerleşim alanları hep subaşlarına, nehir kıyılarına kurulur.

İsrâîloğulları'nın on iki gruba/topluma ayrılması ve her birinin başına bir kaymakam/komutan/yönetici dikilmesi, Kitab-ı Mukaddes'te de yer alır:

İsrâîllilerin Mısır'dan çıkışının ikinci yılı, ikinci ayın birinci günü Rabb Sina Çölü'nde, Buluşma Çadırı'nda Mûsâ'ya şöyle seslendi: "Sen ve Hârûn İsrâîl topluluğunun bütün boylarıyla ailelerinin sayımını yapın. Bütün erkekleri bir bir sayıp adlarını yazın. İsrâîllilerden savaşabilecek durumda yirmi ve daha yukarı yaştaki bütün erkekleri sayıp bölüklere ayırın. Size yardım etmek için yanınızda her oymaktan birer adam bulunsun; bu kişiler aile başı olmalı. Size yardımcı olacak adamların adları şunlardır: Ruben oymağından Şedeur oğlu Elisur, Şimon oymağından Surişadday oğlu Şelumiel, Yahuda oymağından Amminadav oğlu Nahşon, İssakar oymağından Suar oğlu Netanel, Zevulun oymağından Helon oğlu Eliav, Yusufoğulları'ndan Efrayim oymağından Ammihut oğlu Elişama, Manaşşe oymağından Pedahsur oğlu Gamliel, Benyamin oymağından Gidoni oğlu Avidan, Dan oymağından Ammişadday oğlu Ahiezer, Aşer oymağından Okran oğlu Pagiel, Gad oymağından Deuel oğlu Elyasaf, Naftali oymağından Enan oğlu Ahira." Bunlar İsrâîl topluluğundan atanmış adamlardı; atalarının soyundan gelen oymak önderleri, İsrâîl'in boy başlarıydı. [Sayılar, 1:1- 16.]

Yahûdiler, Ya‘kûb'a nisbetle "İsrâîloğulları" diye anılır ve Ya‘kûb'un 12 oğlunun soyu olarak bilinirler. Bu soylar, ileride "esbât" diye de zikredilecektir.

61) Ve hani bir zamanlar siz, "Ey Mûsâ! Biz, tek yemeğe asla dayanamayız, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın" demiştiniz. Mûsâ da size, "O, üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır" demişti. Ve üzerlerine aşağılık ve meskenet damgalandı ve sonunda Allah'tan hoşnutsuzluğa uğradılar. İşte bu, küfretmiş; Allah'ın âyetlerini bilerek reddetmiş olmaları ve peygamberler ile haksız yere savaşmış olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir.
Bu âyette de İsrâîloğulları'nın hayatından Mûsâ dönemine ait utanç verici başka bir kesit aktarılmıştır. Bu ayette israiloğullarının hem alayı; Musa ile dalga geçmesi hem de şirk koşmaları dikkat çekmektedir. Yunus/83-86. ayetlerden öğrendiğimize göre israiloğullarından çok az kimse Musa’ya inanmıştı; hepsi mü’min değildi. O nedenle "Rabbine bizim için dua et!" demişlerdir. Ki Allah’ı kendilerinin Rabbleri olarak kabul etmiyorlardı.

İsrâîloğulları, Mûsâ'ya,
Ey Mûsâ! Biz tek yemeğe asla sabredemeyiz, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın demişler. Mûsâ da kendilerine, O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır diye cevap vermiştir.

Mûsâ'nın bu cevabı, kavmine bir azar mahiyetinde olup onlara, "Mısır'a gidip köleliğe, onursuz hayata geri dönün. O hayat düzeni içinde mercimek, sarımsak, soğan, kabak ve benzeri şeyleri bol bol yersiniz. Siz onurlu ve özgür olmayı istemiyorsunuz" demek istemiştir. Ayrıca israiloğullarını şirkine dikkat çekilip uyarı yapılıyor. Allah’tan isteyeceklerini kendilerinin istemesi gerektiği, araya aracı koyarak yanlış iş yaptıkları açıklanıyor.

Daha sonra İsrâîloğulları, kendilerine gönderilen peygamberleri hakksız yere öldürmeleri, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri sebebiyle zillet ve meskenete maruz kaldılar, Allah'ın gazabına uğradılar.

Bu konuya Kur’ân'da başka sûrelerde de değinilmiştir:

21Şüphesiz Allah'ın âyetlerini örtbas eden, haksız yere peygamberleri öldüren ve insanlardan hakkaniyeti emreden kimseleri öldüren kişiler; sen hemen bunları acıklı bir azapla müjdele! [Âl-i İmrân/21]

112Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine alçaklık damgası vurulmuştur. Ve –Allah'ın sözleşmesine ve insanların sözleşmesine bağlı kalanlar hariç– onlar Allah'ın hışmına uğradılar ve üzerlerine de miskinlik vurulmuştur. Bu, onların Allah'ın âyetlerini örtbas etmiş olmaları ve haksız yere peygamberleri öldürmeleri sebebiyledir. Bu, isyan etmiş ve sınırı da aşmış olmaları nedeniyledir.

113,114Hepsi bir değildirler. Kitap Ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir önderli topluluk vardır ki onlar, gecenin saatlerinde boyun eğip teslimiyet göstererek Allah'ın âyetlerini okurlar. Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emrederler, herkesçe kötülüğü kabul edilen şeylerden vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar, iyi insanlardandırlar. [Âl-i İmrân/112-114]

Derken, halkın arasındaki yabancılar başka yiyeceklere özlem duymaya başladılar. İsrâîlliler de yine ağlayarak, "Keşke yiyecek biraz et olsaydı!" dediler, "Mısır'da parasız yediğimiz balıkları, salatalıkları, karpuzları, pırasaları, soğanları, sarmısakları anımsıyoruz. Şimdiyse yemek yeme isteğimizi yitirdik. Bu man'dan başka hiçbir şey gördüğümüz yok." Man, kişniş tohumuna benzerdi, görünüşü de reçine gibiydi. Halk çıkıp onu toplar, değirmende öğütür ya da havanda döverdi. Çömlekte haşlayıp pide yaparlardı. Tadı zeytinyağında pişirilmiş yiyeceklere benzerdi. Gece ordugaha çiy düşerken, man da birlikte düşerdi. [Sayılar, 11:4-9.]

Kitab-ı Mukaddes'e göre İsrâîloğulları'nın târihi, öldürme ve eziyet olayları ile doludur: II. Târihler, 16:1-14; I. Krallar, 19:1-10; I. Krallar, 22:26-27; II. Târihler, 24:20-21; Yeremya, 15:10; Yeremya, 18:20-23; Yeremya, 20:1-18; Yeremya, 20:36-40; Matta, 23:37; Markos, 6:17-29; Matta, 27:22-26.

İsrâîloğulları'nın maruz kaldığı zillet ve meskenet Mâide sûresi'nde açıklanmıştır:

26Allah dedi ki: "Artık temizlenmiş topraklar onlara kırk sene haram kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O nedenle sen, hak yoldan çıkmış o toplum için tasalanma!" [Mâide/26]

63) Hani bir zamanlar Biz, sizden, "Allah'ın koruması altına girmeniz için verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun ve içindekileri hatırınızdan çıkarmayın!" diye sağlam bir söz almıştık ve sizin üstünüzü; seçkininiz Mûsâ'yı en kutlu aşamaya (elçilik makamına) yükseltmiştik.[#332]
64) Bir de siz, bundan sonra yüz çevirdiniz. İşte eğer üzerinizde Allah'ın armağanı ve rahmeti olmasa idi kesinlikle siz zarara uğrayanlardan olmuştunuz.
65) Ve siz içinizden sebtte/düşünme gününde sınırları aşan kimseleri de elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı onlara, "Aşağılık-dışlanmış kimseler durumunda maymunlar olun!" dedik.
66) Sonra da aşağılık maymunluğu, çağdaşlarına ve sonrakilere müthiş bir ders ve Allah'ın koruması altına girmiş kişiler için bir nasihat/öğüt yaptık.
Bu Âyet grubunda da İsrâîloğulları'na ait –Medîne Yahudilerinin de çok iyi bildiği– tarihi kesitler, ibret ve uyarı için nakledilmiştir.

TÛR:

Tûr sözcüğü ile ilgili Tîn ve Meryem Sûrelerinde yaptığımız açıklamayı burada da sunuyoruz:

الطّور
- Et-tûr sözcüğünün aslı, "temel" demektir. Araplar evin temeline طور الدّار - tavaru'd-dar derler. Ancak bu sözcük, evin üzerine yapıldığı ilk temeli kapsadığı gibi, apartman katlarından her birinin başlangıcı anlamındaki ara temeli tavr de kapsar. Nitekim Türkçede "kademe, aşama" sözcükleriyle ifade edilen طور - tavr sözcüğü وقد خلقناكم اطوارا - ve qad haleqnâkum etvara = sizi aşama aşama yarattık Nûh Sûresinin 14. Âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır.

Temel anlamı ekseninde "kaya" ve "ağaç" için kullanılan tûr sözcüğü, daha sonra "dağ" anlamında kullanılmaya başlanmış ve bu anlamıyla daha meşhur olmuştur. Sözcüğün bu yöndeki gelişimine uygun olarak araştırmacıların bir kısmı tûr sözcüğünün genel anlamda "dağ" demek olduğunu söylemişler, bir kısmı ise Mûsâ Peygamberin vahiy aldığı özel dağın adı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Gerçekten de tûr sözcüğü, Kur'ân'da yer aldığı Âyetlerde Mûsâ Peygamberin vahiy aldığı özel dağın adı olarak kullanılmıştır. [Bakara Sûresinin 63, 93; Nisâ Sûresinin 154; Meryem Sûresinin 52; Tâ-Hâ Sûresinin 80; Mü'minûn Sûresinin 20; Kasas Sûresinin 29, 46; Tûr Sûresinin 1 ve Tîn Sûresinin 2. Âyetleri]

Bizce de Mûsâ Peygambere Allah tarafından ilk hitabın yapıldığı dağın adı olan
Tûr, Sina ve Sena gibi sözcüklerle birleştirildiğinde "Sina Dağı" anlamına gelir.

Altmış üçüncü ayet genellikle "" Tur’u/dağı üzerinize kaldırdık" diye çevrilir. Ve bu çevirilerden de sünnetüllaha aykırı anlamlar çıkarılır. Âyetin orijinalindeki "Fevk" sözcüğü, "Dun, alt" sözcüğünün karşıtı olan "üst" edatı olduğu gibi, şeref ve fazilet açısından başkasının üstüne çıkma anlamındaki "Fake" fiilinin mastarıdır da. Ayrıca "fevk" sözcüğü, genelde manevi üstünlüğü ifade için kullanılır. Zuhruf; 32, Bakara; 212, Âl-i Imran; 55, En’am; 18 ve A’raf; 127’ye bakılabilir. Bu sözcüğün bazı kullanımları Türkçemize de geçmiştir. Üstün bir şey nitelenirken "Fevkalâde" denilir. Burada konu edilenler, daha evvelki, Araf; 138- 155 ve Ta Ha 80- 98 (120 No. lu necm)’de konu edilen olaylardır.

SEBT GÜNÜ:

Halk arasında "
Cumartesi günü" olarak bilinen sebt günü, insanların günlük yaşamları ile ilgili [dünyevî] işlerini bir tarafa bırakıp bunları hiç düşünmeden, sadece Tanrı'nın sözlerini dinledikleri ve bunları derin derin düşünmeye vakit ayırdıkları, dolayısıyla hem bedenlerini hem de rûhlarını dinlendirdikleri gündür. İsrâîloğulları'ndan haftanın bir gününü mutlaka kulluk için ayırmaları istenmişti. Onlar bir müddet bunu uyguladılar. Daha sonra o günlerde de çıkar sağlama yolunu tercih ettiler.

İsmi "
Şabat Günü" olarak geçen "sebt günü" hakkında Kitab-ı Mukaddes'te ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Biz onları A'râf Sûresinin tahlilinde vermiştik. Bu pasajda nakledilen olaylar, Kur'ân'da birkaç kez tekrarlanmıştır. Kitab-ı Mukaddes'te de detay verilir.

154-158Ve söz vermeleri ile birlikte üstlerini/en değerlilerini/Mûsâ'yı Tûr'a yükselttik. Ve onlara: "O kapıdan boyun eğip teslimiyet göstererek girin" dedik. Yine onlara: "Tefekkür/kulluk gününde sınırları aşmayın" dedik. Sonra da onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine inanmamaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: "Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir" demeleri –aksine Allah, küfretmeleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeleri nedeniyle kalplerine damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar– ve Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmamaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; "Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük" demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa O'nu öldürmediler ve O'nu asmadılar. Ama onlar için, Îsâ, benzetildi. Gerçekten O'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir yetersiz bilgi içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. O’nu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah O'nu, Kendine yükseltti/derecesini artırdı. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Nisâ: 154-158]

169Derken onlardan sonra bir nesil gelip onların yerlerine geçti. Kitab'a mirasçı oldular. Onlar bu dünyanın değersiz kazanımlarını alırlar, "Bize ileride mağfiret olunur/suçlarımız bağışlanır" diyorlardı. Kendilerine ona benzer değersiz bir mal gelirse, onu da alıyorlardı. –Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın teminatı alınmadı mı? Hâlbuki onda olanı okuyup öğrenmişlerdi. Âhiret yurdu,Allah'ın koruması altına girmiş kimseleriçin daha hayırlıdır. Hâlâ akıl etmeyecek misiniz?–

170Ve Kitab'a sımsıkı sarılanlara ve salâtı ikame edenlere [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumunu oluşturanlara-ayakta tutanlara] gelince, Biz o düzeltenlerin/iyileştirenlerin ödülünü yitirmeyiz.

171Hani bir zamanlar, o dağ gölgelik/şemsiye gibi iken, onlar da, dağ üzerlerine yıkılacak diye inanmışlarken Biz, onların Üst'ünü/en seçkinlerini o dağa çekmiştik/yükseltmiştik: "Allah'ın koruması altında olmanız için size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekini hatırınızdan çıkarmayın!" [A'râf: 169–171]

Bu olay Talmud'da şöyle anlatılır:

O Kutsal Varlık, Sina Dağı'nı büyük bir tekne gibi onların üstüne kaldırdı ve "Tevrât'ı kabul ederseniz iyi olur, yoksa burası mezarınız olur" dedi.

Üçüncü günün sabahı gök gürledi, şimşekler çaktı. Dağın üzerinde koyu bir bulut vardı. Derken, çok güçlü bir boru sesi duyuldu. Ordugâhta herkes titremeye başladı. Mûsâ halkın Tanrı'yla görüşmek üzere ordugâhtan çıkmasına öncülük etti. Dağın eteğinde durdular. Sina Dağı'nın her yanından duman tütüyordu. Çünkü Rabb dağın üstüne ateş içinde inmişti. Dağdan ocak dumanı gibi duman çıkıyor, bütün dağ şiddetle sarsılıyordu. Boru sesi gitgide yükselince, Mûsâ konuştu ve Tanrı gök gürlemeleriyle o'na yanıt verdi. Rabb Sina Dağı'nın üzerine indi, Mûsâ'yı dağın tepesine çağırdı. Mûsâ tepeye çıktı. Rabb, "Aşağı inip halkı uyar" dedi, "sakın beni görmek için sınırı geçmesinler, yoksa birçoğu ölür. Bana yaklaşan kâhinler de kendilerini arıtsınlar, yoksa onları şiddetle cezalandırırım."

Halk gök gürlemelerini, boru sesini duyup şimşekleri ve dağın başındaki dumanı görünce korkudan titremeye başladı. Uzakta durarak Mûsâ'ya, "Bizimle sen konuş, dinleyelim" dediler, "Ama Tanrı konuşmasın, yoksa ölürüz." Mûsâ, "Korkmayın!" diye karşılık verdi, "Tanrı sizi sınamak için geldi; Tanrı korkusu üzerinizde olsun, günah işlemeyesiniz diye." Mûsâ Tanrı'nın içinde bulunduğu koyu karanlığa yaklaşırken halk uzakta durdu.

SUNAKLARA İLİŞKİN YASALAR:

Rabb Mûsâ'ya şöyle dedi: "İsrâîlliler'e de ki: 'Göklerden sizinle konuştuğumu gördünüz. Benim yanım sıra başka ilâhlar yapmayacaksınız, altın ya da gümüş ilâhlar dökmeyeceksiniz. Benim için toprak bir sunak yapacaksınız. Yakmalık ve esenlik sunularınızı, davarlarınızı, sığırlarınızı onun üzerinde sunacaksınız. Adımı anımsattığım her yere gelip sizi kutsayacağım. Eğer bana taş sunak yaparsanız, yontma taş kullanmayın. Çünkü kullanacağınız alet sunağın kutsallığını bozar. Sunağımın üzerine basamakla çıkmayacaksınız. Çünkü çıplak yeriniz görünebilir.' " [Çıkış, 20:22–26.]

65–66. Âyetlerde Ve siz içinizden sebtte [ibâdet gününde] sınırları aşan kimseleri de elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı onlara, "Sefil maymunlar olun!" dedik. Sonra da onu [aşağılık maymunluğu], önlerindekilere [çağdaşlarına] ve sonrakilere müthiş bir ders ve muttakiler için bir mev'ize [nasihat/öğüt] kıldık ifadeleriyle İsrâîloğulları'na özel uyarılar yapılmaktadır. Bu uyarılar, başka Âyetlerde de tekrarlanmıştır:

60De ki: "Allah katında cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah, kimleri dışlamış ve gazabına uğratmışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana tapanlar yapmışsa, işte bunlar, mekânca kötüdür ve yolun doğrusundan daha çok kaybolmuşlardır." [Mâide: 60]

47Ey Kitap verilmiş kimseler! Biz, birtakım yüzleri silip de enselerine çevirmeden yahut Sebt halkını dışlayıp gözden çıkardığımız gibi onları dışlamadan önce yanınızda bulunanı doğrulamak üzere indirdiğimiz bu kitaba iman edin. Ve Allah'ın emri yerine gelecektir. [Nisâ: 47]

65. Âyette
, İşte bundan dolayı onlara, " Aşağılık-dışlanmış kimseler durumunda maymunlar olun!" dedik buyrulmaktadır. Kimileri, İsrâîloğulları'nın fizikî olarak maymuna dönüştürüldüklerini ileri sürmüş ve buna dair birçok gayr-ı makul ve mesnetsiz hikâye ortaya atmışlardır.

İlim adamları, meshe uğrayan [insan iken hayvanlara, başka yaratıklara dönüştürülen] kimselerin soylarının devam edip etmediği hususunda farklı iki görüş ortaya atmıştır. Ez-Zeccâc der ki: "Bir topluluk, 'Bu maymunların onların soyundan gelmiş olması mümkündür' demiştir." Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî de bu görüşü tercih etmiştir. Cumhur [çoğunluk] ise şöyle der: "Mesh olunanın soyu devam etmez. Maymunlar, domuzlar ve diğer hayvanlar, (İsrâîloğulları'ndan mesh olunan bu kimselerden) daha önce de vardı. Ayrıca Yüce Allah'ın mesh edip hilkatlerini değiştirdiği bu insanlar helak olmuş, onların geriye soyu kalmamıştır. Çünkü Allah'ın azap ve gazabı onlara gelip çatmıştır. Dolayısıyla üç günden sonra dünyada onlardan kimse kalmamıştır." İbn Abbâs da der ki: "Mesh olunan hiçbir varlık üç günden fazla yaşamış değildir. Bu süre zarfında onlar yememiş, içmemiş ve nesilleri olmamıştır." [Kurtubî,el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Ayetteki "Hasiiyn" ifadesi, teknik olarak maymunların sıfatı değildir. "Künü" emrindeki muhatapların ‘hal’idir.

Hâlbuki Âyetin metninde, "
onları maymun yaptık, maymuna çevirdik" denmeyip Aşağılık-dışlanmış kimseler durumunda maymunlar olun!" dedik buyrulmaktadır ki bu, çıkarcı insanların psikolojik durumlarının yansıtılmasıdır. Yani, bu tip insanların çıkar uğruna maymunlaşacağı; her türlü maskaralık ve şaklabanlığı yapacağı, Anadolu tabiriyle üç kuruş için kırk takla atacağı gerçeğine işaret edilmektedir.
67) Ve hani Mûsâ toplumuna, "Şüphesiz ki Allah, size bir sığır boğazlamanızı emrediyor" demişti. Onlar, "Sen, bizi alaya mı alıyorsun?" dediler. Mûsâ, "Ben, câhillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım" dedi.
68) Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, o sığır her ne ise onu bizim için açığa koysun" dediler. Mûsâ, "Rabbim diyor ki: 'Şüphesiz o sığır, pek yaşlı değil, pek körpe de değil, ikisi arası; en iyi yardım, hizmet, verim çağındadır.' Haydi, emrolunduğunuz şeyi yapınız" dedi.
69) Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, onun rengi ne ise onu bizim için açığa koysun" dediler. Mûsâ, "Şüphesiz Rabbim diyor ki": 'Şüphesiz o sığır, rengi bakanlara neşe saçan, sarı; sapsarı bir inektir'" dedi.
70) Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, o, nedir; bizim için açığa koysun, şüphesiz ki o sığır, bize müteşâbih geldi ve biz şüphesiz Allah dilerse kesinlikle kılavuzlandığımız doğru yolu bulmuş kimseleriz" dediler.
71) Mûsâ, "Şüphesiz Rabbim diyor ki": "O sığır, zelil olmayan/çifte koşulmayan, arazi sürmeyen, ekin sulamayan, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır." Onlar, "İşte tam şimdi gerçeği getirdin" dediler. Sonunda onu boğazladılar. Ama neredeyse yapmayacaklardı.[#333]
Bu âyetlerde, Mûsâ ve kavmi arasında geçen bir olay müteşâbih olarak, İsrâîloğulları'nın altın tutkuları; temel karakterleri olan çıkarcılık çok farklı ve kalıcı bir anlatımla nakledilmiştir. Bu âyet, müteşâbih âyetlerin te’vîli açısından da çok güzel bir örnek teşkil etmektedir.

BAQARA

Bu sûreye adını veren ve pasajın eksenini de oluşturan بقرة[
bakara] sözcüğünün kökü, "yarmak, fethetmek ve genişletmek" anlamına gelen ب ق ر[b-q-r] köküdür. Baqar, cins isim olup evcili ve vahşisi, erkeği ve dişisiyle cinse dahil olan tüm hayvanların adıdır, ki biz buna "sığır" diyoruz. Bu sözcük, "ıyal" [aile; aile efradı ve malıyla mülküyle] anlamındadır. [Lisânu'l-Arab; c. 1, s. 470-472.]

Sığıra, genellikle toprağı sürmek sûretiyle yeri yarıp toprağı altüst ettiğinden dolayı "baqara" denildiği kabul edilir. Biz ise bu sığıra, sahiplerini zenginleştirdiğinden ve genişlettiğinden dolayı "baqara" denildiği kanaatindeyiz.

Bu pasaj, İsrâîliyâtın etkisiyle yanlış yorumlanmıştır. Âyetlerin tahliline geçmeden bu konuyla ilgili iddialara yer vermek istiyoruz:

Süddî,
Hani bir de Mûsâ, kavmine, "Allah her hâlde bir sığır boğazlamanızı emrediyor" demişti... âyeti konusunda şöyle dedi: "İsrâîloğulları'ndan malı çok bir kişi vardı, onun bir kızı ve bir de muhtaç yeğeni vardı. Adam kızını yeğeniyle nikâhlamıştı. Fakat sonra kızını yeğeniyle evlendirmekten vazgeçti. Bunun üzerine delikanlı kızdı ve ‘Allah'a andolsun ki, ben amcamı öldürür, hem onun mallarını alırım, hem de kızını nikâhlar diyetini yerim’ dedi. Delikanlı adamın yanına geldi. O sırada İsrâîloğulları sıbtlarından bir kısmından tüccar gelmişti. Dedi ki: ‘Amcacığım! Benimle gel ve bu topluluğun malından bir şeyler alalım, belki onuna kâr ederim. Çünkü seni benimle görünce bana malı verirler.’ Amca delikanlıyla beraber geceleyin çıktı, ihtiyar o sıbta ulaşınca delikanlı onu öldürdü, sonra kendi ailesinin yanına döndü. Ertesi sabah amcasını arayıp onun nerede olduğunu bilmiyormuş gibi yaparak geldi. Amcasını bulamayınca ona doğru koştu ve söz konusu sıbtın amcasının çevresinde toplanmış olduğunu görünce onları muaheze ederek, ‘Amcamı öldürdünüz, onun diyetini ödeyin’ dedi. Bir yandan da ağlıyor, başına toprak serpiyor, ‘Vay amcacığım’ diye bağırıyordu. Dava Hz. Mûsâ'ya götürüldü. O da o sıbtın mensuplarına diyet hükmünü verdi. Onlar, ‘Ey Allah'ın Peygamberi! Bizim için Allah'a duâ et, suçu kim işlemişse bize bildirsin ki suçlu tutulsun. Allah'a yemin ederiz ki onun diyeti bizim için çok kolay, ama onu öldürmüş olmakla ayıplanmaktan utanıyoruz’ dediler. İşte Allah Teâlâ'nın, Hani siz bir canı öldürmüştünüz de onda şüpheye düşmüştünüz. Allah ise sizin gizlemekte olduğunuzu açığa çıkarandır... kavli buna telmihtir. Mûsâ (a.s) da kavmine, "Allah her hâlde bir sığır boğazlamanızı emrediyor" demişti. Onlar, ‘Biz senden maktul ve katili soruyoruz, sense bize sığır boğazlayın diyorsun, bizimle alay mı ediyorsun?’ dediler. Hz. Mûsâ, Ben, câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım demişti."

İbn Abbâs der ki: "Eğer onlar bir sığır bulup da kesselerdi, bu kendileri için yeterli olacaktı, ancak onlar bu konuda şiddetli davrandıkları ve Hz. Mûsâ'yı yordukları için Allah da onlara şiddetli davrandı.
Dediler ki: ‘Bizim için Rabbine duâ et de onu bize iyice bildirsin.’ Mûsâ da, "Allah, ‘O, ne çok kart, ne de çok körpedir, ikisi ortası bir sığırdır’ buyuruyor. Artık emrolunduğunuz şeyi yapın" demişti. Dediler ki: ‘Bizim için Rabbine duâ et, onun rengini bize iyice açıklasın’. O da Rabbim diyor ki: ‘O bakanları rahatlatacak sapsarı bir inektir’ demişti. Dediler ki: ‘Rabbine duâ et, bize açıkça niteliğini bildirsin. Çünkü bizce inekler hep birbirine benziyor. Allah dilerse biz elbette hidâyete erenlerden oluruz.’ Dedi ki: "Rabbim, ‘o, ne boyunduruğa koşulup arazi sürecek, ne de ekin sulayacak bir inektir, zillete uğramamıştır, bütün kusurlardan uzaktır, onun alacası da yoktur’ buyuruyor." Onlar, ‘İşte şimdi gerçeği ortaya koydun’ dediler ve o sığırı aradılar, ama bulamadılar. İsrâîloğulları arasında babasına çok iyi davranan bir adam vardı. Adamın biri bir inci satıyordu ve onun yanından geçerken, ‘Bu inciyi 70.000'e satıyorum’ dedi. O adamın babası uyumakta olduğundan ve başının altında da anahtar bulunduğundan adam inci satana; ‘Bekle babam uyansın, onu senden 80.000'e alayım’ dedi. Adam, ‘Babanı hemen uyandır sana 60.000'e vereyim’ dedi. Tüccar her seferinde, onu onar onar düşürüyordu, nihâyet 30.000'e indi. Delikanlı da her seferinde babasının uyanmasını beklemesini ve fiyatı artıracağını söyleyerek 100.000'e çıkmıştı. Ona, bu fazla gelince, ‘Ben senden hiç bir şey almayacağıma, Allah'a and içerim’ dedi ve babasını uyandırmaktan çekindi. İşte Allah Teâlâ bu inciye mukabil olarak ona bu sığırı vermişti. İsrâîloğulları oradan söz konusu sığırı aramak için geçiyorlardı ve sığırı gencin yanında gördüler. Onu, kendilerine bir sığıra bir sığır olmak üzere satmasını istedilerse de o, buna yanaşmadı, iki sığır verdiler yine yanaşmadı, on sığıra kadar yükselttiler, o, yine vermeyince dediler ki: ‘Allah'a andolsun ki onu senden almadan bırakıp gitmeyiz.’ Onu Hz. Mûsâ'nın yanına getirdiler ve dediler ki: ‘Ey Allah'ın nebisi! Biz söz konusu sığrın bunun yanında bulduk, ama o bize vermekten kaçınıyor, hâlbuki biz ona fazlasıyla para verdik.’ Mûsâ ona dedi ki: ‘Sığırını bunlara ver.’ O da, ‘Ey Allah'ın Rasûlü! Ben, malıma daha çok lâyığım.’ Mûsâ, ‘Doğru söylersin’ dedi. Onlara da, ‘Arkadaşınızı memnun edin ve sığırın ağırlığınca altın verin’ dedi. O, yine vermekten kaçındı. Onlarsa verdikleri miktarı kat kat artırdılar ve neticede on kat altın vermeye razı oldular. Adam onlara sığırı sattı ve parasını aldı. Onlar da sığırı kestiler. Hz. Mûsâ, ‘Ondan bir parçayla adama vurun’ dedi. Onunla, adamın omuzları arasına vurulunca adam dirildi. ‘Seni kim öldürdü?’ diye sorduklarında, adam ‘Yeğenim’ dedi. Bunun üzerine yeğeni, ‘Ben onu öldürdüm ki malını alayım ve kızıyla evleneyim’ dedi. Böylece katili tutup öldürdüler." [İbn Kesîr.]

Rivâyet edildiğine göre, Benî İsrâîl'in içinde sâlih bir zat yaşıyordu. Onun da bir buzağısı vardı. O buzağısını ormana götürdü ve "Allahım! Oğlum büyüyüp ana-babasına itaat edecek yaşa gelinceye kadar, bu buzağıyı oğlum için emanet ediyorum" dedi. İşte bu buzağı büyüdü ve ineklerin en güzeli ve besilisi oldu. Onu o yetim çocuk ile anası pazara sürdüler. O pazarda bir inek üç dinar ederken, Benî İsrâîl, bu ineği, derisini dolduracak kadar altına satın aldılar. İsrâîloğulları bu vasıfları taşıyan ineği kırk yıl aramışlardı. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Bu ineğin kıssası ile ilgili birtakım rivâyetler vardır. Bunların özeti şöyledir: İsrâîloğulları'ndan bir adamın bir oğlu olur. Bunun da bir düvesi vardır. Bu düvesini bir ormanlığa bırakıp "Allahım! Ben bu düveyi Sana bu çocuk adına emanet bırakıyorum" diye dua eder ve ölür. Küçük çocuğun yaşı ilerleyince annesi ona –ki annesine karşı çok iyi davranırdı–, "Senin baban senin adına, Allah'a bir düveyi emanet vermişti, git onu al" der. Çocuk gider. İnek onu görünce onun yanına gelir. O da bu ineğin –inek evcil değildi– boynuzunu yakalar. İneği boynuzundan tutup annesine doğru götürmeye koyulur. İsrâîloğulları onu görür ve bu ineğin kesmekle emrolundukları ineğin niteliklerine sahip olduğunu farkederler. Onu satın almak üzere onunla pazarlık ettiler, ancak o onlardan oldukça yüksek bir fiyat istedi. İkrime'den rivâyet edildiğine göre, o ineğin değeri üç dinar imiş. Bunun üzerine İsrâîloğulları onunla Mûsâ'nın (a.s) yanına gittiler ve, "Bu adam bize büyük bir hakksızlık ediyor" dediler. Hz. Mûsâ onlara, "Kendisine ait olan mülkte onu razı edin" dedi. Bu ineği ondan ağırlığı bedelinde satın aldılar. Bu görüş Abîde'den nakledilmiştir. es-Süddî ise der ki: "Ağırlığının on katı ile ondan aldılar." Derisini dolduracak kadar dinarla alındığı da söylenmiştir. Mekkî'nin zikrettiğine göre bu inek semadan inmiştir. Yeryüzündeki ineklerden değildi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bu pasaj klasik kaynaklarda, İsrâîloğulları'nın işi fazla detaya boğmaları nedeniyle işlerinin zora koşulduğu, o sebeple verilen emri fazla irdelemeden hemen yapılması gerektiği noktasında açıklanmıştır.

Kitab-ı Mukaddes'te inek kesimiyle ilgili olarak şöyle denilir:

Rabb Mûsâ'yla Hârûn'a şöyle dedi: "Rabbin buyurduğu yasanın kuralı şudur: İsrâîlliler'e kusursuz, özürsüz, boyunduruk takılmamış kızıl bir inek getirmelerini söyleyin. İnek Kâhin Elazar'a verilsin; ordugahın dışına çıkarılıp onun önünde kesilecek. Kâhin Elazar parmağıyla kanından alıp yedi kez Buluşma Çadırı'nın önüne doğru serpecek. Sonra Elazar'ın gözü önünde inek, derisi, eti, kanı ve gübresiyle birlikte yakılacak. Kâhin biraz sedir ağacı, mercan köşk otu ve kırmızı iplik alıp yanmakta olan ineğin üzerine atacak. Sonra giysilerini yıkayacak, yıkanacak. Ancak o zaman ordugaha girebilir. Ama akşama dek kirli sayılacaktır. İneği yakan kişi de giysilerini yıkayacak, yıkanacak. O da akşama dek kirli sayılacak. Temiz sayılan bir kişi ineğin külünü toplayıp ordugahın dışında temiz sayılan bir yere koyacak. İsrâîl topluluğu temizlenme suyu için bu külü saklayacak; bu, günahtan arınmak içindir. İneğin külünü toplayan adam giysilerini yıkayacak, akşama dek kirli sayılacak. Bu kural hem İsrâîlliler, hem de aralarında yaşayan yabancılar için kalıcı olacaktır." [Sayılar, 19:1-10.]

Tanrınız Rabbin mülk edinmek için size vereceği ülkede, kırda yere düşmüş, kimin öldürdüğü bilinmeyen birini görürseniz, ileri gelenleriniz ve yargıçlarınız gidip ölünün çevredeki kentlere olan uzaklığını ölçsünler. Ölüye en yakın kentin ileri gelenleri işe koşulmamış, boyunduruk takmamış bir düve alacaklar. Düveyi toprağı sürülmemiş, ekilmemiş ve içinde sürekli akan bir dere olan bir vâdiye getirecekler. Orada, derede düvenin boynunu kıracaklar. Levili kâhinler de oraya gidecek. Çünkü Tanrınız Rabb, onları Kendisine hizmet etsinler, O'nun adıyla kutsasınlar diye seçti. Kavga, saldırı davalarına da onlar bakacak. Ölüye en yakın kentin ileri gelenleri, derede boynu kırılan düvenin üzerinde ellerini yıkayacaklar. Sonra şöyle bir açıklama yapacaklar: "Bu kanı ellerimiz dökmedi, kimin yaptığını gözlerimiz de görmedi. Yâ Rabb! Fidyeyle kurtardığın halkın İsrâîlliler'i bağışla. Halkını dökülen suçsuz kanından sorumlu tutma." Böylece kan dökme günahından bağışlanacaklar. Rabbin gözünde doğru olanı yapmakla, suçsuz kanı dökme günahından arınacaksınız. [Tesniye, 21:1-9.]

Hikayeler böyle devam eder gider. İşin aslında, İsrâîloğulları'nın karakterinin ve Mûsâ'nın onlara yaptığı bir nasihatin müteşâbih ifadelerle anlatımından ibarettir. Ayrıca Allah, bununla, müteşâbih âyetlerin nasıl te’vîl edileceğini de bizzat öğretmiştir. Sözkonusu hâdisenin cinâyet ya da katili meçhul cinâyet ile alakası yoktur. Bu pasaj bundan sonraki pasajla ilişkilendirilerek bu senaryolar üretilmiştir.

MÜTEŞÂBİHİN TE’VÎLİ

Mûsâ kavmine, "Şüphesiz ki Allah, size bir sığır boğazlamanızı emrediyor" der. Herhangi belirti verilmeyip sadece
sığır denmesi [kelimenin "nekre/belgisiz" kullanılması] sebebiyle İsrâîloğulları bu sözü anlamsız bulurlar. Zira sığır sözcüğü, "belgisiz" olduğundan, kasdedilen sığırın binlerce sığırdan ayırdedilmesi mümkün değildir. Buradaki "sığır" kelimesi, müteşâbihtir. O nedenle İsrâîloğulları Mûsâ'ya, "Sen bizi alaya mı alıyorsun" demişlerdir. Mûsâ da, "Ben câhillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım" diyerek işin ciddiyetini ve alay etmenin câhillik alâmeti olduğunu bildirir.

İşin ciddi olduğunu anlayan İsrâîloğulları, Mûsâ'ya, "Bizim için Rabbine dua et, o [sığır] her ne ise onu bizim için açığa koysun" diyerek işin aslını öğrenmeyi isterler. Mûsâ da Allah'ın buyruğuyla, bu sığırın "yaşlı ve körpe olmayıp ikisi arası dinç"
olduğunu bildirir. Ve hemen bu işi yapmalarını ister. Fakat İsrâîloğulları için bu tarif de yeterli değildir. Zira bu nitelikte de yüzlerce sığır vardır. Bu nedenle Mûsâ'ya tekrar, Bizim için Rabbine dua et, onun rengi ne ise onu bizim için açığa koysun ricasında bulunurlar. Mûsâ da, O [Rabbim] diyor ki": "Şüphesiz o [sığır], rengi bakanlara sürur veren, sapsarıbir inektir diye rengi ile ilgili de bilgi verir.

Mesele İsrâîloğulları için hâlâ netleşmemiştir, zira yaşlı ve körpe olmayıp ikisi arası; en iyi yardım, hizmet, verim çağında, rengi bakanlara sürur veren sapsarı onlarca inek bulmaları mümkündür. O yüzden de Mûsâ'ya, "
Bizim için Rabbine dua et, o, nedir bizim için açığa koysun, şüphesiz ki o sığır, bize müteşâbih geldi ve biz şüphesiz Allah dilerse kesinlikle doğru yolu bulmuşlarız" derler.

Bu defa Mûsâ,
O [Rabbim], diyor ki": "O [sığır], zelil olmayan [çifte koşulmayan], arazi sürmeyen, ekin sulamayan, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır" açıklamasında bulunur. Bunun üzerine mesele, İsrâîloğulları için netleşir ve Mûsâ'ya, "İşte şimdi gerçeği getirdin" derler. Gönülsüz de olsa kendilerine verilen emri yerine getirirler.

Ayette geçen "Avan" ifadesi, "Avn ( bir işte yardım etmek)" mastarından türemedir. Sözcüğün anlamı "en çok yardımlı olunan (ençok verim alınan, en iyi işe yarayan) yaş" demektir.

Bu sözcük genellikle sığır ve atlar için kullanılır. Nadiren de kadınlar için kullanılır. (Tac, Lisan)

Peki İsrâîloğulları'nın çözdükleri mesele neydi? Onlara emredilen, yapmaları istenen neydi? Ve bunu nasıl anlayabilmişlerdi?

Burada sığıra verilen nitelikleri göz önüne getirelim:
Yaşlı ve körpe değil, en iyi yardım, hizmet, verim çağında; dinç, rengi bakanlara sürur veren bir sarı, zelil olmayan [çifte koşulmayan], arazi sürmeyen, ekin sulamayan, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığır.Dünyada böyle bir sığır yoktur, buradaki özellikler altın'a aittir. Dolayısıyla, mesele "sığır kesme/kestirme" değil, "altına tapmaktan vazgeçirme"dir.

A‘râf ve Tâ-Hâ sûrelerinde de İsrâîloğulları'nın altın tutkusu, müteşâbih olarak "buzağı edinme" şeklinde nitelenmişti.

72) Ve hani siz[#334] bir kişiyi öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle atışmıştınız. Hâlbuki Allah, saklamış olduğunuzu çıkarandır.
73) Sonra Biz, "Öldürülen kişiden gelecek sıkıntı sebebiyle Mûsâ'yı yola çıkarın" dedik. Allah, ölüleri işte böyle diriltir, bitmiş tükenmişlere yol gösterir ve akıllı davranasınız diye size âlametlerini/göstergelerini gösterir.
Bu âyetlerde de İsrâîloğulları'nın geçmişlerinden başka bir kesit; atalarının işlemiş olduğu bir cürüm ve Allah'ın onlara verdiği emirler nakledilmekte; ayrıca Mûsâ'nın işlediği cinâyet nedeniyle başına gelebilecek sıkıntılardan kurtulması için o'nun Mısır'dan başka bir yere gönderilişi konu edilmektedir. Aynı konu Kasas (25-21, 33-35) ve Ta Ha (40) suresinde yer almıştı.

Burada Mûsâ'nın elçiliğe hazırlanışı ve o'nun vahye muhatap olması nedeniyle sosyal ölülerin diriltilmesi söz konusudur. Âyetteki,
Allah ölüleri işte böyle diriltir ve akıllı davranasınız diye size âyetlerini gösterir ifadesi de, buna işaret eder, cesedin canlanmasına değil. Nitekim Rasûlullah ve o'nun tebliğ ettiği vahiylerle ilgili de şöyle buyurulmuştur:

24Ey iman etmiş kimseler! Elçi sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'a ve Elçi'ye karşılık verin. Ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Ve siz, kesinkes O'nun huzurunda toplanacaksınız. [Enfâl/24]

Bu paragraf, "sığır kesme" pasajının devamı olarak algılanmış, makul ve makbul olmayan iddialar öne sürülmüştür. Bunlardan biri de, birçok konuda takdir ettiğimiz Mevdûdî tarafından zikredilmiştir:

Kur’ân, öldürülen adamın bir müddet için hayata döndüğünü ve katilin adını söylediğini bildirmektedir. Bununla birlikte katilin bulunması için uygulanan metodla, yani "kurban edilen ineğin" bir parçası ile öldürülen adama vurulması hususunda bir belirsizlik vardır. Tesniye 21:1-9'da bahsedilen buna benzer bir metodla eski âlimler tarafından yapılan tefsiri, yani öldürülen adama kurban edilen ineğin bir parçası ile vurulduğu ve onun hayata döndüğü görüşünü destekler niteliktedir. Bu şekilde Allah'ın bir âyeti gösterilmiş olmakta, aynı zamanda onların taptığı nesnenin ne kadar güçsüz olduğu ve öldürülmesinin hiçbir zarar vermediği gözler önüne serilmektedir. Diğer taraftan onun öldürülmesinin yararlı bazı yönleri de vardır. [Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân.]

Rivâyete göre İsrâîloğulları arasında zengin, yaşlı bir kişi vardı. Adamın tek oğlu bulunuyordu. Amcasının çocukları mirasına konmak için adamın oğlunu öldürmüşlerdi. Sonra da gelip kanını ve diyetini taleb ediyorlardı. Bu hususta Cenâb-ı Allah, bir sığır kesmelerini emretti. Kesilen sığırın bir parçasının ölünün vücûduna vurulması hâlinde, ölünün dirileceğini ve kendisini kimin öldürdüğünü söyleyeceğini bildirdi. Yahûdiler sığırı kestiler ve ölüye ondan bir parçayla vurdular. Allah ölüyü diriltti ve ölü kendisini kimin öldürdüğünü haber verdi. İşte Cenâb-ı Allah Yahûdilere bu vakayı hatırlatmaktadır. Hani Mûsâ peygamber sizin atalarınıza demişti ki: "Allah herhangi bir sığır kesmenizi emrediyor." Onlar Allah'ın emrini yerine getirmemişler ve beklemişlerdi. Hattâ, "Ey Mûsâ! Bizimle alay mı ediyorsun?" diye o'na çıkışmışlardı. Mûsâ peygamber de, "Ben ciddî konularda alay edecek birisi değilim, dediklerinizden Allah'a sığınırım" diye karşılık vermişti. Hz. Mûsâ'nın dediklerinin ciddî olduğunu anlayan Yahûdiler, kesilecek sığırın nasıl olması gerektiğini Rabbinden öğrenmesini Hz. Mûsâ'dan istemişlerdi. Hz. Mûsâ da onun yaşlı veya çok genç olmayan, ikisi arasında dinç bir sığır olduğunu bildirmiş ve emrolunduklan şekilde kesmelerini söylemişti. Ama Yahûdiler yine karşı çıkıp renginin nasıl olacağını sorunca, Hz. Mûsâ renginin fazlaca sarı olup, görenler tarafından hoş karşılanan, sevilen bir sığır olması gerektiğini bildirmişti. Yahûdiler bununla da yetinmemişler, sığırın niteliklerinin daha çok açıklanmasını istemişlerdi. Davranışlarının aşırılığını hissederek, sığırın kendileri tarafından farkedilir gibi olduğunu belirtmişler ve mazeret göstermeye çalışmışlardı. Yüce Allah, istenilen sığırın daha önce toprak sürmemiş ve su çekmemiş bir hayvan olmasını ve her türlü eksikliklerden salim bulunması gerektiğini bildirmişti. Bunun üzerine Yahûdiler Hz. Mûsâ'ya, "Şimdi dediğini anladık" diyerek istenen sığırı araştırmaya başlamışlar ve annesinin emrini dinleyen bir yetim çocuğun sığırı olduğunu görmüşlerdi. Rivâyete göre sığırın, derisini altınla doldurmak şartıyla onu satın almışlardı. Burada Yüce Allah hitabını Peygamber devrindeki Yahûdilere çevirerek, atalarının davranışlarını, onlara hatırlatmakta ve kötü hâllerini gözleri önüne sermektedir. [İbn Kesîr.]

Hâlbuki, bu paragraf da daha öncekiler gibi İsrâîloğulları'nın hayatından kesit sunan bağımsız bir paragraftır. Bu yanılgının sebebi, âyetteki بعض [
ba‘z] ve ضرب [darb] sözcüklerinin yanlış anlaşılması olduğundan bu sözcükler üzerinde duracağız.

Âyette geçen بعض[
ba‘z] sözcüğü, "kısım, parça" anlamında edat olduğu gibi, بَعُضَ [ba‘uza/eza etti, acıttı] fiilinin mastarı da olabilir. Klasik anlayış, sözcüğün "parça" anlamını [edat hâlini] dikkate almıştır.

BA‘Z

بعض [
ba‘z] sözcüğü, "parça" anlamında kullanıldığı gibi, بعض [ba‘uza/dişledi, eziyet etti] fiilinin mastarı da olur. Hatta, بعوضة[ba‘uzat/sivrisinek] sözcüğü de buradan gelir. [Lisânu'l-Arab; c. 1, s. 457, "Ba’z" mad.]

DARB

Bu sözcüğün de birçok anlamı vardır. Bu konu hakkında Sâd sûresi'nin tahlilinde Eyyûb kıssası sadedinde açıklamalarda bulunmuştuk ve kelimenin, "yola çıkmak, bir başka yere gitmek" anlamını tercih etmiştik. [Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 415.]

Sözcükler bu anlama alındığında mana şöyle olur: Öldürülen kişi sebebiyle Mûsâ'ya eza edilmemesi için o'nu Mısır'dan uzaklaştırın, yola koyultun. Burada emir, Mûsâ'ya Mısır'dan kaçmasını öneren kimseye verilmiş, o da Mûsâ'nın Mısır'dan kaçmasını sağlamıştır. Bu kişi Mü’min sûresi'nde, "Firavun'un yakınlarından olup imanını gizleyen biri" olarak nitelenmiştir. Biz bu kişinin, Firavun'un karısı –ki Kur’ân'da övülmektedir– olduğu kanaatindeyiz.

74) Sonra da kalpleriniz katılaştı; işte onlar, taşlar gibidir, hatta daha katıdır. Ve şüphesiz taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır da ondan su çıkar, öyleleri vardır ki Allah'ın saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürpertisinden düşerler. Allah yaptıklarınızdan habersiz, duyarsız değildir.
Bu âyette, İsrâîloğulları'nın, Allah'ın onca nimetlerine mazhar olmalarına rağmen düştükleri konum gözler önüne seriliyor. Allah onlara alabildiğine toleranslı davranmış; onları yüzlerce kez affetmiş, onlardan iyi insan olacaklarına dair sözler almıştı. Ama onların kalpleri yine de taşlaşmış, hatta daha da katı olmuştur. Kötü alışkanlıkları sebebiyle onlarda duygu diye bir şey kalmamıştı.

İsrâîloğulları'nın, hiçbir manevî değer tanımadıklarına dair onlarca âyet vardır. Bunlardan biri de şudur:

13Sonra da sözlerini bozmaları sebebiyle onları dışladık ve kalplerine katılık koyduk. Onlar kelimeyi/sözcüğü yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler. Öğütlendiklerinin önemli bir bölümünü de terk ettiler. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen, onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik-güzellik üretenleri sever. [Mâide/13]

Bu âyetin de, 72-73. âyetle bir bağı bulunmadığı; onların devamı olmadığı hâlde, onların devamı imişçesine birtakım rivâyetler ortaya atılmıştır:

Avfî tefsirinde, İbn Abbâs'tan naklen der ki: Kesilen hayvanın bir parçası ile vurulunca ölü dirilip oturdu ve kendisine, "Seni kim öldürdü?" denildiğinde, "Kardeşimin oğulları öldürdüler" dedi ve rûhu tekrar kabzolundu. Adamın öldüğünü görünce kardeşlerinin oğulları Allah'a ant içerek, "Onu biz öldürmedik" dediler ve böylece gördükten sonra hakkı yalanladılar. İşte bunun için Allah Teâlâ,
Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı buyurmaktadır. Bununla, yaşlı ölünün yeğenleri kasdedilmektedir. Şimdi onlar taş gibidir yahut daha da katı. İsrâîloğulları'nın kalpleri, gördükleri âyetlere ve mucizelere rağmen uzun süre geçmesi nedeniyle öğüt dinlemekten uzaklaştı. Onların kalpleri öylesine katılaşmıştı ki, yumuşama imkânı olmayan taşlar gibiydi, hattâ taşlardan da katıydı. Çünkü kimi taşlardan ırmaklar akıtan gözeler kaynar, kimisinden sular fışkırır, kimisi de Allah'ın haşyetinden dağlardan aşağı yuvarlanır. Hepsi kendi hesabına göre bir idrâk içerisindedir. [İbn Kesîr.]

Kalp katılaşması; iman, iz’an, vicdan ve merhametin bulunmadığını ifade eden bir deyimdir. Buna şu âyette değinilir:

16İnananlar için hâlâ vakti gelmedi mi ki kalpleri Allah'ı anmak ve haktan gelen için ürpersin de, daha önce kendilerine Kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmiş, dolayısıyla kalpleri katılaşmış kimseler gibi olmasınlar. Onların çoğu da yoldan çıkmıştır. [Hadîd/16]

Kalplerin mühürlenmesi, pas tutması, damgalanması ve taşlaşması ile ilgili Tîn sûresi'nde geniş bilgi verilmişti. [Tebyînu'l-Kur’ân; c?????.]

Âyetteki,
İşte onlar, taş gibidir, hatta daha katıdır. Ve şüphesiz taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır da ondan su çıkar, öyleleri vardır ki Allah'ın haşyetinden düşerler ifadesi, Haşr sûresindeki şu âyetten anlaşılıyor ki, "Allah en katı, en cüsseli maddeye bile akıl verip ona tecelli edecek olsa..." anlamındadır:

21Eğer Biz, bu Kur’ân'ı bir dağa/çok iri cüsseli bir yükümlü varlığa indirseydik, Allah'a olan saygıyla, sevgiyle ve bilgiyle ürpertiden onu samimiyetle saygı duyar, baş eğer ve parça parça olmuş görürdün. Ve Biz, bu örnekleri iyiden iyiye düşünürler diye insanlara veriyoruz. [Haşr/21]

Nitekim, Allah’ın tecelli ettiği cansız varlıklar harekete geçmektedir:

143Ne zaman ki, Mûsâ, belirlediğimiz vakitte geldi ve Rabbi o'na söz söyledi: Mûsâ, "Ey Rabbim! Göster bana Kendini denazar edeyim Sana; Seni inceleyeyim, Senin ile ilgili geniş ve derin bilgiye sahip olayım!" dedi.

Rabbi o'na dedi ki: "
Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa nazar et; dağı incele, teori geliştir. Eğer nazariyen (teorin/geniş ve derin bilgin), incelemen dağın mekanına tam oturursa; dağın bulunduğu yerin önünü arkasını, altını üstünü, sağını solunu, içini dışını tam ifade ederse işte o zaman sen beni görürsün."

Böylece ne zaman ki Rabbi, Musa’nın Dağ gibi sorunları için Musa’yı aydınlattı; Musa’nın dağ gibi sorunlarını yıkıp attı. Mûsâ da dehşete düşüp heyecanla yere kapandı; Rabbine teslimiyet gösterdi. Ayılıp kendine gelince; heyecanı geçince de, "Seni tenzih ederim, Sana döndüm; tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim" dedi. [A‘râf/143]

21-23Ve onlar kendi derilerine, "Niye aleyhimize şâhitlik ettiniz?" dediler. Onlar dediler ki. "Her şeyi konuşturan Allah, bizi konuşturdu ve sizi ilk defa O oluşturdu ve O'na döndürülmektesiniz. Siz, işitme, görme duyularınız ve derileriniz aleyhinize şâhitlik eder diye korkup da gizlenmiyordunuz. Velâkin yapmakta olduklarınızdan birçoğunu Allah'ın bilmeyeceğine inandınız. İşte sizin bu inancınız; Rabbiniz hakkında beslediğiniz inancınız, sizi bir yıkıma uğrattı, böylelikle zarara, kayba uğrayıp acı çekenlerden oldunuz." [Fussilet/21-23]

75) Peki siz, onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysaki onlardan bir zümre, Allah'ın kelâmına kulak verirler, sonra, onu iyice anladıktan sonra, bile bile onu değiştirip bozarlar.
76) Ve onlar, iman etmiş kimselere rastladıklarında, "İnandık" derler, birbirleriyle başbaşa kaldıkları zaman da, "Allah'ın sizin aleyhinizde hüküm verdiği şeyleri Rabbinizin nezdinde aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi onlara söylüyorsunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" dediler.
77) Onlar, şüphesiz Allah'ın, kendilerinin sır olarak sakladıkları şeyleri ve açığa vurdukları şeyleri bildiğini bilmiyorlar mı?
78) Bunlardan bir kısmı da, kuruntu dışında Kitab'ı bilmeyen, okuma-yazma bilmeyen/analarından doğdukları gibi kalmış kimselerdir. Bunlar, sadece zannediyorlar.
62) Şüphesiz şu, iman etmiş kişiler, Yahûdileşmiş kişiler, Nasrâniler ve Sabiîler/Yahya peygamberin dininden olanlar; her kim Allah'a ve âhiret gününe iman eder ve sâlihi işlerse, artık Rableri katında bunlar için ecirleri vardır. Bunlara bir korku yoktur. Bunlar mahzun da olmayacaklar.[#335]
Bu âyet, birinci planda, Yahûdilerin iman ve amelleri ne olursa olsun ebedî kurtuluşun tekellerinde olduğu hususundaki yanlış inançlarını reddetmekedir. Çünkü onlar, kendilerinin Allah'la özel bir ilişkileri olduğunu, inançları ne olursa olsun sadece İsrâîloğulları'ndan olmaları nedeniyle doğruca cennete gideceklerine ve diğer insanların ise cehenneme gideceklerine inanıyorlardı.

İkinci planda, bu âyetin mesajı evrensel olup tüm kitle ve zamanlara yöneliktir. Burada zikri geçen dört grup insandan; mü’min, Yahûdi, Nasrâni ve Sâbiîlerden Allah'a ve âhiret gününe iman eden ve sâlihi işleyenlere âhirette mükâfât verileceği, herhangi bir korku olmayacağı ve onların üzülmeyecekleri beyân edilmiştir.

Bunun bir benzeri de şu âyettir:

69Şüphesiz şu iman etmiş kişiler, Yahudileşmiş kişiler, Sabiîler/Yahya peygamberin dininden olanlar ve Nasraniler; kim Allah'a ve âhiret gününe iman eder ve sâlihi işlerse, artık onlar için bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. [Mâide/69]

Âyetteki,
Yahûdileşmiş kişiler ifadesi ile "Yahûdiler" kasdedilmektedir. Yahûdilere bu ismin verilmesi, iki şekilde açıklanabilir:

A) Bu, "Ya‘kûb'un en büyük oğlu olan "Yehûda"ya mensup olanlar, onun soyundan gelenler, onun izinden yürüyenler" demek olabilir.

B) Bu isim, "tevbe etti" anlamındaki
hâde fiilinden türemiştir. Ve Yahûdiler altına tapma, aşırı çıkarcı olma ve daha birçok yanlıştan tevbe ettikleri için bu isimle isimlenmiş olabilirler.

Çoğu ayette (Bakara/62, Nisa/46, 160, Maide/41, 44, 69, En’âm/146, Nahl/118, Hacc/17/Cuma/6)"elleziyne Hâdu (yahudileşen kimseler)" şeklinde yer alır. Bize göre bunun birinci nedeni, bu sıfatın o kişilere Allah’ın vermeyip kendilerince benimsenmiş olmasıdır. Çünkü Allah nezdinde böyle bir din yoktur; Allah indinde din, İslâm’dır.

İkinci neden de konu edilen kişilerin Yahudi karakterlerine (vefasızlık, altını ilah edinme, peygamberlere saygısızlık vs) sonradan bürünmüş olmalarıdır.

Âyetteki,
Nasrâniler ifadesi ile de, "Îsâ'nın ashâbı ve Hristiyanlar" kasdedilmiştir. Onlara bu ismin verilmesi de iki şekilde açıklanabilir:

a) Bu sözcük, "yardım etmek" anlamındaki
nasara'dan gelebilir. Bu ismin verilmesi birbiriyle yardımlaşmalarındandır. Onlara aynı zamanda ensâr [yardımcılar] ismi de verilir:

52,53Sonra Îsâ, onlardan küfrü: Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmeyi sezince: "Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?" dedi. Havariler: "Allah'ın yardımcıları biziz, biz Allah'a iman ettik, bizim şüphesiz müslimler olduğumuza tanık ol. –Rabbimiz! Biz, senin indirdiğine iman ettik, elçiye de uyduk. Artık bizi şâhitlerle beraber yaz"– dediler. [Âl-i İmrân/52]

14Ey iman etmiş kişiler! Allah'ın yardımcıları olun; nitekim Meryem oğlu Îsâ, havarilere: "Allah'a benim yardımcılarım kimdir?" demişti. Havariler: "Allah'ın yardımcıları biziz" dediler. Sonra İsrâîloğulları'ndan bir zümre inandı, bir zümre inanmadı. Sonra da Biz, inanmış kimseleri, düşmanlarına karşı güçlendirdik de onlar üstün geldiler. [Saff/14]

b)
Nasârâ isminin verilmesi, Îsâ peygamber ve ilk taraftarlarının, "Nasıra" denilen bir yerde oturmalarındandır. Sözcüğün anlamı, "Nasıralılar" demektir.

SÂBİÎLER

Âyetlerde bir de, الصّابئين'den [
sâbiîn'den/sâbiîlerden] söz edilmektedir. Bunların kimliği ötedenberi tartışmalıdır. Bu hususta klasik kaynaklardaki açıklamalar şu şekildedir:

1) Mücâhid ve Hasan Basrî, bunların kestikleri hayvanlar yenilmeyen ve kadınları ile evlenilmeyen Mecûsî ve Yahûdilerden olan bir tâife olduğunu söylemişlerdir.

2) Katâde, bunların meleklere tapan ve hergün beş kere güneşe doğru ibâdet eden kimseler olduğunu söylemiş; sözüne devamla şöyle demiştir: "Beş türlü din vardır. Dördü şeytânın, biri Allah'ın dinidir. Meleklere tapan Sâbiîlerin, ateşe tapan Mecûsilerin, putlara tapan müşriklerin ve Ehl-i Kitab'ın dini şeytânın dinidir.

3) Doğruya en yakın olan bu görüşe göre, Sâbiîler, yıldızlara tapan bir tâifedir. Sâbiîlerin bu hususta iki değişik görüşleri vardır:

A) Kâinatın yaratıcısı Cenâb-ı Allah'tır. Ancak O, bu yıldızlara tazim edilmesini ve onların ibâdet, duâ ve tazim için kıble kabul edinilmesini emretmiştir.

B) Allah felekleri ve yıldızları yaratmıştır. Fakat, âlemdeki hayır, şerr, sıhhat ve hastalık gibi şeyleri idare eden, düzenleyen ve yaratan bu yıldızlardır. Bundan dolayı insanların, onlara tazim etmesi gerekir. Çünkü bunlar âlemi idare eden ilâhlardır. Hem bu yıldızlar da Cenâb-ı Hakk'a ibâdet ederler. Bu mezheb, Hz. İbrâhîm'in (a.s) itikadlarını reddetmek ve iptal etmek için geldiği, Keldânilere âit bir mezhebdir. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Sâbiîler; Mecûsîler, Yahûdiler ve Hristiyanlar arasında bir kavim olup dinleri yoktur. İbn Ebî Nûceyh de böyle rivâyet eder. Keza Atâ ve Sa‘îd ibn Cübeyr'den de böyle rivâyet edilmiştir. Ebu'l-Âliye, Rebî ibn Enes, Süddî, Câbir ibn Zeyd ve Dahhâk, Sâbiîlerin Ehl-i Kitabtan bir fırka olup Zebur'u okuduklarını söyler.

Heşîm Mutraf'tan nakleder ki o şöyle demiş: "Biz Hakem ibn Uteybe'nin yanında bulunuyorduk. Basralının biri Hasan'dan nakletti ki o, Sâbiîlerin Mecûsîler gibi olduğunu söylemiş. Hakem, ‘Ben size bunu haber vermedim mi?’ demişti."

Abdurrahmân ibn Mehdi de Muâviye ibn Abdulkerîm'den nakletti ki o şöyle demiş: Ben işittim ki Hasan, Sâbiîleri anlatıyordu. "Onlar, meleklere tapınan bir kavimdiler" dedi.

Ebû Ca‘fer er-Râzî dedi ki: "Bana ulaştığına göre Sâbiîler meleklere tapınan, Zebur'u okuyan ve kıbleye doğru ibâdet eden bir kavim imiş. Sa‘îd ibn Arûbe, Katâde'den aynı şekilde rivâyet eder.

İbn Ebû Hatim der ki: Bana Yûnus... Ebû Zenâd'dan nakletti ki o şöyle demiş: "Sâbiîler Irak'ın ötesinde bir kavim olup Kûsâlıdırlar, bütün peygamberlere inanırlar ve her yıl otuz gün oruç tutarlar, Yemen'e doğru günde beş vakit namaz kılarlar."

Vehb ibn Münebbih'e, "Sâbiîler kimdir?" diye sorulduğunda, o "Allah'ı bir olarak tanıyan, fakat amel edecekleri bir şeriatı bulunmayan ve küfür sözü söylemeyenlerdir" demiştir.

Abdullah ibn Vehb der ki: Bana Abdurrahmân ibn Zeyd şöyle dedi: "Sâbiîler dinlerden bir dinin mensubudurlar. Onlar Musul el-Cezire'sinde bulunurlardı ve ‘lâ ilâhe illallâh’ derlerdi. Ancak ne amelleri, ne kitapları, ne de peygamberleri vardı. Sadece Allah'tan başka ilâh bulunmadığını kabul ederlerdi."

Abdurrahmân ibn Zeyd dedi ki: "Onlar bir peygambere de inanmazlar, bunun için müşrikler Hz. Peygamber ve arkadaşlarına, ‘Bunlar Sâbiîlerdir’ diyorlardı." Yani, Allah'dan başka ilâh olmadığını söyledikleri için onlara benzetiyorlardı.

Sözlerin en açığı –Allah en iyisini bilir– Mücâhid ve onun ardından gidenlerden Vehb ibn Münebbih'in sözüdür ki buna göre; Sâbiîler ne Yahûdi, ne Hristiyan, ne Mecûsî ne de müşrik olan bir kavimdir. Onlar kendi fıtratları üzere oldukları gibi kalmışlardır. Tâbi olup uyguladıkları bir dinleri yoktur. Bunun için Araplar, müslüman olanlara Sâbiî ismini veriyorlardı. Yani, o gün yeryüzünde mevcûd olan dinlerden dışarı çıkmışlar, diyorlardı. Bazı ilim adamları da dediler ki: "Peygamber'in çağrısının kendisine ulaşmadığı kimselerdir." [İbn Kesîr.]

Mücâhid, Hasan ve İbn Ebî Necih de der ki: "Bunlar dinleri Yahûdilik ve Mecûsilikten meydana gelmiş bir topluluktur, kestikleri yenmez."

İbn Abbâs da, "Onların kadınlarıyla da evlenilmez" demiştir.

Yine el-Hasen ve Katâde şöyle demiştir: "Bunlar meleklere tapan, kıbleye doğru namaz kılan, Zebur'u okuyan ve beş vakit namaz kılan kimselerdir."

Ziyad b. Ebû Süfyân bunları görmüş ve onların meleklere taptıklarını öğrenince üzerlerinden cizyeyi kaldırmak istemiştir.

İlim adamlarımızın anlattıklarına göre, görüşlerinin hülasası şudur: Bunlar muvahhid kimselerdirler, bununla birlikte yıldızların etkisine ve faal olduklarına inanırlar. Bundan dolayı Ebû Sa‘îd el-İstahrî hakklarında soru soran, el-Kâdir Billâh'a kâfir olduklarına dair fetva vermiştir. [Kurtubî,
el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Sâbiîler, Yahûdilik ile Hristiyanlık arasındaki tek tanrılı bir dinî grup olarak bilinmektedir. İsimleri (bu isim, "kendini (suya) daldırdı" anlamındaki Ârâmîce
tsebha‘ fiilinden türetilmiştir), onların Hz. Yahyâ'nın takipçileri olduklarına işaret etmektedir, ki bu durumda, bugün hâlâ Irak'ta yaşayan ve Mandeliler diye tanınan bir topluluğa mensup olabilirler. Ancak onları, İslâm'ın ilk çağlarında mevcut olan ve Müslümanlarca bütün tek tanrılı din sâliklerine tanınan avantajları elde etmek için gerçek Sâbiîlerin ismini bilinçli olarak kabullenmiş olmaları muhtemel bir irfânî/bilinirci [gnostic] mezhep olan "Harran Sâbiîleri" ile karıştırmamalıyız. [Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı.]

Biz bu konuya sözcüğün anlamından hareket ederek yaklaşmayı tercih ediyoruz:

SABİÎLER

"صابئونSabiûn/صابئين""""Sâbiîn"in kimlikleri ile ilgili klasik kaynaklarda:

Bunlar kendilerinin Nûh peygamberin dini üzere olduklarını kabul eden bir topluluktur. Sıhah'ta ise bunların Ehl-i Kitaptan oldukları, kuzey yönünü kıble edindikleri yer alır. Tehzib'de Leys'in, bunların Hristiyanlara benzedikleri, yalnız güneyi kıble edindikleri ve bunların Nûh dini üzere olduklarına inandıkları, ama yalancı olduklarını söylediği yer alır. Rasûlullah zamanında, Müslüman olanlara Mekkelileler قد صبأ[qad sabe’e/bir dinden başka bir dine geçti] derlerdi. Ebû İshâk ez Zeccâc, Kur’ân'daki Sâbiîlerin, "bir dinden başka bir dine geçenler" olduğunu söylemiştir.

Sözcüğü doğru anlamak için Sabiûn sözcüğünün tekilini iyi öğrenilmiş olması lazımdır. Bu konuyu Meryem suresinde şöyle tahlil etmiş idik:

"صبىّ Sabiyy" sözcüğü, teknik olarak, son harfi, harfi illet ( وvav, ىya, اelif, أhemze) olan iki ayrı kökten gelebilmekte ve geldiği her köke göre de anlamı değişmektedir.

Bu durum, Kur’an çevirisi ve meali hazırlayanlarca gözden kaçırılmamalıdır. Aksi halde çok büyük hataların oluşması kaçınılmazdır.

"
صبىّ Sabiyy" sözcüğünün tahlili:

1 " ص ب وSbv" kökünden gelmiş olması:

Sözcük, عليمaliym, رحيمrahiym, كريمkeriym, حكيمhakiym, سليمseliym ... gibi " قعيلfeiylün" kalıbında olup, aslı, " صبيوُsabiyvün"dür. Arapça dilbilgisi kurallarına göre "
صبىّ sabiyy" şekline dönüşmüştür (sözcükteki ikinci " ىy", " وvav"dan dönüşmedir).

Bu kökten gelen "
صبىّ sabiyy" sözcüğünün anlamı, "Bir çocuğun doğumundan, sütten kesilmesine kadar olan süre" demektir. Sözcüğün bu anlamı, yaygın olup herkes tarafından bilinmektedir.

Meryem/29’daki "صبىّ sabiyy", bu şıktandır.

2 " ص ب أs b e" kökündenden gelmiş olması:

Sözcük, " فعيلfeîlün" kalıbında olup aslı " صبيؤُsabiyün"dür. Bu da yine Arapça dilbilgisi kurallarına göre "
صبىّ sabiyy" şekline dönmüştür (sözcükteki ikinci " ىy", " أhemze (e)" den dönüşmedir). (" نبىّNebiyy" sözcüğü de aynı kurallar ile oluşmuştur. Meryem suresi içerisinde her iki sözcük benzeri birçok ifade mevcuttur.)

Bu kökten sözcüğün öz anlamı: "
Devenin, davarın tırnağının, çocuğun dişinin çıkması, yıldızın doğması" demek iken sonradan; sosyolojide "Bir dinden başka bir dine geçme" anlamında kullanılır olmuştur.

Rasûlullah zamanında, Müslüman olanlara Mekkelileler قد صبأ[qad sabe’e/bir dinden başka bir dine geçti] derlerdi. Ebû İshâk ez Zeccâc, Kur’ân'daki Sâbiîlerin, "bir dinden başka bir dine geçenler" olduğunu söylemiştir. Araplar, Rasûlullah da Kureyş'in dinini terkedip İslâm'a girdiği için o’na Sâbiî ismini takmışlardı. [Lisânu'l-Arab; c. 5, s. 259-260, "Sbe" mad.]

Meryem/12’de Yahya Peygamber, "صبىّ Sabiyy" diye nitelenmiştir. Klasik anlayışta buradaki "صبىّ sabiyy" birinci şıktaki "çocuk, bebek" anlamında ele alınmış, sünnetullaha aykırı olarak (tıpkı İsa peygamberde olduğu gibi) âyet, " ... Yahya peygambere bebek iken, kitap, hikmet verildiği şeklinde anlaşılır olmuştur.

Halbuki, bu ayette geçen "صبىّ Sabiyy, " ص ب وs b v"den gelen صبىّ sabiyy olmayıp " ص ب أSBE’den gelen "صبىّ sabiyy’dir. Ve anlamı "BOZUK DİNİ TERK EDEN; BOZUK DİNDEN ÇIKAN kimse" demektir.

Meryem/12’deki "صبىّ sabiyy" işte bu şıktandır. Yani, açıkça ayette "Yahya, bozuk dini terk eden birisiydi" buyrulmaktadır.

صبىّ Sabiyy’ sözcüğünün bu anlamına göre Yahya peygamber, çocukken, kendisine hüküm hikmet verilip peygamber yapılmamıştır. Peygamberlik, diğer peygamberlerde olduğu gibi olgunluk çağında verilmiş olmalıdır.

Meryem/12-15:

"
12-15Ey Yahyâ! Kitab'ı kuvvetle al!" O, bozuk dini terk eden birisi iken Biz, o'na yasa, tarafımızdan sevecenlik ve temizlik verdik ve o, Allah'ın koruması altına çokça girmiş biriydi. Ve anne-babasına çok iyi davranandı. Ve o bir zorba ve itaatsiz biri olmadı. Ve doğurulduğu gün ve öleceği gün ve yeniden diri olarak kaldırılacağı gün o'na selâm olsun!

Bu pasajda Yahya peygamberin hayatı ve misyonuna kısaca değinilmiştir. Buradan anlaşıldığına göre Yahya peygamber, eldeki TEVRAT kalıntılarıyla amel etmemiş, kendisine yepyeni bir kitap verilmiştir. Kitabın adı ve içeriği hakkında bu pasajdan başka bilgimiz bulunmamaktadır.

"صبىّ Sabiyy" sözcüğünün "فاعل" formundaki normal ism-i fâil kalıbının ( صابؤsâbiün) çoğulu, " صابئونSABİÛN/صابئينsabiiyn" olup Kur’an’da (Bakara/62, Maide/69, Hacc(/17) üç yerde yer alır.

Bu açıklamalardan sonra vardığımız kanaat şudur: Meryem suresinde Yahya peygamber "sabiyy" diye nitelendiğinden, bunlar Yahya peygamberi ve ona indirlen kitabı izlediklerine inanan kimselerdir.

Anlaşıldığına göre Kur’an indiğinde bu kimselerden toplumda varlıklarını sürdürenler bulunmaktadır.

Yetmiş sekizinci ayetin orijinalinde geçen " Emaniy" sözcüğünün kökü " مm نn ىy" olup asıl anlamı "ölçme, ayarlama" demektir. [Lisanü’l Arab, "مm نn ىy" mad.] Bu kökten türemiş olan " امنيةümniyye" ve " امانىemâniyye" sözcükleri, "herhangi bir belgeye bilgiye dayanmadan kişinin arzuları doğrultusunda çıkarlarına uygun olarak yaptığı ayarlar, ölçümlemeler, beklentiler; inanış/inanışlar" demektir. Biz buna kısaca "kişisel kuruntular" diyebiliriz.

Sözcüğün bu anlamı, Kalem ve Müddessir surelerinde Rabbimiz tarafından ayrıntılı olarak açıklanmıştır:

Kalem/36- 41:

36Neyiniz var, nasıl hükmediyorsunuz? 37,38Yoksa içinde, ders aldığınız şeyler: "Siz bu âlemde neyi seçerseniz/beğenirseniz o kesinlikle sizin olacak" garantisi verilmiş olan size ait bir yazılı belge mi var? 39Ya da size karşı kıyâmet gününe kadar sürecek, "Siz her ne hüküm verirseniz kesinlikle öyle olacak" diye üzerimizde yeminler/taahhütler; üstlenmeler mi var?

40Sor bakalım âhireti yalanlayan o kişilere, içlerinden böyle bir şeyi hangisi garanti etmektedir? 41Yoksa onların ortakları mı var? O hâlde ortaklarını getirsinler, eğer doğrulardan iseler.

Müdessir/15-25:

15Tüm bunlardan sonra hırs ile Benim daha da arttırmamı istiyor. 16Kesinlikle onun düşündüğü gibi değil! Şüphesiz o, Bizim âyetlerimize/alâmetlerimize/göstergelerimize karşı bir inatçı kesildi. 17Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım. 18-25Şüphesiz o, düşündü ve ölçü koydu. –Artık o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu! Yine o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu!– Sonra baktı. Sonra yüzünü buruşturdu, kaşlarını çattı. Sonra, arkasını döndü ve böbürlendi de: "Bu, söylenti hâlinde gelen bir büyüden başka bir şey değil. Bu, beşer sözünden başka bir şey değil" dedi.

Bu sözcüğü ileride Bakara/111; Nisâ/119, 120, 122, 123: Hadîd/14 ve Hacc/52. âyette de göreceğiz.

80. âyette bu sözde uyanık toplumla ilgili,
Dediler ki: "Sayılı birkaç gün dışında ateş bize asla dokunmayacaktır" buyurulmaktadır. Onların bu sapıkça iddiası Âl-i İmrân sûresi'nde de reddedilmiştir:

24,25Bu, onların, "Ateş bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacaktır" demeleri nedeniyledir. Onların uydurmuş oldukları şeyler de dinlerinde kendilerini aldatmaktadır. Peki, kendisinde hiç şüphe olmayan o günde onları bir araya topladığımız ve hiç kimseye haksızlık edilmeden herkese kazandıkları şeyler tamamen ödendiği zaman nasıl olacaktır? [Âl-i İmrân/24,25]

Âyetlerden anlaşıldığına göre Yahûdiler, Allah katında seçkin bir yere sahip olduklarına inanırlar, bu yüzden de işledikleri günahları önemsemezlerdi. Şu âyetler de onların inançları hakkında bilgi vermektedir:

120Ve sen onların dinlerine/yaşam tarzlarına uymadıkça Yahûdiler ve Nasara/Hristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar. De ki: "Şüphesiz Allah'ın kılavuzluğu, kılavuzluğun ta kendisidir." Ve eğer bilgiden sana ulaşan şeyden sonra bunların boş ve iğreti arzularına uyarsan, senin için Allah katından herhangi bir yakın olmaz, herhangi bir yardımcı da olmaz. [Bakara/120]

111Bir de inananları Yahûdileştirmek, Hristiyanlaştırmak isteyenler, "Yahûdi ve Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek" dediler. Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: "Eğer doğru kimseler iseniz, delilinizi getirin." [Bakara/111]

135Ve onlar, "Yahûdi veya Hristiyan olunuz ki kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız" dediler. Sen de ki: "Tam tersi, küfürden, Allah'a ortak koşmaktan dönen biri olarak Allah'ın ortaklarının olacağını kabul etmemiş olan İbrâhîm'in dinine/yaşam tarzına!" [Bakara/135]

Allah'a iftira atan, Allah hakkında yalan uyduran bu kimseler kınanmakta ve tehdit edilerek uyarılmaktadır:

78Ve Kitap Ehlinden, bazı söz ve ilkeleri, kitaptan olmamasına rağmen, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip büken akılsız, serseri bir gurup vardır. O, Allah katından olmadığı hâlde, "Bu, Allah katındandır" derler. Kendileri bilip dururken, Allah'a karşı yalan da söylerler. [Âl-i İmrân/78]

116Ve kendi dillerinizin yalan nitelemesi ile Allah'a yalan uydurmak için, "Şu helaldir, şu haramdır" demeyin. Şüphesiz Allah'a yalan uyduran kimseler iflah olmazlar. [Nahl/116]

13Sonra da sözlerini bozmaları sebebiyle onları dışladık ve kalplerine katılık koyduk. Onlar kelimeyi/sözcüğü yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler. Öğütlendiklerinin önemli bir bölümünü de terk ettiler. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen, onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik-güzellik üretenleri sever. [Mâide/13]

79) Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak için, "Bu, Allah katındandır" derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara yazıklar olsun! O kazandıkları şeyler yüzünden kendilerine yazıklar olsun!
80) Ve onlar dediler ki: "Sayılı birkaç gün dışında ateş bize asla dokunmayacaktır." De ki: "Allah'tan garanti içeren bir söz mü aldınız? Allah, verdiği söze asla ters düşmez. Yoksa siz, Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?"
81) Evet, kim bir kötülük kazandıysa ve hatası kendisini kuşattıysa, işte bunlar ateş ashâbıdır. Onlar, orada sürekli kalıcıdırlar.
82) İman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış kimseler de; işte onlar, cennet ashâbıdır. Onlar, orada sürekli kalıcıdırlar.
Yahûdilerin, geçmiş atalarıyla ilgili kesitler hatırlatıldıktan sonra Rasûlullah ve mü’minlere hitap edilerek Yahûdilerin sırları ifşa edilmiştir.

Bunların bir kısmı, Allah'ın kelamını dinleyip iyice anladıkları hâlde işlerine gelmediği için bile bile tahrif ederler [asıl anlamından uzaklaştırmak için kelimeleriyle oynarlar, yer değiştirirler, gerçek anlamdan uzaklaştırarak yorumlarlar]. Mü’minlerle karşılaştıklarında da iman ettiklerini söylerler; baş başa kaldıklarında ise, Allah'ın sizin aleyhinizde hüküm verdiği şeyleri Rabbinizin nezdinde aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi onlara söylüyorsunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız diyerek tartışırlar.

Bunların diğer bir kısmı ise, kitabı bilmeyen ümmilerdir, ki hiçbir bilgileri bulunmayıp sadece zanna uyarak temelsiz bir inanç peşinde koşar dururlar.

Bu pasajda, birinci grupta yer alan ikiyüzlü, tahrifkârlar hakkında,
Peki siz, onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? buyurularak, bunlarla boşuna uğraşılmaması, bunların inanmayacakları bildirilmektedir. Ayrıca bu grup, Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak için "Bu, Allah katındandır" derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara yazıklar olsun! O kazandıkları şeyler yüzünden kendilerine yazıklar olsun! denilerek tehdit edilmektedir.

Ardından da kendi kendilerine din uydurmuş bu ikiyüzlülerin,
Sayılı birkaç gün dışında ateş bize asla dokunmayacaktır iddiasında bulundukları beyân edilerek, onlara, Allah'tan bir ahit [garanti] mi aldınız? Allah, ahdine asla ters düşmez. Yoksa siz Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz? denilmesi emredilmiştir. Yani, onların temelsiz bir inanca sahip oldukları bildirilmiş, sonra da doğru inancın nasıl olacağı açıklanmıştır: Evet, kim bir kötülük kazandıysa ve hatası kendisini kuşattıysa; işte bunlar ateş ashâbıdır. Onlar, orada sürekli kalıcıdırlar. İman etmiş ve sâlihatı işlemiş kimseler de; işte onlar, cennet ashâbıdır. Onlar, orada sürekli kalıcıdırlar. Bu evrensel gerçek bir başka sûrede şöyle yer alır:

123Bu iş, sizin kuruntularınızla ve Kitap Ehlinin kuruntularıyla değildir. Kim kötülük yaparsa onunla cezalandırılır. Ve o kendisi için Allah'ın astlarından bir yol gösterici, koruyucu yakın ve iyi bir yardımcı bulamaz.

124Ve erkekten veya kadından, kim mü’min olarak düzeltmeye yönelik işler yaparsa, artık işte onlar, cennete girerler. Ve hurma çekirdeğinin sırtındaki çukur kadar haksızlığa uğratılmazlar. [Nisâ/123-124]

76. âyetteki, Allah'ın sizin aleyhinizde hüküm verdiği şeyleri Rabbinizin nezdinde aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi onlara söylüyorsunuz? ifadesi, "Allah katında biz sizden daha üstünüz desinler" veya "size karşı delil getirsinler diye mi haber veriyorsunuz?" demektir ki bununla da, onların âhirette aleyhinize şâhitlik yapmasını mı istiyorsunuz?! Onlara sırrınızı vermeyin; ikiyüzlü olduğunuzu belli etmeyin!" demek istiyorlar. Bunlarla mü’minlerin âhirette yüzleşecekleri ve tartışacakları Zümer sûresi'nde yer almıştı:

31Sonra şüphesiz siz kıyâmet gününde Rabbinizin huzurunda tartışacaksınız. [Zümer/31]

Âyette zikri geçen
ümmiler, "okuma-yazma bilmeyen, anasından doğduğu gibi kalan kimseler" demektir. Rasûlullah'ın ümmiliği bununla karıştırılmamalıdır. Rasûlullah'a izafe edilen el-ümmi niteliği, "ümmü'l-quravî" [anakentli] sözcüğünün hafifletilmiş şeklidir. Bu husustaki geniş açıklama için A‘râf sûresi'nin tahliline bakılabilir. [Tebyînu'l-Kur’ân; c ?????.]

Klasik kaynaklada bu âyetlerin inişi ile ilgili şu bilgiler verilmektedir:

Onlar [Yahûdiler], "Sayılı günler dışında bize katiyyen cehennem ateşi dokunmaz" dediler âyetinin nüzûl sebebiyle ilgili farklı görüşler vardır. Peygamber (s.a) Yahûdilere, "Cehennem ehli kimlerdir?" diye sorduğunda, onlar, "Biziz, fakat bizim arkamızdan da bizim yerimize siz geçeceksiniz" dediler. Hz. Peygamber onlara, "Yalan söylüyorsunuz, siz de biliyorsunuz ki biz oraya sizden sonra sizin yerinize gelmeyeceğiz" dedi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu açıklama İbn Zeyd'e aittir.

İkrime ise İbn Abbâs'tan rivâyetle der ki: "Rasûlullah (s.a) Medîne'ye geldiğinde Yahûdiler şöyle diyordu: ‘Bu dünya(nın ömrü) 7.000 yıl olacaktır. İnsanlar cehennemde, dünya günlerinden her bir sene mukabilinde âhiret günlerinden cehennemde bir gün azap göreceklerdir.’ Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi indirdi." Bu Mücâhid'in de görüşüdür.

Bir başka kesim ise şöyle demiştir: Yahûdiler dediler ki: "Tevrât'ta belirtildiğine göre cehennem 40 yıllık bir mesafedir [boyundadır]. Biz her gün bir yıllık mesafe katedeceğiz, nihâyet süreyi tamamlayacağız. Cehennem de yok olup gidecektir." Bunu ed-Dahhâk İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir.

Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre Yahûdiler, Tevrât'ta şunun yazılı olduğunu iddia etmişler: "Cehennemin iki ucu arasında Zakkum ağacına ulaşıncaya kadar 40 yıllık bir uzaklık vardır." Yine Yahûdiler şöyle demişlerdir: "Biz Zakkum ağacına ulaşıncaya kadar azap göreceğiz. Ondan sonra da cehennem yok olup gidecektir."

Yine İbn Abbâs'tan ve Katâde'den rivâyet edildiğine göre Yahûdiler şöyle demişlerdir: "Allah bizi, buzağıya taptığımız gün sayısı olan kırk gün cehenneme sokacağına dair yemin etmiştir." Ancak –önceden de geçtiği üzere– Allah onların bu iddialarını yalanlamıştır. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

83) Ve hani Biz, İsrâîloğulları'nın 'kesin söz'ünü almıştık: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzelliği söyleyiniz, salâtı ikame ediniz [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturunuz-ayakta tutunuz] ve zekat'ı; Allah'ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergiyi veriniz." Sonra çok azınız müstesnâ olmak üzere yüz çevirdiniz. Ve siz mesafeli duran kimselersiniz.
84,85) Ve hani Biz, sizin kesin sözünüzü almıştık: "Kanlarınızı dökmeyeceksiniz, kendilerinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız." Sonra siz, tanıklık ederek ikrar verdiniz. Sonra, siz, işte o kimselersiniz; kendi kendinizi öldürüyorsunuz ve sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onların aleyhinde zaman kaybına neden olan şeylerde/hayırda ağırda almada/zarar vermede/kusur oluşturmada ve düşmanlıkta yardımlaşıyorsunuz. Eğer onlar size esir olarak gelirlerse de onlar için fidye/kurtarmalık almaya çalışırsınız. Hâlbuki o; onların çıkarılmaları, size harâmlaştırılmıştır. Peki, siz Kitab'ın bir bölümüne inanıp da bir bölümüne inanmıyor musunuz? Şu hâlde içinizden böyle yapanların alacağı karşılık dünya hayatında bir rüsvâlıktan başka nedir? Kıyâmet günü de azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan bilgisiz, duyarsız değildir.
86) İşte onlar, âhiret karşılığında basit dünya yaşamını satın almış kimselerdir. Artık bunlardan azap hafifletilmez, onlar yardım da olunmazlar.
83. âyette, İsrâîloğulları'nın, "Allah'tan başkasına kulluk etmeme, ana-babaya, yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere iyilik yapma, insanlara güzelliği söyleme, salâtı ikâme etme ve zekât verme" ile mükellef kılındığı, ama onların buna karşı çıktıkları bildirilmiştir.

84-85. âyetlerde de İsrâîloğulları'ndan,
Kanlarınızı dökmeyeceksiniz, kendilerinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız diye söz alındığı, onların da sözlerinde duracaklarına dair ikrar verdikleri, fakat verdikleri sözden dönerek birbirlerini öldürdükleri ve sürgün ettikleri, kötülük ve düşmanlık için yardımlaştıkları ve yasaklanmasına rağmen fidye karşılığı esir değişimi yaptıkları bildiriliyor; ki bu, onların Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmelerinden kaynaklanmaktadır. Böyleleri dünyada rezil edilir, âhirette de azabın şiddetlisine çarptırılır. Çünkü Allah, yapılanların hiç birinden gâfil değildir.

Burada İsrâîloğulları'nın muhatap olduğu yükümlülükler, hakk dininin temel unsurlarıdır:

25Ve Biz senden önce hiçbir elçi göndermedik ki ona: "Gerçek şu ki, Benden başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için Bana kulluk edin" diye vahyetmiş olmayalım. [Enbiyâ/25]

26Şüphesiz onlardan önceki kimseler tuzak kurdular da Allah, onların duvarlarına temellerinden vurdu. Sonra da çatı tepelerinden üzerlerine çöktü. Ve onlara azap akledemedikleri bir yönden geldi. [Nahl/26]

177Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz "iyi adamlık" değildir. Ama "iyi adamlar", Allah'a, Âhiret Günü'ne/Son Gün'e, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve özgürlüğü olmayanlara, Allah'a/mala/vermeye sevgisi olmasına rağmen veren ve salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan], zekâtı/vergiyi veren kimselerdir. Ve de sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden kimselerdir. İşte onlar, özü-sözü doğru olanlardır. Ve işte onlar, Allah'ın koruması altına girmiş kişilerin ta kendileridir. [Bakara/177]

Ve İsrâ/23-27, Lokmân/14-15, Ahkâf/15, Ra‘d/19-24, (Şûrâ/23.

Yetimin kerîmleştirilmesinin, mirasının zâyi edilmemesinin, yenilmemesinin, öz evlat gibi büyütülmesinin ve eğitilip topluma kazandırılmasının evvelki şeriatlarda da mevcut olduğu görülüyor. Kur’ân, yetim konusu üzerinde hassasiyetle durur:

1Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten oluşturan, ondan eşini oluşturan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinizin koruması altına girin. Ve kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allah'ın ve akrabalığın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir.

2Ve yetimlerinize mallarını verin. Temizi pise değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Bunu yapmak kesinlikle büyük bir suçtur.

3Ve eğer ki yetimleriniz konusunda hakkaniyetsizlikten korktuysanız; o takdirde yetimlerin kadınlarından/yetimlere bakmak zorunda kalmış kadınlardan, sizin için hoş olanlarından ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâhlayın. Şâyet o takdirde de adaleti gözetemeyeceğinizden korktuysanız, bir tanesini ya da yasalar çerçevesinde himayenizde bulunan kadını nikâhlayın. Bu, haksızlığa sapmamanız için en uygunudur.

4Ve yetimlerin kadınlarına mehirlerini seve seve veriniz. Artık kendileri alacaklarından bir kısmını size hoş ederlerse/ikramda bulunurlarsa da onu afiyetle, çekinmeden yiyiniz.

5Ve Allah'ın, ayakta kalmanız için size vermiş olduğu mallarınızı bu aklı ermezlere/henüz reşit olmamış yetimlere vermeyiniz. Ve onları o mallarda rızıklandırın ve onları giyindirin. Ve onlara örfe uygun/herkesçe iyi olduğu kabul edilen söz söyleyin.

6Ve bu yetimlerinizi nikâha ulaşıncaya kadar sıkı bir eğitim vererek olgunlaştırınız. Sonra da eğer kendilerinde rüşt/erginlik çağına ulaşmışlık hissederseniz, mallarını kendilerine hemen teslim ediniz. Onlar büyüyecekler diye onların mallarını saçıp savurup yemeyin de. Ve kim zengin ise artık o iffetli davransın. Kim de fakir ise artık o da örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekilde yesin. Sonra da yetimlerin mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman onlar üzerine şâhit tutunuz. Hesap sorucu olarak da Allah yeter.

7Ana-baba ve akrabaların ölüp de geride bıraktıkları şeylerde erkek yetimlere bir pay vardır. Ana-baba ve akrabaların ölüp de geriye bıraktıklarından az olsa da çok olsa da farz kılınmış bir nasip olarak kız yetimlere de bir pay vardır.

8Miras bölüşülmesine yakınlar, yetimler ve miskinler hazır bulunduğu zaman da onları ondan rızıklandırın ve onlara örfe uygun/herkesçe iyi olduğu kabul edilen söz söyleyin.

9Ve kendileri arkalarında zayıf soy bıraktıkları takdirde endişe edecek olanlar, ürpersinler! Ve de Allah'ın koruması altına girsinler ve belgelenmiş söz söylesinler.

10Kesinlikle, yetimlerin mallarını haksız yere yiyen kimseler, kesinlikle karınlarının içinde ateş yerler. Ve yakında ateşi alevli cehenneme yaslanacaklardır. [Nisâ/1-10]

151De ki: "Geliniz, Rabbinizin size neleri tabulaştırdığını; dokunulmaz kıldığını okuyayım:

‘Kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızı,

ana babaya iyilik yapmanızı- güzel davranmanızı,

fakirlik endişesiyle /fakirleştiriliriz korkusuyla çocuklarınızı öldürmemenizi, - Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz.-

kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmamanızı,

haksız yere, Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmemenizi, -İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.-

152Yetimin malına da yaklaşmamanızı, -Yalnız erginlik çağına erişinceye kadar en güzel biçimde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz.-

ölçüyü, tartıyı hakkaniyetle tastamam yapmanızı, -Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile; kapasitesi dışındaki bir şeyle yükümlü tutmayız.-

söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olmanızı

ve Allah'a verdiğiniz sözü tastamam tutmanızı.’ -İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye Allah’ın size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.-" [En‘âm/152]

17-20Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Doğrusu siz, yetimi, üstün-saygın bir şekilde yetiştirmiyorsunuz. Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi özendirmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına! [Fecr/17-20]

Ve Duhâ/6-11, Mâûn/1-3, Bakara/219-220.

83. âyette bir de,
insanlara güzelliği söyleyiniz buyurulmuştur. Zira iyi, güzel ve faydalı sözler çekici, kötü sözler ise iticidir. Kötülüğün panzehiri, iyiliktir. Çünkü hakk gelince bâtıl zâil olur.

Bu, eğitimcilerin, toplum için yararlı işler yapmaya gayret edenlerin dikkat etmek zorunda oldukları ilk ilkelerden biridir. Nitekim Yüce Allah ilk vahiylerden itibaren bu hususta uyarılarda bulunmuştur:

148Allah, haksızlığa uğrayanların dışında, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Ve Allah, en iyi işiten, en iyi bilendir. [Nisâ/148]

43Her ikiniz gidin Firavun'a. Şüphesiz o azdı. 44Sonra ona öğüt alması ve saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürpermesi için yumuşak söz söyleyin." [Tâ-Hâ/43-44]

33,34Ve Allah'a çağırıp/yakarıp sâlihi işleyen ve "Ben, Müslümanlardanım" diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır? Ve güzellikle çirkinlik/iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel şeyle sav. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir yakın'dır. [Fussilet/33-34]

114Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı oluştur-ayakta tut], çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür. [Hûd/114]

84. âyette,
Hani Biz, sizin mîsâkınızı almıştık; kanlarınızı dökmeyeceksiniz, kendilerinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız. Sonra siz tanıklık ederek ikrar verdiniz. Sonra, siz, işte, o kimselersiniz; nefislerinizi öldürüyorsunuz ve sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onların aleyhinden günah ve düşmanlıkta yardımlaşıyorsunuz. Eğer onlar size esir olarak gelirlerse de onlar için fidyeleşirsiniz. Hâlbuki o; onların çıkarılmaları size harâmlaştırılmıştır ifadeleriyle kasdedilenler, Rasûlullah'ın Medîne'de muhatap olduğu İsrâîloğulları, Evs ve Hazrec kabileleridir. Bunlar, İslâm'ı kabul etmeden bir süre önce bu durumdaydılar:

Şöyle ki: Evs ile Hazrec kabileleri putlara tapıyorlardı. Aralarında, başka Arap kabileleri arasında görülmemiş derecede bir düşmanlık vardı.

Üç kabileden oluşmuş Medîne Yahûdileri de bu iki kabileden birinin müttefiki idiler. Yahûdi kabilelerinden Kaynukaoğulları ile Nadîroğulları Hazrec kabilesinin, Kurayzaoğulları ise Evs kabilesinin müttefiki idiler. Bu iki kabile arasında savaş çıkınca Yahûdi kabileleri de müttefikleri olan kabilenin yanında savaşa katılıyor, karşı tarafla vuruşuyorlar; karşı tarafta yer alan ırkdaşları ve dindaşları olan Yahûdileri öldürdükleri de oluyordu. Oysa, Allah'ın kendilerinden aldığı mîsâka göre birbirlerini öldürmeleri yasaktı.

Yine kendi müttefikleri savaşta gâlip gelince karşı taraftaki ırkdaşlarını-dindaşlarını yurtlarından sürüyor, mallarını yağmalıyor ve esir alıyorlardı. Oysa bunların tümü Allah'a vermiş oldukları söz gereğince yasaktı. Bir süre sonra savaşın etkileri yok olmaya yüz tutunca fidye karşılığında esirleri kurtarmaya girişiyorlar, bu aşamada gerek karşı tarafta savaşmış ırkdaşlarının-dindaşlarının gerek müttefiklerinin, gerekse de müttefiklerinin düşmanı olan Arap kabilesinin elindeki esirleri serbest bıraktırıyorlardı. Bunu Tevrât'ın şu hükmünün gereğini yerine getirmek için yapıyorlardı: "Nerede İsrâîloğulları'ndan bir köleye rastlarsan onu satın alıp azat etmelisin." [Seyyid Kutub, fî-Zılâli'l-Kur’ân.]

Bu durumlarına değinildikten sonra Medîneli Yahûdilere,
Peki, siz Kitab'ın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şu hâlde içinizden böyle yapanların alacağı karşılık dünya hayatında bir rüsvaylıktan başka nedir? Kıyâmet günü de azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gâfil [duyarsız] değildir denilerek uyarı ve tehdit yöneltilmiştir. Bu tehdidi başka âyetlerde de görüyoruz:

150,151Allah'a ve elçilerine inanmayarak küfreden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden, "Biz, bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız" diyerek Allah ve Elçisi'nin arasını ayırmayı isteyen ve böylece imanla küfür; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetme arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler; işte onlar, kâfirlerin; gerçek Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin ta kendileridir. Ve Biz, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimselere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. [Nisâ/150-151]

Bu âyetlerde, Allah'ın kitabının bir kısmına inanan bir kısmına inanmayan; bir kısmını uygulayan, bir kısmını uygulamayan tüm insanlara uyarı ve tehdit yöneltilmektedir.

86. âyette ise onlara, İşte onlar, âhiret karşılığında basit yaşamı satın almış kimselerdir denilerek, dünya hayatının, âhirete tercih edilmesi yanılgısına vurgu yapılmıştır. Kur’ân'da, insanları bu yanılgıdan kurtarmaya yönelik yüzlerce âyet vardır. Konumuz olan âyetteki ifade, daha evvel 16. âyette ikiyüzlüler için kullanılmıştı:

16İşte onlar, doğru yol karşılığında sapıklığı satın alan kimselerdir de onların ticaretleri kâr etmedi ve onlar kılavuzlandıkları doğru yolu bulan kimseler olmadılar. [Bakara/16]
87) Ve andolsun ki Mûsâ'ya Kitab'ı verdik. Ve o'ndan sonra birbiri ardı sıra elçiler gönderdik. Meryem oğlu Îsâ'ya da açık açık deliller verdik ve kendisini Allah'ın vahyi ile güçlendirdik. Peki siz, bir elçinin size, nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirdiği her seferinde büyüklük tasladınız mı?! Sonra da bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürüyorsunuz.
88) Ve onlar, "Bizim kalplerimiz kılıflıdır/hiçbir şey işlemez" dediler. Aksine; Allah, gerçeği bilerek reddetmelerinden dolayı onları dışlamış/rahmetinden mahrum bırakmıştır. Bundan dolayı pek azı iman eder!
89) Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olan Kur'an'a muhalif olmayan şeyleri doğrulayan bir kitap; Kur'an gelince de -ki bunlar daha önceleri kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimselere karşı zafer kazanmak istemişlerdi de o tanıdıkları kendilerine gelmişti- onu kendileri örttüler. Artık Allah'ın dışlaması/rahmetinden mahrum bırakması, Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini örtenler üzerinedir.
90) Onların, kendilerini karşılığında sattıkları şey; Allah'ın kullarından dilediğine Kendi armağanlarından indirmesini kıskanarak, Allah'ın indirdiği şeyleri; Kur'an'ı bilerek reddetmeleri ne çirkindir! İşte bu yüzden hoşnutsuzluk üstüne hoşnutsuzluğa uğradılar. Küçültücü azap da yalnızca gerçekleri bilerek reddedenler içindir.
91) Ve onlara, "Allah'ın indirdiğine iman edin" denildiği zaman; onlar, "Biz, kendimize indirilene iman ederiz" dediler. Ve onlar, Allah'ın indirdiği, kendilerinin beraberindeki olan şeyi doğrulayan bir hak olmasına rağmen, kendilerine indirilenlerden ötesini bilerek reddedip atıyorlar. De ki: "Peki eğer mü'minler idiyseniz, niçin daha önce Allah'ın peygamberleri ile savaşıyorsunuz?"
92) Ve andolsun ki Mûsâ size açık-seçik kanıtlarla gelmişti. Sonra siz, kendi benliğinize haksızlık eden kimseler olarak arkasından, "altın"ı ilâhlaştırdınız.
93) Ve hani Biz sizden, "Size verdiğimiz Kitab'ı kuvvetlice alın ve dinleyin" diye sağlam söz almış ve sizin üstününüzü/seçkininiz Mûsâ'yı en kutlu aşamaya (elçilik makamına) yükseltmiştik. Demişlerdi ki: "Dinledik ve isyan ettik/iyice sarıldık." Ve gerçeği bilerek reddetmeleri yüzünden altının ilâhlığı kalplerine içirilmişti. De ki: "Eğer inananlar iseniz, inancınızın size emrettiği şey ne çirkindir!"[#336]
Bu ayet grubunda Medîne'deki Yahudilere hitap edilerek, İsrâîloğulları'nın geçmişten beri Elçilik müessesesine bakışları ve birçok olumsuz özellikleri ortaya konulmuştur.

Allah Mûsâ Peygamberden sonra da İsrâîloğulları'na birbiri ardına birçok Elçi göndermiştir. Ama her seferinde onlar, Elçilerin getirdiği mesajlar hoşlarına gitmediğinden büyüklük taslamışlar; Elçilerin bir kısmını yalanlamış, bir kısmını da öldürmüşlerdir.

Kendilerine iletilen mesajlar karşısında,
Bizim kalplerimiz kılıflıdır [örtülüdür, bize bir şey işlemez] deyip anlamazlıktan gelerek bir kenara çekilmişlerdir.

Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı tasdik eden Kur'ân gelince de onu inkâr ettiler. Onlara, "
Allah'ın indirdiğine iman edin" denildiği zaman, onlar "Biz, kendimize indirilene iman ederiz" dediler. Ama bu dedikleri de yalandır. Öyle olsa hiç Elçileri öldürürler miydi?

Kur'ân'ı inkâr etme gerekçeleri, hasettir. Aslında onlar, bir Peygamberin gelmesini çok istiyor ve bekliyorlar; hatta bu sayede zafer kazanacaklarını ümit ediyorlardı.

Mûsâ Peygamber açık kanıtlarla gelmesine rağmen, yine altına tapmaktan vazgeçmemişler, azapla yüz yüze iken bile sahtekârlık yapmışlar; Tûr'da ölüm tehlikesi altında kendilerinden söz alınırken bile, Dinledik ve isyan ettik/iyice sarıldık diyerek cinaslı söz kullanıp hainliklerini ortaya koymuşlardı. İşte bu yüzden de İsrâîloğulları Allah’ın hoşnutsuzluğu üstüne hoşnutsuzluğa uğramışlardı.

Bu Âyetlerde, bir yandan İsrâîloğulları'nın geçmişi bildiriliyor, diğer yandan da tüm insanlığa bu kavimle ilgili ihtiyatlı olmaları mesajı veriliyor. Zira altın-çıkar tutkusu onların kalplerine işlemiştir.

87. Âyette zikredilen Mûsâ Peygamberden sonra gelen Elçiler, Kur'ân ve Kitab-ı Mukaddes
'e göre Yûşâ, İsmâîl, Sem'un, Dâvûd, Süleymân, İşaya, Ermiya, Uzeyr, Hezekyal, İlyâs, Elyesâ, Yûnus, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ ve Muhammed Peygamberlerdir.

Yine 87. Âyetteki, Meryem oğlu Îsâ'ya da açık-açık deliller verdik ve kendisini Rûhu'l-Kudüs ile destekledik ibaresinde geçen Rûhu'l-Kudüs, "Allah'ın vahyi/İncîl"dir. Meryem Sûresinde, "Rûh, Rûhu'l-Kudüs ve Cebrâîl"le ilgili geniş bilgi verilmişti.

İsrâîloğulları'nın kendilerine gelen Elçilere yaptıkları muamele, 61. Âyette yer almış ve detayı orada sunulmuştu. Kitab-ı Mukaddes'e göre de İsrâîloğulları'nın tarihi, öldürme ve eziyet olayları ile doludur.
II. Târihler, 16: 1–14; I. Krallar, 19: 1–10; I. Krallar, 22: 26–27; II. Târihler, 24: 20–21; Yeremya, 15: 10; Yeremya, 18: 20–23; Yeremya, 20: 1–18; Yeremya, 20: 36–40; Matta, 23: 37; Markos, 6: 17–29; Matta, 27: 22–26.

Not 1:

Resmi Mushaf’ta Nisa suresinin 155-158. ayetlerinin, teknik ve anlam bilgisi gereği Bakara/88. ayetin devamı olduğu kanaatindeyim. Hatta Nisa/159. ayetin de normal yeri resmi Mushaf’taki yeri olmayıp 166. ayetin devamıdır. Mushaf tertip eden heyetin gaflet, dalalet ve hatta hıyanetleri sonucu malum tertip yapılmıştır. Ve böylece Kur’an’da tutarsızlık oluşturulmaya çalışılmıştır.

Bakara 87 ve 88. ayetler ile Nisa/153- 162. ayetlerin konuları ve teknik özellikleri birbirine benzemektedir. Bundan istifade edilerek bu bozuntu sağlanmıştır.

Her akıllı insan fark eder ki, Yahudilerin İsa’yı öldürdük demeleri, Meryem’e iftira atmaları İsa peygamber ile Meryem’in hayatta oldukları yıllarda yapılmıştır. Resmi Mushaf’ın tertibine göre ise İsrailoğullarından bu suçları nedeniyle de ağır bir misak alındığı anlaşılmaktadır. Halbuki İsrailoğullarından alınan misak başta Musa peygamber olmak üzere diğer İsrailoğulları peygamberleri aracılığıyla olmuştur. Meryem’e yaptıkları iftira ve İsa için söyledikleri yalan yüzünden asırlar öncesinden İsrailoğullarından misak alınmasının, onlara ağır görevler verilmesinin herhangi bir mantığı yoktur.

155. ayetin başındaki "فَبِمَا نَقْضِهِم مِّيثَاقَهُمْ febima nakzıhim miysagahüm" ifadesinin başındaki " fe" edatı, Bakara/88’de konu edilen lanetlemenin tafsiline; detaylandırılmasına (Zikr-i Tertib) yöneliktir. Nisa/160. ayetin başındaki "febi zulmin" ifadesinin başındaki "fe" edatı da Nisa/164. ayette konu edilen "ağır söz; misakın tafsiline; detaylandırılmasına (Zikr-i Tertib) yöneliktir.

Mushaf’taki bu yanlış tertip nedeniyle, Razi, Kurtubi, İbn-i kesir gibi klasik tefsirlerde de hem ayetlerdeki " فَبِمَا نَقْضِهِم febima nakzıhim", بِكُفْرِهِمْ biküfrihim", " فَبِظُلْمٍ febizulmin" ifadelerinin başındaki "be" harfi cerlerinin müteallakı tespit edilmemiş hem de cümlelerin ana yüklemi hep uydurularak gelmiştir. Ayrıca ayetlerdeki birçok edat yok sayılmıştır.

Not 2:

Ayette lanetlendiği bildirilen kişiler, o günden bugüne tüm İsrail soyu (Yahudiler) değildir. Bunlar, kendi sözlerini bozan, Allah'ın ayetlerine inanmayan, peygamberleri haksız yere öldüren, "Kalplerimiz kılıflıdır/bize bir şey işlemez" diyen, Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayan, Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söyleyen ve "Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük" diyen kişilerdir. Bunların soyunun herhangi bir suçu yoktur. Rabbimizin onlarca ayetlerindeki beyanlarına göre kişi başkasının günahından sorumlu değildir.

Bu pasajda Yahûdilerin densizlikleri anlatılırken, konu Îsâ ile ilgili eksik ve yanlış bilgilere getirilerek, Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; "Allah, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük" demeleri nedeniyle Allah onları dışlamış/rahmetinden mahrum bırakmıştır. Oysa o'nu öldürmediler ve ve o’na sert davranmadılar. Ama onlara, o, benzetildi. Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şekk [yetersiz bilgi] içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah o'nu Kendine yükseltti [derecesini artırdı] buyurulmuş; Îsâ'nın onlar tarafından öldürülmediği, asılmadığı, Îsâ'nın benzetildiği, Allah'ın Îsâ'yı Kendisine yükselttiği beyân edilmiştir.

Âyette üzerinde durulması gereken nokta,
Ama onlara o, benzetildi ifadesidir. Burada Îsâ'nın bir şeye benzetildiği söylenmekte, ama neye benzetildiği bildirilmemektedir. Îsâ'nın neye benzetildiğini Rasûlullah ve ashâbının kesin olarak bildikleri kanaatini taşıyoruz. Âl-i İmrân sûresi'ndeki âyetlerin delâletiyle bunun anlaşılabileceğini düşünüyoruz. O nedenle Âl-i İmrân sûresi'ndeki şu pasajı tahlillerimizle birlikte sunuyoruz:

52,53Sonra Îsâ, onlardan küfrü: Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmeyi sezince: "Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?" dedi. Havariler: "Allah'ın yardımcıları biziz, biz Allah'a iman ettik, bizim şüphesiz müslimler olduğumuza tanık ol. –Rabbimiz! Biz, senin indirdiğine iman ettik, elçiye de uyduk. Artık bizi şâhitlerle beraber yaz"– dediler.

54Ve inanmayanlar kötü plân yaptılar, Allah da onların kötü plânlarını boşa çıkardı. Ve Allah, kötü plânları boşa çıkaranların en hayırlısıdır.

55-57Hani Allah: "Ey Îsâ! Şüphesiz ki Ben seni geçmişte yaptıklarını ve yapman gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırıcıyım/öldürücüyüm, seni Kendime yükselticiyim ve seni kâfirlerden; Benim ilâhlığımı ve rabliğimi bilerek reddeden kimselerden temizleyiciyim. Ve de sana uyan kimseleri, kıyâmete kadar kâfirlerin; Benim ilâhlığımı, rabliğimi bilerek reddeden o kişilerin üstünde tutucuyum. Sonra dönüşünüz yalnızca Bana'dır. Sonra da ayrılığa düştüğünüz şeylerde aranızda hükmedeceğim. Kâfirlere; Benim ilâhlığımı ve rabliğimi bilerek reddeden şu kimselere gelince de, onlara dünyada ve âhirette şiddetli bir azapla azap edeceğim. Onlar için yardımcılardan bir şey de olmayacaktır. İman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimselere gelince de, Allah, onların ödüllerini tastamam ödeyecektir. Ve Allah, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları sevmez" demişti.

58İşte bu, Biz bunu sana, âyetlerden ve yasalar içeren hatırlatmalardan/öğütlerden/Kur’ân'dan okuyoruz. [Âl-i İmrân/52-58]

Bu âyetlerde Îsâ peygamberin hayatından bir kesit nakledilerek Hristiyanların, özellikle de Necrân heyetinin, Îsâ'nın ilâhlığı ile ilgili sapık inançları reddedilmekte; ayrıca Rasûlullah da motive edilmektedir. Âyette verilen bilgiler şöyle özetlenebilir: Îsâ, inkârcıların düşmanlığını sezer. Yakın çevresine, "Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?" diye sorar. Havariler, "Allah'ın yardımcıları biziz; biz, Allah'a iman ettik, bizim şüphesiz müslimler olduğumuza tanık ol" diye Îsâ'ya teminat verirler ve "Rabbimiz! Biz senin indirdiğine iman ettik, Elçi'ye de uyduk. Artık bizi şâhitlerle beraber yaz" diyerek Allah'a niyazda bulunurlar. Yani, Allah yolunda ölmeyi, şehid olmayı göze alırlar.

Bu safha başka bir âyette şöyle nakledilir:

14Ey iman etmiş kişiler! Allah'ın yardımcıları olun; nitekim Meryem oğlu Îsâ, havarilere: "Allah'a benim yardımcılarım kimdir?" demişti. Havariler: "Allah'ın yardımcıları biziz" dediler. Sonra İsrâîloğulları'ndan bir zümre inandı, bir zümre inanmadı. Sonra da Biz, inanmış kimseleri, düşmanlarına karşı güçlendirdik de onlar üstün geldiler. [Saff/14]

Bu arada kinci Yahûdiler Îsâ'yı ortadan kaldırmak için plan kurmakta, Allah da plan kurmaktadır [onların planını boşa çıkaracak olayları yaratmaktadır]. Ayrıca Îsâ'ya,
Ey Îsâ! Şüphesiz ki Ben seni vefatettiriciyim, seni Kendime yükselticiyim ve seni inkârcılardan temizleyiciyim. Ve de sana uyan kimseleri, kıyâmete kadar o küfretmiş olan kişilerin üstünde tutucuyum. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır. Sonra da ayrılığa düştüğünüz şeylerde aranızda hükmedeceğim. Şu inkâr eden kimselere gelince de, onlara dünyada ve âhirette şiddetli bir azapla azap edeceğim. Onlar için yardımcılardan bir şey de olmayacaktır. İman eden ve sâlihâtı işleyen kimselere gelince de, O [Allah], onların ödüllerini tastamam ödeyecektir. Ve Allah, zâlimleri sevmez diye güvence vermektedir. Yani, bu sırada Îsâ ölmeyecektir. Onun daha yapacağı işler vardır.

Geçmişe ait verilen bu bilgilerle, Rasûlullah'a da güvence verilmekte; o'na zımnen, "Senin de yapacağın işler vardır" denilmektedir.

Al-i Imran 54. âyetteki,
Allah da kötü plan yaptı [onların kötü planlarını boşa çıkardı]. Ve Allah, plancıların [kötü planları boşa çıkaranların] en hayırlısıdır ifadesi, yukarıdaki Nisâ/155- 158. ayetlerde açığa kavuşturulmaktadır:

Âyetteki, Oysa o'nu öldürmediler ve o’na sert davranmadılar. Ama onlara o, benzetildi ifadesinden anlaşıldığına göre, havarilerden biri, Îsâ rolünü üstlenip, Allah yolunda şehid olmuştur.

Kurtubî’nin nakline göre bu konuyu ed-Dahhâk şöyle izah etmiştir:

Hz. Îsâ'yı öldürmek istediklerinde, havariler 12 kişi oldukları hâlde bir odada toplandılar. Hz. Îsâ, odanın havalandırma deliğinden yanlarına geldi. İblis de Yahûdi topluluklarını durumdan haberdar edince 4.000 kişi bineklerine bindiler ve odanın kapısını tuttular. Hz. Mesih havarilere, "Hanginiz cennette benimle birlikte olmak karşılığında ölümü göze alabilir?" dedi. Onlardan birisi, "Ben ey Allah'ın Peygamberi" dedi. Bunun üzerine Hz. Îsâ yünden yapılmış abasını ve yünden bir sarığı üzerine attı, sopasını ona teslim etti. Bu kişi Hz. Îsâ'nın sûretine benzetildi. Yahûdilere karşı çıkınca onu öldürdüler, daha sonra çarmıha gerdiler.

Merhum Râzî ise şu açıklamaları yapar:

Hz. Îsâ'yı Öldürmek İsteyenin, Ona Benzetilerek Öldürülmesi:

"Allah Teâlâ, Hz. Îsâ'nın (a.s) şeklini, başka bir insana vermiştir." Bu izaha göre değişik açıklamalar yapılmıştır:

a) Yahûdiler, Hz. Îsâ'nın (a.s), arkadaşları [havarileri] ile birlikte falancanın evinde olduğunu öğrenince, Yahûdilerin reisi olan Yahuda, avânesinden Taytâyus isminde bir adama, o'nun yanına girip öldürmek için o'nu evden çıkarmasını emretmişti. Bu adam Hz. Îsâ'nın yanına girince, Cenâb-ı Allah Hz. Îsâ'yı (a.s), evin tavanından göğe yükseltmiş ve Taytâyus'a, Hz. Îsâ'nın şeklini vermiş. Binâenaleyh Yahûdiler, onu Hz. Îsâ zannederek çarmıha germiş ve öldürmüşlerdir.

b)
Yahûdiler, Hz. Îsâ'yı (a.s) takip için bir adam görevlendirdiler. Hz. Îsâ (a.s) dağa çıktı ve oradan göğe yükseltildi. Hakk Teâlâ, o gözetleyici adama Hz. Îsâ'nın şeklini verdi ve Yahûdiler onu, "Ben, Îsâ değilim" dediği hâlde, öldürdüler.

c) Yahûdiler, Hz. Îsâ'yı yakalamayı kafalarına koymuşlardı. Hz. Îsâ'nın yanında on havârisi vardı. Hz. Îsâ (a.s) onlara, "Kim, kendisine benim sûretim verilmesi karşılığında cenneti satın almak ister" dedi. İçlerinden birisi, "Ben..." dedi. İşte bunun üzerine, Allah Teâlâ, ona Hz. Îsâ'nın (a.s) şeklini verdi. O, evden çıkarılıp öldürüldü. Hz. Îsâ (a.s) da göğe kaldırıldı.

d) Hz. Îsâ'nın havarilerinden olduğunu iddia eden bir münâfık vardı. Bu münâfık, Yahûdilere gidip Hz. Îsâ'nın (a.s) yerini haber verdi. Bu adam, Yahûdilerle birlikte Hz. Îsâ'yı yakalamak için içeri girdiklerinde, Allah Teâlâ, Hz. Îsâ'nın şeklini o adama verdi. Böylece bu adam öldürüldü ve çarmıha gerildi.

İşte bütün bunlar, birbirine zıt olan ve birbirini nakzeden açıklamalardır. İşlerin hakikatini en iyi Allah bilir.

Âyette,
Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şekk [yetersiz bilgi] içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur buyurulmuştur, ki burada konu edilen anlaşmazlık, Yahûdiler ve Hristiyanların, "Eğer bu ölen Îsâ ise, bizim arkadaşımız nerede?", "Allah, gözümüzün önünde O'nu semâya yükselti", "Çarmıha gerilen kişi Îsâ idi, fakat çarmıhta ölmemişti ve çarmıhtan indirildiğinde yaşıyordu", "Îsâ çarmıhta öldü, daha sonra tekrar dirilip havarileri ile birçok kez buluşup konuştu" gibi gerçek dışı inançlara sahip olmalarıdır.

Burada,
peygamberleri hakksız yere öldürmeleri ifadesiyle konu edilen Yahûdilerin peygamber katilliği Bakara/91, Âl-i İmrân/112 ve 181 âyetlerinde de yer almış ve detaylı bilgi sunulmuştu.

Kur’ân âyetlerine dikkat edildiğinde, Îsâ peygamberin de her beşer gibi ölümlü olduğu ve öldüğü anlaşılır:

55-57Hani Allah: "Ey Îsâ! Şüphesiz ki Ben seni geçmişte yaptıklarını ve yapman gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırıcıyım/öldürücüyüm, seni Kendime yükselticiyim ve seni kâfirlerden; Benim ilâhlığımı ve rabliğimi bilerek reddeden kimselerden temizleyiciyim. Ve de sana uyan kimseleri, kıyâmete kadar kâfirlerin; Benim ilâhlığımı, rabliğimi bilerek reddeden o kişilerin üstünde tutucuyum. Sonra dönüşünüz yalnızca Bana'dır. Sonra da ayrılığa düştüğünüz şeylerde aranızda hükmedeceğim. Kâfirlere; Benim ilâhlığımı ve rabliğimi bilerek reddeden şu kimselere gelince de, onlara dünyada ve âhirette şiddetli bir azapla azap edeceğim. Onlar için yardımcılardan bir şey de olmayacaktır. İman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimselere gelince de, Allah, onların ödüllerini tastamam ödeyecektir. Ve Allah, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları sevmez" demişti. [Âl-i İmrân/55-57]

116-118Ve hani Allah demişti ki: "Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?" Îsâ: "Sen arınıksın, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen, bunu kesinlikle bilmiştin. Sen, benim içimde/özümde olanı bilirsin, ben ise Senin zatında olanı bilmem. Şüphesiz Sen; görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği en iyi bilenin ta kendisisin! Ben, onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben, içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen, beni vefat ettirdin; geçmişte yaptıklarımı ve yapmam gerekirken yapmadıklarımı bir bir hatırlattırdın/beni öldürdün, Sen, onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar, senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapanın ta kendisisin" dedi.

119Allah dedi ki: "Bu, doğru kimselere doğruluklarının yarar sağladığı gündür. Onlar için, içinde sonsuz kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler vardır." Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluştur. [Mâide/116-119]

29Bunun üzerine Meryem ona; doğum anında aşağısında bulunan kişiye; Zekeriyya’ya işaret etti, ondan gelişmeleri açıklamasını istedi. Zekeriyya, Meryem’in zina etmeden çocuğu doğurduğuna kefil olup çocuğun ma’bedde yetiştirilmesini istedi. Onlar, "Biz, yüksek mevkide olan kişiler, henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyleriz/yüksek mevkide olan kişiler henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyler?" dediler.

34İşte bu, hak söze göre, hakkında ihtilâf edip durdukları, "30Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni bir peygamber yaptı. 31Beni, ben nerede olursam olayım mübarek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe bana salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı] ve zekâtı/vergiyi yükümlülük olarak ulaştırdı. 32Ve beni, anneme iyi davranan bir kimse yaptı. Ve beni bir zorba, mutsuz biri yapmadı. 33Ve doğurulduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden diriltileceğim gün, selâm benim üzerimedir. 36Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde O'na kulluk edin, işte bu, dosdoğru yoldur" 34diyen Meryem oğlu Îsâ'dır. [Meryem/29-36]

ÎSÂ'NIN ALLAH'A YÜKSELTİLMESİ

Konumuz olan paragraftaki,
Aksine Allah o'nu Kendine yükseltti ve Seni Kendime yükselticiyim (Âl-i İmrân/55) ifadeleri, İslâm'ı, Peygamber'i ve Kur’ân'ı gözden düşürebilmek için, Allah'ın Îsâ'yı göğe, Kendi yanına çıkardığı şeklinde çarpıtılmış ve bu hususta epeyce menkıbe düzülmüştür. Hâlbuki, Allah'a gitmek, Allah'a yükselmek, bedensel olarak göğe çıkmak değildir. Bu ifadeler, Allah'ın derece yükseltmesine, değer vermesine, dünyada yüksek mevkilere çıkarmasına ve büyük ödüller ihsan etmesine işarettir. Zira, Allah'ın sıfatlarından biri de, "refi‘u'd-derecât'tır" [dereceleri yükselten'dir].

45-46Hani bir zaman haberci âyetler: "Ey Meryem! Allah seni, Kendisinden bir kelimeyle müjdeliyor. Onun adı, Meryem oğlu Îsâ Mesih'tir. Dünya ve âhirette saygındır. Ve O, yaklaştırılanlardan ve sâlihlerdendir. Yüksek mevkide bulunarak ve yetişkin biri olarak insanlarla konuşacaktır da. 48Ve Allah, O'na kitabı, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri ve Tevrât ile İncîl'i öğretecek. [Âl-i İmrân/46]

110Hani Allah demişti ki: "Ey Meryem oğlu Îsâ! Senin üzerinde ve annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben, seni Allah'ın vahyi ile güçlendirmiştim. Yüksek mevkide olan biri olarak ve yetişkin biri olarak insanlara konuşuyordun. Hani sana Kitabı, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri, Tevrât'ı ve İncîl'i öğretmiştim.

Hani Benim iznimle/bilgimle çamurdan; kilden (seramikten) kuş şekli gibi bir şey (Buhurdan) yapıyordun. Sonra da onun içine üflüyordun; aerosol oluşturuyordun, onlar da (hastalık yayan; aşılayan haşereler) Benim iznimle kuş oluveriyordu/çabucak gidiyorlardı. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle/bilgimle iyileştiriyordun. Yine Benim iznimle/bilgimle sosyal ölüleri çıkarıyordun/canlandırıyordun. Ve hani İsrâîloğulları'na apaçık kanıtlarla gelip de onlardan Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayanların: "Bu, ancak apaçık bir sihirdir" dedikleri zaman seni onlardan korumuştum. [Mâide/110]

14-16De ki, "Dinimi yalnız Kendisine arındırarak Allah'a kulluk ediyorum. Buna rağmen siz, O'nun astlarından dilediğinize kulluk yapınız." De ki: "Şüphesiz asıl kaybedenler, kıyâmet gününde kendilerini ve ailelerini ve yakınlarını kayba uğratanlardır." –Dikkatli olun! İşte bu, apaçık bir kaybın ta kendisidir. Onların üstlerinden ateşten tabakalar, altlarından da tabakalar vardır. İşte Allah, kullarını bununla korkutuyor: Ey kullarım! Benimkorumam altına girin.– [Zümer/15]

Ayrıca şu âyet, bu konunun doğru anlaşılması için yeterli bir ipucu sunmaktadır:

176Ve eğer Biz, dileseydik onu o âyetlerle yüceltirdik, ama o alçaklığa saplandı kaldı ve tutkusuna uydu. Artık onun durumu, üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumuna benzer. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. O nedenle sen iyice düşünsünler diye bu kıssayı iyice anlat. [A‘râf/176]

A‘râf/176'daki,
Eğer Biz, dileseydik onu o âyetlerle yüceltirdik ifadesine göre Allah, lâyık olan herkesi Kendisine yükseltecektir. Burada konu edilen yükselme, fizikî anlamda bir yükselme değil, "mükemmel bir iman ve sâlihât işlemek sûretiyle manevî bir yükselme"dir. Çünkü Allah böylelerini iliyyîn'e [yüceler yücesine] yükseltmektedir:

18-21Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! "Ebrar"ın/iyi adamların kaydı, kesinlikle Illıyyin'dedir. –Illıyyin'in ne olduğunu sana ne bildirdi? Yaklaştırılmışların tanık olduğu rakamlanmış/yazılmış bir kayıttır!– [Mutaffifîn/18-21]

56Ve Kitap'ta İdris'i an/hatırlat. Şüphesiz O, özü-sözü doğru biriydi, bir peygamberdi. 57Ve Biz O'nu yüce bir mekâna yükselttik. [Meryem/56-57]

Evet, Îsâ peygamber Yahûdilerce çarmıha gerilerek öldürülmemiştir. O başka bir zaman başka bir yerde ölmüştür. Hatta Kur’an’a (Ra’d/38) göre eş ve çor çocuk sahibi de olmuştur. Yeri ve zamanı hakkında bir bilgimiz yoktur.

2) Ölümle burun buruna iken bile hainlik edebilecekleridir ki bu husus bu pasajda şöyle ifade edilmiştir:

Ve hani sizden mîsâk almışve sizin üstününüzü/seçkininiz Mûsâ'yı Tûr'a yükseltmiştik/çıkarmıştık: 'Size verdiğimizi [Kitab'ı] kuvvetlice alın ve dinleyin.' Demişlerdi ki: 'Dinledik ve isyan ettik/iyice sarıldık.'

Bu Âyetin bir benzeri de Nisâ Sûresinde yer almaktadır:

46Yahudileşmişlerden bir kısmı kelimelerin yerlerini/öz anlamlarını değiştirirler, dillerini eğerek-bükerek ve dine saldırarak Peygamber'e karşı, "İşittik ve karşı geldik/iyice sarıldık", "Dinle, dinlemez olası", "raina" [güdüşelim, bizim çobanımız] derler. Eğer onlar, "İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet" deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha sağlam/doğru olacaktı; fakat bile bile gerçeği kabul etmemeleri sebebiyle Allah, onları dışlayıp gözden çıkarmıştır. Artık pek az inanırlar. [Nisâ: 46]

93. ayetin ""Size verdiğimizi [Kitab'ı] kuvvetlice alın ve dinleyin" diye sağlam söz almış ve sizin Üstünüzü; seçkininizi (Musa’yı) Tûr'a yükseltmiştik; çıkarmıştık " bölümü ile ilgili daha evvel 63. ayetin tahlilinde açıklama yapılmıştı.

93. Âyetin orijinalindeki عصينا
- 'asaynâ fiili, genellikle "isyan ettik" diye çevrilir. Oysaki İsrâîloğulları'nın ölümle burun buruna oldukları bir zamanda böyle demeleri uzak bir ihtimaldir.

عصينا - 'asaynâ sözcüğünün kökü, عصى'dır - 'asy'dır. 'Asâ baston, değnek sözcüğünün etimolojisi incelendiğinde şu bilgilere ulaşıyoruz:

عصى'nın 'asâ'nın aslı, "toplanma ve uyuşma/kaynaşma" demektir. Esmâî, bazı Basralılardan şöyle nakleder: "Asâ'ya, 'asâ denilmesinin nedeni, elin ve parmakların, o nesnenin üzerinde toplanmalarıdır. Bu söz Arapların, "toplumu hayra topladım, şerre topladım" deyimlerinden alınmıştır." [ Lisânu'l-Arab; c.6, s.292–293.]

Öyleyse sözcük, عصى
- 'asy mastarından alındığında "sıkıca sarılmak", عصيان - 'ısyân mastarından alındığında "asi olmak, başkaldırmak" anlamına gelir.

Bu Âyet, Nisâ Sûresinin 46. Âyetinin delâletiyle değerlendirilecek olursa, bu hain toplumun sesteş sözcük kullanarak insanları aldattıkları anlaşılır.
94) De ki: "Allah yanında 'son yurt', özellikle insanlardan seviyesiz olan sizler için ise, eğer doğrulardan iseniz haydi hemen ölümü temenni ediniz."
95) Hâlbuki elleriyle işledikleri yüzünden ölümü sonsuz olarak temenni etmezler. Allah ise kendi benliklerine haksızlık eden o kimseleri çok iyi bilendir.
96) Ve sen, kesinlikle onları, insanların yaşamaya en hırslısı, Allah'ın ortağı olduğunu kabul etmiş olan kimselerden de daha hırslı bulacaksın. Onların her biri bin sene ömürlendirilmeyi arzular; oysa ömürlenmek/çok uzun yaşamak kendisini azaptan uzaklaştırıcı değildir. Allah, onların yapmakta oldukları şeyleri çok iyi görücüdür.
Bu âyet grubunda, sapık inançları ortaya konan Yahûdilere birtakım sorular yöneltilmiş, böylece yanlış inançtan doğru inanca dönmeleri istenmiştir.

94-95. âyette, "son yurdun/cennetin" sadece kendilerine ait olduğunu iddia Yahûdilere, kendilerinin diğer insanlardan seviyesiz oldukları vurgulanıp, böyle olmalarına rağmen "Madem son yurt sadece size aittir, öyleyse haydi ölümü temenni edin, ölün de cennete kavuşun" teklifinde bulunulmakta; ardından da, işledikleri suçların cezası ve yaşama hırsı sebebiyle ölümü asla temenni etmedikleri, aksine binlerce sene yaşamak istedikleri bildiriliyor. Sonra da onlara, Allah'ın, zâlimleri çok iyi bildiği ve gördüğü; ne kadar uzun yaşarlarsa yaşasınlar, uzun ömrün kendilerini azaptan kurtaramayacağı ihtar ediliyor.

Yahûdilerin söz konusu kuruntuları başka âyetlerde de dile getirilmiştir:

* Bir de inananları Yahûdileştirmek, Hristiyanlaştırmak isteyenler, "Yahûdi ve Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek" dediler. Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: "Eğer doğru kimseler iseniz, delilinizi getirin." Hayır, aksine kim iyileştiren-güzelleştiren biri olarak kendisini Allah için islâmlaştırırsa, işte onun, Rabbi katında ödülü vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de. [Bakara/111-112]

* De ki: "Ey Yahudileşmiş kimseler! Eğer insanlar arasında yalnız kendinizin, Allah'ın yakınları/yardımcıları olduğuna inanıyorsanız, eğer doğru kimseler iseniz hemen ölümü isteyin." Oysa onlar, ellerinin önden gönderdiği şeyler/işledikleri suçlar yüzünden, ölümü asla istemezler. Ve Allah, yanlış; kendi zararlarına iş yapanları çok iyi bilendir. [Cuma/6-7]

* Ve Yahudiler, Hristiyanlar, "Biz, Allah'ın oğullarıyız ve O'nun sevgilileriyiz" dediler. De ki: "Madem öyle niçin günahlarınız sebebiyle Allah size azap ediyor?" Tam tersi, siz, O'nun oluşturduklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin sahipliği, yönetimi de Allah'ındır. Dönüş de yalnızca O'nadır. [Mâide/18]
99) Ve andolsun ki Biz, sana açık açık âyetler indirdik. Bunları da hak yoldan çıkanlardan başkası bilerek reddedip görmezlikten gelmez.
100) Hak yoldan çıkanlar, ne zaman bir ahit üzerine antlaşma yapsalar, onlardan bir grup onu atıvermedi mi? Aslında onların çoğu iman etmiyorlar.
101) Ve ne zaman Allah tarafından onlara, yanlarındaki Kur'an'a muhalif olmayan şeyleri tasdik edici bir elçi geldi, daha önce kendilerine Kitap verilen kimselerden bir grup, sanki bilmezlermiş gibi Allah'ın kitabını sırtlarının arkasına attılar.
Bu âyetlerde, Yahûdilere uyarı sadedinde Rasûlullah'a hitap edilerek onların durumları bildirilmekte ve düşüncesizce davranmaları sebebiyle onlar kınanmakta; kendilerine gelen apaçık kitabı/Kur’ân'ı inkâr etmekle, yaptıkları antlaşmaları bozmakla suçlanıp fâsıklıkla itham edilmektedirler. Ayrıca, kendi kitaplarını tasdik eden bir Elçi'yi, içlerinden bir grubun görmezden gelerek kitabı sırtlarının arkasına attıkları da bildirilmektedir.

Bu âyetler ya bir sual-i mukaddere cevaptır ya da Rasûlullah ile Yahûdiler arasında geçmiş bir olay nedeni ile inmiştir.

Klasik kaynaklarda bu âyetlerin nüzûl sebebi hakkında şöyle denilmektedir:

Bu, İbn Suriya'ya verilen cevaptır. O Rasûlullah'a (s.a), "Yâ Muhammed! Sen bize bildiğimiz bir şey getirmedin. Allah sana apaçık bir âyet [mucize] indirmedi ki o âyet sebebiyle biz de sana uyalım" deyince Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. Bunu Taberî nakletmektedir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân; Taberî.]

Bu paragrafta konu edilen ahidler, Rasûlullah ile Medîneli Yahûdiler arasında yapılan ve Yahûdiler tarafından bozulan ahidlerdir; Kurayza ve Nadîroğulları'nın yaptıkları gibi. Bu ahdin bozulmasına başka sûrede de değinilmiştir:

* Şüphesiz, Allah katında canlıların en kötüsü, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedip de iman etmeyen kimseler; kendileriyle antlaşma yaptığın hâlde her defasında antlaşmalarını bozan kimselerdir. Onlar Allah'ın koruması altına girmezler. [Enfâl/55-56]
97,98) De ki: "Kim Cibrîl'e/Kur'ân'a düşmansa, öfkesinden, kıskançlığından çatlasın, gebersin. -Şüphesiz Allah Cibrîl'i/Kur'ân'ı, Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakileri/içindekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine indirmiştir. Ki onlar işte bundan dolayı düşman kesilmişlerdir.- Kim ki Allah'a, meleklerine, elçilerine; hele hele Cibrîl'e/Kur'ân'a, Mîkâl'e/Elçi Muhammed'e[#337] düşman ise, üzüntüsünden, kahrından ölsün." -Şüphesiz işte bu yüzden, Allah da kâfirlere; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenlere düşmandır.-
Bu âyetlerde yine Rasûlullah'ın çağdaşı Yahûdilere hitap edilerek yanlış inançlarını değiştirmeleri istenmiştir.

Ayetlerin teknik yapıları

Arap edebiyatında; Belağat iminde ITNAB diye sanat çeşidi vardır.

"Itnâb", "bir noktayı pekiştirmek amacıyla metinde sözcüğün anlamdan fazla tutulması" demektir.

İtnâbın başlıca türleri şunlardır:

a) Geneli ifade eden sözden sonra özeli ifade eden bir söz söylemek:

"Bu sözüme herkes dikkat etsin; Ahmet sen de dikkat et!" cümlesinde "herkes" kavramının kapsamına Ahmet de girdiği hâlde onun özellikle dikkatini çekmek için ismini ayrıca belirtmek bu tür itnâb için bir örnektir.

b) Özeli ifade eden bir sözden sonra geneli ifade eden bir söz söylemek:

"Okullar, bakanlıklar bütün resmî daireler kutlamalara katıldı." cümlesinde

"okullar" ve "bakanlıklar" "bütün resmî daireler"in kapsamına girdiği hâlde bunları ayrıca belirtmek bu ifade türüne örnek olarak gösterilebilir.

Bunun yöntemlerinden bir tanesi de "ZİKRÜL HAS BA'DEL ÂM (Genelden sonra özele yer verilmesi)" kuralıdır.

98. âyette bu kural vardır. Genel olarak zikredilen "meleklerine" ve "elçilerine" ifadesinden sonra bu genel ifadelerin kapsamı içinde bulunan "Cibrîl’e/Kur’ân’a, Mîkâl’e/Elçi Muhammed’e" diye özel ifadeler de gelmiştir. Burada özellere pekiştirme yapılmıştır. Cümlenin anlamı "98Kim ki Allah'a, meleklerine, elçilerine; hele hele Cibrîl'e/Kur’ân'a, Mîkâl'e/Elçi Muhammed'e düşman ise, üzüntüsünden, kahrından ölsün." şeklindedir.

Aynı kuralı Bakara/239'da da görürüz. "Salatları koruyunuz ve Sala-ı vusta'yı" koruyunuz diye. Halbuki "Salat-ı Vusta", "Salatlar"ın içindedir. Burada da Itnab sanatıyla pekiştirme yapılmış ve anlam, "Salatları koruyunuz; hele hele Salat-ı vusta’yı iyi koruyunuz" şekline dönüşmüştür.

Genellikle ayetteki "feinnehü nezzelehü..." bölümü şart cümlesinin Cevap bölümü olarak ele alınır. Ve cümledeki "ala kalbike (senin kalbine)" ifadesinin cümledeki uyumsuzluğu, (çünkü normalde bu kabule göre, söz akışı içerisinde "ala kalbî (benim kalbime)" olması gerekirdi.) Hikayet (başkasının sözünün nakli; ki burada Allah’ın sözünün naklidir) tekniğiyle çözümlenmeye çalışılır. (Keşşaf)

Ne var ki, cümlede şartın cevabı olan "Şüphesiz Allah Cibrîl'i/Kur’ân'ı, Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakileri/içindekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine indirmiştir." şeklindeki ifade, geçmiş zaman anlamlıdır. Halbuki burada gelecek zaman anlamlı bir ifade yer almalıydı. Bu nedenle ayetteki bu bölümü şart cümlesinin cevabı olarak kabul etmek mümkün değildir.

Burada tutulacak yol, ayetlerde "İcazü’l Hazf" sanatının yapıldığını, cümlenin sonuç bölümünün; şartın cevabının mahzuf (düşürülmüş) oluşunu, ve "finnehü..." bölümünü de "Kul deki" ifadesinin "denilecek şeyleri ifade eden bölümünden ayırıp parantez cümle olarak kabullenmektir. İcazü’l hazf sanatı, cümleye zenginlik kazandırmak için kullanılır. Kur’an’da da birçok yerde uygulanmıştır.

Bu takdir de cümle yeni bir cümle olacak, cümlenin başındaki "f" edatı da ta’liliye-i istinafiyye (yeni cümlenin illetini beyan" için olacaktır. Ve ayetlerin bu bölümlerinin anlamları "- Şüphesiz Allah Cibrîl'i/Kur’ân'ı, Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakileri/içindekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine indirmiştir. Ki onlar işte bundan dolayı düşman kesilmişlerdir.-" ve "–Şüphesiz işte bu yüzden, Allah da kâfirlere; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenlere düşmandır.- " şeklinde olacaktır.

Hazfedilmiş (düşürülmüş) cevapların ne olduğuna gelince; cümlenin söz akışı, bu ayetlerin sebeb-i nüzulü ve arap örfü dikkate alındığında en uygun takdir şöyle olur:

97De ki: "Kim Cibrîl'e/Kur’ân'a düşmansa, öfkesinden çatlasın, gebersin.

98Kim ki Allah'a, meleklerine, elçilerine; hele hele Cibrîl'e/Kur’ân'a, Mîkâl'e/Elçi Muhammed'e düşman ise, üzüntüsünden, kahrından ölsün."

97. ayette geçen " فانه نزله على قلبكfeinnehü nezzelehü ala kalbike" ifadesindeki " نزلهnezzelehü" sözzcüğünü " نَزْلَةٌnezletün" şeklinde de okumak mümkündür. Bilindiği üzere ilk Mushaflar noktalamasızdır. Kelimenin harfleri نn زz لl هh nezelehü, nezzelehü ve nezleten şeklinde de noktalanıp okunabilir. Ayetteki ifadeyi, "nezletün" kabul edersek, cümlenin anlamı, "Şüphesiz Cibrîl'i/Kur’ân', Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakileri/içindekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine bir indirmedir" şeklinde olur. Bu kıraat de Kur’an’ın genel mesajına uygun bir kıraattır.

Ayetlerin açık ifadelerinden anlaşıldığına göre bu âyetler o dönemde vukû bulmuş bir olay nedeniyle inmiştir.

Bu âyetlerin sebeb-i nüzûlü hakkındaki nakiller şöyledir:

Yahûdiler Peygamber'e (s.a), "Kendisine herhangi bir meleğin Rabbinden risalet ve vahiy getirmediği hiçbir peygamber yoktur. Sana bunu getirenin kim olduğunu bize söyle ki biz de sana tâbi olalım" demişler. Hz. Peygamber de, "O Cebrâîl'dir" deyince şu karşılığı vermişler: "Cebrâîl savaş ve çarpışmayı getiren kimsedir. O bizim düşmanımızdır. Eğer sen bunun yerine şu yağmuru ve rahmeti indiren Mîkâîl olduğunu söylemiş olsaydın, sana uyardık." Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi, bir sonraki âyetin sonuna kadar inzâl buyurdu. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiştir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Sonra İbn Cerîr der ki: Başkaları, Yahûdilerin bu sözü söylemelerinin sebebi olarak Hz. Peygamber konusunda onlarla Ömer ibn el-Hattâb arasında cereyan eden bir münazara olduğunu söylemişlerdir. Nitekim bu konuda Muhammed ibn el-Müsennâ... Şa‘bî'den nakletti ki o şöyle demiş:

-- Hz. Ömer Revha'ya indiğinde bazı kişilerin taşların üzerinde namaz kıldıklarını gördü ve "Bunlar kimdir?" diye sordu. Orada bulunanlar, "Onlar Rasûlullah'ın (s.a) burada namaz kıldığını zannediyorlar" dediler. O da bundan hoşlanmadı ve dedi ki: "Rasûlullah (s.a) namaz vaktinde vâdiye erişti ve orada kıldı, sonra kalkıp göçtü ve orayı terk etti." Sonra Hz. Ömer onlarla konuşmaya başladı ve dedi ki:

-- Ben Yahûdilerin dinî kitaplarının okunduğu güne şâhit olmuştum ve Tevrât'ın Kur’ân'ı nasıl tasdik ettiğini, Kur’ân'ın Tevrât'ı nasıl tasdik ettiğini hayretle görüyordum. Bir gün ben onların arasında bulunuyordum ki şöyle dediler:

-- Ey Hattâb'ın oğlu! Senin arkadaşlarından bize senden daha sevimli olan yoktur.

Sordum:

-- Neden?

Şöyle cevap verdiler:

-- Sen bize geliyor ve bizi kuşatıyorsun.

Ben de şöyle karşılık verdim:

-- Size geliyor, Kur’ân'ın Tevrât'ı nasıl tasdik ettiğini, Tevrât'ın da Kur’ân'ı nasıl tasdik ettiğini hayretle müşahede ediyorum.

Hz. Ömer der ki: Hz. Peygamber oradan geçtiğinde dediler ki:

-- Ey Hattâb'ın oğlu! İşte arkadaşınız yürüyor, hakk o'nun yanında.

Hz. Ömer diyor ki: O zaman kendilerine şöyle dedim:

-- Kendisinden başka ilâh olmayan Allah adına söylerim size, O'nun hakkında siz neyi gözetiyorsunuz ve O'nun kitabı hakkında size ne emânet edilmiştir? Biliyor musunuz ki, o Allah'ın Rasûlü'dür.

Onlar sustular. Bilginleri ve uluları kendilerine dediler ki:

-- Ömer size çok ağır davrandı, ona cevap verseniz.

Onlar da şöyle dediler:

-- Sen bizim bilginimiz ve ulumuzsun, ona sen cevap ver.

O da dedi ki:

-- Eğer söz söylediğim Rabb adına, bizim söylememiz gerekirse biz o'nun Allah'ın Rasûlü olduğunu biliyoruz.

Hz. Ömer der ki: Bunun üzerine ben, kendilerine şöyle dedim:

-- Vay size, öyleyse niçin kendinizi mahvettiniz?

Şöyle karşılık verdiler:

-- Biz mahvolmadık.

Ben şöyle devam ettim:

-- Nasıl olur bu, siz hem o'nun Allah'ın Rasûlü olduğunu biliyor, hem de kendisine tâbi olup tasdik etmiyorsunuz.

Onlar şöyle karşılık verdiler:

-- Bizim meleklerden bir dostumuz, bir de düşmanımız var. O, peygamberliğini meleklerden bizim düşmanımız olanla birleştirdi.

Sordum:

-- Sizin düşmanınız ve dostunuz kimdir?

Cevap verdiler:

-- Düşmanımız Cebrâîl, dostumuz da Mîkâîl'dir.

Tekrar sordum:

-- Cebrâîl neden düşmanınız, Mîkâîl neden dostunuz?

Cevap verdiler:

-- Cebrâîl ağırlık, zorluk, katılık, şiddet ve azap meleğidir. Mîkâîl ise, şefkat, rahmet, hafiflik meleğidir.

Sordum:

-- Rabb'leri katında onların mertebesi nedir?

Cevap verdiler:

-- Birisi Rabbin sağında, diğeri de solunda bulunur.

Bunun üzerine dedim ki:

-- Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'a yemîn ederim ki, birisine düşman olan diğerine de düşman olur, birisine dost olan diğerine de dost olur. Cebrâîl'in Mîkâîl'in düşmanıyla, Mîkâîl'in de Cebrâîl'in düşmanıyla dost olması uygun düşmez.

Hz. Ömer der ki: Sonra kalktım, Hz. Peygamber'in ardından gittim ve o'nu falancanın evinin kapı aralığından çıkarken yakaladım. Rasûlullah (s.a) dedi ki:

-- Ey Hattâb'ın oğlu! Sana biraz önce indirilmiş olan âyetleri okuyayım mı?

Ardından da,
De ki: "Kim Cebrâîl'e düşmansa..." âyetini okumaya başladı. Âyetleri okuyunca dedim ki:

-- Anam-babam sana kurban olsun ey Allah'ın Rasûlü! Seni hakk ile gönderen Allah'a kasem ederim ki, ben de sana onu haber vermek için gelmiştim, ancak latîf ve habîr olan Allah bu haberi benden önce sana ulaştırdı.

İbn Ebî Hatim der ki: Bana Ebû Sa‘îd... Âmir'den haber verdi ki, o şöyle demiş: Hz. Ömer Yahûdilerin yanına gitti ve sordu:

-- Tevrât'ı Mûsâ'ya indiren Allah adına size söylerim, siz Hz. Peygamber'in geleceğini kitaplarda görüyor musunuz?

Onlar şöyle cevap verdiler:

-- Evet.

Ömer tekrar sordu:

-- Öyleyse sizi Hz. Muhammed'e tâbi olmaktan alıkoyan şey nedir?

Onlar şöyle karşılık verdiler:

Allah hiç bir peygamber göndermemiştir ki, beraberinde ona yoldaş olan bir melek bulunmasın. Muhammed'in (s.a) de yoldaşı Cebrâîl'dir (a.s). Ona gelen bu melek, bizim düşmanımızdır. Mîkâîl ise dostumuzdur. Eğer o'na Mîkâîl gelmiş olsaydı müslüman olurduk.

Hz. Ömer tekrar sordu:

-- Tevrât'ı Mûsâ'ya indiren Allah adına size söylerim, bu iki meleğin âlemlerin Rabbi katında mertebesi nasıldır?

Onlar karşılık verdiler:

-- Cebrâîl sağında, Mîkâîl de solundadır.

Bunun üzerine Ömer şöyle dedi:

-- Ben şehâdet ederim ki her iki melek Allah'ın izniyle inerler. Mîkâîl'in, Cebrâîl'in düşmanına dost olması; Cebrâîl'in de Mîkâîl'in düşmanına dost olması imkânsızdır.

Bu sırada Hz. Peygamber (s.a) oradan geçiyordu. Yahûdiler dediler ki:

Ey Hattâb'ın oğlu! İşte senin arkadaşın gidiyor.

Hz. Ömer kalktı ve Rasûlullah'ın yanına geldi. Bu sırada Allah,
De ki: "Kim Cebrâîl'e düşmansa..." âyetini inzâl buyurdu. [İbn Kesîr.]

Bu rivâyetler, Cebrâîl ve Mîkâîl'in iki melek olduğu kabulüne göre kurgulanmıştır. Hâlbuki Kur’ân ifadeleri böyle bir anlayışa izin vermez. Çevirimizde de görüldüğü üzere Cebrâîl, indiren değil, inendir; dolayısıyla da, "Kur’ân"dır.

Cebrâîl için, Meryem sûresi'nin sonundaki "Rûh, Rûhu'l-Kudüs ve Cebrâîl" başlıklı tahlilimize bakılabilir. [Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 532-548.] Burada, cebrâîl'in, "Allah'ın onarması, reform yapması" anlamına geldiğini, vahyin farklı bir ifadesi, yani "Kur’ân" olduğunu belirtmekle yetiniyoruz.

98. âyette,
Kim ki, Allah'a, meleklerine, elçilerine, cibrîl'e, mîkâl'e düşman olursa bilsin ki, şüphesiz Allah da, inkârcılara düşmanıdır buyurularak, "mîkâl"den bahsedilmektedir. "Mîkâîl"le ilgili de birçok fikir üretilmiştir. Biz bunlardan sadece Kurtubî'nin ifadelerine yer veriyoruz:

Mîkâîl kelimesi altı şekilde okunmuştur:

1)
Mîkâyîl. Bu Nâfi'in kıraatidir.

2)
Mîkâîl. Bu Hamza kıraatidir.

3)
Mîkâl. Hicazlıların şivesidir. Aynı zamanda bu Ebû Amr ve Âsım'dan nakledilmiştir.

4)
Mîkeîl. Bu, İbn Muhaysın'ın kıraatidir.

5)
Mîkâyyîl. Bu da ondan gelen farklı rivâyetler ile birlikte el-Ameş'in rivâyetidir.

6) Mîkâel. Bu da Arapça olmayan bir isim olduğundan dolayı munsarıf değildir. İbn Abbâs'ın zikrettiğine göre Cebr, Mîkâ ve İsrâ kelimeleri Arapça olmayan bir dilde, "kul ve köle" [abd ve memluk] anlamındadır; îl ise "Allah'ın adı"dır. O bakımdan Ebû Bekr es-Sıddîk'ın (r.a), Müseylime'nin secili sözlerini işitince, "Bu îl'den (yani, Allah'tan) gelmeyen bir sözdür" demesi de bu türdendir. Kur’ân-ı Kerîm'de de bu kelimenin iki ayrı tefsirinden birisine göre şu buyrukta bu anlama geldiği söylenmektedir: Onlar bir mü’min hakkında ne bir îl ve ne de bir ahde riâyet etmezler (Tevbe/10). Burada yer alan îl kelimesinin açıklaması ile ilgili iki görüşten birisine göre îl, "Allah"tır; yani, "onlar hiçbir mü’min hakkında Allah'ın öngördüğü hakk ve hukuku gözetmezler" demektir. İleride buna dair açıklamalar [Tevbe/8, 10'da] gelecektir.

el-Maverdî der ki: "Cibrîl ve Mikâl iki ayrı isimdir. Onlardan birincisi ‘abdullah’ [Allah'ın kulu], ikincisi ‘ubeydullah’ [Allah'ın kulcağızı] anlamındadır. Çünkü
îl ‘Allah’, cebr de ‘kul’ demektir. Mîkâ ise, ‘kulcağız’ anlamındadır. Sanki cibrîl ‘abdullah’, mîkâîl de ‘ubeydullah’ anlamını ihtiva eder. Bu İbn Abbâs'ın görüşüdür. Müfessirler arasında ona bu konuda muhalefet eden kimse de yoktur."

Derim ki: Bazı müfessirler
İsrâfîl'in ‘abdurrahmân’ anlamına geldiğini de söylerler. en-Nehhâs ise şöyle demektedir: "Cebr kelimesini ‘kul’ [abd], îl kelimesini de ‘Allah’ diye açıklayan kimsenin, ‘Bu Cebruîl'dir, Cebraîl'i gördüm, Cebrîl'e uğradım’ demesi gerekir. Ancak böyle bir şey denilmediği için burada bu ifadenin, Cebrâîl'in adı olduğu ortaya çıkar."

Başkaları ise şöyle demektedir: "Eğer onların [müfessirlerin] dedikleri gibi (verdikleri anlam doğru) olsaydı, bu kelimenin munsarıf olması gerekirdi. Munsarıf oluşunun terk edilmesi, bunun muzaf olmayan tek kelimeden meydana gelmiş bir isim olduğunu gösterir." Abdulğanî el-Hafîz, Eflet b. Halife'den –ki bu Hassan'ın babası Fuleyt el-Âmirî'dir– o da Cesre bt. Decâce'den o Âişe'den (r.anha), Rasûlullah'ın (s.a) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Cibrîl'in, Mîkâîl'in ve İsrâfîl'in Rabbi olan Allahım! Cehennem ateşinin sıcağından ve kabir azabından sana sığınırım." [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

BİZİM TAHLİLİMİZ

İlk Mushaflarda, ميكال [
mîkâle] şeklinde yer alan bu sözcük, Arap diline İbrânice'den geçmiştir. Bunun, "Cibrîl" sözcüğü gibi, ميك[mîk] ve ئيل[îl] sözcüklerinden oluşmuş bir bileşik isim olması da söz konusu değildir. Zira Arapça'da م و ك[m-v-k] ve م ي ك [m-y-k] harflerinden oluşmuş kök sözcük yoktur. Sözcüğün ك ي ل[k-y-l], و ك ل[v-k-l] ve م ك ل [m-k-l] sözcüklerinden türediği de, hem kalıbı, hem de Mushafta "belgisiz" olarak yazılı olması nedeniyle iddia edilemez. Ayrıca, bu sözcüklerin anlamının konuyla ilgisi yoktur.

Kehf ve Enbiyâ sûrelerinde de, "Ye’cuc" ve "Me’cuc" kelimelerinin Arapça olmadığı, İbrânice'deki anlamının dikkate alınması gerektiği kanaatini belirtmiş ve sözcükleri buna göre değerlendirmiştik.

Burada ميكال[
mîkâl] sözcüğünü, İbrânilerin anlayışı doğrultusunda anlamaya çalışacağız:

"O zaman senin halkını koruyan büyük önder Mîkâel görünecek. Ulusun oluşumundan beri hiç görülmemiş bir sıkıntı dönemi olacak. Bu dönemde halkın –adı kitapta yazılı olanlar– kurtulacak. Yeryüzü toprağında uyuyanların bir çoğu uyanacak: Kimisi sonsuz yaşama, kimisi utanca ve sonsuz iğrençliğe gönderilecek. Bilgeler gökkubbe gibi, bir çoklarını doğruluğa döndürenler yıldızlar gibi sonsuza dek parlayacaklar. Ama sen, ey Daniel, son gelinceye dek bu sözleri sakla, kitabı mühürle. Bir çokları orada burada dolaşacak, bilgi artacak." Ben Daniel baktım, biri ırmağın bu kıyısında, diğeri öbür kıyısında duran başka iki varlık gördüm. İçlerinden biri, ırmağın suları üzerinde duran keten giysili adama, "Bu şaşırtıcı olayların son bulması ne kadar zaman alacak?" diye sordu. Irmağın suları üzerinde duran keten giysili adamın sağ ve sol elini göğe kaldırarak sonsuza dek Diri Olan'ın adıyla and içip, "Bir vakit, vakitler ve yarım vakit olacak" dediğini duydum, "kutsal halkın gücü tümüyle kırılınca, bütün bu olaylar son bulacak." Adamın söylediklerini duydumsa da anlamadım. Bunun için sordum:

-- Ey efendim! Bunların sonu ne olacak?

Şöyle yanıtladı:

-- Sen git, Daniel. Bu sözler, son gelinceye dek saklanıp mühürlenecek. Bir çokları kendilerini arıtıp temizlenecek, lekesiz duruma gelecek, ama kötüler kötülük etmeyi sürdürecek. Kötülerin hiç biri anlamayacak, bilgeler anlayacak. "Günlük sununun kaldırılıp yıkıcı iğrenç şeyin konduğu zamandan başlayarak 1.290 gün geçecek. Bekleyip 1.335 güne ulaşana ne mutlu! Sana gelince, ey Daniel, son gelinceye dek yoluna devam et. Rahatına kavuşacak ve günlerin sonunda payına düşen mirası almak için uyanacaksın. [Kitab-ı Mukaddes; Daniel, 12:1-13.]

DANİEL'İN DİCLE IRMAĞI'NDA GÖRDÜĞÜ GÖRÜM

Pers Kralı Koreş'in krallığının 3. yılında Belteşassar diye çağrılan Daniel'e bir giz açıklandı. Büyük bir savaşla ilgili olan bu giz gerçekti. Daniel görümde kendisine açıklanan gizi anladı. O sırada ben Daniel üç haftadır yas tutuyordum. Üç hafta dolana dek ağzıma ne güzel bir yiyecek ya da et koydum, ne şarap içtim, ne de yağ süründüm. Birinci ayın 24. günü, Büyük Irmak'ın, yani Dicle'nin kıyısındayken, gözlerimi kaldırıp bakınca keten giysi giyinmiş, beline Ufaz altınından kemer kuşanmış bir adam gördüm. Bedeni sarı yakut gibiydi. Yüzü şimşek gibi parlıyordu. Gözleri alevli meşalelere benziyordu. Kollarıyla bacakları cilalı tunç gibi parlıyor, sesi büyük bir kalabalığın çıkardığı gürültüyü andırıyordu. Görümü yalnız ben Daniel gördüm. Yanımdakiler görmediler, ama dehşete düşerek gizlenmek için kaçtılar. Böylece ben yalnız kaldım. Bu büyük görümü seyrederken gücüm tükendi, benzim büsbütün soldu, kendimi toparlayamadım. Sonra adamın sesini duyunca yüzüstü yere düşüp derin bir uykuya daldım. Derken bir el dokundu, titredim; beni dizlerimle ellerimin üzerine kaldırdı. Bana, "Ey Daniel! Sen ki çok sevilen birisin!" dedi, "Ayağa kalk ve söyleyeceklerime iyi kulak ver. Çünkü sana gönderildim." O bunları söyler söylemez titreyerek ayağa kalktım. "Korkma, ey Daniel!" diye devam etti, "Anlayışa erişmeye ve kendini Tanrı'nın önünde alçaltmaya karar verdiğin gün duan işitildi. İşte bu yüzden geldim. Pers krallığının önderi 21 gün bana karşı durdu. Sonra baş önderlerden Mikael bana yardıma geldi, çünkü orada, Pers krallarının yanında alıkonulmuştum. Son dönemde halkının başına neler geleceğini sana açıklamak için geldim şimdi, çünkü bu görüm gelecekle ilgilidir." O bunları söyleyince, suskun suskun yere baktım. Derken İnsanoğlu'na benzeyen biri dudaklarıma dokundu. Ben de ağzımı açıp konuşmaya başladım. Karşımda durana, "Ey efendim! Bu görüm yüzünden acı çekiyorum, kendimi toparlayamıyorum" dedim, "ben kulun nasıl seninle konuşayım? Gücüm tükendi, soluğum kesildi." İnsana benzeyen varlık yine dokunup beni güçlendirdi. "Ey çok sevilen adam, korkma!" dedi, "Esenlik olsun sana! Güçlü ol! Evet, güçlü ol!" O benimle konuşunca güçlendim. "Konuşmanı sürdür, efendim, çünkü bana güç verdin" dedim. Bunun üzerine, "Sana neden geldiğimi biliyor musun?" dedi, "Çok yakında dönüp Pers önderiyle savaşacağım. Ben gidince Grek önderi gelecek. Ama önce Gerçek Kitap'ta neler yazıldığını sana bildireceğim. Onlara karşı önderiniz Mîkâel dışında bana yardım eden kimse yok." [Daniel, 10:1-21.]

Bütün bunları bildiğiniz hâlde, size hatırlatmak isterim ki, Rabb Kendi halkını önce Mısır diyarından kurtardı, ama iman etmeyenleri daha sonra mahvetti. Yetkilerinin sınırı içinde kalmayıp kendilerine ayrılan yeri terk etmiş olan melekleri, büyük yargı günü için çözülmez bağlarla bağlayarak karanlığa hapsetti. Sodom, Gomora ve çevrelerindeki kentler de bunlara benzer şekilde kendilerini cinsel ahlâksızlığa ve sapıklığa teslim ettiler. Sonsuza dek ateşte yanma cezasını çekmekte olan bu kentler ders alınacak birer örnektir. Buna rağmen, aranıza sızan bu kişiler aynı şekilde hülyalara dalıp öz bedenlerini kirletiyorlar. Rabbin yetkisini hiçe sayıyor, yüce varlıklara dil uzatıyorlar. Oysa baş melek Mîkâîl bile, Mûsâ'nın cesedi konusunda İblis'le çekişip tartışırken, dil uzatarak onu yargılamaya kalkışmadı. Ancak, "Seni Rabb azarlasın" dedi. Ama bu kişiler anlamadıkları her şeye dil uzatıyorlar. Öte yandan, mantıktan yoksun hayvanlar gibi içgüdüleriyle anladıkları ne varsa, onları yıkıma götürüyor. Vay bunların hâline! Çünkü Kâbil'in yolundan gittiler. Kazanç için kendilerini Belam'ınkine benzer bir yanılgıya kaptırdılar. Korah'ınkine benzer bir isyanda mahvoldular. Sevgi şölenlerinizde sizinle birlikte pervasızca yiyip içen bu kişiler, birer kara lekedir. Yalnız kendilerini besleyen çobanlardır. Rüzgârın sürüklediği yağmursuz bulutlara, iki kez ölmüş, kökten sökülmüş, sonbaharın meyvesiz ağaçlarına benzerler. Köpüğünü savuran denizin vahşi dalgaları gibi, ayıplarını etrafa savururlar. Serseri yıldızlar gibidirler. Onları sonsuza dek sürecek koyu karanlık bekliyor. [Yahuda, 5-14.]

Gökte savaş oldu. Mîkâîl ve melekleri ejderhaya karşı savaştılar. Ejderha kendi melekleriyle birlikte karşı koydu, ama gücü yetmedi. Bu yüzden gökteki yerlerini yitirdiler. Büyük ejderha, İblis ya da Şeytân diye adlandırılan ve tüm dünyayı saptıran o eski yılan, melekleriyle birlikte yeryüzüne atıldı. [Vahy, 7-9.]

Kısaca özetlersek İbrânî anlayışında,
mîkâl/mikâîl, "büyük reis", "İsrâîloğulları'nın hâmisi, İsrâîloğulları'nı, Perslere ve Yunanlılara karşı koruyan"dır.

Âyette, Kim ki, Allah'a, meleklerine, elçilerine, cibrîl'e, mîkâl'e düşman olursa... buyurularak, geçmiştekilere değil yaşayanlara hitap edildiğine göre, "Mîkâl"in, İsrâîloğulları'nın binlerce sene evvelki Mîkâl'i olması mümkün değildir. Zira, binlerce sene evvele düşmanlık etmenin bir anlamı olmadığı gibi, Kur’ân'ın böyle bir mantığı söz konusu etmesi de mümkün değildir. O nedenle, yeni bir "büyük reis", yeni bir "hâmi" tesbit etmek zorundayız. Öyleyse kim olabilir bu hâmi, bu büyük reis?

128Andolsun, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, sadece inananlara çok şefkatli, kolaylık sağlayan, çok merhametli bir elçi gelmiştir. [Tevbe/128]

150,151Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Haram/dokunulmaz eğitim-öğretim kurumu tarafına çevir. Ve siz, her nerede olsanız, insanlardan, –onlardan şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermem gibi, size olan nimetimi tamamlamam için ve doğru yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü onun tarafına çevirin. Artık onlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymayın, Bana saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyun. [Bakara/150-151]

164Andolsun ki Allah, mü’minlere kendilerinden, onlara Kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler. [Âl-i İmrân/164]

Burada 91. âyete tekrar göz atalım: Ve onlara, "Allah'ın indirdiğine iman edin" denildiği zaman, onlar, "Biz, kendimize indirilene iman ederiz" dediler. Ve onlar, o [Allah'ın indirdiği], kendilerinin beraberindekileri doğrulayan bir hakk olmasına rağmen, ondan [kendilerine indirilenlerden] ötesini inkâr ediyorlar. De ki: "Peki eğer mü’minler idiyseniz niçin daha önce Allah'ın peygamberlerini öldürüyorsunuz?"

Artık rahatlıkla burada zikredilen
cibrîl ve mîkâl'in, İbrânilerin Cibrîl ve Mîkâl'i ile ilgisinin olmadığını, cibrîl'in,"Kur’ân", mîkâl'in de –tıpkı Zülkarneyn'in "Rasûlullah Muhammed" olduğu gibi– "Rasûlullah Muhammed" olduğunu söyleyebiliriz.Ayrıca mîkâl'e yakıştırılan "abdullah, ubeydullah" manalarını kabul etsek bile, bununla "Rasûlullah Muhammed" kasdedilmiş olur. Çünkü Kur’ân'da abdullah ile "Rasûlullah Muhammed" kasdedilir, ki bu, A‘lâ, Cinn ve İsrâ sûrelerinde görülebilir.

NOT:

97. âyette yer alan, بإذن اللّه[bi-iznillâhi] ifadesi, genellikle "Allah'ın izni/müsaadesi/verdiği özgürlük ile" şeklinde çevirilir ki bu, izn sözcüğünün Türkçe'deki anlamıyla düşünülmesinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki Türkçe'deki "izin" ile Arapça'daki "izn" aynı değildir. Zira, إذن[izn], "bilgi/bilmek" demek olup أذِن [ezine/bildi], أئذنن [e’ezene/bildirdi] diye çekim yapılır. [Lisânu'l-Arab; c. 1, s. 111-115.]

İzn sözcüğü gerçek anlamına alındığında bi-iznillâhi ifadesi, "Allah'ın bilgisi sebebiyle, Allah'ın bilgisine göre" anlamına gelir, ki bu, şu âyetlerde de görülebilir:

213İnsanlar tek bir önderli toplum idi de Allah müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve anlaşmazlık ettikleri konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile kitap indirdi. Ve sırf o Kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar. [Bakara/213]

221Ve ortak koşan kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş, kâfirlerin himayesindeki bir köle kadın, –sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– ortak koşan bir kadından daha hayırlıdır. Ortak koşan erkekleri de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir erkek köle, –sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– ortak koşan bir erkekten daha hayırlıdır. Ortak koşanlar ateşe çağırırlar, Allah ise Kendi bilgisi ile cennete ve bağışlanmaya çağırır. O, öğüt alıp düşünürler diye insanlara âyetlerini ortaya koyar. [Bakara/221]

15,16Ey Kitap Ehli! Kesinlikle, Kitap'tan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açığa koyan, çoğundan da vazgeçen Bizim Elçimiz size geldi. Kesinlikle size, Allah'tan bir ışık ve apaçık bir Kitap geldi. Allah, o Kitabla kendi rızasına uyanları selâmet yollarına kılavuzlar. Onları Kendi bilgisi ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola kılavuzlar. [Mâide/16]
102) Ve kendilerine Kitap verilenler, Süleymân mülküne dair şeytânların okuyup durdukları şeylere uydular. Hâlbuki küfretmemişti; Süleymân Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmemişti, ama o şeytanlar küfretmişti; bilerek reddetmişlerdi; insanlara sihri ve Bâbil'de iki peygambere/iki krala; Hârût ve Mârût'a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki Hârût ve Mârût, "Biz saflaşmanız için bir ateşten malzemeyiz, sakın küfretme; gerçeği bilerek reddetme!" demedikçe hiç kimseye hiçbir şey öğretmezlerdi. Sonra herkes, o ikisinden erkekle eşinin arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. -Ne var ki onlar onunla Allah'ın bilgisi olmadan hiç kimseye zarar veremezler.- Herkes, kendilerine zarar vereni, yarar vermeyeni öğreniyorlardı. Andolsun ki onu satın alanın âhirette hiçbir nasibi olmayacağını da kesinlikle biliyorlardı. Ve o, benliklerini karşılığında sattıkları o şey, ne çirkin bir şeydi! Keşke biliyor olsalardı!
103) Ve onlar eğer inansalardı ve Allah'ın koruması altına girselerdi, kesinlikle Allah'tan bir ödül, daha iyi olacaktı. Keşke biliyor olsalardı!
Bu âyetlerde yine kendilerine kitap verilenler [Yahûdiler] kınanmakta, Peygamber'i bırakıp kâfirlere uymakla suçlanmaktadırlar. Bu paragrafı anlayabilmek için târihin ve şu soruların cevaplarının bilinmesi gerekir:

Burada zikri geçen şeytânların kimler olduğu hususunda daha evvel şu bilgileri vermiştik:

SÜLEYMÂN PEYGAMBERİN EMRİNDEKİ ŞEYTÂNLAR/CİNNLER

Bu konu Sâd ve Cinn sûrelerinde ele alınmış ve detaylı olarak açıklanmıştı. Bu nedenle burada kısa bir hatırlatma yapmakla yetineceğiz.

Burada konu edilen cinnler halk kültüründeki cinnler değil, Süleymân peygamberin babası Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ve onlara ustabaşılık yapan Sur kralının gönderdiği Huram baba ve emrindeki hünerli kişilerdir.

Süleymân peygamberin emrindeki şeytânlar hakkında düzülen efsanelerin tümü, âyetteki şeytânlar ifadesinin, halk kültürüne yerleşmiş hayalî yaratıklar olarak kabulüne dayanmaktadır. Oysa Kur’ân'daki şeytân ile halk kültüründeki "şeytân" arasında hiçbir alâka yoktur.

Tekvîr ve Nâs sûrelerinin tahlilinde "şeytân" konusuna da değinilmiş ve bazı bilgiler verilmiş;
şeytân'ın sözlük anlamının, "hakktan uzak olan" demek olduğu; bir kavram olarak şeytân'ın ise "hakka ve akla aykırı hareket eden her türlü kişi, güç ve kurumun ortak ve karakteristik adı" olduğu belirtilmişti. Süleymân peygamber kıssasında sözü edilen şeytânlar da, bu tip şeytânlardır. Yani, Süleymân peygamber hakkında sürekli gerçek dışı sözler söyleyip iftiralar yayan ve o'nun aleyhinde plânlar kuran kişilerdir.

Cinn olarak nitelenen bu varlıkların kimler olduğu hususunda doğru bir tahlil yapılabilmesi için öncelikle "dinler târihi" bilgisine ihtiyaç vardır. Babası Dâvûd peygamberden sonra o'nun mirasçısı olarak ülkesinin hükümdarı olan Süleymân peygamber, Ya‘kûb peygamberin soyundan gelen bir Benî İsrâîl peygamberidir. Bu nedenle hem Müslümanların hem de Ehl-i Kitab'ın [Yahûdi ve Hristiyanların] inandığı ve değer verdiği bir kişidir. Süleymân peygamberle ilgili haberler Ehl-i Kitap'ta da mevcuttur. Eldeki Tevrât'ın muharref [bozulmuş] olması sebebiyle dinî bir kaynak olarak dikkate alınması mümkün değilse de, târihî bir kaynak olarak ele alınmasında hiçbir sakınca yoktur. Çünkü yazılı dinî metinler de târihin temel kaynakları arasındadır. Nitekim
Ana Britannica ansiklopedisi de, Süleymân peygamberle ilgili olarak verdiği bilgiler için Eski Ahit'i kaynak olarak göstermiştir.

Süleymân'ın yaşamına dair bilgilerin hemen tamamı Eski Ahit'e dayanır. Kitab-ı Mukaddes'te, Süleymân peygamberin hizmetinde olan cinnler'in, babası Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ile onlara ustabaşılık yapan Sur kralının gönderdiği Huram Baba ve emrindeki hünerli zanaatkârlar olduğu bildirilir. Süleymân peygamberin emrindeki şeytân nitelikli cinnler'in, "hünerli zanaatkârlar" olduğunu bildiren Kur’ân âyetleri ile, bir târihî kaynak olarak değerlendirdiğimiz Tevrât'ın verdiği bilgiler bu konuda aynıdır. Zaten Ehl-i Kitap da Kur’ân'ın bu âyetlerine itiraz etmemiştir. Bütün bunlar, Süleymân'a hizmet eden cinnleri, halk kültüründeki hayalî cinnler olarak açıklayanların hiçbir kaynak ve dayanaklarının olmadığını göstermektedir.

Süleymân peygamber hakkında yalan ve iftira kampanyaları düzenleyen, o'ndan kurtulmak ve iktidarını devirmek için ellerinden gelen her şeyi yapan
şeytân nitelikli cinnler, bu "hünerli ama zoraki çalışan zanaatkârlar"dır. Süleymân peygamber, bu durumun bilincinde olarak onlardan zoraki de olsa yararlanmayı sonuna kadar sürdürmüştür.

Konunun detayları için, bu konunun ele alındığı bölümlere bakılabilir.

Süleymân'ın kâfir olduğuna dair ortalıkta dolaşan dedikodu nedir?

Yahûdilerin, Süleymân peygamberin emrinde çalışan insan şeytânlarına uyarak o'na küfr isnat ettiklerinin kanıtı, Kitab-ı Mukaddes'te bulunmaktadır:

Kral Süleymân Firavun'un kızının yanısıra Moavlı, Ammonlu, Edomlu, Saydalı ve Hititli bir çok yabancı kadın sevdi. Bu kadınlar Rabbin İsrâîl halkına, "Ne siz onların arasına girin, ne de onlar sizin aranıza girsinler; çünkü onlar kesinlikle sizi kendi ilâhlarının ardınca yürümek üzere saptıracaklardır" dediği uluslardandı. Buna karşın, Süleymân onlara sevgiyle bağlandı. Süleymân'ın kral kızlarından 700 karısı ve 300 câriyesi vardı. Karıları o'nu yolundan saptırdılar. Süleymân yaşlandıkça, karıları o'nu başka ilâhların ardınca yürümek üzere saptırdılar. Böylece Süleymân bütün yüreğini Tanrısı Rabbe adayan babası Dâvûd gibi yaşamadı. Saydalıların tanrıçası Aştoret'e ve Ammonluların iğrenç ilâhı Molek'e taptı. Böylece Rabbin gözünde kötü olanı yaptı, Rabbin yolunda yürüyen babası Dâvûd gibi tam anlamıyla Rabbi izlemedi. Yeruşalim'in doğusundaki tepede Moavlıların iğrenç ilâhı Kemoş'a ve Ammonluların iğrenç ilâhı Molek'e tapmak için bir yer yaptırdı. İlâhlarına buhur yakıp kurban kesen bütün yabancı karıları için de aynı şeyleri yaptı. İsrâîl
'in Tanrısı Rabb, kendisine iki kez görünüp, "Başka ilâhlara tapma!" demesine karşın, Süleymân Rabbin yolundan saptı ve O'nun buyruğuna uymadı. Bu yüzden Rabb Süleymân'a öfkelenerek, "Seninle yaptığım antlaşmaya ve kurallarıma bilerek uymadığın için krallığı elinden alacağım ve görevlilerinden birine vereceğim" dedi, "ancak baban Dâvûd'un hatırı için, bunu senin yaşadığın sürede değil, oğlun kral olduktan sonra yapacağım. Ama oğlunun elinden bütün krallığı almayacağım. Kulum Dâvûd'un ve kendi seçtiğim Yeruşalim'in hatırı için oğluna bir oymak bırakacağım." [Kitab-ı Mukaddes; I. Krallar, 11:1-13.]

Buna benzer dedikodular ile ilgili Sâd sûresi'nde uzunca detay sunulmuştu. [Tebyînu'l-Kur’ân; c.??????]

Zikri geçen şeytânlar ile kimlerin kasdedildiği anlaşıldıktan sonra âyetin,
Ama o şeytânlar kâfir idiler; insanlara sihri ve Bâbil'de iki meleğe/iki krala; Hârût ve Mârût'a indirileni öğretiyorlardı bölümünü inceleyelim:

Târih ve coğrafya belgelerine göre Bâbil, Mezopotamya'da, adını aldığı Bâbil kenti etrafında kurulmuş, Sümer ve Akad topraklarını kapsayan eski bir medeniyettir. Bâbil'in merkezi, bugünkü Irak'ın el-Hılla kasabasıdır.

Âyetteki ifadelerden anlaşıldığına göre, sihri öğreten Hârût ve Mârût değil, Süleymân'ın düşmanı olan şeytânlaşmış kişilerdir. Onlar insanlara sihir ve Bâbil'deki iki meleğe/krala indirileni öğretiyorlardı.

SİHR

Sihr, "bir şeyi, göz boyayarak, elçabukluğu yaparak veya başka taktiklerle gerçeğinden başka bir şekilde göstermek"tir:

115Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler: "Ey Mûsâ! Sen mi tezini ortaya koyacaksın, yoksa tez ortaya atanlar biz mi olalım?" dediler.

116Mûsâ: "Siz tezinizi ortaya atın" dedi. Onlar atınca da insanların gözlerini büyülediler ve onları korkuttular. Ve büyük bir etkin hüner gösterdiler.

117Biz de Mûsâ'ya, "Sen de birikimini ortaya atıver" diye vahyettik. Bir de ne görsünler, onların uydurup düzdükleri şeyleri süratle yakalayıp yutuyor. 118Böylece hak yerini buldu ve Firavun ve ileri gelenlerin bütün yaptıkları boşa gitti, işe yaramadı.

119Firavun ve ileri gelenler, artık orada mağlup oldular ve küçük düşmüş bir toplum olarak geri döndüler. [A‘râf/115-119]

65Etkili bilginler: "Ey Mûsâ! Ya sen ortaya koyacaksın veyahut ilk ortaya koyan kişiler biz olalım" dediler.

66Mûsâ: "Tam tersi, siz ortaya koyun" dedi. Bir de ne görürsün! Onların birikimleri, eski inançları ve tezleri/çer-çöpleri/eften püften bilgileri, yaptıkları sihirden/hünerli gösterimden ötürü gözünde büyüdü.67Bu yüzden Mûsâ, içinde bir korku hissetti.

68,69Biz: "Korkma, şüphesiz sen; en üstün olan sensin: Sen sahibi olduğun birikimi ortaya koy; o, onların yapıp ürettiklerini yutsun dursun. Şüphesiz onların yaptıkları ancak bir göz boyayıcısı hilesidir. Göz boyayıp etkileyen kişi ise, her nereye giderse gitsin zafer kazanamaz, başarılı olamaz" dedik.

70Sonunda bütün etkili bilginler, "Mûsâ ile Hârûn'un Rabbine iman ettik" demek sûretiyle boyunlarını uzatıp teslim olmuş durumda bırakıldılar. [Tâ-Hâ/65-70]

HÂRÛT ve MÂRÛT'UN KİMLİĞİ

Bu âyette, şeytânların insanlara sihir ve Bâbil'deki Hârût ve Mârût adındaki iki meleğe/krala indirilenleri öğrettikleri bildirilmektedir.

Âyetin bu bölümüyle ilgili de bir çok saçma söylentiler uydurulmuştur. Önce bunların bir kısmını nakledelim:

Hz. Ali, İbn Mes‘ûd, İbn Abbâs, İbn Ömer, Ka‘b el-Ahbar, es-Süddî ve el-Kelbî'den şu anlamda rivâyetler gelmiştir: İdris (a.s) döneminde Âdem'in (a.s) çocukları arasında fesad alabildiğince çoğaldı. Bu bakımdan melekler onları ayıpladı. Bunun üzerine yüce Allah, "Eğer siz onların yerinde olsaydınız ve onların yapılarında bulunanlar size de yerleştirilmiş olsaydı, onların işlediklerini işlerdiniz." Melekler, "Seni tenzih ederiz, bizim böyle bir şey yapmamız yakışmaz" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah, "En hayırlılarınızdan iki melek seçin" buyurdu, onlar da Hârût ile Mârût'u seçtiler. Allah onları yere indirdi ve onlara da şehveti yerleştirdi. Aradan bir ay geçmeden adı Nabati dilinde Bîdaht, Fârisîde Nâhil, Arapça'da Zühre olan bir kadına gönüllerini kaptırdılar. Bu kadın bir dava için yanlarına gelmişti. Kadınla beraber olmak istediler; ancak dinine girmedikçe ve şarap içip Allah'ın harâm kıldığı nefsi öldürmedikçe tekliflerini kabul etmedi. Onlar kadının teklifini kabul edip içki içtiler ve onunla birlikte oldular. Kendilerini gören bir adamı da öldürdüler. Bu sefer kadın onlardan, kendisini söyleyerek semaya çıktıkları ismi öğrenmek istedi. Onlar da bu ismi kadına öğrettiler. Kadın o ismi söyleyerek yükseldi ve hilkati değiştirilip yıldız yapıldı. [Kurtubî,
el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân]

HÂRÛT-MÂRÛT KISSASI ve TENKİDİ

Onların iki melek olduğunu söyleyen âlimler de, onların indiriliş sebebi hususunda ihtilâf etmişlerdir. İbn Abbâs'tan (r.a) şöyle rivâyet edilmiştir: Cenâb-ı Allah, meleklere Hz. Âdem'i tanıttığı zaman onlar,
Yeryüzünde, orada fesat çıkaracak ve kan dökecek kimse mi yaratacaksın? (Bakara/30) dediler. Cenâb-ı Allah onlara, Ben sizin bilmediklerinizi bilirim (Bakara/30) diye cevap verdi. Sonra Cenâb-ı Allah, insanlara bir grup meleği görevlendirdi; bunlar Kirâmen Kâtibîn melekleri idi. Bu melekler, insanların kötü amellerini semâya çıkarıyorlardı. Melekler, onların kötü ameller yapmalarına ve onlardan sâdır olan kabahatlere rağmen, Cenâb-ı Allah'ın onları hâlâ hayatta bırakmasına şaşırıp kaldılar. Üstelik insanlar, bütün bunlara sihir yapmayı da eklediler. Meleklerin şaşkınlığı daha da arttı. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, melekleri imtihan etmek istedi ve onlara, "İlim, zühd ve din bakımından en üstün olan meleklerden ikisini seçin; onları yeryüzüne indirip imtihan edeceğim" dedi. Onlar da Hârût ve Mârût'u seçtiler.

Cenâb-ı Allah bu iki meleğe, insanlarda bulunan şehvet hissini verdi ve onları yeryüzüne indirip, şirk, katl, zina ve içki içmeyi onlara yasakladı. Onlar yeryüzüne inince, en güzel kadınlardan biri, Zühre adındaki bir kadın onların yanına geldi. Bu melekler o kadından kâm almak istediler. Kadın, puta taparlar ve içki içerler ise onların dediğini yapacağını söyledi. Melekler önce bunu yapmaktan çekindiler; sonra şehvet onlara gâlip gelerek, her iki hususta da kadının teklifini kabul ettiler. İçki içmeye ve puta tapmaya yöneldikleri esnada bir dilenci geldi. Kadın, "Bu dilenci, gördüğü bu hâllerimizi insanlara anlatırsa, hâlimiz kötü olur. Eğer bana vuslatı istiyorsanız, bu adamı öldürün!" dedi. Melekler, önce bunu yapmak istemediler, ama sonra adamı öldürdüler. Sonra kadını aradılar, fakat bulamadılar. Pişman olup üzüldüler ve Allah'a yakarmaya başladılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah onları, dünya azabı ile âhiret azabından birisini seçme hususunda muhayyer bıraktı. Onlar, dünya azabını tercih ettiler. İşte bu sebeple bunlar, semâ ile arz arasında, Bâbil'de, asılmış olarak azâb görüyorlar. Ve insanlara sihri öğretiyorlar. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Sonra, müfessirlerin Zühre hususunda iki görüşü vardır:

1) Cenâb-ı Allah iki meleği insanların şehveti ile imtihan edince, Zühre denilen yıldıza ve feleğine, yeryüzüne inmelerini emretti, derken o hâdise vukû buldu. İşte o zaman Zühre ve feleği, o iki melekte gördükleri hâli kınayarak, yüksele yüksele gökteki yerlerine çıktılar.

2) Bu kadın yeryüzünün fâhişelerindendi. O iki melek içki içtikten, o insanı öldürdükten ve puta taptıktan sonra o kadınla zina yaptılar ve ona göğe çıkmak için okudukları ismi öğrettiler. O kadın da o ismi söyleyip göğe yükseldi. Daha önce ismi "Bîduht" idi. Cenâb-ı Allah onun şeklini değiştirip Zühre yıldızı hâline soktu.

Bunlar fâsid ve merdûd olup kabul edilemez rivâyetlerdir. Çünkü Allah'ın kitabında bunlara delâlet edecek bir şey olmayıp, aksine birçok yönden onu geçersiz kılacak hususlar vardır:

A) Daha önce geçen ve meleklerin bütün günahlardan masum olduğunu gösteren deliller.

B) Bu görüşte olanların, "Bu iki melek dünya azabı ile âhiret azabı arasında muhayyer bırakılmışlardır" sözü fâsiddir. Doğru olan, onların tevbe ile azâb arasında muhayyer bırakılmalarıdır. Çünkü Hakk Teâlâ, ömrü boyunca Kendisine şirk koşan kimseyi bile bu ikisi arasında muhayyer bırakmıştır. Hâl böyle iken bu hususta o iki meleğe nasıl daha cimri davranır?

C) Şaşılacak şeylerden biri de bu görüşte olanların şu iddialarıdır: Bu iki melek azap gördükleri hâlde insanlara sihir öğretiyorlar ve cezalandırılmakta oldukları o vaziyette bile, insanları sihre çağırıyorlar.

Bu sözün yanlışlığı zâhir olduğuna göre deriz ki: O iki meleğin indirilmesinin birçok izahı vardır:

a) O esnada sihirbazlar çoğalmıştı. Bunlar, sihir konusunda daha önce bilinmeyen şeyleri ortaya çıkardılar ve peygamberlik iddiasında bulundular, bununla insanlara meydan okudular. Bu sebepten dolayı. Cenâb-ı Allah, insanlara bu yalancı peygamberlere karşı koyabilsinler diye sihri öğretmek üzere bu iki melek gönderdi. Bu, şüphesiz en güzel gaye ve maksatlardan biridir.

b) Mucizenin sihirden farklı olduğunu anlamak, mucize ve sihrin ne olduğunu bilmeye bağlıdır. Hâlbuki insanlar o zaman sihrin mahiyetini bilmiyorlardı. Bu sebeple, onların mucizenin hakikatini bilmeleri de imkânsızdı. İşte bunun üzerine, böyle bir maksad için, sihrin mahiyetini anlatsınlar diye Allah Teâlâ bu iki meleği gönderdi.

c) Şöyle de denilebilir: Allah'ın, düşmanlarının arasına ayrılığı; dostlarının arsına ise sevgiyi yerleştiren sihir, onlarca mübah veya mendub idi. İşte bundan dolayı, Hakk Teâlâ bu gaye ile sihri öğretsin diye o iki meleği göndermiştir. Sonra o günün insanları bu iki melekten sihri öğrenmişler ve onu şerr işler ile Allah'ın dostları arasına düşmanlık sokmak ve düşmanları arasında sevgi tesis etmek için kullanmışlardır.

d) Her şeyi bilebilmek güzeldir. Sihir yasaklanmış olunca, onun bilinen ve tasavvur edilen bir şey olması gerekir. Çünkü tasavvur olunamayan şeyi nehyetmek imkânsızdır.

e) Belki de cinnler, benzerini insanların yapamayacağı çeşitli sihirler biliyorlardı. Bundan ötürü Cenâb-ı Hakk, insanların kendisi ile cinnlere karşı koyabilecekleri şeyleri öğretmeleri için melekleri göndermiştir.

f) Bunun, mükellefiyeti zorlaştırma bâbında bir şey olması da caizdir. Çünkü insana, kendisini dünyevî lezzetlere ulaştıracak şeyi öğretip, sonra onu kullanmasını yasakladığı zaman bu, insan için çok güç olur. Bu sebeple de insan, buna riâyet ederek büyük bir mükâfât elde edebilir. Nitekim Hakk Teâlâ,
Kim (o nehirden) kana kana içerse benden değildir. Kim ondan tatmaz ise işte o bendendir (Bakara/249) buyurduğu gibi, Talût'un kavmini bir nehirden su içme hususunda imtihan etmiştir. Böylece bu izahlarla Allah Teâlâ'nın melekleri sihir öğretmek üzere indirmesinin akıldan uzak görülemeyeceği ortaya çıkmış oldu. Allah en iyi bilendir. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

HÂRÛT ve MÂRÛT:

Seyyid Reşid Rıza konuya şöyle açıklama getirir: Bazıları âyetin orijinalinde geçen
el-melekeyn kelimesini el-melikeyn şeklinde okurlar. Bu durumda Hârût ve Mârût ile, "iki melik" [kral] kasdedilmiş olur. Bazıları da el-melekeyn şeklinde okur. Bu ise, "iki melek"anlamına gelir.

Bu ikisi ile Hz. Dâvûd ve Süleymân'ın kasdedildiğini söyleyenler de olmuştur. Bazısına göre, bunlar vakar sahibi, saygın iki arkadaştı. Bu yüzden insanlar onları krallara ya da meleklere benzetiyorlardı. Onları psikolojik ve rûhânî ihtiyaçları için birer önder gibi algılıyorlardı. Seyyid el-Kâsımî –bir kaynak ya da isim belirtmeksizin– der ki: "Muhakkik alimlere göre, Hârût ve Mârût Bâbil'de takvâ ve yapıcılıklarıyla ün salmış iki adamın ismiydi. İnsanlara büyü öğretiyorlardı. İnsanların onlara ilişkin iyi niyetleri o düzeye vardı ki, sonunda onların gökten inip insanlara Allah'ın vahyini öğreten iki melek olduğunu sandılar."

İlk kuşak müfessirler konuya ilişkin olarak özde aynı, siga ve ayrıntıda farklı çok garip, akıl almaz rivâyetler aktarmışlardır. Bunlardan biri, İbn Hanbel'in
Müsned'inde yer alan hadistir. Bir de Abdullah b. Ömer'den nakledilen bir rivâyet vardır. Ancak, Peygamberimizin sözü mü, Ka‘b el-Ahbar'ın sözü mü olduğu hususu ihtilaflıdır. Bir diğeri de, İbn Abbâs'tan rivâyet edilir. Konuya ilişkin olarak Ali b. Ebî Tâlib'den de bir hadis rivâyet edilmiştir. Hasan el-Basrî, Katâde ve Zührî gibi tâbiîn ve tebe-i tâbiîn'den de rivâyetler aktarılmıştır. Rivâyetlerin özeti şudur: Melekler Âdemoğulları'nın işledikleri hatalar hususunda Allah'la konuşurlar (konuşmanın zamanı da ihtilaf konusudur. Bazısına göre konuşma, Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini, mi yaratacaksın? sözünün söylendiği sırada geçmiştir. Bazısına göre de bu konuşma, Âdemoğulları çoğalıp buna paralel olarak hataları da çoğalınca gerçekleşmiştir). Yüce Allah onlara der ki: "Eğer sizi de bu sınava tâbi tutsaydım siz de onların işledikleri hataları işlerdiniz." Melekler, "Seni tenzih ederiz" derler. Bunun üzerine Allah, "Aranızdan iki kişiyi bu sınav için seçin" der. Melekler Hârût ve Mârût'u seçerler. Yüce Allah, bu ikisini insanların ihtiras ve şehevî duygularıyla sınamak üzere Bâbil kentine indirir. Güzel bir kadın karşılarına çıkar –olayın gerçekleştiği yer de ihtilaf konusudur.– Bu ikisi kadınla birleşmek isterler. Ancak kadın, putuna secde etmeleri veya göstereceği bir kişiyi öldürmeleri ya da şarap içmeleri durumunda bu isteklerini karşılayabileceğini söyler. Ancak melekler, daha hafif bir suç olduğu düşüncesiyle şarap içmeyi kabul ederler. Şarabı içtikten sonra sarhoş olurlar. Hem zina ederler, hem şirk koşarlar, hem de adam öldürürler. Bunun üzerine Yüce Allah onlara dünya veya âhiret azabından birini tercih etmelerini önerir. Dünya azabını tercih ederler. Bunun üzerine Yüce Allah, ayaklarından asılmalarını emreder. Bundan sonra insanlar onlara gelip büyü öğrenmeye başlarlar. Onlarsa gelenleri uyarmaktan ve "Biz birer sınama aracıyız, sakın küfre girmeyin" demekten geri durmazlar. Bir rivâyette onları Bâbil'de hapsedip ayaklarından asanın Hz. Süleymân olduğu belirtilir. İbn Kesîr mü’minlerin anası Hz. Âişe'ye dayandırarak akıl almaz bir diğer rivâyete de yer verir. Buna göre Devmetu'l-Cendel halkından bir kadın Hz. Âişe'ye gelir ve kaybolan kocası geri dönsün diye büyücü bir kocakarının yanına gittiğini anlatır. İddiaya göre kocakarı kendisini siyah bir köpeğe bindirerek birlikte Bâbil'e giderler. Oraya vardıklarında Hârût ve Mârût'un ayaklarından asılı olduklarını görürler. Kadın kendisine büyü öğretmelerini isler, onlarsa, "Biz birer sınama aracıyız, sakın küfre girme, var geri dön" derler. Ama kadın ısrar eder. Bunun üzerine Hârût ve Mârût ona bazı büyü oyunlarını öğretirler. Öyle ki kadın bir tohumu bir gün içinde eker, biçer, öğütür ve ekmek hâline getirebilir. el-Kâsımî, Fahreddîn er-Râzî'nin ünlü Tefsir'inde bu tür rivâyetlerin asılsızlığını çeşitli açılardan ortaya koyduğunu, ayrıca İmam Ebû Müslim'in bu iki meleğe sihrin inmiş olmasının mümkün olmayışını çeşitli yönlerden kanıtlamış olduğuna işaret ettiğini vurgular. Biz bunları teker teker sunmanın yararlı olacağını düşünmüyoruz.

Bununla beraber Bâbil'de geçen Hârût ve Mârût kıssasının ve bunların insanlara sihir öğretmelerinin, âyetlerin inişine tanık olan Araplar ve Yahûdilerce bilinmeyen şeyler olmadıklarını düşünüyoruz. İsimlerin [Hârût-Mârût] Arapça kalıplara uygunluğu da bunu kanıtlayıcı niteliktedir. Rahatlıkla bu iki kelimenin orijinal hâllerinden Arapçalaşmış olduklarını söyleyebiliriz. Âyetler ise, olayı Yahûdilerle ilintili olarak sunuyor. Rivâyetler de, kıssanın Hz. Peygamber zamanında ve yaşadığı çevrede anlatılageldiğini ortaya koymaktadır.

Hârût ve Mârût'la ilgili olarak aktarılan ayrıntılı açıklamaları ise ihtiyatla karşılıyoruz. Kaldı ki âyetlerin amacı bizzat Hârût ve Mârût kıssasını anlatmak değildir. Asıl amaç eleştiri, uyarı, anlatım ve öğüt işlevini görmedir. Önemli olan bu noktalar üzerinde yoğunlaşmaktır ve bu da yeterlidir. [Derveze,
et-Tefsîru'l-Hadîs.]

Görüldüğü üzere anlatılanların tümü, dayanaktan yoksun ve ihtiyatla yaklaşılması gereken şeylerdir. Klasik kaynaklarda yer aldığına göre İbn Abbâs, İbn Ebzâ, ed-Dahhâk ve el-Hasen âyetteki الملكين [
melekeyn] kelimesini, الملِكين [melikeyn/iki kral] şeklinde okumuşlardır, ki mealde bunu da gösterdik. Âyette dikkat çeken şey, Hârût ve Mârût adındaki iki melek veya melikin, kendilerine vahiy inzâl edilmiş kimseler olmalarıdır. Kendilerine vahiy indirildiğine göre bunlar peygamberdir.

Daha evvel,
melek/melâike sözcüğünün mülk veya üluk kökünden türeyebileceğini; mülk kökünden olduğunda "güç"; üluk kökünden olduğunda ise "haberci" anlamına geldiğini; hangi kökten türediğinin de, bulunduğu cümle ve paragraftaki söz akışından anlaşılabileceğini belirtmiştik.

Âyetteki
melek kelimesi, üluk kökünden türemiş kabul edilirse melekeyni sözcüğü, "iki haberci" anlamına gelir, ki bu da "iki nebi" demek olur. Zaten bunlara vahiy indirildiği de âyette açıkça zikredilmiştir. Kökü mülk kabul edilip de kelime melikeyni okunursa, "iki kral" manasına gelir, ki Allah'ın elçilerinin bir çoğunun "meliklik" vasfı da vardır; kendilerine "hikmet" verilenler aynı zamanda hükümdardırlar. Bu meleklerin halk kültüründeki türden melek olmaları söz konusu değildir. Zira bu anlamıyla meleklerde irâde yoktur:

6,7Ey iman etmiş kimseler! Kendinizi ve yakınlarınızı, yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir Ateş'ten koruyun. Ateşin üzerinde, Allah'a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba görevli güçler vardır. Ey kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş kimseler! Bugün özür dilemeyin. Siz ancak işlediklerinizin cezasını çekeceksiniz! [Tahrîm/6,7]

Bunların adları belli değildir. Zira Hârût ve Mârût; Ye’cuc ve Me’cuc, Tâlût ve Câlût gibi birer unvandır. Öyleyse Hârût ve Mârût hakkında, arkeolojik belgeler ortaya çıkıncaya kadar Kur’ân'daki bilgilerle yetinilmesi, bunun dışında tahminde bulunulmaması gerekir.

Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta da bu iki peygambere indirilen şeydir. Âyetteki ifadeleri takip ediyoruz:
Hâlbuki o ikisi [Hârût ve Mârût], "Biz fitneyiz, sakın kâfir olma!" demedikçe hiç kimseye hiçbir şey öğretmezlerdi. Sonra onlar [herkes], o ikisinden erkekle eşinin arasını açan şeyleri öğreniyorlardı.–Ne var ki, onlar onunla Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler.– Onlar [herkes], kendilerine zarar vereni, yarar vermeyeni öğreniyorlardı. Andolsun ki, onu satın alanın âhirette hiçbir nasibi olmayacağını da kesinlikle biliyorlardı.

Buradan açıkça anlaşıldığına göre Hârût ile Mârût, karı-koca arasındaki uyumsuzluğa, geçimsizliğe ve ayrılığa neden olan şeyleri öğretiyorlar; yani, mutlu bir ailenin nasıl kurulacağını ve hangi şartlarda yuvanın dağılacağını öğretiyorlar, insanlar da bu iki kral peygamberden öğrendikleriyle yuvalarını sağlam tutuyorlardı. Ayrıca bu iki kral peygamber insanlara, "Biz fitneyiz, sakın kâfir olma [sakın bu bilgileri kötüye kullanmayın] demedikçe de hiç kimseye hiçbir şey öğretmiyorlardı.

104) Ey iman etmiş kimseler! "Râinâ [sen bizim çobanımızsın/sen bizi güt biz seni güdelim]" demeyin, "Unzurnâ [bizi gözet]" deyin ve kulak verin. Çok acıklı azap da yalnız kâfirler; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseler içindir.
Daha evvelki pasajlarda İsrâîloğulları'nın münasebetsizlikleri açıklanmıştı. Burada hitap mü’minlere yönelerek, başta Rasûlullah olmak üzere kimseye münasebetsizlik yapmamaları emredilmektedir: Ey iman etmiş kimseler! راعنا [râ‘inâ/sen bizim çobanımızsın; bizi güt/güdüşelim] demeyin, انظرنا [unzurnâ/bizi gözet] deyin ve kulak verin.

راع[
râ‘i] ve نا[] sözcüklerinden oluşan râ‘inâ tamlamasını teknik olarak iki şekilde anlamak mümkündür:

a) راع [
râ‘i] sözcüğü, üçlü kalıbın ism-i fâili olup, "güden; çoban" demektir. نا [] zamiri ile tamlama yapıldığında, "bizim çoban/çobanımız" anlamına gelir. Cümle de, mübteda takdiri ile isim cümlesi yapıldığında, "sen bizim çobanımızsın" anlamına ulaşılır.

b)
Râ‘i sözcüğü, müfaale babından dörtlü kalıptan olup emir kipidir. نا[] zamiri ile cümle yapıldığında fiil cümlesi olur. Bu kalıp işteşlik anlamı içerdiğinden, sözcüğün anlamı, "bizimle güdüş, sen bizi güt biz seni güdelim, sen bizi gözet, biz seni gözetelim" anlamı ortaya çıkar.

Klasik kaynaklarda bu âyetin iniş sebebi olarak, bazı Müslümanların Yahûdilerin oyununa gelerek Rasûlullah'a saygısızlık etmeleri gösterilir:

İbn Abbâs der ki: Müslümanlar "bize de dönüp bak" anlamında Hz. Peygamber'e talep ve arzularını ifade etmek üzere
râ‘inâ diyorlardı. Ancak Yahûdilerin dilinde bu kelime, "işit, işitmez olası" anlamında bir hakaret manasındaydı. Yahûdiler bunu ganimet bildiler ve, "Biz o'na önceleri gizlice sövüp hakaret ediyorduk, şimdi açıktan açığa sövüp hakaret ediyoruz" demeye başladılar ve bu şekilde Peygamber'e (s.a) hitap edip aralarında da gülüşüyorlardı. Bunu Sa‘d b. Mu‘az işitti. Sa‘d onların dilini biliyordu. Yahûdilere, "Allah'ın lâneti üzerinize olsun. Eğer sizden herhangi birinizin bu sözü Peygamber'e söylediğini işitecek olursam, hiç şüphe etmesin boynunu uçururum" dedi. Yahûdilerin, "Siz bu kelimeyi söylemiyor musunuz?" demeleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu ve mü’minlerin bu kelimeyi kullanmaları yasaklandı. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Allah'ın Rasûlü (s.a) Müslümanlara ilimden bir şey okuduğunda, Müslümanlar o'na, "Ey Allah'ın Rasûlü! Râ‘inâ [bizi gözet, bize bak]" derlerdi. İbrânice'de Yahûdilerin birbirlerine söverken kullandıkları, bu kelimeye benzeyen bir kelime vardı. Bu kelime,
râ‘inâ idi. Bu, "dinle, ey dinlemiyesice!" manasına gelirdi. Onlar, mü’minlerin, "Râ‘inâ [bize bak, bizi gözet]" dediklerini duyunca, bunu fırsat bilip, bu küfürlerini kasdederek Hz. Peygamber'e (s.a) bununla hitab ettiler. Böylece mü’minler bu kelimeyi söylemekten nehyedilip diğer lâfzı –ki bu "unzurnâ [bize bak]" sözüdür– kullanmaları emredildi. Bu te’vîlin doğru olduğuna, Hakk Teâlâ'nın Nisâ sûresi'ndeki, (O Yahûdilerden kimi) dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak, "Dinledik ve isyan ettik. İşit işitmez olası râ‘inâ!" derler (Nisâ/46) âyeti de delâlet eder.

Rivâyet edildiğine göre Sa‘d b. Mu‘âz (r.a), onların bu sözlerini işitti ve, "Ey Allah'ın düşmanları! Allah'ın lâneti sizin üzerinize olsun. Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki sizden kimin bu sözü Hz. Peygamber'e (s.a) karşı söylediğini işitirsem mutlaka boynunu vuracağım" dedi. Onlar, "Siz de böyle [
râ‘inâ] demiyor musunuz?" deyince, bu âyet nâzil oldu. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

Biz bu âyeti, راعنا[
râ‘inâ] sözcüğünün yukarıdaki her iki anlamına göre de açıklayacağız:

Birinci anlama göre, münâfıkların ve Yahûdileşmiş kimselerin kelimelerle oynadıkları, sözcükleri, anlamlarından kaydırdıkları birçok âyette yer almıştır:

46Yahudileşmişlerden bir kısmı kelimelerin yerlerini/öz anlamlarını değiştirirler, dillerini eğerek-bükerek ve dine saldırarak Peygamber'e karşı, "İşittik ve karşı geldik/iyice sarıldık", "Dinle, dinlemez olası", "raina" [güdüşelim, bizim çobanımız] derler. Eğer onlar, "İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet" deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha sağlam/doğru olacaktı; fakat bile bile gerçeği kabul etmemeleri sebebiyle Allah, onları dışlayıp gözden çıkarmıştır. Artık pek az inanırlar. [Nisâ/46]

13Sonra da sözlerini bozmaları sebebiyle onları dışladık ve kalplerine katılık koyduk. Onlar kelimeyi/sözcüğü yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler. Öğütlendiklerinin önemli bir bölümünü de terk ettiler. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen, onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik-güzellik üretenleri sever. [Mâide/13]

41Ey Elçi! Kalpleri iman etmediği hâlde ağızlarıyla "İnandık" diyen kimseler ve Yahudileşmişlerden, durmadan yalana kulak veren ve sana gelmeyen kimseler için dinleyen/casusluk eden, küfür; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddediş içinde koşuşan şu kimseler seni üzmesin. Onlar, kelimeyi yerlerinden kaydırıp değiştirirler. "Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!" derler. Allah, bir kimseyi dinden çıkma ateşine düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve âhirette onlara çok büyük bir azap vardır. [Mâide/41]

Kur’ân'dan öğrendiğimize göre Yahûdileşmiş kimseler ve münâfıklar Rasûlullah'ı gördüklerinde yalan ve kaypak sözler söylerlerdi.
Râ‘inâ sözcüğü de bunlardan biridir. Bu sözcük, İbranice'de, "lütfen bir dakika bakar mısın", "dinle, işitmez olasıca" anlamına da gelmektedir. Ayrıca Arapça'da aynı kelime "kibirli ve câhil" anlamında da kullanılmaktaydı.

Siyerlerde Yahûdilerin Rasûlullah'a, السلام عليك [
es-selâmu ‘aleyke] yerineالسام عليك [es-sâmu ‘aleyke/ölüm üzerine olsun, geber] dedikleri nakledilir.

Âyette, راعنا[
râ‘inâ] ve انظرنا[unzurnâ] sözcüklerinin kime karşı denilip denilmeyeceği ifade edilmemekle birlikte; Nisâ/46, Mâide/13, 41 ve Nûr/63'e göre bunun Rasûlullah'a karşı olduğu anlaşılmaktadır.

Burada mü’minlere, Rasûlullah ve birbirleri ile konuşurken dikkatli olmaları, kullanacakları sözcükleri iyi seçmeleri, kaypak ve kötü anlama çekilebilen cinaslı sözler kullanmamaları emredilmektedir. Nitekim bu husus Nûr sûresi'nde de vurgulanmıştır:

63Aranızda Elçi'yi çağırmayı, bazınızın bazınızı çağırışı gibi yapmayın. Saklanarak sıvışıp gidenleri Allah kesinlikle bilmektedir. Bu sebeple, O'nun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir sosyal yangının isabet etmesinden veya kendilerine çok acıklı bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar. [Nûr/63]

Râ‘inâ sözcüğünün ikinci anlamına göre:

Âyetin devamı olan, انظرنا[unzurnâ/bizi gözet] deyin ve kulak verin. Çok acıklı azap da yalnız kâfirler içindir ifadeleri dikkate alındığında, bu âyette, Rasûlullah'ın dindeki konumu belirlenmektedir. Dolayısıyla mü’minler, Rasûlullah'a "Bizi gözet!" demeli, fakat sadece Allah'tan gelen vahye kulak verip onu izlemelidirler. Aksi ise küfürdür, kâfirler de acıklı azap göreceklerdir.

105) Kitap Ehlinden, küfreden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kimseler ve ortak koşanlar, Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Allah ise, rahmetini dilediği kimseye mahsus kılar. Ve Allah, çok büyük armağan sahibidir.
Bu âyette mü’minler, çevresel ilişkiler hususunda aydınlatılmakta; Kitap Ehlinden inkârcılar ve müşriklerin kıskançlık sebebiyle mü’minlere bir iyilik inmesini, onların aydınlanmasını, zenginleşmesini istemedikleri bildirilip Allah'ın rahmetini dilediğine indireceği ifade buyurulmaktadır.

Âyette zikri geçen
rahmet, "elçilik görevi"dir. Bu nedenle âyetteki, Allah ise, rahmetini dilediği kimseye mahsus kılarifadesinin anlamı, "Allah peygamberliği istediğine verir, onların istediği kişilere değil" demektir. Rahmet'in "elçilik" anlamında kullanıldığını şu âyetlerde de görüyoruz:

31Yine onlar: "Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" dediler.

32Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit dünya hayatında, onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz, onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. [Zuhruf/31-32]

86Ve sen Kitab'ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir rahmet olarak verildi. Öyleyse sakın kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere arka çıkma/yardımcı olma. [Kasas/86]

65Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir bilgi öğretmiştik. [Kehf/65]

Ehl-i Kitaptan ileri gelenlerin ve müşriklerin ileri gelenlerinin sırf kıskançlık nedeniyle hakka karşı gelmeleri Kur’ân'da bir çok kez gündeme getirilmiştir:

109Kitap Ehlinden birçoğu, gerçek kendileri için ortaya konduğu hâlde, benliklerindeki kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler olmaya çevirmek isterler. Buna rağmen siz, Allah'ın emri gelinceye kadar af ile, hoşgörüyle davranın. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir. [Bakara/109]

53Yoksa onlar için dünya yönetiminden bir pay mı vardır. Eğer öyle olsaydı, insanlara bir hurma çekirdeğinin oyuğunu bile vermezlerdi.

54Yoksa onlar insanları, Allah'ın onlara armağan olarak verdiği şey için kıskanıyorlar mı? Bakın, şüphesiz Biz, İbrâhîm soyuna da kitap ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri vermiştik. Hem de onlara büyük bir hükümranlık verdik. [Nisâ/53-54]

13Allah, dinden Nuh'a yükümlülük olarak ulaştırdığı şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Mûsâ’ya ve İsa'ya yükümlülük olarak ulaştırdığımız şeyi yaşam yolu yaptı: "Dini hayata geçirin, ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin." Senin kendilerini davet ettiğin şey, ortak koşan kimselere ağır geldi. Allah, dilediğini kendine seçer ve kalpten yöneleni de o davet edilene kılavuzlar.

14Ve onlar, ancak kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki taşkınlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından "adı konmuş bir süre sonuna kadar" sözü geçmemiş olsaydı aralarında kesinlikle gerçekleştirilirdi. Ve şüphesiz kendilerinden sonra Kitab'a vâris kılınan kişiler, Kur’ân'dan kesinlikle kararsızlığa götüren bir kuşku içindedirler. [Şûrâ/13-14]

17Ve onlara Allah'ın Kendine özgü işlerine dair apaçık deliller verdik. Sonra onlar, yalnızca, kendilerine bilgi geldikten sonra aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeylerde kıyâmet günü aralarında karar verecektir.

18Sonra da seni Allah'ın Kendine özgü işlerinden apaçık bir yol haritası/toplu yaşam ilkeleri sahibi yaptık. Artık sen, ona uy, bilmeyen kimselerin boş-iğreti arzularına uyma. [Câsiye/17-18]
106) Biz, bir âyetten/alâmetten/göstergeden her neyi kaldırır veya söylettirmezsek, ondan daha iyisini yahut benzerini getiririz. Sen, Allah'ın şüphesiz her şeye en iyi güç yetiren olduğunu bilmedin mi?
107) Göklerin ve yerin egemenliğinin şüphesiz yalnız Allah'a ait olduğunu ve sizin için Allah'ın astlarından bir yakın ve bir yardımcı olmadığını bilmedin mi?
Bu âyetlerde, Ehl-i Kitap kâfirlerinin tuzaklarına karşı mü’minler uyarılmakta; onların kargaşa çılarmak için ileri sürdükleri safsatalar ortadan kaldırılmaktadır. Bu âyetlerin iniş sebebi hakkındaki nakiller şöyledir:

Yahûdiler, Ka‘be'ye yönelmeleri hususunda Müslümanları kıskandıklarından dolayı İslâm'a dil uzatmaya ve "Muhammed ashâbına önce bir hususu emrediyor, sonra da onlara o işi yasaklıyor. O bakımdan Kur’ân olsa olsa o'nun tarafından uydurulmaktadır. Bundan dolayı bir kısmı ile öteki kısmı birbiriyle çelişmektedir" demeye koyuldular. Bunun üzerine de Yüce Allah,
Biz, bir âyetin yerine diğer bir âyeti getirdiğimiz vakit (Nahl/16/101) buyruğu ile ...nesheder veya unutturursak buyruğunu indirdi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bil ki bu, Yahûdilerin İslâmiyet aleyhindeki ikinci çeşit dedikodularıdır. Onlar şöyle demişlerdir: "Ashabına önce bir şey emredip, sonra yasaklayıp daha sonda da aksini emreden ve bugün söylediğinden yarın dönen Muhammed'e (s.a) bakmaz mısınız?" İşte bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştur. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Anlaşıldığına göre bu âyet, Yahûdilerin, mü’minlerin zihnini bulandırıp şüphe uyandırmak için sordukları bir suale cevap niteliğindedir. Onlar, "Kur’ân, hem önceki kitapların Allah tarafından indirildiğini söylüyor, hem de onlardakinden farklı emirler veriyor" diyorlardı. Onların bu sorusu, gerçeği öğrenmeye yönelik değil, zihinleri bulandırmaya yönelikti.

نسخ[
nesh], "bir şeyi iptal ve izale edip onun yerine başka bir şeyi koymak" demektir. Güneş gölgeyi giderip gölgenin yerini tuttuğu vakit, "Güneş, gölgeyi neshetti" derler. [Lisânu'l-Arab; c. 8, s. 533, "Nsh" mad.] Bu sözcüğün, istinsah, nüsha, tenâsuh gibi türevleri Türkçe'ye de geçmiştir.

Eserlerde önemli bir yer tutan nesh konusunda birçok fikir üretilmiştir. Kelam kitaplarında
nesh, "şer‘an yerleşmiş bulunan bir hükmü daha sonra gelen bir hitap ile ortadan kaldırmaktır" şeklinde tarif edilmiştir.

Bu tanımdan hareketle Kur’ân'da neshin vâki olduğu iddia edilmiş ve âyetin âyetle neshi, âyetin hadis ve icma ile neshi gibi konular tartışılmıştır.

Bunun dışında, Kur’ân'da hem lafzı, hem hükmü neshedilen, lafzı neshedilip hükmü bırakılan âyetlerin olduğu ileri sürülmüştür. Keçinin yediği Recm âyeti (!), Âişe vâlideye fatura edilen sözde "rıda" [süt emme] âyetleri (!) ve Ahzâb sûresi'nin Bakara sûresi'nden bile uzun iken daha sonra mevcut âyetlerin dışındakilerin neshedildiği gibi iddialar ortaya atılmıştır.

Yüz altıncı âyetin ifadeleri farklı sözcüklerle Nahl sûresi'nde de yer almıştır.

101Ve Biz bir âyet yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman –Allah ne indirdiğini daha iyi bilen olmasına rağmen– onlar, "Sen, ancak bir uydurucusun" dediler. İşin doğrusu onların çoğu bilmiyorlar. [Nahl/101]

Rabbimiz bu ayetlerde peygamberlere gelen vahyin evrensel hükümler içerenleri hariç, yöresel ve süreli olanlarından bazısının kaldırılması meselesine işaret etmektedir. Buna göre, Rabbimiz daha evvel gönderdiği kitaplardaki yöresel ve süreli ilkeleri kaldırıp onların yerine Kur’an ile evrensel ve tüm zamanlara yönelik ilkeleri getirmiştir.

Bu meseleyi şu ayetler ile daha iyi anlayabiliriz:

146Ve Biz Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşınan, ya da kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun yağlarını da onlara haram ettik. Bu, saldırganlıkları yüzünden Bizim onları cezalandırışımızdır. Ve Biz, elbette doğrularız. [En’am/146]

93,94Tevrât indirilmeden önce, İsrâîl'in/Ya‘kûb'un kendisine haram kıldığı dışında, yiyeceklerin hepsi İsrâîloğulları için helal idi. De ki: "Eğer doğru kimseler iseniz, hemen Tevrât'ı getirip de onu okuyun. Artık kim bundan sonra Allah'a karşı yalan uydurursa, artık işte onlar yanlış, kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir." [Âl-i Imran/93]

160,161Sonra da Yahudileşen kimselerden olan haksız davranışlar, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde riba almaları [emeksiz, hizmetsiz, risksiz kazanç sağlamaları] ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve Yahudileşenlerden kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olanlara can yakıcı bir azap hazırladık. [Nisa/160, 161]

15,16Ey Kitap Ehli! Kesinlikle, Kitap'tan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açığa koyan, çoğundan da vazgeçen Bizim Elçimiz size geldi. Kesinlikle size, Allah'tan bir ışık ve apaçık bir Kitap geldi. Allah, o Kitabla kendi rızasına uyanları selâmet yollarına kılavuzlar. Onları Kendi bilgisi ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola kılavuzlar. [Maide/15,16]

156,157Allah diyor ki: "Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah'ın koruması altına girenlere, zekâtını; vergisini verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları Anakentli/Mekkeli Peygamber, o Elçi'ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O'na iman eden, O'na kuvvetle saygı gösteren, O'na yardımcı olan ve O'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." [A’raf/156,157]

Bu ayetlerde "çoğundan da vazgeçen" ve "sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren" ifadesiyle Tevrat’ın tamamının Kur’an’da tekrarlanmadığı bildirilmektedir. Burda "vazgeçilen bölüm" ile kastedilen, "Tevratta yer alan, İsrailoğullarını direkt hedef alan evrensel olmayan uyarılar, o zaman ki yaptıkları işler ve bunlara yapılan uyarılar, onlara nakledilen kıssalar vs. cinsinden şeyler"dir.

Buradan Arap toplumuna, Arabistan coğrafyasına özgü Kur’an’daki ilkelerin diğer coğrafya ve uluslarda sorgulanması söz konusudur.

Burada sözü edilen "kaldırma" işleminin anlamı, Resulullah’a gelmiş vahiylerin değiştirilmesi, unutturulması, terk ettirilmesi değildir. Rabbimiz Kur’an’da bunların söz konusu olmayacağını daha ilk vahiylerde bildirmiştir:

6-8Bundan böyle sende bilgi birikimi sağlayıp onu başkalarına ulaştırtacağız sonra da sen unutmayacaksın/terk etmeyeceksin. Ancak Allah dilerse başkadır. Kuşkusuz ki O, açığı da bilir, gizliyi de. Ve sana "En Kolay Olan"ı/seni en çok mutlu edecek olan şeyleri kolaylaştıracağız. [A’la/6-8]

Görüldüğü üzere burada zikredilen nesh, Kur’ân âyetleri arasında olmayıp, dinler arasındadır.

106. âyetteki,
âyet kelimesi, "mucize" manasına alındığında ise, evrendeki değişim ve gelişimi ifade eder. Allah ise, her an bir işte, bir yaratıştadır. Ve her yeni yarattığı eskisinden, ortadan kaldırdığından daha yararlıdır.

Ayrıca bu mucizeler, gönderdiği elçiler için yarattığı mucizeler olarak da ele alınabilir. İnkârcıları ikna etmek için peygamberlere mucizeler verildiği malumdur. Elçilerin mucizeleri farklı olmakla birlikte bir sonraki, evvelkinden daha büyük ve yararlıdır. En son âyet [mucize] ise, hepsinden daha yararlı ve etkindir. Onun için geçmiştekilerin benzeri mucize talep edenlere,
Kendilerine okunan Kitab'ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? denilmiştir.

50Ve onlar, "Ona Rabbinden alâmetler/göstergeler indirilmeli değil miydi?" dediler. De ki: "Alâmetler/göstergeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım."

51Kendilerine okunan Kitab'ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır. [Ankebût/50,51]
108) Yoksa siz Elçinizi, bundan önce Mûsâ'nın sorgulandığı gibi, sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Ve her kim imanı, küfürle değiştirirse, artık o, düz yolun ortasını kaybetmiş olur.
Âyetin açık ifadesinden anlaşıldığına göre, bazıları, İsrâîloğulları'nın Mûsâ'ya yaptığı gibi, Peygamber'i sorgulamak istemişler, bu yüzden de kınanmışlardır. Klasik kaynaklarda bu âyetin mü’minlerden bazıları hakkında indiği nakledilir:

Yoksa siz de daha önce Mûsâ'dan açıkça Allah'ı kendilerine göstermelerini istedikleri gibi Peygamberinizden istemeye mi kalkışacaksınız? Onlar da Muhammed'den (s.a) Allah'ı ve melekleri kâfile hâlinde getirmesini istemişlerdi. İbn Abbâs ve Mücâhid'den gelen rivâyete göre onlar Hz. Peygamber'den Safâ tepesini altına dönüştürmesini istemişlerdi.

Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre bu âyet-i kerîme, Râfi b. Huzeyme ile Vehb b. Zeyd'in, Peygamber'e (s.a), "Bize semadan okuyacağımız bir kitap getir ve bizim için nehirler fışkırt ki, sana uyalım" demeleri üzerine nâzil olmuştur. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Muhammed ibn İshâk der ki: Bana Muhammed ibn Ebî Muhammed İkrime'den veya Sa‘îd'den o da Abdullah ibn Abbâs'tan nakletti ki, o şöyle demiş: Râfî ibn Hureymle –veya Vehb ibn Zeyd– dedi ki: "Yâ Muhammed! Bize gökten bir kitap getir ki onu okuyalım, bize yerden bir ırmak fışkırt ki sana tâbi olup doğrulayalım." Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i celîle'yi inzâl buyurdu:
Yoksa daha önce Mûsâ'ya sorulduğu gibi siz de Peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz? [İbn Kesîr.]

Mücâhid,
Yoksa daha önce Mûsâ'ya sorulduğu gibi siz de Peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz âyeti konusunda dedi ki: "Mûsâ'dan kendilerine Allah'ı apaçık göstermesini istemişlerdi. Kureyşliler de Hz. Muhammed'den, kendilerine Safâ tepesini altın yapmasını istemişlerdi. O, ‘Evet’ deyince, ‘Eğer küfrederseniz bu sizin için İsrâîloğulları'nın sofrası gibidir’ buyurmuştu. Onlar imtina ve rücû ettiler." Süddî ve Katâde'den de buna benzer rivâyet nakledilir. En iyisini Allah bilir. [İbn Kesîr.]

Bizim kanaatimize göre, yoksa siz ifadesiyle muhatap alınanlar, "Rasûlullah dönemindeki mü’minler ile Medîne'de yaşayan Yahûdiler"dir. Zira Yahûdiler, bu sûrenin 47. âyetinden itibaren muhatap konumundadırlar. Buna göre, İsrâîloğulları'nın Mûsâ'ya yaptıkları gibi, onlar da Rasûlullah'tan olmayacak şeyler istemiş, o'nu sorgulamaya kalkmışlardır. Kur’ân'dan ve târihi bilgilerden anlaşıldığına göre Medîne Yahûdileri, mü’minlere anlaşılması güç ve gereksiz sorular yöneltiyorlar ve onları Rasûlullah'a da sormaları için ayartmaya çalışıyorlardı.

153Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de: "Allah'ı bize açıkça göster" demişlerdi. Sonra da haksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde altını ilâh edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz, Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. [Nisâ/153]

90-93Ve "Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız" dediler. Sen de ki: "Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!" [İsrâ/90-93]

7,8Ve inkâr etmiş olanlar: "Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece O'nunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!" dediler. Bu şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar: "Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz" da dediler. [Furkân/7-8]

61Ve hani bir zamanlar siz, "Ey Mûsâ! Biz, tek yemeğe asla dayanamayız, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın" demiştiniz. Mûsâ da size, "O, üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır" demişti. Ve üzerlerine aşağılık ve meskenet damgalandı ve sonunda Allah'tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, küfretmiş; Allah'ın âyetlerini bilerek reddetmiş olmaları ve peygamberleri haksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir. [Bakara/61]

55Hani bir zamanlar da siz, "Ey Mûsâ! Biz, Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız" demiştiniz de bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti. [Bakara/55]

Âyetteki, Ve her kim imanı küfürle değiştirirse artık o, düz yolun ortasını kaybetmiş olur ifadesinden anlaşıldığına göre Peygamber'den gerçekleştiremeyeceği şeyleri istemek, o'na lüzumsuz sualler sormak insanı küfre götürebilir. Böylece mü’minlere, gereksiz sualler sormaları/gereksiz isteklerde bulunmaları yasaklanmış, Allah'ın serbest bıraktığı şeylerden istifade etmeleri tavsiye edilmiştir:

101Ey iman etmiş kimseler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın/istemeyin. Eğer onlardan Kur’ân indirilirken sorarsanız/isterseniz de size açıklanır. Allah, onlardan geçmiştir, onları bağışlamıştır. Ve Allah, çok bağışlayan ve çok yumuşak davranandır. [Mâide/101]
109) Kitap Ehlinden birçoğu, gerçek kendileri için ortaya konduğu hâlde, benliklerindeki kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler olmaya çevirmek isterler. Buna rağmen siz, Allah'ın emri gelinceye kadar af ile, hoşgörüyle davranın. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.
110) Ve siz, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun-ayakta tutun] ve zekat'ı; Allah'ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergiyi verin! Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir.
Bu âyetlerde de Ehl-i Kitap kâfirlerinin hasetleri nedeniyle mü’minlere kurdukları tuzaklar beyân edilmekte, onların oyunlarına karşı mü’minler uyarılmakta ve yapmaları gereken şeyler bildirilmektedir.

İnsanlarda haset duygusu; düşmanlık, öfke, kin, aşağılık ve üstünlük kompleksi, çıkarcılık, bencillik, kendini beğenmişlik, hırs gibi sebeplerle oluşmaktadır. Bu duygu ve zararları hakkında Felâk sûresi'nde verdiğimiz bilgiye bakılabilir. [Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 352.] Ehl-i Kitap, işte bunlardan dolayı mü’minlere karşı kıskançlık göstermiş ve İslâmî gelişmeyi engellemeye çalışmışlardır.

Klasik kaynaklarda bu âyetlerin inişi ile ilgili şu nakiller yer almaktadır:

Buhârî ve Müslim'de Usâme b. Zeyd'den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a), üzerinde Fedek'te dokunmuş kadife bulunan bir eşeğe binmişti. Arkasında da Usâme vardı. Hz. Peygamber, Bedir savaşı'ndan önce Hâris b. Hazrecoğulları arasında [mahallesinde] bulunan Sa‘d b. Ubâde'yi ziyarete gidiyordu. Yolda giderken –aralarında Abdullah b. Ubey b. Selûl'un da bulunduğu– oturan bir grubun yanından geçerler. Bu sırada henüz Abdullah b. Ubey İslâm'a girmemişti. O mecliste Müslümanlar, müşrikler, Yahûdiler hep birlikte karışık oturuyorlardı. Müslümanlar arasında Abdullah b. Revâha da vardı. Eşeğin çıkardığı toz orada oturanların üzerine gelince İbn Ubey cübbesiyle burnunu kapattı ve dedi ki:

-- Bize toz çıkarmayın.

Rasûlullah (s.a) da selâm verdikten sonra durdu ve indi. Onları Yüce Allah'ın yoluna davet etti, onlara Kur’ân-ı Kerîm okudu. Abdullah b. Ubey b. Selûl o'na şöyle dedi:

-- Ey kişi! Eğer söylediğin doğru ise bundan daha güzel bir şey olamaz. Fakat oturduğumuz yerlerimize kadar gelip o sözlerle bizi rahatsız etme. Sen kendi evine git, orada sana gelene onu anlatırsın.

Abdullah b. Revâha ise şöyle dedi:

-- Hayır, yâ Rasûllallah, bizim oturduğumuz yerlerde de yanımıza gel, biz bu işi severiz.

Bunun üzerine müşrikler, Müslümanlar ve Yahûdiler karşılıklı olarak birbirlerine sövüp saymaya koyuldular. Az kalsın birbirlerine gireceklerdi. Rasûlullah (s.a) onları teskin etmeye çalıştı, sonunda teskin oldular. Sonra Rasûlullah (s.a) bineğine bindi ve Sa‘d b. Ubâde'nin yanına varıncaya kadar yoluna devam etti. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:

-- Ey Sa‘d! Sen Ebû Hubab'ın –Abdullah b. Ubeyy'i kasdediyor– şöyle şöyle dediğini duymadın mı?

Sa‘d b. Ubâde şöyle dedi:

-- Ey Allah'ın Rasûlü! Anam-babam sana feda olsun, sen onu affet ve görmezlikten gel. Sana hakk ile Kitabı indirene yemin ederim ki; Allah senin üzerine indirdiği hakk ile seni bize gönderdiği sırada bu belde halkı ona taç giydirmek ve başlarına hükümdar olarak geçirmek üzere anlaşmış bulunuyorlardı. Fakat Allah, sana verdiği hakk ile bunu geri çevirince, bu sebebten dolayı hevesi kursağında kaldı. İşte senin o gördüğün işi bundan dolayı yapmıştır.

Bunun üzerine de Rasûlullah (s.a) onu affetti. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Rivâyet edildiğine göre Finhas ibn Azurâ, Zeyd ibn Kays ve Yahûdilerden bir grup, Uhud muhârebesi'nden sonra Huzeyfe ibn el-Yemanî (r.a) ile Ammâr ibn Yâsir'e (r.a) şöyle demişlerdir:

-- Başınıza gelenleri görmediniz mi? Şâyet sizin yolunuz hakk olsaydı, siz hezimete uğramazdınız; bu sebeple dinimize dönün, bu sizin için daha hayırlı ve daha faziletli bir şeydir. Çünkü biz sizden daha doğru yoldayız.

Bunun üzerine Ammâr şöyle dedi:

-- Sizin aranızda, birisinin ahdini bozması nasıl karşılanır?

Onlar da şöyle karşılık verdiler:

-- Bu, şiddetli bir tepkiyle karşılanır.

Ammâr da şöyle dedi:

-- Ben, yaşadığım sürece Hz. Muhammed'i (s.a) inkâr etmeyeceğime dair ahdettim.

Buna karşılık Yahûdi şöyle dedi:

-- İyi bilin ki, bu da sapıtmış.

Huzeyfe de şöyle dedi:

-- Bana gelince, ben Allah'ı rabb, İslâm'ı din; Kur’ân'ı imâm, Ka‘be'yi kıble ve mü’minleri de kardeş olarak seçtim.

Sonra Ammâr ile Huzeyfe, Rasûl-i Ekrem'in (s.a) yanına gelerek, durumu anlattılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:

-- Siz hayra isâbet ettiniz ve kurtuluşa nail oldunuz.

İşte âyet, işte bu hâdise üzerine nâzil oldu. Bil ki biz, önce haset hususunda konuşup, daha sonra tefsire döneceğiz. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Bu arada şunu da hatırlatmış olalım; hayırda yarışmak haset değildir.

21Rabbinizden bir bağışlanmaya, Allah'a ve elçilerine inananlar için hazırlanmış, genişliği gökle yerin genişliği gibi olan cennete yarış yapınız. İşte bu, Allah'ın, dilediğine verdiği armağandır. Onu dilediğine verir. Ve Allah, büyük armağan sahibidir. [Hadîd/21]

18-21Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! "Ebrar"ın/iyi adamların kaydı, kesinlikle Illıyyin'dedir. –Illıyyin'in ne olduğunu sana ne bildirdi? Yaklaştırılmışların tanık olduğu rakamlanmış/yazılmış bir kayıttır!–

22-28Şüphesiz ki "Ebrar/iyi adamlar", elbette, Naim'in içindedirler, tahtlar üzerinde beklenti içindedirler. Yüzlerinde nimetin aydınlığını görürsün. Onlar, mühürlü saf bir içkiden sulanırlar. Ki onun mühürü/neticesi misktir. Karışımı Tesnim'dendir. Yaklaştırılmışların içecekleri bir pınardandır. –Artık yarışanlar, işte bunda yarışmalıdırlar.– [Mutaffifîn/18-28]

Bu âyette verilen mesajlar, Âl-i İmrân sûresi'nde de yer almıştır:

186Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız konusunda yıpranacaksınız/imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine Kitap verilen kimselerden ve ortak koşan kimselerden birçok eza; can sıkıçı, sinir bozucu şeyler de işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah'ın koruması altına girerseniz, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir. [Âl-i İmrân/186]

Âyetteki,
Buna rağmen siz, Allah'ın emri gelinceye kadar af ile, hoşgörüyle davranın ifadesiyle, Müslümanların ikinci bir emre kadar bu stratejiyi izlemeleri; Ehl-i Kitaba karşı af ve hoşgörü ile davranmaları, onlarla tartışma, kavga ve münâkaşaya dalmamaları, sabırla Allah'ın yeni hükmünü beklemeleri istenmekte ve ileride stratejinin değişeceği, inkârcılara farklı davranma emri verileceği işareti verilmektedir.

110. âyetteki, Ve siz salâtı ikâme edin ve zekâtı verin! Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir ifadeler ile de mü’minlere, topluca yapmaları gereken ödevler bildirilmekte, bunları yaptıkları takdirde de karşılıklarını alacakları bildirilmektedir.

Salât ve salâtın ikâmesi hakkında açıklama yapmıştık. Kısaca
الصّلوة [salât], "destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak; sorunların çözümünü üzerine almak"tır. Ancak hemen belirtelim ki, buradaki sorunlar, bireysel ve toplumsal sorunları birlikte kapsamaktadır. Dolayısıyla الصّلوة [salât] sözcüğünün anlamını, "yakın çevrede bulunan muhtaçlara yardım" boyutuna indirgemek doğru değildir. Yapılacak yardımın, sağlanacak desteğin gerçekleştirilme şeklinin ise "zihnî ve mâlî" olmak üzere iki yönü bulunmaktadır:

* Zihnî yönü ile salât; eğitim ve öğretimle bireyleri, dolayısıyla da toplumu aydınlatmak, rüşde erdirmek; en sağlam yola iletmek,

* Mâlî yönü ile salât ise; çeşitli iş imkânları oluşturmak, hastalıkta, emeklilikte ve afetlerde devreye giren güvence sistemleri ile bireylerin mâlî sıkıntılarına yardımcı olmak, onları zor günlerinde sırtlamak, böylece de toplumun sıkıntılarını gidermek demektir.

إقام الًصّلوة[İQÂMİ'S-SALÂT/SALÂT'IN İKÂMESİ]

Salâtın ikâmesi ile ilgili, emir ve haber cümlesi niteliğinde Kur’ân'da yüzlerce ifade mevcut olup, bu ifadeler genellikle "namazı doğru kıl, namazlarını dosdoğru kılarlar" şeklinde çevirilegelmiştir. Sözcüklerin tahlili bu çevirilerin, ifadenin anlamını yansıtmakta yetersiz kaldığını, hatta yanlış olduğunu göstermektedir.

"Salât" sözcüğünün anlamı yukarıda açıklandığı için burada "iqâm" sözcüğünü tahlil edeceğiz:
Q-v-m harflerinden oluşan iqâm sözcüğü, "oturmak" fiilinin karşıtı olan qıyâm sözcüğünün if‘âl babından mastarıdır ve lügatlerde bu kalıbın anlamı; "ayağa kaldırmak, dikmek, ayakta tutmak" olarak belirtilmiştir.

Buna göre إقام الصّلوة[
iqâmi's-salât] tamlamasının anlamı da, "zihnî ve mâlî yönlerden yapılan yardım ve destekle sorunların üstlenilerek giderilmesi işlerinin gerçekleştirilmesi, gerçekleştirildikten sonra da sürdürülmesi, yani ayakta tutulması" demek olmaktadır.

Bunu somutlaştırarak ifade etmek gerekirse "salâtın ikâmesi";

* Zihnî yönü ile, eğitim ve öğretimin yapılması için okullar, halk evleri, halk eğitim merkezleri açılması ve bunların [maarif sisteminin] ayakta tutulması,

* Mâlî yönü ile, iş alanları açılması, Emekli Sandığı, Bağkur, SSK gibi sosyal güvenlik sistemlerinin teşkil edilmesi, yoksul ve yetimlerin desteklenerek –bekâr ve dulların çeyizlerinin temin edilmek sûretiyle evlendirilmesi de dâhil– her türlü sorunlarının sırtlanması, her türlü sıkıntılarının giderilmesi için kurumlar oluşturulması ve bunların sürekli yaşatılarak ayakta tutulması demektir.

Âyette, –Kur’ân'ın bir çok yerinde olduğu gibi– salâtın ikâmesi ile zekâtın verilmesi bir arada zikredilmiştir. Zira, zekât ve infak olmadan salâtın ikâmesi mümkün değildir. Salât, salâtın ikâmesi ve namaz hakkında, Ankebût sûresi'nin sonundaki müstakil yazımıza bakılabilir. [Tebyînu'l-Kur’ân; c. 8, s. 379-537.]

111) Bir de inananları Yahûdileştirmek, Hristiyanlaştırmak isteyenler, "Yahûdi ve Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek" dediler. Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: "Eğer doğru kimseler iseniz, delilinizi getirin."
112) Hayır, aksine kim iyileştiren-güzelleştiren biri olarak kendisini Allah için islâmlaştırırsa, işte onun, Rabbi katında ödülü vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de.
113) Ve Yahûdiler, "Hristiyanlar, bir şey üzerinde değillerdir/onların kayda değer bir yanları yoktur" dediler. Hristiyanlar da, "Yahûdiler, bir şey üzerinde değillerdir/onların kayda değer bir yanları yoktur" dediler. Oysa onlar, kitabı okuyorlar. Bilmeyen kimseler de onların sözü gibisini dediler. Artık içinde anlaşmazlık edip durdukları şeylerde, kıyâmet günü aralarında Allah hüküm verecektir.
Bu âyet grubunda da İsrâîloğulları kâfirlerinin kuruntuları, Yahûdi ve Hristiyanların cenneti kendi tekellerinde gördükleri zikredilip kendilerine gerekli cevaplar verilmiştir.

Onlar [inananları Yahûdişetirmek, Hristiyanlaştırmak isteyenler], herhangi bir kanıta dayanmadan, kuruntularından hareketle, "Yahûdi ve Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek" diyorlar.

Hâlbuki, cennete, "iyileştiren-güzelleştiren biri olarak yüzünü [kendisini] Allah için islâmlaştıran kimse" girecek ve onlar orada korkusuz ve üzüntüsüz yaşayacaklardır.

Yahûdiler, "Hristiyanlar bir şey üzerinde değillerdir"; Hristiyanlar da, "Yahûdiler bir şey üzerinde değillerdir" diyerek birbirlerini aşağılamaktadırlar. Oysa onlar kitab'ı okuyorlar. Böyle şeyler dememeleri gerekirdi.

113. âyetteki Hristiyan ve Yahûdilerin birbirleri hakkındaki,
Onlar bir şey üzerinde değillerdir ifadeleri, "onlar, değer verilen ve itibar edilen bir şey üzerinde değiller" demektir. Buna göre Yahûdiler, kendilerini doğru yolda olduğunu ve Hristiyanların itibar edilecek, değer verilecek bir dinlerinin olmadığını; Hristiyanlar da Yahûdilerin dininin itibar edilecek bir niteliği olmadığını ileri sürüyorlardı.

Nitekim onlarla ilgili olarak Mâide sûresi'nde şöyle buyurulmuştur:

67Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Ve eğer bunu yapmazsan, o zaman O'nun verdiği elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumuna kılavuzluk etmez. [Mâide/67]

111. âyette, birbirleri hakkında ithamlarda bulunan, birbirlerini hakktan uzak olmakla suçlayan, cenneti tekellerinde gören her iki gruba da,
Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: "Eğer doğru kimseler iseniz, delilinizi getirin" ifadeleriyle sert bir eleştiri yöneltiliyor. Sonra da, kim iyileştiren-güzelleştiren biri olarak yüzünü [kendisini] Allah için islâmlaştırırsa, işte onun, Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de ifadeleriyle hakikat ortaya konuyor. Onların bu kuruntuları, 135-141. âyetlerde de konu edilecektir.

Yüz onbirinci ayetin orijinalinde geçen " Emaniy" sözcüğünün kökü " مm نn ىy" olup asıl anlamı "ölçme, ayarlama" demektir. [Lisanü’l Arab, "مm نn ىy" mad.] Bu kökten türemiş olan " امنيةümniyye" ve " امانىemâniyye" sözcükleri, "herhangi bir belgeye bilgiye dayanmadan kişinin arzuları doğrultusunda çıkarlarına uygun olarak yaptığı ayarlar, ölçümlemeler, beklentiler; inanış/inanışlar" demektir. Biz buna kısaca "kişisel kuruntular" diyebiliriz.

Sözcüğün bu anlamı, Kalem ve Müddessir surelerinde Rabbimiz tarafından ayrıntılı olarak açıklanmıştır:

Kalem/36- 41:

36Neyiniz var, nasıl hükmediyorsunuz? 37,38Yoksa içinde, ders aldığınız şeyler: "Siz bu âlemde neyi seçerseniz/beğenirseniz o kesinlikle sizin olacak" garantisi verilmiş olan size ait bir yazılı belge mi var? 39Ya da size karşı kıyâmet gününe kadar sürecek, "Siz her ne hüküm verirseniz kesinlikle öyle olacak" diye üzerimizde yeminler/taahhütler; üstlenmeler mi var?

40Sor bakalım âhireti yalanlayan o kişilere, içlerinden böyle bir şeyi hangisi garanti etmektedir? 41Yoksa onların ortakları mı var? O hâlde ortaklarını getirsinler, eğer doğrulardan iseler.

Müdessir/15-25:

15Tüm bunlardan sonra hırs ile Benim daha da arttırmamı istiyor. 16Kesinlikle onun düşündüğü gibi değil! Şüphesiz o, Bizim âyetlerimize/alâmetlerimize/göstergelerimize karşı bir inatçı kesildi. 17Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım. 18-25Şüphesiz o, düşündü ve ölçü koydu. –Artık o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu! Yine o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu!– Sonra baktı. Sonra yüzünü buruşturdu, kaşlarını çattı. Sonra, arkasını döndü ve böbürlendi de: "Bu, söylenti hâlinde gelen bir büyüden başka bir şey değil. Bu, beşer sözünden başka bir şey değil" dedi.

Bu sözcüğü ileride Bakara/Nisâ/119, 120, 122, 123: Hadîd/14 ve Hacc/52. âyette de göreceğiz.

ÂYETİN NÜZÛL SEBEBİ

Rivâyet edildiğine göre Necran Hristiyanları heyeti Hz. Peygamber'in (s.a) yanına gelince, Yahûdi âlimleri de gelip onlara katılmıştı. Böylece onlar kendi aralarında münâkaşaya tutuştular ve sesleri yükselmeye başladı. Bunun üzerine Yahûdiler Hristiyanlara, "Siz dinî bakımdan, hiçbir hakk üzerine değilsiniz" deyip Hz. İsâ (a.s) ve İncîl'i inkâr ettiler; Hristiyanlar da onlara aynı şeyi söyleyip Hz. Mûsâ (a.s) ve Tevrât'ı inkâr ettiler. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Âyetteki,
Oysa onlar, kitab'ı okuyorlar. Bilmeyen kimseler de onların sözü gibisini dediler. Artık içinde ihtilaf edip durdukları şeylerde, kıyâmet günü, aralarında, Allah hüküm verecektir ifadeleriyle, kitabı bilenlerin bilmeyenler gibi konuşmaları kınamaktadır. Câhillerin birbirini itham edip küçümsemeleri az da olsa mazur görülebilir, ama bilenlerin birbirine karşı böyle davranmaları asla mazur görülemez.

Paragrafın son cümlesi, bir değerlendirme niteliğindedir. Buna göre, kıyâmet günü, iki grup arasındaki ihtilaflı konular hakkında hükmü bizzat Allah verecektir, ki –Kur’ân'dan öğrendiğimize göre her iki grup da hakktan uzak olduklarından– bunun anlamı, her iki grubun da cezalandırılacağıdır.

Onların ihtilaf etikleri şeylerin neler olduğu ise şu âyetlerde yer almıştır:

159Şüphesiz dinlerini parça parça edip grup grup olan şu kimseler; sen hiçbir şekil ve davranışça onlardan değilsin. Şüphesiz onların işi Allah'adır. Sonra Allah, onlara yapmakta oldukları şeyleri haber verecektir. [En‘âm/159]

213İnsanlar tek bir önderli toplum idi de Allah müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve anlaşmazlık ettikleri konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile kitap indirdi. Ve sırf o Kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar. [Bakara/213]

76Hiç şüphesiz ki, bu Kur’ân İsrâîloğulları'na, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin birçoğunu aktarıp anlatmaktadır. [Neml/76]

64Ve Biz, sana Kur’ân'ı sırf hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeyleri onlar için açığa koyasın diye ve iman edecek bir topluma bir kılavuz, bir rahmet olarak indirdik. [Nahl/64]

68De ki: "Ey Kitap Ehli! Tevrât'ı, İncîl'i ve Rabbinizden size indirilen kuralları hayata geçirmedikçe hiçbir şey üzerinde değilsiniz." Şüphesiz ki Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunda azgınlığı ve küfürü; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeyi artırıyor. Öyleyse kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumu için üzülme! [Mâide/68]

114) Ve Allah'ın tanıtıldığı-öğretildiği okullarını, içlerinde Allah'ın adı anılmasın diye engelleyen ve onların yıkımı için uğraşan kişiden daha kendi benliğine haksızlık eden kim olabilir?!.. Böylelerinin, Allah'ın tanıtıldığı-öğretildiği o okullara girmeleri ancak korka korka olacaktır. Onlar için dünyada bir rezillik vardır. Bunlar için âhirette de büyük bir azap vardır.
115) Ve doğu-batı [her yön] yalnızca Allah'ındır. Öyleyse her nereye yönelirseniz, artık orası Allah'ın yüzüdür. Şüphesiz Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, en iyi bilendir.
Bu âyetlerde, Allah'ın mescidlerinin fonksiyonlarını engelleyenlerin insanlığa verdikleri zararlara değinilerek böyleleri kınanmakta ve bu tür kimselerin bu mescidlere ancak korkarak girebilecekleri belirtilmekte; ardından da karşılaşacakları âkıbet –ki dünyada rezil olmak, âhirette de büyük bir azaba maruz kalmaktır– açıklanmaktadır.

Bu âyet grubu, müstakil bir necmdir. Klasik kaynaklar âyeti geçmişe ait bir haber kabul ederler:

a) İbn Abbâs şöyle demiştir: "Hristiyan bir hükümdar, Beyt-i Makdis'i istilâ ederek harap etmiş, leşlerle doldurmuş, oranın halkını kuşatıp bir kısmını öldürmüş, bir kısmını esir almış ve Tevrât'ı da yakmıştı." Hz. Ömer (r.a) zamanında, Müslümanlar onarıncaya kadar Beyt-i Makdis harab bir hâldeydi.

b) Hasan el-Basrî, Katâde ve Süddî şöyle demişlerdir: "Bu âyet-i kerîme Buhtunnasr hakkında nâzil olmuştur. Çünkü o, Beyt-i Makdis'i harab etmiş, bazı Hristiyanlar da Yahûdilere olan öfkelerinden dolayı ona yardımcı olmuşlardı."

Ebû Bekr er-Razî, Ahkâmu'l-Kur’ân'ında şöyle demiştir: "Âyetin sebeb-i nüzûlü olarak yukarıda belirtilen bu iki görüş de yanlıştır. Çünkü siyer âlimleri arasında Buhtunnasr'ın zamanının, Hz. Îsâ'nın doğumundan çok önce olduğu hususunda bir anlaşmazlık söz konusu değildir. Hristiyanlık, Mesîh'den sonra olmuştur. O hâlde onlar Beyt-i Makdis'i tahrib konusunda, Buhtunnasr ile nasıl beraber olmuş olabilirler? Hem yine Hristiyanlar da Yahûdiler gibi, Beyt-i Makdis'e tazim gösterileceğine inanırlar, hatta onlardan daha fazla... Binaeleyh, Beyt-i Makdis'in tahribi hususunda, onlar tahripçilere nasıl yardım etmiş olabilirler?!"

c) Âyet-i kerîme, Hz. Peygamber'i (s.a) Mekke'de Allah'a davetten menederek hicrete zorlayan Arap müşrikleri hakkında nâzil olmuştur. Böylece o müşrikler hem Hz. Peygamber'e (s.a), hem de O'nun ashâbına Mescid-i Harâm'da, Allah'ı anma hususunda mâni olmuşlardır. Hz. Ebû Bekr (r.a) evinin yanında bir mescid yapmış, ancak buradan da menolunmuştu.
Ona eziyyet edenler arasında Kureyş'in çocukları ve kadınları da bulunuyordu. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

Bu âyet-i kerîmenin kimler hakkında nâzil olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Müfessirler bunun Buhtnassar hakkında indiğinden söz etmektedirler. Çünkü Beytü'l-Makdis'i yıkmıştı. İbn Abbâs ve başkaları da "Hıristiyanlar hakkında inmiştir" demektedirler. Anlamı da şu olur: Ey Hristiyanlar! Kendinizin cennetlik olduğunuzu nasıl iddia edebilirsiniz? Hâlbuki siz Beytü'l-Makdis'i yıktınız, orada namaz kılınmasını engellediniz. Buna göre âyet-i kerîmenin anlamı, Beytü'l-Makdis'i tazim etmelerine rağmen Hristiyanların oraya reva gördükleri işlerin hayret edilecek bir şey olduğunu ifade eder. Şu kadar var ki onlar bu işi sadece Yahûdilere olan düşmanlıkları dolayısıyla yapmışlardır. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Âyetin nüzûl sebebi ile ilgili dördüncü görüş İbn Zeyd'e aittir. O şöyle demiştir: Yahûdiler Peygamber'in (s.a) Beytü'l-Makdis'e doğru namaz kılmasını güzel bulmuş ve şöyle demişlerdi: "O ancak bizim vasıtamız ile hidâyet bulabildi." Ancak kıble Ka‘be'ye döndürülünce bu sefer Yahûdiler, "Onları üzerlerinde bulundukları kıbleyi terkedip başka tarafa dönmeye iten ne oldu" dediler, bunun üzerine de,
Doğu da batı da Allah'ındır... âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Bu görüşe göre ifadelerin akışı şöyle olur: Yahûdiler Kıble'ye karşı tepki gösterince, şanı yüce Allah da dilediği şekilde kullarının Kendisine ibâdetlerini tayin edebileceğini beyan etti. O dilerse Beytü'l-Makdis'e dönmelerini emreder, dilerse Ka‘be'ye yönelmelerini emreder. Yaptığı bir iş hakkında O'na karşı delil getirilemez, O yaptığından dolayı sorumlu tutulamaz, fakat insanlar sorumlu tutulurlar. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

114. âyetteki,
Allah'ın mescidlerini, içlerinde Allah'ın adı anılmasın diye engelleyen ve onların yıkımı için uğraşan kişiden daha zâlim kim olabilir!.. ifadesini anlamak için önce şu âyetlere dikkat edilmesi gerekir:

24,25Ve Allah, sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke'nin vadisinde; Hudeybiye'de, Allah'ın dilediği kimseyi rahmetine girdirmesi için, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Ve Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir. Onlar, Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini kabul etmeyen ve sizi Mescid-i Haram'dan ve ayarlanmış hedylerin/hac yapanlara gönderilen yiyeceklerin yerlerine ulaşmasını engelleyen kimselerdir. Eğer kendilerini henüz tanımadığınız, bilmeyerek ezmek sûretiyle kendilerinden sorumluluğunuz olacak mü’min erkekler, mü’min kadınlar olmasaydı, eğer onlar, birbirinden ayrılmış olsalardı kesinlikle onlardan Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayan kimseleri acıklı bir azapla azaplandırırdık. [Fetih/24,25]

11Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın sizin üzerinizde olan nimetini hatırlayın. Hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de, Allah onların ellerini sizden çekmişti. Ve Allah'ın koruması altına girin. Artık mü’minler de yalnızca Allah'a işin sonunu havale etsinler. [Mâide/11]

34Ve onların, kendileri Mescid-i Harâm'ın/dokunulmaz kılınmış ilâhiyat eğitimi merkezinin ayakta tutan mütevellileri/vakıf yöneticileri olmadıkları hâlde ondan menedip dururlarken Allah'ın kendilerine azap etmemesi için neleri var? Onun ayakta tutan mütevellileri/vakıf yöneticileri sadece Allah'ın koruması altına girmiş kimselerdir. Velâkin onların çoğu bilmiyorlar. [Enfâl/34]

60-62Andolsun ki eğer o münâfıklar ve kalplerinde bir hastalık olan; zihniyeti bozuk şu kimseler ve Medîne'de ortalığı karıştıranlar, bu yaptıklarından vaz geçmezlerse, kesinlikle seni onlara, onlar dışlanarak musallat ederiz. Sonra onlar, seninle orada az bir zamandan fazla komşu kalamazlar; Allah'ın önceki geçen kimseler hakkındaki uygulaması olarak nerede bulunurlarsa yakalanırlar ve acımadan, kıyasıya öldürülürler. Ve sen Allah'ın yasası/uygulaması için asla bir değişiklik bulmayacaksın! [Ahzâb/60-61]

Bu âyetlerden anlaşıldığına göre burada konu edilenler, Rasûlullah'ı ve mü’minleri mescidlerden engelleyenlerdir. Bu âyette gelecek kuşaklara da, mescidlerden engelleyenlerin iflah olmayacağı; hakirlik, cizye gibi zilletlerle cezalandırılacakları mesajı verilmektedir. Ayrıca, mü’minlere Allah'ın, mescidlere sahip çıkacağı, Ashâb-ı Fîl örneğinde olduğu gibi mescidleri koruyacağı müjdesi verilmektedir.

Mescidlerin yıkımı, tevhidi öğrenecek ve öğretecek kimselerin mescide gelmesini engellemek sûretiyle olduğu gibi, onları yıkmak ve tahrip etmek sûretiyle de olur.

Allah'ın mescidleri ifadesiyle, "bütün mescidler" [ilâhiyât eğitim-öğretimi yapılan, tevhidin kabul ettirildiği okullar] kasdedilmiştir. İfadenin, günümüzde namaz kılınan câmilerle ilgisi yoktur. Mescidler, Allah içindir:

18Ve şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın. [Cinn/18]

18Allah'ın mescitlerini, ancak Allah'a ve âhiret gününe inanan, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan], zekâtı/vergisini veren ve sadece Allah'a saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan kimseler açar ve yaşatırlar. Artık işte onların, kılavuzlandıkları doğru yol üzere olan kimselerden olmaları beklenir. [Tevbe/18]

36-38Allah'ın, yükseltilmesine, içersinde Kendi isminin anılmasına izin verdiği evlerde, devamlı olarak Kendisini arındıran öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş onları, Allah'ı anmaktan, salâtı ikame etmekten [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaktan, ayakta tutmaktan] ve zekâtı/vergilerini vermekten alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine armağanlarından artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır. [Nûr/36-38]

13Ve hani bir zaman Lokmân oğluna öğüt vererek, "Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma, hiç şüphesiz ki Allah'a ortak koşmak, kesinlikle büyük bir yanlış davranıştır;kendi zararlarına iş yapmaktır.16Ey oğulcuğum! Şüphesiz ortak koşmak; işlenen kötülük bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah, en latif, hakkıyla haberdar olandır.17Yavrucuğum!Salâtı ikame et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluştur-ayakta tut], iyiliği emret, kötülükten sakındır. Sana isabet edene de sabret. Şüphesiz bunlar, işlerin kesin olanlarındandır.18Ve insanlara avurdunu şişirme, suratını asma ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah, bütün övünen ve kuruntu edenleri sevmez.19Ve yürüyüşünde mutedil ol, sesinden kıs. Şüphesiz seslerin en anlaşılmazı kesinlikle eşeklerin sesidir" 13demişti. [Lokmân/13, 16-19]

115. âyetteki,
Şüphesiz Allah vâsi'dir, O, en iyi bilendir ifadesi ile Allah'ın ilminin, irâdesinin, kudret ve rahmetinin genişliğine değinilmektedir:

4O, gökleri ve yeri altı evrede oluşturan sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran, yeryüzüne gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilendir. Ve nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir. Ve Allah yaptıklarınızı en iyi görendir. [Hadîd/4]

7Göklerde olan şeyleri ve yeryüzünde olan şeyleri, Allah'ın bildiğini görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde O, kesinlikle dördüncüleridir. Beşte de O, kesinlikle altıncılarıdır. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar O, kesinlikle onlarla beraberdir. Sonra kıyâmet günü onlara yaptıkları şeyleri haber verecektir. Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi bilendir. [Mücâdele/7]

7-9En büyük tahtı taşıyan, bir de en büyük tahtın dış kenarından olan kimseler, Rablerinin övgüsüyle birlikte Kendisini noksan sıfatlardan arındırırlar ve O'na inanırlar. İman etmiş kimseler için bağışlanma dilerler: "Rabbimiz! Sen rahmet ve bilgice her şeyi kuşattın. Onun için tevbe eden ve Senin yoluna uyan kimseleri bağışla ve onları cehennemin azabından koru! Rabbimiz! Onları ve onların atalarından, zevcelerinden ve soylarından sâlih olan kimseleri kendilerine vaat ettiğin Adn cennetlerine girdir. Şüphesiz Sen en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan ve en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapanın ta kendisisin. Onları kötülüklerden de koru. Ve Sen her kimi kötülüklerden korursan, artık o gün elbette ona rahmet etmişsindir. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir." [Mü’min/7-9]

155Ve Mûsâ, belirlediğimiz vakit için toplumuna yetmiş adam seçti. Ne zaman ki, bunları o sarsıntı yakaladı, işte o zaman Mûsâ, "Rabbim!" dedi, "Dileseydin bunları da, beni de daha önce değişime/yıkıma uğratırdın. Şimdi bizi, içimizdeki o aklı ermezlerin yaptıkları yüzünden değişime/yıkıma mı uğratacaksın? O, Senin, saflaşmamız için ateşlere atmandan başka bir şey değildir. Sen bu saflaştırma işlerinle dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğine de kılavuzluk edersin. Sen bizim yardımcımız, kılavuzluk eden yakınımızsın. Artık bizi bağışla, merhamet et, Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Ve bize hem bu dünyada bir iyilik yaz, hem de âhirette. Biz gerçekten de Sana döndük."

156,157Allah diyor ki: "Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah'ın koruması altına girenlere, zekâtını; vergisini verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları Anakentli/Mekkeli Peygamber, o Elçi'ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O'na iman eden, O'na kuvvetle saygı gösteren, O'na yardımcı olan ve O'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." [A‘râf/155-156]

97,98Mûsâ: "Haydi git. Artık senin için hayat boyunca ‘Benimle temas yok’ diye söylemen var. Hem senin için asla karşı çıkamayacağın bir buluşma günü daha var. Bir de kulluk edip durduğun ilâhına bak" dedi. –Elbette Biz onu yakacağız, sonra da kesinlikle onu bol suda kökünden yıkacağız. Sizin ilâhınız, ancak Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'tır. Şüphesiz ki O bilgi yönünden her şeyi kuşatmıştır.– [Tâ-Hâ/97-98]

115. âyette de, doğu ve batının Allah'a ait olduğu, kulluk eden ve Kendisine yönelen kimselerin, yüzlerini hangi tarafa çevirirlerse çevirsinler O'nu bulacakları beyân edilmektedir. Dolayısıyla Allah'a kulluk, belli bir yön ile sınırlandırılamaz.
116) Bir de onlar, "Allah çocuk edindi" dediler. -O, onların yakıştırdıkları tüm noksanlıklardan arınıktır.- Aksine göklerde ve yeryüzünde ne varsa yalnızca O'nundur. Hepsi O'nun için sürekli saygıda duranlardır.
117) Göklerin ve yerin yoktan var edicisidir. Ve O, bir işin olmasına karar verdiği zaman, artık ona yalnızca "Ol!" der, o da hemen oluverir.
118) Ve bilmeyen kimseler, "Allah bizimle konuşmalı yahut bize de bir alâmet/gösterge gelmeli değil miydi!" dediler. Bunlardan öncekiler de tıpkı böyle, bunların dedikleri gibi demişlerdi. Onların kalpleri benzeşmiş. Biz kesinlikle, kesin bilgi ile bilgilenmek isteyen toplum için âyetleri apaçık ortaya koyduk.
119) Şüphesiz Biz, seni gerçek ile müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen, cehennem ashâbından sorumlu da tutulmazsın.
Bu âyetlerde Allah'a şirk koşanlar ve bilgisizce-bilinçsizce hareket edenler kınanmaktadır.

Kur’ân'da, şirk koşanların tutumu ile ilgili birçok yerde bilgi verildiği, makul ve makbul kanıtlarla uyarıldıkları görülmektedir:

26-28Ve onlar: "Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], çocuk edindi" dediler. Rahmân, bundan arınıktır. Aksine onlar armağanlar verilmiş kullardır. Onlar, O'nun sözünün önüne geçemezler; onlar, yalnız O'nun emriyle iş yaparlar. O, Rahmân'ın çocukları saydıkları şeylerin önlerinde olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve onlar, O'nun hoşnut olduğu kimselerden başkasına yardımda/destekte bulunmazlar. Bununla birlikte onlar O'na duydukları derin saygı ve sevgiden dolayı ondan uzaklaşma korkusundan tir tir titrerler. [Enbiyâ/26-28]

30Ve Yahudiler; "Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da, "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah, onlarla savaşmıştır. Nasıl da döndürülüyorlar!

31Onlar, Allah'ın astlarından bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Îsâ'yı kendilerine rabler edindiler. Oysa onlar sadece bir tek olan ilâha kulluk etmekle emrolunmuşlardı. Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, ortak koşanların ortak koştuğu şeylerden de arınıktır. [Tevbe/30-31]

171Ey Kitap Ehli! Dininizde aşırılığa gitmeyin. Ve Allah hakkında gerçek dışı bir şey söylemeyin. Meryem oğlu Îsâ Mesih, sadece Allah'ın elçisi ve Meryem'e ilka ettiği/ulaştırdığı kelimesi ve Kendisinden bir ruhtur, vahiy aracılığı ile doğmuş biridir. Artık Allah'a ve elçilerine inanın. Ve "Üçtür" demeyin. Son verin, sizin için daha iyi olur. Allah, ancak bir tek ilâhtır. O, Kendisi için bir çocuk olmasından arınmıştır. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O'nundur. "Tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan" olarak Allah yeter. [Nisâ/171]

Ve Meryem/88-95, Mâide/18, Mâide/116, Mâide/72-73, En‘âm/101, İhlâs/1-4.

Cenâb-ı Hakk Kendisini, çocuk isnadından tenzih edip o Kendisine çocuk isnat eden akılsızları da kınamıştır. Çünkü akıllı insan bilir ki, çocuk, babası cinsinden olur ve bir annesi bulunur. Peki bir benzeri olmayan Allah'a çocuk isnadı nasıl düşünülebilir? Bu, ancak akılsızlıktan olabilir.

Pasajdan anlaşıldığına göre 118. âyetteki,
bilmeyen kişiler ifadesiyle, "Yahûdiler, Hristiyanlar ve Mekke müşrikleri" kasdedilmiştir.

CÂHİLLERİN SÖZLERİ

Muhammed ibn İshâk der ki: Bana Muhammed ibn Ebû Muhammed, İkrime'den veya Sa‘îd ibn Cübeyr'den, o da İbn Abbâs'tan nakletti ki, o şöyle demiş: Râfî ibn Hureymle Rasûlullah'a (s.a) dedi ki: "Yâ Muhammed! Eğer söylediğin gibi sen bir peygambersen, Allah'a söyle de bizimle konuşsun, tâ ki O'nun sözünü işitelim." Bunun üzerine Allah Teâlâ,
Bilmeyenler dediler ki: "Bize bir âyet gelmeli değil miydi?" âyetini inzâl buyurdu.

Mücâhid, bunu söyleyenlerin, Hristiyan olduğunu belirtir ki, İbn Cerîr de bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü âyetin akışı onlar hakkındadır. Ancak, bu görüş üzerinde durulması gerekir. [İbn Kesîr.]

Câhillerin sözleri ve istekleri de birçok âyette bildirilmiştir:

90-93Ve "Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız" dediler. Sen de ki: "Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!" [İsrâ/90-93]

5Aksine onlar: "Bunlar, karmakarışık düşlerdir; yok yok onu kendisi uydurdu; yok yok o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir alâmet/gösterge getirsin" dediler. [Enbiyâ/5]

21Bize kavuşmayı ummayanlar da, "Bizim üzerimize melekler/doğal güçler indirilmeliydi" ya da "Rabbimizi görmeli değil miydik?" dediler. Andolsun ki onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir azgınlık yapmak sûretiyle azgınlaştıkça azgınlaştılar. [Furkân/21]

153Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de: "Allah'ı bize açıkça göster" demişlerdi. Sonra da haksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde altını ilâh edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz, Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. [Nisâ/153]

50Ve onlar, "Ona Rabbinden alâmetler/göstergeler indirilmeli değil miydi?" dediler. De ki: "Alâmetler/göstergeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım."

51Kendilerine okunan Kitab'ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır. [Ankebût/50-51]

Allah, Rasûlü'ne, onların istedikleri doğrultuda mucize vermeyip, mucizelerin en büyüğü olan Kur’ân'ı vermiş; istedikleri mucizeyi vermeme sebebinin de, kâfir-müşrik olmalarına rağmen kendilerine olan merhameti olduğunu beyân etmiştir:

59Ve Bizi, alâmetleri/göstergeleri göndermekten ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları alıkoydu. Ve Semûd'a, açık, gözle görülebilir biçimde sosyal destek kurumları kurmaları görevini vermiştik de onun sebep olmasıyla haksız davranmışlardı. Ve Biz, o alâmetleri/göstergeleri ancak korkutmak için göndeririz. [İsrâ/59]

96,97Şüphesiz, şu, aleyhlerinde Rabbinin Kelime'si hak olmuş olan kimseler, kendilerine bütün alâmetler/göstergeler hep birden gelse, yine de o acıklı azabı görünceye kadar iman etmezler. [Yûnus/96-97]

23Ve eğer Allah, onlarda hayır olduğunu bilseydi kesinlikle onlara işittirirdi. Ve eğer işittirseydi yine de onlar, geri duranların ta kendisi olarak sırt dönerlerdi. [Enfâl/23]

KALPLERİN BENZEŞMESİ

Âyetteki, kalplerin benzeşmesi tabiri ile, genel anlamda geçmişteki müşrikler ile Rasûlullah dönemindeki müşrik ve kâfirlerin fikrî yapısının benzeştiğine, birbirinden farklı olmadıklarına işaret edilmiştir. Zira Kur’ân'da Nûh, Hûd, Sâlih ve İbrâhîm kavminin, Firavun'un hakk din karşısında birbirlerinden farklı söylemlerinin olmadığı, hepsinin aynı telden çaldıkları görülüyor.

Özel anlamda da Mûsâ'nın karşısındaki İsrâîloğulları ile Rasûlullah'ın karşısındaki Yahûdilerin birbirinden farklı olmadıkları; kalplerinin, fikir ve inançlarının benzediği görülüyor:

21Bize kavuşmayı ummayanlar da, "Bizim üzerimize melekler/doğal güçler indirilmeliydi" ya da "Rabbimizi görmeli değil miydik?" dediler. Andolsun ki onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir azgınlık yapmak sûretiyle azgınlaştıkça azgınlaştılar. [Furkân/21]

153Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de: "Allah'ı bize açıkça göster" demişlerdi. Sonra da haksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde altını ilâh edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz, Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. [Nisâ/153]

119. âyette ise, Rasûlullah'ın hakk ile müjdeci ve uyarıcı olarak gönderildiği hatırlatılıp, cehennem ashâbından sorumlu olmadığı bildirilmiştir.

120) Ve sen onların dinlerine/yaşam tarzlarına uymadıkça Yahûdiler ve Nasara/Hristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar. De ki: "Şüphesiz Allah'ın kılavuzluğu, kılavuzluğun ta kendisidir." Ve eğer bilgiden sana ulaşan şeyden sonra bunların boş ve iğreti arzularına uyarsan, senin için Allah katından herhangi bir yakın olmaz, herhangi bir yardımcı da olmaz.
Bu âyette, yukarıda bahsi geçen bilgisizce-bilinçsizce işi yokuşa sürmek ve zihinleri bulandırmak amacıyla sorular yönelten, olmadık isteklerde bulunan Yahûdi ve Hristiyanların ana amaçları ile ilgili, başta Rasûlullah olmak üzere tüm mü’minlere bilgi verilmektedir: "Mucize gösterilse de onlar inanmazlar. Onların razı olacağı tek şey, Rasûlullah'ın ve mü’minlerin Allah yolunu terkedip onların milletlerine [inanç sistemine; ikiyüzlülük, riyakârlık, çıkarcılığı ilâh edinme, dini çıkarlara alet etme gibi yollara] uymalarıdır. Aksi hâlde onlar Peygamber ve mü’minlerden asla razı olmazlar."

Bu âyetten anlaşılıyor ki, 118. âyette zikri geçen
bilmeyenler ile, "Yahûdiler ve Hristiyanlar" kasdedilmiştir. Bu âyetin iniş sebebi hakkında Kurtubî şu açıklamayı yapmıştır:

Yahûdiler ve Hristiyanlar Peygamber'le (s.a) antlaşma yapmayı istiyor ve İslâm'a girme vaadinde bulunuyorlardı. Allah Peygamber'e, onların dinlerine uymadığı sürece kendisinden razı olmayacaklarını bildirdi ve onlara karşı cihad etmesi emrini verdi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Onların hevalarının ve Rasûlullah'tan beklentilerinin neler olduğunu da Kur’ân'dan öğrenmekteyiz:

145Ve andolsun ki sen, o Kitap verilmiş olan kimselere, bütün âyetleri de getirsen, yine de senin hedefine/stratejine uymazlar. Sen de onların hedefine/stratejisine uyan biri değilsin. Zaten onlar da birbirlerinin hedeflerine/stratejilerine tâbi değiller. Yine andolsun ki sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların boş-iğreti arzularına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, kendi benliğine haksızlık eden kimselerden olursun. [Bakara/145]

9-16Onlar arzu ettiler ki, sen onlara yağ çekesin, onlar da hemen sana yağ çeksinler. Çok yemin eden, aşağılık, alaycı, gammaz; arkadan çekiştiren, arabozucu, kovuculuk için gezip duran, mal ve oğulları var diye hayrı engelleyen, saldırgan, günaha batmış, kaba/obur, sonra da kötülükle damgalı şu asalakların hiçbirine itaat etme. Âhireti yalanlayan o kişi, âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman: "Daha öncekilerin masalları" dedi. Yakında Biz onun burnunu sürteceğiz. [Kalem/9]

73Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını Bize dayandırarak söyleyesin diye sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı. İşte o takdirde seni halil/iz bırakan bir önder edinirlerdi. [İsrâ/73]

15Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: "Bundan başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir!" dediler. De ki: "Onu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım." [Yûnus/15]

MİLLET, İBRÂHÎM MİLLETİ

ملّة[millet] sözcüğü, aslında "yol, sünnet" demektir. Sonradan "din" anlamında kullanılır olmuştur. [Lisânu'l-Arab; c. 8, s. 368.] Ancak, sözcük tek başına değil de âyetlerde görüldüğü üzere izafetli olarak o'nun milleti [o'nun dini], İbrâhîm'in milleti [İbrâhîm'in dini] şeklinde kullanılır. Dolayısıyla konumuz olan âyetteki onların milleti ifadesi, "onların dini" demektir. Bu ifadenin Kur’ân'da birçok kez kullanılması, Araplar içinde İbrâhîm peygambere uyduğunu söyleyen kişilerin bulunduğunu gösterir. Zaten o dönemde Arabistan'da yaşayıp Yahûdi veya Hristiyan olmayanlara, "İbrâhîm milletine mensup" kişiler denilmektedir.

Kur’ân'da, "tevhid" ve "sağlam din" mevzuunda İbrâhîm peygamberin adı pek çok kez zikredilmiştir:

77,78Ey iman etmiş kimseler! Zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız için, Allah'ı birleyin, boyun eğip teslimiyet gösterin, Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ve Allah uğrunda gerektiği gibi gayret gösterin. O, sizi seçti ve dinde; babanız İbrâhîm'in dininde/yaşam tarzında sizin için bir zorluk oluşturmadı. O, daha önce ve işte Kur’ân'da, Elçi'nin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, sizi "Müslümanlar" olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/verginizi verin ve Allah'a sarılın. O, sizin mevlânız; yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! [Hacc/77,78]

130Ve İbrâhîm'in dininden/yaşam tarzından, kendini akılsızlaştıran kimseden başka kim yüz çevirir? Ve Biz o'nu dünyada seçmiştik. Hiç şüphesiz o, âhirette de iyilerden biridir. [Bakara/130]

95De ki: "Allah doğru söylemiştir. Öyle ise ortak koşmaktan, Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten vaz geçen biri olarak İbrâhîm'in dinine uyun. Ve o, ortak koşanlardan değildi." [Âl-i İmrân/95]

125Ve din bakımından, iyileştiren-güzelleştiren biri olarak, kendisini Allah için İslâmlaştırandan ve hanif; eski inançlarından dönen biri olarak, İbrâhîm'in dinine uyan kimseden daha iyi-güzel kim olabilir? Ve Allah, İbrâhîm'i "çığır açan-iz bırakan; imam-önder" edindi. [Nisâ/125]

Yüce Allah'ın kitaplarında ve peygamberlerinin aracılığı ile kulları için koyduğu şeriatın adı olan millet ile şeriat arasında fark yoktur. Din ile millet ve şeriat arasında ise fark vardır. Çünkü millet ve şeriat, Allah'ın kullarını yerine getirmeye çağırdığı şeyin adıdır. Din ise, kulların Allah'ın emrine uygun olarak yaptıkları şeyir.

Âyetteki, De ki: "Şüphesiz Allah'ın kılavuzluğu, kılavuzluğun ta kendisidir" mesajı ile, mü’minin, Allah'ın çizdiği yol haritasından başka bir kılavuzu olamayacağı vurgulanmaktadır. Öyleyse mü’minler, kişisel ve sosyal hayatlarında, ulusal ilişkilerinde hep Allah'ın gösterdiği yol çerçevesinde hareket etmelidir. Bu konu, sûrenin başında da zikredilmiş, Âdem'e de aynı bilgilerin verildiği ifade edilmişti. Kur’ân'dan anlaşıldığına göre Âdeme indirilen ilk vahiyler de bu ilkelerdir:

37-39Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: "Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar." Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir. [Bakara/37-39]

Burada hitap Rasûl'e yönelik olmakla birlikte, kasıt o'nun ümmetidir.

Âyetteki,
Ve eğer ilimden sana ulaşan şeyden sonra bunların hevalarına [boş ve iğreti arzularına] uyarsan, senin için Allah katından herhangi bir velî olmaz, herhangi bir yardımcı da olmaz ifadeleri de başta Rasûlullah olmak üzere tüm mü’minlere uyarıdır. Bu uyarının bir benzeri de Ra‘d sûresi'nde bulunmaktadır:

37Ve Biz, böylece Kur’ân'ı Arapça; mükemmel bir yasa olarak indirdik. Ve eğer sana gelen bilgiden sonra onların boş-iğreti arzularına uyarsan, Allah'tan sana "bir yardımcı, yol gösterici yakın ve bir koruyucu" yoktur. [Ra‘d/37]

121) Kendilerine kitabı verdiğimiz kimseler onu, okumasının-izlemesinin hakkını vererek okurlar-izlerler. İşte onlar, ona iman ederler. Her kim de Kitabı bilerek reddederse, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.
Bu âyette, Ehl-i Kitaptan, Kur’ân'ı samimiyetle tilâvet ve kabul eden bir grubun varlığı ve bunların durumu beyân edilmektedir.

TİLÂVET

Tilâvet, "Kur’ân'ın âyetlerine saygı duymak, onların lâfız ve manalarına uymak"tır.

Akıllarını başlarına almaları için Kur’ân'da birçok kez Ehl-i Kitaba özel mesajlar verilmiştir:

66Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i ve kendilerine Rablerinden indirilen Kur’ân'ı ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından [her yönden] besleneceklerdi. Onlardan bir kısmı orta yol tutan; bazısına inanıp bazısına inanmayan, inanmadığı hâlde inanmış gözüken önderli bir toplumdur. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür!

67Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Ve eğer bunu yapmazsan, o zaman O'nun verdiği elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumuna kılavuzluk etmez.

68De ki: "Ey Kitap Ehli! Tevrât'ı, İncîl'i ve Rabbinizden size indirilen kuralları hayata geçirmedikçe hiçbir şey üzerinde değilsiniz." Şüphesiz ki Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunda azgınlığı ve küfürü; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeyi artırıyor. Öyleyse kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumu için üzülme! [Mâide/66-68]

Kendilerine gönderilen mesaja kulak veren, gerçeğe inanlar da övülmüştür:

107,108De ki: "Siz Kur’ân'a ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine bilgi verilenler; Kur’ân onlara okunduğunda onlar, boyun eğip teslimiyet göstererek çeneleri üstü kapanırlar. Ve "Rabbimiz her türlü kusurdan arınıktır. Rabbimizin vaadi kesinlikle gerçekleşecektir" derler."

109Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve Kur’ân, onların saygılarını, alçak gönüllüğünü artırır. [İsrâ/107-109]

19-24Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yetenekleri olan kişiler;

Allah'a verdiği sözleri yerine getiren ve antlaşmayı bozmayan,

Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi; iman ve ameli birleştiren,

Rablerine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler,

Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş,

salâtı ikame etmiş [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmuş, ayakta tutmuş],

kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık Allah yolunda harcamış

ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte onlar, bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar Adn cennetlerine gireceklerdir. Görevli güçler/haberci âyetler de her kapıdan yanlarına girerler: "Sabretmiş olduğunuz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!" [Ra‘d/19-24]

53Ve onlara o Söz [vahy/Kur’ân] okunduğu zaman onlar, "Biz, ona inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz, ondan önce müslüman olanlardık" dediler.

54İşte onlar; sabrettikleri için onların ödülleri iki kere verilecektir. Ve onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden harcamada bulunurlar.

55Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve "Bizim işlerimiz yalnızca bizim için, sizin işleriniz de yalnızca sizin içindir. Size selâm olsun! Biz cahilleri aramıyoruz" derler. [Kasas/53-55]

Ve Âl-i İmrân/199, Mâide/82-83, Ahkâf/10, En‘âm/114.
122) Ey İsrâîloğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve şüphesiz sizi âlemlere fazlalıklı kıldığımı hatırlayın!
123) Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden kurtulmalık kabul edilmeyeceği, yardımın, iltimasın hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve suçluların yardım olunmadığı güne karşı Allah'ın koruması altına girin.
Bu âyette yeni bir hitapla uyarılan, yanlış peşinde koşan İsrâîloğulları'na, Ey İsrâîloğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve şüphesiz sizi âlemlere fazlalıklı kıldığımı hatırlayın! Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden adl [fidye] kabul edilmeyeceği, şefaatin hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve onların yardım olunmadığı güne takvâlı davranın denilmiş ve kendilerine verilen nimetlere nankörlük etmeleri sebebiyle İsrâîloğulları kınanmıştır.

Benzeri bir âyet daha evvel de geçmişti:

* Ey İsrâîloğulları! Size verdiğim nimeti ve şüphesiz Benim sizi âlemlere fazlalıklı kıldığımı hatırlayın. Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir kimseden yardımın, adam kayırmanın kabul edilmediği, kimseden fidyenin/kurtulmalığın alınmadığı ve hiçbir kimsenin yardım olunmadığı güne karşı Allah'ın koruması altına girin. [Bakara/47-48]

İsrâîloğulları'na tekrar tekrar hatırlatılan nimet ne olduğu hakkında Kur’ân'daki âyetlerden şöyle bir özet yapılabilir: Allah İbrâhîm peygamberi önder kılmış, sonra bu önderlik İshâk-Ya‘kûb ve oğullarına geçmiş; onlar da bu önderlik sıfatına layık davranmışlardı. Ama sonradan gelenler, bu nimete layık olmadıklarını göstermiş, elçilerin ve toplumların başlarına bela olmuşlardır. İşte Allah'ın İsrâîloğulları'na lutfettiği nimetlerin en büyüğü budur. Nitekim 124. âyette buna değinilecektir. Bunun dışında da yüzlerce nimet söz konusudur, ki bunların çoğu sûrenin başından bu yana zikredilmiştir.
124) Ve hani Rabbi İbrâhîm'i, birtakım kelimeler/yaralar, sıkıntılar ile sınamış, o da onları tam olarak yerine getirmişti. Rabbi, "Ben, seni insanlara önder yapanım" demişti. İbrâhîm, "Soyumdan da önderler yap!" dedi. Rabbi, "Benim ahdim/tutulmak üzere verdiğim söz, kendi benliğine haksızlık eden kimselere ulaşmaz!" dedi.
122. âyette İsrâîloğulları'na, kendilerine verilen özel nimeti hatırlamaları ihtar edilmişti. Bu âyette ise, İsrâîloğulları'nın hatırlamaları gereken nimetlerin ilkini bizzat Allah hatırlatarak, verdiği görevleri hakkıyla yerine getiren İbrâhîm'i önder kıldığını bildirmektedir. Âyetin devamı ise, Yahûdilere bir uyarı niteliğindedir. Çünkü, Allah'ın kendisine lütfettiği nimetin tüm soyunu kapsamasını isteyen İbrâhîm'e, Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz! cevabı verildiği bildirilmek sûretiyle, İbrâhîm soyundan olmaları sebebiyle üstünlük iddia eden Yahûdilere önemli bir ders verilmektedir. O günkü İsrâîloğulları'nın bir üstünlüklerinin bulunmadığına yönelik bu ders, başka bir âyette ima yoluyla şöyle hatırlatılmaktadır:

134Onlar, gelip geçen bir önderli toplumdur. Onların kazandıkları kendilerinedir, sizin kazandıklarınız da kendinizedir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu olmazsınız. [Bakara/134]

Kur’ân'dan anlaşıldığına göre İbrâhîm peygamber, Nûh peygamberden sonra, İslâm'ın evrensel mesajını yaymakla görevlendirilen ilk peygamber olup, bu görevi yerine getirmek için üstün gayretler göstermiştir. Çocuklarından ve torunlarından Allah'ın ahdine uyanların elçi, önder yapıldığı İbrâhîm peygamber, bu görevi hakkıyla yapabilmek ve sürdürebilmek için oğullarından İshâk'ı Sûriye ve Filistin'e; İsmâîl'i Arabistan'a göndermiş, kendisi de Sûriye, Filistin, Mısır ve Arabistan'a gitmiştir. Kitab-ı Mukaddes, İbrâhîm'in, başka eşinden olan çocuklarını da doğuya gönderdiğinden bahsetmektedir:

İbrâhîm bir kadınla daha evlendi. Kadının adı Ketura'ydı. Ondan Zimran, Yokşan, Medan, Midyan, İşbak, Şuah adlı çocukları oldu. Yokşan'dan da Şeva, Dedan oldu. Dedan soyundan Aşurlular, Letuşlular, Leumlular doğdu. Midyan'ın Efa, Efer, Hanok, Avida, Eldaa adlı oğulları oldu. Bunların hepsi Ketura'nın soyundandı. İbrâhîm, sahip olduğu her şeyi İshâk'a bıraktı. Câriyelerinin oğullarına da armağanlar verdi. Kendisi sağken bu çocukları oğlu İshâk'tan uzaklaştırıp doğuya gönderdi. [Tekvin, 25:1-6.]

İBRÂHÎM'İN SORUMLU TUTULDUĞU KELİMELER/ALDIĞI YARALAR; ÇEKTİĞİ SIKINTILAR

Âyetteki,
Ve hani Rabbi İbrâhîm'i, birtakım kelimeler/yaralar, sıkıntılar ile belâlandırmış [sınamış], o da onları tam olarak yerine getirmişti ifadesinden, İbrâhîm peygamberin belâlandırıldığı anlaşılmaktadır.

Belâ kelimesinin sözlük anlamı, "yıpratmak, bitkin düşürmek"tir. Sınanmak veya denenmek de insanı yıpratan bir süreç olduğu için, bu sözcük zamanla "belâ" sözcüğü yerine kullanılır olmuştur.

Yüce Allah fert ve toplumları bazan sıkıntılara, zorluk ve darlıklara maruz bırakabilir, ki bunlar, bir bakıma insana verilen belâ hükmündedir. Bu sınamanın/denemenin nedeni, insanların akıllarını başlarına almalarını, yanlış yolda olanların istikâmetlerini düzeltmelerini, isyan içerisinde olanların Allah'a itaate dönmelerini sağlamaktır. Dinin emir ve yasakları da bir anlamda belâdır. Çünkü bazı emirler insan bedenine zorluk verir, bazı yasaklar ise nefisleri disiplin altına alır. Böyle durumlarda insanların iyisi ile kötüsü, şükredeni ile nankörü belli olur. Belâ sözcüğü ile ilgili olarak şu âyetler incelenebilir: Bakara 49, 155-156, 249; Sâffât/106; Duhân/33; Mâide/48, 94; En‘âm/165; Âl-i İmrân/152, 154, 186; A‘râf/141, 163, 168; Enfâl/17; Yûnus/30; Hûd/7; Mülk/2; Muhammed/4, 31; Enbiyâ/35; Kehf/7; Neml/40; Fecr/15-16; Nahl/92; İnsan/2; Ahzâb 11; İbrâhîm 6.

Bu "belâlandırma", Kur’ân'da bazı yerlerde "fitnelendirme" olarak yer almaktadır.

Özetle ifade edilecek olursa,
belâlandırma ya da fitnelendirme, "zorlu-sıkıntılı bir eğitim ve öğretimden geçirerek olgunlaştırıp arındırmak" demektir.

Demek oluyor ki İbrâhîm peygamber de, önder olabilmek için zorlu bir eğitim ve öğretimden, sıkıntılardan, zorluklardan geçtikten sonra önder kılınmıştır. Ayrıca, bu âyetten, gerekli donanıma sahip olmayan kimselere kamu görevi verilmemesi gerektiği mesajı da çıkarılabilir.

Birçok kaynakta, İbrâhîm peygamberin belâlandırıldığı bu kelimelerin; sünnet olmak, etek tıraşı olmak, tırnak kesmek, bıyıkları ve saçları kısaltmak, koltuk altı ve kasık kıllarını yolmak, saçları ortadan ayırmak, misvak kullanmak ve tuvalet sonrası su ile temizlenmek gibi şeyler olduğu yolunda iddialar ileri sürülmüş, bunlar da Rasûlullah'a fatura edilmiştir.

Ayette geçen " كلماتKelimat" sözcüğü, "söz, cümle, ifade" anlamındaki "kelime كلمة " sözcüğünün çoğuludur. Sözcüğün kökü olan " ك ل مklm" nin asıl manası, "yara, yaralamak" demektir. Sözcüğün, "söz, cümle, ifade" anlamında kullanılması müsteardır. Çünkü her söz, kişilerde, benliklerde bir yara açar; iz bırakır. Hatta "Diş/kılıç yarasına çare olur da dil yarasına çare olmaz" deyimi vardır. [Lisanü’l Arab ve Tacü’l Arus; " ك ل مklm" mad]

Kur’ân'dan anlaşıldığına göre bu
kelimeler/yaralar sıkıntılar, "İbrâhîm'in yerine getirmekle yükümlü tutulduğu görevler"dir. Nitekim o, yeri gelmiş tevhid uğruna sıkıntılara maruz kalmış, çoluk-çocuğunu mağdur etmiş, yeri gelmiş tüm servetinden olmuş, ama daima Allah için hizmete koşmaya devam etmiş, görevinde kusur etmemiştir. Bu sebeple de Allah, Necm/36-37, Nahl/120-123, En‘âm/161, Âl-i İmrân/67-68, Sâffât/83-113, Enbiyâ/51-70, Ankebût/16-27’de İbrâhîm'i övmüştür.

Konumuz olan 124. âyetteki,
Benim ahdim zâlimlere ulaşmazifadesiyle, kamu görevi üstlenecek olanlarda, "güç"ün yanında İbrâhîm'e ait niteliklerin de aranması gerektiği mesajı verilmektedir. Yani, "İbrâhîmî sıfat" taşımayanlar, kamu görevi üstlenmeye ehil sayılmamalı, onlara kamu görevi verilmemelidir.

125) Ve Biz, bir zaman bu Beyt'i/ilk yapılan okulu, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri yapmıştık. Ve Biz, İbrâhîm ile İsmâîl'e, "Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve boyun eğip teslimiyet gösterenler, Allah'ı birleyenler için tertemiz tutun" diye ahit almıştık. -Siz de İbrâhîm'in görev yaptığı yerden bir salât yeri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan desteğin; toplumun aydınlatılmasının gerçekleştirileceği bir yer] edinin.-
126) Ve bir zaman İbrâhîm, "Rabbim! Burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan Allah'a ve son güne inananları meyvelerle rızıklandır" demişti. Allah dedi ki: "Kâfiri; ilâhlığımı, rabliğimi bilerek reddeden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!"
127,128,129) Ve hani İbrahim ve İsmail açtıkları tevhid okulundan, dinin temel kanunlarını; "Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] biri kıl. Soyumuzdan da Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] bir önderli toplum getir. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen suçtan dönüşleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki onlara Senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, en iyi yasa koyanın, bozulmayı iyi engelleyenin; sağlam yapanın ta kendisisin." diyerek yükseltiyorlardı/yüceltiyorlardı.
Bu âyet grubunda, İbrâhîm peygamberin Arabistan yöresindeki hayatından kesitler verilmiştir.

125. âyette ilk olarak Beyt'in [Ka‘be'nin] yapılışı hakkında bilgi verilmekte; Beyt'in İbrâhîm ve İsmâîl peygamberler tarafından yapıldığı ve onlara; onu tavaf edenler, orada kulluğa kapananlar, orada rükû ve secde edenler için Beyt'in tertemiz tutulması görevinin verildiği bildirilmektedir.

125. âyette, Ka‘be'nin işlevi konu edilmekte, "Beyt'in insanlar için bir mesabe [sevap kazanma yeri/sık gidilip gelinen yer] ve güven yeri" kılındığı beyân edilmektedir.

Bu işlev, bir başka âyette daha bildirilmiştir:

* Şüphesiz, insanlar için bereketli ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Mekke'dekidir. Onda apaçık alâmetler/göstergeler; İbrâhîm'in görev yaptığı yer [eğitilip, yetiştirilip ortak koşmaya karşı ayaklandığı yer] vardır. Ve oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i/ilâhiyat eğitim merkezini kastetmesi, ilâhiyat eğitimi için oraya gitmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de gerçeği örtbas ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. [Âl-i İmrân/96-97]

İbrâhîm peygamberin Ka‘be ile ilgili görevini bildiren ve Ka‘be'nin işlevini açıklayan bir başka âyetten ise, hacc görevinin de ilk olarak İbrâhîm peygamber ile başladığı anlaşılmaktadır:

* Ve hani Biz bir zamanlar, "Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma; dolaşanlar, orada haksızlığa baş kaldıranlar, Allah'ı birleyenler, boyun eğip teslimiyet gösterenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait birtakım menfaatlere tanık olmaları ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerinde, belli günlerde O'nun adını anmaları için insanlar arasında ilâhiyat eğitim-öğretimi verileceğini duyur. Yürüyerek veya yorgun düşmüş binekler üstünde her derin vadiyi aşarak sana gelsinler! Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Eski evde/özgür evde/Ka‘be'de dolaşsınlar" diye, o evin/Ka‘be'nin yerini, İbrâhîm için hazırlamıştık. –Siz de onlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri doyurun.– [Hacc/26-29]



القواعد KAVÂİD

Bakara/127. ayeti, genellikle "İbrahim, İsmail’le birlikte o evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyordu: "Ey rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin." şeklinde çevrilmektedir. Bu çevirilerden de İbrahim’in duvar yapmaktaki ustalığı ile Kâbe’nin İbrahim ve oğlu İsmail tarafından yapılışı anlaşılmaktadır.

Aslında teknik olarak ayetin bu şekilde çevrilmesi hiç de uygun değildir. Şöyle ki:

Ayette geçen "القواعد kavâid" sözcüğü "قاعد kâid / قاعدة kaide" sözcüğünün çoğulu olup kökü, oturmak anlamındaki ق k ع a د d’dir. "قواعد kavâid" kalıbıyla sözcük, Kur’an’da Nur/ 60, Nahl/ 26 ve Bakara/ 127’de geçer.

Sözcüğün tekili olan "kaide" öz anlam olarak "temel, oturak, oturaklaşan" anlamındadır. Binaların temeline de "kaide" denir. Mecaz olarak ise her bilginin, her ilim dalının, her kavramın temel kurallarına da "kaide" denir. Örneğin edebiyat kaideleri, roman, hikâye kaideleri, kimya kaideleri, fizik kaideleri vs. gibi. Türkçemize de bu sözcük, Arapçadaki gibi "temel kural" anlamıyla geçmiştir.

Ayette "قواعد kavâid" ve "بيت beyt" sözcükleri nekre (belirtisiz) olmayıp lam-ı ta’rif ile ma’rife (belirtili) olarak kullanılmıştır. Böylece sözcük, "o temeller" ve "o beyt" anlamını kazanmıştır. Kur’an’da geçen "بيت\بيوت beyt" sözcükleri hep okul anlamında kullanılmıştır. Nur/36, Kureyş/3 , Âl-i İmrân/96,97 ve Yunus/87.

Ayet metninde "قواعد البيت kavâid el beyt "Beytin Temellerini" denilmemekte; "min من" edatı nedeniyle "القواعد من البيت kavâide mine'l-beyt" denilmektedir. Ayette beytin temellerinden değil, Beyt’ten yükseltilecek/yüceltilecek kaidelerden, temel kurallardan, yani DİNİN TEMEL KANUNLARINDAN bahsedilir. Buna rağmen maalesef tefsirciler, " القواعد من البيت Kavâide min’el Beyt" isim tamlamasındaki "min من " edatını dikkate almadıklarından; tamlamaya hep Kâvaid el Beyt anlamı vermişlerdir.

Ayette yüklem olan يَرْفَعُ yerfeu fiili (رفع refea = yükseltmek) kökünden gelir. Bu sözcük fiziki yükselmeyi değil; manevi yükselmeyi, terfi etmeyi/ettirmeyi yani DERECENİN, KONUMUN, MERTEBENİN, ŞAN VE ŞEREFİN yükseltilmesini/yüceltilmesini ifade eder. Kur’an’daki tüm "رفع r f a" fiilleri bu anlamda kullanılmıştır. Özellikle de Mücadele/11, Fatır/10 ve Nur/36’da muzari يَرْفَعُ kalıbıyla gelenler ile İnşirah/4, Mü’min/5, Nisâ/158 Abese/13,14 ve Yusuf/76 incelenebilir.

Teknik olarak paragraftaki 127. ayetin içindeki ve 128, 129. ayetlerdeki "Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] biri kıl. Soyumuzdan da Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] bir önderli toplum getir. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen suçtan dönüşleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki onlara Senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, en iyi yasa koyanın, bozulmayı iyi engelleyenin; sağlam yapanın ta kendisisin" bölümleri, cümlede HAL makamında olup bu yakarışlarında "o temellerin, o kuralların/ o kanunların" neler olduğunu açıklamışlardır.



127-129Ve hani İbrahim ve İsmail açtıkları TEVHİD OKULUNDAN, DİNİN TEMEL KANUNLARINI; "Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] biri kıl. Soyumuzdan da Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] bir önderli toplum getir. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen suçtan dönüşleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki onlara Senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, en iyi yasa koyanın, bozulmayı iyi engelleyenin; sağlam yapanın ta kendisisin." diyerek yükseltiyorlardı/yüceltiyorlardı.

Nur/36-38’de de beytlerden (okullardan) yükseltilecek/yüceltilecek, TEMEL İLKELER/KANUNLAR bir bir açıklanmaktadır:

* Allah'ın, yükseltilmesine, içerisinde Kendi isminin anılmasına izin verdiği evlerde/okullarda, devamlı olarak Kendisini arındıran öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş onları, Allah'ı anmaktan, salâtı ikame etmekten [mali yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaktan, ayakta tutmaktan] zekâtı, Allah’ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergilerini vermekten alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine armağanlarından artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır.

Bakara/125 ve Hacc/26- 29’daki ayetler konumuzu daha da iyi aydınlatacaktır.

* Ve Biz, bir zaman bu Beyt'i/ilk yapılan okulu, insanlar için bir sevap kazanma/ dönüş yeri ve bir güven yeri yapmıştık. –Siz de İbrahim’in görev yaptığı yerden bir salât yeri [mali yönden ve zihinsel açıdan desteğin; toplumun aydınlatılmasının gerçekleştirileceği bir yer] edinin.– Ve Biz, İbrahim ile İsmail’e, "Beytimi, dolaşanlar, ibadete kapananlar ve boyun eğip teslimiyet gösterenler, Allah'ı birleyenler için tertemiz tutun" diye ahit almıştık. [Bakara/125]

* Ve hani Biz bir zamanlar, "Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma; dolaşanlar, orada haksızlığa başkaldıranlar, Allah'ı birleyenler, boyun eğip teslimiyet gösterenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait birtakım menfaatlere tanık olmaları ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların kusursuzları üzerinde, belli günlerde O'nun adını anmaları için insanlar arasında ilâhiyat eğitim-öğretimi verileceğini duyur. Yürüyerek veya yorgun düşmüş binekler üstünde her derin vadiyi aşarak sana gelsinler! –Siz de onlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri doyurun.– Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Eski evde/özgür evde/Kâbe’de dolaşsınlar" diye, o evin/Kâbe’nin yerini, İbrahim için hazırlamıştık. [Hacc/26-29]


Bu ayetlerde de İbrahim’in birkaç katlı bina hazırlaması değil, TEVHİD EĞİTİMİ için gölgelik mekanlar hazırlaması ve orada TEVHİD eğitimi vermesi istenmektedir. Zaten Mekke’deki mescitlerin hepsi zamanında hurma dallarıyla örtülmüş, kerpiç duvarlı basit yapılardan ibaret idi.

Bu durumda İbrahim ve İsmail’in, açtıkları okuldan yükselttikleri, yücelttikleri "el kavâid" (o temeller)", okulun temelleri, direkleri değil; "dinin temel direkleri olan; RABB KAVRAMI, İLAH KAVRAMI, DUA KAVRAMI, SALAT KAVRAMI, KIBLE KAVRAMI, HACC KAVRAMI, ALLAH’IN ZİKRİ VE ALLAH’IN TESBİHİ kavramlarıdır.

Bu ayetlerde Tevhit Okulu’nun önemine, fonksiyonuna değinilmektedir. Bir de okulların zararlıları söz konusudur. Kur’an’da ona da Tevbe/107-110’da مسجداً ضراراً MESCİD-İ DIRAR nitelemesiyle değinilmiştir.



نسك NÜSÜK - مناسك MENÂSİK

"نسْك nüsk", "نسُك nüsük", "İbadet, taat ve Allah’a yaklaştıran her şey" demektir. "نسك nüsük" dinin emrettiği ve yasakladığı" şeydir.

"منسَك mensek". "منسِك mensik", "nüsk yolu" demektir

"منسك mensek" çoğulu "مناسك menâsik", nüskün, nüsüklerin icra edildiği yerler" demektir.

"مناسك menâsik", İsm-i zaman/mekân kalıbının çoğulu olduğu gibi İsm-i alet kalıbının da çoğuludur. Sözcüğün İsm-i alet kalıbı anlamı itibare alınınca "Nüsük aletleri; ibadet malzemeleri, tarzları, ritüelleri" demek olur.

"نسك nüsük" sözcüğü, "نسيكة nesike" sözcüğünden alınmadır. "نسيكة nesike"nin ilk vaz’ı (koyuluş) anlamı, "altın ve gümüşün eritilerek cüruftan temizlenmesi, saf hale getirilmesi" demektir. Bu durumda "Nüsk, Nüsük’ün de esas anlamı "Saf altın, gümüş parçası" demektir.

İbadet edene "ناسك nâsik" denir. Çünkü İbadetin her türlüsü, her şekli, insanı günah kirinden temizler ve Allah’a yaklaştırır.

Bu açıklamalardan açıkça anlaşılan şu olmalıdır: Nüsük, Allah’a yapılan ibadetlerin en temizi; riyasısı, kusursuzu, en samimisidir.

Bu sözcük zaman içerisinde anlamı daraltılarak "hayvan kesimi" ve "hacc rükunları" için kullanılır olmuştur. (TAC ve LİSAN) Kur’an’da (En’am/162, Bakara/128, 196, 200 ve Hac/34, 67 ) ise gerçek anlamıyla; "ibadetin her türlüsü, her şekli" anlamında kullanılmıştır.

İbrâhîm peygamberin bu niyazının bir benzeri de şu âyetlerde zikredilmiştir:

* Ve hani bir zaman İbrâhîm: "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmamızdan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz putlar insanlardan birçoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa, artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse... Artık Sen şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Şüphesiz ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikame etmeleri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaları-ayakta tutmaları] için, Senin dokunulmazlaşmış Ev'inin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Verdiğin nimetlerin karşılığını ödemeleri için artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızıklandır. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. –Ve yerde ve gökte, hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.– Tüm övgüler, ihtiyarlık hâlimde bana İsmâîl'i ve İshâk'ı lütfeden Allah'adır; başkası övülemez. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitendir. Rabbim! Beni salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan] biri kıl! Soyumdan da. Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde benim için, anam-babam için ve mü’minler için bağışlamada bulun!" demişti. [İbrâhîm/35-41]



KA‘BE'NİN TÂRİHİ

KUREYŞLİLERİN KA‘BE'Yİ İNŞASI

İbn İshâk der ki: Bana anlatıldığına göre Kureyşliler rüknün üzerinde Süryanice bir yazı gördüler. Mahiyetinin ne olduğu bilinmiyordu. Nihâyet onlara Yahûdilerden bir adam bu yazıyı okudu. Şunlar yazılıydı: "Ben Allah'ım. Bekke'nin [Mekke'nin] Rabbiyim, gökleri ve yeri yarattığım, güneş ve ayı şekillendirdiğim gün burayı da yarattım. Onun etrafında yedi tane hanif hükümdar var ettim. Buranın çevresini saran iki dağ [Ebû Kubeys ve el-Ahmer dağları] zail olmadıkça burası da zail olmaz. Buranın halkı için su ve süt bereketli kılınmıştır."

ABDULLAH B. EZ-ZÜBEYR İLE HACCAC DÖNEMİ

Şamlılar [Emeviler], Abdullah b. ez-Zübeyr'e hücum edip onların sebep oldukları yangın dolayısıyla Ka‘be'nin yapısı hasara uğrayıp zayıflayınca İbn ez-Zübeyr Ka‘be'yi yıktı ve Hz. Âişe'nin ona verdiği habere uygun olarak yeniden inşa etti. Hicr tarafından oraya 5 ziralık kadar bir alan ekledi. Abdullah insanların rahatlıkla görebildiği bir temeli ortaya çıkartıncaya kadar kazısını sürdürdü ve bu temel üzerine binasını yaptı. Önceden Ka‘be'nin yüksekliği 18 zira idi. Ona Hicr'den bu miktar ilavede bulununca bu sefer boyuna da 10 zira daha ekledi. Birisinden girilip öbüründen çıkılacak şekilde Ka‘be'ye iki de kapı yaptırdı. Müslim'in Sahîh'inde bu şekilde belirtilmektedir. Bununla birlikte hadisin lafızları arasında farklılık vardır.

Rivâyet edildiğine göre Hârûn er-Reşîd, Mâlik b. Enes'e, Haccac tarafından yapılan şekliyle Ka‘be'yi yıkmak ve Peygamber'den (s.a) gelen hadise dayanarak İbn ez-Zübeyr'in yaptığı şekle iade etmek istediğinden sözetmiş. Mâlik de ona şöyle demiştir: "Allah adına sana and veriyorum ey mü’minlerin emiri, sen bu evi hükümdarların oyuncağı hâline getirme. Her isteyen gelip evi yıkıp bir daha yeniden yapmasın. O vakit insanların kalbinde bulunan bu eve karşı duydukları heybet yok olur." [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

KA‘BE'NİN ALLAH'IN EVİ OLMASI

Âyetlerde Allah, Ka‘be'yi "Evim" diye Zâtına izafe ederek, bu Ev'in şerefine, değerine ve önemine işaret eder. Bizzat Allah'a izafe edilen şeyler üzerinde kimse hakk sahibi değildir. Orası Allah'ındır. Orada hükümdarlık, hükümranlık sökmez. Tüm mescidler de aynen Ka‘be gibi Allah'ındır. Özellikle Ka‘be'nin söz konusu edilmesi ise o sırada başka bir mescid olmadığından veya saygınlığı daha büyük olduğundan dolayıdır.

* Ve şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın. [Cinn/18]

* Allah'ın, yükseltilmesine, içersinde Kendi isminin anılmasına izin verdiği evlerde, devamlı olarak Kendisini arındıran öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş onları, Allah'ı anmaktan, salâtı ikame etmekten [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaktan, ayakta tutmaktan] ve zekâtı/vergilerini vermekten alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine armağanlarından artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır. [Nûr/36-38]


Beytullâh'ın diğer bir ismi de, Mescid-i Harâm'dır [dokunulmaz mescid'dir].

* Ve onları nerede yakalarsanız öldürün, çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Ve insanları dinden çıkarmak; ortak koşmaya, Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeye sürüklemek, öldürmeden daha şiddetlidir. Mescid-i Harâm; dokunulmaz ilâhiyat eğitim merkezi yanında onlar, orada sizinle savaşmadıkça da onlarla savaşmayın. Buna rağmen onlar, sizinle savaşırlarsa, hemen onları öldürün. kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenlerin cezası işte böyledir. [Bakara/191]

Fonksiyonlarını açıkladığımızda da görüleceği gibi Ka‘be, insanlık için ilk açılan okuldur. Oranın ilk öğretmenleri olan İbrâhîm ve İsmâîl peygamberler orada insanlığa tevhidi, şirke karşı direnmeyi ve onurlu yaşamayı öğretmişlerdir. Âyetten anlaşıldığına göre bu okul, özerk olup burada kimsenin sultası yoktur. Öyleyse tüm öğretim kurumları da bu nitelikte olmalı ve yaşatılmalıdır.

Bu âyetlerde konu edilen temizlik; Ka‘be'nin süpürülmesi, tozunun alınması, yıkanması, bahçesinin bakımı demek olmayıp, Allah dışında tapılan her şeyin yok edilmesi, orada Allah'tan başkasının adının anılmaması demektir. Çünkü orada, başka birine ibâdet veya yardım için başka bir ismin anılması evi kirletir. Mescidin niteliği Tevbe sûresi'nde net olarak açıklanmıştır:

* Ve zarar vermek, küfür; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmek, Müslümanların arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Elçisi'ne karşı savaş açmış; bozum yapmaya teşebbüs etmiş olanlara gözcülük etmek için mescit yapan şu kimseler, "Biz, en güzelden başka bir şey istemedik" diye yemin de ederler. Allah da tanıklık eder ki şüphesiz bunlar, kesinlikle yalancılardır. Sen, o mescidin içinde sonsuza dek dikilme/görev yapma! İlk gününde Allah'ın koruması altına girme üzerine kurulan mescit, elbette içinde görev yapmana daha layıktır. Onun içinde arınmayı seven er kişiler vardır. Allah da arınan kimseleri sever. Peki, temelini Allah'ın koruması altına girme ve hoşnutluk üzerine kurmuş olan kimse mi hayırlıdır, yoksa temelini yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehennemin ateşine yuvarlanan mı? Ve Allah, şirk koşarak, küfrederek yanlış davrananlar; kendi zararlarına iş yapanlar toplumuna kılavuz olmaz. Onların kalpleri parça parça olmadıkça, o kurdukları temelleri, kalplerinde bir kuşku olarak kalıp kaybolmayacaktır. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır. [Tevbe/107-110]



BEYT'İN GÜVENLİK BÖLGESİ OLMASI

Ka‘be'nin güvenlik yeri olması ile ilgili olarak Kureyş sûresi'nde yapılan açıklamayı burada da sunuyoruz:

kureyşin açlıktan kurtarılması, beslenmesi ve her korkudan güvende olmaları

Bu ayette, Ev’in Rabbinin Kureyşlileri açlıktan kurtarıp doyurduğu ve korkudan emin kıldığı bildirilmektedir. Yani Kureyşlilerin sırf emniyet içinde nimetlenmeleri sebebiyle bile olsa, yalnızca Allah’a kulluk etmeleri gerektiği anlatılmaktadır.

Kureyş’e verilen bu nimetlere, başka ayetlerde de dikkat çekilmiştir:

* Yoksa kıyılarında insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen Mekke'yi, güvenli, dokunulmaz yaptığımızı da görmediler mi? Hâlâ bâtıla mı inanıyorlar ve Allah'ın nimetine iyilikbilmezlik mi ediyorlar? [Ankebut/67]

* Ve onlar; "Biz seninle beraber doğru yol kılavuzuna uyarsak, yurdumuzdan atılırız" dediler. Biz onları, Kendi katımızdan bir rızık olarak, her şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere/Mekke'ye yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler. [Kasas/57]


Kureyşliler bu Ev’e sığınmadan önce dağınık durumdaydılar ve hiçbir saygınlıkları yoktu. Ne zaman ki Mekke’de bir araya gelip Kâbe hizmetini üstlendiler, o zaman bütün Arabistan’da saygın bir duruma geldiler. O dönemde insanlar Arabistan’ın hiçbir yerinde kendi kabile sınırları dışına çıkamazlar, her an bir saldırıya uğrama tehlikesi altında yataklarında bile huzursuz ve tedirgin olarak uyurlardı. Çünkü saldırıların sonucu ya ölüm ya da kölelikti. Kervanlar da ancak yolları üzerindeki kabilelerin ileri gelenlerine rüşvet vererek sağ salim ilerleyebilirlerdi.

İşte, cahiliye döneminde hiçbir kabilenin güvende olmadığı bir ortamda, Mekke’deki Kureyşliler bütün bu tehlikelerden tamamen emindiler. Çünkü Mekke’ye bir düşman saldırısı olması söz konusu değildi. Kureyşliler "Kâbe’nin hizmetçileri" sıfatıyla ülkenin her tarafında serbestçe dolaşırlar, büyük veya küçük kafilelerle gittikleri herhangi bir bölgede hiçbir tacizle karşılaşmazlardı. Hatta tek başına seyahat eden bir Kureyşlinin "Ben Haremliyim" ya da "Ben Allah’ın haremindenim" demesi bile, saldırılardan kurtulması için ona yeterli bir güvence sağlardı.

Yukarıda çizilen bütün bu kompozisyondan Kureyş’in sadece maddî çıkarlarla nimetlendirildiği anlaşılmamalıdır. Surenin mesajından, onlara [hatta tüm insanlığa] maddî değerler yanında manevî değerlerin de sağlandığı anlaşılmaktadır. Çünkü Allah onları vahyin manevî yiyeceği ile cehalet açlığından doyurmuş, hidayetin açıklanması ile de sapıklıktan, küfürden [dolayısıyla da cehennemden] uzak tutmuştur.

Sonuç olarak, onların ve tüm insanlığın eline geçen bütün bu nimetler, bu Ev’in Rabbi olan Allah sayesindedir.

125. âyette, bir ara cümleyle mü’minlere de; Siz de İbrâhîm'in makamından bir musallâ [salât gerçekleştirilecek yer] edinin talimatı verilmekte; yani, "bir zamanlar olduğu gibi, şimdi siz de orada bir musallâ edinin" denilerek, orada tevhidin öğretileceği ve yaşatılacağı bir okulun açılması emredilmektedir, ki bu da, ayrıntıları ilerideki âyetlerde gelecek olan hacc görevidir.



MUSALLÂ

Âyette geçen مصلّى [musallâ] sözcüğü ص ل و[salv] kökünden صلّى [sallâ], يصلّى [yusallî] fillerinin mimli mastarı olup, "salât edilen yer, mekân" demektir. Salât sözcüğünün, "namaz" olarak algılanması sebebiyle bu sözcük de "namazgâh" [namaz kılınan yer] olarak anlaşılmıştır. Oysa salât, "zihnî-mâlî sosyal destek ve aktivitelerin uygulandığı yer" manasındadır. Sadece Bakara sûresi'nde geçen bu sözcüğün doğru manasına göre, İbrâhîm'in makamından bir musallâ edinin emrinden; İbrâhîm'in açtığı tevhid okulunun bulunduğu Mekke'de uluslararası bir musallâ [eğitim ve sosyal destek merkezi] oluşturulmasının istendiği anlaşılmalıdır. Musallâ'nın önemi ve işlevi aşağıdaki âyetlerde de yer almaktadır:

* Ey iman etmiş kişiler! İçinizden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şâhitlik, kendi içinizden adalet sahibi iki kişidir. Yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, sonra da ölümün musibeti size gelip çatmışsa, sizden olmayan iki kişidir. Eğer şüpheye düşerseniz, salâttan [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmadan; toplumu aydınlatman] sonra onları bekletirsiniz. Sonra da onları, "Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın şâhitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi hâlde günahkârlardan oluruz" diye Allah'a yemin ettirirsiniz. [Mâide/106]

* Ve Biz, her önderli toplum için, Allah'ın kendilerine hayvanların kusursuzlarından rızık olarak verdikleri üzerine O'nun adını ansınlar diye bir kulluk gösteri yeri/kulluk biçimi yaptık. İşte, sizin ilâhınız, bir tek ilâhtır. O nedenle, yalnız O'nun için Müslüman olun. Allah anıldığı vakit kalpleri titreyen, kendilerine isabet edene sabreden, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan, ayakta tutan] ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden Allah yolunda harcayan, Allah'a içtenlikle boyun eğen o kimselere müjdele. [Hacc/34,35]


Târih kayıtlarında, Mekke döneminde serbest bir musallâ edinilemediği, muhasara döneminde ev, bahçe ve ağıl gibi değişik yerlerin musallâ/mescid olarak kullanıldığı, mü’minlerin toplantılarını, buluşmalarını, eğitim ve öğretimlerini buralarda yaptıkları, sosyal sorunlarını buralarda çözdükleri görülmektedir. Medîne'de ise, Mescid-i Nebevî'ye yaklaşık 650 m. uzaklıkta, onun batısındaki bugünkü "Mescid-i Ğamame"nin [Bulut Mescidi'nin] olduğu alan "musallâ" olarak tayin edilmiş ve salât [tüm sosyal destek faaliyetleri] burada icra edilmiştir.

Bakara/125 ve Hacc/26'da, Beytullâh'tan yararlanacakların; "dolaşanlar/tavaf edenler", "ibâdete kapananlar", "rükû edenler", "secde edenler" ve "kıyam edenler" [zulme baş kaldıranlar] oldukları beyân edilmiştir.



TAVAF EDENLER/DOLAŞANLAR

"Bir yerde dolaşmak" demek olan tavaf ile, "orayı ziyarete gelen ve orada dolaşıp duran kimseler" kasdedilmiştir. Bu kimseler, orada cereyan eden aktiviteleri izleyerek gittikleri yerlerde Beytullâh'ın tanınmasına vesile olacaklardır. Kur’ân'da, "Ka‘beyi tavaf" diye bir ifade yer almaz. Bu konu klasik kaynaklarda da şu şekilde açıklanmıştır:

Tavaf edenler ifadesinin zâhirinden anlaşılan, "Beytullâh'ı tavaf eden kimseler"dir. Atâ'nın görüşü budur. Sa‘îd b. Cübeyr ise, "Mekke'ye gelen yabancılar için temizleyin anlamına gelir" demektedir ki uzak ihtimalli bir açıklamadır. [Kurtubî.]



ÂKİF, İTİKAF

Âkif sözcüğünün kökü olan a-k-f, "bir şey üzerine sürekli odaklanmak, kendini ona adamak ve ondan yüz çevirmemek" anlamına gelir. [Lisân; c. 6, s. 385, "Akf" mad.] Buradan anlaşılan odur ki sözcük, "gâyet bilinçli olarak bir konu ve nesneye odaklanmak, taparcasına bağlanmak" anlamına gelmektedir. Nitekim birçok yerde [A‘râf/138; Tâ-Hâ/91, 97; Enbiyâ/52; Şu‘arâ/71] sözcük, "tapma" boyutuyla, Bakara/125, Hacc/25 ve Fetih/25'te ise "ısrarla bir şeye yönelme" anlamında geçmektedir.

Yine, Bakara/187'deki, Ve siz mescidlerde âkif [programlı ibâdet hâlinde] iken ifadesinden hareketle de sözcüğün, "mescidlerde tevhidi öğrenme ve öğretme, dinî konularda ikna olma ve ikna etme amacıyla, planlı-programlı bir çalışmaya yönelme; bir nevi kampa girme" anlamına geldiğini söylemek mümkündür.

İtikaf, fıkıh kitaplarında, "belli bir zamanda, belli şartlara riâyet ederek özel bir yerde, özel bir itaate devam etmek" şeklinde tarif edilmiştir. Fakat bu ifadeler, insanın kendini bir yere hapsetmesi olarak değil, Beytullâh'ta Kur’ân'a odaklanarak Allah'ın mesajını anlamaya çalışması olarak anlaşılmalıdır.



RÜKÛ EDENLER

Bugün rükû dendiğinde, "namazda ayakta iken eğilmek [belin bükülmesi]" anlaşılmaktadır. Çünkü sözcük, asırlar önce zihinlere bu anlamla kazınmıştır. Hatta klâsik eserlerde, Kur’ân'da ilk kez Mürselât/48'de geçen rükû'dan maksadın, "namazın tamamı" olduğu, "cüz’iyet mecâz-ı mürseli" sanatı ile, namazın parçasının anılıp bütününün kasdedildiği ifade edilmiş ve 48. âyetin manası da bu doğrultuda, "Onlara namaz kılın denildiği zaman namaz kılmazlar. O gün yalanlayanların vay hâline!" şeklinde anlaşılmıştır. Bizce âyetin bu şekilde anlaşılması yanlıştır. Çünkü bu sûrenin indiği dönemde namaz hakkında herhangi bir emir söz konusu değildi. Zaten henüz inanmamış kimselere, "namaz kılın" demenin de bir mantığı yoktu. Böyle olmasına rağmen, bütün meal ve tefsirlerde sözcük bu anlamda kullanılmış ve rükû edin ifadesi, "namaz kılın" olarak anlaşılmıştır.

Bir sözcüğün doğru anlaşılabilmesi için, önce onun anlamlarının bilinmesi, sonra da onlardan doğru olanının takdir edilmesi gerekir. Arap dilinin en önemli başvuru kaynağı olan Lisânu'l-Arab'da rükû sözcüğü için şu anlamlar yer almaktadır:

1) الرّكوع [rükû], "hudû" [eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak; kibar, tatlı söylemek] demektir.

2) Rükû, "inhina" [iki büklüm olmak] demektir. Yaşlılıktan beli bükülmüş ihtiyarlara, rakea'ş-şeyhu [ihtiyar iki büklüm oldu] denir.

3) Rükû, "zengin kimsenin sonradan fakirleşmesi" demektir ("beli kırılmak" deyimine eş bir anlam).

4) Rükû, "putlara tapmayıp Allah'a boyun eğmek" [haniflik etmek] demektir. Câhiliye Arapları, aralarında puta tapmayıp yalnızca Allah'a tapanlara, raki [rükû eden] ve rakea ilellâh [Allah'a rükû etti] derlerdi. [Lisânu'l-Arab; c. 4, s. 232-233; "Rakea" mad.]

Bizce 4. maddedeki mana, rükû sözcüğünün –ki Kur’ân'da ilk geçtiği yer Mürselât/48'dir– doğru şekilde anlaşılmasını sağlayan anlamdır. Buna göre, Ka‘be'de rükû edenler, "orada tevhidi öğreten öğretmenler"dir.



SECDE

"Teslim olma, boyun eğme" anlamında kullanılan secde sözcüğü, "devenin sahibini üstüne çıkarması için boynunu kösmesi [eğmesi]" ve "meyve yüklü hurma dallarının, sahibinin rahat uzanıp toplamasına elverişli olarak eğilmesi" anlamında vaz‘ edilmiştir. Daha sonra sözcük, "kralların bastırdıkları paradaki kabartma resimlere tebaanın baş eğerek bağlılık göstermesi" anlamında kullanılmıştır. [Lisânu'l Arab; c. 4, s. 497.]

Demek oluyor ki سجدة [secde], "kişinin bilinçli olarak bir başkasına –kendisinden daha güçlü olduğunu kabul ederek– teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesi dışına çıkmaması" demektir. Kur’ân'da defalarca nakledilmiş olan, "meleklerin Âdem'e secde etmeleri" de, işte bu anlamdadır. Yani, melekler [tabiat güçleri], kendilerinden daha güçlü olduğu için Âdem'e [bilgili kimseye] boyun eğmişler/teslim olmuşlardır.

Görüldüğü gibi, secde sözcüğünde, "yere kapanmak" anlamı yoktur. "Yere kapanmak" eylemi, خرور [harûr] sözcüğü ile ifade edilir. Nitekim bazı âyetlerde خرّوا سجّداً [harrû sücceden] diye geçer ki bunun anlamı, "secde ederek [teslim olarak] yere kapandılar" demektir.

"Secde ederek/teslim olarak yere kapanma" ifadesinin yer aldığı âyetler şunlardır: Yûsuf/100, Meryem/58, Secde/15, İsrâ/107-109.

Bir de korkudan yere kapanmak vardır, ki bu, secde ederek/boyun eğerek yere kapanmak değildir:

* Ne zaman ki, Mûsâ, belirlediğimiz vakitte geldi ve Rabbi o'na söz söyledi. Mûsâ, "Ey Rabbim! Göster bana Kendini de bakayım Sana!" dedi. Rabbi o'na dedi ki: "Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak, dağı incele, eğer bakışın, incelemen dağın mekanına erişirse; dağın bulunduğu yerin önüne arkasına, altına üstüne, sağına soluna, içine dışına yerleşirse işte o zaman sen beni görürsün." Daha sonra Rabbi, Musa’nın Dağ gibi sorunları için Musa’yı aydınlatıp Musa’nın dağ gibi sorunlarını yıkıp attı. Mûsâ da dehşete düşüp heyecanla yere kapandı; Rabbine teslimiyet gösterdi. Ayılıp kendine gelince; heyecanı geçince de, "Seni tenzih ederim, Sana döndüm; tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim" dedi. [A‘râf/143]

Mü’minlerin namazda yere kapanmaları ise; geçmişte, bağlılık ve teslimiyetin dışa vurulmasının yere kapanmak sûretiyle yapılması sebebiyledir. Yani, mü’minler geçmişten gelen örfe göre Allah'ın, Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin (A‘râf/55) emrini yerine getirmek ve Allah'a teslimiyetlerini göstermek için yere kapanmaktadırlar.

Secde sözcüğü bu şekilde açığa kavuştuktan sonra Kur’ân'daki "secde" sözcüklerinin doğru anlaşılması kolaylaşmaktadır.

Meselâ, aşağıdaki âyetlerdeki secde sözcükleri hep "bilinçli olarak bir başkasına –güçlü olması sebebiyle– teslim olmak/boyun eğmek" anlamındadır:

* Hani bir zaman Yûsuf, babasına: "Babacığım! Şüphesiz ben onbir yıldız, güneş ve ay'ı gördüm; onları bana boyun eğip teslimiyet gösterirlerken gördüm" demişti. [Yûsuf/4]

* Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi boyun eğip teslimiyet göstererek o'nun için yere kapandılar. Ve Yûsuf: "Babacığım! İşte bu durum, o gördüğümün te’vîlidir. Gerçekten Rabbim onu hak kıldı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediği şeye armağan vericidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyanın ta kendisidir." [Yûsuf/100]


Burada Yûsuf'un kardeşlerinin ve babasının o'na secde etmeleri/teslim olmaları, "yaşam düzenlerini o'nun kontrolüne verip o'nun otoritesi dışına çıkmamaları" anlamına gelir.

* Ve bir zaman onlara, "Şu kente yerleşin ve oradan dilediğiniz şeyleri yiyin ve "Hitta" [günahlarımızı bağışla]! deyin ve teslim olmuş olarak kapıdan girin. Biz suçlarınızı bağışlayacağız, iyilere arttıracağız" denilmişti. [A‘râf/161]

Buradaki secde, şehrin kapısında yere kapanmak değil, "o şehrin otoritesine teslim olmak" anlamındadır. Aynı durum Bakara/58 ve Nisâ/154'de de konu edilmiştir.

Bilinçli olarak yapılan secdeden başka Kur’ân'da bir de teshirî [ister istemez yapılan] secde vardır ki bu, insan dışındaki varlıkların yaratılışları gereği ister istemez teslim olmaları/boyun eğmeleridir:

* Ve yerde ve göklerde olan kimseler ve gölgeleri, ister istemez her zaman yalnızca Allah'a boyun eğip teslimiyet gösterirler. [Ra‘d/15]

* Ve göklerde ve yeryüzünde bulunan canlılar ve doğal güçler, kibirlenmeden Allah'a boyun eğerler. Kendilerinin üstündeki Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar. [Nahl/49,50]

* Göklerde ve yeryüzünde olan kimselerin, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, kıpırdayan canlılar ve insanların çoğunun Allah'a boyun eğip teslimiyet gösterdiklerini görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Birçoğu da üzerlerine azap hak olmuş olanlardır. Ve Allah, kimi hor kılarsa artık onun için bir yücelten yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini işler. [Hacc/18]




MESCİD

مسجد [mescid] sözcüğü, سجد يسجد [secede, yescüdü] fiilinin mimli mastarı [mekân ismi] olup "secde edilen/ettirilen yer" demektir. Ama bunun, günümüzde kılınan namazlardaki secde yeri ile alakası yoktur. Çünkü bu mescid, "aykırı düşünen ve hareket eden kimselerin ikna ile gerçeğe boyun eğdirildikleri, onların da teslim olup gerçeğe boyun eğdikleri yer" veya kısaca "eğitim-öğretim ve ikna alanı" demektir.

Bu anlamı itibariyle mescid, "salâtın [sosyal desteğin] zihnî yönünün", musallâ ise "salâtın [sosyal desteğin] hem zihnî hem de mâlî yönlerinin geniş katılımla icra edildiği alan" demektir. Nitekim Peygamberimiz salâtı, dar çerçevede mescidde icra etmiş, bayram günleri, haftalık toplantı günleri, cenaze ve savaş hazırlıkları gibi geniş katılımın olduğu günlerde ise musallâda icra etmiştir. Dolayısıyla, 125. âyetteki secde edenler ifadesi, "Beytullâh'ta tevhidî eğitim gören, ikna olan, teslim olan öğrenci grubu"dur. Öyleyse beytler; orada bulunanlar, dinî bilgisini geliştirmek için kalanlar, tevhidi öğreten ve öğrenenler için daima uygun bir vaziyette tutulmalı ve orada tevhid öğretilmelidir.

Paragrafın sonunda yer alan İbrâhîm peygamberin duası kabul edilmiş olmalı ki Allah, –son peygamber de dahil– o'nun soyundan birçok peygamber göndermiştir.
130) Ve İbrâhîm'in dininden/yaşam tarzından, kendini akılsızlaştıran kimseden başka kim yüz çevirir? Ve Biz o'nu dünyada seçmiştik. Hiç şüphesiz o, âhirette de iyilerden biridir.
131) Rabbi o'na, "Sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran] biri ol!" dediği zaman İbrâhîm, "Ben âlemlerin Rabbi için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] biri oldum" dedi.
132) İbrâhîm de müslim olmayı, kendi oğullarına ve Ya'kûb'a, "Ey oğullarım! Şüphesiz ki bu dini size Allah seçti. Onun için yalnızca Sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] kişiler olarak ölün!" diye vasiyet etti.
Bu âyetlerde, İbrâhîm peygamber tanıtılmakta ve başta İsrâîloğulları olmak üzere tevhide yanaşmayan, aklı olmasına rağmen kendini sefihleştiren/akılsızlaştıran kimseler kınanmaktadır.

Allah'ın bildirdiğine göre dünyada arıtılmış, seçilmiş bir kişi olan İbrâhîm, âhirette de iyilerden olacaktır. Allah İbrâhîm peygambere "müslimlik" [başkalarını müslüman etme] görevi vermiş, o da bu görevi hakkıyla ifa etmiştir. Ayrıca İbrâhîm, bu görevi,
Ey oğullarım! Şüphesiz ki, bu dini size Allah seçti. Onun için yalnızca müslimler olarak ölün diyerek oğullarına ve torunu Ya‘kûb'a da vasiyet etmiştir.

İbrâhîm hakkında bilgi verilen bu paragrafta, Yahûdi ve Hristiyanlara bir azar ve serzeniş de vardır. Çünkü İbrâhîm'in dininden ve soyundan olduğunu iddia edip de şirke bulaşmak, ancak kendini sefihleştiren [akılsızlaştıran, aptallaştıran] ahmaklara mahsustur. Akıllı insanın böyle bir duruma düşmesi mümkün değildir.

Âyette İbrâhîm'in torunlarından sadece Ya‘kûb'un adının anılması, İsrâîloğulları'nın Ya‘kûb'un torunları olması sebebiyledir. Zira "İsrâîl", Ya‘kûb'un ikinci adıdır.

Kur’ân'da İbrâhîm'in müslümanlaşması ve müslimleşmesi birçok yerde konu edilmiştir:

* Sonra ay'ı doğarken görünce de, "Bu, benim rabbimdir" dedi. O da batınca, "Andolsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar toplumundan olurum" dedi. Sonra güneşi doğarken görünce de, "Bu benim rabbimdir, bu daha büyük!" dedi. Sonra o da batınca, "Ey toplumum! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif; bâtıl inançlardan dönmüş biri olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim" dedi. [En‘âm/77-79]

* Bunun üzerine Biz de onları yakaladık, cezalandırmak sûretiyle adaleti sağladık. Hadi, yalanlayanların sonu nasıl oldu bir bak! –Ve hani bir zamanlar İbrâhîm babasına ve toplumuna: "Şüphesiz ben sizin taptığınız şeylerden uzağım. –Beni yoktan yaratan ayrı.– Şüphesiz ki artık O, beni doğru yola iletecektir" dedi. İbrâhîm bu sözü, onların dönmesi için ardından gelecek olanlara devamlı kalacak bir söz yaptı.– [Zuhruf/25-28]

* Kendilerine, cehennem ashâbı oldukları iyice belli olduktan sonra Peygamber'e ve iman etmiş kişilere, akraba bile olsalar, ortak koşanlar için bağışlanma dilemek yoktur. İbrâhîm'in babası için bağışlanma dilemesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun, Allah için bir düşman olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrâhîm, çok içli, çok halim birisi idi. [Tevbe/113-114]

* Şüphesiz İbrâhîm içtenlikle Allah'a boyun eğen, ortak koşma inancından dönmüş, Allah'ın nimetlerine karşılık ödeyen başlı başına bir ümmet idi. Ve o, ortak koşanlardan olmadı. Ve Allah, o'nu seçti ve dosdoğru yola kılavuzladı. Ve Biz İbrâhîm'e dünyada iyilik-güzellik verdik. Ve şüphesiz O, âhirette de kesinlikle sâlihlerdendir. [Nahl/120-122]


İşte bu nedenledir ki, İbrâhîm peygamber insanlığa, herkesin yararlanacağı bir örnek olarak takdim edilmiştir:

* İbrâhîm'de ve o'nunla beraber bulunanlarda –İbrâhîm'in babası için, "Senin için kesinlikle bağışlanma dileyeceğim. Ve Allah'tan olan hiçbir şeye gücüm yetmez" demesi hariç– kesinlikle sizin için güzel bir örnek vardır. Hani İbrâhîm ve İbrâhîm ile beraber olanlar, toplumlarına, "Biz, sizden ve sizin Allah'ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz, sizi silip attık. Ve siz, bir tek olarak Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sonsuza dek bir düşmanlık ve buğz belirmiştir. Rabbimiz! Yalnız Sana dayandık, Sana yöneldik. Ve dönüş ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizi, kâfirler; Senin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler için bir ateşe atılma/imtihan aracı yapma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, en iyi yasa yapanın, en sağlam yapanın ta kendisisin!" demişlerdi. [Mümtehine/4-5]
142) İnsanlardan aklı ermeyenler, "Bunları, mevcut hedeften/stratejiden çeviren nedir?" diyecekler. De ki: "Doğu ve batı [tüm yönler] yalnız Allah'ındır. O, dilediği/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar."
Bu âyette öncelikle, sefihlerin mü’minleri, Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden [hedeften, stratejiden] çeviren nedir? diye itham edecekleri bildirilerek gaybtan haber verilmek sûretiyle bir mucize gösterilmektedir. Diğer taraftan da Rasûlullah ve mü’minler, Allah'ın ileride yapılacak ithamları ve onlara verilmesi gereken cevapları haber vermesi sayesinde; kendilerine yeni hedefler verileceğini, bu hedeflere yürürken bazı fikrî saldırılara uğrayacaklarını öğrenmekte ve bu saldırılara karşı koymaya hazırlanmaktadırlar.

Âyetteki
sefihler kelimesi, "aklı kıt ve hafif olanlar" demektir, ki bununla "Medîne'deki Yahûdiler ve münâfıklar" kasdedilmiştir:

13Ve onlara, "İnsanların inandığı gibi inanın" denilince, "Biz, o aklı ermezlerin inandığı gibi mi inanacağız!" derler. Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, aklı ermezlerin ta kendileridir. Velâkin bilmiyorlar. [Bakara/13]

KIBLE

Kıble sözcüğünün aslı k-b-l köküdür. Bu sözcüğün kabl kalıbı, "önce" anlamında, kubl kalıbı ise, dübür [arka] sözcüğünün karşıtı olarak "ön" anlamındadır. Kıble sözcüğü de "ön" anlamı ekseninde, "cihet" [yüzün gösterdiği yön; ön yön] demektir. [Lisân; c. 7, s. 227-234, "Kbl" mad.]

Kıble sözcüğün türevlerinden olan kabile [sık yüzyüze gelen halk], mukâbil, mukâbele [karşılık, karşılık verme] sözcükleri Arapça'daki anlamıyla Türkçe'ye de geçmiştir.

Kıble kelimesinin geçtiği âyetlere dikkat edilirse bu sözcüğün, fiziksel konuma göre "ön yön" anlamında değil; "görüş, inanç, ilke olarak üzerinde bulunulan, gidilen yön" [sosyal hedef/strateji] anlamında kullanıldığı anlaşılır.

Bu âyetin iniş sebebi ve ortamı hakkında klasik kaynaklarda şu nakiller ve görüşler yer almaktadır:

Hadis imamlarının İbn Ömer'den rivâyetlerine göre –lafız Mâlik'indir– o şöyle demiştir: Müslümanların Kuba'da sabah namazını kıldıkları bir sırada birisi yanlarına gelip şöyle dedi: "Bu gece Rasûlullah'a (s.a) Kur’ân-ı Kerîm nâzil oldu ve Ka‘be'ye yönelmesi emredildi." Onlar da oraya yöneldiler. O sırada yüzleri Şam tarafına [Beytu'l-Makdis'e doğru] yönelmiş idi, Ka‘be'ye doğru döndüler.

Buhârî'nin el-Berâ'dan rivâyetine göre Rasûlullah (s.a) Beytu'l-Makdis'e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Ancak kıblesinin Beytullâh'a doğru olmasını arzu ediyordu. Onun (Beytullâh'a doğru) kıldığı ilk namaz İkindi namazıydı. Onunla birlikte bir topluluk da namaz kılmıştı. Peygamber (s.a) ile birlikte namaz kılanlardan birisi çıkıp rükûa varmış oldukları bir hâlde bir mescid halkının yanından geçti ve şöyle dedi: "Allah adına şâhitlik ederim ki ben Peygamber (s.a) ile birlikte Mekke'ye doğru namaz kıldım." Onlar da oldukları gibi Beytullâh'a doğru yöneldiler. Kıble Beytullâh'a doğru değiştirilmeden önce (eski) kıbleye doğru namaz kılıp öldürülmüş [şehid düşmüş] birtakım kimseler vardı ki onlar hakkında ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Bunun üzerine Yüce Allah,
Allah imanınızı zâyi edecek değildir (Bakara/2/143) âyetini inzâl buyurdu.

Görüldüğü gibi bu rivâyette İkindi namazından, Mâlik'in rivâyetinde ise Sabah namazından söz edilmektedir: Bu buyruk, Peygamber'e (s.a) Selemeoğulları Mescidinde farzın iki rekatini kıldıktan sonra nâzil olmuş ve o da namazda iken yüzünü Ka‘be'ye doğru çevirmiştir. O bakımdan bu mescide Mescidu'l-Kıbleteyn, [iki kıbleli mescid] adı verilmiştir. Ebu'l-Ferec'in zikrettiğine göre Abbad b. Nehîk bu namazda Peygamber (s.a) ile birlikte bulunuyor idi. Ebû Ömer
et-Temhid adlı eserinde Akabe'de beyatte bulunan kadınlardan biri olan Eşlem kızı Nuveyle'den şöyle dediğini zikretmektedir: Öğlen namazını kılıyordum. Bu sırada Abbad b. Bişr b. Kayzî gelip şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a) kıbleye –veya Beytu'l-Harâm'a doğru– yöneldi." Erkekler kadınların yerine, kadınlar da erkeklerin yerine geçti.

Bu âyet-i kerîmenin namaz vakti dışında nâzil olduğu da söylenmiştir. Çoğunluğun rivâyeti bu şekildedir. Ka‘be'ye doğru kılınan ilk namaz ise İkindi namazı olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Başkası ise şöyle demektedir: "Peygamber (s.a) Medîne'ye geldiğinde Yahûdilerin kalplerini ısındırmak istedi. Onların imana gelmelerini daha bir teşvik etsin diye onların kıblelerine doğru yöneldi. Onların inatları açıkça ortaya çıkıp onlardan ümidini kesince Ka‘be'ye döndürülmek istediğinden semaya doğru bakıp dururdu. Hz. İbrâhîm'in kıblesi olduğundan dolayı Ka‘be'yi seviyordu." Bu açıklama da İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. [Kurtubî,
el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Yukarıda da değinildiği gibi, Kur’ân'da zikri geçen kıble'nin, bu nakillerde bahsedilen "namazda yönelinen yön" anlamıyla; kıble değiştirme'nin de, Mescid-i Aksa'dan (Beyt’ül makdis) Mescid-i Harâm'a dönmekle bir alâkası yoktur. Bunlar, Müslümanlığı yozlaştırmak, dinin ilkelerini işe yaramaz hâle getirmek için zaman içerisinde yerleştirilmiş anlayışlardır. Çünkü kulluk için bir yön belirlenmesi her şeyden önce Kur’ân'a aykırıdır:

115Ve doğu-batı [her yön] yalnızca Allah'ındır. Öyleyse her nereye yönelirseniz, artık orası Allah'ın yüzüdür. Şüphesiz Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, en iyi bilendir. [Bakara/115]

Tazarru‘an dua hâlindeki [namazdaki] yönelme'nin ise, yüzün fizikî olarak herhangi bir yöne çevrilmesi ile hiç alâkası yoktur, bu yönelme manevî yönelmedir ve böyle olduğu, aşağıdaki âyetlerden açıkça anlaşılmaktadır:

31,32Kalben O'na yönelenler olarak, Allah'ın koruması altına girin, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun-ayakta tutun], ortak koşanlardan; dinlerini parça parça bölmüş, ayrılıkçı gruplara ayrılmış kimselerden de olmayın. –Her ayrılıkçı grup kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir.– [Rûm/31-32]

4,5İbrâhîm'de ve o'nunla beraber bulunanlarda –İbrâhîm'in babası için, "Senin içinkesinlikle bağışlanma dileyeceğim. Ve Allah'tan olan hiçbir şeye gücüm yetmez" demesi hariç– kesinlikle sizin için güzel bir örnek vardır. Hani İbrâhîm ve İbrâhîm ile beraber olanlar, toplumlarına, "Biz, sizden ve sizin Allah'ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz, sizi silip attık. Ve siz, bir tek olarak Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sonsuza dek bir düşmanlık ve buğz belirmiştir. Rabbimiz! Yalnız Sana dayandık, Sana yöneldik. Ve dönüş ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizi, kâfirler; Senin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler için bir ateşe atılma/imtihan aracı yapma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, en iyi yasa yapanın, en sağlam yapanın ta kendisisin!" demişlerdi. [Mümtehine/4-5]

Allah'a kulluk için mutlaka bir yön belirlenmesinin Kur’ân'a aykırılığı ortaya konulduktan sonra, bu âyetin tahlili çerçevesinde halledilmesi gereken bir diğer mesele de bu âyetteki, Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden [hedeften, stratejiden] çeviren nedir? sözleri ile ne kasdedildiğinin [Müslümanların kıblesinin ne olduğunun ve onların neye yöneldiklerinin] iyi tesbit edilmesidir. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır: "Kıbleden çevrilme", eski hedef ve stratejilerin bir tarafa bırakıldığı anlamına değil, ilk hedef ve stratejilere ilâveten yeni hedef ve stratejilerin belirlendiği anlamına gelir!

İLK KIBLE [SOSYAL HEDEF, STRATEJİ]

Dikkat edildiğinde, bu âyetlerin indiği vakte kadarki âyetlerde hedef ve stratejinin; "tevhidin öğretilmesi, öğüt, uyarı, Kur’ân ile cihad, müjdeleme, sabır, af ve hoşgörü ile muamele" olduğu anlaşılır.

YENİ KIBLE

Müslümanların yeni hedef ve stratejilerini ise; salâtın ikâmesi [okulların açılması, sosyal destek kurumlarının oluşturulması ve ayakta tutulması], zekâtın alınması, ma‘rûfun emredilip münkerden nehyedilmesi, hikmetle [zulmü engelleyip adaleti sağlayan ilkelerle] hareket edilmesi, gerektiğinde de savaşılması, kısacası İbrâhîm'in Mescid-i Harâm'daki uygulamalarının tatbik edilmesi; eğitim-öğretim eksenli bir yapılanma ile devlet hâline gelinmesi oluşturmaktadır.
143) Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhitler olasınız, Elçi; Kur'ân da sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi hayırlı bir önderli toplum yaptık. Üzerinde olduğun bu hedefi/stratejiyi belirlememiz de yalnızca, Elçi'ye uyan kimseleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım; işaretleyip gösterelim/bildirelim diyedir. Tesbit ettiğimiz bu hedef/strateji, elbette, Allah'ın kılavuzluk ettiği kimselerin dışındakilere çok büyüktür. Ve Allah, imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.
Bu âyette; kıble değiştirme [yeni hedef ve stratejilerin tayini] sebebiyle, son ümmetin diğer ümmetlere şâhit olan hayırlı bir ümmet olacağı ve bu sayede inananla inanmış gözükenlerin ayrışacağı, yeni hedefin inanmamış kimselere çok ağır ve zor geleceği bildirilmiştir.

45,46Bir de sabretmekle, salâtla [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma ile] yardım isteyin. –Şüphesiz salât vesabırlayardım isteme, saygılı olanlardan; gerçekten Rablerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O'na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına çok ağır gelir.– [Bakara/45-46]

142,143Şüphesiz ki münâfıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O, onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmaya; toplumu aydınlatmaya] kalktıkları/toplum içine çıktıkları zaman, ikisi arasında gidip gelen kararsızlar olarak, tembel tembel kalkarlar, mü’minlerle ve kâfirlerle olmazlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah'ı ancak, pek az olarak anarlar. Ve Allah, kimi saptırırsa, sen artık ona bir yol bulamazsın. [Nisâ/142]

Ayrıca bu inanmamış kimseler, Âl-i Imran, Tevbe ve Enfâl sûrelerinde açıklandığı gibi, savaşa gitmemek veya Müslümanları savaştan caydırmak için ellerinden geleni arkalarına koymamışlar, her vesilede gerisin geri kaçmışlardır:

144Ve Muhammed, ancak bir elçidir. Kesinlikle o'ndan önce elçiler gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim ki de geri dönerse, bilsin ki Allah'a hiçbir şekilde zarar veremez. Ve Allah, sahip olduğu nimetlerin karşılığını ödeyenleri karşılıklandıracaktır. [Âl-i İmrân/144]

149Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimselere uyarsanız, onlar sizi topuklarınız üstünde gerisin geriye çevirirler de siz kaybedenlerden oluverirsiniz. [Âl-i İmrân/149]

Yeni kıbleye yönelen ümmetin hayırlı bir ümmet olması, gösterilen hedef ve stratejileri gerçekleştirmek üzere emr-i bi'l-ma‘rûf ve nehy-i ani'l-münker yapmalarına, ila-yı kelimetullah için dışa açılmalarına dayanmaktadır:

110Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emreder, vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü, çirkinliği kabul edilen şeyleri engeller ve Allah'a inanırsınız. Kitap Ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Onların bazıları mü’mindirler, pek çoğu da yoldan çıkmış kimsedirler. [Âl-i İmrân/110]

VASAT ÜMMET

وسط [
v-s-t] kök sözcüğü, vesat ve vest şekillerinde okunur. Vesat şeklinde okunduğunda isim, vest şeklinde okunduğunda zarf olarak kullanılır. Bu sözcük, "bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı" manasında olup, "bir şeyin kendi ortası" olarak anlaşılır ve sözcük "ipi ortasından kavradım", "oku ortasından kırdım" cümlelerindeki gibi kullanılır.

Arap örfünde bir şeyin ortası, o şeyin en hayırlı, en yararlı bölümüdür. Meselâ, at veya devesine binecek bedevi için at veya devesinin en hayırlı yeri, boynu ve kıçı değil belinin ortasıdır. Yine, bedevinin devesine kuracağı ağıl için en hayırlı yer, otlağın ortasıdır. Gerdanlığın, inci veya elmas takılacak en hayırlı [güzel ve uygun] yeri, gerdanlığın ortasıdır. Ayrıca her güzel ve yararlı davranış, kendi cinsinden olan davranışların ortada olanıdır. Meselâ cömertlik, cimrilik ve savurganlığın ortasında bir davranıştır. Cesaret, korkaklık ve saldırganlık arasında bir davranıştır.

İşte bu nedenle وسط[
vest] sözcüğü; "hayırlı, yararlı, üstün" anlamına genelleşmiştir. Araplar, "O, kavminin evsatındadır" sözüyle, "o, kavminin hayırlı, yararlı, şerefli olanıdır" demek isterler. Veya, "Şu vesît kişiye bir bakın" sözüyle, "şu hayırlı, şerefli kişiye bir bakın" demek isterler.

Dolayısıyla bu âyetteki,
Ve işte böyle Biz, siz insanlar üzerine şâhitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık ifadesi, "ve işte böyle sizi hayırlı, yararlı ve şerefli bir ümmet kıldık" demektir.

BU ÜMMETİN İNSANLARA ŞÂHİTLİĞİ

Bu ümmetin diğer insanlara tanık yapılacağı, konumuz olan âyetten başka Hacc sûresi'nde de geçmektedir:

77,78Ey iman etmiş kimseler! Zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız için, Allah'ı birleyin, boyun eğip teslimiyet gösterin, Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ve Allah uğrunda gerektiği gibi gayret gösterin. O, sizi seçti ve dinde; babanız İbrâhîm'in dininde/yaşam tarzında sizin için bir zorluk oluşturmadı. O, daha önce ve işte Kur’ân'da, Elçi'nin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, sizi "Müslümanlar" olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/verginizi verin ve Allah'a sarılın. O, sizin mevlânız; yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! [Hacc/77,78]

İslâm'daki ilk strateji, "yakınların uyarılması" idi. Yeni kıblenin belirlenmesi, tabiri caizse hedef ve strateji çıtasının yükseltilmesi sonucunda ise, yakınların uyarılması yetmeyecek, çevredeki halkların da İslâm'a davet edilmesi gerekecektir. Yani, vahiy: emir ve nehiyler onlara da ulaştırılacak, onlar da ikna edilmeye çalışılacak, onların da yapılan davete karşı tavırları izlenecek ve böylece bu ümmet, hakka uyup uymadıkları hususunda diğer ümmetlere tanık olacaktır.

15Kim, kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz, bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. [İsrâ/15]

Yukarıdaki âyet uyarınca tebliğ ulaşmadan ceza verilmeyeceğinden, bu ümmet, diğer ümmetlere tebliğin ulaşıp ulaştırılmadığının da tanığı olacaktır.

İşte Rasûlullah, bu yeni kıble [hedef, strateji] nedeniyle sınır ötesi tebliğlere, emir ve nehiylere başlamış, çevredeki toplumların yöneticilerine, bir örneği aşağıda olan mektuplar göndermiştir:

MUKAVKIS'A GÖNDERİLEN MEKTUP

Rahmân, Rahim Allah Adına

Allah'ın kulu ve elçisi Muhammed'den, Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs'a.

Selam, hidâyet yoluna tâbi olan kimseler üzerine olsun.

Buna göre ben, seni tam bir İslâm daveti ile çağırıyorum. İslâm'a gir. Sonunda emniyet ve selâmet içinde olursun. Allah sana ecrini iki kere verecektir. Şâyet bundan geri duracak olursan bütün Kıbtîlerin günahı senin üzerinde toplanacaktır. De ki: "Ey Kitap Ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ın astlarından bazımız bazımızı rabbler edinmeyelim." Buna rağmen eğer onlar, yüz çevirirlerse, artık "Şüphesiz bizim Müslümanlar olduğumuza şâhit olun" deyin. [Âl-i İmrân/64]

Netice olarak bu ümmet, Allah'ın mesajlarını tüm insanlara ulaştıracak ve onların iman edip etmediklerini izleyecek, aynen Îsâ peygamberin tanıklığı gibi tanıklık edecektir:

116-118Ve hani Allah demişti ki: "Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?" Îsâ: "Sen arınıksın, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen, bunu kesinlikle bilmiştin. Sen, benim içimde/özümde olanı bilirsin, ben ise Senin zatında olanı bilmem. Şüphesiz Sen; görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği en iyi bilenin ta kendisisin! Ben, onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben, içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen, beni vefat ettirdin; geçmişte yaptıklarımı ve yapmam gerekirken yapmadıklarımı bir bir hatırlattırdın/beni öldürdün, Sen, onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar, senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapanın ta kendisisin" dedi. [Mâide/116-118]

69Ve yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hak ile karar verilmiştir. Ve onlara haksızlık edilmez. [Zümer/69]

13Bu iddiayı ortaya atanların, buna dair dört şâhit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şâhitler getirmediler, öyle ise onlar, Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler. [Nûr/13]

Ayetteki "lina’leme" ifadesinin tahlili ile ilgili ayrıntılı bilgi Sebe/21. ayetin tahlilinde verilmiştir. [Tebyinulkuran; clt ??? s. ????*]

Âyetin son bölümündeki, Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir ifadesiyle, mü’minler her zaman olduğu gibi hizmete teşvik edilmektedir.

195Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: "Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki hepiniz aynısınızdır– çalışanın amelini kaybetmem. O nedenle, göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır." [Âl-i İmrân/195]

89Kim bir iyilik-güzellik getirirse, onun için getirdiğinden daha hayırlısı/getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende olanlardır. [Neml/89]

272Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru yola getirir. Ve hayırdan harcamada bulunduğunuz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında harcamada bulunmazsınız. Ve hayırdan ne harcamada bulunursanız, o, size tastamam ödenecektir. Ve siz, haksızlığa uğratılmayacaksınız. [Bakara/272]

144) Biz, senin Bizden ne beklemekte olduğunu kesinlikle görüyoruz. Artık seni hoşnut olacağın bir hedefe/stratejiye çevireceğiz. Haydi, yüzünü Mescid-i Harâm/dokunulmaz eğitim-öğretim kurumu yönüne çevir; aklın fikrin hep eğitim-öğretimde olsun. Siz de, nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin! Kendilerine Kitap verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz bu görevin, Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah, onların yapıp durduklarından habersiz, bilgisiz değildir.
Bu âyette, Rasûlullah'ın bazı sıkıntılarının giderileceği, o'nun da hoşnut olacağı müjdesi verilirken, hedef ve stratejileri tam olarak açıklanmamakla beraber yeni kıbleye işaret edilerek, önce Peygamberimize sonra da tüm Müslümanlara yüzlerini "Mescid-i Harâm yönü"ne çevirmeleri emredilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, yüzlerin "Mescid-i Harâm"a değil, "Mescid-i Harâm yönüne" çevrileceğidir.

Âyetteki yüz ifadesi, sadece "sima" anlamındaki yüz değil, "tüm benlik ve varlık"tır. Çünkü yüz, Arapça'da "cüz’iyyet mecaz-ı mürseli" sanatı gereğince, –vesikalık bir fotoğrafın insanın kimliğini temsil etmesi gibi– canlı varlıkların en belirleyici organıdır. Yüzün semaya evirilip çevrilmesi ise, "dua etmek, beklenti içinde olmak" demektir. Bu ifadedeki semâ ile evrenin; yaratıkların ötesi; "en üst nokta" kasdedilmiştir. [Semâ sözcüğü hakkında detaylı bilgi için Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s??????'ye bakılabilir.] Zira insan dua ederken, fıtraten ellerini havaya doğru kaldırır, sıkıntıya düştüğünde de yüzünü semaya çevirir. Örfte de, olağan dışı olaylar için "gökten düştü" tabiri kullanılır. Allah'tan gelen din ve kitaplara da, "semavî dinler, semavî kitaplar" denir. Dolayısıyla, Peygamberimizin yüzünü semaya çevirmesi, tüm benlik ve varlığıyla Allah'a yönelerek dua etmesini ifade eder.

Konumuz olan âyetle ilgili klâsik anlayışlara bir göz atalım:

Hoşnut olacağın, "seveceğin" anlamındadır. es-Süddî der ki: "Hz. Peygamber Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldığında başını semaya doğru kaldırır, kendisine neyin emrolunacağına bakardı. Ka‘be'ye doğru namaz kılmayı seviyor ve arzu ediyordu. Bunun üzerine Yüce Allah, Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz buyruğunu indirdi." Ebû İshâk da el-Berâ'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Rasûlullah (s.a) Beyt-i Makdis'e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Rasûlullah (s.a) kıblesinin Ka‘be'ye doğru döndürülmesini arzu ediyordu. Bunun üzerine Yüce Allah, Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz buyruğunu indirdi." [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Hz. Peygamber (s.a) Beyt-i Makdis'e dönmekten hoşlanmıyor, Ka‘be'ye yönelmeyi arzuluyordu. Ne var ki, bunu diliyle belirtmiyordu, bu sebeple de yüzünü gökyüzüne döndürüyordu. İbn Abbâs'tan Hz. Peygamber'in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Ey Cebrâîl! Allah'ın beni Yahûdilerin kıblesinden başka bir kıbleye döndürmesini arzuluyorum.. Çünkü oraya yönelmekten artık hoşlanmıyorum." Bunun üzerine Cebraîl o'na, "Ben de senin gibi bir kulum; bunu Rabbinden iste!" dedi. Artık bundan sonra Hz. Peygamber Cebrâîl'in, istediği şeyi getireceğini umarak, devamlı göklere doğru bakıyordu. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hakk bu âyeti indirdi. [Râzî.]

İbn Merdûyeh Kâsım el-Ömerî'nin İbn Abbâs'tan naklettiği hadîsi rivâyet ederek der ki: "Rasûlullah (s.a) Kudüs'e doğru namazı kıldıktan sonra selâm verdi ve başını semaya kaldırdı. O esnada Allah Teâlâ'nın,
Yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir âyeti nâzil oldu. Cebrâîl (a.s) o'na rehberlik ederek, yüzünü Ka‘be'nin oluk tarafına döndürdü." Hâkim, Müstedrek'inde Ya‘lâ ibn Atâ kanalıyla Şu‘be'nin naklettiği hadîste Yahyâ ibn Kumta der ki: "Ben Abdullah ibn Amr'ı Mescid-i Harâm'da oluk hizasında otururken gördüm ve o, Şimdi seni hoşnut olacağın bir kıbleye çevireceğiz âyetini okudu. Sonra bunun Ka‘be'nin oluğu olduğunu söyledi."

Hâkim der ki: "Bu hadîsin isnadı sahihtir. Ancak Buhârî ve Müslim onu tahrîc etmemiştir. Bu hadîsi İbn Ebî Hatim Hasan kanalıyla Huşeym ve Ya‘lâ ibn Atâ'dan nakleder." Başkaları da böyle demişlerdir. Nitekim Şâfiî merhumun iki görüşünden birisi böyledir. Buna göre maksad, kıble'nin kendisini tutturmaktır. Şâfiî'nin diğer görüşüne göre –ki ekseriyet bu kanâattedir– maksad yönelmedir.

Hâkim, Muhammed ibn İshâk kanalıyla Hz. Ali'den (r.a) nakleder ki:
Yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir âyeti konusunda "o yöne" demiştir. Ve ardından da, "Bu hadîsin isnadı sahihtir, ancak Buhârî ve Müslim tahrîc etmemişlerdir" der. Bu kanâat Ebu'l-Âliye, Mücâhid, İkrime, Sa‘îd ibn Cübeyr, Katâde, Rebî ibn Enes ve diğerlerinin görüşüdür. Bir başka hadîste vârid olduğuna göre; kıble doğu ile batı arasıdır.

Ebû Nuaym der ki: Bize Züheyr, Berrâ'dan nakletti ki: "Rasûlullah (s.a) onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs'ü kıble edindi. Ancak içinden Ka‘be'nin kıble olmasını istiyordu. O, ikindi namazını kıldı. Beraberinde bir de topluluk vardı. Onunla beraber namaz kılanlardan bir kişi çıktı. Ve bir mescid halkına rastladı ki onlar rükû'da idiler. Adam, ‘Allah adına şâhidlik ederim ki ben Rasûlullah (s.a) ile Mekke yönüne doğru namaz kıldım’ dedi. Bunun üzerine onlar oldukları gibi Mekke yönüne döndüler."

Abdurezzâk der ki: Bize İsrâîl... Berrâ'dan nakletti ki: "Rasûlullah (s.a) Medîne'ye geldiğinde onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs'e doğru namaz kılmıştır. Ancak Rasûlullah (s.a) Ka‘be'ye yöneltilmesini arzuluyordu. Nihâyet,
Doğrusu Biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz... âyeti nâzil oldu ve böylece Ka‘be'ye çevrildi."

Nesâî de, Sa‘îd ibn el-Muallâ'dan nakleder ki, o şöyle demiştir: Biz Rasûlullah (s.a) devrinde erkence mescide giderdik ve mescidde namazımızı kılardık. Bir gün mescide uğradık. Rasûlullah (s.a) minberde oturuyordu. Ben dedim ki: "Yeni bir şey olmuş ki Rasûlullah minberde oturuyor." O sırada Rasûlullah (s.a),
Doğrusu Biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz... âyetini okudu. Âyeti bitirince arkadaşıma, "Rasûlullah (s.a) minberden inmeden önce gel iki rekat namaz kılalım da ilk namaz kılanlar biz olalım" dedim. Arka arkaya geçtik ve iki rekat namaz kıldık. Sonra Rasûlullah (s.a) minberden indi ve insanlara namaz kıldırdı. O gün kılınan Öğle namazı idi. İbn Merdûyeh Abdullah ibn Ömer'den nakleder ki: Rasûlullah'ın (s.a) Ka‘be'ye doğru yönelerek kıldığı ilk namaz Öğle namazıdır ve o orta namazdır. Ancak meşhur olan görüş Rasûlullah'ın Ka‘be'ye doğru yönelerek kıldığı ilk namazının İkindi namazı olduğudur. Bu sebeple haber Kuba halkına gecikmeli olarak ancak Sabah namazında ulaşmıştır. [İbn Kesîr.]

Ne konumuz olan âyette, ne de pasajdaki diğer âyetlerde, salât veya namaz [tazarrulu dua] ifadesi olmadığı hâlde,
yüzün Mescid-i Harâm yönüne çevrilmesi, "Müslümanların, namazda Mescid-i Harâm yönüne dönmeleri" olarak anlaşılmış ve asırlardır bu şekilde uygulanmıştır. Bizce, ihânet olan bu anlayış ve uygulama, dini bozma girişiminden başka bir şey değildir.

145) Ve andolsun ki sen, o Kitap verilmiş olan kimselere, bütün âyetleri de getirsen, yine de senin hedefine/stratejine uymazlar. Sen de onların hedefine/stratejisine uyan biri değilsin. Zaten onlar da birbirlerinin hedeflerine/stratejilerine tâbi değiller. Yine andolsun ki sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların boş-iğreti arzularına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, kendi benliğine haksızlık eden kimselerden olursun.
Bu âyette, bir önceki âyetteki, Kendilerine kitap verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz onun, Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah, onların yapıp durduklarından gâfil değildir ifadeleri açılmakta ve Yahûdilerle ilgili bilgi verilmektedir. Daha sonra da Rasûlullah'ın izleyeceği stratejinin önemi açıklanmış ve bu stratejiden taviz vermemesi ihtar edilmiş; Ehl-i Kitabın kendilerine göre kıblelerinin [hedeflerinin, stratejilerinin] olduğu, ne kadar kanıt gösterirse göstersin onların bundan vazgeçmeyecekleri ve Rasûlullah'ın kıblesine uymayacakları bildirilmiştir.

Yahûdilerin kıblesi, "sarı sığır, buzağı"dır [altındır[. Mü’minlerin kıblesi ise özetle "tevhid ve adalet"tir. Bunları gerçekleştirmek için ise; salâtı ikâme etmek, zekât vermek, emr-i bi'l-ma‘rûf ve nehy-i ani'l-münkerde bulunmak, cihad etmek, lüzumu hâlinde de savaşmak gerekmektedir. Durum böyle olunca, Yahûdilerin ve inanmayanların, mal ve can verme gibi bir stratejiyi benimsemeleri söz konusu bile değildir.

Burada "sen" ifadesiyle, Rasûlullah muhatap alınmış gözükse de asıl muhatap, tüm mü’minlerdir. Âyetteki, Yine andolsun ki, sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların hevalarına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, zâlimlerden olursun ifadesiyle de, Kur’ân dışı bir yol haritası edinilmemesi emredilmektedir.

23Peki sen, kendi boş-iğreti arzusunu ilâh edinen ve Allah'ın bir bilgi üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü/hiç düşündün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim doğru yol kılavuzluğu yapacaktır? Yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?" [Câsiye/23]

5Aslında o insan, önünü; kalan ömrünü din-iman tanımayıp kötülüğe batmakla geçirmek istiyor: 6Soruyor: "Kıyâmet günü ne zamanmış?" [Kıyâmet/5]

Bu âyetle ilgili olarak klasik kaynaklarda şu nakiller yer almaktadır:

Rivâyet edildiğine göre Medîne Yahûdileri ile Necrân Hristiyanları Hz. Peygamber'e (s.a), "Senden önceki peygamberlerin getirdiği gibi, sen de bize bir mucize getir!" demişler; bunun üzerine Cenâb-ı Hakk bu âyeti indirmiştir. Doğruya en yakın olan, bu âyetin yeni başlayan bir hâdise hakkında nâzil olmadığı, aksine bunun kıblenin değiştirilmesiyle ilgili olan hükümlerin geriye kalanlarından olduğudur. [İbn Kesîr.]
146) -Kendilerine Kitap verdiğimiz şu kimseler, Peygamber'i kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Şüphesiz onlardan bir kesim de bilip durmalarına rağmen, kesinlikle hakkı gizliyorlar.-
147) Hak, Rabbindendir. O hâlde, şüpheye düşenlerden olma sakın!
Bu âyette, beşerî olan her şeye kuşku ile yaklaşılabileceği, Allah'tan gelen şeylerde ise tereddüt edilmemesi gerektiği ilkesi öğretilmektedir. Çünkü Hakk'tan, hakk [gerçek] dışında bir şey sadır olmaz.

Yüz kırk altıncı âyette de bir parantez cümle ile, Yahûdilerin kendini beğenmişliğine dikkat çekilmekte; Rasûlullah'ın peygamber olduğunu, oğullarını tanıdıkları gibi tanımalarına rağmen içlerinden bir grubun bu gerçeği gizledikleri ifşa edilmektedir. Onların bu davranışlarının gerekçesi de başka sûrelerde zikredilmiştir:

* Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!– [Neml/14]

* Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı doğrulayan bir kitap; Kur’an gelince de –ki bunlar daha önceleri kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimselere karşı zafer kazanmak istemişlerdi de o tanıdıkları kendilerine gelmişti– onu kendileri örttüler. Artık Allah'ın dışlaması/rahmetinden mahrum bırakması, Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini örtenler üzerinedir. [Bakara/89]


Klasik kaynaklarda bu âyetle ilgili şunlar nakledilmiştir:

Rivâyete göre Hz. Ömer, Abdullah b. Selâm'a şöyle demiş: "Sen gerçekten oğlunu tanıdığın gibi Muhammed'i (s.a) tanıyor musun?" O şu cevabı verir: "Evet, hatta bundan da öte. Allah semasındaki eminini yeryüzündeki eminine niteliklerini belirterek gönderdi ve ben de o'nu bu nitelikleriyle tanıdım. Oğluma gelince annesinin neler yaptığını bilemiyorum." [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Hz. Ömer'den (r.a) rivâyet edildiğine göre o, Abdullah ibn Selâm'dan (r.a) Hz. Peygamber'i (s.a) sordu. Abdullah ibn Selâm cevaben şöyle dedi: "Ben o'nu, oğlumdan daha iyi tanırım." Hz. Ömer, "Niçin?" deyince, o, "Çünkü ben Hz. Muhammed'in (s.a) peygamber olduğundan şüphe etmem. Fakat çocuğumdan şüphe edebilirim; çünkü annesi hâinlik etmiş olabilir." Bunun üzerine Hz. Ömer onun başını öptü. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]
148) Ve herkes için bir yön vardır; o, ona yönelendir. O nedenle hep hayırlara koşun, yarışın/hayırları öne getirin. Her nerede olsanız Allah, tümünüzü bir araya getirir. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.
149) Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm/dokunulmaz eğitim-öğretim kurumu tarafına çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden gelen bir haktır. Ve Allah, yaptıklarınıza ilgisiz, bilgisiz değildir.
150,151) Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Haram/dokunulmaz eğitim-öğretim kurumu tarafına çevir. Ve siz, her nerede olsanız, insanlardan, -onlardan şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler hariç- sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermem gibi, size olan nimetimi tamamlamam için ve doğru yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü onun tarafına çevirin. Artık onlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymayın, Bana saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyun.
Bu âyet grubunda, her toplumun bir hedefi/stratejisi olduğu ve herkesin kendi hedefine yöneldiği beyân edildikten sonra mü’minlere, Hayırlara koşun, yarışın denilmekte, sonra da Her nereden çıkarsanız çıkın yüzünüzü Mescid-i Harâm yönüne çevirin talimatı tekrar tekrar vurgulanarak, "Mescid-i Harâm tarafı"nın kıble edinilmesi emredilmektedir.

Âyetteki
viche kelimesi, "yüzün döndüğü yön" anlamında olup kıble sözcüğünün anlamdaşıdır. Buradaki yön de, sosyolojik yöndür [hedeftir, idealdir, mefkûredir, stratejidir].

Bu paragrafta dikkat edilecek en önemli nokta, Mescid-i Harâm tarafı'nın kıble [hedef, strateji] yapılmasının gerekçesidir. Yukarıdaki âyetlerde sayılan gerekçeler şunlardır:

1)
İnsanlardan, –onlardan zulmeden kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, yani herkesten güçlü olmanız, kimsenin sizi ezmemesi için.

2)
Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için, yani Allah'ın dininin yayılması nedeniyle tüm insanların kitaptan, hikmetten yararlanmaları ve bilgisizlikten kurtulmaları için.

3)
Doğru yolu bulabilmeniz için, yani, kurtuluşa erebilmeniz için.

İşte, Mescid-i Harâm tarafının kıble/hedef edinilmesi için bunlar gerekçe olarak gösterilmektedir. Biraz düşünülecek olursa, namazda yüzün fizikî olarak Mescid-i Harâm tarafına çevrilmesiyle bu gerekçelerin tahakkuk etmesinin mümkün olmadığı, her akl-ı selimin kabul edeceği bir hakikattir.

O hâlde, "Mescid-i Harâm tarafı" ifadesinden ne anlaşılmalıdır? Bu sorunun cevabı da Kur’ân tarafından verilmiştir:

125Ve Biz, bir zaman bu Beyt'i/ilk yapılan okulu, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri yapmıştık. –Siz de İbrâhîm'in görev yaptığı yerden bir salât yeri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan desteğin; toplumun aydınlatılmasının gerçekleştirileceği bir yer] edinin.– Ve Biz, İbrâhîm ile İsmâîl'e, "Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve boyun eğip teslimiyet gösterenler, Allah'ı birleyenler için tertemiz tutun" diye ahit almıştık. [Bakara/125]

96,97Şüphesiz, insanlar için bereketli ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Mekke'dekidir. Onda apaçık alâmetler/göstergeler; İbrâhîm'in görev yaptığı yer [eğitilip, yetiştirilip ortak koşmaya karşı ayaklandığı yer] vardır. Ve oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i/ilâhiyat eğitim merkezini kastetmesi, ilâhiyat eğitimi için oraya gitmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de gerçeği örtbas ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. [Âl-i İmrân/96-97]

.

97Allah, Ka‘be'yi; o Beyt-i Haram'ı, haram ayı, hac yapanlara yiyecek olarak hayvan hediye etmeyi ve gerdanlıkları/hac yapanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretleri insanlar için bir ayağa kalkış; silkiniş, kendilerini kurtarış yaptı. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir. [Mâide/97]

Yukarıdaki üç âyette yer alan vurgular dikkate alındığında, "Mescid-i Harâm"ın özellikleri hakkında şu tesbitler yapılabilir:

* Mescid-i Harâm veya Beytullâh veya Ka‘be (ki üçü de aynı şeyi ifade ediyor), insanlar için yeryüzünde hazırlanan evdir [okuldur].

* Orada İbrâhîm peygamberin, makamı [ayaklandığı, zâlimlere karşı kıyam ettiği, mücadele ettiği yer] vardır.

* Orada herkes güvende, dokunulmaz, hür olmalıdır, baskı ve zulüm olmamalıdır.

* Orada hikmetler [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler] yürürlüğe sokulmalı, herkes bilmediğini öğrenmelidir.

* Orası, orada dolaşanlar, âkifler, kâimler, rükû ve secde edenler için tertemiz tutulmalıdır.

* Müslümanlar, İbrâhîm'in makamından bir musallâ [salâtın ikâme edildiği yer, alan] edinmelidir.

* Gidip gelmeye imkân bulanlar oraya gidip gelmelidir.

Mescid-i Harâm'ın Kur’ân'da bildirilen özellikleri yukarıdaki gibi tesbit edildiğinde anlaşılır ki, yapılan vurgular Mescid-i Harâm, Beytullâh veya Ka‘be'nin fizikî yapısıyla ilgili değil, işlevleriyle ilgilidir. Bu durumda, İbrâhîm peygamberin Ka‘be'yi yapması da, tevhid okulunu açması ve işletmesidir. Buna göre, "Mescid-i Harâm tarafı" ifadesinden ne anlaşılması gerektiği ve "Mescid-i Harâm tarafına yönelmek" için nelerin yapılması lâzım geldiği kendiliğinden ortaya çıkar:

* Özerk ilâhiyât okulları ("tabii bilimler" de doğal olarak ilâhiyât okulunun müfredatı kapsamındadır) açılmalı ve bunlarda tevhid ve ilâhiyâtı öğreten öğretmenler [rükû edenler] ile öğrenciler [ilâhiyât eğitimi alarak ikna olanlar] gözetilmelidir.

* Salâtın ikâmesi için, sosyal destek kurumları açılmalıdır.

* Gerekli askerî güç ve organizasyonlar oluşturularak düşmanlardan üstün olunmalıdır. Bu alanda da eğitimciler ve subaylar yetiştirilmelidir.

İşte Kur’ân'daki kıble/strateji budur; insanların namazda fizikî olarak Mekke'ye dönmeleri değildir.

Bu strateji ile Rasûlullah topluma Allah'ın hikmetlerini öğretecek ve toplumda yönetici sıfatını kazanacaktır. Nitekim bu âyetlerden sonra, fiilen "Melik Elçi" olan Peygamberimiz, hem elçilik hem yöneticilik görevlerini yürütmüştür.

Şu âyetler o'nun bu görevlerine yöneliktir:

31De ki: "Eğer siz Allah'ı seviyorsanız o zaman bana uyun ki, Allah sizi sevsin ve günahlarınızı sizin için bağışlasın. Ve Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir." [Âl-i İmrân/31]

80Kim, Elçi'ye itaat ederse, artık o, Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, artık Biz, seni o yüz çevirenlere koruyucu/bekçi olarak göndermedik. [Nisâ/80]

7,8Allah'ın, o kent halkından, Elçisi'ne verdiği fey'ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler], içinizden yalnız zenginler arasında devlet; gücün getirdiği refah olmasın diye Allah'a, Elçi'ye, yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın armağan ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'ın koruması altına da girin. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır. [Haşr/7-8]

59Ey iman etmiş kimseler! Allah'a itaat edin, Elçi'ye ve sizden olan emir sahiplerine/anayöneticiye itaat edin. Sonra, eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi'ye havale edin. Bu, daha iyidir ve en uygun çözümü bulmak bakımından daha güzeldir. [Nisâ/59]

Yüzelli birinci ayette geçen kitap ifadesi

* Kitap olması:

Rabbimiz Kur’an’ı "kitap" diye nitelemiştir. " الكتابel-Kitap", "içinde yazı olan şey" demektir. [Lisan’ül Arab; c.7 S.588, "ktb" mad.] Kitap sözcüğü, "toplanmak, bir araya gelmek" manasına gelen " كتبketb" mastarından türemiştir. Bu durum, Kur’an’ın bir takım harfler ile meydana getirilmiş bir eser olmasını ifade ettiği gibi, bilgi, yasa, öğüt gibi insanlık yararına olan şeylerin toplandığı bir eser olmasını da ifade etmektedir. Ancak bu ayetteki "Kitap" ifadesi ile Kur’an’ın tümü kastedilmiş olamaz. Çünkü bu ayet indiğinde Kur’an’ın tamamı inmiş değildi.

Kur’an’ın tümü kitap olduğu gibi, bir ayetine, bir paragrafına ve bir pasajına da kitap denir.

"Kitap" sözcüğü; "yazılan-okunan" anlamına geldiği için, bir defa buradan hemen anlıyoruz ki, Kur'an ayetleri ilk vahyden itibaren yazıya geçirilmiştir. İkinci olarak; Kur'an'nın henüz tamamlanmadığı dönemlerde eldeki mevcut olan bölümler de Kur'an'da "kitap" olarak tanımlandığı için anlıyoruz ki, "kitap" sözcüğü Kur'an'ın tamamını temsil etmemektedir. Nitekim yukarıda sunduğumuz ayetlerin bazılarındaki "kitap ve hikmet" kalıbına karşılık, Ahzab suresinin 34. ayetinde; "...Allah'ın ayetlerini ve hikmeti anın" şeklinde "ayetler" sözcüğü kullanılarak bir kalıp oluşturulmuştur. Yani "kitap" ve "ayetler" sözcükleri, Kur'an'ın bölümleri için kullanılmıştır.

Bizim görüşümüze göre "kitap ve hikmet" kalıbıyla verilen ayetlerdeki "kitap"; Zümer suresinin 23. ayetinde bahsedilen "müteşabih kitap"tır. Yani mucize nitelikli, anlamları gayet açık olmasına rağmen birbiriyle benzeşen birçok anlamı ifade edebilen eşsiz sanat mucizeleri konumundaki müteşabih ayetlerin oluşturduğu metindir.

Bilindiği üzere Kur’an indiği dönemde Araplar arasında henüz kültür ve edebiyat, yazılı konumda değildi. Arap dil ve edebiyat bilginlerinin eserleri dilden dile dolaşmaktaydı. Arap dili gramer ve edebiyat açısından henüz kuramlaştırılmamıştı. Gramer ve edebiyat bilgileri ediplerin kasidelerinde, halk deyimlerinde kendini göstermekteydi.

Arapçaya ait bu günkü dilbilgisi kuralları Kur'ân'ın inişinden yaklaşık 150–200 sene sonra Sibeveyh, Ahfeş (ölümü H. 177 M. 793), Kisâî, Îsâ b. Ömer, Yûnus b. Habib ve Ebû Ubeyde Ma'mer b. Müsenna gibi bilginlerce Kur’an metinleri ve İmruü'l-Kays, Tarafe ibnü'l-Abd (539-564), Haris bin Hilliza (veya A'şa)., Amr bin Kulsum, Antere bin Şeddad (veya Nabiğa), Züheyr bin Ebu Sulme, Lebid ve diğer ediplerin eserleri dikkate alınarak oluşturuldu.

Kur’an’ın metni Arap dilinin gramer ve edebiyat ilkelerini kuramlaşmış haliyle insanlığa sunmuş ve derli toplu olarak göstermiştir. Hem de Arap dili gramer ve edebiyatını bilmeyen birisi tarafından. Kur’an’ın nüzulünden sonra Arap dil ve edebiyatının temel kaynağı artık Kur’an metni (Kitap) olmuştur. İşte Kur’an’da "Kitap" diye konu edilen, Kur’an’ın yazılı metnidir, içeriği de Hikmet olarak yer almaktadır. Bunu, A’raf/2, Yûnus/1, Hûd/1, Yûsuf/1, Ra’d/1, İbrahim/1, Hıcr/1, Kehf/1, Şûra/2, Neml/1, Kasas/2, Lokman/2, Secde/2, Sâd/29, Zümer/1, 2, 23, 41 Mü’min/2, Fussıllet/3, Zuhruf/2, Duhan/2, Câsiye/2, Ahkaf72 ve Bakara/151’de görmekteyiz.

152) Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Ve Bana, verdiğim nimetlerin karşılığını ödeyin, Bana iyilikbilmezlik etmeyin/verdiğim nimetleri görmemezlikten gelmeyin.
Belirlenen yeni hedefle, hedef büyütülüp çıta yükseltilince mü’minlere de eskisinden daha fazla görev düşeceği; büyük hizmetlerin ve büyük stratejinin gerçekleşmesinin bilinç ve mâlî desteğe ihtiyaç duyacağı gayet tabiidir. Bu nedenle, Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Ve Bana şükredin, Bana nankörlük etmeyin buyurulmuştur.

* Ve hani Mûsâ toplumuna demişti ki: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani O, sizi işkencenin kötüsüne çarptıran, oğullarınızı boğazlayan; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştirien ve kadınlarınızı sağ bırakan Firavun ailesinden kurtardı. Ve işte bunda Rabbinizden size çok büyük yıpranarak bir sınav vermek vardır. Ve hani Rabbiniz ilan etmişti: "Andolsun ki sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını öderseniz, elbette size artırırım ve eğer iyilikbilmezlik ederseniz hiç şüphesiz azabım çok çetindir." [İbrâhîm/6-7]

Allah'ın anılması ve şükredilmesi hususunda daha evvel yaptığımız açıklamayı hatırlatıyoruz:

ŞÜKÜR

Şükür, "insana verilen nimetlerin cinsinden verilerek yapılabilecek bir karşılık verme"dir.

ZİKİR

Zikrullah [Allah'ın anılması], elde tesbih, dil ile "Allah, Allah..." demek değildir. Zikrullah [Allah'ın anılması], "Allah'ın kulları üzerindeki hakklarını ve bahşettiği nimetleri düşünmek, O'na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizi her an kontrol etmek, verdiği görevleri eksiksiz yapmak, nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemek ve daima bu bilinç içerisinde olmak"tır.
196) Ve hac/programlı ilâhiyat eğitimi ve umre'yi/seminer, sempozyum gibi kısa süreli eğitimleri Allah için tamamlayın. Buna rağmen, eğer siz alıkonursanız/engellenirseniz, o zaman ilâhiyat eğitimi görenlere kolayınıza gelen şeylerle destek olun! Bununla beraber bu ilâhiyat eğitimi görenlere hediye; vereceğiniz destek, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin.[#339] Artık içinizden hasta olana veya başından tıraşa bir rahatsızlığı bulunana oruç veya sadaka yahut da ibâdetten; herhangi bir kulluk görevinden bir fidye/karşılık! Artık emin olduğunuz zaman da her kim umrede/kısa süreli eğitimde hacca; programlı ilâhiyat eğitimine kadar kazanç sağladıysa, artık hediyeden; eğitime destekten kolayına geleni! Fakat kim bulamazsa artık üç gün hacda; programlı ilâhiyat eğitimi süresi içinde, yedi de döndüğünüzde oruç tutması! Bu, tam ondur. Bu hüküm, ailesi Mescid-i Harâm'da; dokunulmaz ilâhiyat eğitim merkezinde hazır olmayanlar içindir. Allah'ın koruması altına girin ve şüphesiz Allah'ın cezasının çok şiddetli olduğunu bilin.
197) Hac/programlı ilâhiyat eğitimi, bilinen aylardır. Artık her kim o aylarda haccı; programlı ilâhiyat eğitimini, başlayıp kendisine farz ederse/mutlaka yapacağım derse, artık hac; programlı ilâhiyat eğitimi süresince kadına yaklaşmak/çirkin söz söylemek, günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz hayırdan ne işlerseniz de Allah onu bilir. Ve azık edinin. Şüphesiz ki azıkların en hayırlısı Allah'ın koruması altına girmedir. Ve ey kavrama yetenekleri olanlar! Benim korumam altına girin!
198) Rabbinizden bir armağan istemenizde hiçbir sakınca yoktur. Artık Arafat'tan; eğitim birimlerinden ayrılıp akın ettiğinizde, Meş'ar-i Harâm'da; dokunulmaz bilinçlenme merkezinde hemen Allah'ı anın. Ve O'nu, O'nun size gösterdiği gibi anın. Ve siz bundan önce gerçekten sapıklardan idiniz.
200,203,199) Sonra da Allah'a karşı görevlerinizi gerçekleştirdiğinizde, tıpkı babalarınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın. Ve Allah'ı sayılı günlerde anın. Artık kim iki gün içinde acele ederse ona zaman kaybına neden olma/hayırda ağırda alma/zarar verme/kusur oluşturma sorumluluğu yoktur. Kim de ertelerse ona da zaman kaybına neden olma/hayırda ağırda alma/zarar verme/kusur oluşturma sorumluluğu yoktur. Bu, Allah'ın koruması altına girmiş kimseler içindir. Allah'ın koruması altına girin ve şüphesiz kendinizin O'na toplanacağınızı bilin. Sonra da insanların akıp geldiği yerden siz de akıp gelin ve Allah'tan bağışlanma isteyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. İşte insanlardan bazısı, "Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!" diyen kimselerdir. Onun için de âhirette hak edilmiş bir pay yoktur.
201) Yine onlardan, "Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik-iyilik ve âhirette de bir güzellik-iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru!" diyenler vardır.
202) İşte onlar, kendileri için kazandıklarından hak edilmiş bir pay olanlardır. Ve Allah, hesabı çok çabuk görendir.
Bu âyetlerde haccın, kıble; ana hedef rüknünden sonraki unsurları açıklanmaktadır. Paragrafın başında "ve" bağlacının bulunduğu, cümlenin emir sîgası olduğu ve "tamamlamak" eyleminin "başlanılmış işi bitirmek" anlamına geldiği dikkate alındığında, bu paragrafın 152. âyetin devamı olduğu ortaya çıkar. Yani, hem teknik olarak, hem de anlam olarak yukarıdaki paragraf, 142-152. âyetlerin devamıdır. Bu sebeple tahlilimizi bu sıraya uygun olarak yaptık. Ayrıca, 203. âyet, 200. âyetteki Allah'ın zikri konusunun açılımı olduğundan, 203. âyet ile 200. âyetin mealini birlikte verdik.

Haccın ikinci aşamasının anlatıldığı bu âyetlerden anlaşılacağı üzere, hacc ve umre Mescid-i Harâm'daki görevlerle bitmemekte, ordugâh safhası da bulunmaktadır. Âyetteki,
Ve hacc ve umreyi Allah için tamamlayın ifadesi, bu ikinci aşamanın da yapılmasını emretmektedir.

HACC

Hacc, "kasdetmek" demektir. حجّ الينا فلان[hacce ileynâ fulânun/filan kişi bizi kasdederek bize ayak bastı (geldi] denilir. [Lisânu'l-Arab; c. 2, s. 326-327, "Hcc" mad.] Zebidî ise buna ilave olarak, حجّ [hacc], ‘ayak basmak, kanıtla gâlip gelmek, bir yere defalarca gitmek" gibi açıklamalarda bulunur. [Tâcu'l-Arûs; c. 3, s. 324, "Hcc" mad.]

Bu açıklamalar netleştirilirse,
hacc, fiil olarak, "bir şeyi zihne yerleştirmek ve onu yapmaktır" denilebilir. Bu sözcük, âyetlerde olduğu gibi Beyt, Ka‘be gibi kelimelerle tamlama yapıldığında, "Ka‘be'yi kafaya koyup oraya gitmek" manasına gelir. İsim olarak ise, "Ka‘be'de yüksek ilâhiyât öğretim ve eğitimini kafaya koyup oraya gitmek, orada İbrâhîmî eğitim ve öğretimle İbrâhîmleşmek; bir tevhid eri olmak" demektir.

UMRE

Ömür [hayat] sözcüğünün türevlerinden olan umre kelimesinin, "imar, mimar, tamir, tamirat" gibi birçok türevi Türkçe'ye de geçmiştir. Kalıbı itibariyle "bir kere/kısa süreli ömürlenmek" anlamında olan bu kelime, isimleştiği zaman da "bir kere/kısa süreli ömürlenme" anlamına gelir. Bu isim hâli Kur’ân'da [Bakara/196'da] iki kez yer almıştır.

Umre sözcüğü, Ka‘be, beytullah, hacc kavramlarıyla tamlama yapıldığında, "Ka‘be'den [yüksek ilâhiyât okulundan] kısa süreli yararlanma" demek olur ki, bu da bir nevi, "kurs, konferans, kongre, sempozyum niteliğindeki bir etkinlikle kısa süreli yararlanma, inanç ve amel açısından revize olma" demektir.

196. âyetteki,
Buna rağmen, eğer alıkonursanız, o zaman hediyeden kolayınıza gelen şey! Bununla beraber bu hediye, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Artık içinizden hasta olana veya başından ona [tıraşa] bir rahatsızlığı bulunana oruç veya sadaka yahut da ibâdetten bir fidye! Artık emin olduğunuz zaman da her kim umrede hacca kadar kazanç sağladıysa, artık hediyeden kolayına geleni! Fakat kim bulamazsa artık üç gün hacda, yedi de döndüğünüzde oruç tutması! Bu, tam ondur. Bu (hüküm), ailesi Mescid-i Harâm'da hazır olmayanlar içindir ifadeleri ile, haccın ikinci aşamasını gerçekleştiremeyecek olanların ne yapması gerektiği açıklanmıştır. Buna göre, haccın ikinci aşamasına katılmayanlardan ailesi Mescid-i Harâm'da bulunmayanlar/taşradan gelenler, kendileri oraya gidemeseler de, haccın ikinci kısmına hedy yollamak ve sivilleşmemek durumundadırlar. Ayrıca, haccın ilk aşaması sırasında Mekke'de kazanç sağlamış olanlar da bir hedy yollamak zorundadırlar.

HEDY

Hedy, "hacıların yemek ihtiyacını karşılamak için Ka‘be'ye sevk edilen [hediye olarak gönderilen] canlı hayvan" demektir. Hedy konusunun detayı, Hacc sûresi'nde (30-38) yer almaktadır:

197-203. âyetlerden oluşan paragrafta ise, haccın zamanı ve ikinci aşamasının uygulanması; geniş alanlarda eğitim-öğretim grupları oluşturulması ve belirlenmiş günlerde el-Meş’ari'l-Harâm'da Allah'ın zikrinin gerçekleştirilmesi söz konusudur.

HACC, BİLİNEN AYLARDIR

Klasik kaynaklarda, âyetteki bilinen aylar ile, "Şevval, Zilkade ve Zilhicce ayları"nın veya "Şevval, Zilkade ve Zilhicce'nin ilk on günü"nün kasdedildiği ifade edilir. Bu kabul, bir bakıma Kur’ân inmezden evvelki anlayışın devamıdır. Uzun zamandan beri hacc, maalesef sadece "Zilhicce" ayında uygulanmaktadır.

BİZİM TAHLİLİMİZ

Âyette,
Hacc, bilinen aylardır buyurularak, haccın ne zaman, hangi aylarda yapılacağının belirlenmesi ve bunun İslâm âlemine duyurulması, Müslümanların da bu aylarda tertip tertip askere gider gibi hacca gitmeleri istenmektedir. Âyetteki eşhur sözcüğü çoğul olduğundan, haccdaki bir dönem [tertip; eğitim süreci], en az üç ay olmalıdır. Âyetteki, eşhurun ma‘lûmât ifadesi nekredir. Eğer İslâm öncesi kabul, tasvip görseydi bu ifade nekre değil marife gelirdi. Öyleyse, Müslümanlar bir "hacc organize komitesi veya hacc emiri" oluşturacaklar, bu kurum hacc dönemlerini belirleyerek ilan edip herkese bildirecek, Müslümanlar da ilan edilen dönemlerde gidip Komite'ye veya Emir'e teslim olacaktır. Orada kesinlikle başıboş dolaşılmayacak, komite tarafından belirlenip planlanan eğitim ve öğretim programı uygulanacaktır.

26-29Ve hani Biz bir zamanlar, "Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma; dolaşanlar, orada haksızlığa baş kaldıranlar, Allah'ı birleyenler, boyun eğip teslimiyet gösterenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait birtakım menfaatlere tanık olmaları ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerinde, belli günlerde O'nun adını anmaları için insanlar arasında ilâhiyat eğitim-öğretimi verileceğini duyur. Yürüyerek veya yorgun düşmüş binekler üstünde her derin vadiyi aşarak sana gelsinler! Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Eski evde/özgür evde/Ka‘be'de dolaşsınlar" diye, o evin/Ka‘be'nin yerini, İbrâhîm için hazırlamıştık. –Siz de onlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri doyurun.– [Hacc/26-29]

ARAFAT ve EL-MEŞ’ARİ'L-HARAM [MÜZDELİFE]

Âyette, hacc görevini yerine getiren mü’minlere, Artık Arafat'tan ayrılıp akın ettiğinizde, Meş’ar-i Harâm'da hemen Allah'ı anın denilmektedir. Bu emrin uygulanabilmesi için iyi anlaması gerekir.

ARAFAT

"Bilgi, irfan" anlamındaki
arf kelimesinin türevlerinden olan "Arafat", Mekke civarında bir bölgenin adıdır. Lügat kitaplarında bu sözcüğün tekil-çoğul, çekimli-çekimsiz, nekre-marife, özel isim-cins isim olup olmadığı tartışılmıştır.

Temel harfleri olan arft'tan hareketle arafat sözcüğünün arf kökünden mastar bina-i merre, mastarı nev’inin çoğulu ve ism-i fâilin cem-i mükzekker müennesinin çoğulunun çoğulu olduğu söylenebilir. Bu durumda arft'ın, "arfât" ve "ırfât" diye okunması gerekirdi. Ne var ki ilk Mushaflardaki harfler harekesiz olmasına rağmen bu sözcüğü, "arfat" ve "ırfat" diye okuyan olmamıştır. Geriye bu sözcüğün, ism-i fâilin mükesser çoğulunun, çoğulun çoğulu olması kalmaktadır. Bu kalıptan olduğunu var sayarsak sözcük, "çok çok arifler; bilginler, anlayışlılar" anlamına gelir ve bu da, hacc dönemi süresinde öğretmenlik ve öğrencilik yapan kimseleri ifade eder.

Bir de Arapların sözcük kalıplarını çoğullaştırma kuralları vardır. Örneğin, ha-mim kesik harfleri Kur’ân'da ikiden fazla geçtiği için "havamim" [ha mimler]; ta-sin kesik harfleri de "tavasin" [ta sinler] diye çoğullaştırılır. Bu bilgileri, "Arafat" sözcüğünün böyle bir "kalıp sözcük" olma ihtimaline binaen verdik.

Lügat kitaplarında "Arafat" sözcüğü ile ilgili şu bilgiler verilmiştir:

Denildi ki: "Âdem ile Havva cennetten indirildikten sonra burada buluşup tanıştılar onun için buraya "Arafat" denilmiştir."

Hacılar burada toplanıp birbirleriyle tanıştıkları için buraya "Arafat" denilmiştir.

Cebrâîl, İbrâhîm peygamberi eğitirken o'na sürekli olarak, "Ea‘râfte" [tanıdın mı, öğrendinmi]? diye sormuş, o da, "A‘râftü" [öğrendim, tanıdım] demiş, onun için buraya "Arafat (Arafe fiilleri kasdedilerek "arafeler") denmiştir. [
Lisân; c. 6, s. 195-201, "Arf" mad.; Tâc; c. 7, s. 374-384, "Arf" mad.]

Bu açıklamaların içeriğine değil ama sözcüğün, "arafeler" [bildinmiler, bildimler] şeklinde, fiillerin lafızlarının çoğullaştırılması hususuna katılıyoruz, ki bu da, öğretmen-öğrenci ilişkisini yansıtır.

Dolayısıyla burada konu edilen de, mecazı mürsel sanatıyla, "öğretmen ve öğrencilerin bulundukları yerler; eğitim öğretim merkezleri"dir.

Bir de sözcük Kur’ân'da çekimli ve nekre olarak kullanıldığından bu yerler, eskiden belirlenmiş yerlere değil, hacc döneminde, Mekke civarında sabit veya seyyar olarak oluşturulan ve oluşturulacak olan tüm eğitim-öğretim merkezlerine işaret eder.

MEŞ’AR-İ HARÂM

Âyette, marife [belirtili] olarak gelen "Meş’ar-i Harâm" ifadesi, bir nevi özel isim hükmünde olup, "dokunulmaz, bilgilenilen-bilinçlenilen yer" manasına gelir. Burası, Arafat ile Mina arasındaki bölgenin adıdır (bazıları "bir bölümünün adı olabilir" demişlerdir). Bugün bu yöre, Âdem ile eşinin buluştuğu yer kabul edilip, buna izafeten "yaklaştırılan yer" anlamında "Müzdelife" adıyla ünlenmiştir.

O halde, Artık Arafat'tan ayrılıp akın ettiğinizde, Meş’ar-i Harâm'da hemen Allah'ı anın ifadesinden, Mekke civarında oluşturulan okullardaki mü’minlerin, belirlenmiş sayılı günlerde akın akın Meş’ar-i Harâm'a gelerek topluca "Allah'ı Anma" merasimi düzenlemeleri gerektiği anlaşılmaktadır.

SAYILI GÜNLER

Ve Allah'ı sayılı günlerde anın. Artık kim iki gün içinde acele ederse ona günah yoktur. Kim de ertelerse ona da günah yoktur. Bu, takvâlı davranan kimseler içindir. Allah'a takvâlı davranın ve şüphesiz kendinizin O'na toplanacağınızı bilin buyruğundaki "sayılı günler" ifadesi, hem çoğul hem de nekre [belirtisiz] olduğundan bu günler, Hacc Organize Komitesi veya Hacc Emiri tarafından belirlenecektir.

ALLAH'IN ZİKRİ

Meş’ar-i Harâm'da yapılacak şey, eğitim ve öğretim, İbrâhîmleşme değil, sadece "Allah anma"dır. Bu konuya dair A‘râf sûresi'nin sonundaki "Zikir, Zikrullah" başlıklı yazımızın netice bölümünü burada da sunuyoruz:

Zikrullah [Allah'ın anılması], elde tesbih, dil ile "Allah, Allah..." demek değildir. Zikrullah, Allah'ın üzerimizdeki hakklarını ve bize sunduğu nimetleri düşünmek, O'na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizi sürekli kontrol etmek, verdiği görevleri eksiksiz yapmak, nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemek ve daima bu bilinç içerisinde olmaktır.

VE DAĞILMA

Âyetteki,
Sonra da insanların akıp geldiği yerden siz de akıp gelin ve Allah'tan bağışlanma isteyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir (Bakara/199) ibaresi, artık hacc görevinin bittiğini, herkesin memleketine dönüp işine-gücüne bakmasını, memleketindeki görevlerini yerine getirmesini bildirmektedir. Ancak, fertlerin görevi burada bitmekle beraber, Hacc Organize Komitesi'nin ve Hacc Emiri'nin görevi bitmemiştir. Çünkü son görev, –tıpkı Peygamberimiz döneminde olduğu gibi– bir sonuç bildirgesi hazırlanıp yayınlanmasıdır:

BARA’E/ÜLTİMATOM [SONUÇ BİLDİRGESİ]

Bilindiği üzere Rasûlullah, hicrî 10. yılda bizzat hacc yapmış ve o'nun katılması sebebiyle bu hacca, "hacc-ı ekber" [en büyük hacc] denilmiştir, ki bu hacca katılanların sayısının 114.000 olduğu nakledilir. Bu haccın sonuç bildirgesini ise bizzat Allah, Tevbe sûresi'nin ilk 29 âyetini indirerek yapmıştır:

1,2Allah'tan ve Elçisi'nden ahitleştiğiniz ortak koşanlara bir ültümatom, kesin uyarı:

"Artık yeryüzünde dört ay daha rahat dolaşın. Ve kesinlikle kendinizin, Allah'ı âciz bırakan olmadığını ve kesinlikle Allah'ın, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseleri rezil-rüsva eden olduğunu bilin."

3,4Ve "en büyük hac" günü, ortak koşanlardan antlaşma yaptığınız, size hiçbir eksiklik yapmamış ve sizin aleyhinize hiçbir kimseyle yardımlaşmamış kimseler hariç, şüphesiz Allah'ın ve O'nun Elçisi'nin ortak koşan kimselerden ilişiksiz olduğuna dair Allah'tan ve Elçisi'nden insanlara bir bildiri: "Artık eğer hatadan dönerseniz, bu sizin için hayırlıdır. Ve eğer sırt çevirirseniz o zaman şüphesiz kendinizin, Allah'ı âcizleştiren olmadığını biliniz." Kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kişilere de acıklı bir azabı müjdele! Artık siz de müddetlerine kadar kendilerine verdiğiniz sözlerinizi tamamlayın. Şüphesiz Allah, Kendisinin koruması altına girmiş kişileri sever.

5Şu dokunulmaz kılınmış aylar/hac ayları çıktığı zaman da o ortak koşanları nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde onlar için oturun. Artık, eğer tevbe ederlerse, salâtı ikame ederlerse [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturur, ayakta tutarlarsa] ve zekâtı/vergilerini verirlerse artık onların yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.

6Eğer ortak koşanlardan herhangi biri aman dilerse, Allah'ın kelâmını dinlemesi için ona aman ver. Sonra onu güvenli yerine ulaştır. Bu, şüphesiz onların bilmeyen bir toplum olmaları nedeniyledir.

7Mescid-i Haram yanında antlaşma yaptıklarınız hariç, o ortak koşan kimseler için Allah katında ve Elçisi katında herhangi bir antlaşma nasıl olabilir? Artık onlar size karşı doğru durdukça siz de onlara karşı doğru olun. Şüphesiz Allah, Kendisinin koruması altına girmiş kişileri sever.

8-10Nasıl olabilir ki? Ve eğer onlar, size üstünlük sağlarlarsa, sizin hakkınızda bir yemin ve antlaşma gözetmezler. Ağızlarıyla sizi hoşnut etmeye çalışırlar, kalpleri ise dayatır. Ve onların çoğu hak yoldan çıkmış kimselerdir: Onlar, Allah'ın âyetlerini çok az bir bedelle sattılar da Allah'ın yolundan alıkoydular. Şüphesiz onlar, yapmış oldukları kötü olanlardır. Onlar, herhangi bir mü’min hakkında yemin ve antlaşma gözetmezler. Ve işte bunlar, sınırı aşanların ta kendileridir.

11Bundan sonra eğer tevbe ederlerse, salâtı ikame ederlerse [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturur, ayakta tutarlarsa] ve zekâtı/vergilerini verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdirler. Ve Biz âyetleri, bilen bir toplum için ayrıntılı olarak açıklıyoruz.

12Ve eğer verdikleri sözden sonra yeminlerini bozar ve dininize dil uzatırlarsa, vazgeçmeleri için o, küfür; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetme öncüleriyle hemen savaşın. Şüphesiz onlar için sözleşmeler diye bir şey yoktur.

13Yeminlerini bozan, Elçi'yi yurdundan çıkarmaya azmeden ve üstelik ilk önce size karşı savaşa kendileri başlayan bir toplumla savaşmaz mısınız? Yoksa onlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti mi duyuyorsunuz? Artık, eğer mü’min iseniz, Allah, Kendisine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymaya daha layık olandır.

14,15Onlarla savaşın ki, Allah, sizin ellerinizle onları cezalandırsın ve onları rezil-rüsva etsin. Sizi de, onlara karşı muzaffer kılsın ve mü’min bir toplumun göğüslerine şifa versin, göğüslerinin kinini gidersin. Allah, dilediğinin tevbesini de kabul eder. Ve Allah, çok iyi bilendir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.

16Sizden çaba harcayanları, Allah'ın Elçisi'nden ve inananların astlarından sırdaş/can dostu edinmeyenleri Allah ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Ve Allah, yaptıklarınızdan çok iyi haberi olandır.

17Ortak koşanlar, kendilerinin küfrüne; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedişlerine kendileri şâhit olup dururlarken Allah'ın mescitlerini imar etmeleri söz konusu olamaz. İşte onlar, işleri boşa gitmiş kimselerdir. Ve onlar, Ateş içinde sürekli kalacaklardır.

18Allah'ın mescitlerini, ancak Allah'a ve âhiret gününe inanan, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan], zekâtı/vergisini veren ve sadece Allah'a saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan kimseler açar ve yaşatırlar. Artık işte onların, kılavuzlandıkları doğru yol üzere olan kimselerden olmaları beklenir.

19Siz, hac yapanın sularının tedarik edilmesini ve Mescid-i Haram'ın imar edilmesini, Allah'a ve âhiret gününe iman eden ve Allah yolunda çaba gösteren kimse gibi mi yapıyorsunuz? Bunlar, Allah katında eşit olamazlar. Ve Allah, şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar toplumuna kılavuzluk etmez.

28Ey iman eden kimseler! Ortak koşan bu kimseler sadece bir pisliktirler. Artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan/onların uzaklaşmasıyla kazanç kaybına uğramaktan korktuysanız da Allah sizi dilediğinde armağanlar ile yakında zenginleştirecektir. Şüphesiz Allah en iyi bilen, en iyi yasa koyandır.

29Kendilerine Kitap verilenlerden, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Elçisi'nin haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyen kimseler ile, alçalmış oldukları hâlde cizye verene kadar savaşın. [Tevbe/1-29]

Dolayısıyla Hacc Emiri tarafından, Allah'ın bu bildirgesi örnek alınarak her hacc döneminin sonunda, o döneme mahsus, o dönemin önceliklerini esas alan bir sonuç bildirgesi hazırlanmalı ve bu bildirge [bara’e/ültimatom], Hacc Organize Komitesi tarafından önce hacılara sonra da tüm insanlığa ilan edilmelidir.

VEDA HUTBESİ

Hicrî 10. yıldaki haccta Rasûlullah bir hutbe irad etmiştir. Rasûlullah'ın irad ettiği hutbe –ki Peygamberimizin son hacc hitabesi olması nedeniyle "Veda Hutbesi" adı verilmiştir– her ne kadar tek bir hutbe imiş gibi kabul edilmekteyse de, gerçekte Arafat'ta ve Mina'da olmak üzere farklı günlerde parça parça irad edilmiştir. [
Tecrîd-i Sarîh Trc. X, 396.] Farklı şekillerde rivayet edilen bu hutbe daha sonra tek bir hutbe olarak empoze edilmiştir ki meşhur olan metni şöyledir:

"Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedî olarak bir daha buluşamayacağım. Ey insanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mübarek bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü saldırıdan emindir. Ashâbım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski dalâletlere dönüp birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.

Ey ashâbım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımızın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerekir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artik yasaktır. Câhiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbâs'ın faizidir.

Ashâbım! Câhiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen ortadan kaldırılmıştır, ilk kaldırdığım kan davası da Abdulmuttalib'in torunu (yeğenim) Rabîa'nin kan davasıdır.

Ey insanlar! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden nüfuz ve saltanat gücünü ebedî sûrette kaybetmiştir. Fakat bu kaldırdığım şeyler haricinde küçük gördüğünüz işlerde de ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan sakınınız.

Ey insanlar! Kadınların hakklarına riâyet etmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın emaneti olarak aldınız. Ve onların namuslarını ve ismetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; onların, aile şerefini korumaları ve evlerinizi sizin hoşlanmadığınız hiç kimseye açmamaları, çiğnetmemeleridir. Eğer onlar, razı olmadığınız herhangi bir kimseyi evinize alırlarsa, onları hafif bir şekilde dövebilir, azarlayabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakkları; örfe göre her türlü giyim ve yiyeceklerini temin etmenizdir. Ey mü’minler! Size bir emanet bırakıyorum ki siz ona sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiçbir zaman şaşırmazsınız. O emanet Allah'ın kitabı Kur’an'dır.

Ey mü’minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Müslüman Müslümanın kardeşidir ve bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helâl değildir. Ancak gönül hoşluğuyla verilen başka. Ashâbım! Nefsinize de zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır:

Ey insanlar!
Cenâb-ı Hakk her hakk sahibine hakkını vermiştir; vâris için vasiyete gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zinakâr için mahrumiyet cezası vardır. Babasından başkasına neseb iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına uymaya kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün Müslümanların düşmanlığına uğrasın. Cenâb-ı Hakk bu insanların ne tevbelerini ne de şehâdetlerini kabul eder."

Rasûlullah sözlerinin burasında dinleyenlere sordu:

-- Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar. Ne dersiniz?

Ashâb-ı Kiram cevap verdi:

-- Allah'ın risâletini tebliğ ettin; risalet görevini yerine getirdin, bize vasiyyet ve nasihatte bulundun diye şehâdet ederiz.

Rasûlullah şehâdet parmağını semaya kaldırarak üç kez şöyle dedi:

-- Şâhit ol yâ Rabb! Şâhit ol yâ Rabb! Şâhit ol yâ Rabb!

Böyece Arafat'taki hutbesini bitirdi.

Ne yazık ki bu hutbede Rasûlullah'a iftira atılarak, Allah'ın âyetlerine ters düşen ifadeler Rasûlullah'ın ağzından hutbeye yerleştirilmiştir. Beşinci paragrafta, Kur’ân'a ters olarak, câhiliye Araplarının kadın ve kadın hakklarına yönelik ilkeleri hutbeye sokulmuş; kadınlar bir emtia yerine konulmuş, erkeklere kadınlara ceza verme ve bu cezayı infaz etme yetkisi tanınmıştır.

Ayrıca, bu hutbede yer alan, Ey mü’minler! Size bir emanet bırakıyorum ki siz ona sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiçbir zaman şaşırmazsınız. O emanet Allah'ın kitabı Kur’ân'dır ifadesine de, dini yozlaştırmak ve dinde Kur’ân dışı kaynak oluşturabilmek için kimi rivayetlerde Kur’ân'ın yanına "ve benim sünnetim", kimi rivâyetlerde ise "ve ehl-i beytim" ibareleri ilave edilmiştir.

Son olarak, bu hutbenin değişmez bir parçası olarak nakledilen,
Cenâb-ı Hakk her hakk sahibine hakkını vermiştir; vâris için vasiyete gerek yoktur ifadesini Rasûlullah'ın söylemiş olup olamayacağı, miras âyetlerinden doğacak hakksızlığı ortadan kaldırmaya yönelik hükümler içeren aşağıdaki âyetlere göre değerlendirilmelidir:

180Sizden birinize ölüm hazır olduğu vakit, eğer bir hayır/mal bıraktıysa, Allah'ın koruması altına girmiş kişiler üzerine bir hak olarak, babası-anası ve en yakın akrabası için, örfe uygun; herkesçe kabul gören bir şekilde vasiyet etmek zorunlu görev kılındı. [Bakara/180]

240Ve sizden eşler bırakarak ölecek olanlar, eşleri için senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın kendilerine yetecek bir malı vasiyet ederler. Artık onlar, çıkarlarsa, örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekil ile kendilerinin yaptıklarında sizin için bir vebal yoktur. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyandır, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Bakara/240]

Ve diğer miras ayetlerindeki "vasiyyet" kaydı da dikkatlerden kaçmamalıdır.

SAÇLARI TIRAŞ ETMEME

Bu paragraftaki,
Artık her kim o aylarda haccı başlayıp kendisine farz ederse; artık haccda refes [kadına yaklaşmak, çirkin söz söylemek], günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz hayırdan ne işlerseniz de, Allah onu bilir. Ve azık edinin. Şüphesiz ki azıkların en hayırlısı takvâdır. Ve ey düşünme yeteneği olanlar! Bana takvâlı davranın! Ve, Bununla beraber bu hediye, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Artık içinizden hasta olana veya başından ona [tıraşa] bir rahatsızlığı bulunana oruç veya sadaka yahut da ibâdetten bir fidye! Artık emin olduğunuz zaman da her kim umrede hacca kadar kazanç sağladıysa, artık hediyeden kolayına geleni! Fakat kim bulamazsa artık üç gün haccda, yedi de döndüğünüzde oruç tutması! Bu, tam ondur. Bu (hüküm), ailesi Mescid-iHarâm'da hazır olmayanlar içindir. Allah'a takvâlı davranın ve şüphesiz Allah'ın cezasının çok şiddetli olduğunu bilin ifadelerinden anlaşıldığına göre hacc yapan kimse, başını tıraş etmeyecek, refesten [kötü, çirkin söz ve cinsel ilişkiden], küçük-büyük suçtan, kavga-düşmanlık gibi davranışlardan uzak duracak ve avlanmayacaktır. Literatürde hem bu hükümlere, hem de kefen benzeri dikişsiz bir giysiye "ihram" [yasaklama] adı verilmiştir.

Bu hükümler şu âyetlerde de zikredilmiştir:

1Ey iman etmiş kimseler! Sözleşmeleri yerine getirin. Siz, dokunulmaz iken [hac/yüksek ilâhîyat eğitimini sürdürürken] avlanmayı helal görmeksizin, size okunacaklar hariç, dört bacaklı, iki tırnaklı, geviş getiren ve ot yiyen hayvanların kusursuzları/gerdanlıksızları size helal kılındı. Şüphesiz Allah, dilediğini hükmeder; dilediği yasayı koyar.

2Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın alâmetlerine, haram aya, hedye/hac yapanlara yiyecek yollamaya, hediye etmeye, gerdanlıklarına [hac yapanların/orada yüksek ilâhîyat eğitimi için bulunanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretlerine] ve Rablerinden lütuf ve rıza bekleyerek Beytü'l-Haram'a/hac görevi yapmak isteyenlere saygısızlık etmeyin. Dokunulmazlığınız kalktığında/hac göreviniz bittiğinde de avlanın. Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve "iyi adam"lık ve Allah'ın koruması altına girme üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Hiç şüphesiz Allah, azabı/kovuşturması çok çetin olandır. [Mâide/1-2]

95Ey iman etmiş kimseler! Siz, dokunulmaz iken/hac görevini sürdürürken av hayvanı öldürmeyin. İçinizden kim kasten onu öldürürse, yaptığı işin vebalini tatması için, Ka‘be'ye ulaşacak bir hedy/yiyecek olarak hediye edilen hayvan olmak üzere öldürdüğü hayvanın benzeri ona ceza olacak, –buna içinizden iki adaletli kişi hükmeder– yahut kefaret olarak miskinleri doyurmak yahut onun dengi oruç tutmaktır. Allah geçmişi affetmiştir. Fakat kim de tekrarlarsa, Allah yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlar. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, suçluyu yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlama ilkesi sahibidir.

96Su avı ve onun yenilmesi, size ve yolculara yarar olmak üzere size helal kılındı. Kara avı ise, siz hac görevi sürdürür olduğunuz müddetçe size haram edilmiştir. Ve Kendisine toplanacağınız Allah'ın koruması altına girin. [Mâide/95-96]

Burada açıklanması gereken bir nokta da şudur: Hacca niyet eden ve Hacc Emiri'ne teslim olup İbrâhîmî eğitim alacak olanlar; iş, makam-mevki, sınıf-ırk, cinsiyet, mal-mülk, çoluk-çocuk gibi şeyleri geride bırakıp ölümü göze alıp sanki mezara girer gibi buraya gelenlerdir. Hacc süresince kefenvari bir giysi giymeleri de bundandır. (Böyle bir giysi Allah tarafından emredilmiş veya önerilmiş değildir. Kulun samimiyetinden doğan duygusal bir davranıştır. Haccedenlerin belirli bir üniforma giymelerinde veya farklı elbiseler giymelerinde bir sakınca yoktur.) Tıraş olmak, kişinin kendisiyle ilgilenmesinin ve kendisine değer vermesinin simgesidir. Hacc süresince Allah'a kulluk ve hizmetin önceliği olduğundan dolayı insan bu süreçte, bu gibi kişisel değerleri ön plana çıkarmaz. Bunların yapılmaması ise, işi ciddiye almamak bir nevi askerin üniformasını çıkarıp askerden kaçması mahiyetindedir. O nedenle de keffaret öngörülmüştür. Keffaret sayesinde kişi, işin önemini kavrayabilecektir.

İNSAN TİPLERİ

Allah, hacc vazifesi ile insanların inanç ve yaşam tarzlarının değişeceğini, İbrâhîmî bir gelişme olacağını bildirdikten sonra, bu eğitim sonucu oluşan durumlar hakkında,
İşte insanlardan bazısı, ‘Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!’ diyen kimselerdir. Onun için de âhirette bir nasip yoktur. Yine onlardan, ‘Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik ve âhirette de bir güzellik ver ve bizi ateşin azabından koru!’ diyenler vardır. İşte onlar, kendileri için kazandıklarından bir nasip olanlardır. Ve Allah, hesabı çok çabuk görendir buyurarak, insanların iki tipine dikkat çekmiştir. Bunlardan ilki dünyacılar, ikincisi ise hem dünya hem de âhiret için Allah'a yönelenlerdir. Sırf dünya için çalışanların yarınları boş kalacak, dünya ve âhireti talep edenler ise hem dünyada hem de âhirette mutlu olacaklardır.

Bu âyet grubunda mükemmel bir dua örneği zikredilmiştir:
Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik-iyilik ve âhirette de bir güzellik-iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru!

Âyetteki
hasene [güzellik-iyilik], "sıhhat, emniyet, yeterli rızık, iyi evlat, iyi eş ve düşmanlara karşı güç" olarak değerlendirilebilir.

نسكNÜSÜK - مناسكMENÂSİK

" نُسُكNüsük" sözcüğü, " نَسِيكةNesike" sözcüğünden alınmadır. " نَسِيكةNesike"nin ilk vaz’ı (koyuluş) anlamı, "altın ve gümüşün eritilerek cüruftan temizlenmesi, saf hale getirilmesi" demektir. Bu durumda "Nüsk, Nüsük’ün de esas anlamı "Saf altın, gümüş parçası" demektir. (TAC ve LİSAN)

Bunu sosyolojiye; din diline getirirsek Nüsük, "Allah’a yapılan ibadetlerin en temizi; riyasızı, kusursuzu, en samimisi" demek olur.

İbadetini kusursuz, lekesiz yapan kişiye " ناسكNâsik" denir.

Sözcüğün " نُسْكNüsk", " نُسُكnüsük", kalıpları "en iyi, en temiz, en lekesiz yapılan ibadet, tâat ve Allah’a yaklaştıran her şey" demektir. Ki " نُسُكNüsük" dinin emrettiği ve yasakladığı her şeyi kapsamaktadır.

Kur’an’da bu sözcüğün " مَنْسَكmensek/مِنْسكminsek ve مَنَاسِكmenasik" kalıpları da yer alır.

" مَنْسَكMensek", ismi zaman- ismi mekan kalıbı olup "nüsükün yapıldığı yer" yer demektir. Çoğulu "مَنَاسِك menasik" olup "nüsükün yapıldığı yerler" demektir.

Bu sözcüğün
" مِنْسَكminsek", kalıbı "nüskün yapıldığı malzeme, alet" demektir. Bu kalıbın çoğulu da " مَنَاسِكmenasik" olup "nüsükün yapıldığı malzemeler, aletler, yollar, tarzlar" demektir

Burada dikkat edilecek nokta,
" مناسكMenâsik" sözcüğü, İsm-i zaman/mekân kalıbının çoğulu olduğu gibi İsm-i alet kalıbının da çoğulu olduğudur. İki ayrı yapı, çoğullarında bir biriye benzeşmiştir.

Biz Kur’an’da geçen " مناسكmenasik" sözcüklerini hep ism-i alet olarak tevil ediyoruz. Ve ayetlerde geçen ve Resmi Mushaf’ta " مَنْسَكmensek" diye harekelenmiş sözcükleri (Hac/34, 67) de " مِنْسَكminsek" olarak kıraat ediyoruz.; okumayı tercih ediyoruz. Zira Kur’an’dan anladığımıza göre evrenin her yeri mensektir (ibadethanedir); Allah kendisine ibadet için herhangi bir yer

Allah’ın bize emrettiği, önerdiği a en içten kulluk için herhangi rabbimizin bize gösterdiği, göstereceği, lekesiz; şirksiz iman ihlasla yapılan en iyi kulluk biçimleri, en iyi aletler, en güzel yollarıdır.

Bu sözcük zaman içerisinde anlamı daraltılarak "hayvan kesimi; kurban" ve
"hacc rükunları" için kullanılır olmuştur. (TAC ve LİSAN) İşte yozlaşma böyle baylamıştır.

Kur’an’da (En’am/162, Bakara/128, 196, 200 ve Hac/34, 67) ise gerçek anlamıyla; "ibadetin en iyisi, en yaralısı, en temizi, lekesizi, kusursuzu" anlamında kullanılmıştır.

Bakara/128’de İbrahim As’ın "Ve bize menasikimizi göster" talebi, Fatiha suresindeki "İhdina s-sırata-lmüstekım (bize dosdoğru yolu göster)" ifadesiyle aynı anlamdadır.

204) İnsanlardan kimi de vardır ki, onun basit dünya yaşamı hakkındaki sözü senin hoşuna gider ve o, kalbindekine Allah'ı şâhit tutar. Ve o, düşmanlığı en yaman olanıdır.
205) O, dönüp gitti mi/yetkilendi mi de yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini/kültürü/kadınları ve nesli değişime/yıkıma uğratmak için çalışır. Allah ise bozgunculuğu sevmez.
206) Ona, "Allah'ın koruması altına gir!" dendiği zaman da büyüklük, güç, kendisini zaman kaybına neden olmaya/hayırda ağırda almaya/zarar vermeye/kusur oluşturmaya sürükler. İşte öylesine cehennem yeter. O, ne kötü bir döşektir!
207) İnsanlardan kimi de vardır ki, Allah'ın rızasına ermek için kendini satar [Allah yolunda malını-mülkünü harcar, canını ortaya koyar]. Ve Allah, kullarına çok şefkatlidir.
Yukarıda sırf dünyayı isteyenler ile dünya ve âhireti isteyenler tanıtılmıştı. Bu âyetlerde ise farklı iki tip daha tanıtılmaktadır:

A) İmanını açığa vurup küfrünü gizleyen, olduğundan farklı görünen, muhatabının hoşnutluğunu kazanmak için tatlı diller döken münâfık tipi, ki
O düşmanlığı en yaman olandır ifadesiyle, bunlara karşı tedbirli olunması gerektiğine dikkat çekilmiştir.

Bunların diğer nitelikleri de şunlardır:

* Onun, basit yaşam hakkındaki sözü hoşuna gider ve o, kalbindekine Allah'ı şâhit tutar.

* O, dönüp gitti mi/yetkilendi mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için çalışır.

* Ona, "Allah'a takvâlı davran!" dendiği zaman, izzet [büyüklük, güç], kendisini günaha sürükler.

Bu paragrafın iniş sebebi ile ilgili nakiller ise şöyledir:

es-Süddî ve ondan başka müfessirler şöyle demektedirler: Bu âyet-i kerîme el-Ahnes b. Şerik hakkında nâzil olmuştur. Onun asıl adı Ubey'dir. el-Ahnes ise ona verilen bir lakaptır. Çünkü o Bedir günü antlaşmalıları olan Zühreoğulları'ndan 300 kişi ile birlikte Rasûlullah (s.a) ile savaşmaktan saklanmış idi (el-Ahnes, "saklanan kimse" demektir). Nitekim bu hususa dair açıklamalar Âl-i İmrân sûresi'nde gelecektir. Bu, tatlı sözlü, güzel görünüşlü bir kimse idi. Daha sonra Peygamber'in (s.a) yanına gelip müslüman olduğunu açıkladı ve, "Allah benim doğru söylediğimi bilir" dedi. Daha sonra da kaçıp gitti. Yolda müslümanlara ait ekin ve eşeklere rastgeldi; ekini yaktı, eşekleri de kesti. Mehdevî der ki: İşte, Çokça yemin eden aşağılık ve değersiz her kişiye itaat etme. Ayıplayıp duran onun-bunun sözünü taşıyan kimsenin (Kalem/10-11) buyrukları ile Arkadan çekiştiren, yüze karşı da alay eden her kişinin vay hâline (Hümeze/1) buyrukları onun hakkında nâzil olmuştur. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

İbn Abbâs da der ki: Bu âyet-i kerîme er-Raci gazvesi'nde şehid edilen Âsım b. Sâbit, Hubeyb ve diğerleri hakkında ileri-geri konuşan birtakım münâfıklar hakkında nâzil olmuştur. Bu münâfıklar şöyle demişlerdi: "Şunlara yazıklar olsun. Ne evlerinde oturdular, ne de arkadaşlarının [Muhammed'in (s.a] onlara verdiği görevi yerine getirdiler." Bunun üzerine bu âyet-i kerîme münâfıkların niteliklerini belirtmek üzere nâzil oldu. Daha sonra İbn Abbâs, Yüce Allah'ın, İnsanlardan öyle kimseler vardır ki Allah'ın rızasını arayarak kendi nefsini satar (Bakara/207) buyruğunu açıklarken, er-Raci gazvesi'nde şehid düşenleri söz konusu eder. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Başkaları da,
onun sözü hoşuna gider sözünün maksadının şu olduğunu söylemişlerdir: Ahnes ibn Şureyk, Bedir Günü, Zühreoğulları'na (savaştan) geri dönmelerini, kaçmalarını işaret etmiş ve onlara, "Muhammed sizin yeğeninizdir. Eğer o yalancı ise, diğer insanlar sizin yerinize o'nun hakkından gelir. Eğer doğru söylüyorsa, siz o'nun sayesinde insanların en bahtiyarı olursunuz." Bunun üzerine Zühreoğulları, "Senin görüşün gerçekten güzel" dediler. Ahnes, sözünü şöyle sürdürdü: "Askerlere hareket emri verildiğinde, ben sizinle beraber geri kalırım; o zaman siz bana uyun." Sonra o.Zühreoğulları'ndan 300 kişiyi Hz. Peygamber'le savaşmaktan caydırdı. İşte bu sebepten ötürü, o, "Ahnes" [caydıran, geri bıraktıran] adını aldı. Esas adı, Übeyy ibn Şureyk idi. Bu haber Hz. Peygamber'e ulaşınca o'nun hoşuna gitti." Bana göre bu haber zayıftır, çünkü bu hareket tarzı kınanmayı ve zemmedilmeyi gerektirmez. Hâlbuki Allah Teâlâ'nın, İnsanlardan öylesi vardır ki onun dünya hayatı hakkındaki sözü senin hoşuna gider. Ve o, kalbindekine Allah'ı şahid tutar sözü zemm makamında getirilmiş bir ifâdedir. Binaenaleyh, sözü yukarıdaki manaya hamletmek mümkün değildir. Hatta birinci görüş daha doğrudur. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

İkinci rivâyet, İbn Abbâs ve Dahhâk'tan rivâyet edilen şu haberdir: Kureyş kâfirleri, Hz. Peygamber'e, "Biz müslüman olduk! Bunun için bize ashâbından bir grup alim gönder" diye haber yolladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara bir topluluk yolladı. Onlar Batn-ı Recî'de konaklayınca, bu haber kâfirlere ulaştı. Bunun üzerine onlardan 70 kişi at bindiler ve bu müslüman topluluğunu kuşatarak, onları öldürüp astılar. İşte bunun üzerine de, onlar hakkında bu âyet nâzil oldu. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Süddî der ki: "Bu âyet, Ahmed ibn Şüreyk el-Sakîfî hakkında nâzil oldu. O Rasûlullah'a gelerek, içinden inanmadığı hâlde müslüman olduğunu izhâr etmişti." İbn Abbâs'tan nakledilir ki: Bu âyet Recî vakasında öldürülmüş olan Hubeyb ve arkadaşları hakkında söz söyleyip onları kınayan münâfıklardan bir topluluk hakkında nâzil olmuştur. Allah münâfıkları zemmetmiş, Hubeyb ve arkadaşlarını medhetmiştir. İnsanlardan öylesi de vardır ki, kendisini Allah'ın rızâsına satar. Denildi ki: "Bu âyet bütünüyle mü’minler ve münâfıkları içine alacak umumiyettedir." Katâde, Mücâhid, Rebî ibn Enes ve bir başka kişi de böyle demiştir. Sahîh olan da budur. [İbn Kesîr.]

Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi sebebin hususi olması, hükmün umumi olmasına engel değildir. Bu âyetlerde karakterize edilen kimseler, her zaman ve her yerde bulunabilir. Burada, bu tiplere karşı tedbirli ve uyanık olunması istenmektedir.

Âyetteki,
Ve o, kalbindekine Allah'ı şâhit tutar ifadesinden, onun, iki de bir "Allah benim doğru söylediğimi bilir" dediği anlaşılmaktadır. Bu münâfık karakteri bu sûrede iki yerde daha konu edilmişti. Ayrıca, Münâfikûn sûresi'nde de detaylı olarak gelecektir. Biz Münâfikûn sûresi'nin ilk âyetlerini takdim ediyoruz:

1Münâfıklar sana geldikleri zaman: "Biz, gerçekten tanıklık ederiz ki, şüphesiz sen, Allah'ın elçisisin" dediler. Allah da bilir ki şüphesiz sen O'nun elçisisin. Ve Allah tanıklık eder ki şüphesiz münâfıklar, kesinlikle yalancılardır.

2Onlar, yeminlerini bir kalkan edinip Allah'ın yolundan alıkoydular. Şüphesiz onlar, yaptıkları şeyler kötü olan kimselerdir.

3Bu, onların iman etmeleri, sonra iman etmemeleri nedeniyledir. Böylece kalplerinin üzerine damga vurulmuştur, artık onlar iyice kavrayamazlar.

4Onları gördüğün zaman da cüsseli yapıları –sanki onlar, dayandırılmış/yarı giydirilmiş ahşap kütükler gibidirler– beğenini kazanmaktadır. Söyledikleri zaman da kulak verirsin. Her feryadı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp sakının. –Allah onları kahretti; nasıl da çevriliyorlar!–

5,6Ve onlara: "Gelin Allah'ın Elçisi sizin için bağışlanma dilesin" denildiği zaman, başlarını yana çevirdiler. Sen, onların büyüklük taslayanlar olarak yüz çevirmekte olduklarını da görürsün. Senin onlar için bağışlanma dilemen ile dilememen, onlar için birdir. Allah, onlara kesin olarak mağfiret etmeyecektir; onları bağışlamayacaktır. Şüphesiz Allah, hak yolundan çıkmış bir topluma kılavuzluk etmez. [Münâfikûn/1-5]

Âyetteki, O, dönüp gitti mi/yetkilendi mi de yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için çalışır ifadesiyle de, kendisinden korkulması gereken bu düşmanın neler yaptığı ve yapabileceği beyân edilmektedir. O, mü’minlerden uzaklaştığında veya bir yetki sahibi olduğunda yeryüzünü kargaşaya boğar, geçim kaynaklarını kurutur, toplumu ayakta tutan dinamikleri yok eder.

8,9İnsanlardan bir kısmı da, –inanan kişiler olmamalarına rağmen– "Allah'a ve âhiret gününe inandık" derler. Allah'ı ve inanmış kimseleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki onlar, sadece kendilerini aldatırlar da bilincine ermezler.

10Onların kalplerinde hastalık vardır; onların ziniyetleri bozuktur da Allah, onlara hastalığı; sapkınlığı artırdı. Yalan söylemekte olduklarından dolayı da onlar için acı bir azap vardır.

11Onlara, "Yeryüzünde kargaşa çıkarmayın" denildiğinde de, "Biz ancak düzelten kişileriz" derler.

12Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, kargaşa/karışıklık çıkaranların ta kendileridir, fakat bilincine ermiyorlar.

13Ve onlara, "İnsanların inandığı gibi inanın" denilince, "Biz, o aklı ermezlerin inandığı gibi mi inanacağız!" derler. Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, aklı ermezlerin ta kendileridir. Velâkin bilmiyorlar.

14Onlar, inanmış kimselere rastladıkları zaman da, "İnandık" dediler. Kötü niyetli elebaşlarıyla başbaşa kaldıklarında ise, "Şüphesiz biz sizinle beraberiz, biz sadece alay edenleriz" dediler.

15Allah, onlarla alay eder ve tuğyanları içinde serserice dolaşmalarına süre tanır/izin verir. [Bakara/8-15]

Âyette, bu kişiler hakkında bir de,
Ona, "Allah'a takvâlı davran!" dendiği zaman da kendisini izzet [büyüklük, güç], günah işlemeye sürükler buyurulmuştur. Bu psikolojik olguya Sâd sûresi'nde de dikkat çekilmişti:

1Sâd/90. Öğüt/şeref sahibi Kur’ân kanıttır ki, 3onlardan önce nice kuşakları değişime, yıkıma uğrattık Biz. Onlar da çağrıştılar. Ama artık kurtuluş vakti değildi. 2Aksine o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler bir gurur ve bölünme içindedirler.

4,5Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, "Bu bir sihirbazdır, çok çok yalan söyleyen birisidir. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı yapmış? Bu gerçekten çok şaşılacak bir şey!" dediler.

6-8Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler: "İlâhlarınız üzerinde direnin ve sözünüzden, kararınızdan dönmeyin. Bu, gerçekten, sizden beklenen bir şeydir! Biz bunu son/başka bir dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır. Öğüt/Kitap aramızdan o'nun üzerine mi indirildi?" –Aksine onlar Benim öğüdümden/Kur’ân'dan yetersiz bilgi içindeler, aksine onlar henüz azabımı tatmadılar.–

9-11Yoksa çok güçlü ve çok bağış yapan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır? Ya da bütün o göklerin, yerin ve aralarında olanların mülkü onların mıdır? Öyleyse, burada, çeşitli gruplardan oluşmuş, bozguna uğramış bir ordu olan onlar, her yolu deneyerek yükselsinler, ellerinden gelen her şeyi denesinler! [Sâd/1-11]

B)
207. âyette profili çizilen ikinci grup kişiler ise, Allah'ın rızasına ermek için kendini satan, yani, "Allah yolunda malını-mülkünü harcayan ve canını ortaya koyan kişiler"dir.

Âyetin sebeb-i nüzûlü hakkındaki nakiller şunlardır:

Denildiğine göre bu âyet-i kerîme Süheyb er-Rûmî hakkında nâzil olmuştur. Rasûlullah'ın (s.a) yanına hicret etmek üzere yola koyulunca Kureyş'ten bir grup onu takip etti. Devesinden indi ve ok torbasında bulunan bütün okları çıkardı. Yayını aldı ve şöyle dedi: "Andolsun ki aranızda en iyi ok atanın ben olduğumu biliyorsunuz. Allah'a yemin ederim, bu torbamdaki bütün okları tek tek atmadıkça yanıma ulaşamayacaksınız. Sonra da, elimde kaldığı sürece kılıcımla çarpışıp duracağım. Ondan sonra da istediğinizi yapınız." Ona şöyle dediler: "Sen bizim yanımıza bir sefil olarak gelmişken, senin zengin olarak bizi bırakıp gitmene fırsat vermeyeceğiz. Bunun yerine Mekke'de malının bulunduğu yeri bize söyle, biz de senin arkandan gelmeyeceğiz" dediler ve bu hususta ona söz verdiler. O da istediklerini yaptı. Rasûlullah'ın (s.a) huzuruna gelince Yüce Allah'ın,
İnsanlardan öyle kimseler vardır ki Allah'ın rızasını arayarak kendi nefsini satar âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Rasûlullah (s.a) ona, "Yahyâ'nın babası, yaptığın alış-veriş oldukça kârlıdır" dedi ve ona bu âyet-i kerîmeyi okudu. Bunu Rezîn rivâyet etmiştir. Sa‘îd b. el-Müseyyeb (r.a) de böyle demiştir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Müfessirler de der ki: Müşrikler Süheyb'i yakalayıp ona işkence ettiler. Süheyb onlara, "Ben yaşı ilerlemiş bir kimseyim. Sizden veya sizden başkasından olmamın size bir zararı olmaz. Malımı alıp beni dinimle başbaşa bırakmaya ne dersiniz?" dedi. Onlar da bunu kabul ettiler. Buna karşılık onlardan bir binek ve yol masrafını vermelerini de şart koşmuştu. Medîne'ye çıkıp gitti, Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer (Allah ikisinden de razı olsun) ve bir grup müslüman onu karşıladı. Hz. Ebû Bekr ona, "Yahyâ'nın babası ticaretin kârlı oldu" deyince; Süheyb ona, "Senin ticaretin de asla ziyan etmesin. Böyle demene sebep ne?" diye sordu. Hz. Ebû Bekr de ona, "Senin hakkında işte Allah bunu indirdi" dedi ve âyet-i kerîmeyi ona okudu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

İbn Abbâs'ın rivâyetine göre bu âyet, Abdullah ibn Ced’ân'ın kölesi olan Süheyb ibn Sinan, Ammâr ibn Yâsir, annesi Sümeyye, babası Yâsir, Hz. Ebû Bekr'in kölesi Bilâl, Habbâb ibn el-Eret ve Huveytıb'ın kölesi Abis hakkındadır. Müşrikler bu kimseleri yakalayarak, onlara işkence ediyorlardı. Süheyb, Mekkelilere, "Ben yaşlı birisiyim. Benim, malım-mülküm çok. Sizden veya sizin düşmanlarınızdan yana olmam size herhangi bir zarar vermez. Ben bir söz söyledim, bu sözümden de geri dönmeyi istemiyorum. Ben size malımı-mülkümü verip, karşılığında sizden dinimi satın almak istiyorum" der. Onlar da buna razı olarak, yolundan çekilirler. Böylece Süheyb, Medîne'ye hicret eder. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil olur. Süheyb Medîne'ye girince, Hz. Ebû Bekr onu karşılayarak ona, "Alış-verişin kârlı olsun!" dedi. Bunun üzerine Süheyb ona, "Senin alış-verişin de. Sen de zarar etme ama, ne oldu ki?" dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr, "Allah senin hakkında, şunu indirdi" dedi ve âyeti ona okudu.

Habbâb ibn el-Eret ve Ebû Zerr'e gelince, bunlar kaçarak Medîne'ye geldiler. Sümeyye ise, iki devenin arasına bağlanıp, parçalandı. Sonra da, kargıyla öldürüldü. Yâsir de öldürüldü. Diğerleri de, kendilerine yapılan işkence sebebiyle, müşriklerin istedikleri şeylerin bir kısmını vererek canlarını kurtardılar. Bunlar hakkında, Mekkelilerin işkencesiyle,
Azâb edildikten sonra hicret edenler yok mu? Biz onları dünyada muzafferiyyet ve ganimetler nasib etmek sûretiyle, güzellikle sınayacağız. Âhiret ecri ise daha büyüktür (Nahl/41) âyeti nâzil olmuştur. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

Bu profil de genel olup, her zaman ve her yerde bulunan ve bulunacak olan kimselere yöneliktir. Ki Allah'a gönül verenler her zaman Rabb'lerine kulak verip mal ve canlarını Allah için harcamaya hazırdırlar.

111,112Şüphesiz Allah, tevbe eden, kulluk eden, övgüde bulunan, seyahat eden, Allah'ı birleyen, boyun eğip teslimiyet gösteren, herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden, kötü olan her şeyden vazgeçiren, Allah'ın hududunu koruyan inananlardan, canlarını ve mallarını şüphesiz cenneti onlara verme karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah'ın Tevrât, İncîl ve Kur’ân'daki gerçek bir vaadidir Ve sözünü, Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alış-verişle sevinin. Ve işte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Ve mü’minlere müjde ver! [Tevbe/111,112]

10-13Ey iman etmiş kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve O'nun Elçisi'ne inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha iyidir: Sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki hoş meskenlere girdirir. İşte bu, büyük kurtuluştur. Ve sizin seveceğiniz başka bir şey daha: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih... Ve inananlara müjde ver.

14Ey iman etmiş kişiler! Allah'ın yardımcıları olun; nitekim Meryem oğlu Îsâ, havarilere: "Allah'a benim yardımcılarım kimdir?" demişti. Havariler: "Allah'ın yardımcıları biziz" dediler. Sonra İsrâîloğulları'ndan bir zümre inandı, bir zümre inanmadı. Sonra da Biz, inanmış kimseleri, düşmanlarına karşı güçlendirdik de onlar üstün geldiler. [Saff/10-14]

1Ey iman etmiş kimseler! Eğer Benim yolumda çaba harcamak ve Benim rızamı kazanmak için çıktınızsa, size haktan gelen şeyleri bilerek reddetdikleri /inanmadıkları hâlde, onlara sevgi ulaştırarak/onlara sevgiyi gizleyerek Bana düşman olanları ve kendinizin düşmanını yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmeyin/onları yönetici yapmayın. Onlar, Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Elçi'yi ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Oysa Ben, sizin gizlediğiniz şeyleri ve açığa vurduğunuz şeyleri en iyi bilenim. Ve sizden kim bunu yaparsa artık o, kesinlikle yolun ta ortasından sapmıştır. [Mümtehine/1]

158) Şüphesiz Safâ ve Merve Allah'ın alâmetlerinden birkaçıdır. Onun için her kim Beyt'i/İlâhiyat eğitim merkezi olan Ka'be'yi kasdedip Beyt'e gider veya umre/kısa süreli eğitim yaptırılırsa, buralarda dolaşmasında kendisine bir sakınca yoktur. Her kim de gönlünden koparak bir hayır işlerse, şüphesiz Allah karşılık verendir, en iyi bilendir.[#340]
Bu âyette, Allah evi olan Ka‘be'ye öğretmen veya öğrenci olarak giden [hacceden] kimselerin, Safâ ve Merve tepelerinde dolaşmalarında sakınca olmadığı, buraların da, Allah'ın diğer alametleri gibi birer alâmet oldukları bildirilmektedir.

Âyeti tahlile başlamadan önce âyetin iniş sebebi ile ilgili klasik kaynaklarda yer alan rivâyetleri takdirlerinize sunuyoruz:

ÂYETİN ANLAŞILMASINA ve NÜZÛL SEBEBİNE DAİR RİVÂYETLER

Buhârî'nin Âsım b. Süleymân'dan rivâyetine göre şöyle demiş: Enes b. Mâlik'e Safâ ile Merve hakkında sordum. Şöyle dedi: "Biz bunların (arasında tavaf etmenin) câhiliyye işlerinden olduğu görüşünde idik. İslâm gelince onlardan uzak durduk. Yüce Allah da,
Şüphe yok ki Safâ ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur buyruğunu indirdi."

Tirmizî'nin rivâyetine göre Urve şöyle demiş: Ben Âişe'ye şöyle dedim:

-- Safâ ile Merve arasında tavaf etmeyen kimse aleyhinde bir şey olduğu görüşünde değilim ve ben ikisi arasında tavaf etmemeye de aldırmıyorum.

Bana şöyle dedi:

-- Kızkardeşimin oğlu! Ne kadar kötü bir söz söyledin. Rasûlullah (s.a) da müslümanlar da (ikisi arasında) tavaf ettiler. Müşellel
'deki tâğût olan Menât için ihlal eden [hacc için telbiyede bulunan] kimseler. Safâ ile Merve arasında tavaf etmezlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah, Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur buyruğunu indirdi. Eğer durum senin dediğin gibi olsaydı, "Onlar arasında tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur" denmesi gerekirdi.

ez-Zührî der ki: Ben bunu Ebû Bekr b. Abdurrahmân b. el-Hâris el-Hişâm'a zikrettim de bunu beğendi ve, "Şüphesiz ki bu, bir ilimdir" dedi. Ben ilim ehlinden birtakım kimseleri şöyle derken dinledim: Safâ ile Merve arasında tavaf etmeyen Araplar şöyle derlerdi: "Bizim bu iki taş arasında tavaf etmemiz bir câhiliyye işidir." Ensâr'dan olan başkaları ise şöyle dediler: "Bizler, Beytullâh'ı tavaf etmekle emrolunduk, Safâ ile Merve arasında tavaf etmekle emrolunmadık." Bunun üzerine Yüce Allah
, Şüphe yok ki Safâ ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir buyruğunu indirdi. Ebû Bekr b. Abdurrahman der ki: "Gördüğüm kadarıyla bu âyet-i kerîme hem bunlar, hem berikiler hakkında inmiştir." (Tirmizî) der ki: "Bu hasen sahih bir hadistir."

Buhârî de bu manada bu hadisi rivâyet etmiştir. Oradaki rivâyette Yüce Allah,
Şüphe yok ki Safâ ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir buyruğunu indirdi; denildikten sonra şu ifade yer almaktadır:

Âişe dedi ki: "Rasûlullah (s.a) her ikisi arasında tavaf etmeyi bir sünnet olarak uyguladı. Herhangi bir kimsenin ikisi arasında tavaf etmeyi terketmesi yakışmaz." Sonra bunu Ebû Bekr b. Abdurrahman'a haber verdim de şöyle dedi: "Şüphesiz ki bu bir ilimdir, daha önce bunu işitmemiştim." İlim ehlinden birtakım kimselerin –Âişe'nin zikrettiklerinden başka– şunu söz konusu ettiklerini dinledim: Menat için ihrama giren birtakım kimseler Safâ ile Merve arasında tavaf ediyorlardı. Allah Kur’ân-ı Kerîm'de Beyt'in tavafını söz konusu edip Safâ ile Merve'den söz etmeyince şöyle dediler: "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz Safâ ile Merve arasında tavaf ediyorduk. Allah Beytullâh'ın etrafında tavaf etme emrini indirdiği hâlde Safâ'dan söz etmedi. Safâ ile Merve arasında tavaf etmemizin bizim için bir mahzuru var mıdır?" Bunun üzerine Yüce Allah, Şüphe yok ki Safâ ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir âyetini indirdi. Ebû Bekr der ki: "Benim işittiğim şu ki, bu âyet-i kerîme her iki kesim hakkında nâzil olmuştur: Cahiliyye döneminde Safâ ile Merve arasında tavaf etmekten çekinen kimseler ile daha sonra İslâm geldikten sonra Yüce Allah Beyt'in tavafını emredip de Safâ (ile Merve)yi söz konusu etmediğinden dolayı Beyt'in tavafından sonra bilinen şekilde söz edinceye kadar ikisi arasında tavaf etmekten çekinen kimseler hakkında nâzil olmuştur."

Tirmizî Âsım b. Süleymân el-Ahvel'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Enes b. Mâlik'e Safâ ile Merve hakkında sordum da şöyle dedi: "Safâ ile Merve, câhiliyye döneminin şeâirinden [alâmetlerinden] idi. İslâm gelince ondan uzak durduk. Bunun üzerine Yüce Allah,
Şüphe yok ki Safâ ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder ve umre yaparsa onlar arasında güzelce tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur buyruğunu indirdi." (Devamla) dedi ki: "Bu ikisi arasında tavaf (yani, sa‘y) tatavvudur." (Nitekim Yüce Allah daha sonra şöyle buyurmaktadır:) Gönül isteğiyle kim bir hayır işlerse gerçekten Allah şükredenlerin ecrini veren ve her şeyi çok iyi bilendir. Tirmizî der ki: "Bu hasen, sahih bir hadistir." Bu hadisi Buhârî de rivâyet etmiştir.

İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Cahiliyye döneminde şeytânlar bütün gece boyunca Safâ ile Merve arasında sesler çıkartırlardı. Bu ikisi arasında putlar da vardı. İslâm gelince Müslümanlar, "Ey Allah'ın Rasûlü!" dediler, "Biz Safâ ile Merve arasında tavaf etmeyiz. Çünkü bunlar şirk (koşulan) varlıklardır." Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

eş-Şa‘bi der ki: "Câhiliyye döneminde Safâ üzerinde Îsâf, Merve üzerinde de Nâile adında birer put vardı. Tavaf yaptıklarında bu putlara sürünürlerdi. Müslümanlar bundan dolayı her ikisi arasında tavaf etmekten imtina ettiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu." [Kurtubî,
el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: "Safâ ve Merve tepelerinin üzerinde birer put vardı. Câhiliyye Arapları onların etrafında tavaf ediyor, onlara ellerini-yüzlerini sürüyorlardı. İslâm gelince, müslüman olanlar, bu iki put yüzünden onlar arasında tavaf etmekten hoşlanmadılar. Cenâb-ı Allah bunun üzerine bu âyeti indirdi." [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Sa‘yın dinî bir hüküm kılınmasının hikmeti, meşhur olan şu hikâyedir: Hz. İsmâîl'in annesi Hacer, hem kendisinin hem de oğlu İsmâîl'in susaması neticesi başı dara düştüğünde, Allah Teâlâ hem onun için hem de yavrusu için yerden su fışkırtarak, Hacer'in yardımına koşmuş ve böylece mahlûkâtına, dünya yurdunda her ne kadar Allah dostları çeşitli belâlarla mübtelâ olsalar da, Kendisine yalvarıp yakaran kimseleri genişliğe çıkarmasının yakın olduğunu bildirmiştir. Çünkü O, kendisinden yardım isteyenlere yardım eder. O hâlde, Hz. Hâcer ile İsmâîl'in hâllerine bir bak, Allah onlara nasıl yardım ve dualarını kabul etmiş, daha sonra da onların yaptıkları fiilleri bütün mükelleflere kıyâmete kadar bir taat kılmış, Allah'ın, yolunda muhsin olanların [iyi kullarının] mükâfâtlarını zâyî etmeyeceği bilinsin diye, onların yollarını bütün mahlûkat için uyulacak bir yol kılmıştır. Bütün bunlar, Cenâb-ı Allah'ın daha önce kullarını biraz korku, biraz açlık, biraz da mal, can ve ürünlerden noksanlaştırarak imtihan edeceğini, bütün bunlara sabredenlerin her iki dünyada mutluluğa ve saadete erişip en yüce maksadı elde edeceklerini haber vermesinden dolayı bir gerçektir. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Anlatıldığına göre Safâ'ya bu adın veriliş sebebi seçilen [mustafa] Hz. Âdem'in bu tepe üzerinde durmasıdır. Onun bu adından dolayı buraya da Safâ denilmiştir. Hz. Havva ise Merve üzerinde vakfe yaptığından buraya da kadın ismi verilmiştir. Bundan dolayı da bu tepenin adı müennestir [dişildir]. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Kitap Ehlinin iddia ettiğine göre bu Îsâf ve Nâile Ka‘be'de zina etmişler, Yüce Allah da onları iki taşa dönüştürmüş ve onlardan ibret alınsın diye Safâ ile Merve üzerine koymuştur. Aradan uzun zaman geçtikten sonra Allah dışında bunlara ibâdet edilir olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [Kurtubî,
el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

SAFÂ İLE MERVE'NİN MANASI

Buna göre
safâ ve es-safâtu kelimeleri, sanki aynı manadadırlar. Müberred, "Safâ, ‘kendisine çamur gibi şeyler bulaşmamış veya toprak karışmamış her kaya’ya denir. Bu kelimenin kökü ise, ‘saf olmak’ manasına gelen safâ-yasfû fiilidir" demiştir. Merve kelimesine gelince, bunun hakkında Halil şöyle demiştir: "‘Pürüzsüz, bembeyaz, çok sert taşlar’a, merve denir." Başkaları da, "O, küçük bir taş manasına gelir. Cem-i kıliet olarak mervâtun şeklinde, cem-i kesret olarak ise mervun şeklinde cemilenir." Ebû Züeyb şöyle demiştir. "Öyle ki, hâdiseler karşısında ben sanki hissiyat safası ile her gün dövülen beyaz kara parçası gibiyim." [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

SAFÂ

Safâ, "büyük ve pürüzsüz, topraksız, düzgün kaya parçası"na verilen addır. Çamur ve toprağın karışmadığı her kaya parçası için kullanılır. Fiil kalıbında kullanıldığında, "saf ve duru olmak" manasına gelir. Bu sözcüğün safvan kalıbı, Bakara sûresi'nde yer almıştır:

264Ey iman etmiş kimseler! Allah'a ve son güne inanmadığı hâlde malını insanlara gösteriş için bağışlayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın. İşte onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağnak isâbet ettiği zaman, sağanağın cascavlak olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Ve Allah, kâfirler toplumuna; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenler topluluğuna kılavuzluk etmez. [Bakara/264]

Ancak konumuz olan âyetteki
Safâ, özel isim olup, Mekke'de Ka‘be'nin doğusunda bulunan bir tepenin adıdır.

MERVE

"Pürüzsüz, beyaz ve sert taş" demek olan
Merve de, "Safâ" gibi özel isim olup Mekke'de Ka‘be civarındaki başka bir tepenin adıdır.

ŞE‘ÂİR

شعائر [
şe‘âir] sözcüğü, "bilmek, akletmek, idrak etmek" anlamındaki شعر [şa‘r] kökünün türevlerindendir. Şi‘r sözcüğü de buradan gelir. Şi‘r'e bu ismin verilmesi, her konuda bilgi kaynağı olmasındandır. Bu sözcüğün türevlerinden şe‘ar, ağaç ve ağaçlık, sık orman, ağaçlı bahçe gibi ağaç eksenli olarak kullanılır. Yine bu sözcüğün, "iç çamaşırı, atın çulu, arpa, terazi dirhemi, develere işaret vurma" gibi daha birçok anlamlarda kullanılan türevleri de vardır.

شعار[
şi‘âr], شعيرة[şe‘îra] (çoğulları, شعائر [şe‘âir] sözcüğü), "alâmet" [bilgi sağlayan/belirti] demektir, ki bu sözcük savaşta veya seferde askerlerin arkadaşlarını, bölüklerini, takımlarını bulmaları, kaybetmemeleri için koydukları bir belirtinin adıdır. [Lisânu'l-Arab; c. 5, s. 125-130, "Şa‘r" mad.]

Şe‘âir sözcüğü, Kur’ân'da bu âyetin dışında Mâide/2, Hacc/32, 36. âyetler olmak üzere üç yerde daha geçer. Hepsinde de, شعائر اللّه[şe‘ârillah/Allah'ın alametleri; Allah'ı tanımaya, bilmeye alamet olan her şey] anlamındadır. Ama her ne hikmetse kelimenin anlamı, araya bir "itaat" sözcüğü eklenmek sûretiyle "Allah'a itaatin alâmetleri, nişâneleri, sembolleri" şeklinde yaygınlaşmıştır. Oysa âyetlerde, "Allah'ın alâmetleri" diye geçmektedir. Âyette, من[min] edatı getirilerek, شعائر اللّه من [Allah'ın âyetlerinden bir kaçıdır] buyurulmuştur.

Safâ ile Merve'nin Allah'ın alâmetlerinden oluşu, şu âyetin delâletiyle daha iyi anlaşılmaktadır:

27Görmedin mi/hiç düşünmedin mi, gerçekten Allah gökten bir su indirdi? Biz onunla renkleri başka başka meyveler/ürünler çıkarıverdik. Dağlardan da yollar var; beyazlı, kırmızılı çeşitli renklerde/renklerin değişik tonlarında. Ve kapkara topraklar/yollar da var.

28İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah'tan ancak bilginler saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperirler. Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır. [Fâtır/27-28]

Görülüyor ki yeryüzündeki varlıkların farklılığı, mutlak bir irâdenin, mutlak bir gücün ve mutlak bir yaratıcının varlığına kanıttır. Eğer varlıklar birbirinden farksız olsalardı, onlar mukayyed [kurala bağlı, sınırları belirli] bir irâdenin, mukayyed bir kudretin eserleri olurlardı. Safâ ve Merve de yapısal farklılığı ile Allah'ın sayısız alâmetlerinden ikisidir.

Âyetteki, Buralarda dolaşmasında kendisine bir sakınca yoktur ifadesinden anlaşıldığına göre, üzerlerinde şirk koşulması/kirletilmesi sebebiyle mü’minler, Safâ ve Merve tepelerinde dolaşmanın sakıncalı olduğunu düşünmüş olmalılar ki âyette, buralarda dolaşmalarında bir sakınca olmadığı, buraların da diğerleri gibi Allah'ın alametleri olduğu ifade edilmiştir.

Buradan, kilise ve havra gibi geçmişi kirli olan yerlerin, temizlendikten sonra mescid ve okul yapılmasında, oralarda dolaşılmasında sakınca olmadığı anlaşılıyor.

Bu âyetle ilgili olarak şu hususa da dikkat edilmelidir: Âyette, oralarda tavaf etmede buyurulmaktadır. Tavaf, "dolaşmak", yani "bu tepelerde dolaşmak" demektir. Ne var ki Kur’ân'daki sözcüğün anlamı değiştirilerek, "iki tepe arasında yürümek, koşmak" şeklinde, uzun zamandır uygulanıp duran bir ritüel ortaya çıkarılmıştır.

Yukarıda yapılan "hacc" ve "umre" sözcüklerinin tahlilini –bu âyette de geçmeleri sebebiyle– tekrar veriyoruz:

HACC

Hacc, "kasdetmek" demektir. حجّ الينا فلان[hacce ileynâ fulânun/filan kişi bizi kasdederek bize ayak bastı (geldi] denilir. [Lisânu'l-Arab; c. 2, s. 326-327, "Hcc" mad.] Zebidî ise buna ilave olarak, حجّ [hacc], ‘ayak basmak, kanıtla gâlip gelmek, bir yere defalarca gitmek" gibi açıklamalarda bulunur. [Tâcu'l-Arûs; c. 3, s. 324, "Hcc" mad.]

Bu açıklamalar netleştirilirse,
hacc, fiil olarak, "bir şeyi zihne yerleştirmek ve onu yapmaktır" denilebilir. Bu sözcük, âyetlerde olduğu gibi Beyt, Ka‘be gibi kelimelerle tamlama yapıldığında, "Ka‘be'yi kafaya koyup oraya gitmek" manasına gelir. İsim olarak ise, "Ka‘be'de yüksek ilâhiyât öğretim ve eğitimini kafaya koyup oraya gitmek, orada İbrâhîmî eğitim ve öğretimle İbrâhîmleşmek; bir tevhid eri olmak" demektir.

UMRE

Ömür [hayat] sözcüğünün türevlerinden olan umre kelimesinin, "imar, mimar, tamir, tamirat" gibi birçok türevi Türkçe'ye de geçmiştir. Kalıbı itibariyle "bir kere/kısa süreli ömürlenmek" anlamında olan bu kelime, isimleştiği zaman da "bir kere/kısa süreli ömürlenme" anlamına gelir. Bu isim hâli Kur’ân'da [Bakara/196'da] iki kez yer almıştır.

Umre sözcüğü, Ka‘be, beytullah, hacc kavramlarıyla tamlama yapıldığında, "Ka‘be'den [yüksek ilâhiyât okulundan] kısa süreli yararlanma" demek olur ki, bu da bir nevi, "kurs, konferans, kongre, sempozyum niteliğindeki bir etkinlikle kısa süreli yararlanma, inanç ve amel açısından revize olma" demektir.

Âyetteki, أو اعتمر[
ev i‘tamera] –ki biz "umre yaptırılırsa" diye çevirdik– sözcüğü, kalıp olarak mutavaat [uyum] anlamı içerir. Burada hacc kastıyla değil de bilvesile/biri tarafından "kısa süreli ömürlendirilirse" demektir. Ki bu da haccedenlerin, yardımcılarını, hizmetçilerini, misafirlerini vs. kapsar.

Hacc, aylar boyu sürecek bir süreç iken, umre için süre öngörülmemiştir.

Âyetteki,
Her kim de gönlünden koparak bir hayır işlerse, şüphesiz Allah, karşılık verendir, en iyi bilendir ifadesiyle de, bu eğitime önem verilmesi, sık sık yapılması teşvik edilmektedir.
133) Yoksa siz Ya'kûb'a ölüm hâli gelip çattığı zaman, oğullarına, "Benden sonra neye kulluk edeceksiniz?" dediği zaman, onların; "Biz, bir tek ilâh olarak senin ilâhına ve ataların İbrâhîm, İsmâîl ve İshâk'ın ilâhına kulluk edeceğiz. Ve biz, sadece O'nun için islâmlaştıranlarız" dediklerine tanıklar mı idiniz?!
134) Onlar, gelip geçen bir önderli toplumdur. Onların kazandıkları kendilerinedir, sizin kazandıklarınız da kendinizedir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu olmazsınız.
Bu âyetlerde, İbrâhîm soyunun durumu bildirilmektedir: Ya‘kûb peygamber ölüm döşeğinde, Benden sonra neye kulluk edeceksiniz? demek sûretiyle tevhidden ayrılmamayı öğütler, çocukları da, Biz, bir tek ilâh olarak senin ilâhına ve ataların İbrâhîm, İsmâîl ve İshâk'ın ilâhına kulluk edeceğiz. Ve biz, sadece O'nun için islâmlaştıranlarız demek sûretiyle hem tevhidden ayrılmayacaklarını, hem de insanların İslâm ile müşerref olmasını sağlamaya çalışacaklarını, dedeleri İbrâhîm'in mirasını devam ettireceklerini bildirirler.

Merhum Mevdûdî bu âyetle ilgili şu malumatı verir:

Kitab-ı Mukkaddes'te, Hz. Ya‘kûb'un (a.s) ölümüyle ilgili tüm ayrıntıların anlatılmasına rağmen, o'nun bu son isteğine değinilmemektedir. Talmud'da ise ayrıntılı bir şekilde ele alınmaktadır ve özü hemen hemen Kur’ân'dakiyle aynıdır: "Ya‘kûb dünyadan ayrılacağı zaman oğullarını çağırdı ve onlara dedi ki: "Rabbiniz olan Allah'a ibâdet edin; O atalarınızı kurtardığı gibi, sizi de bütün zorluklardan kurtaracaktır. Çocuklarınıza Allah'ı sevmeyi ve O'nun emirlerine uymayı öğretin; çünkü Allah âdil olanları ve her işinde doğru yolda yürüyeni korur." Ya‘kûb'un oğulları cevap verdiler. "Babamız! Bize emrettiklerinin hepsini yapacağız. Allah, bizim yardımcımız olsun." Ya‘kûb şöyle dedi: "Eğer O'nun yolundan sağa ve sola sapmazsanız, Allah sizinle olacaktır."

Hz. Ya‘kûb (a.s) Rodwell'de "Midr Rabbah"dan naklen aynı şeyi zikretmektedir: "Bir tek olan Kutsal Varlık hakkında kalbinizde hiç şüphe var mı?" Onlar şöyle dediler: "Ey İsrâîl babamız, dinle. Senin kalbinde şüphe bulunmadığı gibi bizimkinde de şüphe yoktur. Çünkü Rabb, bizim Allah'ımızdır ve O tektir." [Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân.]

134. âyette, yükümlülük ve sorumluluğun kişiselliği bildirilmekte, İbrâhîm'in, oğullarının ve torunlarının hidâyet üzere olmalarının başkalarına yarar sağlamayacağı, nesebin kimseyi kurtarmayacağı, herkesin kendi amelinin karşılığını göreceği gerçeği beyân edilmekte; böylece Yahûdilerin ataları sayesinde yarar sağlayacakları inancı reddedilmektedir.

* De ki: "Allah her şeyin Rabbi iken, ben Allah'tan başka Rabb mi arayayım?" Her kişinin kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra sadece Rabbinizedir dönüşünüz. Böylece Allah, ayrılığa düştüğünüz şeyi size haber verecektir. Ve O, sizi yeryüzünde gidenlerin yerine getirilenler yapan, verdikleriyle sizi sınamak için, kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. [En‘âm/164-165]

* Artık Sûr'a üflendiği zaman, işte o gün aralarında soy-sop ilişkisi yoktur, kimse kimseden bir şey isteyemez de. [Mü’minûn/101]

* Bu iş, sizin kuruntularınızla ve Kitap Ehlinin kuruntularıyla değildir. Kim kötülük yaparsa onunla cezalandırılır. Ve o kendisi için Allah'ın astlarından bir yol gösterici, koruyucu yakın ve iyi bir yardımcı bulamaz. [Nisâ/123]


Ve İsrâ/15,Nûr/54, Sebe/25, Tûr/21, Necm/39.
135) Ve Yahudiler, "Yahûdi olunuz ki kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız; Hristiyanlar da Hristiyan olunuz ki kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız" dediler. Sen de ki: "Tam tersi, küfürden, Allah'a ortak koşmaktan dönen biri olarak Allah'ın ortaklarının olacağını kabul etmemiş olan İbrâhîm'in dinine/yaşam tarzına!"
Bu âyette, "Yahûdi olunuz ki kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız; Hristiyanlar da Hristiyan olunuz ki kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız" demeleri konu edildikten sonra onlara, Bilakis, hanif [dönen biri] olarak şirk koşmamış olan İbrâhîm'in milletine! denilerek, takip edilmesi gereken yol gösterilmektedir.

Klasik kaynaklarda âyetin iniş nedeni ile ilgili şu açıklamayı görüyoruz:

Muhammed İbn İshâk der ki: Bana Muhammed ibn Ebû Muhammed, Sa‘îd ibn Cübeyr veya İkrime yoluyla İbn Abbâs'tan nakletti ki, o şöyle demiş: Abdullah ibn Surya el-A’ver Rasûlullah'a (s.a) dedi ki: "Hidâyet bizim üzerinde bulunduğumuz yoldan başkası değildir. Ey Muhammed! Sen bize uy ki hidâyete eresin." Hrıstiyanlar da aynı şekilde söyleyince Allah (azze ve celle) bu âyeti inzâl buyurdu. [İbn Kesîr]

Yahûdilik ve Hristiyanlık; İbrâhîm, İshâk ve Ya‘kûb peygamberlerden sonra sözde din bilginleri tarafından oluşturuldu. Onun için, hidâyete erebilmenin yolu bunlara uymak değil, ana kaynağa, İbrâhîm'in milletine/dinine, o'nun inanç ve yaşam tarzına uymaktır. İbrâhîm'in yolunda olmayanların doğru yolda olmaları mümkün değildir.

Peki İbrâhîm'in dini/milleti, yaşam tarzı nedir? İşte cevabı:

* Şüphesiz İbrâhîm içtenlikle Allah'a boyun eğen, ortak koşma inancından dönmüş, Allah'ın nimetlerine karşılık ödeyen başlı başına bir ümmet idi. Ve o, ortak koşanlardan olmadı. Ve Allah, o'nu seçti ve dosdoğru yola kılavuzladı. Ve Biz İbrâhîm'e dünyada iyilik-güzellik verdik. Ve şüphesiz O, âhirette de kesinlikle sâlihlerdendir. Sonra sana: "Küfürden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten, ortak koşmakdan dönmüş bir kişi olan ve ortak koşanlardan olmayan İbrâhîm'in dinine/yaşam tarzına tâbi ol" diye vahyettik. [Nahl/120-123]

Demek oluyor ki, Allah elçisi Muhammed'in tebliğ ettiği din, İbrâhîm peygamberin dininin ta kendisidir.
136) Deyin ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrâhîm'e ve İsmâîl'e ve İshâk'a ve Ya'kûb'a ve torunlarına indirilene, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya verilene ve peygamberlere Rablerinden verilene iman ettik; onlardan hiç birini diğerinden ayırmayız ve biz ancak O'nun için islâmlaştıranlarız [sağlamlaştıran/esenlik-mutluluk kazandıran birileriyiz]."
137) Artık, eğer mü'minleri Yahûdileştirmek, Hristiyanlaştırmak isteyenler, sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, artık kesinlikle kılavuzlandıkları doğru yolu buldular. Yok eğer yüz çevirirlerse, onlar sadece parçalanmışlık içindedirler. İşte onlara karşı sana Allah yeter. Ve O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
Bu âyetlerde, nasıl iman edilmesi, müslümanın nasıl olması gerektiği anlatılıp, İsrâîloğulları'nın da gerçek imana davet edilerek şöyle denilmesi istenmektedir: Biz Allah'a, bize indirilene, İbrâhîm'e ve İsmâîl'e ve İshâk'a ve Ya‘kûb'a ve esbâta [torunlarına] indirilene, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya verilene ve peygamberlere Rabb'lerinden verilene iman ettik; Onlardan hiç birinin arasını ayırmayız [hiç birini diğerinden ayırmayız] ve biz ancak O'nun için islâmlaştıranlarız.

Bütün peygamberlere ve onlara indirilenlere inanmak, onlar arasında hiçbir ayrım gözetmemeyi gerektirir.

Âyetteki esbât kelimesiyle, "Ya‘kûb'un çocukları" kasdedilmiştir. Bunların sayısı oniki olup her birisinin soyundan bir ümmet gelmiştir.

137. âyette Ehl-i Kitaba, "onlar da sizin gibi ayırım yapmadan inanırlarsa (yani, Muhammed peygambere de inanırlarsa) hidâyete ererler. Aksi takdirde Allah onların hakkından gelir" mesajı verilmektedir.

* Ve Biz senden önce hiçbir elçi göndermedik ki ona: "Gerçek şu ki, Benden başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için Bana kulluk edin" diye vahyetmiş olmayalım. [Enbiyâ/25]

* Allah, dinden Nuh'a yükümlülük olarak ulaştırdığı şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Mûsâ’ya ve İsa'ya yükümlülük olarak ulaştırdığımız şeyi yaşam yolu yaptı: "Dini hayata geçirin, ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin." Senin kendilerini davet ettiğin şey, ortak koşan kimselere ağır geldi. Allah, dilediğini kendine seçer ve kalpten yöneleni de o davet edilene kılavuzlar. [Şûrâ/13]
138) Allah'ın dinine! Din ortaya koymak konusunda Allah'tan daha güzel olan kimdir? Ve biz, sadece O'na kulluk edenleriz.
Bu âyet birkaç şekilde açıklanabilir:

A) 135. âyette, Ehl-i Kitabın Müslümanlara, Yahûdi veya Hristiyan olmalarını, aksi hâlde doğru yolda olamayacaklarını söyledikleri nakledilmiş, ardından da, "Bilakis İbrâhîm'in milletine!" denilmişti. O bakımdan bu âyet, 135. âyetteki "İbrâhîm'in dini"nden bedel olabilir. Böylece İbrâhîm'in dini, Allah'ın boyası [dini] olarak açıklanmış olmaktadır.

B) Bu âyetin bir Tahzir/İğra cümlesi olup, insanlığı uyardığı söylenebilir. Zira, tahzir cümlesinde, işin muacceliyetinden dolayı emir fiili söylenmeden tümleci söylenir. Örneğin, yolda dikkatsizce yürüyen bir kimseye, arkadan bir araba yanaştığında, "Kenara, kenara!" veya "Araba, araba!" denir ki bu, "çabuk kenara çekil" ve "araba geliyor dikkatli ol" demektir. Bu cümle tahzir cümlesi kabul edildiğinde âyetin anlamı, "Allah'ın boyasına koşun, Allah'ın dinine girin" demek olur.

Dinin/İbrâhîm'in milletinin, "boya" olarak nitelenmesi, mecâzîdir. Çünkü boyanın etkisi kumaşta nasıl ortaya çıkarsa, dinin öngördüğü inanç ve ameller de din mensupları üzerinde öylece görülür. Araplar, "Falanca falancayı, falanca şeyde boyuyor" derler, bununla da, "boya elbiseden nasıl ayrılmaz, onunla birlikte kalırsa, o adam da, falancayı o işe sokuyor ve ondan ayrılamaz hâle getiriyor" anlamını kasdederler.

C) Bu ifade, Hristiyanlardaki vaftiz uygulamasına bir reddiye de olabilir. Bilindiği üzere Hristiyanlar çocuklarını renkli bir suya batırarak vaftiz ederler. O suyun, onları gerçek Hristiyan yaptığına inanırlar. Bu sebeple âyet, insanın, renkli sulara batırılmak sûretiyle hidâyete ermiş olmayacağına işaret olabilir.
139,140) De ki: "Allah, sizin Rabbiniz ve bizim Rabbimiz olmasına rağmen, O'nun hakkında mı bizimle çekişiyorsunuz? Bir de bizim amellerimiz yalnızca bize, sizin amelleriniz de yalnızca sizedir. Ve biz sadece O'nun için Kendisini tüm noksanlıklardan arındıran kimseleriz. Yoksa siz, "Şüphesiz İbrâhîm, İsmâîl, İshâk, Ya'kûb ve torunları da hep Yahûdi veya Hristiyan idiler" mi diyorsunuz?" De ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Kendi yanındaki, Allah'tan gelen bir şâhitliği saklayandan kendisine daha haksızlık eden kim olabilir? Allah, yaptıklarınıza bilgisiz, duyarsız da değildir."
Bu âyetlerde de İsrâîloğulları muhatap alınmış, onların asılsız iddia ve inançları reddedilmekte, ardından da ellerindeki kitapta bulunan gerçeği sakladıkları için tehdit edilmektedirler. Sakladıkları gerçek ise, –146. âyette görüleceği gibi– Kur’ân'ın ilâhî bir kitap, Muhammed'in de Allah'ın elçisi olduğunu kendi oğullarını bildikleri gibi bildikleri gerçeğidir.

ALLAH HAKKINDA TARTIŞMAK

Allah hakkında tartışmanın mahiyetini ve boyutlarını anlamak için önce şu âyetlere göz atılmalıdır:

* Buna rağmen eğer seninle tartışırlarsa de ki: "Ben tüm benliğimi Allah için İslâmlaştırdım/ben Müslüman oldum. Bana uyanlar da Müslüman oldular." Kitap verilenlere ve Anakentliler'e: "Siz de sağlamlaştırdınız mı/İslâm'ı kabul ettiniz mi?" de. Eğer sağlamlaştırırlarsa/İslâm'a girerlerse, artık kılavuzlandıkları doğru yola ermişlerdir. Ve eğer sırt çevirirlerse sana düşen sadece mesajı iletmektir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir. [Âl-i İmrân/20]

* Ve toplumu o'nunla tartıştı. İbrâhîm; "Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O'na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. –Ancak Rabbimin dilediği şey hariç.– Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünmez misiniz? Ve Allah, haklarında hiçbir güç-kuvvet indirmediği hâlde, siz O'na ortak koşmaktan korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha layıktır?" dedi. [En‘âm/80-81]

* İnsanlardan bazıları da Allah hakkında bilgisizce; kılavuz olmadan, aydınlatıcı bir kitap olmadan tartışırlar. [Hacc/8]

* Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye, Rabbi hakkında İbrâhîm'le tartışan kimseyi görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Hani İbrâhîm, "Benim Rabbim dirilten ve öldürendir" demişti. O, "Ben diriltir ve öldürürüm" demişti. İbrâhîm, "Öyleyse, şüphesiz Allah, güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan getir!" deyince o kâfir; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kişi şaşırıp kaldı. –Ve Allah kendi benliklerine haksızlık edenler toplumuna doğru yolu göstermez.– [Bakara/258]

Demek ki Allah hakkında tartışmak; Allah'ın varlığı, birliği, evrendeki rabbliği, tasarrufu ve insanlar için ortaya koyduğu ilkelerin kabulü hususunda olmaktadır.

Kendilerine, Şüphesiz İbrâhîm, İsmâîl, İshâk, Ya‘kûb ve torunları da hep Yahûdi veya Hristiyan idiler" mi diyorsunuz? De ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?" suali, Hristiyanlık ve Yahûdiliğin daha sonraki dönemlerde oluşturulduğunu bildikleri hâlde câhil halkı aldatan din adamlarına yöneltilmektedir. Dinlerini çıkarlarına alet eden bu din tüccarlarının bu sorulara cevap vermeleri mümkün değildir. Çünkü, asırlar evvel yaşamış peygamberlerin, kendi uydurdukları mezhep ve inançlar üzerinde bulunduklarını iddia edemezlerdi.
141) Onlar, gelip geçen bir önderli toplumdurlar. Onların kendi kazandıkları kendilerinedir, sizin kazandıklarınız da kendinizedir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu olmazsınız.
Bu âyette, geçmişteki ataları ile övünmenin kimseye yarar sağlamayacağı, esas olanın herkesin kendi yaptıkları olduğu ihtar ediliyor. Kim ne yaparsa, onun karşılığını görecektir.

Aynı ifadeler, 134. âyette de yer almakla birlikte mesajları farklıdır. 134. ayette, ataların hidâyet üzerinde olmasının torunlara bir fayda sağlamayacağı mesajı verilirken, burada ataların küfründen torunların sorumlu tutulmayacağı mesajı verilmektedir.
153) Ey iman etmiş kimseler! Sabretmekle ve salâtla [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma ile] yardım isteyin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.
154) Ve Allah yolunda öldürülenlere, "Ölüler" demeyin. Aslında onlar diridirler. Fakat siz bilincine ermiyorsunuz.
155,156) Ve de kesinlikle Biz, korkudan, açlıktan bir şeylerle ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiklik ile sizi zayıf düşüreceğiz/imtihan edeceğiz. Kendilerine bir musibet geldiği zaman, "Biz şüphesiz Allah'a aidiz ve yalnız O'na döneceğiz; sadece O'nun ilkelerini uygulayacağız" diyen şu sabredenlere de müjdele!
157) İşte onlar; Rablerinden, birtakım destekler ve rahmet kendilerinedir. İşte onlar, kılavuzlandıkları doğru yolu bulanların da ta kendisidir.
153. âyette de, –45. âyette olduğu gibi– Allah'tan yardımın salât ve sabır ile istenmesi gerektiği, Allah'ın sabredenlerle beraber olacağı [sabredenlere yardım edeceği] beyân ediliyor. Demek oluyor ki, insanların beklentisi, sabır ve salât ile yerine gelecektir. Miskin miskin oturarak istekte bulunmak, bir anlam ifade etmez.

Sabır ve salât hakkında daha evvel açıklamalar yapmıştık. Burada sabrı bir daha hatırlatıyoruz. Sabır, her yönüyle şu âyette özetlenmiştir:

146Nice peygamberler de vardı ki kendileriyle beraber birçok Allah erleri savaştılar; Allah yolunda kendilerine isabet eden şeylerden gevşemediler, zaafa düşmediler ve boyun eğmediler. Ve Allah, sabredenleri sever. [Âl-i İmrân/146]

Sabır, işte budur; yani, "sıkıntı ânında gevşememek, zaafa düşmemek ve boyun eğmemek"tir.

154-157. âyetlerde mü’minlere, Allah'a nasıl teslimiyet göstermeleri gerektiği bildirilmekle ve yaşadıkları sıkıntılar karşısında takınmaları gereken tavırlar ortaya konmaktadır. Bu âyetler aynı zamanda mü’minlere bir tesellidir. 154. âyette ise, mü’minler için nihai bir hedef gösteriliyor: Allah yolunda ölmek. Ama bu, bir ölüm değil, gerçek hayata bir adımdır.

Bu âyetlerin iniş sebebiyle ilgili klasik kaynaklarda şu bilgiler verilmektedir:

İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: Bu âyet Bedir şehidleri hakkında nâzil olmuştur. O gün Müslümanlardan 14 kişi şehid edilmişti. Bunlardan 6'sı Muhâcirlerden, 8'i ise Ensârdandı. Muhâcirlerden olan; "Ubâde b. el-Hars b. Abdulmuttalib, Ömer b. Ebî Vakkas, Zü'ş-Şimâleyn, Amr b. Nufeyle, Âmir b. Bekr ve Mihca b. Abdullah idi. Ensârdan olanlar; Sa‘îd b. Hayseme, Kays b. Abdu'l-Münzir, Zeyd b. el-Hars, Temim b. el-Hümâm, Râü b. el-Muallâ, Hâlise b. Surâka, Muavviz b. Afra veAvf b. Afra. Sahabe-i Kiram, "Falanca öldü, falanca öldü" diyorlardı. Cenâb-ı Allah, o şehidler hakkında, "öldüler" denilmesini nehyetti.

Diğer müfessirlerden ise şu görüş rivâyet edilmiştir: "Kâfirler ile münâfıklar, "İnsanlar, hiçbir menfaati olmaksızın sırf Muhammed'in rızasını kazanmak için kendilerini öldürüyorlar" demişlerdi de bu âyet bunun üzerine nâzil oldu. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Öyle anlaşılıyor ki, bu âyetler, Hicret'ten sonra, Bedir savaşı'ndan önce, mü’minlerle Kureyşliler arasında meydana gelen bir çatışmada bazı müslümanların şehid düşmeleri üzerine inmişlerdir.

154. âyetteki verilen direktifler, Âl-i İmrân sûresi'nde şöyle açıklanmıştır:

169-171Allah yolunda öldürülenleri de sakın ölüler sanma. Tam tersi onlar diridirler, Allah'ın armağanlarından verdiği şeylerle sevinçli olarak Rableri katında rızıklanmaktadırlar. Arkalarından kendilerine henüz ulaşmayan kimselere, kendileri için hiçbir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler. Onlar, Allah'tan bir nimeti, armağanı ve Allah'ın şüphesiz, mü’minlerin ecrini kaybetmeyeceğini müjdelemek isterler. [Âl-i İmrân/169-171]

Bu âyetten anlaşıldığına göre burada konu edilen "dirilik", malum anlamıyla dirilik değil, onların ölümlerinin başkalarını harekete geçirmesi, başkalarına güç kaynağı olmasıdır. Nitekim târihe bakıldığında görülür ki, Allah yolunda ölenlerin isimleri yaşamakta ve sonrakilerin de davalarını, cesaret ve yiğitlik ruhunu canlı tutmakta; hayattakiler de onlar gibi Allah yolunda can vermeyi istemektedirler.

Âyetlerde Allah yolunda öldürülenlere, "ölüler" demek yasaklanmıştır. Çünkü "ölüm" yok oluş, hiçlik demektir. Bu nedenle insanlarda bezginlik oluşturur, onların cesaret ve ümitlerini kırar. Ama mü’min; ölümü/hiçliği ve yok olup gitmeyi kabul etmez, aksine ölümün Allah'a dönüş olduğuna inanır.

155-157. âyetlerde ise insanların, özellikle de mü’minlerin "korku, açlık, mal, can ve üründen eksik verme (var olandan eksiltme ile değil)" ile sınanacakları bildirilmekte ve sabretmeleri istenmekte, sabrın karşılığının nasıl olacağı da, Rabb'lerinden, birtakım destekler ve rahmet kendilerinedir. İşte onlar, hidâyete erenlerin de ta kendisidir ifadeleriyle beyân edilmektedir.

Âyette bahsedilen
korkuyu, "düşman ve savaş korkusu"; açlığı, "kâfirlerle mücadele ederken sıkıntıya düşmek, kıtlık, kuraklık gibi nedenlerle ürünsüz kalmak"; mallardan eksiliği, fakir bir ortamda doğmuş olma, yetim, kardeşsiz veya çocuksuz olma veya vücut fonksiyonlarının ve organlarının; doğuştan körlük, sağırlık, kısırlık,,vs."; ürünlerden eksikliği, "meyve ve ürünlerin verimsizliği... ya da bir başkasının fiili nedeniyle kazaya uğrayıp candan, maldan ve üründen mahrum kalma" olarak anlamak mümkündür.

Âyette, musibete uğrayan mü’minlerin, Biz şüphesiz Allah'a aidiz ve yalnız O'na döneceğiz diyerek sabrettikleri bildirilmektedir, ki bu durum, imanın güzel bir şekilde açığa vurumu olup, insanların Allah'ın mülkü olduğunun ve fani oluşun itirafıdır. Allah'a dönmek, tabii ki mekan ve cihet itibariyle bir dönüş değildir. Araplar, "Krala müracaat edeceğim "derler ve bununla, "kralın yanına çıkmayı" değil, "onun kudretine başvurmayı, anlaşmazlığı ona taşımayı, onun merhametine sığınmayı" kasdederler. Bu ifade özetle, kulun başına gelen musibetlere razı olduğuna, bunların neticesini Allah'a havale ettiğine, O'nun kendisine zulmedenlerden intikamını alacağına inandığına delâlet eder.

20Biz, senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik. Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için saflaştırmak için sıkıntı malzemesi yaptık. –Sabrediyor musunuz!– Ve senin Rabbin çok iyi görendir. [Furkan/20]

Allah'ın müslümanları ne ile ve nasıl imtihan edeceğine dair birçok âyet bulunmaktadır. Meselâ:

Âl-i İmrân/186, Mülk/1-2, Zümer/10, Muhammed/31, A‘râf/168, En‘âm/164-165, Nahl/112, Fecr/15-16, Teğâbün/15, Muhammed/38.

159,160) Şüphesiz indirdiğimiz açık delilleri ve doğru yol kılavuzunu, Biz, kitapta insanlara apaçık gösterdikten sonra gizleyen kimseler; işte onlar; onları Allah ve dışlayanlar, dışlayıp gözden çıkarır. Ancak günahtan dönüş yapan ve düzeltenler ve açık delilleri ve doğru yol kılavuzunu açıkça ortaya koyanlar başkadır. İşte onlar, Ben onların tevbelerini kabul ederim. Ve Ben tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı veren, çokça merhamet edenim.
161,162) Küfredip; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedip de bu hâl üzerine ölen şu kimseler; işte onlar; Allah'ın, doğal güçlerin/vahiylerin, insanların hepsinin dışlaması onlaradır. Onlar dışlanışta temelli kalıcıdırlar. Onlardan azap hafifletilmez ve onlara bakılmayacaktır da.
163) Ve sizin ilâhınız, bir tek ilâhtır. O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet edendir, engin merhamet sahibidir.
Bu âyet grubunda, kendilerine bildirilenleri gizleyenler tehdit edilmektedir. Kaynaklarda bunların, Yahûdi bilginleri ve Hristiyan rahipleri olduğu ifade edilir.

Yahûdi ve Hristiyanların bilginleri, Kitaplarındaki öğretileri gizleyerek dini tekellerine aldılar ve hevalarına göre yeni bir din uydurarak kitlelere empoze ettiler. İşte bu yüzden Allah'ın lânetine [merhamet ve aftan dışlama cezasına] uğradılar.

Paragrafın son bölümündeki, Ancak tevbe eden ve düzeltenler ve (açık delilleri ve hidâyeti) açıkça ortaya koyanlar başkadır. İşte onlar; Ben onların tevbelerini kabul ederim. Ve Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim. Şu inkâr edip de inkârcı olarak ölen kimseler; işte onlar; Allah'ın, meleklerin, insanların hepsinin lâneti onlaradır. Onlar onda [lânette] temelli kalıcıdırlar. Onlardan azap hafifletilmez ve onlara bakılmayacaktır da açıklamasıyla, yine de onlara mağfiret kapısının açık tutulup ölmeden tevbe edebilecekleri bildiriliyor.

Bu âyetlerde verilen mesajlar, sadece Yahûdi ve Hristiyan bilginlerine yönelik değil, tüm insanlara olup, insanları değerlendirirken ömürlerinin son demlerinin dikkate alınması istenmektedir. Zira, bugün kâfir olan, yarın tevbe ederek Allah'ın rahmetine nail olabilir.

Âyetlerdeki bir başka mesaj da, hakkı gizleyenin lânetleneceğidir. Dolayısıyla, kim Allah'ın dini hususundaki bir bilgiyi veya başkasının hidâyetine sebep olabilecek bir açıklamayı gizlerse, Allah'ın lânetine uğrar.



La‘net:
اللعنة [la‘net] sözcüğü, "kovmak, uzaklaştırmak, iyilik ve faydadan mahrum bırakmak" anlamındaki la‘n sözcüğünden türemiş isimdir. Eski Araplar bu sözcüğü, "ailenin veya sülalenin bir ferdinin dışlanması" anlamına kullanırlardı. لعين [la‘în] ve ملعون [mel‘ûn] sözcükleri de buradan gelmiştir. La‘net Allah tarafından olursa, "dünyada iyilikten, âhirette de lütuf ve merhametten mahrum bırakma"; insanlar tarafından olursa, "küfür, dışlama, sövme, hakaret ve beddua" anlamına gelir.
164) Şüphesiz ki göklerin ve yerin oluşturuluşunda, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarayan şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah'ın semadan bir su indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, yeryüzünde her deprenen canlılardan yaymasında, rüzgârları evirip çevirmesinde, gök ile yeryüzü arasında emre hazır olan bulutta, şüphesiz akıllarını çalıştıran bir toplum için elbette alâmetler/göstergeler vardır.
163. âyette, Ve sizin ilâhınız, bir tek ilâhtır. Ondan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, Rahmân'dır, Rahîm'dir buyurulmuş ve bunun kanıtı olarak da, 164. âyet gelmiştir. Bu âyette, evrendeki her oluşumda aklını çalıştıran, çevresindeki ilâhî kanunları gözlemleyen toplum için, Allah'ın varlık ve birliğine dair deliller bulunduğu beyân edilmektedir.

Bu âyetin inişi ile ilgili klasik kaynaklarda nakledilen bilgiler şunlardır.

Kureyşliler, Hristiyanlara Hz. İsâ'nın (a.s) mucizelerini sordular. Onlar, Hz. İsâ'nın (a.s) anadan doğma körleri ve alaca hastalığını iyileştirme ile ölüleri diriltme mucizelerini anlattılar.

Kureyşliler, Hz. Peygamber'e (s.a), "Allah'a Safâ tepesini, bizim için altın kılması için dua et de, sana yakînî olarak inanalım ve düşmanımıza karşı gücümüz artsın" dediler. Hz. Peygamber (s.a), bundan dolayı, bunu Rabbinden isteyince, Allah Teâlâ bunu vereceğini, fakat eğer onlar buna rağmen tekzib ederlerse, hiç kimseye yapmadığı bir şekilde onlara azab edeceğini" bildirdi. Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a), "Beni ve kavmimi helak etme. Ben onları günbegün İslâm'a davet ederim" dedi. İşte bu sebeple Allah Teâlâ bu âyeti, yakînleri artsın diye Safâ tepesini altın yapmasını isteyenlere; göklerin, yerin ve âyette geçen diğer varlıkların yaratılmasının yakîni artırma bakımından daha büyük olduğunu beyân etmek için indirmiştir. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Atâ der ki: Hepinizin ilâhı tek bir ilâhtır âyeti nâzil olunca Kureyş kâfirleri, "Bütün insanlara tek bir ilâh nasıl olur da yeter?" demeye başladılar. Bunun üzerine, Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında âyeti nâzil oldu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bu âyet, Mekkelileri tefekküre davet eden âyetlere benzemektedir. Burada dikkat çekilen deliller, birçok kez zikredilmişti. Bunlardan birkaçını takdim ediyoruz:

18Ve Biz gökten bir ölçüde su indirdik de onu yeryüzünde durgunlaştırdık. Ve şüphesiz Biz, onu gidermeye de kesinlikle güç yetirenleriz. [Mü’minûn/18]

6Ve yeryüzünde hiçbir küçük-büyük canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. Allah, onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır. [Hûd/6]

9Ve Allah, rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete geçirip yukarılara kaldırır. Derken Biz, o bulutu ölmüş bir beldeye sürüp göndermişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte böyledir ölmüş çürümüş insanlara hayat vermek. [Fâtır/9]

Ve A‘râf/57, Ahkâf/24-25, Nahl/79, Mülk/19, İsrâ/70, Zâriyât/22, Hacc/5, Âl-i İmrân/190-191, Mü’min/61, Rûm/23, Enbiyâ/30, Mülk/30, Vâkıa/68-69, Yâ-Sîn/36-40.

165,166) İnsanlardan kimi de Allah'ın astlarından birtakım eşler tutan kimselerdir. Onları, Allah'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman etmiş kimseler, Allah'a sevgi yönünden daha kuvvetlidir. Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler, azabı görecekleri zaman; kendilerine uyulan kimseler, azabı görerek kendilerine uyanlardan kaçıp uzaklaştıkları ve azabı gördükleri ve kendileriyle bağlar kesildiği zaman, bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke görselerdi.
167) Onlara uyanlar da, "Ah, bizim için dünyaya bir dönüş olsaydı da onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!" derler. İşte böylece Allah onlara bütün amellerini, üzerlerine yığılmış pişmanlık ve üzüntüler hâlinde gösterecektir. Onlar bu ateşten çıkanlar da değillerdir.
Bu âyet grubunda, akıl sahiplerinin kabul etmek durumunda oldukları bunca kesin delile rağmen Allah'a eş koşan kimselerin bulunduğu haber verilmektedir. Şirke saplanan zâlimlere, o dehşetli anlardan pişmanlık tabloları sunularak uyarılar yapılmaktadır.

Burada onlar zamiri ile kasdedilenler, "müşriklerin, kendilerini Allah'a yaklaştırsınlar diye ilâh edindikleri, fayda ve zararını umdukları, başları dara düştüğünde yöneldikleri, adaklarda bulunup kurban kestikleri putlar"dır. Âyetteki, Onları, Allah'ı sever gibi seviyorlar ifadesi, "onlar âciz olan putlarını, mü’minlerin kudreti sonsuz olan Allah'ı sevdikleri gibi seviyorlar" demektir.

3Dikkatli olun, halis din sadece Allah'a aittir. O'nun astlarından birtakım yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinenler: "Allah'ın astlarından edindiğimiz yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsın diye biz onlara tapıyoruz." Şüphesiz kendilerinin ayrılığa/anlaşmazlığa düşüp durdukları şeylerde, onların arasında Allah hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk etmez. [Zümer/3]

Âyetin devamında ise,
Ve o zulmeden kimseler, azabı görecekleri zaman; kendilerine uyulan kimseler, azabı görerek kendilerine uyanlardan kaçıp uzaklaştıkları ve azabı gördükleri ve kendileriyle bağlar kesildiği zaman, bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke görselerdi denilerek, o çok güvendikleri, Allah'ı sever gibi sevdikleri kişi ve nesnelerin onları nasıl yalnız bırakacağı bildirilip uyarılar yapılmıştır. Allah rahmeti gereği bu uyarıyı birçok kez (Ankebût/25, Zuhruf/67, Ahzâb/64-68, A‘râf/38, İbrâhîm/22, Meryem/81-82, Sebe/31-32) tekrarlamıştır.

167. âyetteki, İşte böylece Allah onlara bütün amellerini, üzerlerine yığılmış hasretler [pişmanlık ve üzüntüler] hâlinde gösterecektir. Onlar bu ateşten çıkanlar da değillerdir ifadesiyle, müşriklerin tüm çabalarının boşa gittiği açıklanmaktadır. Bu uyarı da Kur’ân'da sıkça tekrarlanmıştır: Meselâ: Furkân/23, İbrâhîm/18, Nûr/39.
168) Ey insanlar! Yeryüzündeki helâl ve temiz, hoş, yararlı şeylerden yiyin ve şeytânın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.
169) O, size yalnızca kötülüğü, aşırılığı; çirkinliği-hayâsızlığı ve Allah üzerine bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.
Burada, Ey insanlar! Yeryüzündeki helâl ve tayyib [temiz, hoş, yararlı] şeylerden yiyin ve şeytânın adımlarını izlemeyin buyurularak tüm insanlığa hitap edilmiş; nimetlerin tümünün insanlar için yaratıldığı bildirilmiş, nimetlerden yararlanırken şeytânın oyununa gelinmemesi hususunda uyarı yapılmıştır.

Tayyib, "temiz, lezzeti ve yaralı olan şey" demektir. Yiyecekler hakkında En‘âm/145 ve Nahl/115'te de uyarılar yapılmış ve biz de detaylı bilgi sunmuştuk. Bu konu 173. âyette de gelecektir. Burada, şeytân ve şeytânın adımlarına dikkat çekmek istiyoruz.

Şeytâna dair birçok yerde detaylı bilgi sunmuştuk. Bunları kısaca hatırlatalım:

Kur’ân'a göre, kötülüğün sembolü olup kötülük telkin eden her şey "şeytân" diye isimlendirilir. Kötülük telkin eden bir insana "şeytân" dendiği gibi, kıskançlık ve öfke gibi kötü duygulara da "şeytân" denilir. Dolayısıyla şeytân, görünmez ve müstakil bir varlık değildir. Şeytânla ilgili âyetler dikkate alındığında; "harâmı, hakksız kazancı emreden ve öneren"; "kötülük, hayâsızlık ve Allah'a şirk koşmayı emreden"; "fakirlikle korkutan"; "kuruntulara düşüren"; "Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emreden"; "kandırmak için yaldızlı sözler fısıldayan"; "vesvese verip zihin bulandıran"; "amellerle şımartan"; "azdıran"; " insan arasına içki, uyuşturucu ve kumarla düşmanlık ve kin sokmak isteyen"; "Allah'ı anmaktan geri bırakmak isteyen" kişilerin, güçlerin ve huyların hepsi birer şeytândır.

Şeytânın adımları, –aşağıdaki örneklerde de göreceğimiz gibi– "şeytânın işlerinin tümü"dür:

268Şeytân, sizi fakirlikle korkutur ve size çirkinliği-hayâsızlığı emreder. Allah ise, size Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaat eder. Ve Allah, bilgisi ve rahmeti sonsuz geniş olandır, en iyi bilendir. [Bakara/268]

60Kesin olarak, inanmamakla emrolundukları tâğutu aralarında hakem yapmak isteyerek kendilerinin, sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri süren şu kişileri görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Şeytan da onları uzak/geri dönülmez bir sapıklıkla sapıttırmak istiyor. [Nisâ/60]

91Gerçekten şeytan, hamr ve kumarda sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi, Allah'ın anılmasından, öğüdünden ve salâttan [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmakdan; toplumu aydınlatmaktan] alıkoymak ister. Öyleyse sona erdirmiş kişiler/vazgeçmiş kişiler misiniz? [Mâide/91]

Ve Kasas/15, Fâtır/6, Nisâ/118-119, A‘râf/16-17,27,200-201, Enfâl/48, Nahl/63, İsrâ/53, Meryem/42-45, Lokmân/2l.

Bu iki âyetten anlaşıldığına göre, ilk insandan bu yana herkeste var olan şeytâna karşı uyanık bulunmalı, her iş ilâhî vahye göre yapılmalı, şeytâna uyarak Allah'ın harâmı helal, helali harâm kılınmamalıdır.

Bu âyetin inişi ile ilgili klasik kaynaklarda şu nakledilir:

İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: "Bu âyet, sâibe [adak olarak salıverilen], vasîle [putlara adanan] ve bahîre [kulağı yarılıp salıverilmiş] ismi altında hayvanları harâm kılanlar hakkında nâzil olmuştur. Bunu yapanlar Sakif, Benû Âmir b. Sa‘sa‘a, Huza‘a ve Benû Müdlic kabileleri idi." [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

169. âyette,
Allah üzerine bilmediğiniz şeyleri söylememenizi emreder ifadesiyle neyin kasdedildiğini, Hacc sûresi'nden öğreniyoruz:

İnsanlardan bazıları da Allah hakkında bilgiden başka şeyle; kılavuz olmadan, aydınlatıcı bir kitap olmadan tartışırlar. [Hacc/8]
170) Ve onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun" dendiği vakit, "Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız" dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve kılavuzlandıkları doğru yolu bulmaz idiyseler de mi?
171) Ve kâfirlerden bir kısmının; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişilerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyen şeylere çoban haykırışı/karga haykırışı yapan kimsenin hâli gibidir; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden onlar akıl da etmezler.
259) Veyahut bir kısım küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kişilerin hâli, evlerinin çatıları çökmüş bir kente uğrayan kimse gibidir: O kimse, "Bunu, bu ölümünden sonra Allah nasıl diriltecek?!" diyerek inançsızlığını ortaya koydu. Bunun üzerine Allah onu yüz sene öldürdü, sonra diriltti. Allah, "Ne kadar kaldın?" dedi. O, "Bir gün yahut bir günün bir kısmı kaldım" dedi. Allah, "Tam tersi, sen yüz sene kaldın, öyle iken bak yiyeceğine-içeceğine henüz bozulmamış, eşeğine de bak. -Biz, bunu, sen bilesin ve seni insanlar için bir âyet kılalım diye yaptık- O kemiklere de bak, onları nasıl yüksekleştiriyoruz. Sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?" dedi. Böylece ona açıkça belli olunca, "Şüphesiz Allah'ın her şeye güç yetiren olduğunu daha iyi biliyorum" dedi.
Bu âyetlerde, taklitçi müşriklerin şirk koşma gerekçelerinin tutarsızlığı, sanatsal bir soru ile ortaya konmuş, ardından da iki örnekle kınanmışlardır.

Atalarından intikal eden din, iman ve kültüre körü körüne tâbi olup meseleleri sorgulamayanlar, başka sûrelerde de zikredilmiştir:

104Ve onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye gelin" dendiği zaman: "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" dediler. Ataları bir şey bilmeyen ve kılavuzlanan doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı? [Mâide/104]

21Ve onlara: "Allah'ın indirdiğine tâbi olun!" dendiği zaman: "Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" dediler. Ya şeytan onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse! [Lokmân/21]

Taklitçi kâfirler, ilk örnekte; duymayan, akletmeyen, yardım etmesi mümkün olmayan nesnelere bağıran kimseye benzetilmiştir; ki bunların, dünyada yaptıkları bütün iyilikler boşa gidecek, amellerinin kendilerine hiç faydası olmayacaktır.

Kur’ân'da fayda ve zarar vermeye gücü olmayan, hatta kendilerine bile hayrı dokunmayan şeylere yakaranlardan, Bakara/102; En‘âm/71; Hacc/12; Yûnus/18, 106; Furkân/3, 55; Mâide/76; Ra‘d/16; Tâ-Hâ/89 ve Enbiyâ/66'da da bahsedilmiş ve geniş bilgi verilmişti. Bu âyetle verilen mesaj, Şu‘arâ (69-103) ve Meryem (41-45) sûrelerinde ayrıntılı olarak yer almıştı.

259. âyetteki ikinci örnekte ise, inkârcılar, başka bir inkârcıya benzetilmektedir: evlerinin çatıları çökmüş bir kente uğrayan kimse gibidir:
O [o kimse], "Bunu bu ölümünden sonra Allah, nasıl diriltecek?" dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz sene öldürdü, sonra diriltti. O [Allah], "Ne kadar kaldın?" dedi. O, "Bir gün yahut bir günün bir kısmı kaldım" dedi. O [Allah], "Bilakis, sen yüz sene kaldın, öyle iken bak yiyeceğine, içeceğine henüz bozulmamış, eşeğine de bak. –Biz, bunu, sen bilesin ve seni insanlar için bir âyet kılalım diye yaptık- – O kemiklere de bak, onları nasıl yüksekleştiriyoruz. Sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?" dedi. Böylece ona açıkça belli olunca, "Şüphesiz Allah'ın her şeye kadir olduğunu daha iyi biliyorum" dedi.

Bu örnekteki kişi, uğradığı harap olmuş bir kent halkını Allah'ın nasıl dirilteceğini havsalasına sığdıramaz. Allah da onu öldürüp tekrar diriltmek sûretiyle bunu gösterir. Bunun üzerine o, "Şüphesiz Allah'ın her şeye kadir olduğunu daha iyi biliyorum" der. Böylece Allah'ın diriltmesini bizzat yaşayarak öğrenir.

Bakara/259. âyetin başındaki أوْ [
ev/veya] ve ك[ke/gibi] edatları, paragraf içinde herhangi bir merciye bağlanmazsa, kurulacak cümle bir mana ifade etmez. Ama ne yazık ki mevcut Mushafta böyledir. Bazıları bu gerçeği göz ardı ederek parantez içi ilavelerle âyeti anlamaya çalışmışlardır. Bizce bu âyet, ait olduğu pasaj tesbit edilmedikçe anlaşılamaz. Önce buna dair klasik nakilleri takdim edelim:

Âyet-i kerîme'de zikredilen kasabaya uğrayanın kişinin kimliği hususunda ihtilâf edilmiştir. İbn Ebî Hâtim'in... Ali ibn Ebî Tâlib'den rivâyet ettiğine göre o, bu kişinin Üzeyr (a.s) olduğunu söylemiştir. İbn Cerîr de aynı senedle bunu rivâyet etmiştir. Ayrıca İbn Cerîr ve İbn Ebî Hatim aynı görüşü İbn Abbâs, Hasan, Katâde, Süddî ve Süleymân ibn Büreyde'den de rivâyet etmişlerdir. Bu, meşhur olan kavildir. [İbn Kesîr.]

en-Nehhâs ve Mekkî, Mücâhid'den, bunun, İsrâîloğulları'ndan ismi belirtilmeyen bir adam olduğunu nakletmektedirler. en-Nekkâş der ki: "Bunun Lût'un (a.s) oğlu olduğu söylenmektedir." es-Süheylî'nin el-Kutebî'den naklettiğine göre bu –el-Kutebî'nin iki görüşünden birisine göre– Şe’ya'dır. Bu kasabayı, tahrib edildikten sonra canlandıran ise Fars hükümdarı Kûşek'dir. Sözü geçen kasaba ise Vehb b. Münebbih, Katâde, er-Rabi b. Enes ve başkalarına göre Beytü'l-Makdis'tir. Sözü geçen kişi Mısır'dan gelmekteydi. Âyet-i kerîmede bahsedilen yiyeceği ve içeceği ise yeşil incir, üzüm ve küçük bir şarap tulumundan ibaret idi. Üzüm suyu olduğu da söylenmiştir. Onun içeceğinin, bir testi su olduğu da söylenmiştir. O dönemlerde Beytü'l-Makdis'i boşaltan kişi, Buhtanassar idi. Buhtanassar önce Lehrâsib'in, sonra da Lehrâsib'in oğlu ve İsbindiyad'ın babası Leystaseb'in Irak üzerindeki valisi idi. en-Nekkâş'ın naklettiğine göre bazı kimseler, bu kasabanın el-Mü’tefike olduğunu söylemişlerdir.

Buhtanassar bunları Bâbil'e getirmişti. Birgün bir ihtiyacını görmek üzere Dicle kıyısında bulunan Deyr Hirakl'e [Herakliyus'un Manastırına] çıkmıştı. Eşeğinden inip bir ağacın gölgesine oturmuştu. Eşeğini ağacın gölgesi altına bağlamış, daha sonra bu kasabayı dolaşmıştı. Orada hiçbir kimsenin sakin olmadığını ve çatılarının duvarları üzerine çökmüş olduğunu görünce, "Ölümünden sonra Allah burayı nasıl diriltecek?!" diye kendi kendisine sormuştu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bir diğer görüşe göre, sözü geçen bu kasaba ölüm korkusuyla binlerce kişinin çıkıp ayrıldığı kasabadır. Bu görüş de İbn Zeyd'e aittir. Yine İbn Zeyd'den nakledildiğine göre, ölüm korkusuyla binlerce kişi oldukları hâlde yurtlarından çıkan kimselere Allah, "Ölün!" demişti. Çürümüş ve açıkça görülen kemiklere döndükleri bir hâlde iken, bir adam onların yanından geçti. Durup onlara baktı ve "Acaba ölümünden sonra Allah bunu nasıl diriltecek?" dedi. Bunun üzerine Allah da onu yüzyıl süreyle öldürdü. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Âlimler, bu kasabaya uğrayan kimsenin kimliği hususunda ihtilâf ederek, bazıları bunun öldükten sonra dirilme konusunda şüphe eden bir kâfir olduğunu söylemişlerdir, ki bu, Mücâhid ile ekseri Mutezile müfessirlerinin görüşüdür. Başkaları ise, bu kimsenin bir müstüman olduğunu söylemişlerdir. Katâde, İkrime, Dahhâk ve Süddî, bu kimsenin Hz. Üzeyir (a.s) olduğunu söylemiştir. Sonra bu görüşte olanların bazısı, Ermiya'nın Hızır (a.s) olduğunu ve Hârûn b. İmrân'ın (a.s) soyundan geldiğini söylemişlerdir. Vehb b. Münebbih ise, Ermiya'nın, Beytü'l-Makdis'i yıkıp Tevrât'ı yakan Buhtunnasr zamanında Allah'ın gönderdiği bir peygamber olduğunu söylemiştir. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Âyetin sebeb-i nüzûlü olarak İbn Abbâs'tan (r.a) şu rivâyet gelmiştir: "Buhtunnasr, İsrâîloğulları ile savaşırken, onların çoğunu esir etmişti. Esirler arasında İsrâîloğulları'nın âlimlerinden olan Üzeyir (a.s) de bulunmakta idi. Buhtunnasr, esirleri Bâbil'e getirdi. Böylece Üzeyir eşeğine binmiş olduğu hâlde âyette bahsedilen kasabaya girdi ve bir ağacın altında konakladı. Eşeğini bir yere bağlayıp kasabayı dolaşmaya başladı. Fakat orada hiç bir insan göremeyince, bu duruma şaşıp, –Allah'ın kudretinden şüphe ederek değil, fakat âdeten bunu imkânsız görerek– "Allah burasını ölümünden sonra nasıl diriltecek?" dedi. Ağaçlarda meyveler vardı. O, meyvelerden incir ve üzüm alıp yedi ve üzüm suyu içip uyudu. Allah Teâlâ da onu yüz sene süren uykusunda bir genç olarak öldürdü. Daha sonra onun öldüğünü insanlar, kuşlar ve yırtıcı hayvanlar farkedemediler. Yüz sene sonra Allah Teâlâ onu diriltip, gökten, "Ey Üzeyir! Ölümün esnasında ne kadar bekledin?" diye nida ettiğinde o, "Birgün" dedi. Daha sonra da güneşin henüz batmamış kısmını görünce, "Veya bir günden az" dedi. Bunun üzerine Hakk Teâlâ, "Hayır, yüz yıl (öyle) kaldın. Binaenaleyh yiyeceğin olan incir ile üzüme ve içeceğin olan üzüm suyuna bak. Onların tadı bozulmadı" dedi. O da, onlara bakınca incir ile üzümün daha önceki gibi durduğunu gördü. Cenâb-ı Hakk daha sonra da, "Eşeğine bak" dediğinde baktı ve birbirinden ayrılmış, bembeyaz kemikler gördü. Bu esnada,"Ey çürümüş kemikler, ben size can veriyorum" diyen bir ses duydu ve parça parça kemikler birleşti; sonra her uzuv yerli yerine geldi; daha sonra baş da yerine geldi. Derken sinirler ve damarlar oluştu. Daha sonra da bu iskeletin üzerinde taze etler meydana geldi. Derken hepsini bir deri kapladı ve bu deriden kıllar çıkmaya başladı. Daha sonra bu cansız vücûda rûh üflendi ve o anırmaya başladı. O anda Hz. Üzeyir (a.s) secdeye kapanarak, "Biliyorum ki Allah şüphesiz her şeye hakkıyla kadirdir" dedi. Daha sonra Beytü'l-Makdis'e gelince, orada bulunanlar, "Babalarımız, Üzeyir b. Şerhiya'nın Bâbil'de öldüğünü bize anlatmışlardı. Buhtunnasr, Beytu'l-Makdis'de Tevrât'ı bilen 40.000 kişiyi öldürmüştü. Onların arasında Üzeyir de vardı" dediler. Onlar, Üzeyir'in Tevrât'ı okuyabildiğini bilmiyorlardı. O, onlara yüz yıl sonra böylece gelince, Tevrât'ı onlara yeniden bildirdi ve ezberindent hiçbir harf eksik bırakmaksızın onu onlara yeniden yazdı. Tevrât bir yerde gömülü idi. Tevrât oradan çıkartılarak, Üzeyir'in (a.s) yazdığı Tevrât ile karşılaştırıldı ve her ikisi bütün harflerinde aynı idiler. Bunun üzerine, "Üzeyir Allah'ın oğludur" dediler. Bu rivâyet, âlimler arasında meşhurdur. Bu da o kasabaya uğrayanın bir peygamber olduğuna delâlet eder. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Bu âyetin doğru anlaşılması için, ait olduğu paragrafla birlikte ele alınması gerekir. Âcizâne tetkiklerimiz sonucu, bu âyetin, 171. âyetin devamı olduğu kanaatine vardığımızdan burada değerlendirdik.

Âyette geçen, "
Bunu bu ölümünden sonra Allah, nasıl diriltecek?" dedi ifadesine göre, bu kişi, –Mekke müşrikleri gibi– Allah'a inanan, fakat âhirete inanmayan bir kişidir. Mekke müşriklerinin de, Allah'a inandıkları hâlde ölümden sonra dirilişe inanmadıklarını gösteren âyetlerin bazılarını hatırlatalım:

61Yine andolsun ki onlara sorsan: "Gökleri ve yeri kim oluşturtı, güneşi ve ay'ı kim kontrol altına aldı/kulların yararlanacağı yapı ve özellikte kim yarattı?" Kesinlikle, "Allah" diyeceklerdir. O hâlde nasıl çevriliyorlar? [Ankebût/61]

9Ve hiç kuşkusuz eğer sen onlara: "Gökleri ve yeri kim oluşturdu?" diye sorsan, kesinlikle: "Onları en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, çok iyi bilen oluşturdu" diyeceklerdir. [Zuhruf/9]

25Yine andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri kim oluşturdu?" diye sorsan, kesin "Allah" diyeceklerdir. De ki: "Tüm övgüler, Allah'adır; başkası övülemez!" Aslında onların çoğu bilmezler. [Lokmân/25]

78Ve kendi oluşturuluşunu dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı: Dedi ki: "Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!"

79,80De ki: "Onları ilk defa oluşturan onları diriltecektir. Ve O, her oluşturmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş/oksijen yapandır. Şimdi de siz oksijenden yakıp duruyorsunuz.

81Gökleri ve yeri oluşturan, onlar gibilerini de oluşturmaya güç yetiren değil midir? Evet, elbette güç yetirendir! Ve O, çok çok mükemmel oluşturandır, çok iyi bilendir.

82Şüphesiz ki O, bir şeyi dilediğinde, O'nun buyruğu/işi o şeye "Ol!" demektir; o da hemen oluverir.

83O hâlde her şeyin mülkiyet ve yönetimi Kendi elinde olan Allah, her türlü noksanlıklardan arınıktır. Siz de yalnız O'na döndürüleceksiniz." [Yâ-Sîn/78-83]

15-17Ve onlar: "Bu apaçık büyüden başka bir şey değildir. Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz tekrar dirilecekmişiz? Önceki atalarımız da mı?" diyorlar. [Sâffât/15-17]

51-53Onlardan bir sözcü der ki: "Şüphesiz benim ‘Sen gerçekten, kesinlikle doğrulayanlardan mısın? Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz karşılık göreceğiz?’ diyen bir yaşıtım/yakın arkadaşım vardı." [Sâffât/51-53]

Âyette dikkat edilmesi gereken bir nokta da, örnek verilen kişi ile ilgili, Böylece ona açıkça belli olunca, "Şüphesiz Allah'ın her şeye kadir olduğunu daha iyi biliyorum" dedi ifadesidir. Bu ifadeye göre, bu kişi için artık mesele, iman meselesi olmaktan çıkmış, bilgi meselesine dönüşmüştür. Bilgi ise iman ile aynı şey değildir. Bilgi, görme ve duyma gibi yollarla gerçekleşen bir tasdik; iman ise gaybı tasdiktir. Mü’min Allah'ı, âhireti, ölümden sonra dirilişi, görmeden ve tecrübe etmeden iman eder. İman ile tasdik arasındaki fark şöyle bir örnekle izah edilebilir: "Cebimde iki kalem var" diyen birine güvenerek, kalemleri görmeden tasdik etmek imandır. O iki kalem çıkarılıp gösterildikten sonra tasdik etmek ise iman değildir:

158Meleklerin gelmesinden yahut Rabbinin gelmesinden, ya da Rabbinin bazı alâmetlerinin/göstergelerinin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? Rabbinin alâmetlerinden/göstergelerinden bazısı geldiği gün, daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir yarar sağlamaz. De ki: "Bekleyiniz; şüphesiz biz de bekleyicileriz." [En‘âm/158]

43-45Öyleyse, Allah'tan, geri çevrilmesi olmayan bir gün gelmeden önce yüzünü dosdoğru/koruyan dine çevir. O gün onlar, Allah'ın, iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimselere armağanlarından karşılık vermesi için bölük bölük ayrılırlar. Şüphesiz O, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenleri sevmez. Kim küfrederse; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederse, artık bu reddi/inanmayışı kendi aleyhinedir. Kim de sâlihi işlerse, artık onlar da kendileri için döşek/rahat bir yer hazırlamış olurlar. [Rûm/43-44]

47Allah'tan, kendileri için dönüş yeri olmayan geri çevrilemeyecek gün gelmeden önce, Rabbinizin çağrılarına karşılık veriniz. O gün, sizin için sığınacak bir yer yoktur, sizin için tanımayacak hâle getirmek/tanınmamak da yoktur. [Şûrâ/47]

10Ve sizden birinize ölüm gelip de, ‘Rabbim! Beni yakın bir süre sonuna kadar geciktirsen, ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam’ demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden harcamada bulunun. [Münâfikûn/10]

Bu âyette konu edilen örnek tipin âhiretteki durumu da Kur’ân'da nakledilmiştir:

101Artık Sûr'a üflendiği zaman, işte o gün aralarında soy-sop ilişkisi yoktur, kimse kimseden bir şey isteyemez de.

102Böylece kimlerin tartıları ağır basarsa, işte onlar asıl kurtuluşa erenlerdir.

103Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; cehennemde sürekli kalıcıdırlar.

104Orada onlar, dişleri sırıtır hâlde iken ateş yüzlerini yalar.

105Benim âyetlerim size okunmadı mı? Siz de onları yalanlıyor muydunuz?

106,107Dediler ki: "Rabbimiz! Azgınlığımız bizi yendi ve biz, bir sapıklar topluluğu olduk. Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha aynısını yaparsak işte o zaman gerçekten biz yanlış; kendi zararlarına iş yapanlarız."

108Allah dedi ki: "Sinin oraya! Bana konuşmayın da. 109Şüphesiz Benim kullarımdan bir grup: "Rabbimiz! Biz iman ettik; artık bizi bağışla, bize merhamet et, Sen merhametlilerin en iyisisin" diyorlardı. 110İşte siz onları alaya aldınız; sonunda da onlar, size Benim anılmamı, öğüdümü unutturdu/terk ettirdi. Ve siz onlara gülüyordunuz. 111Şüphesiz ki bugün Ben, sabretmelerine karşılık, onları ödüllendirdim; onlar, kazançlı çıkanların ta kendileridir."

112Allah: "Yeryüzünde yıl sayısı olarak kaç yıl kaldınız?" dedi.

113Onlar: "Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. Haydi, sayanlara sor" dediler.

114Allah: "Siz sadece pek az bir süre kaldınız; keşke siz bilmiş olsaydınız!" dedi.

115Peki siz, Bizim sizi sadece boş yere oluşturduğumuzu ve şüphesiz sizin yalnızca Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?

116İşte gerçek sahip, yönetici Allah, yüceler yücesidir. O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, saygın, en büyük yönetim makamının Rabbidir.

117Her kim, hiçbir delili olmadığı hâlde, Allah ile birlikte diğer bir ilâha yakarırsa, bilsin ki o kimsenin hesabı ancak Rabbinin nezdindedir. Şüphesiz kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olanlar, durumlarını koruyamazlar, zafer kazanamazlar. [Mü’minûn/101-117]

Bir parantez cümlesi olan,
ve seni insanlar için bir âyet kılalım diye... ifadesinda hazf bulunmaktadır. İfadenin ve bağlacıyla başlaması, cümlenin öncesinin olduğunu gösterir. Ve seni insanlar için bir âyet kılalım diye... ifadesi, gerekçenin ikinci kısmıdır. Birinci kısmının da, –paragraftan anlaşıldığına göre– şu şekilde takdir edilmesi gerekir: "Bu hâdisenin gerçekleşmesi, sana konuyu iyice öğretelim diyedir." Bunun benzeri şu âyetlerde de görülebilir: En‘âm/105; Ahkâf/19; Yûsuf/21, 52; Bakara/185.

Bu ayette konu edilen, Yunus/39’da konu edilen meseledir:

39Tam tersine, onlar bilgisini kavrayamadıkları ve ilk olarak ortaya çıkması kendilerine henüz gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Bunlardan önceki kişiler, böyle yalanlamışlardı. İşte bak şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanların âkıbeti nasıl olmuştur.

172) Ey iman etmiş kişiler! Eğer siz yalnızca O'na kulluk ediyorsanız, sizi rızıklandırdığımız şeylerin hoş, temiz ve yararlı olanlarından yiyin ve verdiği nimetlerin karşılığını Allah'a ödeyin.
173) O size, sadece ölü hayvanı, kanı, domuzun etini ve Allah'tan başkası için tahsis edilen hayvanları harâm kıldı. Sonra kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü geçmemek üzere ona bir zaman kaybına neden olma/hayırda ağırda alma/zarar verme/kusur oluşturma yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
168. âyetin te’kit ve açılımı olan bu âyetlerde, iman edenlerin kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödemeleri ve insanlar tarafından konulan yasakları ortadan kaldırmaları, sadece Allah'ın koyduğu hükümlere riâyet etmeleri; Allah'ın harâm kıldığı şeyleri yemekten kaçınmaları ve helal kıldığı şeyleri yemeleri istenmektedir.

Burada, faydalanmanın en ileri noktası olan "yemek" zikredilmekle birlikte, bundan kasıt, bütün yönleriyle faydalanmaktır.

ZARURET HÂLİ

Harâm kılınan yiyeceklerin bildirilmesinin ardından,
Sonra kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü geçmemek üzere ona bir günah yoktur buyurularak bir istisnâ getirmiştir.

Zaruret hâli, herhangi bir sebeple helâl yiyecek bulamamaktan kaynaklanan açlık durumudur. Bu gibi durumlarda harâm kılınan yiyeceklerden ölmeyecek kadar yenebilir. Hayatî bir tehlike bulunup bulunmadığına kişinin kendisi karar verir. Bu hususta yanılma payı göz önünde bulundurmuş ve,
Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir buyurularak bu şartlarda yapılan hatanın bağışlanacağı bildirilmiştir.

174) Şüphesiz Allah'ın kitaptan indirdiği bir şeyi gizleyen ve gizlediği şeyi çok az bir bedelle satanlar; işte onlar, karınlarına ateşten başka bir şey yemezler. Ve kıyâmet günü Allah, onlara konuşmaz ve kendilerini temize çıkarmaz ve onlara acı veren bir azap vardır.
175) İşte onlar, doğru yol karşılığı sapıklığı, bağışlanma karşılığı azap satın alan kimselerdir. Bunlar, ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdırlar!
176) İşte bu, şüphesiz Allah'ın Kitab'ı hak ile indirmesi sebebi iledir. Ve şüphesiz Kitap hakkında anlaşmazlığa düşen şu kimseler kesinlikle çok uzak bir parçalanma içindedirler.
Bu âyetlerde gerçeği [Kur’ân'ın hakk ve Muhammed'in Allah elçisi olduğunu] bildikleri hâlde saklayan Yahûdi bilginleri kınanmakta ve onlara verilecek cezalar ve sebepleri beyân edilmektedir.

Klasik kaynaklarda bu âyetlerin inişi ile ilgili şu bilgiler yer almaktadır:

İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: "Bu âyet, Yahûdilerin, Ka‘b b. el-Eşref, Ka‘b. b. el-Esed, Mâlik b. Sayf, Huyey b. Ahtab ve Ebû Yâsir b. Ahtab gibi ileri gelenleri hakkında nâzil olmuştur. Bunlar kendilerine tâbi olan Yahûdilerden birtakım hediyeler alırlardı. Hz. Muhammed (s.a), peygamber olarak gönderilince, bu tür menfaatlerinin sona ereceğinden endişelenerek, Hz. Muhammed ve o'nun şeriatı hakkında Tevrât'ta bulunan haberleri gizlediler. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu." [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Bunlar hakkında başka beyânlar da bulunmaktadır:

159,160Şüphesiz indirdiğimiz açık delilleri ve doğru yol kılavuzunu, Biz, kitapta insanlara apaçık gösterdikten sonra gizleyen kimseler; işte onlar; onları Allah ve dışlayanlar, dışlayıp gözden çıkarır. Ancak günahtan dönüş yapan ve düzeltenler ve açık delilleri ve doğru yol kılavuzunu açıkça ortaya koyanlar başkadır. İşte onlar, Ben onların tevbelerini kabul ederim. Ve Ben tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı veren, çokça merhamet edenim.

161,162Küfredip; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedip de bu hâl üzerine ölen şu kimseler; işte onlar; Allah'ın, doğal güçlerin/vahiylerin, insanların hepsinin dışlaması onlaradır. Onlar dışlanışta temelli kalıcıdırlar. Onlardan azap hafifletilmez ve onlara bakılmayacaktır da. [Bakara/159-162]

Âyetteki,
ve bunu [gizlediği şeyi] çok az bir bedelle satanlar ifadesiyle, bu gerçeği ucuza sattıkları değil, kaybettiklerinin yanında kazançlarının çok az olduğu kasdedilmiştir. Çünkü bu akılsızlar, üç-beş kuruş kazanmak, üç-beş gün rahat hayat sürmek karşılığında ebedî hayatlarını mahvetmektedirler.

59Bunun üzerine o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler, sözü, kendilerine söylenildiğinden başka bir şekle değiştirdiler. Biz de yapmış oldukları hak yoldan çıkış karşılığında o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimselerin üstüne gökten bir azap indirdik. [Bakara/59]

46Yahudileşmişlerden bir kısmı kelimelerin yerlerini/öz anlamlarını değiştirirler, dillerini eğerek-bükerek ve dine saldırarak Peygamber'e karşı, "İşittik ve karşı geldik/iyice sarıldık", "Dinle, dinlemez olası", "raina" [güdüşelim, bizim çobanımız] derler. Eğer onlar, "İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet" deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha sağlam/doğru olacaktı; fakat bile bile gerçeği kabul etmemeleri sebebiyle Allah, onları dışlayıp gözden çıkarmıştır. Artık pek az inanırlar. [Nisâ/46]

13Sonra da sözlerini bozmaları sebebiyle onları dışladık ve kalplerine katılık koyduk. Onlar kelimeyi/sözcüğü yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler. Öğütlendiklerinin önemli bir bölümünü de terk ettiler. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen, onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik-güzellik üretenleri sever. [Mâide/13]

34Ey iman etmiş kişiler! Şüphesiz, hahamlardan, rahiplerden birçoğu kesinlikle insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Ve altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayan kimseler, hemen onlara acıklı bir azabı müjdele! [Tevbe/34]

Âyetteki,
işte onlar, karınlarına ateşten başka bir şey yemezler. Ve kıyâmet günü Allah onlara konuşmaz ve kendilerini temize çıkarmaz ve onlara acı veren bir azap vardır ifadesi, onların cezasının boyutuna işaret etmektedir. "Allah'ın onlara konuşmaması, onları dışlamasını ve lânetlemesini ifade eder. Zira kızılan kimseyle konuşmama kararı alınır.

Bu cezalandırma tarzı Mü’minûn sûresi'nde de zikredilmiştir:

106,107Dediler ki: "Rabbimiz! Azgınlığımız bizi yendi ve biz, bir sapıklar topluluğu olduk. Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha aynısını yaparsak işte o zaman gerçekten biz yanlış; kendi zararlarına iş yapanlarız."

108Allah dedi ki: "Sinin oraya! Bana konuşmayın da. [Mü’minûn/106-108]

Bu âyet her ne kadar Yahûdi âlimlerine hitap ediyor görünse de, hakkı gizleyen müslümanları da kapsar.

177) Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz "iyi adamlık" değildir. Ama "iyi adamlar", Allah'a, Âhiret Günü'ne/Son Gün'e, meleklere, Kitap'a, peygamberlere inanan; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve özgürlüğü olmayanlara, Allah'a/mala/vermeye sevgisi olmasına rağmen veren ve salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan], zekat'ı; Allah'ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergiyi veren kimselerdir. Ve de sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden kimselerdir. İşte onlar, özü-sözü doğru olanlardır. Ve işte onlar, Allah'ın koruması altına girmiş kişilerin ta kendileridir.
Bu âyet, İslâm dininde şekilciliğin olmadığını göstermektedir. Bizce bu âyet, yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir âyetinden hareketle yüzünü fiziksel olarak Mescid-i Harâm'a çeviren, böylece amacın hasıl olduğunu, dünya ve âhiret problemlerini hallettiklerini sananlar hakkında inmiştir.

Bu âyetteki ikinci işaret de, doğuya-batıya [tüm yönlere] yönelmenin, yani tüm dünyanın bir kişinin olmasının da "birr" olmadığıdır.

130Artık onların söylediklerine sabret, hoşnutluğa erebilmen için güneşin doğuşundan önce de batışından önce de Rabbinin övgüsü ile birlikte Allah'ı tanıt/noksanlıklardan uzak olduğunu öğret!

Gecenin bazı saatleriyle gündüzün iki ucunda da Allah'ı tanıt/noksanlıklardan uzak olduğunu öğret!

131Ve kendilerini imtihan etmek için, basit dünya hayatının süsü olarak, onlardan kimi çiftleri kendileriyle yararlandırdığımız mal, mülk, evlat ve saltanata sakın gözlerini dikme/rağbetle bakma. Ve Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir. [Tâ-Hâ/130-131]

88,89Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere; mal ve servete heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında üzülme de... Sen kanatlarını mü’minler için indir. Ve: "Şüphesiz ben, apaçık bir uyarıcının ta kendisiyim" de. [Hicr/88-89]

Klasik kaynaklarda bu âyetin inişi ile ilgili şu bilgiler verilir:

Yüce Allah'ın,
Yüzlerinizi.... birr değildir buyruğunda kimlerin kasdedildiği hususunda farklı görüşler vardır. Katâde der ki: "Bize anlatıldığına göre adamın biri Peygamber'e (s.a), "birr"in mahiyetini sordu. Bunun üzerine de Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu." Yine Katâde der ki: "Kişi farzlar emrolunmadan önce Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğuna şâhitlik ettiği ve sonra da bu hâliyle öldüğü takdirde, cennet onun için hakk olurdu. İşte Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu."

er-Rabî ve Katâde der ki: Burada hitap Yahûdiler ile Hristiyanlaradır. Çünkü bunlar, Allah'a yönelmek ve yüzlerini döndürmek hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Yahûdiler Beytü'l-Makdis'e doğru, Hristiyanlar ise güneşin doğduğu tarafa yönelirler. Buna karşılık kıblenin değiştirilmesi hususunda ileri geri konuşup her bir kesim kendisinin yöneldiği tarafın üstün olduğunu ileri sürünce onlara, "Hayır, birr sizin üzerinde bulunduğunuz bu durum değildir, fakat birr Allah'a iman edeninkidir" denildi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bu âyet-i kerîmenin inişiyle ilgili şu açıklamalar da vardır: Peygamber (s.a) Medîne'ye hicret edip farz namazlar emrolunup kıble Ka‘be'ye döndürülüp bütün hadler tayin ve tesbit edildikten sonra Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi indirdi ve şöyle buyurdu: "Birr'in bütünü sadece sizin namaz kılıp da başka bir şey yapmamanızdan ibaret değildir. Fakat birr (yani, iyilik sahibi kimse), Allah'a ibâdet eden... kimsenin yaptığıdır." Bu açıklama İbn Abbâs, Mücâhid, Dahhâk, Atâ, Süfyân ve ez-Zeccâc'a aittir. [Kurtubî,
el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Âyetin ikinci cümlesi, mübteda ve haberden oluşan bir isim cümlesidir. Âyetteki البِرّ[
el-birr] sözcüğünün mastar, haberinin de من[men/kimse] lafzı olması, dilbilgisi kurallarına uygun olduğundan, ayrıca البرّ[el-birrü] kelimesi البارّ[el-bârrü] şeklindeki de okunduğundan veya mastar ile fâilin de kasdedilmesinden hareketle البِرّ [el-birrü] sözcüğünün, البارّ[elbârrü/iyi olan kimse] anlamında kullanıldığı düşüncesiyle ibareyi, "Ama birr [iyi olan kimse]..." diye çevirdik.

Âyetteki diğer bir mesele de, على حبّه[
‘alâ hubbihi] ifadesindeki zamirin merciidir. Bu zamir hem "Allah" lafzına, hem "vermek" fiiline, hem de "mal" kelimesine râci olabilir. O nedenle de mealde her üçünü de, ona [Allah'a/mala/vermeye] sevgisi olmasına rağmen şeklinde gösterdik. Bunun bir benzeri de İnsan/8'de gelecektir.

Burada İslâm'da şekilciliğin olmadığı beyân edilmekte; "Nereye dönerseniz dönün hiçbir şey değişmez. Allah'a kulluk yönle sınırlandırılamaz. Önemli olan işleri yerine getirmektir" mesajı verilmektedir.

Bakara/115'te de şöyle buyurulmuştu:

115Ve doğu-batı [her yön] yalnızca Allah'ındır. Öyleyse her nereye yönelirseniz, artık orası Allah'ın yüzüdür. Şüphesiz Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, en iyi bilendir. [Bakara/115]

BİRR

Birr, Kur’ân'da "takvâ"nın; berr de "muttaki"nin anlamdaşıdır. Abese sûresi'nde bu sözcükle ilgili bilgi verilmişti.
178) Ey iman etmiş kişiler! Ölümlü olaylarda kısas; taraflar arasında âdil karşılık size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın... Ama her kim, ölenin kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa, o zaman örfe uymalı, ona güzellikle ödemelidir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık kim sınırları aşarsa, artık acı veren azap onun içindir.
179) Ey kavrama yetenekleri olanlar! Allah'ın koruması altına girersiniz diye bu âdil karşılık ilkesinde sizin için hayat vardır.
Bu âyette toplumsal ilkelerden kısas [âdil karşılık] ilkesi gündeme getirilmiştir.

- Ölümlü olaylarda kısas [âdil karşılık] yapılmalıdır.

- Kısas, hüre hür, köleye köle, kadına kadın olarak uygulanmalıdır.

- Katil, onun [ölenin] kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa, o zaman örfe uymalı, ona güzellikle ödemelidir.

- Bu, Allah tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir.

- Bu ilkelere uymayanlar Allah tarafından cezalandırılacaktır.

- Takvâlı davranılması için bu kısasta hayat vardır. Akıllı kimseler bunu uygularlar.

Önce âyetin nüzûl sebebine göz atalım:

Buhârî, Nesâî ve Dârekutnî İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: "İsrâîloğulları arasında kısas vardı, fakat diyet yoktu. Allah bu ümmete,
Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı. Hür kimse hür ile, köle köle ile, dişi dişi iledir. Her kime kardeşi tarafından bir şey affolunursa (affetmek, kasden öldürmekte diyeti kabul etmesi demektir); artık örfe uymak ve ona güzellikle ödemek gerekir (ma‘rûfa uyar ve güzellikle ödemeyi yerine getirir). Bu Rabbinizden (sizden öncekilere farz olarak yazdıklarına göre) bir hafifletme ve bir rahmettir. Kim bundan sonra haddi aşarsa (yani, diyeti kabul ettikten sonra katili öldürürse), onun için pek acıklı bir azap vardır." Lafız Buhârî'ye aittir.

eş-Şa‘bî de Yüce Allah'ın,
Hür kimse hür ile, köle köle ile, dişi dişi iledir buyruğu hakkında dedi ki: Bu âyet-i kerîme birbiriyle çarpışan iki Arap kabilesi hakkında nâzil oldu. Onlardan biri, "Kölemize karşılık filan oğlu filanı, câriyemize karşılık da filan kızı filanı öldüreceğiz" demişti. Buna benzer bir rivâyet Katâde'den de gelmiştir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bu âyetin sebeb-i nüzûlü, Hz. Peygamber'in (s.a) peygamber olarak gönderilmesinden önce mevcud olan hükümleri silmektir. Bu böyledir, çünkü Yahûdiler sadece öldürmeyi, Hristiyanlar da sadece diyet alıp affetmeyi bu kısas hususunda gerekli görüyorlardı. Araplar ise bazan kısâsen öldürmeyi, bazan da diyeti gerekli görürlerdi. Fakat bunlar, her iki hüküm hususunda da açıkça haddi aşıyorlardı. Öldürme hususunda haddi aşıyorlardı. Çünkü birinin kabilesi diğerinden daha şerefli olan iki kişi arasında öldürme meydana geldiğinde, şerefli olanlar, "Bizden köle olana karşı, onlardan hür olan birisini; kadınımıza karşı onların erkeğini, erkeğimize karşı da onların iki erkeğini öldürürüz" diyorlardı ve kendilerinden yaralananlara karşılık, karşı tarafa fazlası ile yara açarak kısas yapıyorlardı. Onlar çoğu kez, bu kadarla da kalmıyordu. Rivâyet edildiğine göre birisi, eşraftan sayılan birisini öldürdüğü zaman, katilin akrabaları maktulün babasının yanında toplanıyor ve "Ne istersin?" diyorlardı. O da, "Üç şeyden birini?" diyordu. Onlar da "Üç şey nedir?" diye soruyorlardı. O, "Ya çocuğumu diriltirsiniz, veya göğün yıldızlarıyla evimi doldurursunuz, veyahut da bana, öldürmem için bütün kavminizi verirsiniz. Sonra ben bir diyet kabul edeceğimi sanmıyorum" derdi. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

QISSA, QISAS

"Qıssa", "baştaki saçın, koyunun yününün, tırnağın kesilmesi" anlamındaki (Tac ve LİSAN) "kasas" fiilinin türevlerindendir. Ki Kısas, makas sözcükleri de buradan gelir. (Kısa, kısaltma sözcüklerinin de Arapçadan Türkçeye geçtiğini sanıyoruz.)

Yalnız bu fiilin anlamı ile "qataa (kesmek)" fiili arasında ince bir fark söz konusudur. "Qassa" fiili, "kesildiği zaman yeniden ortaya çıkan; aynen tekrarlanan şeylerin kesimi" anlamındadır.

İşte bu anlam ekseni itibariyle Kur’an’da Kasas/11, Kehf/64’de "Aynı yoldan geri dönmek" anlamında kullanıldığını görüyoruz.

Kur’an, geçmişte yaşanmış önemli olaylara "kıssa" demiş ve gelecekte de aynı olayların aynıyla yaşanacağına işaret etmiştir. Böylece tarihten ibret ve ders alınmasını istemiştir.

Sözcüğün türevlerinden bir diğeri de "Kısas" sözcüğüdür. "Kısas", ceza hukukunda "ayniyle karşılık verme; ölüme ölüm, yaralamaya yaralama" yani "âdil karşılık" anlamındadır. [
Lisânu'l-Arab; c. 7, s. 377-380, "Kss" mad.]

[QISÂS]

Katil sanki öldürmekte belli bir yol izlemiş de, bu hususta onun izi takip edilip izlediği yoldan gidilerek kendisine ulaşılmıştır. Kısas, katilin, cinâyeti nasıl ve ne ile işlediyse aynı şekilde öldürülmesini değil, sadece öldürmesine karşılık öldürülmesini ifade eder. Sözcük, işteş kalıpta olduğundan, söz konusu adil karşılık verme işinde, tarafların çok hassas davranmaları sözkonusu olacaktır. Adalet sağlarız derken hak sahibinin haksızlığı da sözkonusu olabilecektir. O nedenle bu ifade, çözümün af ile gerçekleşmesi gerektiğine işaret olmaktadır.

Daha evvel mü’minlere cinâyet hususunda şu talimatlar verilmişti:

33Ve hak ile olmadıkça, Allah'ın haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin. Ve kim haksızlık edilerek öldürülürse, Biz onun yakınlarına bir yetki vermişizdir. O da öldürmede aşırı gitmesin. –Şüphesiz öldürülen/haklarını koruyacak yakınları yardım olunmuştur.– [İsrâ/33]

68-71Ve işte Rahmân'ın kulları, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah'ın haram ettiği canı öldürmezler. –Ancak hak ile öldürürler.– Zina da etmezler. –Ve kim bunları yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyâmet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır. Ancak tevbe eden, iman eden ve sâlihi işleyenler bunun dışındadır. İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tevbe eder ve sâlihi işlerse, kesinlikle o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner.– [Furkân/68]

151De ki: "Geliniz, Rabbinizin size neleri tabulaştırdığını; dokunulmaz kıldığını okuyayım:

‘Kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızı,

ana babaya iyilik yapmanızı- güzel davranmanızı,

fakirlik endişesiyle /fakirleştiriliriz korkusuyla çocuklarınızı öldürmemenizi, - Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz.-

kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmamanızı,

haksız yere, Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmemenizi, -İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.- [En‘âm/151]

Konumuz olan âyette, cinâyet işleyenlerin âdil bir şekilde cezalandırılması öngörülmektedir. Yalnız burada katili öldürürken dikkate alınması gereken kriterler vardır: hüre karşılık hür; kadına karşılık kadın; köleye karşılık köle...

Bu âyet-i kerîme, kişinin kendi türünden birini öldürmesinin hükmünü (yani, hürün hürü, kölenin köleyi, dişinin dişiyi öldürmesinin hükmünü) bildirmekte; başka kombinasyonlarda ise cezalandırmayı kamuya/örfe bırakmaktadır.

Mâide sûresi'nde yer aldığına göre, İsrâîloğulları'na da kısas emredilmiştir:

44İçinde doğru yol rehberi ve ışık bulunan Tevrât'ı, şüphesiz Biz indirdik. Müslümanlaşmış kişiler olan peygamberler onunla Yahudilere hükmederler, kendilerini Allah'a adamış kişiler ve hahamlar da, Allah'ın kitabından kendilerinden korumaları istenilen ve kendilerinin de üzerine tanıklık ettikleri şeylerle hükmederler. İnsanlara saygı duyup ürpermeyin, Bana saygı duyup ürperin. Benim âyetlerimi de az bir paraya satmayın. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselerin ta kendileridir.

45Ve Biz, Tevrât'ta onlara, zata zat, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş yazdık. Yaralara kısas vardır. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendisi için kefaret olur. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar yanlış; kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir.

46Ve Biz o peygamberlerin izleri üzerine, yanlarındaki Tevrât'tan içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak Meryem oğlu Îsâ'nın gelmesini sağladık. Ve o'na Tevrât'tan içinde konu edilenleri doğrulamak, Allah'ın koruması altına girmiş kişilere yol gösterme ve öğüt olmak üzere içinde yol gösterme olan İncîl'i verdik.

47İncîl ehli de Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, artık işte onlar, hak yoldan çıkanların ta kendileridir.

48Sana da Tevrât'ın bir bölümünden kendisinin içinde konu edilenleri doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hak ile Kitab'ı/Kur’ân'ı indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen haktan saparak onların arzu ve heveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir yol haritası/toplu yaşam ilkeleri ve geniş, aydınlık bir yol belirledik. Ve eğer Allah dileseydi sizi tek bir önderli toplum yapardı, fakat size verdiklerinde sizi yıpratmak/denemek için böyle yapmadı. Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah'adır. Sonra O, kendisi hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.

49Sen, yine aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların tutkularına uyma. Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni davandan vazgeçirerek ateşe atmalarından sakın. Artık sırt çevirirlerse, artık bil ki şüphesiz Allah, bir kısım günahları sebebiyle/günahlarının acısıyla onları musibete uğratmak istiyor. Ve şüphesiz insanlardan pek çoğu kesinlikle hak yoldan çıkan kimselerdir. [Mâide/44-49]

Bu pasajdaki hükümler, Medîne'de devlet reisi Rasûlullah, tebanın bir kısmı da Yahûdi olduğundan, Yahûdilere uygulanmak üzere indirilmiştir. O nedenle de Rasûlullah'a,
Sen yine aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların hevalarına uyma talimatı verilmiştir. Kitab-ı Mukaddes'in; Çıkış, 21:23-25, Levililer, 24:19-21, Tesniye, 19:19-21, I. Samuel, 15:33. bölümlerinde de yer alan bu konu, Mâide sûresi'nde detaylı olarak işlenecektir.

KISAS HAYATTIR

Âyette, bu kısasta sizin için hayat vardır buyurularak Kur’ân'da öngörülen kısasta hayat olduğu ifade buyurulmuştur. Bu, sanatsal bir ifadedir: Öldürmede hayat... Üzerinde çok düşünülmesi gereken bir vecize...

Allah'ın öngördüğü kısas [âdil karşılık] nedeniyle, birini öldürmek isteyen kimse, kısas korkusuyla bu işten vazgeçer; böylece her ikisi de hayatta kalır. Kısasın uygulanması hâlinde de, olay kan davasına dönüşmeden kapanır; böylece taraflardan birçok insanın muhtemel ölümü engellenir. Ayrıca hak sahibi, kısas yapılacak kimselerdeki denksizlik nedeniyle af yoluna giderek öldürülecek kimsenin hayatının bağışlanması ile de bir hayat daha kurtulmuş olur.

Kısas, insanlık için bir nimettir. Kısasın uygulanmaması, sadece maktule değil insanlığa karşı da bir suçtur. Hatta cinâyeti teşvik ve insan hayatına değer vermemek; binlerce cinâyete kapı aralamaktır.

180) Sizden birinize ölüm hazır olduğu vakit, eğer bir hayır/mal bıraktıysa, Allah'ın koruması altına girmiş kişiler üzerine bir hak olarak, babası-anası ve en yakın akrabası için, örfe uygun; herkesçe kabul gören bir şekilde vasiyet etmek zorunlu görev kılındı.
181) Artık her kim, bunu duyduktan sonra onu değiştirirse, onun zaman kaybına neden olma/hayırda ağırda alma/zarar verme/kusur oluşturma sorumluluğu ancak onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir.
182) Artık her kim vasiyet edenin, bir hata işlemesinden veya bir zaman kaybına neden olma/hayırda ağırda alma/zarar verme/kusur oluşturma yapmasından korkar da onların arasını düzeltirse, ona hiçbir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
Bağımsız bir necm olan bu âyetlerde, الوصيّة [vasiyyet] ilkesi öngörülmekte; ölmeden önce Müslümanların vasiyette bulunarak mirasta adaletsizliği engellemeleri istenmekte; vasiyetin usûlü de Mâide sûresi'nde açıklanmaktadır:

106Ey iman etmiş kişiler! İçinizden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şâhitlik, kendi içinizden adalet sahibi iki kişidir. Yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, sonra da ölümün musibeti size gelip çatmışsa, sizden olmayan iki kişidir. Eğer şüpheye düşerseniz, salâttan [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmadan; toplumu aydınlatman] sonra onları bekletirsiniz. Sonra da onları, "Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın şâhitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi hâlde günahkârlardan oluruz" diye Allah'a yemin ettirirsiniz.

107Sonra da eğer o iki şâhitin bir günah işledikleri anlaşılırsa, ölene daha yakın olan hak sahiplerinden diğer iki kişi onların yerine geçerler de: "Bizim şâhitliğimiz, o önceki iki kişinin şâhitliğinden daha doğrudur ve biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik. Aksi hâlde biz, yanlış davrananlardan; kendi zararlarına iş yapanlardan olurduk" diye Allah'a yemin ederler.

108İşte böyle bir yemin, şâhitliklerini usulüne göre yapmaları yahut yeminlerinden sonra yeminlerinin kabul edilmemesinden korkmaları için en yakın/en iyi yoldur. Allah'ın koruması altına girin ve kulak verin. Ve Allah, hak yoldan çıkanlar topluluğuna kılavuzluk etmez. [Mâide/106-108]

Nisâ/11-12'de miras taksimiyle ilgili âyetlerde vasiyete değinilir ve taksimatın vasiyetin tatbikinden sonra yapılması istenir. Miras taksimatı ile ilgili detaylı bilgi Nisâ sûresi'nde verilecektir.

Vasiyet, ölmek üzere olan bir kimsenin, bir tür bağışıdır. Kişi bununla, miras taksiminden kaynaklanan dengesizliği giderir. Çünkü akrabaların bazıları, mirastan pay alamaz, bazıları da hakk ettiğinden az veya çok alır.

Âyetlerde, ölümü yaklaşıp da geriye mal bırakacak olan her müslümana, anne babaya ve akrabalara vasiyette bulunması ve hiç kimseye hakksızlık etmemesi emrediliyor. Ayrıca vasiyet edenin sözlerini saptıran, değiştiren ve gizleyen kimselere de sert uyarılar yapılıyor ve Müslümanlardan, vasiyetle ilgili olan kimselerin arasının düzeltilmesi, kasıtlı olarak hakksızlık eden vasiyet sahibine engel olunması, vasiyetin düzeltilmesi isteniyor.
183,184) Ey iman etmiş kimseler! Karşılıklı, beraberce yemeyi, içmeyi, cinsel ilişki ve konuşmayı terk etme[#341], Allah'ın koruması altına giresiniz diye, sizden öncekilere, 'sayılı günlerde, o nedenle sizden her kim hasta olursa veyahut çiftçilik, ticaret, askerlik, eğitim- öğretim gibi gidiş gelişli; hareketli bir iş üzere olursa sayılı günler içinde hasta ve seferde olmadığı diğer günler sayısınca yemeyi, içmeyi, cinsel ilişki ve konuşmayı terk etmelidir. Buna gücünü kaybetmiş olanlar/gücü yetenler üzerine ise bir yoksulun yiyeceği, kurtulmalık olarak borçtur. Kim de gönüllü hayır-iyilik yaparsa bu kendisi için çok hayırlıdır/yararlıdır. Ve eğer bilirseniz yemeyi, içmeyi, cinsel ilişki ve konuşmayı terk etmeniz sizin için hayırlıdır/yararlıdır' şeklinde farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.
Bu âyetlerde, oruç görevinin, geçmiş toplumlara farz kılındığı gibi, takvâ sahibi olmaları için Müslümanlara da farz kılındığı bildirilmektedir.

İlk kez Meryem sûresi'nde geçen ve Meryem'in savmından/orucundan bahseden الصّوم [
savm/oruç] hakkında şu açıklamayı yapmıştık:

الصّوم
[savm] kelimesi, "yemeyi, içmeyi, konuşmayı ve cinsel ilişkiyi bırakmak" demektir. Sözcük ilk olarak, "atın yemeden-içmeden ayakta durması, kişinin hareketsizce dikilmesi, rüzgârın esmemesi, güneşin tam tepeye dikilmesi" anlamlarında kullanılmıştır. İbn Arabi bu sözcüğün aslının, "insan görüntüsünde çirkin manzaralı, meyvelerine "şeytânların başı" denilen, yapraksız ağaç" demek olduğunu söyler. [Lisânu'l-Arab; c. 5, s. 434-435.]

Lisânu'l-Arab'ın ifadesinden de anlaşıldığı üzere savm sözcüğü, "konuşmamayı" da kapsamaktadır. Bakara/183-187'de Müslümanlar için farz kılınan savm, yememeyi, içmemeyi, cinsel ilişkide bulunmamayı ve konuşmamayı gerektirir. Fakat birçok lügat ve ilmihalde, savm'ın sadece "yeme, içme ve cinsel ilişkiyi bırakma" olduğu yazılmıştır, ki bunu, yalnızca sözcüğünün anlamını bozan bir hata olarak değerlendirmek doğru olmaz. Çünkü bize göre bu, dine karşı büyük bir iftiradır. Eğer "terk-i kelam" savm'ın kapsamından çıkarılsaydı, bunun Kur’ân'da yer alması (yani, bizzat Allah tarafından çıkarılması) gerekirdi. Nitekim, Sizden kim o aya [Ramazân ayına] tanık olursa o ayı oruçlu geçirsin (Bakara/185) talimatıyla getirilen yeme, içme ve cinsel ilişki yasaklarına, Orucun gecesi refes [kötü söz, cima] size helâl kılındı (Bakara/187) buyruğu ile refese [kötü söze, cimaya] istisnâ getirilmiş, böylece oruç tutma geceleri kapsam dışı bırakılmıştır. Dinde belirleme işte böyle olur.

"Helâl kılındı" ifadesi, daha evvel harâmlaştırılmış bir şey için kullanılır. Eşyada aslolan ibaha olduğundan, eskiden helâl olan bir şey için "helâl kılındı" denmez. Ayrıca Meryem/24-26'da,
Sonra ona aşağısından/aşağısındaki kişi seslendi: "Sakın üzülme, Rabbin alt tarafında bir su arkı akıttı. Hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine olgunlaşmış taze hurmalar düşsün. Sonra ye, iç, gözün aydın olsun. Sonra eğer beşerden birini görürsen, ‘Ben Rahmân'a bir oruç adadım, onun için bugün hiçbir kimseyle konuşmayacağım’ de buyurulduğuna göre, "terk-i kelam", orucun aslî unsurudur.

Kur’ân'da, "terk-i kelam"ın savm'ın kapsamından çıkarıldığına dair herhangi bir işaret olmadığına göre, oruç esnasında konuşmanın da terk edilmesi gerekir. Kişiyi takvâ sahibi yapacak olan orucun, kimseyi takvâ sahibi yapmayıp aksine savurgan ve riyakâr yapmasının arkasındaki sebep, orucun İslâm'daki gerçek anlamından farklı uygulanması olsa gerek. [Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 492-493.]

Teknik yapısı itibariyle 184. âyetin bağımsız bir cümle değil, 183. âyetin bir parçası; tümleci olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda 184. âyet, 183. âyete iki şekilde bağlanabilir:

A) 184. âyet, 183. âyetteki,
size yazıldı fiiline bağlanabilir. Buna göre anlam, "Ey iman etmiş kimseler! Oruç tutmak, takvâ sahibi olasınız diye, sizden evvelkilere yazıldığı gibi size desayılı günlerde, o nedenle sizden her kim hasta olursa veyahut yolculuk üzere olursa sayılı günler içinde hasta ve seferde olmadığı diğer günler sayısınca oruçlu olmalıdır. Oruca takati zail olmuş olanlar/gücü yetenler üzerine ise bir yoksulun yiyeceği fidye vardır [borçtur]. Kim de gönüllü hayır [iyilik] yaparsa bu kendisi için çok hayırlıdır [yararlıdır]. Ve eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için hayırlıdır [yararlıdır] şeklindeyazıldı [farz kılındı]"şeklinde olur.

Bu durumda, ya mü’minlere Ramazânın haricinde başka "sayılı günlerde" orucun farz kılındığı, ya da 185. âyetin 183-184. âyetlerin açılımı olduğu kabul edilecektir. Bu ise, 185. âyetteki mesaj dikkate alındığında tercihe şayan olmaz.

B) 184. âyet, 183. âyetteki,
sizden evvelkilere yazıldı filine bağlanabilir. Buna göre de anlam yukarıda verdiğimiz gibi olur.

Birinci şık, 185. âyetin tekrarı olacağından ve 185. âyetteki "kolaylaştırma" ilkesine aykırı düşeceğinden ikinci şık tercihe şayan gözükmektedir. Buna göre Allah, geçmiş toplumlara da farz kıldığı orucun hükümlerini açıklamaktadır, ki bunlar şöyle sıralanabilir:

* Oruç sayılı günlerde tutulacaktır.

* Hasta olan, yolda bulunanlar sayılı günler içinde hasta ve seferde olmadığı diğer günler sayısınca oruçlu olmalıdır.

* Oruca takatı olmayanlar/orucu tutabilenler bir yoksulun yiyeceği bedeli fidye olarak vereceklerdir. Yoksul sayısını veya yiyecek miktarını gönüllü olarak artırırlarsa kendileri için daha yararlı olacaktır.

Oruç tutma gücünü yitirenler, "ihtiyarlar, çocuklarına zarar geleceğinden korkan gebe ve emzikli kadınlar, iyileşmesi mümkün olmayan hastalar"dır.

الفدية[
fidye], "karşılık" demek olup bu da, bir şeye mukabil olan bir bedelden ibarettir.

184. ÂYETTEKİ يطيقون[YUTÎQÛNE] FİİLİ

İbn Abbâs, ط[
] harfini şeddesiz, و [vav] harfini şeddeli olarak, يطوّقون [yutavviqûnehu/zorlukla bu oruca güç yetirenler] şeklinde okumuştur. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.] Bu kıraate göre veya sözcüğün if‘âl babından olup bu babın hemzesinin de "izale" için olmasından hareketle ibare, "oruca güç yetirmiş [tutabilmiş] olanlar üzerine de bir yoksulun yiyeceği fidye vardır [borçtur]" şeklinde de anlaşılmıştır ki bu durumda, kişi hem oruç tutmak hem de fidye vermek durumundadır.

Bizce bu âyet geçmiş ümmetlere ait oruç hükümlerini bildirdiğinden müslümanları ilgilendirmez. Müslümanlar, 185. âyette gösterilen kolaylık nedeniyle bu hükümlerden muaf tutulmuştur.

Bu durumda, 184. âyetteki
sayılı günler ifadesi, geçmiş ümmetlere farz kılınan orucun zamanını ifade etmekte olup Müslümanlara farz kılınan orucun zamanı [Ramazân ayı] ile ilgisi yoktur.

Sayılı günler'in, hangi günler ve kaç gün olduğuna dair Kur’ân'da herhangi bir ifade yer almamaktadır. Herhangi bir değeri olmamakla birlikte bu husustaki görüşleri naklediyoruz:

Yüce Allah Hz. Mûsâ ile Hz. Îsâ'nın kavimlerine Ramazân ayı orucunu farz olarak yazdı, onlar ise bunu değiştirdiler. Bilginleri onlara 10 gün daha ilave ettiler. Daha sonra bilginlerinden birisi hastalandığında, Allah kendisine şifa verdiği takdirde oruçlarına 10 gün ilave etmeyi adadı ve bu adağını yerine getirdi. Bunun sonucunda Hristiyanların oruçları 50 günü buldu. Ancak sıcakta bu kadar süre oruç tutmak onlara ağır gelince bu orucu yazdan bahara aktardılar.

eş-Şa‘bî der ki: "Bütün yıl boyunca oruç tutsam şekk günü mutlaka orucumu açarım. Çünkü Hristiyanlara bize olduğu gibi Ramazân ayında oruç tutmak farz kılınmıştır. Onlar bunu güneş senesindeki mevsime havale ettiler, değiştirdiler. Çünkü artık oruç oldukça sıcak günlere tesadüf ediyordu. O bakımdan 30 gün sayarak (diğer mevsimde) tutmaya başladılar. Ardından bir başka nesil geldi. Bunlar da kendileri için işi sağlam tutmak istediler. 30 günden önce 1 gün sonrasında da 1 gün oruç tuttular. Arkalarından gelenler kendilerinden önce gelenlerin yolunu izlemeye devam etti, nihâyet oruçlarının sayısı 50 günü buldu." [Kurtubî,
el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

1) Allah Teâlâ Ramazân orucunu Yahûdi ve Hristiyanlara da farz kılmıştır. Yahûdiler bu ayda oruç tutmayı terketmişler, senenin tek bir gününde oruç tutmuşlar ve bu günün Firavun'un denizde boğulduğu gün olduğunu söylemişler.

2) Oruç sayılı günlerdir ifadesi ile ilgili olarak şöyle demişlerdir: "Önceleri oruç, her ayın üç gününde tutulmak üzere farz kılınmıştı. Ehl-i Kitab'a da bu şekilde farz kılınmıştı. Önceleri Peygamberimiz ve mü’minler, bu uygulamayı gönüllü olarak yerine getiriyorlardı. Sonra farz kılındı. Ardından da Ramazân orucunun farz kılınışı ile birlikte neshedildi." [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

SIYAM

Oruç pasajında dikkat edilmesi gereken nokta, Rabbimizin " الصّيامes Sıyâm" ifadesini kullanmış olmasıdır. Genellikle meal ve tefsir hazırlayanlar bu sözcükteki inceliği ihmal etmişlerdir. Ayetlerdeki " الصّيامes Sıyâm" sözcüğü, teknik olarak مفاعلةMüfâale babından " فعالFiâl" kalıbında mastardır. Bu kalıp, sözcüğün anlamını "işteş" anlama dönüştürür. " الصّومes Savm" sözcüğü mastar olarak "oruç tutmak" anlamında iken " فعالFıâl" kalıbındaki " الصّيامes Sıyam" ifadesi, "ortaklaşa, karşılıklı oruç tutmak" anlamına dönüşür.

Bu ayrıntı ve oruç pasajının girişinde Rabbimizin "Ey iman etmiş kimseler! ..." buyurarak tüm mü’minleri muhatap alması, orucun bireysel olarak değil topluca uygulanması gerektiğini göstermektedir.

Demek oluyor ki mü’minler, ramazan ayında işlerini, mesailerini oruç şartlarına göre ayarlayacaklardır. Yani mü’min toplumlarda mesai ve sosyal ilişkiler Ramazan aylarında akşama taşınacaktır.

Mü’minler, ramazan ayında birbirlerini zora koşmadan, Allah’ın istediği orucu; yemeyi, içmeyi, konuşmayı (yazışma ve işaretle anlaşma hariç) ve cinsel ilişkiyi bırakarak kendileri ile Allah arasındaki ilişkiyi düşünecekler, Kur’an’ı; Allah’ın kendilerine gönderdiği mesajları; kısaca dinlerini iyice öğrenecekler ve bu sayede gerçek İslâm dinini yaşamaları sayesinde takvaya ulaşacaklardır.

Bireysel ve karmaşa ortamında tutulan; gerçek anlamında tutulmayan oruçlar, insanları takvaya ulaştırmaz. Sadece açlık ve susuzlukla yapılan bir işkence olur.

Kuran'da, Keffaret konularındaki ayetlerde önerilen; toplu/grup olarak oruçlu olunması çok önemli bir ilkeye işaret etmektedir. Grup terapisi-toplu rehabilitasyon.

Günümüzde toplumun sorunlarından olan; alkol, uyuşturucu, kumar alışkanlığı ile mücadelede grup terapisi-rehabilitasyon yöntemi ülkemizde olduğu gibi dünyada da yaygın olarak kullanılmaktadır.

GRUP TERAPİSİ

Grup terapisi destekleyici bir ortamda, benzer şikâyetleri olan bireyler arasında etkileşimi sağlayan bir tekniktir.

Benzer problemlere sahip katılımcıların bir arada bulunmaları sayesinde grup üyeleri tecrübelerini paylaşarak birbirlerini motive eder, fikir alışverişinde bulunurlar. Öğrendikleri bilgileri hayatlarına nasıl uygulayabileceklerini düşünmek için zamanları vardır. Grup, yeniden içine katılacakları hayatın provası gibi işlem görür.

TOPLU REHABİLİTASYONUN ÖNEMİ

İnsanlar tek başına değilde, başkalarıyla ilişki içinde olduğunda kendisini daha iyi fark eder. Yine aynı kişi diğerleriyle ilişki içerisinde olduğunda daha iyi anlaşılır. Kişi güçlü ve zayıf yönleriyle gerçek kişiliğini grupta ortaya koymaya başlar. Bu iletişim arttıkça paylaşım artar. Paylaşımın artması kişide sorumluluk alma dürtüsünü harekete geçirir. Sorumluluk alan kişi yaşadığı problemle daha kolay yüzleşebilir.

Problemlerin arkasındaki nedenleri, birbirlerine uzman eşliğinde göstererek birbirleri üzerinde sağlıklı davranışları oluştururlar.

Toplu Rehabilitasyon; hem bireyin topluma kazandırılması, hem de toplumdan bu sorunların hızla uzaklaştırılması açısından oldukça önemlidir. Bu yöntem ile bireysel çabalarda görülen eksiklikler ile zaman, emek ve kaynak kaybı önlenmektedir.

GRUP TERAPİSİNİN FAYDALARI

• Sosyal çekinceleri olanlar bunu grup içinde aşar, aidiyet ve kabullenilme duygusu sağlar.

• Sosyal beceriler geliştirilir, topluma uyum kolay sağlanır.

• Başkalarının da aynı sorunu olduğunu görmek problemleri normalleştirir, çözüm için umut verir.

• Grupta paylaşılan sorunlar, katılımcıları sorunlarını paylaşmak için onları cesaretlendirir.

• Gruptaki diğer üyelerin sorunları konusundaki paylaşımları kişinin kendi davranışları ile ilgili farkındalığı arttırır.

• Farklı bakış açılarını dinlemek sorunları ele almanın birden fazla yolu olduğu fikirini verir.

• Başkalarına yardımcı olma hissi kendinize güveni arttırır.

ORUCUN AMACI, TAKVÂ'YA ULAŞMAKTIR:
TAKVÂ

Yapılan
takvâ tanımları, kelime ve ifadeleri değişiklik gösterse de aynı anlam ekseninde olup aralarında bir çelişki yoktur. Meselâ, "Allah'ın emrettiklerini yapmak, yasaklarından kaçmak" diye tarif edenler olduğu gibi, "Yapılması günah olanı yapmaktan, terk edilmesi günah olanı terk etmemekten çekinmektir" ya da "Allah'ın cezalandırmasından korkarak O'nun verdiği bir nûr ile O'na itaat etmektir" veya "Allah'ın dışındakileri Allah'a tercih etmemektir" şeklinde tanımlanmıştır. Biz de şu tanımı yapabiliriz:

Takvâ, "insanın kendisini Allah'ın koruması altına koyarak âhirette kendisine zarar ve acı verecek şeylerden sakınması, ya da günahlardan uzak durması ve iyiliklere sarılması"dır.

Ancak konu ile ilgili diğer Kur’ân âyetleri de göz önüne alınarak daha geniş bir tarif de yapılabilir:

Takvâ; "iman etmek, şirkten uzak durmak, Allah'ı unutmamak, Allah ve elçilerine boyun eğmek, inkârcılarla mücadele etmek, bollukta ve darlıkta sahip olunan mallardan bağışta bulunmak, salatı ikame etmek, zekât vermek, verilmiş sözlerde durmak, sıkıntılara sabretmek, açgözlü olmamak, ana-babaya iyi davranmak, hiçbir zaman kendini temize çıkarmaya çalışmamak, tevbe etmek, yanlışlarda ısrar etmemek, yaptıklarının affını dilemek, öfkeye sahip olmak, başkalarını bağışlamak, adaletli olmak ve adaleti ayakta tutmaya gayret etmek"tir.

Bütün bu tariflere dayanarak
takvâ'nın, kısaca "iman ve onun yansıması" olduğunu söylemek de mümkündür.

Bu noktada
takvâ ile ibâdet arasındaki bağlantının belirtilmesinde yarar görüyoruz. Bizce, "ilâhî emir ve yasakları yerine getirmek" demek olan ibâdet, "zarar verecek davranışlardan sakınmak" demek olan takvâ değil, ama kişiyi takvâya ileten davranışlardandır.

Takvâ sözcüğünün anlamında, "korku" unsuru bulunmasına rağmen, takvâ'nın sadece "korku" olarak anlaşılması doğru değildir. Fakat ne yazık ki, birçok meal ve tefsir, takvâ ve ittikâ sözcüklerini sadece "korkmak" anlamıyla açıklamıştır. Takvâ ve ittikâ sözcüklerinin ifade ettiği korunma ve sakınmanın, havf, mehâfet, rehbet gibi sözcüklerle ifade edilen "basit korku" ile aynı anlama gelmediği şu âyetten de anlaşılmaktadır:

Şüphesiz, biz asık sûratlı ve çatık kaşlı bir günde, Rabbimizden korkarız [انا نخاف من ربنا/
innâ nehâfü min rabbinâ]. Allah da, bu yüzden onları, o günün kötülüğünden korur [فوقاهم/fe veqâhum]. Onlara aydınlık ve sevinç rastlar. (İnsan/10-11)

Takvâ, içerdiği "korku" unsuruyla birlikte, "kişinin korktuğu şeylerden kendini koruması" şeklinde tanımlanabilir. Ancak bu önemli kavramın basitçe, "Allah korkusu" olarak anlaşılması son derece yanlıştır.

BİZDEN EVVELKİLERE FARZ KILINAN ORUÇ

GERÇEK ORUÇ

Avaz avaz bağırın, çekinmeyin, sesinizi boru sesi gibi yükseltin; halkıma başkaldırılarını, Ya‘kûb soyuna günahlarını bildirin. Bana her gün danışıyor, yollarımı öğrenmekten zevk duyuyorlarmış! Doğru davranan, Tanrısı'nın buyruğundan ayrılmayan bir ulusmuş gibi... Benden âdil yargılar diliyor, Bana yaklaşmaktan zevk alıyorlarmış. Diyorlar ki: "Oruç tuttuğumuzu neden görmüyor, benliğimizi yendiğimizi neden farketmiyorsun?" Bakın, oruç tuttuğunuz gün keyfinize bakıyor, işçilerinizi eziyorsunuz. Orucunuz kavgayla, çekişmeyle, şiddetli yumruklaşmayla bitiyor. Bugünkü gibi oruç tutmakla sesinizi yükseklere duyuramazsınız. İstediğim oruç bu mu sanıyorsunuz? İnsanın benliğini yenmesi gereken gün böyle mi olmalı? Kamış gibi baş eğip çul ve kül üzerine mi oturmalı? Siz buna mı oruç, Rabbi hoşnut eden gün diyorsunuz? Benim istediğim oruç, hakksız yere zincire, boyunduruğa vurulanları özgür kılmak, tutsakları salıvermek, her türlü boyunduruğu kırmak değil mi? Yiyeceğinizi açla paylaşmak değil mi? Barınaksız yoksulları evinize alır, çıplak gördüğünüzü giydirir, yakınlarınızdan yardımınızı esirgemezseniz, ışığınız tan gibi ağaracak, çabucak şifa bulacaksınız. Doğruluğunuz önünüzden gidecek, Rabbin yüceliği artçınız olacak. O zaman yardım çağrılarınıza Rabb yanıt verecek, feryat ettiğinizde, "İşte buradayım" diyecek, eğer boyunduruğa, kaba işaretler yapmaya, kötücül konuşmalara son verirseniz, açlar uğruna kendinizi feda eder, yoksulların gereksinimini karşılarsanız, ışığınız karanlıkta parlayacak, karanlığınız öğlen gibi ışıyacak. Rabb her zaman size yol gösterecek, kurak topraklarda sizi doyurup güçlendirecek. İyi sulanmış bahçe gibi, tükenmez su kaynağı gibi olacaksınız. Halkınız eski yıkıntıları onaracak, geçmiş kuşakların temelleri üzerine yeni yapılar dikeceksiniz. "Duvardaki gedikleri onaran, sokakları oturulacak hâle getiren" denecek sizlere. Kutsal günümde dilediğinizi yapmaz, Şabat Günü'nü çiğnemezseniz, Şabat Günü'ne "Zevkli", Rabbin kutsal gününe "Onurlu" derseniz, kendi yolunuzdan gitmez, keyfinize bakmayıp boş konulara dalmaz, o günü yüceltirseniz, Rabbden zevk alırsınız. O zaman sizi yeryüzünün yüksek yerlerine çıkarır, atanız Ya‘kûb'un mirasıyla doyururum. Çünkü bu sözler Rabbin ağzından çıktı. [İşaya, 58:1-14.]

Oruç tuttuğunuz zaman, ikiyüzlüler gibi surat asmayın. Onlar oruç tuttuklarını insanlara belli etmek için kendilerine perişan bir görünüm verirler. Size doğrusunu söyleyeyim, onlar ödüllerini almışlardır. Siz oruç tuttuğunuz zaman, başınıza yağ sürüp yüzünüzü yıkayın. Öyle ki, insanlara değil, gizlide olan Babanıza oruçlu görünesiniz. Gizlilik içinde yapılanı gören Babanız sizi ödüllendirecektir. [Matta, 6:16-18.]

Bu arada Yahyâ'nın öğrencileri gelip Îsâ'ya, "Biz ve Ferisiler oruç tutuyoruz da, senin öğrencilerin niçin tutmuyor?" diye sordular. Îsâ şöyle karşılık verdi: "Güvey hâlâ aralarındayken, davetliler yas tutar mı hiç? Ama güveyin aralarından alınacağı günler gelecek, onlar işte o zaman oruç tutacaklar. Hiç kimse eski bir giysiyi çekmemiş bir kumaş parçasıyla yamamaz. Çünkü konulan yama, giysiden kopar ve yırtık daha kötü duruma gelir. Hiç kimse yeni şarabı eski tulumlara doldurmaz. Yoksa tulumlar patlar; hem şarap dökülür, hem de tulumlar mahvolur. Yeni şarap yeni tulumlara doldurulur, böylece her ikisi de korunmuş olur." [Matta, 9:14-17.]

Kendi doğruluklarına güvenip başkalarına tepeden bakan bazı kişilere Îsâ şu benzetmeyi anlattı: "Biri Ferisi, öbürü vergi görevlisi iki kişi dua etmek üzere tapınağa çıkmış. Ferisi ayakta dikilip kendi kendine şöyle dua etmiş: ‘Tanrım, diğer insanlar gibi soyguncu, hakk yiyici ve zina edici olmadığım için, hatta şu vergi görevlisi gibi olmadığım için sana şükrederim. Haftada iki gün oruç tutuyor, bütün kazancımın ondalığını veriyorum.’ Vergi görevlisi ise uzakta durmuş, gözlerini göğe doğru kaldırmak bile istemiyor, ancak göğsünü döverek, ‘Tanrım, ben günahkâra merhamet et’ diyormuş. Size şunu söyleyeyim, Ferisi'den çok, bu adam aklanmış olarak evine dönmüş. Çünkü kendini yücelten herkes alçaltılacak, kendini alçaltan ise yüceltilecektir." [Luka, 18:9-14.]
185) Ramazân ayı ki, Kur'ân, insanlara bir kılavuz olarak ve furkândan, yol göstermeden açık seçik açıklamalar olarak kendisinde indirilmiştir. Bu nedenle sizden her kim bu aya şâhit olursa hemen onda yemeyi, içmeyi, cinsel ilişki ve konuşmayı terk etsin. Kim de hasta veya sefer; çiftçilik, ticaret, askerlik, eğitim- öğretim gibi gidiş gelişli; hareketli bir iş üzerinde ise Ramazan ayı içinde hasta ve seferde olmadığı diğer günler sayısınca yemeyi, içmeyi, cinsel ilişki ve konuşmayı terk etmelidir. Allah, size kolaylık diler, size zorluk dilemez. Bu kolaylık; fidyenin olmayışı, hareketli bir iş üzerinde olanlara ve hasta olanlara ruhsat verilmesi, Allah'ın koruması altına girmeniz ve sayıyı; kaç gün yemeyi, içmeyi, cinsel ilişki ve konuşmayı terk ettiyseniz bu görevi en yüksek değerde gerçekleştirmeniz, size yol gösterdiğinden dolayı Allah'ı büyüklemeniz ve Allah'ın verdiği nimetlerin karşılığını ödeyesiniz diyedir.
183. âyette orucun, geçmiş toplumlara farz kılındığı gibi bize de faz kılındığı bildirilmiş, fakat zamanı ve hükümleri hakkında bilgi verilmemişti. Bu âyette ise orucun zamanı ve oruçla ilgili hükümler beyân edilmiştir. Bu âyete göre;

* Oruç Ramazân ayında tutulmalıdır.

* Ramazân ayında hastalık veya sefer üzerinde bulunmak nedeniyle oruçlu olmayanlar RAMAZAN AYI içinde hasta ve seferde olmadığı diğer günler sayısınca oruçlu olmalıdır.

Görüldüğü üzere, Müslümanlara emredilen oruçta, geçmiş toplumlardaki gibi fidye yoktur. Âyetteki,
Allah, size kolaylık diler, size zorluk dilemez ifadesinden anlaşılacağına göre bu, Allah'ın Müslümanlara bir lütfudur. Âyetlerde orucun bozulmasına ve bunun neticesine dair herhangi bir açıklama yoktur. Bu konu hakkında oruç pasajının sonunda açıklama yapılmıştır.

185. ayette " لِتُكْمِلُوا litükmilü" buyurulmaktadır. Ama ne var ki tüm mealler bunu "لتتمموا litütmimü (tamamlayınız)" anlamında tercüme edilmektedirler. Yani eksik orucu ramazan sonrasındaki günlerde otuza tamamlama; kaza etme anlamında sunulmaktadır. Halbuki " إكمالikmal" ile " إتمامitmam" sözcükleri anlam olarak birbirinden farklıdır. Şöyle ki:

" إكمالİkmâl" sözcüğü, kemal, kökünden olup if’âl babındandır. Bu kalıptaki anlamı, "mükemmel hale getirmek; kusursuzlaştırmak, en yüksek değere ulaştırmak, olgunlaştırmak" demektir. Bu sözcük, Kur’an’da Maide/3 ve Bakara/185 olmak üzere iki ayette yer alır.

" إتمامİtmâm", ise "eksikleri; sayı ve parça yönünden tamamlama" demektir. Kur’an’ın; Kasas/27, A’raf/142, Bakara/124, 150, 233,187, 196, Yusuf/6, Maide/6, Tevbe/4, 32, Nahl/81, Fetih/2, Tahrim/8. âyetlerinde görülebilir.

Bu iki sözcük, farklı kalıplarıyla (tâm, tamâm, itmâm, mütimm; kemâl, kemâlât, kâmil, ikmâl) Türkçemizde de kullanılmaktadır.

Demek oluyor ki oruç Ramazan ayına özgü bir ibadettir. Hasta ve seferde olanlar oruç tutmazlar. Seferde ve hasta olanlar, Ramazan ayının içinde hasta ve seferde olmadıkları gün sayısınca (3, 5, 15, 20; her ne kadar gün olursa) oruçlu olacaktır. Allah kolaylık vermiştir. Oruca kolaylık sağlanmasının (
fidyenin olmayışı, yolda olanlara ve hasta olanlara ruhsat verilmesi) sebeplerinden biri de orucun yarım yamalak, baştan savma kabilinden olmayıp mükemmel; amaca uygun, en yüksek değerde yerine getirilmesi gerektiğidir. Yoksa diğer zamanlarda Ramazan ayının gün sayısına (örneğin 29-30) tamamlanması; kaza edilmesi değildir.

Bu sözcüklerin her ikisi tek bir ayette; Mâide/3’de yer almıştır. Orada görüleceği üzere anlamları yukarıda açıkladığımız gibidir yani birbirinden farklıdır.

Maide /3

... اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ د۪ينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَت۪ي.....

...
Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim; en yüksek dereceye ulaştırdım, size nimetimi tamamladım; eksik bir şey bırakmadım. ...

ŞEHR

"Lisanü’l Arab ve Tacül’ Arus, "şhr" maddesinin açıklamasına bu üç harfin türevlerinden olan "şöhret" sözcüğünü açıklamakla başlarlar. Biz de aynen tercüme edip aynı yöntemle açıklıyoruz:

"Şöhret": Bir şeyin sınırı aşması, insanlarca bilinecek ölçüde ortaya çıkışıdır.

Cevheri, "Bir işin açık olmasıdır" der.

İbn-i Arabi, "Gizli işlerin gizliliğinin kalkıp açığa çıkmasıdır" der.

ŞEHR

Şehr, kamerin (gökteki ayın) adıdır. Bu isim ona şöhreti ve açıkta oluşu nedeniyle verilmiştir.

İbn-i Side: "Şehr, zaman diliminden bilinen sayı; 29, 30 gündür". Çünkü bu günlerin, hangi gün olduğu; başı, ortası ve sonu gökteki ayın konumu ve evreleri sebebiyle açıkça belli olmaktadır" der.

Zeccac, "29, 30 günlük süreye şehr (ay) denilmesinin sebebi açıkta ve açık oluşundandır" der.

Ebul Abbas: "29, 30 günlük sürece şehr (ay) denilmesinin sebebi, insanların ayın giriş ve çıkışını açıkça görmeleri ve bilebilmelerindendir" der.

İbn-ü Esir: "Şehr, hilaldir. Şöhreti ve açıkta oluşundan bu isim verilmiştir. 29, 30 günlük süreye şehr denilmesi günlerin açıkça bilinebilmesindendir" der.

Araplar aylık işlere "müşahere" yıllık işlere "muaveme" derler.

Eşhere, 29, 30 gün geçirdiği zaman topluma "eşherel kavm" denir.

Kadının doğuracağı ay geldiği zaman "eşheretil mer’e (kadın ayını doldurdu)" denir.

Şehr, bilgin demektir. Araplar "falan kiş için insanların meşhurlaştırdığı fazilet vardır" derler.

Kişi kılıcını kınından çıkarınca "şehere fülanün seyfehü" denir. Kılıcı kınından çıkarıp kaldırdığında "şehhere seyfehü" denir.

Şişman, yaygın, kaba geniş elbise giymiş kadına "imreetün şehiretün" denir."

Buradaki açıklamalardan açıkça anlaşılmaktadır. Kök sözcük olan "şhr", "
Bir şeyin açıkta bulunması ve bu sayede bilinmesi" demektir. Bu kökten türemiş olan "şehr" sözcüğü de isim olarak, "gökteki aya göre belirlenmiş, 29, 30 günlük zaman diliminin adı"dır. Çünkü gökteki ayın evrelerinden, şeklinden, ayın başlaması bitmesi ve ortadaki günlerin kaçıncı gün olduğu açıkça bilinebilmektedir.

RAMAZÂN SÖZCÜĞÜ ve RAMAZÂN AYI

رمضان [
ramazân] sözcüğünün kökü, ر م ض'dır [r-m-z'dır]. Muteber lugatlarda bu sözcüklerle ilgili şu bilgiler verilir:

رمَض[
ramaz] ve رمضا[ramzâ], "şiddetli sıcak"tır. Ramaz, güneşin sıcaklığının şiddetinden taşların sıcaklaşması" demektir.

İbn Sikit, bu sözcüğün, "okun ucunu incelsin diye iki taş arasında dövmek" anlamına gelen رمض'dan [
ramd'dan] geldiğini, ucu inceltilmiş oka رامض[râmid] denildiğini söylemiştir. [Lisânu'l-Arab, c. 4, s.244,245, "Rmd" mad.]

Denildiğine göre Araplar ayların isimlerini eski dilden değiştirdiklerinde o ayların denk geldikleri zamana göre adlandırdılar. Bu ay da sıcağın ileri derecede olduğu günlere denk geldi. O bakımdan ona bu isim verildi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Her dilde, ilk defa karşılaşılan şeyi ifade etmek için bir sözcük vaz‘ edilir. Vaz‘ edilen sözcük ile sözcüğün ifade ettiği şey arasında her zaman doğru ilgi olmayabilir. Türetilen sözcük halk arasında yaygınlaştığında, kimse o sözcük ile o sözcüğün ifade ettiği şey arasındaki ilginin doğru veya yanlış olduğuna bakmaz ve herkes o sözcüğü kullanır.

Meselâ, Kristof Kolomb Hindistan'a ulaştığını sanarak karşısına çıkan adalara "Batı Hind Adaları" ismini vermiştir. Bu ismin coğrafî gerçeklere uymadığı bugün herkesçe bilinmesine rağmen isim düzeltilmeden kullanılmaya devam edilmektedir. Bağırsakta sadece bir tane olduğu zannedilerek "tek şerit" anlamındaki
taenia solium diye adlandırılan parazit de böyledir. Sonraları bu parazitin bağırsakta birden çok olduğu öğrenilmesine rağmen ismi değiştirilmemiştir. Ya da, eskiden rahimdeki bir illetten kaynaklandığı zannedilerek "rahim" anlamına gelen hysteria sözcüğü ile tanımlanmış olan bir sinir hastalığı, artık kaynağının rahim olmadığının bilinmesine rağmen hâlâ bu isimle anılmaktadır.

Bu durum Arapça için de aynen geçerlidir. Meselâ, bir kimsenin, "cinn" denilen görünmez doğa-üstü güçlerin etkisi altına girdiği zannıyla vaz‘ edilmiş olan
mecnûn [cinlenmiş] sözcüğü, bugün akıl hastalıklarının cinnlerle alâkası olmadığının bilinmesine rağmen hâlâ akıl hastaları için kullanılmaktadır. Veya, güneş sistemindeki hareketlerin ve yörüngelerin bilinmediği dönemlerde, "güneşin ufkun üzerine çıkması" anlamına gelen tulûu'ş-şems [güneşin doğması] ve "güneşin ufukta kaybolması" anlamına gelen grubu'ş-şems [güneşin batması] sözcükleri, artık bu olayların dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesinden kaynaklandığının öğrenilmesine rağmen, hâlâ aynen kullanılmaktadır.

Demek ki, sözcük ile sözcüğün ifade ettiği şey arasındaki ilginin yanlışlığı her dilde söz konusudur. Bu tip sözcüklerin kullanımı yaygınlaştıktan sonra, sözcüklerin bina edildikleri temelin hatalı veya yanlış olduğunu bilen bilim adamları bile sözcükleri aynı şekilde kullanmaya devam etmişlerdir.

Bu açıklamalarla söylemek istediğimiz şudur: Diğer diller gibi Arapça'da da, sözcükler ile bunların ifade ettiği şeyler arasındaki ilginin yanlış olduğu bilindiği hâlde kullanılan sözcükler vardır. Bu tip sözcükler Kur’ân'da o dönemde yaygın olan anlamları ile kullanılmıştır. Çünkü Arap diliyle inmiş olan Kur’ân, insanların kolayca anlaması ve öğüt alması için indirilmiştir. Bundan dolayı, insanların Kur’ân'ı anlamaları için sözcüklerin yaygın anlamlarıyla kullanılması kaçınılmazdır. Nitekim Câhiliye dönemi Araplarının inançlarına göre "cinnler ülkesinin ismi" olan ve "harikulâde şeyler" için kullanılanابقر [ebqar] sözcüğü, "Ebgar" diye bir ülke olmamasına rağmen, Kur’ân'da, وابقرىّ حسان [ve ebqariyyin hisân/ve Ebgarlı halılar/harikulâde, nefis, şahane halılar] (Rahmân/76) şeklinde kullanılmıştır.

Ramazân sözcüğü de bu kapsamdadır. İlk vaz‘ edildiğinde, senenin en sıcak günleri olması nedeniyle bu isim verilmiştir. Ramazân, senenin serin veya soğuk günlerine de denk gelmesine rağmen bu isim değiştirilmemiş, ilk vaz‘ındaki gibi kalmıştır.

Sözcüğün bu anlamları ekseninde, "çöl kumlarında yalın ayak yürürken ayakların yanması, sıcağın şiddetinden çadırlardan kente dönülmesi, aşırı susuzluktan insanın hararetinin artması, güz döneminde yağan yağmur vs. gibi bir çok versiyonu oluşmuştur.

"Ramazân" sözcüğünün, Allah'ın isimlerinden biri olduğu bile ileri sürülmüştür:

Mücâhid şöyle dermiş: "Bana "Ramazân"ın Allah'ın isimlerinden bir isim olduğuna dair haber ulaşmıştır."

Bu konuda rivâyet edilen, "Ramazân Yüce Allah'ın isimlerinden bir isimdir" ifadesi delil gösterilir ise de bu sahih değildir. Çünkü bu Ebû Ma‘şer Necih'in rivâyet ettiği hadistendir ki bu da zayıftır. [Kurtubî,
el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

İbn Sikkit ise, Câhiliye Araplarının Şevval, ayında harâm ayların girişinden önce savaşmak amacıyla Ramazân ayında silâhlarını incelterek savaş hazırlığı yapmalarından olsa gerektir" demiştir.

Bazıları, senenin bu ayına Ramazân adının verilmesinin nedenini, günahları sâlih amellerle yakması şeklinde açıklamıştır. Bir başkası da, "Ramazân ayında kalpler âhiret hakkında düşünüp öğüt alma hararetinden dolayı tıpkı kum ve taşların güneş ışığından ısınıp yanmaları gibi yandıklarından dolayı bu adı almıştır" demiştir. Ama bunlara itibar edilemez, zira bu isim, senenin 9. ayına İslâm'ın gelişinden sonra verilmiş değildir.

Ayın dünyanın etrafında dönüşüne göre tanımlanan Kamerî takvimde, 1) Muharrem, 2) Safer, 3) Rebîü'l-Evvel, 4) Rebîü'l-Âhir, 5) Cemâziye'l-Evvel, 6) Cemâziye'l-Âhir, 7) Receb, 8) Şâban, 9) Ramazân, 10) Şevval, 11) Zilkâde, 12) Zilhicce olmak üzere 12 ay bulunur. Kamerî takvimde bir ay, yaklaşık 29.5 gün, bir yıl ise 354 gündür. Bu durumda Kamerî takvimde ayların 6'sı 29 gün, 6'sı da 30 gün kabul edilir.

Kamerî aylardan olması hasebiyle Ramazân'ın güneş takvimine göre herhangi bir ayda sabitlenmesi söz konusu olmaz. Zira Allah birçok görevi Kamerî takvime bağlamıştır.

O, güneşi bir aydınlık, ay'ı bir ışık yapan ve senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz diye aya menziller ayarlayandır. Allah bunu ancak gerçek ile yaratmıştır. O, bilecek olan bir kavim için âyetleri detaylandırır. (Yûnus/5)

Sana hilâllerden [yeni aylardan] soruyorlar. De ki: "Onlar, insanlar ve hacc için, zaman ölçüleridir." Evlerinize arka taraflarından girmeniz "birr" değildir. Ama "birr", takvâlı davranmaktır. Öyleyse, evlerinize kapılarından girin. Ve başarıya erenlerden [kurtulanlardan] olmanız için Allah'a takvâlı davranın. (Bakara/189)

Bu âyetlerden ve konumuz olan Bakara/185. âyetten, özellikle hacc ve oruç görevlerin Kamerî takvime göre yapılması gerektiği anlaşılıyor. Bunun hikmetlerine gelince; dünya güney ve kuzey yarım küre olarak ayrılmakta, yarım kürenin birinde kış iken diğerinde yaz hüküm sürmektedir. Örneğin, kuzey yarım kürede Ocak ayı soğuk iken, güney yarım kürede en sıcak aydır. Ayrıca sabır ve takvâ sahibi olacak kimseler için her zaman diliminde ve her türlü atmosferde eğitim alıp deneyim kazanmaları çok yararlıdır. Ayrıca, Kamerî yıl, güneş yılından 10 gün eksik olduğundan, ömürde birkaç Ramazân fazla idrak edilir, hacc birkaç yıl fazla yapılır ve zekât birkaç yıl fazla verilir.

KUR’ÂN, RAMAZÂN AYINDA İNDİRİLMİŞTİR

Âyetten açıkça anlaşıldığına göre Kur’ân, Ramazân ayında indirilmiştir. Kadr ve Duhân sûrelerinde de Kur’ân'ın Kadr gecesinde ve mübarek bir gecede indirildiği belirtilmişti:

Muhakkak ki Biz onu Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesi nedir, sana ne idrak ettirdi [bildirdi/öğretti]? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler [haberciler], içlerindeki rûh ile Rabb'lerinin izniyle iner/hulûl eder dururlar; her bir işten. Bir esenliktir o şafak sökene kadar/aydınlığa kavuşuncaya kadar. (Kadr/1-5)

Ha [8], Mim [40]. Apaçık/açıklayan Kitab'a yemin olsun ki, şüphesiz Biz, Kendi katımızdan bir iş olarak, onu, hikmetle dolu/sağlam her işin/oluşun kendisinde ayırdedildiği, mübarek [bolluklu] bir gecede indirdik. Şüphesiz Biz uyarıcılarız. Şüphesiz Biz, Rabbinden; göklerin, yeryüzünün ve ikisi arasındakilerin Rabbinden –eğer kesin inanan kimseler iseniz– bir rahmet olarak elçi gönderenleriz. Şüphesiz O, en iyi duyanın, en iyi görenin ta kendisidir. [Duhân/1-7]

Buradan anlaşıldığına göre Kadr gecesi ve mübarek gece, Ramazân ayının bir gecesidir. Fakat kaçıncı gecesi olduğu bildirilmemiştir. Bu konuda önceki açıklamalarımıza bakılabilir. [Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 473.]

Âyetteki, Kur’ân, bir kılavuz olarak ve furkândan, yol göstermeden açık açık açıklamalar olarak ifadesiyle, Ramazân ayı değil, Kur’ân önplana çıkarılmıştır; zira Ramazân ayı değerini Kur’ân'dan almaktadır. İnananlar, oruç tutarken bir taraftan da Kur’ân'ı öğrenirlerse, oruç hâlinin de etkisiyle daha fazla tefekkür imkânı bulurlar. O nedenle mü’minlerin, bu ayda Kur’ân'ı anlayarak çok çok okumaları gerekir. Çünkü, manasını anlamadan Kur’ân okumak, huşû ve hudûsuz teravih kılmak, Kur’ân'sız Ramazân kutlamaları yapmak, lüks otel ve restoranlarda iftar ziyafetleri vermek, Ramazânı heder etmektir.

Sefer

Rabbimiz Bakara 185’te mü’minlere Ramazan ayını oruçlu geçirmeleri görevini verirken, bu görevin kolaylıkla yapılamayacağını bildirip mü’minlere bu görevi, " ... Kim de hasta veya sefer üzerinde ise diğer günlerden sayısıncadır. Allah, size kolaylık diler, size zorluk dilemez. Bu kolaylık, Allah'ın koruması altına girmeniz ve sayıyı tamamlamanız, size yol gösterdiğinden dolayı Allah'ı büyüklemeniz ve Allah'ın verdiği nimetlerin karşılığını ödeyesiniz diyedir" buyurmak suretiyle hafifletmektedir, kolaylık getirmiştir.

"Ayetteki "sefer üzerinde olmak" tabirini ise tahlil etmede yarar görüyoruz. Zira bu tabirin yanlış anlaşıldığı ve yanlış uygulandığı kanaatini taşıyoruz.

"S-f-r", sözcüğü ile ilgili kadim lügatlardan Tacü’l Arus ve Lisanü’l Arab’da şu açıklamayı görüyoruz:

"Evi süpüren kişiye "sefere beytehü (evini süpürdü)" denir. Rüzgarın bulutları parçalamasına, dağıtmasına; yerdeki tozları, yaprakları dağıtmasına, sürüklemesine "sefr" denir.

"sefer", "hazar’ın (yerleşik düzenin, meydanda, ortada bulunmanın)" karşıtıdır. Bu duruma, bu ismin verilmesi, bu işin gelişli- gidişli oluşundandır." (Lisanü’l Arab, Tacü’l Arus; s-f-r mad)

Bu açıklamalardaki iki noktayı; "süpürme" eylemindeki, "ileri-geri hareket"i ve "sefer"in tanımındaki "geliş-gidiş" gerekçesini dikkate aldığımızda kesin olarak sözcüğün anlamının, "hareketli iş" demek olduğu anlaşılacaktır.

Sözcüğün orijinal anlamını tespit ettikten sonra bu anlamı Kur’an kapsamında da kullanmak zorundayız.

Kur’an’a baktığımızda; Rabbimizin, kullarına çekemeyecekleri yükleri yüklemediğini, onlarca ayette görmekteyiz. Ayrıca Müzzemmil/20’de de, yanlış anlamalardan oluşan ağır yüklerin hafifletilmesi; kolaylaştırılması talimatı bulunmaktadır:

20Hiç kuşkun olmasın, Rabbin senin gecenin üçte-ikisinden daha azını, yarısını, üçte-birini ayakta geçirmekte olduğunu biliyor. Seninle beraber olanlardan bir grup da öyledir. Allah, geceyi de gündüzü de ölçüye bağlar. Sizin bu işi kolaylıkla yapamayacağınızı bildi de sizin için bu görevi hafifletti. O hâlde Kur’ân'dan kolay geleni öğrenin-öğretin! Sizden hastalar olacağını bildi. Bir kısmının yeryüzünde dolaşıp Allah'ın fazlından bir şeyler isteyeceklerini, diğer bir kısmının da Allah yolunda çarpışacaklarını bildi. O hâlde ondan kolay geleni öğrenin-öğretin! Salât'ı [mâli ve zihinsel destek; toplumu aydınlatma kurumlarını] kurun/ayakta tutun, zekat'ı verin! Güzel bir ödünçle Allah'a ödünç verin! Öz benlikleriniz için önden gönderdiğiniz iyiliğin, Allah katında hayrını daha çok, ödülünü daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan af dileyin! Hiç kuşkusuz Allah çok affedici, çok merhamet edicidir. [Müzzemmil/20]

Görüldüğü üzere Müzzemmil/20’de "hastalık" ifadesi açıkça, "sefer üzerine bulunmak" ifedesi ise "...Bir kısmının yeryüzünde dolaşıp Allah'ın fazlından bir şeyler isteyeceklerini, diğer bir kısmının da Allah yolunda çarpışacaklarını bildi..." şeklinde yer almıştır.

Bu genellemeleri günümüz şartlarına uyguladığımız zaman, "sefer üzerinde bulunmak" tabiri ile; "çiftçilikle, esnaflıkla, tüccarlıkla, eğitim öğrenimle (öğretmen- öğrenci), askerlikle uğraşanlar ve beden gücüyle çalışanların" kastedildiğini anlayabiliriz.

Buradan hareketle diyebiliriz ki: Rabbimiz, oruçta da kesinlikle işlerin aksamasını, kulların zorlanmasını istememekte, buna razı olmamaktadır. Zaten orucun amacının, Bakara/183 ve 185’te açıkça gösterildiği üzere "takvaya ulaştırmak" olması sebebiyle, zorda, darda olan bir kimsenin, bu sorunları ortadan kalkmadıkça, sadece oruç tutmak suretiyle bilinçli olarak takvaya ulaşması da düşünülemez.

Açıkladığımız âyetle ilgili olarak, mealci ve tefsirciler tarafından görmezden gelinen teknik bir özelliğe dikkat çekmek istiyoruz:
Ve sayıyı tamamlamanız, size yol gösterdiğinden dolayı Allah'ı büyüklemeniz ve şükretmeniz içindir şeklinde çevirdiğimiz 185. âyetin son cümlesi, و[ve] bağlacı ile başlamakta ve ikinci gerekçe zikredilmektedir.

Anlaşıldığı kadarıyla burada hazf vardır. Yani, birinci gerekçe zikredilmeyip و [
vav/ve] bağlacıyla bunun varlığına işaret edilmiş ve kelam ikinci gerekçe ile devam etmiştir. Aynı uygulama, En‘âm/105; Ahkâf/19; Yûsuf/21, 52 ve Bakara/259'da da bulunmaktadır.

Pasajdan anlaşıldığına göre âyetteki hazf şöyle takdir edilebilir: "(Bu kolaylık, takvâlı davranmanız) ve sayıyı tamamlamanız, size yol gösterdiğinden dolayı Allah'ı büyüklemeniz ve şükretmeniz içindir."

MARAZ ve SUYUN ÖNEMİ

" مرضMaraz", " سقمsekam" sözcüğünün karşıt anlamlısı olup "hastalık" demektir. Cins isimdir; insan ve diğer canlılar için kullanılır.

Her zaafa uğrayana "hasta" denir. Bulutlarla kapanmış, hiç ışık kalmamış gökyüzüne " مريضةmeriza" denir. Doğrudan uzak görüşe, düşünceye de "hasta; sakat görüş" denir.

Hastalık bedende ve dinde olabilir, aynı sağlığın bedende ve dinde olduğu gibi.

İbn-i Arabî: Marazın aslı "noksanlık, eksiklik"tir. Hasta beden, kuvveti noksan bedendir.

Hasta kalp, dini noksan kalptir.

Maraz, gayet normal olan tabiatın değişmesidir, ızdıraplanmasıdır.

İbn-i Urfe: maraz, haktan futurdur (zayıflık, kırıklıktır). Bedende organların futurudur; kırıklığıdır. Maraz organların ve fonksiyonların zayıflamasıdır. (LİSAN- Tac)

Maraz sözcüğünün " مريضMariz" kalıbı, "ileri derecede organ ve foksiyon zayıflığı"dır.

Allah, "mariz" olan kimseye (ileri derecede organ ve foksiyon zayıflığı olan kimseye), oruç tutmama ruhsatı vermiştir.

Burada hastalık deyince sadece migren, kalp, tansiyon, şeker hastalığı, ülser, kanser vs. anlaşılmamalıdır. Açlık ve susuzlukla, zihnin; algının noksanlaşması da bir hastalıktır. Bu durumda olan kimseler için oruç söz konusu olmaz. Bilindiği üzere orucun illeti, gerekçesi takvadır. Takva, aklıselim ile elde edilecek bir mertebe olduğuna göre, kişinin hiçbir zaman oruçlu iken bedenen ve zihnen noksanlaşma durumuna düşmemesi gerekir; bu aşamaya geldiği noktada da orucu nihayet bulur; sona erer. Açlık ve susuzluk nedeniyle anlayış ve davranış bozukluğuna uğramış kişilerin oruç tutma adıyla açlık ve susuzluk çekmeleri anlamsızdır. Dinimizde maşakkat, sıkıntı çekerek herhangi bir kulluk görevi yoktur.

86De ki: "Ben Kur’ân'a karşı sizden bir ücret istemiyorum. Ben yükümlülük getirenlerden/kendiliğinden bir şeyler uyduranlardan, külfet getirenlerden, başa iş çıkaranlardan da değilim. [Sad/86]

2-4Biz, Kur’ân'ı sana sıkıntıya düşesin/mutsuz olasın diye değil, ancak saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan kimse için bir öğüt olmak üzere, yeryüzünü ve yüce gökleri oluşturandan bir indirilişle indirdik. [Ta Ha/2- 4]

Hamilelerin ve hayız durumunda bulunanların da bize göre uzman hekim görüşü almaları gerekir. Kaş yapacağım derken göz çıkaran; ibadet ederim diye intihar eden nice kimselerin varlığı görülmekte ve bilinmektedir.

SUYUN ÖNEMİ

Bilimsel tespitlere göre Beynimizin %75’ini, kanımızın %92’sini, kaslarının %75’ini, kemiklerimizin %22’sini su oluşturmaktadır. 24 saat içinde beyinden 1,4 litre su geçmektedir. Bu seviyenin altındaki su miktarı ise beynin kimyasını bozmaktadır. Dolayısıyla susuzluğun ilk belirtileri beyin fonksiyonlarında ortaya çıkmaktadır. Su az olduğunda beyine giden oksijen oranı da bundan etkilenir. Çünkü vücuda giren oksijenin yüzde 25’ini beyin kullanmaktadır. Vücutta oksijen düşerse beyin bundan diğer organlara göre 10 kat fazla etkilenmektedir. Böylece beynin asit-baz dengesi aniden bozulmaktadır. Bunun için günlük en az sekiz ila on bardak (ortalama 2,5-3 Lt) su içilmesi gerektiği önerilmektedir.

İnsan besinsiz kaldığında 50 gün kadar yaşamını sürdürebilir, ama su içmeden ancak birkaç gün canlı kalabilir.

Sıcak iklimlerde yaşayanlar su tüketimlerine yeterince dikkat etmedikleri takdirde, susuzluktan daha çok etkilenmekte; erken yaşlanma belirtileriyle, yorgunluk, sarkmalar ve kırışıklıklarla daha çok karşılaşmaktadırlar.

Su Kaybının İnsan Vücudu Üzerine Etkileri

• %1: Susuzluk hissi, ısı düzeninin bozulması, performans azalması,

• %3: Vücut ısı düzenin iyice bozulması, aşırı susuzluk hissi,

• %4: Fiziksel performansın %20-30 düşmesi,

• %5: Baş ağrısı, yorgunluk,

• %6: Halsizlik, titreme,

• %7: Fiziksel aktivite sürerse bayılma,

• %10: Bilinç kaybı,

• %11: Vücut dirençsizliği, olası ölüm,

• %12: %97 oranında ölüm,

• %15: %100 oranında vefat etme.

Bunu biraz açarsak:

• Vücut susuz kaldığı zaman tüm organ ve dokularda hasarlar meydana gelmeye başlamakta, zaman içerisinde de ciddi hastalıklar kendini göstermektedir. Susuzluğun vücuda zararlarının başında yorgunluk gelmektedir.

• Vücudumuzun ortalama yüzde 70’i sudur. Beyinde bu oranda daha yüksektir. Vücuda giren oksijenin % 25’ini de beyin kullanmakta olduğu için, vücuttaki su ve oksijen noksanlığından en fazla beyin etkilenmektedir.

• Baş ağrısı: Başınız ağrıdığında herhangi bir ilaç almadan önce bir bardak su içmeyi deneyin. Baş ağrısı bir çeşit stresten oluşabilir ve bunu basit bir biçimde su içerek rahatlatabilirsiniz. İçtiğimiz suyun %80'i beynimiz tarafından kullanılır. Alkol alanların ertesi gün baş ağrısı çekme sebepleri beyindeki sıvıda alkol nedeniyle su eksilmesinin yaşanmasıdır.

• Mide yanması, hazımsızlık: Bir bardak suyu yavaşça için; yarım saat arayla iki bardak daha su için. Bazı mide ağrıları ülsere bağlı olarak gelişmiş olabilir.

• Yüksek kan basıncı ve kalp sorunları: Bu sorunlar genelde kanın dolaşım sisteminde rahat dolaşamaması nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Yeteri kadar su içilmezse kan yoğunlaşır ve yapışkanlık gücü artarak kan basıncını yükseltir. Kalp sorunları, damar dolaşımında bulunan kanın akışkanlık yeteneğinin azalmasına bağlı olarak gelişir. Tansiyon yükselir. Dolaşımın zorlanması yorgunluk hissini getirir. Sürekli yorgunluk hissinin en güzel ve pratik tedavilerinden biri günde en az 3-4 litre su içmektir.

• Hamilelik bulantısı: Bebeğin anne karnında beslenmesi süresince, bebek annesinden su ve mineral alarak, anne vücudunu hem susuz bırakır hem de anneyi mineraller açısından zayıf düşürür. Anne yeterli miktarda ve düzenli su içmelidir. Gebelik bulantı ve kusmalarında hamileye bolca fakat yavaş bir şekilde, sık olarak su içirilmesi rahatlamasını sağlayacaktır.

• Stres: Vücuttaki sıvıların yeterli düzeyde olmaması, elektrolit düzeyinin bozulması ve bu nedenle stres oluşmasına neden olur. Su, içerdiği minerallerle vücut sıvısının elektrolit düzeyinin dengede kalmasını sağlayarak strese engel olabilir. Stresin ve depresyonun bedendeki su azlığı ile yakından ilişkisi vardır.

Su azlığı, beynin kimyasını bozar ve böylece depresyon başlar. Yorgunluk hissi, enerji eksikliği, sinirli olma, endişe ve uyku eğilimi gibi belirtiler depresyon işaretidir. Eğer sabahları yataktan kalkamayacak kadar kendinizi yorgun hissederseniz, bunun nedeni susuzluktur.

Tüm dünyadaki Psikiyatri Enstitülerinin araştırmalarına göre, yeterince su içmemek, beyindeki gri maddenin azalmasına neden olmaktadır. Gri maddenin azalması da sadece beyin ebatlarını değil, beynin çalışmasını da etkiler. Düşünmeyi ve kavramayı zorlaştırır. Kısacası yeterince su içmemek insanı aptallaştırır. Araştırmalara göre 90 dakika süren bir terleme, beyinde bir yıllık yaşlanma etkisi yapmaktadır. Ama bir-iki bardak su içmek, beynin hemen eski hale dönmesine yardımcı olmaktadır. (Yukarıdaki hususlar değişik makale ve araştırmalardan özetlenmiştir.)

ORUCUN İNSANI TAKVÂYA ULAŞTIRMASI

Kur’ân'ın öngördüğü oruç, sabrı ve tefekkürü celbeder. Zira tefekkürün en büyük engeli, tokluk ve konuşmaktır. İnsan tok iken ve konuşurken iyi düşünemez. Sabır ve tefekkür, dinin iyi anlaşılmasını ve yaşanmasını temin eder. Oruç sayesinde gelişen sabır ve kararlılık, hayatın her alanında başarı getirir.

Oruç, oruç tutan varlıklı insanların, yoksullar ile halleşmesini, açlığı ve açları çok daha iyi anlamasını sağlar. Böylece, Allah'ın lütfu olan servetinde yoksulun hakkı olduğunu idrak ederek malından ihtiyaç sahiplerine vermek sûretiyle Allah'a karşı borcunu öder. Ayrıca bu, toplumsal patlamaya da engel olur.

Büyük dertlere sebebiyet veren aşırılıklar ve taşkınlıklar, çoğu kez mideye bağlı isteklerden ve cinsel arzulardan kaynaklanır. İşte sabır, bilinç ve tefekkür kaynağı olan oruç tüm bu olumsuzlukları firenler.

Oruç, dıştan görülmemesi nedeniyle riya karışmayan, samimiyetle yapılan bir görev olduğundan etkisi diğer görevlerden daha fazladır.

Oruç tutan toplumlarda merhamet, şefkat muhabbet ve muavenet hisleri gelişip yerleşir, bunun neticesi olarak da toplum huzurlu, müreffeh, mutlu ve güvenli olur.

Ancak böyle olan oruç insanı muttaki yapar ve cennete girmeye vesile olur.

İşte bunlar sebebiyle oruç; yemin, cinâyet, hacc, zıhar kusurlarında kefaret olarak öngörülmüştür.

Orucun sağlık açısından faydası bizi ilgilendirmiyor. Zira oruca bu açıdan bakmak, orucu oruç olmaktan çıkarıp, diyet ve perhiz hâline getirir.
187) Karşılıklı, beraberce yemeyi, içmeyi, cinsel ilişki ve konuşmayı terk etme gecesinde kadınlarınıza cinsellikle ilgili sözler, cinsel ilişki, size helâl kılındı. Onlar, sizin için bir giysidir, siz de onlar için bir giysisiniz. Allah, sizin kendinize hâinlik ettiğinizi bildi de tevbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. Artık kadınlarınıza yaklaşın ve Allah'ın sizler için yazdığı şeylerden arayın. Ve fecrden, beyaz iplik siyah iplikten iyiden iyiye sizin için açığa çıkıncaya kadar yiyin-için; keyfinize bakın. Ve geceye kadar orucu tamamlayın. Ve siz ilâhiyat eğitim merkezlerinde programlı ibâdet hâlinde iken onlara yaklaşmayın. Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır, artık Allah'ın sınırlarına yaklaşmayın. Allah, Kendisinin koruması altına girsinler diye âyetlerini insanlara işte böyle açıkça ortaya koyar.
Bu âyet, 185. âyetteki, Bu nedenle sizden her kim bu aya şâhit olursa hemen onda oruç tutsun ifadesinin tefsiri ve tavzihi olduğundan, 185. âyetin arkasına konulmuştur.

Bu nedenle sizden her kim bu aya şâhit olursa hemen onda oruç tutsun buyruğunun zâhirinden, gecesi ve gündüzüyle Ramazân ayının tamamında yemeden, içmeden, konuşmadan ve cinsel ilişkide bulunmadan oruç tutulması gerektiği gibi bir sonuç çıkmaktadır. İşte bu âyetle, durumun böyle olmadığı; Ramazân ayı gecelerinin –mescidlerdeki âkiflere cima hariç– oruç kapsamı dışında tutulduğu beyân edilmekte, ayrıca orucun başlangıç ve bitiş zamanları beyân edilmektedir.

الرّفث [REFES]

Refes, "kötü söz, sözün aşırısı, cinsel ilişkide kadınlara söylenen söz" demektir. [Lisânu'l-Arab; c. 4, s. 193, "Rfs" mad.]

Sözün kötüsünün helâl kılınması, iyisinin evleviyetle helâl olduğunu gösterir. Ayrıca "refes", cima esnasında kullanılan sin-kaflı sözleri ihtiva ettiğinden cimanın da helâl olduğu anlaşılır.

Bir de âyetteki
kadınlarınıza ifadesinden, refes'in aile bünyesindekiler için helâl, aile dışındakiler için helâl olmadığı anlaşılmaktadır. Refes sözcüğü, bu sûrenin 197. âyetinde hacc için de kullanılmaktadır.

Klasik kaynaklarda bu âyet ile ilgili şu açıklamalar mevcuttur:

Ebû Dâvûd'un İbn Ebî Leyla'dan rivâyetine göre İbn Ebî Leyla şöyle demiş: Arkadaşlarımız bize anlatarak dedi ki: Kişi orucunu açıp yemek yemeden önce uyuduğunda sabahı edinceye kadar yemek yiyemezdi. Bir seferinde Hz. Ömer (eve) geldi ve hanımının yanına gelmesini istedi. Hanımı da, "Daha önce uyudum" dedi. Hz. Ömer ise onun mazeret uydurduğunu sandı ve hanımına yaklaştı. Ensârdan bir adam (evine) vardı, yemek getirilmesini istedi ona, "Sana bir şeyler ısıtıncaya kadar bekleyiver" dediler o da uyudu. Sabahı ettiklerinde bu âyet-i kerîme indi ki onda,
Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı buyruğu vardır.

Buhârî'nin rivâyetine göre ise el-Berâ şöyle demiş: Muhammed'in d (s.a) ashâbından herhangi bir adam oruçlu olup da iftar hazır olduğunda iftardan önce eğer uyumuş ise o gece ve ertesi gün akşama kadar oruç açmazdı. Ensârdan olan Kays b. Sırma oruçlu idi. (Bir rivâyette, "Gündüzün hurma bahçelerinde çalışırdı ve oruçlu idi.") iftar vakti gelince hanımının yanına varıp; "Sende yiyecek bir şey var mı?" diye sorunca hanım, "Hayır" dedi, "fakat senin için yiyecek bir şey isteyeyim." Gün boyunca çalışan birisi idi. Uyku bastırdı. Hanımı gelip onun uyumakta olduğunu görünce, "Yazık sana" dedi. Ertesi gün, gün ortasında baygın düştü. Bu durumdan Peygamber'e (s.a) söz edildi bunun üzerine,
Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı âyeti indi. Bundan dolayı da pek çok sevindiler. Yine (bu âyette), Fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden tarafınızdan ayırdedilinceye kadar yiyin için buyruğu da nâzil oldu.

Yine Buhârî'de el-Bera'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ramazân ayı orucu nâzil olduğunda Ramazânda hanımlarına yaklaşarak kendilerine hâinlik edenler vardı. Bunun üzerine Yüce Allah,
Allah nefislerinize karşı hâinlik etmekte olduğunuzu bildiğinden tevbenizi kabul ve günahlarınızı affetti buyruğunu indirdi.

Burada sözü geçen "hâinlik etmek"ten kasıt, Ramazân gecelerinde hanımlara yaklaşmak sûretiyle kendilerine hâinlik etmeleridir. Allah'a isyan eden bir kimse eğer kendisinin cezalandırılmasını gerektiren bir iş yaptıysa kendi kendisine hâinlik etmiş olur.

el-Kutebî der ki: "Hâinliğin asıl anlamı, kendisine emanet edilen bir şeyi yerine getirmemektir."

Taberî'nin naklettiğine göre Hz. Ömer, sohbet ettikten sonra Peygamber'in (s.a) yanından bir gece evine döner. Hanımının uyumuş olduğunu görür. Hanımına yaklaşmak isteyince hanımı ona, "Ben uyumuş bulunuyorum" deyince, o hanımına, "Hayır uyumamışsın" dedi ve hanımına yaklaştı. –Ka‘b b. Mâlik de aynı duruma düştü.– Ertesi günü Peygamber'in (s.a) yanına gidip; "Allah'a ve sana özür beyan ediyorum" dedi, "nefsim bana (emre karşı gelmeyi) süslü gösterdi ve bunun sonucunda hanımıma yaklaştım. Benim için bu hususta bir ruhsat [bir çıkar yol] bulabiliyor musun?" Hz. Peygamber bana, "Bunu yapmak sana yakışmazdı yâ Ömer" dedi. Hz. Ömer evine ulaşınca ona haberci gönderip Kur’ân-ı Kerîm'deki bir âyet ile mazur görüldüğünü ona bildirdi.

Bir diğer rivâyete göre Hz. Ömer uyumuş, daha sonra hanımına yaklaşmış, Peygamber'in (s.a) yanına gelip durumu bildirince şu âyet-i kerîme nâzil olmuş: Allah nefislerinize karşı hâinlik etmekte olduğunuzu bildiğinden tevbenizi kabul ve sizi affetti. Artık onlara yaklaşın... [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bu harâmlığın bizim şeriatımızda da mevcud olduğunu, fakat daha sonra neshedildiğini söyleyenler bu âyetin sebeb-i nüzûlü konusunda şunu zikretmişlerdir: İslâm'ın ilk yıllarında oruçlu iken, insan uyumadığı veya yatsı namazını kılmadığı müddetçe yemesi, içmesi ve cinsî münâsebette bulunması helâl idi. İnsan uyuduğu ve yatsı namazını kıldığı zaman, ertesi günün akşamına kadar yeme, içme ve cinsi münasebette bulunma harâm oluyordu. Ensârdan bir adam yatsı vakti, oruçtan dolayı iyice yorulmuş olarak evine geldi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) ona, yorgunluk ve halsizliğinin sebebini sorunca, o da, "Yâ Rasûlallah! Bütün gün akşama kadar hurmalıkta çalıştım. Yemek yemek için akşamleyin evime geldiğimde, ailem yemeği getirmekte gecikti. Bu arada ben de uyumuşum. Derken beni uyandırdılar; böylece de bana, yemek-içmek harâm oldu" dedi. Bunu müteakiben Hz. Ömer de ayağa kalkarak, "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben de sana buna benzer bir mazeret beyan edeceğim. Yatsı namazını kıldıktan sonra, eve geldim ve zevcemle cinsî münasebette bulundum" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), "Ey Ömer! Bu sana yakışmadı" dedi. Daha sonra, pek çok kimse de ayağa kalkarak, bu türden yaptıkları şeyleri itiraf ettiler. İşte bunun üzerine,
Oruç gecelerinde kadınlarınıza refes helâl kılındı âyeti nâzil oldu. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

Ebû Ca‘fer ibn Cerîr et-Taberî der ki; Bana Müsennâ, Mûsâ ibn Cübeyr'den nakletti ki, o Abdullah ibn Ka‘b ibn Mâlik'in babasının şöyle dediğini duymuş: Ramazân ayında oruç tuttukları zaman, geceleyin yatınca; ertesi gün iftara değin insanlara yemek, içmek ve kadın yasaklanmıştı. Bir gece Ömer ibn el-Hattâb Hz. Peygamber'in yanından geç vakitte dönmüştü. Eşinin uyumuş olduğunu görmüş ve ona yaklaşmak istemişti. Kadın, "Ben uyudum" deyince, "Uyumadın" diyerek ona yaklaşmıştı. Kâ‘b ibn Mâlik de böyle yapmıştı. Ertesi sabah Hattâb oğlu Ömer Hz. Peygamber'e gelip durumu haber verdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ,
Sizin nefislerinize hiyânet edeceğinizi Allah bildi de tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık onlara yaklaşın ve Allah'ın hakkınızda yazdığını isteyin âyetini inzâl buyurdu. Mücâhid, Atâ, İkrime, Süddî ve Katâde ile diğerlerinden de bu âyetin nüzûl sebebi konusunda, Ömer ibn el-Hattâb'ın ve onun gibilerin davranışlarıyla, Sırma ibn Kays'ın davranışı nakledilir. Onlar sayesinde Allah'ın bir rahmeti ve ruhsatı olarak rıfk ile bütün gece boyu, yemek, içmek ve cinsî münâsebet mübâh oldu. [İbn Kesîr.]

Bu nakillerde âyetin, bireysel bir durum nedeniyle indiği iddia edilmektedir. Oysa nakledilen olay, âyette konu edilen hükümlerin kapsamına girmemektedir. İşin aslı şu ki: Bu âyet, 185. âyetin tefsiri ve tavzihidir.

Bu âyette evli çiftler,
Onlar, sizin için bir giysidir siz de onlar için bir giysisiniz ifadesiyle, birbirinin elbisesi olarak nitelenmiştir. Eşlerin birbirlerinin elbisesi olmakla nitelenmeleri; bedensel, ruhsal ve toplumsal hususlarda birbirlerini sarmaları nedeniyledir.

Âyetteki,
Allah, sizin kendinize hâinlik ettiğinizi bildi de tevbenizi kabul etti ve sizi bağışladı ifadesinden anlaşılan o ki, bu tavzihin gerekçesi, insanın altından kalkamayacağı bir işe: gecesi ve gündüzüyle bir ay boyunca yiyip içmeden, konuşmadan ve cinsel ilişkiye girmeden yaşamaya teşebbüs etmesi durumunda kendisine hâinlik edeceğidir.

Allah'ın engin merhametiyle üzerimizden ağır bir yükü kaldırmasının örneğini Müzzemmil sûresi'nde de görmüştük:

20Hiç kuşkun olmasın, Rabbin senin gecenin üçte-ikisinden daha azını, yarısını, üçte-birini ayakta geçirmekte olduğunu biliyor. Seninle beraber olanlardan bir grup da öyledir. Allah, geceyi de gündüzü de ölçüye bağlar. Sizin bu işi kolaylıkla yapamayacağınızı bildi de sizin için bu görevi hafifletti. O hâlde Kur’ân'dan kolay geleni öğrenin-öğretin! Sizden hastalar olacağını bildi. Bir kısmının yeryüzünde dolaşıp Allah'ın fazlından bir şeyler isteyeceklerini, diğer bir kısmının da Allah yolunda çarpışacaklarını bildi. O hâlde ondan kolay geleni öğrenin-öğretin! Salât'ı [mâli ve zihinsel destek; toplumu aydınlatma kurumlarını] kurun/ayakta tutun, zekat'ı verin! Güzel bir ödünçle Allah'a ödünç verin! Öz benlikleriniz için önden gönderdiğiniz iyiliğin, Allah katında hayrını daha çok, ödülünü daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan af dileyin! Hiç kuşkusuz Allah çok affedici, çok merhamet edicidir. [Müzzemmil/20]

Âyetteki,
Artık onlara [kadınlarınıza] yaklaşın ve Allah'ın sizler için yazdığı şeylerden arayın. Ve fecrden beyaz iplik siyah iplikten sizin için açığa çıkıncaya kadar yiyin, için. Ve geceye kadar orucu tamamlayın ifadesiyle de, orucun başlangıç ve bitiş zamanları bildirilmektedir. Buna göre oruç, fecrin aydınlığından gecenin başlangıcına (ki gece, gün batımı ile başlar) kadar tutulacak; gün batımından fecrin aydınlığına kadar da yenilecek, içilecek, konuşulacak ve meşru çerçevede cinsel ilişkide bulunulabilecektir.

Ancak âyetteki,
Ve siz mescidlerde ‘âkif [programlı ibâdet hâlinde] ikenonlara yaklaşmayın ifadesi, mescidlerde âkif olanların, Ramazan ayı gecelerinde de cinsel ilişkide bulunamayacaklarını ifade etmektedir.

Âyetteki,
Ve fecrden beyaz iplik siyah iplikten sizin için açığa çıkıncaya kadar ifadesinden, orucun başlangıç vaktinin güneşin doğumu olmayıp, tan yerinin ağarması olduğu anlaşılmaktadır.

‘ÂKİF, İTİKAF

عاكف [
‘âkif] sözcüğünün kökü olan ع ك ف [‘a-k-f], "bir şey üzerine sürekli odaklanmak, kendini ona adamak ve ondan yüz çevirmemek" demektir. [Lisânu'l-Arab; c. 6, s. 385, "Akf" mad.] Anlaşılıyor ki kelime, "gâyet bilinçli olarak bir şeye odaklanmak, taparcasına bağlanmak" anlamındadır. Nitekim birçok yerde [A‘râf/138; Tâ-Hâ/91, 97; Enbiyâ/52; Şu‘arâ/71] "tapma" boyutuyla geçmektedir. Bakara125, Hacc/25 ve Fetih/25'te ise "ısrarla bir şeye yönelme" anlamındadır.

Âyetteki,
Ve siz mescidlerde ‘âkif [programlı ibâdet hâlinde] iken ifadesi, "mescidlerde tevhidi öğrenme ve öğretme, dinî konularda ikna olma ve ikna etme amacıyla planlı ve programlı bir çalışmaya yönelme; bir nevi kampa girme" olarak anlaşılabilir.

Bu işin adı "itikaf" olarak yerleşmiştir. Ve fıkıh kitaplarında "belli bir zamanda belli şartlara riâyet ederek özel bir yerde özel bir itaate devam etmek" şeklinde tarif edilmiştir. Bu ifadeleri, "Ramazân, oruç ve Kur’ân" konu edilen bir pasajda gördüğümüze göre bu ibâdeti, insanın kendini bir mağaraya hapsetmesi olarak değil, "Ramazân ayında, hasta ve seferde olmayıp da oruç tutacak müslümanların mescidlerde (Okullarda, halk evlerinde, mescidleştirilmiş camilerde) Kur’ân'a odaklanarak Allah'ın mesajını iyi ve doğru anlamaya çalışmak olarak özetleyebiliriz.

KÜLÛ VE’ŞREBÛ (Yiyiniz ve içiniz)

Yarı açlığın (az yemenin) ve suskunluğun, insana bedenen ve zihnen yararlı olduğu bilimsel bir gerçekliktir. Susuzluk ise yine bilimsel tespitlere göre insana zarar vermektedir. Susuzluk, bedene verdiği zarardan daha ziyade beyni; zihni ve algıyı etkilemektedir. Bunu "Maraz ve Suyun Önemi" yazımızda belirtmiş bulunuyoruz.

Susuzluğun beyne; zihne, algıya zararı sabitse, bu konuyu oruç şartlarında dikkate almak zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla da biz, Bakara/187’deki "yiyiniz, içiniz" diye çevirdiğimiz " كلواkülû" ve " اشربواişrebû" sözcüklerini tahlil etme ihtiyacı duyduk.

كلواKÜLÛ (Yiyiniz)

" كلواKülû" sözcüğü, " اكلekele" fiilinin çoğul, müzekker (eril) emri hazır kalıbıdır. Sözcüğün anlamını genellikle " أكَلَekl (yemek)" okunuşlu mastarı dikkate alınarak değerlendirmekteyiz. Aslında burada konu ettiğimiz "yemek" ifadesi, "Bir şeyin çiğnenip yutulması" demek olup çiğnenmeden yenilen çorba vs. gibi gıdalar " أكلEkl" kapsamına girmemektedir. (LİSAN ve TAC)

Konumuz olan " E ا (elif), كk, لl" harflerinin bir de " اُكلükl" kalıbı söz konusudur. " اُكلÜkl" kalıbının anlamı ise "rızık, dünyadan nasip" demektir. Birisi dünyadan bolca nasiplendiği zaman "o, ükl sahibidir" denir. (LiSAN ve TAC)

Bunun bir örneğini, Zariyat/27’de " الا تأكلونelâte’külûn" şekliyle görebiliriz.

Sözcüğün bu şekli dikkate alındığında " كلواKülû" ifadesinin anlamı, "bol, bol nasiplenin; yiyin" demek olur.

اشربواVeşrebû (İçiniz)

" اشربواişrebû" sözcüğünün kökü " ش ر بş r b"dir. Genellikle bu sözcüğün " شُربşürb (içmek)" şekli ön planda tutulur. Ne var ki bu sözcüğün bir de " شِربşirb" kalıbı vardır. "sözcüğün " شِربşirb" kalıbının anlamı ise " " الحظ من الماءel hazzu minel mâi, النصيب من الماءen nasibü minel mâi (sudan alınması gereken ölçüde nasiplenmek)"dir. (LİSAN ve TAC) sözcüğün bu kalıbını Şuara/155, Kamer/28’de görmekteyiz.

Sözcüğün bu şekli dikkate alındığında " اشربواişrebû" emir kipinin "sudan nasibinizi, payınızı alın; kana kana suyunuzu için" anlamı çıkar.

كلوا واشربواKülû veşrebû

Bu iki eylemin bir arada söylenmesi ise ifadeye daha da bir ciddiyet ve mübalâğa anlamı kazandırmaktadır. Kur’ân’daki bu iki ifadenin beraber geçtiği ayetleri (Bakara/60, A’raf/31, Tur/19, Hakka/24, Mürselat/43, Meryem/26) dikkate aldığımızda, buradaki anlam, sıradan yemeyi içmeyi değil, bu işin zevkini çıkarmayı, keyfe bakmayı ifade eder.

Vücudun özellikle de beynin su ihtiyacı dikkate alındığında ise beyni hasta etmeyecek; zihinsel fonksiyonlarda noksanlık oluşturmayacak ölçüde, yani beyni koruyacak ölçüde su alımının oruçta sakıncasız olması gerektiği ortaya çıkmaktadır.

Aksi halde insan, kendisini kendisi hasta edecektir. Buna Allah’ın izni olmadığı gibi Allah, hastalıklı olanlara oruç tutmama ruhsatı vermiştir.

Görülüyor ki oruç, imamın, müezzinin, din adamının açıklamasına bırakılacak bir ibâdet değildir. Dil bilginlerinin, sosyologların, psikologların ve pedegogların ortaklaşa tanımlaması ve açıklaması gereken bir kulluk görevidir.

KEFFÂRAT-İ SAVM [ORUÇ BOZMANIN CEZASI]

"Örtmek" anlamındaki
küfr kökünden türetilmiş olan keffâret sözcüğü, "günahı örten şey" demektir. Keffâret, sadece yaptığımız hataların bir cezası olmayıp aynı zamanda ibâdet ve insanın aklını başına getiren bir uyarıcı ameldir.

DİNİMİZDEKİ KEFFÂRETLER

1) Zıhar keffâreti (Mücâdele/2-4).

2) Öldürme keffâreti (Nisâ/92).

3) Yemin keffâreti (Mâide/89).

4) Haccda avlanma keffâreti (Mâide/95).

5) İhramlı iken tıraş olmanın keffâreti (Bakara/196).

ORUÇ BOZMANIN KEFFÂRETİ MESELESİ

Kur’ân orucun bizden evvelki ümmetlere farz kılındığı gibi bize de farz kılındığını bildirmektedir. Orucun ne zaman ve nasıl tutulacağı, kimlerin tutmamasına izin verildiği, tutamayanların ne yapması lazım geldiği, eski ümmetlerce deforme edilen orucun orijinal şekli, Bakara/183-187. âyetlerde genişçe açıklanmıştır. Ama Kur’ân'da orucu kasten bozan kişinin ne yapması gerektiğine hiç değinilmemiştir.

Orucu bozanı veya tutmayanı Allah dilerse affeder, dilerse cezalandırır. Kur’ân, üçüncü şahısları ve kamuyu ilgilendirmeyip sadece kul ile Allah arasında olan ibâdetlerin bozulması ya da yapılmaması ile ilgili herhangi bir ceza koymamıştır. Çünkü ibâdet, Allah rızası için, gönülden, samimiyetle/ihlasla yapılır, dayatma, ceza ve zorlama ile olmaz.

Kur’ân'da kasıtlı oruç bozana herhangi bir keffâret öngörülmemesine rağmen âlimler, kasıtlı oruç bozmaya ya da mazeretsiz oruç tutmamaya, "altmış günü ceza bir günü kaza olmak üzere toplam altmış bir gün keffâret icat etmişlerdir. Bunu da şu ve benzeri rivâyetlere dayandırmışlardır:

Ebû Hureyre şöyle demiştir: Bizler Peygamber'in yanına oturmuş bulunduğumuz sırada o'na bir kimse geldi de dedi ki:

-- Yâ Rasûlallah! Helak oldum!

Rasûlullah ona sordu:

-- Sana ne oldu ki?

O kimse şöyle cevap verdi:

-- Oruçlu olduğum hâlde kadınımın üzerine düştüm (yani, cinsî münasebet yaptım).

Rasûlullah sordu:

-- Hürriyete kavuşturabileceğin bir köle bulabilir misin?

O zat cevap verdi:

-- Hayır, bulamam.

Rasûlullah tekrar sordu:

-- Öyleyse iki ay zincirleme oruç tutmaya gücün yeter mi?

O zat cevap verdi:

-- Hayır, buna güç yetiremem.

Rasûlullah yeniden sordu:

-- Altmış yoksulu doyurmak yolunu bulabilir misin?

O zat cevap verdi:

-- Hayır.

Ebû Hureyre dedi ki: Peygamber bir süre bekledi. Bizler bu bekleyiş üzere iken Peygamber'e içinde hurma dolu bir arak getirildi. (Arak, miktel/ölçek demektir.) Peygamber buyurdu:

-- O, mes’ele soran kimse nerededir?

O zat karşılık verdi:

-- Benim (buradayım diye ayağa kalktı).

Peygamber şöyle dedi:

-- Bu hurmayı al da yoksullara sadaka et!

O adam de şöyle karşılık verdi:

-- Allah'a yemin ederim ki, Medîne'nin iki kara taşlığı arasında benim ev halkımdan daha fakir bir ev halkı yoktur.

Bu sözü üzerine Peygamber, köpek dişileri meydana çıkıncaya kadar güldü.
Sonra da o zata şöyle dedi:

-- Haydi bu hurmayı al da âilene yedir! [
Sahîh-i Buhârî; "Kitabu's-Savm", Bab: 30, Hadis no: 43.]

Doğru olduğu farz edilse bile bu rivâyeti, keffârete yönelik bir hükümden ziyâde, köpek dişleri görülünceye kadar güldüğüne göre Peygamberimizin latifesi olarak değerlendirmek gerekir. Aksi hâlde bundan, oruç bozana ödül olarak bir sepet hurma verileceği hükmü çıkar. Ayrıca, cinsel ilişki iki cins arasında olacağı için, kadına yönelik bir hükmün de bulunması gerektiği hâlde, rivâyette kadının durumuna ait bir hüküm yoktur. Bazı fakihler bu konuda rivâyet dikkate almayıp, oruç bozmayı, zıhara kıyas etmişlerse de, kıyasın şartları bu konuda oluşmuş değildir. Sonuç olarak: Kur’ân'da, "keffâretu's-savm" [kasıtlı oruç bozanın 61 gün oruç tutması] yoktur. Bu, daha sonra icat edilmiş bir bidattır.

186) Ve kullarım sana Benden sordukları zaman, biliniz ki şüphesiz Ben çok yakınımdır. Bana yakarınca, yakaranın yakarışına cevap veririm. O hâlde rüşte ermeleri için, onlar da Bana karşılık versinler ve Bana inansınlar.[#342]
Bu âyette Allah, Kendisini tanıtmakta ve yakaranın yakarışına icâbet edeceği taahhüdünde bulunmaktadır.

Ramazân ve oruç pasajıyla birlikte ele alınması hâlinde bu âyette, Kur’ân'ın "yol göstericilik" özelliği sayesinde insanların rüşde ereceği mesajı verilmektedir:

1-2De ki: Bana vahyedildi ki, şüphesiz yabancılardan bir grup Kur’ân dinleyip de: "Şüphesiz biz, rüşde kılavuzluk eden hayret verici bir Kur’ân dinledik. Bundan dolayı, biz ona iman ettik ve Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak koşmayacağız. [Cinn/1-2]

Bu âyetin sebeb-i nüzûlü ile ilgili klasik kaynaklarda şu bilgiler verilmektedir:

Bu âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi hakkında farklı görüşler vardır. Mukâtil der ki: "Hz. Ömer, (bir Ramazân günü) yatsı namazından sonra hanımı ile birlikte olmuş, daha sonra buna pişman olup ağlamıştı. Rasûlullah'ın (s.a) yanına gelerek durumu o'na bildirmiş ve üzüntülü bir şekilde geri dönmüştü. Bu olay, konuyla ilgili ruhsatın inişinden önce idi. Bunun üzerine,
Kullarım sana Benim hakkımda sorarlarsa şüphesiz Ben pek yakınım âyeti nâzil oldu."

Bir diğer görüşe göre önceleri uyuduktan sonra yemek yemeyi terk farz idi. Onlardan birisi uyuduktan sonra yemek yedi, sonra da pişman oldu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme tevbenin kabulü ve sözü geçen hükmün neshini belirtmek üzere nâzil oldu ki ileride (187. âyette) buna dair açıklamalar gelecektir.

el-Kelbî'nin Ebû Sâlih'ten, onun da İbn Abbâs'tan rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiş: Yahûdiler şöyle dedi: "Sen bizimle sema arasında 500 yıl bulunduğunu ve her bir semanın kalınlığının yine bu kadar olduğunu ileri sürdüğün hâlde Rabbimiz bizim dualarımızı nasıl işitir?" Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

el-Hasen der ki: Bu âyet-i kerîmenin iniş sebebi şudur: Birtakım kimseler Rasûlullah'a, (s.a) "Rabbimiz yakın mıdır, O'na fısıldaşarak dua edelim, yoksa uzak mıdır O'na yüksek sesle seslenelim" dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi.

Atâ ve Katâde der ki: Yüce Allah'ın, Rabbiniz buyurdu ki: "Bana dua edin ki Ben de duanızı kabul edeyim" (Mü’min/60) buyruğu nâzil olunca kimileri, "Hangi vakitte O'na dua edelim?" diye sordular. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

a) Ka‘bu'l-Ahbar'dan rivâyet edildiğine göre, o şöyle demiştir: Hz. Mûsâ (a.s), "Yâ Rabbi! Yakın mısın, Sana münacaatta bulunalım [fısıltı ile yalvaralım]. Yoksa uzak mısın, öyle ise Sana bağırarak dua edelim" demiş. Bunun üzerine Allah Teâlâ, "Ey Mûsâ! Ben Beni zikreden kimselerin oturma arkadaşıyım" dedi. Hz. Mûsâ (a.s) da, "Yâ Rabbi! Fakat biz bazan cünüb olma ve tuvalette bulunma gibi Seni zikretmekten tenzih edeceğimiz bir hâl üzerinde oluyoruz?" dedi. Cenâb-ı Allah, "Ey Mûsâ! Beni her hâlde zikret" buyurdu. Emir bu şekilde olunca, Allah Teâlâ kullarını Kendisini zikretmeye ve bütün durumlarında Kendisine başvurmaya teşvik etmiş ve bu âyeti indirmiştir.

b) Bir bedevi Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek, O'na, "Rabbimiz yakın mıdır ki biz de O'na sessizce yakarışta bulunalım, yoksa bize uzak mıdır ki böylece biz O'na yüksek sesle yalvarıp yakaralım?" der. Bunun üzerine de Allah Teâlâ bu âyeti indirir.

c) Hz. Peygamber (s.a), ashâbıyla beraber tehlîl, tekbir ve duada seslerini yükselttikleri bir gazvede bulundu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), "Sizler sağır olan ve burada bulunmayan bir kimseye duâ etmiyorsunuz; siz ancak, her şeyi duyan ve size yakın olan bir Rabbe duâ ediyorsunuz" buyurdu.

d) Katâde ve diğerlerinden rivâyet edildiğine göre bu âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi, sahâbe-i kiramın, "Ya Rasûlallah! Rabbimize nasıl duâ edelim?" demiş olmalarıdır. İşte bunun üzerine Hakk Teâlâ bu âyet-i kerîmeyi indirmiştir.

e) Atâ ve diğerleri de, sahâbe-i kiram, Hz. Peygamber'e, "Hangi saatte Allah'a duâ edelim?" diye sorduklarında, Allah Teâlâ'nın bu âyeti inzâl ettiğini söylemişlerdir.

f) İbn Abbâs'ın zikrettiği şeydir. Buna göre Medîne halkının Yahûdileri, "Ey Muhammed! Senin Rabbin bizim dualarımızı nasıl işitir?" dediklerinde, bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

g) Hz. Peygamber'in (s.a) ashâbı, Hz. Peygamber'e (s.a) soru sorup da, "Rabbimiz nerede?" dediklerinde, Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi.

h) Bizim, daha önce zikrettiğimiz Hakk Teâlâ'nın,
Sizden öncekilere farz kılındığı gibi... (Bakara. 183) âyeti, uyuduktan sonra yemenin harâm kılınmasını gerektirip, sonra onlar yemek yiyip, bunu müteakiben de pişman olarak tevbe edip Hz. Peygamber'e, "Allah Teâlâ tevbelerimizi kabul eder mi?" diye sordukları zaman, Allah Teâlâ bu âyeti indirmiştir. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

ALLAH'IN YAKINLIĞI

Allah,
biliniz ki şüphesiz Ben çok yakınım buyurmuştur. Bu yakınlıktan maksat, yön ve mekan yönünden yakınlık değil, ilmi ve kudretiyle kuşatması, rahmet etmesi, duaları kabul etmesi, ihtiyaçları gidermesi yönündendir, ki bu şu âyetlerde belirtilmiştir:

4O, gökleri ve yeri altı evrede oluşturan sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran, yeryüzüne gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilendir. Ve nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir. Ve Allah yaptıklarınızı en iyi görendir. [Hadîd/4]

16Ve andolsun insanı Biz oluşturduk. Nefsinin kendisine neler fısıldadığını da biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız. 17,18Onun sağından ve solundan (her yanından) yerleşik iki tesbitçi onun her işini tesbit edip dururken, insan hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın. [Kaf/16]

7Göklerde olan şeyleri ve yeryüzünde olan şeyleri, Allah'ın bildiğini görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde O, kesinlikle dördüncüleridir. Beşte de O, kesinlikle altıncılarıdır. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar O, kesinlikle onlarla beraberdir. Sonra kıyâmet günü onlara yaptıkları şeyleri haber verecektir. Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi bilendir. [Mücâdele/7]

Ve Mü’min/60, En‘âm/40-41, Neml/62, Furkân/77, Ankebût/65-66, Lokmân/32, Şu‘arâ/78-91.
188) Aranızda mallarınızı da bâtıl sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bilerek ve zaman kaybına neden olma/hayırda ağırda alma/zarar verme/kusur oluşturma ile yemek için mallarınızı hâkimlere aktarmayın.
Bu âyette yer alan sosyal ilkeler, bâtıl sebeplerle ve rüşvetle kazanç sağlamanın engellenmesine yöneliktir.

Tüm insanlara, özellikle de Müslümanlara hitap eden âyetin, Aranızda mallarınızı da bâtıl sebeplerle yemeyin ifadesiyle hırsızlık, riba, kumar, gasp, aldatma, alış-verişte hile, hakkı saklamak, gayr-i meşru ticaret, emanet mala tecavüz, yalancı şâhitlik, çalışanın hakkını eksik vermek veya hakk ettiğinden fazlasını almak gibi tüm yanlış kazanımlar yasaklanmıştır. Buradaki "yemeyin" ifadesi, kullanımın nihai noktasını gösterir. O nedenle sadece yemek değil, bâtıldan her türlü yararlanmak yasaklanmıştır, ki buna dair Kur’ân'daki onlarca âyetten bazıları şunlardır:

29Ey iman etmiş kişiler! Mallarınızı –kendi rızanızla yaptığınız ticaret şekli hariç olmak üzere– aranızda haksız yolla yemeyin, kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size çok merhametlidir.

30Ve kim, düşmanlık ve şirk koşmak sûretiyle yanlış; kendi zararlarına iş olarak bu yasakları işlerse, yakında Biz, onu ateşe sokarız. Ve onu ateşe atmak, Allah'a çok kolaydır. [Nisâ/29-30]

275O ribayı [emeksiz, risksiz, çalışıp çabalamadan kolayca elde edilen kazançları] yiyen şu kişiler, şeytânın bir dokunuşuyla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu, şüphesiz onların, "Alış-veriş, riba gibidir" demeleriyledir. Oysa ki Allah, alış-verişi helâl, bu ribayı harâm kılmıştır. Kendisine Rabbinden bir öğüt gelip de yaptığından vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah'adır. Ve kim ki yeniden dönerse, işte onlar ateşin dostlarıdır. Onlar orada sürekli kalacaklardır.

276Allah, ribayı yok eder, sadakaları da artırır. Allah, tüm aşırı nankör ve günahkâr kimseleri sevmez.

277Şüphesiz iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutan] ve zekâtı/vergiyi veren kişilerin Rableri katında mükâfâtları vardır. Ve onlar üzerine hiçbir korku yoktur, onlar üzülmezler de.

278Ey iman etmiş kimseler! Eğer mü’minler iseniz, Allah'ın koruması altına girin ve ribadan kalanı bırakın.

279Artık böyle yapmazsanız, o zaman Allah ve Elçisi'nden size savaş olduğunu/bozuma uğratıacağınızı; perişan edileceğinizi bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. Haksızlık etmezsiniz, haksızlığa da uğramazsınız. [Bakara/275-279]

Âyetteki,
İnsanların mallarından bir kısmını bilerek ve günah ile yemek için, mallarınızı hâkimlere aktarmayın ifadesiyle de, mal kazanmak için hakimlere, yöneticilere rüşvet vermek yasaklanmaktadır.

Bu âyetin nüzûl sebebi hakkında nakledilenler şöyledir:

Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyin.. buyruğu, denildiğine göre Abdan b. Eşva el-Hadramî hakkında nâzil olmuştur. Bu kişi Kindeli İmru'1-Kays'tan alacağı bir mal bulunduğunu iddia etti. Bu konuda Peygamber'in (s.a) hakemliğine başvurdular. İmru'1-Kays böyle bir şeyin olmadığını söyledi ve yemin etmek istedi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu, o da yeminden vazgeçti, kendisine ait olan arazide Abdan'ın tasarruf sahibi olmasını kabul etti ve onunla davalaşmadı. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]
189) Sana hilallerden soruyorlar. De ki: "Onlar, insanlar ve hac/programlı ilâhiyat eğitim dönemleri için zaman ölçüleridir." Evlerinize arka taraflarından girmeniz/dinde Allah'ın ilkelerinden başka ilkeler benimsemeniz, "iyi adamlık" değildir. Ama "iyi adamlık", Allah'ın koruması altına girmektir. Öyleyse, evlerinize kapılarından girin; dini, din sahibi Allah'ın çizdiği çerçevede yaşayın. Ve başarıya erenlerden, kurtulanlardan olmanız için Allah'ın koruması altına girin.
Bu âyet Medîne'de inen özel bir necm olup, insanların birtakım sorularına cevap niteliğindedir. Âyette, hilâller hakkında soruya cevap olarak, şekilciliği bırakmaları, yanlış yol izlememeleri uyarısı yapılmakta ve başarıya ermek için izlenecek yol açıklanmaktadır.

HİLÂLLER İLE İLGİLİ SORU

Âyetteki ifadeden, bu sorunun iki şekilde sorulmuş olabileceği düşünülebilir: A) Ayın büyüyüp küçülmesi ve iki gece gözükmemesi; B) Hilâllerin ne amaçla yaratıldığıdır.

Âyetteki,
el-ehille sözcüğü, hilâl kelimesinin çoğuludur. Ayın son iki ve ilk iki gününün ayına hilal denilir. "Ayın ilk üç gecesinin ayına", "ayın dolunay sürecine kadarki durumuna", "ayın son iki gecesinin ayına" da hilâl denildiği söylenmiştir.

Âyetin bu bölümünün nüzûl sebebi hakkındaki nakiller şöyledir:

Sana hilâller hakkında soruyorlar... Burada kasdedilen soru, Yahûdilerin sordukları ve kendisi ile Peygamber'e (s.a) itiraz ettikleri bir husustur. Bu münasebetle Mu‘âz şöyle demişti: "Ey Allah'ın Rasûlü! Yahûdiler yanımıza geliyor ve hilâllere dair bizlere pek çok soru soruyorlar. Hilâl acaba neden önce incecik görünüyor, sonra doğup yuvarlaklaşıncaya kadar artıp duruyor. Ardından tekrar eksilmeye başlıyor ve nihâyet önceki hâline dönüyor." Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu.

Bir diğer görüşe göre bu âyetin nüzûl sebebi, Müslümanlardan bir grubun Peygamber'e (s.a) hilâle dair ve hilâlin iki gecelik süreyle hiç görünmemesinin, güneşin durumundan farklı bir durumda olmasının sebebini sorarlar. Bunu da İbn Abbâs, Katâde, er-Rabi ve başkaları söylemiştir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Rivâyet edildiğine göre Ensârdan Mu‘âz ibn Cebel ile Sa‘lebe ibn Ganem, "Yâ Rasûlallah! Bu hilâle ne oluyor? Başlangıçta iplik gibi ince olarak ortaya çıkıyor, daha sonra da dolunay oluncaya kadar artıyor, sonra da durmadan noksanlaşa noksanlaşa baştaki durumuna geliyor.. Güneş gibi, tek bir hâlde kalmıyor" dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Yine Mu‘âz'dan rivâyet edildiğine göre Yahûdiler, hilâl hakkında sormuşlardır. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Birçok nedenle dinî görevler Kamerî takvime göre düzenlenmiştir. Zira ilk toplumlarda zamanı aya göre belirleme, güneşe göre belirlemeden daha kolaydı. Çünkü ayın evrelerine bakılarak ayın kaçı olduğu yaklaşık bilinebilirdi. Güneşin büyümesi, küçülmesi gibi evreleri olmadığından güneşe bakılarak ay ve gün hesabı yapmak zordu.

12Ve Biz, geceyi ve gündüzü iki alâmet/gösterge yaptık. Sonra Rabbinizden bir armağanlar aramanız, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için gecenin alâmetini/göstergesini silip, bir gördürücü aydınlık olarak gündüzün alâmetini/göstergesini getirdik. Ve Biz, her şeyi ayrıntılı olarak açıkladık da açıkladık. [İsrâ/12]

15Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: "Bundan başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir!" dediler. De ki: "Onu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım." [Yûnus/5]

Hilâl ile ilgili sorulara Allah,
Onlar, insanlar için ve hacc için zaman ölçüleridir diye cevap vermiştir. Evet hilâller, hacc, oruç, boşanma; iddet, alış-veriş ve borç vadeleri konusunda hesap ölçüsüdür.

Biz sorulan sualin, hilâllerin yaratılış amacına yönelik olduğu kanaatindeyiz. Eğer sorunun amacı, bilimsel ise cevap çok manidardır. Çünkü verilen cevap, sualin cevabı değil, ayın pratik hayattaki fonksiyonlarıyla ilgili olup, "Size gerekmeyen şeyleri sormayın, size gerekli olanları sorun" mesajı vermektedir.

"Bu suale, neden bilimsel bir cevap verilmedi?" sorusuna, şöyle cevap verilebilir: O gün insanlık bu sorunun bilimsel cevabını kavrayacak birikime sahip değildi.

EVLERE ARKALARDAN GİRMEK

Âyetin bu bölümünün nüzûl sebebiyle ilgili olarak da şu nakiller bulunmaktadır:

Yüce Allah'ın,
Birr, evlere arkalarından girmeniz değildir buyruğu, hacc için vakit ölçüleriyle birlikte zikredilmektedir. Çünkü hilâllerin durumu ve evlere arkalarından girmeye dair sual sormak zamanında bu iki husus da meydana gelmiştir. O bakımdan âyet-i kerîme her ikisi hakkında nâzil olmuştur. Ensâr, haccedip de geri döndüklerinde evlerinin kapılarından girmezdi. Hacc ya da umre için ihrama girip telbiye getirdiklerinde, şer‘an kendileriyle sema arasında herhangi bir engelin bulunmamasına dikkat ederlerdi. Artık bundan sonra, yani evinde ihrama girdikten sonra çıkıp herhangi bir ihtiyaç için geri dönecek olursa, evin tavanı kendisi ile gök arasında bir engel teşkil edeceğinden dolayı odanın kapısından içeriye girmezlerdi. O bakımdan evinin duvarından tırmanır, sonra da odasının üzerinde durarak ihtiyacı olan şeyi ister ve o ihtiyacı olan şey evinden dışarı çıkartılırdı. Bu şekilde davranmayı hacc ibâdetinin bir parçası ve birr/iyilik olarak kabul ederlerdi. Nitekim alâkası olmayan pek çok şeyin de hacc ibâdetinin gereği olduğuna inanırlardı. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Hasan el-Basrî ile Esamm şöyle demiştir: "Câhiliyyede bir kimse bir şeye kasdedip, o şeyi elde etmek kendisine zor gelince, evinin kapısından içeri girmeyip tam aksine evine arka tarafından girip çıkmaya başlar ve bunu bir yıl sürdürürdü. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ, onları böyle davranmaktan nehyetmiştir. Çünkü, onlar bunda bir uygunsuzluk hissettikleri için böyle yapıyorlardı." [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Câhiliyye dönemindekilerden birisi, ihrama girdiği zaman, evinin veya çadırının arkasından girip çıkacağı bir delik açıyordu. Ancak, taassub gösterenler müstesnâ. Bunlar da Kureyş, Kînâne, Huzâa, Sakîf, Haysem, Benû Âmir ibn Sa‘sa‘a ve Benû Nasr ibn Muâviye'dir. Bunlar dinlerine çok bağlı oldukları, çok direttikleri için, kendilerine "Humus" denilmiştir.
Hamaset, "diretmek" demektir. Bunlar ihrama girdikleri zaman, kesinlikle evlere girmez, çölde bir gölgelikle gölgelenmezler, yağ, yoğurt ve peynir yemezlerdi. Sonra Hz. Peygamber (s.a), ihrama girerken, bir başkası da ihrama girmişti. Böylece, Hz. Peygamber (s.a), ihramlı iken harap bir bostanın kapısından içeri girdi. Müteakiben ihrama giren o adam da Hz. Peygamber'i görerek, O'nun peşine takıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Benden uzaklaş" buyurdu.. Adam, "Niçin, yâ Rasûlallah?" dedi. Hz. Peygamber, "Sen ihramlı iken kapıdan içeri girdin" deyince, o adam biraz duraklayarak, "Ben senin sünnetine ve hidâyetine razı oldum. Senin girdiğini gördüğüm için, ben de girdim" dedi. İşte bunun üzerine, Allah Teâlâ bu âyeti indirip ihrama girmeleri hususunda aşırı davranmalarının birr/iyilik olmadığını, aksine birr/iyi olan kimsenin Allah'a muhalefet etmekten korkan kimse olduğunu onlara bildirmiş ve onlara câhiliyye adetlerini terketmelerini emrederek, Evlerinize, kapılarından geliniz buyurmuştur. İşte bu âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında söylenen bundan ibarettir. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

Evlere arka taraflarından girmeniz birr değildir. Ancak birr muttaki olanınkidir. Evlere kapılarından gelin. Buhârî, Ubeydullah ibn Mûsâ kanalıyla... Berrâ'dan nakleder ki; o şöyle demiştir: "Araplar câhiliyet devrinde ihrama girdiklerinde, evlere arka taraflarından girerlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ işbu âyeti inzâl buyurdu." Ebû Dâvûd el-Tayâlisî... Berrâ'dan böylece rivâyet etmiş ve demiş ki: "Ensâr seferden döndüklerinde hiç birisi evlerine kapılarından girmezdi. Bunun üzerine bu âyeti kerîme nâzil oldu."

A‘meş, Ebû Süfyân kanalıyla, Câbir'den nakleder ki; Kureyşliler hums [dindarlık] iddiasında bulunurlar ve ihrâmlı iken evlerine kapılarından girerlerdi. Ensâr ve diğer Araplar ise ihrâmhyken kapıdan girmezlerdi. Rasûlullah (s.a) bir bahçede iken, bahçenin kapısından dışarı çıktı. Kutbe ibn Âmir el-Ensârî de o'nunla birlikte çıktı. Orada bulunanlar dediler ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Kutbe ibn Âmir tüccar bir adamdır ve seninle beraber kapıdan çıktı. Rasûlullah Kutbe ibn Âmir'e, "Neden benim gibi yaptın?" dediğinde, o "Senin yaptığını gördüm ben de öyle yaptım" dedi. Rasûlullah, "Ben humus yapıyorum" dediğinde o, "Benim dinim senin dinindir" karşılığını verdi. Bunun üzerine işbu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu hadîsi İbn Ebî Hatim ve Avfî, İbn Abbâs'tan bu şekilde rivâyet ederler. Keza Mücâhid, Zührî, Katâde, İbrâhîm en-Nehâî, Süddî ve Rebî ibn Enes'ten de böylece rivâyet edilir.

Hasan el-Basrî der ki: Câhiliyet ehli olan kavimlerden birisi yolculuk etmek istediği ve sefer maksadıyla evinden çıktığı zaman evinden çıkıp da tekrar seferden vazgeçerek evinde kalmak isterse, evin kapısından girmezdi. Aksine arka tarafından tırmanarak girerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ,
Evlere arka taraflarından girmeniz birr değildir... buyurdu.

Muhammed ibn Ka‘b der ki: "Adam i‘tikâfa girdiğinde eve kapısından gelmezdi. Bunun üzerine bu âyeti kerîme nâzil oldu." [İbn Kesîr.]

Nakillerden anlaşıldığına göre, Arapların câhiliyeden kalma saçma-sapan inançları bulunuyor ve bunları uygulamakla iyi insan olduklarını düşünüyor ve bununla övünüyorlardı. Bu âyette Allah onları hem bu şekilcilikleri nedeniyle eleştiriyor, hem de atalarından kalma bâtıl inançları sürdürmemeleri hususunda uyarıyor.

Ebû Ubeyde'ye göre ise, "evlere arkalarından girmeyin, kapısından girin" ifadesi, bir deyim olup bununla,
işinizde-gücünüzde yanlış yol izlemeyin, yanlış metod kullanmayın, her şeyi kuralına göre yapın, yanlış yoldan giderseniz menzil-i maksudunuza eremezsiniz; amacınıza ulaşamazsınız" denilmek istenmiştir. Bu durumda verilen mesaj şöyle olur: "İyi, dindar insan olmak için atalarınızın bâtıl inançlarına değil, dinin sahibinin koyduğu ilkelere uyun. Allah'ın koymadığı kurallar insanı Allah'a yaklaştırmaz."

KURTULUŞ/BAŞARI YOLU; TAKVÂ

Bu âyette şekilcilik reddedilip meselenin özüne işaret edilmekte, işin takvâya bağlı olduğu bildirilmektedir. Birr'in şekilcilik olmayıp, takvâ olduğu 177. âyette açıklanmıştı.
Evlere kapılarından girmek, kişiyi takvâya götüren amelleri Allah'ın çizdiği çerçevede yapmaktır.
190) Ve sizinle savaşan kimselerle Allah yolunda savaşın; ölün, öldürün. Ve sınırı aşmayın. Şüphesiz Allah, sınırı aşanları sevmez.
191) Ve onları nerede yakalarsanız öldürün, çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Ve insanları dinden çıkarmak; ortak koşmaya, Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeye sürüklemek, öldürmeden daha şiddetlidir. Mescid-i Harâm; dokunulmaz ilâhiyat eğitim merkezi yanında onlar, orada sizinle savaşmadıkça da onlarla savaşmayın. Buna rağmen onlar, sizinle savaşırlarsa, hemen onları öldürün. Kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenlerin cezası işte böyledir.
192) Bununla beraber, eğer vazgeçerlerse, biliniz ki şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
193) Ve de insanları dinden çıkarmak; ortak koşmaya, Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeye sürüklemek faaliyeti kalmayıp din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Artık eğer vazgeçerlerse, düşmanlık, kendi benliklerine haksızlık edenlerden başkasına yoktur.
194) Dokunulmazlık ayı, harâm aya karşılıktır. Ve bütün dokunulmazlıklar/bağlayıcı hükümler, birbirine karşılıktır. O hâlde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynıyla saldırın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Ve bilin ki Allah, Kendi koruması altına girmiş kişiler ile beraberdir.
Bu âyetlerde, savaş hukukuna yönelik ilkeler bildirilmektedir. Şöyle ki:

* Müslümanlar, sadece Allah yolunda savaşmalıdır, (çıkar ve çapul amaçlı savaşmamalıdır).

* Savaşta haddi aşmamalıdır [savaşçılar dışındaki kimselere dokunmamalıdır].

* Savaş esnasında düşmana acımayıp buldukları yerde onları öldürmelidirler.

* Harâm bölgede kendilerine saldıranlarla savaşıp onları öldürmelidirler. Vazgeçmeleri hâlinde savaşı bırakmalıdırlar.

* Anlaşmaları tek taraflı bozanlarla yapılmış olan antlaşma geçersizdir, onlarla savaşılmalıdır.

Bireysel hayat sürerlerken bu şartlar çerçevesinde davranmak zorunda olan mü’minler, organize oldukları dönemlerde ise, kendilerine inançları sebebiyle veya onları dinden döndürmek, mustaz‘aflara yardımdan engellemek ve yurtlarını ellerinden almak amacıyla bir saldırı olduğunda, saldırganlara karşı savaşmak zorundadırlar. Bedir ve onu izleyen bir dizi savaş, bu emirden sonra yapılmıştır:

75Size ne oluyor da, Allah yolunda ve "Ey Rabbimiz! Bizleri bu halkı kendi benliklerine haksızlık eden kimseler olan memleketten çıkar, nezdinden bize bir koruyucu, yol gösterici yakın, nezdinden iyi bir yardımcı kıl" diyen zayıf düşürülmüş erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? [Nisâ/75]

33,34Allah'a ve Elçisi'ne karşı savaşan; bozum yapmaya teşebbüs etmiş olan ve yeryüzünde kargaşa çıkarmaya çalışanların –siz onlar üzerine güçlü olmazdan/onları yakalayıp denetim altına almazdan önce hatalarından dönenler hariç– karşılığı, ancak öldürülmeleri/eğitime öğretime tabi tutup dönmelerinin sağlanması veyakent yaşamından uzaklaştırılıp çiftliklerde tarım işçiliği yaptırılması, taş ocaklarında çalıştırılmaları yahut sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkilerinin kesilmesi, ya da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir aşağılıktır. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır. Artık iyi bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. (Mâide/33-34)

Allah daha evvel mü’minlere şu emirleri vermişti:

33,34Ve Allah'a çağırıp/yakarıp sâlihi işleyen ve "Ben, Müslümanlardanım" diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır? Ve tüm güzellikler/tüm iyilikler eşit olmaz; tüm çirkinlikler/tüm kötülükler de eşit olmaz. Kötülüğü, güzelin/iyiliğin en güzeli/en iyisi olanı ile sav. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir yakın'dır. [Fussilet/33-34]

13Sonra da sözlerini bozmaları sebebiyle onları dışladık ve kalplerine katılık koyduk. Onlar kelimeyi/sözcüğü yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler. Öğütlendiklerinin önemli bir bölümünü de terk ettiler. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen, onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik-güzellik üretenleri sever. [Mâide/13]

10Onların söylediklerine/söyleyeceklerine de sabret. Ve güzel bir ayrılışla onlardan ayrıl, [Müzzemmil/10]

21,22Haydi, öğüt ver/hatırlat, şüphesiz sen, sadece bir öğütçüsün/hatırlatıcısın. Sen, onların üzerinde bir zorba değilsin. [Ğâşiye/21-22]

109Kitap Ehlinden birçoğu, gerçek kendileri için ortaya konduğu hâlde, benliklerindeki kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler olmaya çevirmek isterler. Buna rağmen siz, Allah'ın emri gelinceye kadar af ile, hoşgörüyle davranın. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir. [Bakara/109]

Aslında Allah nazarında bir kişiyi öldürmek, bütün insanları öldürmek gibidir:

32İşte bunun için Biz, İsrâîloğulları'na: "Şüphesiz her kim bir zat veya yeryüzünde bozgunculuk karşılığı olmadan bir zatı öldürürse artık bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir zatın yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur" şeklinde farz kıldık. Ve kesinlikle onlara elçilerimiz açık deliller ile geldiler. Sonra da şüphesiz onların birçoğu, kesinlikle yeryüzünde aşırı davranan kimselerdir. [Mâide/32]

Durum bu olmasına rağmen Allah savaşı emretmektedir. Bununla birlikte, hangi şartlarda savaşılması gerektiğini de bildirmektedir:

39-41Kendilerine savaş açılan kimselere, kendileri haksızlığa uğramaları; onlar, başka değil sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle savaşmalarına izin verildi.

Ve şüphesiz ki Allah, onları zafere ulaştırmaya en iyi gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, filiz, tomurcuk, ağaçtaki meyve, toplanmış tahıl, bakliyat, kıraç arazide diken, yapılı bina ne varsa hepsi, tüm alış-veriş yerleri; çarşı-pazar, tüm Salat; destek yerleri (iş; istihdam ve istihsal yerleri, eğitim öğretim kurumları ve güvenlik merkezleri) ve içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan mescitler yerle bir edilirdi.

Allah, Kendisine yardım edenlere
–kendilerini yurtlandırıp güçlendirirsek salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan, ayakta tutan], zekâtı/vergilerini veren, örfe uygun/herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden ve vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü, çirkinliği kabul edilen şeylerden alıkoyan kimselere– kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, çok güçlüdür, mutlak galiptir. İşlerin sonucu da sadece Allah'a âittir. [Hacc/39-41]

Âyetteki,
Ve haddi aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez ifadesi, sivil halka; kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve tarlalara, bahçelere, hayvanlara, ormana vs. zarar vermeyi yasaklamaktadır.

Hacc/40'daki, "Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, filiz, tomurcuk, ağaçtaki meyve, toplanmış tahıl, bakliyat, kıraç arazide diken, yapılı bina ne varsa hepsi, tüm alış-veriş yerleri; çarşı-pazar, tüm Salat; destek yerleri (iş; istihdam ve istihsal yerleri, eğitim öğretim kurumları ve güvenlik merkezleri) ve içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan mescitler yerle bir edilirdi" ifadesi savaşın meşru kılınma nedenlerini açıklamaktadır.

Bu paragrafın iniş sebebine dair klasik kaynaklarda şu bilgiler verilmektedir:

Peygamber (s.a) umre yapmak üzere ashâb-ı kiram ile birlikte Mekke'ye gitti. Mekke yakınlarında Hudeybiye'de –ki Hudeybiye oradaki bir kuyunun adıdır, o bölgeye de o kuyunun adı verilmiştir– konaklayınca, müşrikler Beytullâh'a gitmesini engellediler. Hz. Peygamber de Hudeybiye'de bir ay süreyle kaldı. O yıl geldiği şekilde geri dönmek, ertesi yıl ise Mekke kendisine üç gün süreyle boşaltılmak ve aralarında on yıl savaş olmamak üzere de barış yaptılar. Hz. Peygamber de Medîne'ye geri döndü.

Ertesi sene Hz. Peygamber kazâ umresi yapmak üzere hazırlıklarını yaptı. Müslümanlar kâfirlerin sözlerinde durmayacaklarından korktular ve harâm ayda Harem dahilinde savaşmaktan da hoşlanmıyorlardı. İşte bu âyet-i kerîme bunun üzerine nâzil olmuştur.Yani, kâfirler sizinle savaştıkları takdirde savaşmak sizin için de helâldir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Nüzûl sebebi ise İbn Abbâs, Katâde, Mücâhid, Miksem, es-Süddî, er-Rabi, ed-Dahhâk ve başkalarından rivâyete göre şöyledir: Bu âyet-i kerîme kazâ umresi ve Hudeybiye yılı ile ilgili olarak nâzil olmuştur. Rasûlullah (s.a) umre yapmak üzere çıkmış ve Hudeybiye'ye kadar varmıştı. Bu olay hicretin 6. yılı Zilkâde ayında cereyan etmişti. Kureyş kâfirleri olan müşrikler o'nu Beytullâh'a ulaşmaktan engellediler. O da geri döndü. Şanı yüce Allah da o'na, pek yakında o'nu Mescid-i Harâm'a girdireceği vaadinde bulundu. Hz. Peygamber de hicretin 7. yılında oraya girdi ve umre ibâdetini eda etti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

el-Hasen'den şu da rivâyet edilmiştir: Müşrikler Peygamber'e (s.a), "Yâ Muhammed! Harâm ayda savaşmak sana yasak kılındı mı?" diye sorunca o, "Evet" dedi. Bunun üzerine onlar da o'nunla savaşmak istediler. İşte bu âyet-i kerîme bu münasebetle inmiştir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Hz. Peygamber (s.a), hacc maksadıyla ashâbıyla beraber yola çıkıp, Hudeybiye'de konaklamıştı. Burası, ağacı ve suyu bol olan bir yer idi. Müşrikler, Ka‘be'yi ziyaret etmelerine mani olmuşlardı. Böylece Hz. Peygamber, ziyarette bulunamayarak bir ay orada bekledi. Daha sonra müşrikler Hz. Peygamber'le, bu yıl geri dönüp ertesi yıl dönmek, müşrikler, Hz. Peygamber Ka‘be'yi tavaf edip, kurbanını da kesip ve istediğini de yapıncaya kadar Mekke'yi üç günlüğüne terketmek üzere anlaşma yaptılar. Allah'ın Rasûlü de buna razı olup, onlarla bu şekilde bir anlaşma yaptı. Daha sonra, aynı yıl Medîne'ye geri döndü ve ertesi yıl hazırlanmaya başladı. Sonra Hz. Peygamber'in ashâbı, Kureyş'in sözlerinde durmayacaklarından, onların, ashâbı Mescid-i Harâm'dan menedip onlarla savaşa tutuşacaklarından; ashâbın ise, hem harâm ayda, hem de Harem-i Şerifte müşriklerle savaşmayı istemedikleri gibi endişeler izhar ettiler. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyetleri indirdi ve ashâba, ihtiyaç hissederlerse nasıl savaşacaklarını beyan ederek, "Allah yolunda cihad ediniz" buyurdu. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Sahabeden birisi, kâfirlerden birisini harâm ayda öldürdü. Bunun üzerine mü’minler, bu mü’mini bundan dolayı kınadılar. İşte bu sebeple de Cenâb-ı Hakk bu âyeti indirdi. Buna göre âyetin manası şöyle olur: Sizin, harâm aylarda öldürmeye yönelmiş olmayı büyük bir suç saymanız gerekmez. Çünkü harâm aylarda, kâfirlerin küfre yönelmeleri, bu yaptığınızdan daha büyük bir suçtur. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

Âyetteki,
Ve fitne, öldürmeden daha şiddetlidir ifadesinde geçen fitne ile, "müslümanların küfre zorlanması ve yurtlarından çıkarılması" kasdedilmiştir. Ayrıca, âyetin bu ifadesinden, fitne çıkaranlara savaş açmanın mübah olduğu sonucu çıkıyor:

33,34Allah'a ve Elçisi'ne karşı savaşan; bozum yapmaya teşebbüs etmiş olan ve yeryüzünde kargaşa çıkarmaya çalışanların –siz onlar üzerine güçlü olmazdan/onları yakalayıp denetim altına almazdan önce hatalarından dönenler hariç– karşılığı, ancak öldürülmeleri/eğitime öğretime tabi tutup dönmelerinin sağlanması veya kent yaşamından uzaklaştırılıp çiftliklerde tarım işçiliği yaptırılması, taş ocaklarında çalıştırılmaları yahut sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkilerinin kesilmesi, ya da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir aşağılıktır. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır. Artık iyi bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. [Mâide/33-34]

Nitekim, Neml sûresi'nden de anlaşıldığı üzere Süleymân peygamber, Sebe ülkesinde halkı güneşe taptırmaya uğraşanlara karşı ordusuyla harekete geçmişti.

HARÂM AY KAVRAMI

Mescid-i Harâm'ın dokunulmazlığı ve güvenli bölge oluşu, Mekkî ve Medenî birçok âyette zikredilmiştir. Bu olguya ilişkin geniş açıklamalarda bulunduk; bunları bir kez daha yineleme gereği duymuyoruz.

Ancak "harâm ay" kavramı ile ilk kez bu âyette karşılaşıyoruz. Öncelikle şunu söyleyelim ki:
Harâm kelimesi, "Ka‘be" ile ilintili olarak ne anlam ifade ediyorsa, "ay" açısından da aynı anlamı, yani dokunulmazlığı, kutsallığı, güvenliliği ve savaşma yasağını ifade ediyor. Bu ifadenin geçtiği âyetlerde de aynı anlamın esas alındığını unutmamalıyız. "Harâm ay" kavramı, dört Kamerî ay için kullanılır. Bu ayların sayısı, Tevbe sûresi'nde zikredilmiştir: Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü harâm aylardır. İşte dosdoğru olan din budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin (Tevbe/36). Söz konusu ayların isimleri, tevatür ve geleneğe göre, Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb'dir. Bunların ilk üçü İslâm öncesi dönemde Araplar nezdinde hacc aylarıydı. Dokunulmazlıkları, kutsallıkları ve savaş yasağı bununla ilgilidir. Bu aylarda bir tür dinî barış ilan edilirdi. Böylece Araplar uzak-yakın bölgelerden, yarımadanın muhtelif yerlerinden, Arapların yerleştiği Şam, Mezopotamya ve Irak gibi komşu memleketlerden güvenlik içinde Mekke'ye gelebiliyor, hacc görevlerini eda ediyor, bu ibâdet mevsimine tanık olabiliyorlardı. Sonra da korkusuzca, en ufak bir zorlukla karşılaşmadan, huzur içinde memleketlerine dönebiliyorlardı. Receb ayına gelince, güvenilir rivâyetlerden anladığımız kadarıyla, bu ay Hicaz halkı için dinsel bir özellik taşıyordu. Bu rivâyetlerden söz konusu ayın "Mudar Recebi" adıyla da anıldığını öğreniyoruz. Harâm ayların, Araplar açısından dinî, ictimaî ve iktisadî önem arzettiğinden kuşku yoktur. Bu nedenle âyetlerden ve rivâyetlerden anladığımız kadarıyla, Araplar bu ayların dokunulmazlıklarına büyük önem veriyorlardı, bu ayların kutsal huzurunu bozmamaya özen gösteriyorlardı. Bu aylarda, kan dökülüyor diye avlanmayı bile yasaklamışlardı... Harâm aylar girince, insanlar, kendilerini kapsamlı bir güven ortamının içinde buluyorlardı; kavgasız, savaşsız ve korkusuz... Hiç kuşkusuz işin içinde dinsel motivasyon olmasaydı, böylesi bir sosyal olguyu gerçekleştirmek mümkün olamazdı. Kur’ân-ı Kerîm de bu ayların dokunulmazlığını, kutsallığını onaylamış; insanlara sağladığı büyük yararlara işaret etmiştir. Yukarıda sunduğumuz Tevbe/36. âyeti buna örnek gösterebiliriz. Aşağıdaki âyetler de aynı anlamı pekiştirir niteliktedir: Allah, Beyt-i Harâm Ka‘be'yi insanlar için bir kıyam evi kıldı; Harâm ayı, kurbanı ve boyunlardaki gerdanlıkları da... (Mâide/97); Ey iman edenler, Allah'ın şiarlarına, harâm olan ay'a, kurbanlık hayvanlara, onlardaki gerdanlıklara ve Rabb'lerinden bir fazl ve hoşnutluk isteyerek Beyt-i Harâm'a gelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktınız mı artık avlanabilirsiniz... (Mâide/2). Burada, yapıcı ve yararlı geleneklerin İslâm'dan sonra da korunmasına ilişkin genel temayülün bir örneğini görüyoruz. Bu aylarda ancak herhangi bir saldırıyı püskürtmek, bir haksızlığı/zulmü bertaraf etmek ve İslâm'a davet özgürlüğünü garanti altına almak amacına yönelik olması koşuluyla savaşa izin verilmiştir. [Derveze, et-Tefsîru'l-Hadîs]

DOKUNULMAZ AYLARDA ve DOKUNULMAZ BÖLGEDE SAVAŞ

Araplar, güvenli bir ulaşım ve hacc için dokunulmaz aylar ve dokunulmaz bölge belirlemişlerdi. Bu aylarda ve bu bölgede asla savaşılmazdı. Bu âyetlerde mü’minlere, harâm aylarda ve haremde saldırıya uğramaları hâlinde bu geleneğe bağlı kalmamaları emredilmektedir. Bu hükmün alt yapısı şu âyetlerle hazırlanmıştı:

40Ve bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder ve düzeltirse, artık onun ücreti Allah'a aittir. Şüphesiz ki O, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları sevmez. [Şûra/40]

126Ve eğer ceza verecek olursanız da, sizin cezalandırıldığınızın misli ile ceza verin. Ve eğer sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır. [Nahl/126]

195) Ve Allah yolunda malınızı harcayın/başta yakınlarınız olmak üzere başkalarının nafakalarını sağlayın, kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin-güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri-güzelleştirenleri sever.
Yukarıdaki âyetlerde savaş ve savaşa katılma şartları konu edilmişti. Bu âyette ise savaşı sürdürmenin, barış ve güvenlik içinde yaşayabilmenin ön şartı konumundaki mâlî durum konu edilmektedir.

Klasik kaynaklarda bu âyetin iniş sebebi olarak şu bilgiler yer alır:

Yezid b. Ebî Habib'in rivâyetine göre Eslem Ebû İmrân şöyle demiştir: Konstantin şehrine [İstanbul'a] gaza yapmıştık. Askerlerin başında Abdurrahmân b. el-Velid vardı. Bizanslılar sırtlarını şehrin suruna vermişlerdi. Birisi düşmana hamle yaptı. Onu görenler, "Aman yapma, lâ ilâhe illallâh bu adam kendi elleriyle kendisini tehlikeye atıyor" dediler. Ebû Eyyûb şöyle dedi: "Sübhânallâh, bu âyet-i kerîme biz Ensâr hakkında nâzil olmuştur. Allah, Peygamberi'ne yardım ve zafer verip o'nun dinini üstün kılınca kendi aramızda, ‘Haydi gelin, artık mallarımızın başında duralım, onları düzene koyalım’ dedik. Bunun üzerine Yüce Allah,
Allah yolunda infak edin âyet-i kerîmesini indirdi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Ellerimizle tehlikeye atılmak ise, (buna göre) mallarımızın başında durup onları çekip çevirmek isterken cihâdı terketmek olur. Ebû Eyyûb Allah yolunda cihâd yolunu aralıksız bir şekilde sürdürdü ve nihâyet Konstantin şehrinde defnedildi. Onun kabri oradadır. Böylelikle Ebû Eyyûb bizlere ellerimizle tehlikeye atılmanın Allah yolunda cihâdı terketmek olduğunu ve âyet-i kerîmenin buna dair nâzil olduğunu haber vermiş oldu. Bunun bir benzeri Huzeyfe'den, el-Hasen, Katâde, Mücâhid ve ed-Dahhâk'tan da rivâyet edilmiştir.

Derim ki: Tirmizî de Yezid b. Ebî Habib'den o Eslem b. İmrân'dan bu haberi bu manada rivâyet etmiş bulunmaktadır. Orada Ebû İmrân der ki: Rûm şehrinde idik. Karşımıza Rûmlardan oldukça kalabalık bir saf çıkardılar. Müslümanlardan da onlar gibi veya daha da fazla bir kalabalık karşılarına çıktı. O sırada Mısır'dan gelen askerlerin başında Ukbe b. Âmir, genel komutan da Fudâle b. Ubeyd idi. Müslümanlardan bir kişi Rûmların [Bizanslıların] safına bir hamle yaptı ve onların arasına kadar girdi. Herkes yüksek sesle bağırıp, "Sübhânallâh" dedi, "bu adam kendi elleriyle kendisini tehlikeye atıyor." Ebû Eyyûb el-Ensârî kalkıp şöyle dedi: "Ey insanlar! Sizler bu âyet-i kerîmeyi bu şekilde anlıyorsunuz. Hâlbuki bu âyet-i kerîme biz Ensâr hakkında nâzil olmuştur. Allah İslâm'ı kuvvetlendirip İslâm'ın yardımcıları çoğalınca birbirimize gizlice Rasûlullah'ın (s.a) aramızda olmadığı bir sırada, ‘Mallarımız sahipsiz kaldı, Allah da İslâm'ı güçlendirmiş bulunuyor. İslâm'ın yardımcıları çoğalmış bulunuyor. Mallarımızın başında dursak ve onlardan kaybolanı ıslah edip yoluna koysak nasıl olur?’ dedik. Bunun üzerine Yüce Allah Peygamberi'ne bizim aramızda söylediğimizi reddetmek üzere,
Allah yolunda infak edin, kendi ellerinizle tehlikeye atılmayınız buyruğunu indirdi." Buna göre tehlike, mallarıın başında durmak, onları yoluna koymaya çalışmak ve gazayı terketmek diye açıklanmış oldu. Ebû Eyyûb Rûm topraklarında defnedilinceye kadar Allah yolunda ileri atılmaya devam edip durdu. Ebû Îsâ der ki: "Bu hasen, garib, sahih bir hadistir." [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Âyetin anlamı ile ilgili olarak üçüncü bir görüş daha vardır ki, bu da İbn Abbâs'a aittir. Şöyle ki: Rasûlullah'a (s.a) insanlara karşı cihâd için çıkma emri verilince, Medîne'de hazır bulunan bedevî Araplardan bir kısmı kalkıp, "Biz ne ile hazırlık yapalım?" dediler, "Allah'a yemin ederiz ki ne bir azığımız vardır, ne de kimse bize yemek verir." Bunun üzerine Yüce Allah'ın, Allah yolunda infak edin buyruğu nâzil oldu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Rivâyet olunduğuna göre, Allah Teâlâ'nın,
Harâm ay, harâm aya bedeldir, harâmlar karşılıklıdır âyeti nâzil olunca, hazır olanlardan biri, "Yâ Rasûlallah! Allah'a yemin ederim ki bizim azığımız yok. Hiçbir zengin de bize yardım etmiyor" dedi.Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), Müslümanlara, Allah yolunda infâk etmelerini, tasaddukta bulunmalarını ve Allah yolunda taşınan yarım bir hurma ile de olsa sadakadan el çekmemelerini emretti. Müteakiben Müslümanlar her şeylerini verdiler. İşte bu âyet de, Hz. Peygamber'e (s.a) muvafakat ederek nâzil oldu. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

Leys ibn Ka‘b, Yezîd ibn Ebî Hâlid kanalıyla Eslem'den naklederek der ki: Muhâcirlerden bir kişi İstanbul'da düşmanların safına saldırdı. Ve düşman safını deldi. Beraberimizde Ebû Eyyûb el-Ensârî de vardı. Bazı kimseler, "Kendini kendi eliyle tehlikeye attı" dediler. Ebû Eyyûb el-Ensârî dedi ki: "Biz bu âyeti daha iyi biliriz. Çünkü o, bizim hakkımızda nâzil olmuştur. Biz Rasûlullah'la birlikte sohbet ettik. Onunla nice şeylere şâhid olduk ve o'na destek olduk. İslâm yayılıp da ortaya çıkınca biz Ensâr topluluğu gizlice toplandık ve, ‘Allah bize Nebiy-yi Ekrem'iyle sohbet etme şerefini lütfetti. Ve o'na yardımcı olma imkânını bahşetti. Böylece İslâm yayıldı, Müslümanlar çoğaldı. Biz Rasûlullah'ı ailelerimize, mallarımıza ve çocuklarımıza tercih etmiştik. Şimdi ise savaş, ağırlığını kaybetti. Artık ailelerimize, çocuklarımıza dönüp onların yanında kalsak’ dedik. İşte bunun üzerine,
Allah yolunda infâk edin ve ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın âyeti bizim hakkımızda nâzil oldu." Bu âyette söz konusu olan tehlike, "cihâdı terkederek, mal ve çoluk-çocuk yanında oturmak"tır. Bu hadîsi Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî Sünen'lerinde, Abd ibn Humeyd, İbn Ebî Hatim, İbn Cerîr, İbn Merdûyeh, Hafız ibn Ya‘lâ Tefsir'lerinde, İbn Hibbân Sahîh'inde, Hâkim Müstedrek'inde, Yezîd ibn Ebî Habîb kanalıyla Ebû Eyyûb el-Ensârî'den rivâyet ederler. Tirmizî bu hadîsin hasen, sahih ve garîb olduğunu söyler. Hâkim ise, Buhârî ve Müslim'in şartlarına uygun olmakla beraber, onların tahriç etmediğini bildirir.

Ebû Dâvûd'un Eslem'den naklettiği lafız ise şöyledir: Biz İstanbul'da idik. Mısır'da Ukbe ibn Âmir, Şam'da da başka bir adam vardı. Bununla Fudâle ibn Ubeyd'i kasdediyor. Bizanslılara karşı Medîne'den büyük bir saf savaşa çıktı. Biz onlara karşı saf tuttuk. Müslümanlardan bir kişi Bizanslılara hücum etti ve içlerine girdi. Sonra yanımıza döndü. Halk ona, "Sübhânallâh; kendi eliyle kendini tehlikeye atıyor" diye seslendi. Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî dedi ki: "Ey insanlar! Siz bu âyeti te’vîl edilmeyecek şekilde te’vîl ediyorsunuz. Bu âyet bizim hakkımızda, Ensâr topluluğu hakkında nâzil olmuştur. Allah dinini yüceltip, İslâm'ın destekçilerini çoğaltınca, biz kendi aramızda; ‘Artık malımıza dönüp de onları ıslâh etsek?’ dedik. Bunun üzerine bu âyeti kerîme nâzil oldu." [İbn Kesîr.]

Bu âyetin iki yönü vardır: Birincisi, genel ifadesidir ki bu tüm zaman ve şartlara yöneliktir. Bu açıdan, infaktan kaçınanlar, kendi elleriyle kendi sonlarını hazırlarlar. Zira zengin-fakir arasındaki uçurum, toplumda sosyal patlama ve kargaşaya sebep olur:

7,8Allah'ın, o kent halkından, Elçisi'ne verdiği fey'ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler], içinizden yalnız zenginler arasında devlet; gücün getirdiği refah olmasın diye Allah'a, Elçi'ye, yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın armağan ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'ın koruması altına da girin. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır. [Haşr/7-8]

Demek ki servet, sadece zenginler arasında dolaştığında, toplumdaki dengeler bozulur, fakirlerin haset ve kinini azdırır, böylece toplum tehlikeye düşer.

Âyetin ikinci yönü de, savaş ortamlarına yöneliktir. Nitekim Enfâl sûresi'nde şöyle buyurulmuştur:

60Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki onlarla, Allah'a düşman olanları, kendi düşmanlarınızı ve Allah'ın bilip de sizin bilmediğiniz, bunlardan aşağı daha başkalarını korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz haksızlığa uğratılmazsınız. [Enfâl/60]

38İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılan kimselersiniz. Öyleyken sizden kimileri cimrilik ediyor. Ve kim cimrilik ederse, artık kendi benliğinden cimrilik ediyordur. Ve Allah zengindir, siz ise fakirlersiniz. Eğer siz, yüz çevirirseniz, Allah yerinize sizden başka bir toplum getirir. Sonra onlar, sizin benzerleriniz olmazlar. [Muhammed/38]

Bu âyetlerin öngördüğü şekilde bir askerî hazırlık, yüklü bir maliyet gerektirir. Ama itibarlı ve onurlu bir hayat sürdürebilmek, dini, imanı, namusu ve vatanı koruyabilmek de buna bağlıdır. Eğer herkes infakta bulunursa, gerekli hazırlık yapılarak tedbir alınabilir. Aksi hâlde izmihlal kaçınılmazdır.

Âyetteki, ولا تلقوا بأيديكم الى التّهلكة[
ve lâ tulqû bi-eydiyekum ilettehlüketi/ellerinizi/kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayın] ifadesindeki بأيديكم [bi-eydiyekum] ibaresi, cüziyyet mecâzı mürseli ile "kendinizi" anlamında olabileceği gibi, "eliyle ayağıyla tehlikeye gitmek" anlamında bir deyim de olabilir. Buna göre ifade, "kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayın" anlamında olur.
208) Ey iman etmiş kişiler! Hepiniz, topluca İslâm'a-barışa-güvenliğe-sağlamlığa girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.
Evrensel bir beyanname niteliğinde olan bu âyette mü’minlere, Ey iman etmiş kişiler! Hepiniz, topluca silm'e [İslâm'a-barışa-güvenliğe] girin ve şeytânın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır denilmek sûretiyle kurtuluş yolu gösterilmektedir.

Kaynaklarda, bu âyetin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler verilmektedir:

Bu âyet, Ehl-i Kitap'tan Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi müslüman olanlar hakkında nâzil olmuştur. Çünkü onlar, Hz. Peygamber'e (s.a) iman ederken, bir taraftan da Hz. Mûsâ'nın (a.s) şeriatına tazim etmeye devam ediyorlardı. Bundan dolayı da "cumartesi" gününün kutsiyetine saygı gösteriyor, deve etini ve sütünü mekruh kabul ediyorlardı ve şöyle söylüyorlardı: "Bu şeyleri terketmek İslâm'da mübah, Tevrât'ta ise vâcibdir. Binâenaleyh biz bunu ihtiyaten terkediyoruz." İşte böylece Cenâb-ı Hakk, onların bu tutumumu kerih görerek, onların İslâm'a bütünüyle girmelerini, yani İslâm şeriatının hepsine girmelerini ve gerek itikad, gerek amel bakımından Tevrât'ın hükümlerinden herhangi birine sarılmamalarını emretmiştir. Çünkü Tevrât, artık mensûhtur. Buna göre,
Şeytânınadımlarına uymayın âyetini, "Tevrât'ın mensuh olduğunu bildikten sonra, onun hükümlerine tutunarak, şeytâna uymayın" şeklinde açıklamışlardır. Bu görüşte olanlar, âyetteki, kâffeten kelimesini, İslâm'ın sıfatı kabul etmişlerdir. Buna göre sanki, "Gerek itikadî gerek amelî olsun, İslâm'ın kanunlarının hepsine giriniz" denilmiştir. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

SİLM

Selâm, teslim, islâm vs. sözcüklerinin kökü durumunda olan silm sözcüğünün tüm türevleri, "barış, savaşı ve münakaşayı terketme, sağlam olma, sağlamlaştırma, güvende olma, güvende oldurma, sıkıntılara karşı koyma" anlamlarını taşır. Bu manalar, şu âyetlerde net olarak görülmektedir:

46Yine Allah'a ve O'nun Elçisi'ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız ve gücünüz-canınız gider. Ve sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. [Enfâl/46]

200Ey iman etmiş kimseler! Kurtulmanız, başarı kazanmanız için sabredin ve birbirinizin sabırlı olmasını sağlayın, birbirinize bağlanın ve Allah'ın koruması altına girin. [Âl-i İmrân/200]

103Ve hep birlikte Allah'ın ipine sıkıca sarılın/Allah'ın ipi ile korunun, ayrılmayın ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz, birbirinize düşmanlar idiniz de, Allah, kalpleriniz arasında ülfet oluşturdu. Sonra da siz, O'nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah, kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız diye alâmetlerini/göstergelerini sizin için böyle ortaya koyar. [Âl-i İmrân/103]

9Ve eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle savaştırılırlarsa, hemen onların arasını düzeltin. Şâyet biri ötekinin üzerine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Sonra da eğer dönerse aralarında adaletle barış yapın ve hakkaniyetle davranın. Şüphesiz ki Allah, hakkaniyetle davrananları sever.

10Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse rahmete ermeniz için kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'ın koruması altına girin. [Hucurât/9-10]

85Ve kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o takdirde hiçbir zaman ondan kabul edilmeyecektir. Ve İslâm'dan başka din arayan kimse, âhirette zarar edenlerden olacaktır. [Âl-i İmrân/85]

25Ve Allah, selâmet [esenlik, güvenlik, mutluluk] yurduna çağırıyor ve O, dilediği/dileyen kimseye kılavuz olur. [Yûnus/25]

Şeytânın izini takip etmek, ona kul-köle olmaktır. Bununla ilgili 168. âyette detay verilmişti. Ayrıca şu âyetler de dikkate alınmalıdır:

21Ey iman etmiş kimseler! Şeytanın adımlarını izlemeyin. Ve kim şeytanın adımlarını izlerse, şunu bilsin ki o, aşırılıkları, iffetsizlikleri ve tüm çirkinlikleri emreder. Ve eğer üstünüzde Allah'ın armağan ve merhameti olmasaydı, sizden hiçbir kimse sonsuza dek temize çıkmazdı. Fakat Allah, dilediğini temize çıkarır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. [Nûr/21]

142Ve O, hayvanlardan yük taşıyanları, döşek yapılanları inşa edendir. Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden yiyin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır. [En‘âm/142]

118,119Allah İblis'i dışladı. Ve İblis, "Elbette Senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları kesinlikle saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de etinden-sütünden yararlanılan hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın oluşturuşunu/ölçülendirdiğini bozacaklar" dedi. Ve her kim Allah'ın astından şeytanı yol gösterici, koruyucu yakın edinirse, o zaman şüphesiz o, apaçık bir ziyan ile ziyana uğrar. [Nisâ/118-119]

209) Buna rağmen, eğer siz apaçık deliller geldikten sonra yine kayarsanız, artık bilin ki şüphesiz Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
Bu âyette, silme girmeyip şeytânın adımlarını izleyenlere, Allah'ın kendilerinin hakkından geleceği ihtar edilmektedir.

Âyette, apaçık delillerden sonra inanmayanların cezalandırılacağının ifade edilmesi, bilenlerin bilmeyenlerden daha fazla sorumluluk altında olduklarına işaret eder. Aynı mesaj daha evvel de verilmişti, bunlardan bir kaçını hatırlatıyoruz:

* Ve Kur’ân, "Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa; Yahudi ve Hristiyanlara indirildi; biz ise, o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk" veya "Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk" demeyesiniz diye Bizim indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. O nedenle, rahmet olunmanız için ona uyun ve Allah'ın koruması altına girin. İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah'ın âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha yanlış, kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız. [En‘âm/155-157]

* Kur’ân, insanlar için kalbî idrakler, kesin inanan toplum için bir yol gösterme ve rahmettir. Yoksa kötülükleri işleyen o kimseler, kendilerini, hayatlarında ve ölümlerinde, iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler gibi yapacağımızı mı zannettiler? Ne kötü hüküm veriyorlar! [Câsiye/20-21]
210) Onlar, sadece Allah'ın buluttan gölgeler içinde gelmesini, doğal güçlerin [ışın, radyasyon ve meteorların] gelmesini ve işin bitirilivermesini mi bekliyorlar? Hâlbuki bütün işler, yalnızca Allah'a döndürülüyor.
211) İsrâîloğulları'na, Bizim, onlara açık alâmetten/göstergeden kaç tane verdiğimizi sor. Allah'ın nimetini her kim kendisine geldikten sonra değiştirirse, artık şüphesiz Allah azabı çok şiddetli olandır.
212) Basit dünya hayatı, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişiler için süslü gösterildi. Onlar, iman edenlerle eğleniyorlar. Hâlbuki Allah'ın koruması altına girmiş kişiler, kıyâmet günü onların üstündedir. Allah, dilediği kimseye hesapsız rızık verir.
Uyarı niteliğinde olan bu âyetlerdeki uyarı, inkârî bir soru ile yapılmıştır ki bu, "onlar, sadece Allah'ın buluttan gölgeler içinde gelmesini, meleklerin gelmesini ve işin bitirilivermesini [dünyada helâk edilmeyi] bekliyorlar, başka bir şey beklemiyorlar" anlamına gelir. Kâfirlerin burada zikredilen tutumu, En‘âm sûresi'ndeki detayın özeti mahiyetindedir. Bu uyarı birçok kez yapılmıştır:

5Sonra da onlar, kendilerine hak gelince onu kesinlikle yalanladılar. Artık alaya aldıkları şeylerin önemli haberleri yakında kendilerine gelecektir.

6Görmediler mi ki Biz, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökyüzünü üzerlerine bereketlerle gönderip altlarında ırmaklar akıttığımız nice nesilleri değişime/yıkıma uğrattık. Biz onları, günahları sebebiyle değişime/yıkıma uğrattık ve onların sonrasından başka bir nesil oluşturduk.

7Ve Biz, eğer ki sana papirüste/kâğıtta yazılı bir kitap indirmiş olsak, onlar da ona elleriyle dokunsalardı, kesinlikle o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kişiler "Bu, apaçık sihirden başka bir şey değildir" derlerdi.

8Ve onlar, "Bu Peygamber'e bir melek indirilseydi ya!" dediler. Eğer Biz, bir melek indirmiş olsaydık, iş, kesinlikle bitirilmiş olurdu. Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı.

9Eğer Biz, Peygamber'i bir melek yapsaydık, yine de o'nu bir adam şeklinde yapardık ve onlar yine düştükleri kuşkuya düşerlerdi.

10Ve hiç kuşkusuz senden önce de elçiler ile alay edildi. Sonra da onlardan alay eden kişileri alay ettikleri şey kuşatıverdi. [En‘âm/5-11]

Meleklerin gelmesinden, yahut Rabbinin gelmesinden, ya da Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? Rabbinin âyetlerinden bazısı geldiği gün, daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz. De ki: "Bekleyiniz; şüphesiz biz de bekleyicileriz." [En‘âm/158]

21-23Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Yer üst üste sarsıntılarla dümdüz edildiği zaman, Rabbinin hesaba çektiği, gönderdiği vahiyler tanık olarak saf saf dizildiği zaman, o gün cehennem de getirilmiştir; o insanın, o gün aklı başına gelecektir, artık aklının başına gelmesinin kendisine ne yararı var ki! [Fecr/21-23]

Bu cezalandırma şekli konusunda İsrâîloğulları'nın geçmişlerinde birçok örnek bulunduğundan, İsrâîloğulları'na, Bizim, onlara açık âyetten kaç tane verdiğimizi sor. Allah'ın nimetini her kim kendisine geldikten sonra değiştirirse; artık şüphesiz Allah, azabı çok şiddetli olandır denilmektedir. Bunun somut örneği Kur’ân'da bir çok yerde verilmiştir:

2Allah, Kitap Ehli’nden Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayan kimseleri, toplanmanın ilki için yurtlarından çıkarandır. Siz, onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da, şüphesiz kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağına kesinkes inanıyorlardı da Allah'ın azabı, onlara hesaba katmadıkları yerden geliverdi. Ve Allah, onların yüreklerine, evlerini kendi elleriyle ve mü’minlerin elleriyle harap edileceği korkusunu düşürdü. Ey sağduyu sahipleri! Artık ibret alın! [Haşr/2]

26Şüphesiz onlardan önceki kimseler tuzak kurdular da Allah, onların duvarlarına temellerinden vurdu. Sonra da çatı tepelerinden üzerlerine çöktü. Ve onlara azap akledemedikleri bir yönden geldi. [Nahl/26]

Ve İsrâ/4-8, Furkân/25-26, Ahkâf/24-25.

210. âyetteki,
Hâlbuki bütün işler, yalnızca Allah'a döndürülüyor ifadesi ile sona yaklaşıldığı, ölüme ve kıyâmete doğru gidildiği beyân edilmiştir. Bu konuya dair Secde sûresi'nde yaptığımız açıklamaya bakılabilir. [Tebyîn; c. 8, s. ?????*]

213) İnsanlar tek bir önderli toplum idi de Allah müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve anlaşmazlık ettikleri konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile kitap indirdi. Ve sırf o Kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar.
Bu âyette, daha evvel tek bir ümmet olan insanlara elçiler gönderildiği ve problemlerinin o elçiler yoluyla çözülmesi istendiği bildirilmektedir. Yûnus sûresi'ndeki bu âyetin benzeriyle ilgili yaptığımız açıklamayı burada da aktarıyoruz:

19Ve insanlar, sadece bir tek ümmet idiler, sonra ihtilâfa düştüler ve eğer Rabbinden bir Söz geçmemiş olsa idi, ihtilâf edip durdukları şeyler hakkında aralarında hüküm kesinlikle gerçekleştirilmişti. [Yûnus/19]

Başlangıçta sadece tek bir ümmet olan insanlığın sonradan farklı inançlara, farklı gruplara ayrıldıklarının bildirildiği bu âyetten anlaşıldığına göre; insanların sonradan birtakım ihtilâflara düşerek ayrışması Allah'ın irâdesi ve izniyledir. Yani Yüce Allah, inanma konusunda insanlara herhangi bir zorlama yapmayarak onları özgür bırakmış, böylece de insanlar arasında ihtilâflar oluşmuştur.

İNSANLAR AYRILIĞA DÜŞMEDEN ÖNCE TEK BİR ÜMMET İDİLER

Çoğulu الامم [
ümem] olan الامّة [ümmet] sözcüğü, ümm, ümmî, emam, imâm, âmmîn, teyemmüm sözcükleri gibi emm kökünden türemiştir. Emm sözcüğü; "kasdetmek, amaçlamak" demek olduğu için gerek ümmet sözcüğünde, gerekse de sözcüğün diğer türevlerinde –Türkçe'deki kullanımına uymasa da– "kasdetmek" anlamı mevcuttur. [Lisânu'l-Arab; c. 1, s. 221-225.]

Ümmet sözcüğünün terim anlamı ise, "kendi irâdeleriyle veya bir zorunluluk neticesinde aynı zamanda aynı yerde bulunan; iyi ya da kötü aynı inanca sahip olan; aynı amacı gütme neticesinde bir arada yaşayan insan topluluğu" demektir. Çoğulu olan ümem sözcüğü ile birlikte Kur’ân'da 64 yerde geçmektedir. Ayrıca Kur’ân'da değişik kalıplarda olan ama aynı kökten gelen yüzlerce sözcük mevcuttur. Bu sözcüklerin hepsi de "kasdetmek, amaçlamak" anlamı eksenindedir.

Ümmet kavramı ile ilgili olarak A‘râf sûresi'nde açıklama yapıldığı için ilgili bölümün oradan [Tebyînu'l-Kur’ân; c. ??????] okunmasını öneriyor, insanların önceleri tek bir ümmet olduğu konusuna geçiyoruz:

213İnsanlar tek bir önderli toplum idi de Allah müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve anlaşmazlık ettikleri konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile kitap indirdi. Ve sırf o Kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar. [Bakara/213]

Yukarıdaki âyette insanların kendilerine uyarıcı gelmeden önce [küfür yolunda iken] bir tek ümmet oldukları bildirilmektedir. Sözcük küfür yolundaki insanlar için kullanıldığı gibi, mü’minler topluluğu için de kullanılmıştır. Nitekim aşağıdaki âyetlerde ümmet sözcüğü mü’minler için kullanılmıştır:

51Ey elçiler! Temiz, hoş, yararlı şeylerden yiyin ve sâlihi işleyin. Şüphesiz Ben sizin yaptıklarınızı çok iyi bilenim.

52Ve işte bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O hâlde Benim korumam altına girin.

53Sonra insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup, kendinde bulunan ile sevinip böbürlenmektedir. [Mü’minûn/51-53]

92Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O hâlde Bana kulluk edin. [Enbiyâ/92]

Buna göre, konumuz olan 19. âyette geçen,
insanlar sadece bir tek ümmetti ifadesine şu manalar verilebilir:

* İnsanlar önceleri tevhid ve İslâm ümmeti idiler. Ancak daha sonraları bir kısmının tevhid inancını bırakarak şirke batması sebebiyle aralarında ayrılık baş gösterdi. Böylece birbirlerine karşı hakk-hukuk tanımayan, her türlü zulmü reva gören çeşitli gruplara ve milletlere ayrıldılar.

* İnsanlar önceleri kâfir bir ümmet idiler. Ancak daha sonraları bir kısmı İbrâhîm peygamber gibi hanifleşti ve diğerlerinden ayrılarak tevhid ve İslâm ümmeti oldu. [Tebyînu'l-Kur’ân; c. ??????]

Bu âyette, elçilerin müjdecilik, uyarıcılık ve hükümdarlık niteliklerine dikkat çekilmiştir.

163-165Şüphesiz Biz, Nûh'a ve O'ndan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a, torunlarına, Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a, daha önce kendilerini sana anlattığımız elçilere, kendilerini sana anlatmadığımız elçilere, elçilerden sonra insanların Allah'a karşı bir delilleri olmasın diye, müjdeciler ve uyarıcılar olarak vahyetmiştik. Dâvûd'a da Zebur'u verdik. Ve Allah, Mûsâ'ya söz söyledikçe söyledi/onu yaraladık ça yaraladı, çok sıkıntı çektirdi. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Nisâ/163,165]

Bu âyette bahsi geçen
insanlar ifadesi, "İsrâîloğulları" olarak da anlaşılabilir, ki bizce bu tercihe daha şayandır.

Burada İsrâîloğulları'nın peygamberlik müessesine yabancı olmadıkları, dolayısıyla Rasûlullah'ın elçiliğini onaylamaları, hatta bunu herkese ilan etmeleri gerektiğine işaret edilmektedir.

214) Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli size gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara yoksulluklar, sıkıntılar dokundu ve sarsıldılar; hatta elçi ve beraberinde iman edenler, "Allah'ın yardımı ne zaman?" derlerdi. -Dikkat edin! Gerçekten Allah'ın yardımı pek yakındır.-
Bu âyette, cennete kolaycacık girilemeyeceği, onun bir bedelinin olduğu beyân edilmektedir:

142Yoksa Allah, içinizden çaba harcayanları bildirmeden, sabredenleri de bildirmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? [Âl-i İmrân/142]

2,3İnsanlar, denenmeden, "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Ve andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de saflaştırılmaları için ateşlere/sıkıntılara sokmuştuk. Artık elbette Allah, doğru kimseleri bildirecektir ve elbette yalancıları da kesinlikle bildirecektir. [Ankebût/2-3]

Bu âyetin iniş sebebi hakkında kaynaklarda şu bilgiler verilmiştir:

Bu âyet-i kerîme yurtlarını ve mallarını müşriklerin ellerinde bırakan, Allah'ın rızasını tercih edip hicret eden, –diğer taraftan Yahûdiler Rasûlullah'a (s.a) düşmanlıklarını açıkça ortaya koyup bazı zenginler de münâfıklığı içten içe gizlemeleri üzerine– Muhâcirlere teselli olmak üzere nâzil olmuştur. İşte Yüce Allah onların kalplerini hoş tutmak üzere, Yoksa siz... sandınız? âyetini inzâl buyurdu. Burada buyruğun anlamı şudur: "Yani, sizler sizden öncekilerin mihnete düştükleri gibi imtihan olunmadan ve onların sabrettikleri gibi siz de sabretmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?" [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bu âyetin, münâfıkların reisi olan Abdullah b. Übeyy'in, Hz. Muhammed'in (s.a) ashâbına, "Ne zamana kadar canlarınızı verecek ve boş şeyleri umacaksınız. Şâyet Muhammed peygamber olsaydı, Allah size esareti ve ölümü musallat etmezdi" dediği zaman, Uhud harbi esnasında nâzil olduğu da söylenmiştir. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Bu âyette zikredilen elçi ve beraberindeki mü’minlerin kimler olduğu hakkında değişik fikirler ortaya atılmışsa da bunun, muayyen bir peygamber ve ümmeti ile tahsis edilmesini doğru bulmuyoruz. Çünkü söz konusu sıkıntıları her peygamber ve ümmeti yaşamıştır. Bu durumu, Rasûlullah ile örnekleyecek olursak:

Ekonomik kuşatmanın en önemli örneklerinden biri Mekke'de Rasûlullah'ın tevhid mücadelesinin engellenmesi amacıyla uygulanmıştır.

Kureyş müşrikleri, Rasûlullah'ın (s.a) kavminin o'nu koruduğunu görünce onlara karşı tavır almaya ve onları Mekke'den Şi’bu Abdilmuttalib olarak da adlandırılan vâdi'ye çıkarmaya karar verdiler ve Hâşimoğulları'yla Muttaliboğulları'na karşı aralarında işbirliği yapacaklarına dair bir yazı [anlaşma metni] yazmaya karar verdiler. Bu anlaşmaya göre onlardan kız almayacak ve onlardan birine kız vermeyeceklerdi. Onlara bir şey satmayacak ve onlardan bir şey satın almayacaklardı. Kendileriyle hiçbir anlaşma kabul etmeyeceklerdi. Rasûlullah'ı (s.a) öldürmeleri için kendilerine teslim etmedikleri sürece onlara hiçbir şekilde acımayacaklardı.

Söz konusu kuşatmaya dair anlaşma metinlerini, kendi açılarından daha çok bağlayıcı olması için Ka‘be'nin duvarına astılar. Böylece onlarla bütün ticarî ilişkilerini kestiler. Onlara hiçbir yiyecek, giyecek bırakmıyor, onlara bir şey satmıyor ve ihtiyaçlarını da başkalarından satın alıyorlardı. Kureyşliler bu uygulamayı başlatınca Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları Ebû Tâlib'in etrafına toplandılar ve mü’min olanları da kâfir olanları da onunla birlikte adı geçen vâdiye çekildiler. Mü’min olan dini, kâfir olan da hamiyyeti dolayısıyla buraya girdi. Sadece Hâşimoğulları'ndan Ebû Leheb Kureyşlilerin tarafına geçti ve onlara destek verdi.

Bu kuşatma tam üç yıl sürdü. Kuşatmaya alınanlar iyice zor duruma düştüler. Kureyş'ten kendilerini ziyaret etmek ve onlara bir şey getirmek isteyen kimse bunu ancak gizlice ve başkalarından saklayarak yapabiliyordu. Daha sonra Kureyşlilerden bazıları bu anlaşmayı bozmaya uğraştı. Anlaşmanın uygulanmasını izleme görevi Hişâm ibn Amr'a verilmişti. Anlaşmanın bozulması konusuyla ilgili olarak İbn Adiy'in yemekhanesine gitti. Kureyş'ten bir topluluk da orada bulunuyordu. Ona bu konuda olumlu cevap verdiler. Rasûlullah (s.a) da kendi kavmine, Yüce Allah'ın o yazı metnine bir kurt gönderdiğini ve o kurdun Allah ibareleri dışındaki bütün yazıları yediğini haber verdi. Gerçekten de öyle olmuştu. Sonra Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları Mekke'ye döndüler ve Ebû Cehl'in itirazına rağmen barış sağlandı. [Târih kaynakları.]

Müşriklerin ekonomik ambargolarına rağmen mü’minler inançlarından zerre kadar taviz vermediler. Tevhid mücadelelerini kararlılıkla sürdürdüler.

Ayrıca, bu iman âbideleri Mekke'den mallarını-mülklerini, evlerini-barklarını müşriklerin ellerinde bırakarak çıkmışlardı. Medîne döneminde de aynı sıkıntılar sürmüştür. İşte Medîne dönemine ait, Hendek savaşı'nı anlatan bir sahne:

10Hani onlar, üst tarafınızdan ve sizden daha aşağıdan size gelmişlerdi. Ve hani gözler kaymıştı, yürekler gırtlaklara ulaşmıştı. Ve siz Allah hakkında zan yaptıkça zan yapıyordunuz.

11İşte burada mü’minler yıpratılmak sûretiyle imtihan edilmiş ve çok şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.

12Ve o vakit münâfıklar ve kalplerinde bir hastalık bulunanlar; zihniyeti bozuk kimseler: "Allah ve Elçisi bize bir aldanıştan başka bir vaat yapmamış" diyorlardı. [Ahzâb/10-12]

Âyette bahsedilen Allah'ın yardımının nasıl gerçekleştiğinin cevabı da Enfâl/9, Ahzâb/9 ve Âl-i Imran 123’te bulunabilir:

9Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani size ordular gelmişti de Biz, onların üzerlerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Ve Allah, işlemiş olduklarınızı çok iyi görendir. [Ahzâb/9]

Allah yardımı, A) Rüzgar ve fırtına, B) Meleklerden oluşan; o güne kadar inmiş ayetlerden oluşan bir ordu ile yani ayetlerin verdiği motivasyonla tecelli etmişti.

Evet, bir bedel ödemeden cennete gidilemiyor. Cennetin bedeli ise şu âyetlerde bildirilmiştir:

111,112Şüphesiz Allah, tevbe eden, kulluk eden, övgüde bulunan, seyahat eden, Allah'ı birleyen, boyun eğip teslimiyet gösteren, herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden, kötü olan her şeyden vazgeçiren, Allah'ın hududunu koruyan inananlardan, canlarını ve mallarını şüphesiz cenneti onlara verme karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah'ın Tevrât, İncîl ve Kur’ân'daki gerçek bir vaadidir Ve sözünü, Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alış-verişle sevinin. Ve işte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Ve mü’minlere müjde ver! [Tevbe/111]

10-13Ey iman etmiş kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve O'nun elçisi'ne inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha iyidir: Sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki hoş meskenlere girdirir. İşte bu, büyük kurtuluştur. Ve sizin seveceğiniz başka bir şey daha: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih... Ve inananlara müjde ver. [Saff/10-13]

215) Onlar, sana neyi Allah yolunda harcayacaklarını/neyi nafakalaştıracaklarını soruyorlar. De ki: "Hayırdan/maldan; zamandan, bilgiden verdiğiniz şeyler/sağladığınız nafakalar, ana-baba, en yakınlar, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar içindir." Ve hayırdan ne işlerseniz, artık şüphesiz Allah, onu en iyi bilendir.
Bu âyet, müstakil bir necm konumundadır. 195. âyette, infak emredilmişti, bu âyette ise infakın kimlere yapılacağı açıklanmıştır.

Kaynaklarda bu âyetin iniş sebebi hakkında şu bilgiler verilmiştir:

Bu âyet-i kerîme Amr b. el-Cemuh hakkında nâzil olmuştur. Oldukça yaşlı bir ihtiyar idi. "Ey Allah'ın Rasûlü! Benim malım pek çoktur. Ben o malın ne kadarını tasadduk edeyim ve kime infak edeyim? diye sordu. Bunun üzerine, Onlar sana neyi infak edeceklerini soruyorlar âyeti nâzil oldu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Atâ şöyle demiştir: İbn Abbâs'tan (r.a) rivâyet edildiğine göre bu âyet, Hz. Peygamber'e (s.a) gelen ve, "Benim bir dinarım var" diyen, Hz. Peygamber'in kendisine, "Onu kendin için harca" dediği; o kimsenin, "Benim iki dinarım var" demesi üzerine Hz. Peygamber'in, "Onları ailen için harca" buyurduğu; bu sefer de adamın, "Benim üç dinarım var" dediği; Hz. Peygamber'in (s.a) de, "Onu hizmetçin için harca" cevabını verdiği; adamın, "Benim dört dinarım var" demesi üzerine de, Hz. Peygamber'in "Onu ana-baban için harca" dediği; adamın, "Benim beş dinarım var" dediği; Hz. Peygamber'in (s.a), "Onu akrabaların için harca" cevabını verdiği; adamın son olarak, "Benim altı dinarım var" demesi üzerine de, Hz. Peygamber'in (s.a), "Onu Allah yolunda harca; bu harcamaların en güzelidir" dediği bir adam hakkında nâzil olmuştur.

Yine Kelbî, İbn Abbâs'tan (r.a), bu âyetin Amr b. el-Cemûh hakkında nâzil olduğunu rivâyet etmiştir. Bu zat yaşlı ve düşkün birisi idi. Uhud savaşı'nda şehid edilmiştir. Çok zengin idi. Bundan dolayı, "Mallarımızı kimlere infâk edelim ve nereye koyalım?" diye sorduğunda, bu âyet inmişti. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Âyette, görüldüğü üzere soranlar, "neyi infak edeceklerini" sormuşlar, cevap ise "kime infak edecekleri" yönünde gelmiş ve böylece kendilerine sanki, "Bu yersiz bir sorudur. Malın helâl olması ve verilmesi gereken yerlere verilmiş olması şartıyla ne infâk edersen et" denilmiştir. Neyin infak edileceği ise, 219. âyette belirtilmiştir.

Âyette, infak edilecek_ nafakaları temin edilecek kimseler,
ana-baba, en yakınlar... şeklinde sayılmıştır. Demek oluyor ki akrabalar, kişinin parçası mesabesinde olmakla birlikte, insanın önce kendisini düşünmesi lazımdır.

261Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, çok iyi bilendir. [Bakara/261]

265Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için harcamada bulunanların durumu da kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti... Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi görendir. [Bakara/265]

177Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz "iyi adamlık" değildir. Ama "iyi adamlar", Allah'a, Âhiret Günü'ne/Son Gün'e, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve özgürlüğü olmayanlara, Allah'a/mala/vermeye sevgisi olmasına rağmen veren ve salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan], zekâtı/vergiyi veren kimselerdir. Ve de sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden kimselerdir. İşte onlar, özü-sözü doğru olanlardır. Ve işte onlar, Allah'ın koruması altına girmiş kişilerin ta kendileridir. [Bakara/177]

Ve Bakara/219-220, Bakara/261-265, Âl-i İmrân/92, Kehf/32-43, Sebe/15-21, Kasas/76-84, Zuhruf/36-37, Tâ-Hâ/124-126.
216) Ve savaş sizin için hoş olmayan bir şey olmasına rağmen, size zorunlu görev olarak verildi. Olabilir ki siz, sizin için hayırlı olan bir şeyden hoşlanmazsınız. Yine olabilir ki, siz, sizin için kötü, zararlı olan bir şeyi seversiniz. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz.
217) Sana dokunulmaz olan aydan ve o dokunulmaz olan ayda savaşmaktan soruyorlar. De ki: "Onda savaşmak, büyük suçtur. Ve Allah yolundan alıkoymak, O'nu ve Mescid-i Harâm'ı/ilâhîyat eğitim merkezini bilerek reddetmek/görmezlikten gelmek ve Mescid-i Harâm'ın halkını; orada eğitim-öğretim yapanları ve kısa süreli eğitime katılanları oradan çıkarmak, Allah yanında daha büyüktür. Ve insanları dinden çıkarmak; ortak koşmaya, Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini örtmeye sürüklemek, öldürmekten daha büyüktür." Onlar, eğer güç yetirirlerse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiçbir zaman geri durmazlar. Sizden de her kim dininden döner ve kâfir; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden biri olarak can verirse, artık onların bütün amelleri, dünyada ve âhirette boşa gitmiştir. Ve işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar orada sürekli kalanlardır.
218) Şüphesiz ki iman eden kimseler, yurtlarından başka yurtlara göçen kimseler ve Allah yolunda gayret gösteren kimseler, Allah'ın rahmetini umarlar. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
Bu âyetlerde, savaşa ve kâfir düşmanlara karşı savaşın gerekliliğine işaret edilmiş, fakat harâm ayda savaşmak yasaklanmıştır. Bu konu Enfâl sûresi'nde detaylı olarak gelecektir.

34Ve onların, kendileri Mescid-i Harâm'ın/dokunulmaz kılınmış ilâhiyat eğitimi merkezinin ayakta tutan mütevellileri/vakıf yöneticileri olmadıkları hâlde ondan menedip dururlarken Allah'ın kendilerine azap etmemesi için neleri var? Onun ayakta tutan mütevellileri/vakıf yöneticileri sadece Allah'ın koruması altına girmiş kimselerdir. Velâkin onların çoğu bilmiyorlar.

35Ve onların Beyt'in/Ka‘be'nin yanındaki destek vermeleri, sadece, ıslık çalmak ve el çırpmaktır, bir gösteriştir. –Öyleyse küfrettiğinizden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmişolduğunuzdan dolayı bu azabı tadınız!–

36,37Şüphesiz, mallarını Allah yolundan alıkoymak için harcayan, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini örtmüş olan o kişiler; yine onu sarf edeceklerdir. Sonra onlara, bir pişmanlık olacak, sonra da onlar, Allah'ın, murdarı temizden ayırt etmesi için ve bir de murdar kısmını birbiri üzerine bindirip hepsini bir araya getirmesi, sonra da topunu birden cehenneme koyması için yenileceklerdir. Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişiler cehenneme toplanacaklar. İşte bunlar, kayba, zarara uğrayıp acı çeken o kimselerin içinde kalanların ta kendileridir. [Enfâl/34-37]

Sonra da fitnenin öldürmekten daha kötü, daha büyük suç olduğu bildirilmiştir. Aslında Allah nazarında bir insanı öldürmek, tüm insanlığı öldürmek gibidir:

32İşte bunun için Biz, İsrâîloğulları'na: "Şüphesiz her kim bir zat veya yeryüzünde bozgunculuk karşılığı olmadan bir zatı öldürürse artık bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir zatın yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur" şeklinde farz kıldık. Ve kesinlikle onlara elçilerimiz açık deliller ile geldiler. Sonra da şüphesiz onların birçoğu, kesinlikle yeryüzünde aşırı davranan kimselerdir. [Mâide/32]

Durum bu olmasına rağmen Allah savaşı emretmektedir. Bununla birlikte, hangi şartlarda savaşılması gerektiğini de bildirmektedir:

39-41Kendilerine savaş açılan kimselere, kendileri haksızlığa uğramaları; onlar, başka değil sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle savaşmalarına izin verildi.

Ve şüphesiz ki Allah, onları zafere ulaştırmaya en iyi gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, filiz, tomurcuk, ağaçtaki meyve, toplanmış tahıl, bakliyat, kıraç arazide diken, yapılı bina ne varsa hepsi, tüm alış-veriş yerleri; çarşı-pazar, tüm salat; destek yerleri (iş; istihdam ve istihsal yerleri, eğitim öğretim kurumları ve güvenlik merkezleri) ve içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan mescitler yerle bir edilirdi.

Allah, Kendisine yardım edenlere
–kendilerini yurtlandırıp güçlendirirsek salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan, ayakta tutan], zekâtı/vergilerini veren, örfe uygun/herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden ve vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü, çirkinliği kabul edilen şeylerden alıkoyan kimselere– kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, çok güçlüdür, mutlak galiptir. İşlerin sonucu da sadece Allah'a âittir.

Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, filiz, tomurcuk, ağaçtaki meyve, toplanmış tahıl, bakliyat, kıraç arazide diken, yapılı bina ne varsa hepsi, tüm alış-veriş yerleri; çarşı-pazar, tüm Salat; destek yerleri (iş; istihdam ve istihsal yerleri, eğitim öğretim kurumları ve güvenlik merkezleri) ve içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan mescitler yerle bir edilirdi.

Buradaki "mutlak sûrette, filiz, tomurcuk, ağaçtaki meyve, toplanmış tahıl, bakliyat, kıraç arazide diken, yapılı bina ne varsa hepsi, tüm alış-veriş yerleri; çarşı-pazar, tüm Salat; destek yerleri (iş; istihdam ve istihsal yerleri, eğitim öğretim kurumları ve güvenlik merkezleri) ve içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan mescitler yerle bir edilirdi. (Hacc/40)" ifadesi ve "Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savması olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı [bozulur giderdi] (Bakara/251)" âyeti, savaşın meşru kılınma nedenlerini açıklamaktadır.

Bu pasajda da zorunlu hâle gelmiş olan savaş ile açıklamalar yapılmaktadır. Âyetteki,
Ve savaş... size yazıldı ifadesi, "savaş zorunlu hale getirildi, size farz kılındı" demektir. Sizin için hoş olmayan bir şey olmasına rağmen ifadesi de, "savaş esnasında karşılaşılan sıkıntılar, acılar, musibetler hoş şeyler olmasa da yeryüzünün selâmeti için gereklidir; tıpkı, hasta olan bünyenin sağlığa kavuşması için, acı ilacın içilmesi gibi Gelecekte kazançlı çıkmak için bugün birtakım sıkıntılara göğüs germelisiniz" anlamına gelir.

Bu ifadelerin bir benzeri de Nisâ sûresi'nde yer almaktadır:

19Ey iman etmiş kişiler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız/mallarından istifade etmek amacıyla onların sizden ayrılmasını engellemeniz size helal olmaz. Ve onlara verdiğinizin bir kısmını götürmeniz için, açık bir fahişe [çirkin bir hayâsızlık/zina] getirmedikleri sürece onları sıkıştırmayınız. Ve onlarla örfe uygun/herkesçe iyi olduğu kabul edilen yollarla ilişkide bulununuz. Ve eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa, siz bir şeyden hoşlanmasanız da Allah, sizin hoşlanmadığınız şeyde birçok hayır oluşturacak olabilir. [Nisâ/19]

Bu paragrafın iniş sebebine dair klasik kaynaklarda şu bilgiler verilir:

Peygamber (s.a), dokuz-on kişilik bir grup gönderdi, başlarına da Ebû Ubeyde b. el-Hâris'i veya Ubeyde b. el-Hâris'i komutan tayin etti. Hareket zamanı gelince Rasûlullah'tan (s.a) ayrılacağı için ağlamaya başladı. Bunun üzerine Abdullah b. Cahş'ı (komutan olarak) gönderdi. Ona bir mektup yazdı ve, şu şu yere ulaşıncaya kadar mektubu okumamasını emretti ve "Arkadaşlarından seninle gelmek üzere kimseyi zorlama" dedi. Belirttiği yere ulaşınca mektubu okudu ve istircâda bulunarak, "Allah'ın ve Rasûlü'nün buyruğunu dinleyip itaat ediyorum" dedi. Onlardan iki kişi geri döndü, diğerleri kaldılar. Bunlar İbnu'1-Hadramî ile karşılaştılar, onu öldürdüler. O günün Receb'den olduğunu bilmiyorlardı. Müşrikler, "Siz harâm ayda insan öldürdünüz" dediler. Bunun üzerine şanı yüce Allah,
Sana harâm aya .... dair soru soruyorlar âyetini indirdi.

Bir diğer rivâyete göre ise bu âyetin nüzûl sebebi şudur: Kilaboğulları'ndan iki adam Amr b. Umeyye ed-Damrî ile karşılaştılar. O bunların Peygamber'in (s.a) yanından geldiklerini bilmiyordu. Amr b. Umeyye bu iki kişiyi öldürünce Kureyşliler şöyle dediler: "O, bunları harâm ayda öldürdü." Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bu âyetin Abdullah b. Cahş seriyyesi hakkında nâzil olduğuna dair görüşler daha çok ve daha yaygındır. Buna göre Peygamber (s.a) onu dokuz veya sekiz kişiyle birlikte Bedir savaşı'ndan iki ay önce Cumadelâhir ayında, bir diğer görüşe göre Receb ayında göndermişti. Ebû Ömer [İbn Abdi'1-Berr]
ed-Durer adlı eserinde der ki: "Rasûlullah (s.a) Kürz b. Câbir'i takipten –ki bu birinci Bedir çıkışı diye bilinir– dönünce Cumadelâhire ayının geri kalan günlerinde ve Receb ayı süresince Medîne'de kaldı. Receb ayı süresince Abdullah b. Cahş b. Riâb el-Esedî'yi, beraberinde Muhâcirlerden sekiz kişiyle birlikte gönderdi. Bu kişiler Ebû Huzeyfe b. Utbe, Ukkâşe b. Mihsan, Utbe b. Ğazvan, Fihrli Süheyl b. Beyda, Sa‘d b. Ebî Vakkas, Âmir b. Rabia, Temimli Vâkıd b. Abdullah, Leysli Hâlid b. Bukeyr idiler. Abdullah b. Cahş'a bir mektup yazdı ve ona, iki gün süre ile yol almadıkça o mektubu açıp bakmamasını emretti. İki gün yol aldıktan sonra o mektubu açıp okuyacak ve o mektupta kendisine emredileni yapmak üzere yoluna gidecekti. Beraberindeki arkadaşlarından kimseyi de beraber gelmek üzere zorlamayacaktı. Abdullah onların komutanı idi. Abdullah b. Cahş (r.a) emrolunduğu şeyi yaptı. Mektubu açıp okuyunca onda şu ifadelerin yer aldığını gördü":

‘Benim bu mektubumu okur okumaz sen hemen Mekke ile Tâif arasında Nahle denilen yerde konaklayıncaya kadar yola koyul. Orada Kureyş'i gözetle ve onların haberlerine dair bize bilgi topla!’

"Abdullah mektubu okuyunca, ‘Dinledim ve itaat ettim’ dedi ve daha sonra arkadaşlarına durumu bildirdi. Onlardan kimseyi zorlamayacağını ve kendisine itaat edenlerle birlikte belirtilen istikâmete gideceğini, hiçbir kimse itaat etmeyecek olursa tek başına yoluna devam edeceğini belirtti; ‘Kim şehâdeti arzuluyor ise haydi benimle gelsin. Kim de ölümden hoşlanmıyor ise geri dönsün’ dedi. Beraberindekiler, ‘Senin sevip arzuladığını hepimiz sever ve arzularız. Aramızdan Rasûlullah'ın (s.a) buyruğuna dinleyip itaat etmeyecek hiçbir kimse yoktur’ deyip onunla birlikte yola koyuldular, o da Hicaz yoluna koyuldu."

"Sa‘d b. Ebî Vakkas ile Utbe b. Ğazvan'ın sıra ile bindikleri bir develeri kaçmıştı. Onu aramak üzere geri kaldılar. Abdullah b. Cahş ise diğer arkadaşları ile birlikte Nahle denilen yerde konaklayıncaya kadar gösterilen istikâmete doğru yol aldılar. O sırada yanlarından kuru üzüm ve ticaret malları taşıyan Kureyş'e ait bir kervan geçti. Bu kervan ile birlikte Amr b. el-Hadramî –Hadramî'nin adı Abdullah b. Abbad olup Sadeflidir. Sadef ise Hadremevt'lilerden bir koldur– ile Osman b. Abdullah b. el-Muğîre ile onun kardeşi Nevfel b. Abdullah b. el-Muğîre –ikisi de Mahzumludur– ile Muğîreoğulları'nın azadlısı el-Hakem b. Keysan da vardı."

"Müslümanlar kendi aralarında danışarak şöyle dediler: ‘Bizler Harâm aylardan Receb ayının son günündeyiz. Onlarla savaşacak olursak Harâm ayın saygınlığını çiğnemiş oluruz. Eğer bu gece onları bırakacak, ilişmeyecek olursak bu sefer Harem bölgesine girerler.’"

"Daha sonra onlarla çarpışmak üzere görüş birliğine vardılar. Temimli Vakid b. Abdullah, Amr b. el-Hadramî'ye bir ok attı ve onu öldürdü. Osman b. Abdullah ile el-Hakem b. Keysan'ı da esir aldılar, Nevfel b. Abdullah ise kaçıp kurtuldu. Daha sonra iki esir ve kervan ile birlikte (Medîne'ye) geldiler."

"Abdullah b. Cahş onlara, ‘Aldığınız ganimetin beşte-birini Rasûlullah'a (s.a) ayırın’ dedi, onlar da bunu yaptılar. Bu, İslâm târihindeki ilk beşte-birdir. Daha sonra Yüce Allah'ın,
Bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte-biri şüphesiz Allah'ın ve Rasûlü'nündür (Enfâl/41) buyruğu nâzil oldu. Böylece Allah ve Rasûlü, Abdullah b. Cahş'ın bu uygulamasını benimsedi, onu beğendi, Kıyâmet gününe kadar ümmet tarafından uygulanacak bir hüküm olarak tesbit etti."

"İslâm târihinde alınan ilk ganimet odur. İlk kumandan da Abdullah b. Cahş'tır. Amr b. el-Hadramî de ilk savaş maktulüdür."

"Rasûlullah (s.a) harâm ayda İbnu'l-Hadramî'nin öldürülmesini tepkiyle karşılamıştı. Bu durum ise ötekilerini oldukça üzmüş ve etkilemişti. Bunun üzerine şanı yüce Allah,
Sana harâm aya, onda savaşmaya dair soru soruyorlar âyetini sonuna kadar indirdi."

"Rasûlullah (s.a) esir alınan iki kişiyi fidye karşılığında salıvermeyi kabul etti. Osman b. Abdullah Mekke'de kâfir olarak öldü. el-Hakem b. Keysan İslâm'a girdi ve Bi’r-i Maûne'de şehid düşünceye kadar Rasûlullah (s.a) ile birlikte kaldı. (Develeri kaçmış bulunan) Sa‘d ve Utbe ise Medîne'ye salimen geri döndüler." [Kurtubî,
el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

İbn Abbâs'ın (r.a) şöyle dediğini rivâyet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a), halası oğlu Abdullah b. Cahş el-Esedî'yi Bedir savaşı'ndan iki ay önce, kendisinin Medîne'ye gelişinden onyedi ay sonra sekiz kişi ile birlikte gazaya gönderdi ve bir mektup ile ahidnâme yazıp ona verdi. İki konak sonra bu mektubu açmasını, arkadaşlarına okumasını ve onda yazılanlara göre hareket etmesini emretti. Abdullah b. Cahş söylenen yere gelip de mektubu açınca şu ifâdelere rastladı: ‘Sana tâbi olanlarla birlikte, Allah'ın bereketi üzere git. Batn-ı Nahl mevkiinde konakla ve orada Kureyş kabilesinin kervanım gözle. Belki sen onlardan bize hayır [ganimet] alır gelirsin.’ Bunun üzerine Abdullah, ‘İşittik ve Peygamber'in emrine boyun eğdik. İçinizden kim şehidliği arzuluyorsa, benimle beraber gelsin. Ben Peygamber'in emrini yerine getireceğim. Kim de benden ayrılmak isterse, ayrılsın’ dedi ve yürüyüp gitti. Mekke ile Tâif arasında bulunan Batn-ı Nahl'e vardı."

Tam o sırada, beraberinde üç kişi ile birlikte Amr b. el-Hadramî onlara rastlayıverdi. Bunlar, Hz. Peygamber'in (s.a) ashâbını görünce, içlerinden birinin başını tıraş ettiler ve böylece onlara, kendilerinin umre yapan bir topluluk olduğu vehmini vermek istediler. Sonra Abdullah b. Cahş'ın (r.a) yanındakilerden birisi olan Vâkıd b. Abdullah Hanzali (r.a) gelip, Amr b. el-Hadramî'ye bir ok atarak onu öldürdü. Abdullah b. Cahş ve beraberindekiler diğer iki kişiyi esir alarak, bunların kervanını içindekilerle birlikte sürerek Hz. Peygamber'e (s.a) geldiler. Bunun üzerine Kureyş gürültü koparıp şöyle dediler: ‘Muhammed harâm ayları, içinde korkanların bile emin olduğu kutsal ayları helâl sayıyor ve o ayda kan döküyor.’ Müslümanlar da bunu yadırgadılar. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a), ‘Ben size harâm aylarda savaşmanızı emretmedim’ dedi. Abdullah b. Cahş (r.a) da, ‘Yâ Rasûlallah! Biz İbnü'l-Hadramî'yi öldürdük. Sonra akşam olunca Receb ayının hilâlini gözetlemeye başladık. Fakat onu Receb ayı içinde mi Cumade'l-Âhire ayı içinde mi öldürdüğümüzü anlayamadık’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) bu kervanı ve esirleri bekletip dağıtmadı. Bundan dolayı bu âyet nâzil oldu ve Hz. Peygamber de ganimetleri aldı. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Bu soru kâfirler tarafından sorulmuştur, Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Kâfirler Hz. Peygamber'e (s.a), harâm aylarda savaş yapılıp yapılmayacağını sordular. Eğer o, bu ayda savaşmanın helâl olduğunu söylerse, o ayda savaş yapmayı helâl sayacaklardı. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ,
Sana o harâm ayı (yani o ayda savaşmayı) soruyorlar. De ki: "O ayda savaşmak büyük günahtır. Fakat Allah yolundan ve Mescid-i Harâm'dan menetmek ve Allah'ı inkâr etmek bu savaştan daha büyüktür. Kâfirler, güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam edeceklerdir... âyetini indirmiş ve kâfirlerin bu sorudan maksadlarının Müslümanlarla savaşmak olduğunu beyân etmiştir. Daha sonra da, Harâm ay, harâm aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır. Onun için kim sizin üzerinize saldırırsa siz de, tıpkı onların size saldırdıkları gibi, onlara saldırın (Bakara/194) âyetini indirmiş ve müdafaa savaşının bu aylarda caiz olduğunu açıkça bildirmiştir. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

207. âyette de, harâm aylarda savaş meselesi zikredilmekte, 190-194. âyetlerde olduğu gibi burada da savunmaya yönelik savaşın gerekliliği bildirilmektedir.

Bununla birlikte, harâm aylarda, hele hele hacc mahallinde savaşmanın, orada İbrâhîmî eğitim-öğretim yapanların engellenmesinin Allah katında çok büyük bir suç olduğu beyân edilmekte; böylece de dünyanın neresinde olursa olsun eğitim kurumlarının önemine dikkat çekilmektedir.

Harâm aylarda savaşla ilgili âyetlerin nüzûl sebebi hakkında kaynaklarda şu bilgiler verilir:

İbn Ebî Hatim der ki: Bana babam... Cündeb ibn Abdullah'tan nakletti ki, Rasûlullah (s.a) başlarında Ebû Ubeyde ibn el-Cerrâh olmak üzere bir grubu savaşa göndermiş. Bunlar savaş için yola çıkmak üzere iken Ebû Ubeyde ağlayarak Rasûlullah'ın yanına gelip oturmuş. Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü onun yerine Abdullah ibn Cahş'ı göndermiş ve ona bir mektup yazarak; falanca yere ulaşıncaya kadar bu mektubu okumamasını emretmiş. Sonra da şöyle buyurmuş: "Arkadaşlarından hiç kimseyi birlikte yürümeye zorlama." Abdullah ibn Cahş mektubu okuyunca, "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn. Allah ve Rasûlü'nün emri başımla gözüm üstüne" demiş. Rasûlullah'ın emrini arkadaşlarına duyurup mektubu okumuş. İki kişi geri dönmüş, ötekiler kalmışlar. İbn el-Hadramî ile karşılaşıp onu öldürmüşler. O günün Receb mi veya Cemâziyelevvel mi olduğunu bilmiyorlarmış. Bu sebeple müşrikler; Müslümanlara, "Harâm aylarda adam öldürdünüz" demişler. Bu vaka üzerine Allah Teâlâ,
Sana harâm aydan ve onda savaştan soruyorlar. De ki: "O ayda savaşmak büyük günâhtır" âyetini inzâl buyurmuş.

Süddî, Ebû Mâlik, Ebû Sâlim kanalıyla Abdullah ibn Abbâs'tan, Mürre kanalıyla da Abdullah ibn Mes'ûd'dan nakleder ki; Rasûlullah (s.a) bir seriyye göndermişti. Bu seriyye yedi kişiydi. Başlarında Abdullah ibn Cahş vardı. Bu seriyyede Ammâr ibn Yâsir, Ebû Huzeyfe, Sa‘d ibn Ebî Vakkâs, Utbe ibn Ğazvân, Süheyl ibn Beyzâ, Amir ibn Füheyre ve Ömer ibn Hattâb'ın müttefiki Vâkıf ibn Abdullah el-Yerbûi bulunuyordu. Rasûlullah Abdullah ibn Cahş'a bir mektup yazdı ve ona Melel vâdisine (Medîne'ye 17 mil mesafede, Mekke ile Medîne arasında bir yer) kadar mektubu okumamasını emretti. Melel vâdisine gelince, mektubu açtı. Mektupta, "Nahle vâdisine kadar in, arkadaşlarından ölümü isteyenler devam etsinler. Ve vasiyetlerini yapsınlar" yazıyordu. "Ben vasiyetimi yapıp Rasûlullah'ın (s.a) emri doğrultusunda yürüyorum" dedi. Ve yürüdü. Sa‘d ibn Ebû Vakkâs ve Utbe geri kaldılar. Bineklerini yitirmişlerdi. Buhrân denilen yere gelip bineklerini aramaya koyuldular. Abdullah ibn Cahş Nahle vâdisine doğru yürüdü. Orada Hâkem ibn Keysân ve Muğîre ibn Osman (ve Amr ibn Hadramî, Abdullah ibn Muğîre'yi) gördüler. Muğîre kaçıp kurtuldu. Amr öldürüldü. Onu Vâkid ibn Abdullah öldürmüştü. Bu olay Peygamber'in ashâbının elde ettiği ilk ganimet oldu. Medîne'ye iki esir ve elde ettikleri mallarla döndüklerinde, Mekke halkı iki esirin değiştirilmesini istedi. Rasûlullah (s.a), "Bakalım, diğer iki arkadaşınız ne oldu?" dedi. Sa‘d ibn Ebû Vakkâs ve arkadaşı gelince Rasûlullah iki esiri fidye mukabili salıverdi. Müşrikler buna karşı kötü davranarak dediler ki: "Muhammed Allah'a itaat ettiğini sanıyor. Hâlbuki harâm ayı ilkin helâl kılan o'dur. Ve o Receb ayında bizim arkadaşımızı öldürmüştür." Müslümanlar, "Hayır biz Cumâde'l-Âhir ayında öldürdük" dediler. Denilir ki, bu Cumâde'l-Âhir'in son gecesi ve Receb'in de ilk gecesiydi. Receb ayı girdiğinde kılıçlarını kınına soktular. Allah Teâlâ bu âyeti kerîme'yi inzâl buyurarak Mekke halkını kınadı ve,
Sana harâm aydan ve onda savaştan soruyorlar. De ki: "O ayda savaşmak büyük bir günâhtır..." Helâl değildir, ancak ey müşrikler topluluğu; sizin Allah'a küfretmeniz, Rasûlü'nü ve o'nun ashâbını Allah yolundan alıkoymanız, Mescid-i Harâm halkını oradan çıkarmanız, harâm ayda savaşmaktan çok daha büyük bir suçtur. Onların Hz. Muhammed'i (s.a) yurdundan çıkarmaları Allah katında savaştan daha büyüktür. [İbn Kesîr.]

Âyetlerdeki diğer ifadelerin açıklaması için, 190-194. âyetlere bakılabilir, zira aynı ifadeler orada da yer almıştı.
219,220) Sana aklı karıştıran, örten şeylerden/aklı örtmekten ve şans oyunlarından soruyorlar. De ki: "Bu ikisinde büyük bir zaman kaybına neden olma/hayırda ağırda alma/zarar verme/kusur oluşturma, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Zaman kaybına neden olma/hayırda ağırda alma/zarar verme/kusur oluşturma durumu, dünya ve ahirette menfaatlerinden daha büyüktür." Yine sana neyi Allah yolunda harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "İhtiyaçtan fazlasını harcayın." Allah, dünya ve ahirete ait konularda iyiden iyiye düşünürsünüz diye âyetlerini işte böyle sizin için ortaya koyuyor. Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: Onlar için, "iyileştirme", en iyisidir. Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi birbirinden ayırt eder. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
Bu âyetlerde, uyuşturucu/sarhoş edici içkiler, her türlü kumar, neyin infak edileceği ve yetimler hakkında sorular ve bunlara verilen cevaplar yer almaktadır.

Pasajdaki söz akışından anlaşıldığına göre içki, kumar, infak ve yetimler hakkında soranlar mü’mindir. İlk soru "hamr" ve "meysir" hakkındadır.

HAMR

الخمر [
hamr] sözcüğü, "örtmek, karıştırmak" anlamındaki, خمر[h-m-r] kökünden gelmiş olup aklı örten, karıştıran her şeyin ismi olmuştur. [Lisânu'l-Arab; c. 3, s. 214-217.]

Bu sözcük ilk önce sadece üzümden elde edilen içkiye ad olmuşken sonradan aklı örten, karıştıran her türlü içki ve uyuşturucu maddenin adı olmuştur.

Âyette,
Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat dünya ve âhirette günahları, menfaatlerinden daha büyüktür buyurularak aklı karıştıran şeylerin yarar ve zaralarının varlığı ve zararlarının daha büyük olduğu açıklanmıştır.

HAMRIN YARARLARI

İçki ve uyuşturucunun yararı hakkında; ticarî kazanç sağlaması, yemeği hazmettirmesi, cinsel gücü artırması, sarhoşluğu süresince cimriyi cömert yapması, korkağa cesaret vermesi, geçici olarak dertleri örtüp mutluluk vermesi gibi şeyler düşünülebilir.

HAMRIN ZARARLARI

Hamrın zararı hakkında; çirkin, yalan ve düşmanca söze, sövüp saymaya, sosyal hayattan kopmaya, zikrullah görevini yerine getirememeye, kaza ve cinâyetlere sebebiyet vermeye, çevreye maskara olmaya, ömrü işe yaramaz hâle getirmeye sebep olması gibi şeyler sayılabilir.

Alkollü içkiler insanın psikolojisini ve sağlığını bozduğu ettiği gibi, parasını da heder etmektedir. Hiçbir değer elde etmeden parayı elden çıkartmaya sebep olması bile, harâm kılınması için yeterli bir sebeptir. Ayrıca içki, insanın en kıymetli varlığı olan aklın düşmanıdır. En kıymetli şeye düşman olan ise, en değersiz ve en âdi olan şeydir.

İçki ve kumar kin ve düşmanlıklara; kin ve düşmanlık da ilişkilerin bozulup sosyal hayatın çürümesine sebep olmaktadır. İçkinin en büyük zararı, insanı musallâdan, salâttan uzak tutmasıdır. Rabbimiz sarhoş olan kişinin salâta, musâllaya yanaşmasını yasaklamıştır:

43Ey iman etmiş kişiler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüb iken de –yolcu olanlar bu hükmün dışındadır– yıkandırılıncaya kadar, salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarına] yaklaşmayın/toplum içine çıkmayın. Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz tuvaletten geldiyse veya kadınlarla temaslaştıysa, su da bulamamışsanız o zaman, hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır. [Nisâ/43]

MEYSİR

الميسر [
meysir] sözcüğü, "kolaylık", "deve kesmek" anlamındaki يسر [y-s-r] kökünün türevlerindendir. Esas anlamı, "fal oklarıyla oynamak"tır. Genel olarak, "çocukların cevizle oynaması da dahil olmak üzere para üzerine oynanan her şans oyunu"nu kapsar. [Lisânu'l-Arab; c. 7, s. 452-455.]

Câhiliyye çağındaki kumar'ın nasıl olduğuna gelince,
Keşşâf sahibi şöyle demiştir: "Arapların on tane fal oku bulunuyordu. Bunların isimleri ezlâm, aklâm, fezz, tev’em, rakîb, halisu ve hıls, nâfis, müsbil, mu‘allâ, menîh, sefih ve vağd... Menîh, sefîh ve vağd okları hariç (çünkü bunlar boş idi), bu oklardan her biri, kesilen ve 10 parçaya, yahut da 28 parçaya bölünmüş olan hayvanın, belli bir parçasına işaret etmekteydi. Şairin biri bu manada şu şiiri söylemiştir:" "Dünyada benim, kendilerinde hiçbir kâr olmayan oklarım var. Bunlann ismi vağd, sefih ve menîh'tir."

Bu fal oklarından fezz için bir pay; tev’en için iki pay, rakîb için üç pay, halisu için dört pay, nâfis için beş pay, müsbil için altı pay, mu‘allâ için yedi pay verilirdi. Bu okların hepsi "rebâte" denilen bir torbaya konur; sonra torba âdil bir kimsenin eline verilirdi. Daha sonra o kimse torbayı sallayıp, elini içine sokar; ondan isim isim herkesin adına bir ok çekerdi. Hisse sahiplerinden adına ok çıkan kimse, bu ok üzerinde yazılı olan payını alırdı. Adına, üzerinde "boş" yazılı ok çıkan kimse de, hiçbir şey alamazdı... Kesilen bu hayvanın bütün parasını da bu kimse öderdi... Kendisine pay çıkan kimseler ise bu paylarını fakirlere dağıtırlar, ondan hiç yemezler ve bu yaptıklarıyla övünür, bu piyangolarına katılmayan kimseleri ayıplar, onlara "el-berem" adını verirlerdi. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Kumarda kullanılan oklar onbir tane idi. Bunlardan yedi tanesinin çizgileri ve çizgi sayısınca da payları vardı. Bu yedi tanenin ilkinin adı "el-fez" idi. Bunda tek bir çizgi vardı. Bu ok bir payı ifade ederdi. Kaybedildiği takdirde de onu kaybeden bir pay öderdi. İkincisinin adı "et-tev’em" idi ve bunun üzerinde iki işaret vardı. Sahibinin leh ve aleyhine olmasına göre iki payı ifade ederdi. Üçüncüsünün adı "er-rakib" idi. Bunda üç çizgi vardı. Bu da belirttiğimiz gibiydi. Dördüncüsünün adı "el-hils" olup bunun da alameti dört çizgi idi. Beşincisinin adı "en-nâfiz" veya "en-nâfis" idi, beş pay ifade ederdi. Altıncısı "el-müsbil" adında idi ve altı pay ifade ederdi. Yedincisi "el-mu‘alla" olup yedi payı ifade ederdi. Bu şekilde toplam 28 pay oluyordu. Deve de bu şekilde 28 paya ayrılırdı. el-Esmaî'nin görüşü böyledir.

Geriye dört tane ok kalırdı. Bunların ise herhangi bir payları yoktu. Bunların da adı; "el-Musaddar, el-mudaaf, el-menih ve es-sefih" idi. Son üçünün adının "es-sefih, el-menih ve el-veğd" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu üç ok, torbadan okların çekilişini yapan kimsenin torbada okların sayısını artırmak içindir. Böylece herhangi bir kimseye iltimas yapma imkânı olmazdı. Bu şekilde çekilişi yapan kimseye "el-müfid, ed-dârîb" ve "ed-dârib" denilirdi ki çoğulu "ed-durabâ" şeklinde gelir.

Denildiğine göre çekilişi yapan kimsenin arkasında, kimseye iltimas göstermemesi için bir gözetleyici bulunurdu. Daha sonra bu çekilişi yapan [ed-darib] dizleri üstüne çöker, bir elbiseye bürünür, başını çıkartır, elini torbaya sokar ve okları çıkartırdı. Kışın vaktin darlığında ve fakirler aleyhine soğuğun oldukça arttığı zamanlarda bu şekilde deve payları üzerinde çekilişler yapmak, Arapların adeti idi. Bunun için deve satın alınır ve çekilişe katılanlar, devenin parasını üstlenir ve kendilerine çıkan paya razı olurları. Bu işlerle iftihar eder ve aralarından böyle bir çekilişe katılmayanları da yererlerdi. Cimriliği dolayısıyla bu çekilişe katılmayan kimseye "el-beram" adını veriyorlardı. Mütemmim b. Nuveyre der ki: "Ve deriden çadırlar, gürültülü kış soğuğundan dolayı sallandığında/Gerdeğine kadınların geldiği beram [cimri kişi] değildir."

Bundan sonra develer kesilir ve on paya ayrılırdı. Kimi zaman da kendileri için kumar oynar, sonra da pay çıkmayan kimse parayı öderdi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

ŞANS OYUNLARININ YARARLARI

Kumarın menfaati, çalışıp yorulmaksızın bir şeyin insanın eline geçmesidir. Çünkü kumar, bir insanın elindeki malını yorulmadan ve çaba sarfetmeden, kolayca ve meşakkatsizce almaktır. Muhtaçların ihtiyaçlarının sağlanmasına vesile olması da, kumarın faydalarından biri olarak gösterilmiştir. Çünkü Araplar, üzerine kumar oynadıkları devenin etinden yemez ve onu ihtiyaç sahiplerine dağıtırlardı.

ŞANS OYUNLARININ ZARARLARI

Bu oyunlar, insanlar arasında münakaşaya, düşmanlığa, hatta cinâyete ve malların-kazançlarının hakksız yere el değiştirmesine sebep olur. Ayrıca, insanın sinir sistemini alt-üst eder, parayı boş yere elden çıkartır ve zamanı öldürür.

Allah Müslümanları; ferdî, ailevî ve ictimaî hayatı dinamitleyen bu illetlere karşı uyarmış ve bunlardan uzak durulmasını istemiştir:

90Ey iman etmiş kişiler! Hamr [içki/herhangi bir yolla aklı örtmek], kumar; her türlü kolay kazanç amaçlı şans oyunu, kulluk edilen nesneleri, kişileri temsil eden işaretler; semboller ve fal okları; tüm kehanet araç ve gereçleri ancak şeytan işinden zarar veren şeylerdir. Öyleyse durumunuzu korumanız, kurtulmanız için bu şeytan işinden kaçının.

91Gerçekten şeytan, hamr ve kumarda sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi, Allah'ın anılmasından, öğüdünden ve salâttan [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmakdan; toplumu aydınlatmaktan] alıkoymak ister. Öyleyse sona erdirmiş kişiler/vazgeçmiş kişiler misiniz?

92Ve Allah'a itaat edin, Elçi'ye itaat edin ve sakınıp tedbirli olun. Artık eğer uzak durursanız, biliniz ki, Elçimize düşen sadece apaçık tebliğdir.

93İnanan ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimselere, Allah'ın koruması altına girdikleri, inandıkları, düzeltmeye yönelik işler yaptıkları, sonra Allah'ın koruması altına girdikleri, inandıkları ve sonra Allah'ın koruması altına girdikleri ve iyilik-güzellik ürettikleri zaman, tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Ve Allah, iyilik-güzellik üretenleri sever. [Mâide/90-93]

31Eğer siz, yasaklandığınız şeylerin büyüklerinden sakınırsanız, kötülüklerinizi sizden örteriz. Ve sizi saygın giriş yerine girdiririz.

31,32Göklerde ne var, yerde ne varsa; yaptıklarıyla kötülük sergileyenleri cezalandırması, iyileştiren-güzelleştiren kimseleri; –bazı küçük sürçmeler dışında– günahın büyüklerinden ve iğrençliklerden çekinip kaçınan kimseleri de "En güzel" ile ödüllendirmesi için Allah'ındır. Hiç kuşkusuz, senin Rabbin bağışlaması geniş olandır. Sizi, hem topraktan oluşturduğu zaman, hem de annelerinizin karnında ceninler hâlinde bulunduğunuz zaman, en iyi bilen O'dur. O hâlde nefislerinizi temize çıkarmayın. Allah'ın koruması altına girmiş kimseyi O daha iyi bilir. [Nisâ/31, 32]

İNFAK

Âyette, neyi infak edeceklerini soranlara cevaben,
‘afvı, yani ihtiyaçtan fazlasını infak etmeleri emredilmiştir.

"AFV"

العفو [
‘afv], "kolay gelen, fazlalık, çokluk, çıkartılıp verilmesi insana ağır gelmeyen, malın nafakadan fazlası/artanı" demektir. [Lisânu'l-Arab; c. 6, s. 338-341, "Afv" mad.]

Böylece mü’minler, ihtiyaçlarından fazla olan mal ve paralarını Allah yolunda harcamaya yöneltilmişlerdir.

Bu âyetin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler verilmiştir:

İlim adamları der ki: Onlar sana neyi infak edeceklerini soruyorlar (Bakara/215) buyruğu, nafakanın kimlere harcanacağı ile ilgili bir soru idi. Buna verilen cevap da bunun ne olduğunu göstermişti. Bu âyet-i kerîmede ise infakın miktarı ile ilgili sorulmuştur. Bu, önceden de geçtiği üzere Amr b. el-Cemuh ile ilgilidir. Yüce Allah'ın, De ki: "Hayır türünden neyi infak ederseniz o anne ve babanındır" (Bakara/215) buyruğu nâzil olunca bu sefer, "Ne kadar infak edeyim?" diye sormuş, bunun üzerine de, De ki: "Arta kalanı" buyruğu nâzil olmuştur. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

İhtiyaç fazlasını infak etmeyenler ise ateş ile tehdit edilmişlerdir:

34Ey iman etmiş kişiler! Şüphesiz, hahamlardan, rahiplerden birçoğu kesinlikle insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Ve altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayan kimseler, hemen onlara acıklı bir azabı müjdele!

35O gün, biriktirdikleri altın ve gümüşlerin üstü cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak: "İşte bu kendi canınız için saklayıp biriktirdiğiniz şeydir. Haydi, şimdi tadın şu biriktirmiş olduğunuz şeyleri!" [Tevbe/34-35]

YETİMLERİN KONUMU

Âyetlerde, yetim konusuna da değinilerek şöyle buyurulmuştur:
Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: "Onlar için iyileştirme, en iyisidir. Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi bilir [birbirinden ayırd eder]. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah azîz'dir, hakîm'dir."

Âyetin bu bölümünün sebeb-i nüzûlü hakkında da şu bilgiler verilmiştir:

Ebû Dâvûd ve Nesâî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiş: Şanı yüce Allah,
Bir de yetimin malına reşid oluncaya kadar en güzel olandan başka bir sûretle yaklaşmayın (En‘âm/152) buyruğu ile Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler... (Nisâ/10) buyruklarını indirince, yanlarında yetim bulunan kimseler gidip yetimin yediğini yediklerinden, içtiğini içtiklerinden ayırdılar. Bu sefer onun yemeğinden artan onun için saklanır oldu. Sonunda yetim ya o artanı yerdi veya o bozulurdu. Bu onlara ağır gelmeye başladı. Rasûlullah'a (s.a) durumdan söz etmeleri üzerine Yüce Allah, Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onlar lehine bir ıslah hayırlıdır âyeti nâzil oldu. Bu sefer yediklerini ve içtiklerini yetimin yeyip içtikleriyle karıştırdılar. Bu lafız Ebû Dâvûd'a aittir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Câhiliye Arapları, yetimlerin mallarından istifâde etmeyi alışkanlık hâline getirmişlerdi. Çoğu zaman yetim kızların mallarına tamah ederek onlarla evleniyorlar veya o yetimin malı elinin altından gitmesin diye onu oğullarından biri ile evlendiriyorlardı. Sonra Cenâb-ı Allah,
Yetimlerin mallarını hakksızlıkla yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar (Nisâ/10) âyetini indirdi.

Yine Allah Teâlâ yetimler hakkında şu âyetleri indirmiştir:
Eğer yetim kızlar hakkında (âdil olamayacağınızdan) korkarsanız sizin için helâl olan kadınlardan nikâh ediniz (Nisâ/3); Senden, kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: "Onlara dair fetvayı size Allah veriyor. Kendileri için yazılmış [farz kılınmış] olan (mirası) onlara vermediğiniz ve nikâhlamayı da istemediğiniz yetim kızlar ile küçük çocuklar hakkındaki, bir de yetimlere karşı âdil olmanız hususundaki. Kitapta okunup duran âyetler... Hangi hayrı yaparsanız Allah onu hakkıyla bilir" (Nisâ/127) ve, Yetimin malına ancak en iyi bir sûretle yaklaşın. (İsrâ/34)

Bu âyetler karşısında insanlar yetimlerle içli-dışlı olmayı, onların mallarına yaklaşmayı ve onların işlerini deruhte etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı yetimlerin menfaatleri zedelenmiş, ve geçimleri bozulmuştur. Yetimlerin bu hâli de Müslümanları üzmüş ve ne yapacaklarını şaşırmışlar; eğer onlara karışıp, işlerini üzerlerine alsalar, çok şiddetli bir va‘îd ile karşı karşıya kalıyorlar. Eğer yetimlerden ayrılıp, işlerine bakmasalar, o zaman da onların geçimi bozuluyor. Bundan dolayı Müslümanlar şaşıp kaldılar.

Sonra, onların bu durumu Hz. Peygamber'e (s.a) bilfiil sormuş olmaları muhtemel olduğu gibi, bu soruyu kafalarından geçirmiş olmaları ve Allah'ın bu konuda ne yapmaları gerektiğini beyân etmesini temenni etmiş olmaları da muhtemeldir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hakk bu âyeti indirmiştir. Rivâyet edildiğine göre yukarıda geçen yetimlerle ilgili âyetler nâzil olunca, Müslümanlar yetimlerin mallarından uzak durmuş ve her bakımdan onlara karışmaktan çekinmişlerdir. Hatta şu hâle gelmiş: Yetim için bir yemek yapılır. Eğer ondan bir kısmı artarsa onu alıp yemezler ve böylece o yemek bozulurdu. Yetimlere bakacak kimseler, yetim için müstakil ayrı bir yer, ayrı bir yiyecek-içecek hazırlıyorlardı. Bu da fakir müslümanlara zor geliyordu. Bundan dolayı Abdullah b. Revâha (r.a), "Yâ Rasûlallah! Hepimizin yetimleri oturtacak evlerimiz ve yetimlere ayrıca verecek yiyecek içeceklerimiz yok" dedi. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Âyette geçen,
Onlar için iyileştirme en iyisidir ifadesi, eğitim-öğretimleri, terbiye ve fazilet üzere yetişmeleri hususunda gerekenlerin yapılıp yetimlerin işlerinin yoluna koyularak saygın kimseler olmalarının sağlanmasına işarettir. Ki yetim hukuku birçok kez topluca sunduğumuz gibi, Fecr/17-20, Duhâ/6-9, Mâûn/1-3, İsrâ/34, En‘âm/152, Bakara/177, Nisâ/1-10, Kehf/77, 82’de yer almıştır.

221) Ve ortak koşan kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş, kâfirlerin himayesindeki bir köle kadın, -sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da- ortak koşan bir kadından daha hayırlıdır. Ortak koşan erkekleri de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir erkek köle, -sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da- ortak koşan bir erkekten daha hayırlıdır. Ortak koşanlar ateşe çağırırlar, Allah ise Kendi bilgisi ile cennete ve bağışlanmaya çağırır. O, öğüt alıp düşünürler diye insanlara âyetlerini ortaya koyar.
Bu âyette de birtakım sosyal ilkeler ortaya konmaktadır. Şöyle ki:.

* İman etmiş bir erkek müşrik bir kadınla evlenemez.

* İman etmiş bir câriye, evlenmek için müşrik bir kadından hayırlıdır.

* İman etmiş bir kadın, müşrik bir erkekle evlenemez.

* İman etmiş bir köle, evlenmek için müşrik bir erkekten hayırlıdır.

Buradaki أمة[
eme/câriye] ve عبد[‘abd/köle] ile, kâfirlerin elindeki köle ve câriyeler kasdedilmiştir. Zira bu süreçte mü’minlerin köle ve câriyelerinin bulunması uygun değildir.

Bu âyetteki,
...o [müşrik kadın], sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da, ...o [müşrik erkek], sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da ifadeleriyle; iman etmiş bir câriyenin, hür, asil, güzel ve makam-servet sahibi müşrik bir kadından; iman etmiş bir kölenin, hür, asil, yakışıklı ve mal-mülk sahibi müşrik bir erkekten hayırlı olduğu bildirilmektedir.

Mü’min kadının müşrikle evlendirilmeme gerekçesi olarak, Onlar ateşe çağırırlar buyurulmuştur; zira müşrikler eş ve çocuklarını cehenneme götürürler. Buna karşılık, Allah ise Kendi bilgisi ile cennete ve mağfirete çağırır buyurularak, koyduğu ilkelerle Allah'ın cennete ve mağfirete çağırdığı ifade edilmiştir. Demek ki bu ilke, başta aile olmak üzere tüm insanların dünya ve âhiret selâmeti için konulmuştur. Şöyle ki, bir mü’minin bir müşrikle evlenmesi, mü’mini şirke sürükleyebilir. Çünkü evlilik, sadece cinsel birliktelik değildir; onun sosyolojik, pisikolojik ve kültürel boyutları vardır. Müslüman eş, müşrik eşi, ailesini ve çocuklarını İslâm'a sokabileceği gibi; müşrik eş de, mü’min eşi, ailesini ve çocuklarını şirke sokabilir. Aklı başında olan bir mü’min kendini böyle bir riske atmaz; müşrikle evlenmektense evlenmemeyi tercih eder.

Âyetin nüzûl sebebi hakkında verilen bilgiler şöyledir:

Mukâtil der ki: Bu âyet-i kerîme Ebû Mersed el-Ğanevî hakkında nâzil olmuştur. Bunun adının Mersed b. Ebî Mersed olduğu da söylenmiştir. Asıl adı ise Kennâz b. Husayn el-Ğanevî'dir. Rasûlullah (s.a) onu Mekke'ye, ashâbından bir adamı çıkartıp getirmek üzere gizlice göndermişti. Mekke'de câhiliyye döneminde iken sevdiği Anak adında bir kadını vardı. Bu kadın ona geldi. Kadına, "İslâm câhiliyye döneminde olanı harâm kılmıştır" deyince, kadın, "O hâlde benimle evlen" dedi. O da, "Rasûlullalı'tan (s.a) izin almadıkça yapamam" dedi. Peygamber'in (s.a) yanına geldi. Ondan izin istedi. Hz. Peygamber onunla evlenmeyi yasakladı. Çünkü kendisi müslüman, o kadın ise müşrik idi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bu buyruk, Huzeyfe b. el-Yeman'a ait Hansa adında siyah bir câriye hakkında nâzil olmuştur. Huzeyfe ona, "Ey Hansa! Sen siyahlığın ve çirkinliğin ile birlikte mele-i a‘lâ'da anıldın ve Yüce Allah Kitab-ı Kerîm'inde senden söz etti" dedi ve onu azad ettikten sonra da onunla evlendi. [Kurtubî,
el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

es-Süddî de dedi ki: Bu buyruk Abdullah b. Revâha hakkında nâzil olmuştur. Onun siyah bir câriyesi vardı. Kızdığı bir sırada ona tokat attı, daha sonra da pişman oldu. Peygamber'in (s.a) yanına geldi ve durumu o'na bildirdi. Hz. Peygamber ona, "Ey Abdullah! Bu câriye nasıl bir şeydir?" diye sorunca, şöyle cevap verdi: "Oruç tutuyor, namaz kılıyor, güzelce abdest alıyor ve iki şehâdeti getiriyor." Bunun üzerine Rasûlullah, "Bu mü’min bir câriyedir" deyince, İbn Revaha, "Andolsun onu azad edeceğim ve onunla evleneceğim" dedi ve dediğini yaptı. Müslümanlardan bazıları bundan dolayı onu tenkid etmeye koyuldular ve, "Bir câriye ile evlendi" dediler. Hâlbuki onlar müşriklere kız nikâhlamayı uygun görüyorlar ve soylarına rağbet dolayısıyla onlara kız verdikleri oluyordu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a), müslümanları oradan gizlice çıkarsın diye, Hâşimoğulları'nın müttefiki olan Mersed ibn Ebî Mersed'i Mekke'ye yollamıştı. Bu zât Mekke'ye geldiğinde, câhiliyye döneminde sevgilisi olan, müslüman olunca Mersed'den yüz çevirip inzivaya çekilen Anâk adındaki kadın ona geldi. Mersed ona, İslâm'ın buna müsaade etmeyeceğini, ama Allah'ın Rasûlü'nden müsaade isteyeceğini ve onunla evleneceğini vaad etti. Mersed, Hz. Peygamber'in yanına varınca, Anâk ile ilgili meseleyi O'na anlattı ve, Anâk'la evlenmesinin caiz olup olmadığını sordu. Bunun üzerine Allah bu âyeti indirdi. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

10Ey iman etmiş kimseler! Mü’min kadınlar göçmenler olarak size geldiği zaman, hemen onları sorgulayın. –Allah onların imanlarını daha iyi bilir.– Artık, eğer siz de onların inanmış kadınlar olduğunu öğrenirseniz, artık onları kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere geri döndürmeyin. Göç eden mü’min kadınlar, onlara helal değildir. Onlar da bunlara helal olmazlar. İnanmamış eski kocalarına sarfettiklerini verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kadınları nikâhınızda tutmayın, sarfettiğinizi/ödediğiniz mehiri geri isteyin. Onlar da sarfettiklerini/size harcadıklarını geri istesinler. İşte bu, Allah'ın hükmüdür. Ki aranızda O hükmeder, Allah, çok bilendir, çok iyi yasa koyandır. [Mümtehine/10]

Allah Müslüman erkek ve kadınların, müşrik erkek ve kadınlarla evenmesini yasaklamış, fakat Müslüman erkeklerin Ehl-i Kitab kadınlarıyla evlenmesine izin vermiştir.

5Bugün size iyi ve temiz şeyler helal kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin de yemeğiniz onlara helaldir. Mü’minlerden özgür kadınlar ile sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden özgür kadınları da, nikâhlayarak koruma altına alınmış biri yapmak, –zina etmemek ve gizlice dostlar edinmemek şartıyla– kendilerine mehirlerini ödediğiniz durumlarda size helal kılındı. Kim imanı tanımayıp küfrederse; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederse, artık kesinlikle onun yaptığı boşa gitmiştir ve o, âhirette kayba/zarara uğrayıp acı çeken kimselerdendir. [Mâide/5]

Ehl-i Kitab [Yahûdi, Hristiyan] kadınlar, mehirlerini ödemek şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere Müslümanlara helâldir. Bu âyete göre Yahûdi ve Hristiyanlar müşrik sayılmamış; mü’min erkeklerin, Yahûdi ve Hristiyan kadınlarla evlenmesine izin verilmiş, ama mü’min kadınların, Yahûdi ve Hristiyan erkekleriyle evlenmesine müsaade edilmemiştir.

Bunun nedeni şudur: Müslümanlar bütün peygamberlere inanır ve saygı duyarlar. Diğer dinlerin mensupları ise, sadece kendi peygamberini tanırlar, son peygamber Muhammed'e inanmaz ve saygı duymazlar. Bu durumda müslüman bir erkekle evlenen Yahûdi ve Hristiyan kendi dinini rahatlıkla yaşar, bu hususta herhangi bir müdâheleye maruz kalmaz, dinine ve peygamberine saygısızlık görmez. Ama Yahûdi veya Hristiyan bir erkekle evlenen müslüman kadın, peygamberine saygısızlık, hatta hakaret edildiğini görür, dinî vecibelerini yerine getiremez.

Burada şu hususa dikkat edilmelidir: Kur’ân'a göre her Ehl-i Kitap müşrik değildir:

105Kitap Ehlinden, küfreden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kimseler ve ortak koşanlar, Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Allah ise, rahmetini dilediği kimseye mahsus kılar. Ve Allah, çok büyük armağan sahibidir. [Bakara/105]

1-3Kitap Ehlinden ve ortak koşanlardan küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimseler, kendilerine açık delil; içinde tertemiz/sapasağlam yazgılar bulunan, tertemiz sayfaları okuyan, Allah tarafından gönderilmiş bir elçi gelinceye kadar serbest bırakılmadılar, gözden çıkarılmadılar. [Beyine/1-3]

199Şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah'a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene –Allah'a samimiyetle saygı duyanlar olarak– inananlar da vardır. Onlar, Allah'ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rableri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. [Âl-i İmrân/199]

113,114Hepsi bir değildirler. Kitap Ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir önderli topluluk vardır ki onlar, gecenin saatlerinde boyun eğip teslimiyet göstererek Allah'ın âyetlerini okurlar. Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emrederler, herkesçe kötülüğü kabul edilen şeylerden vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar, iyi insanlardandırlar. [Âl-i İmrân/113-114]

222) Sana kadınların aybaşı hâlinden de soruyorlar. De ki: "O, bir eziyettir. Onun için aybaşı hâlinde kadınlardan çekilin ve temizleninceye kadar onlarla cinsel ilişkide bulunmayın. Artık iyice temizlendikleri zaman da Allah'ın emrettiği yerden onlara gelin. Şüphesiz Allah, hatadan iyice dönenleri sever ve çok temizlenenleri sever."
223) Kadınlarınız, sizin için bir tarladır/kültürdür. Öyleyse tarlanıza/kültürünüze dilediğiniz yerde, zamanda ve durumda gelin. Kendiniz için de önceden gönderin ve Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz O'na kavuşacağınızı da bilin. -Ve mü'minlere müjdele!-
Bu âyetlerde karı-koca ilişkileri hakkında bazı ilkeler ortaya konmuştur. Şöyle ki:

- Aybaşı hâlinde iken kadınlarla cinsel ilişki kurulmamalıdır.

- Kadınlar, erkekler için bir tarladır/kültürdür. Evlilikteki esas amaç, üreme ve onurlu bir hayattır.

Bu âyetlerin iniş sebebiyle ilgili kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır:

Yüce Allah'ın, Sana ay hâlinden sorarlar buyruğu ile ilgili olarak Taberî es-Süddî'den, soranın Sâbit b. ed-Dahdah olduğunu zikretmektedir. Soranın Huseyd b. Hudayf ile Abbâs b. Bişr olduğu da söylenmiştir. Çoğunluğun kabul ettiği görüş de budur. Katâde ve başkalarının belirttiklerine göre bu sorunun sebebi şudur: Medîne ve civarındaki Araplar ay hâli olan kadınla birlikte yemek yemekten, onunla aynı meskende bulunmaktan uzak durmak hususunda İsrâîloğulları'nın yolunu izliyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

Mücâhid de der ki: "Ay hâlinde kadınlardan uzak duruyor, fakat ay hâli süresinde de kadınlara arka yoldan yaklaşıyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu." Müslim'in Sahîh'inde Enes'ten gelen rivâyete göre Yahûdiler ay hâlindeki kadınlarla birlikte yemek yemez ve evlerde onlarnla bir arada bulunmazlardı. Peygamber'in (s.a) ashâbı Hz. Pey-gamber'e bu durumu sordular. Bunun üzerine Yüce Allah, Sana ay hâlinden sorarlar. De ki: "O bir ezadır, ay hâlinde kadınlardan uzak durun" âyetini sonuna kadar inzâl buyurdu. Rasûlullah (s.a) bunun üzerine, "Nikâh [cima] dışında her şeyi yapabilirsiniz" dedi. Durum Yahûdilere ulaşınca, "Bu adam bize kendisinde muhalefet etmedik hiçbir şey bırakmak istemiyor" dediler. Useyd b. Hudayr ile Abbad b. Bişr gelip şöyle dediler: "Ey Allah'ın Rasûlü! Yahudiler böyle böyle diyor. Biz onlarla cima etmeyelim mi?" Bunun üzerine Rasûlullah'ın (s.a) yüzü değişti. Onlara kızdığını zannettik. Onlar dışarı çıkınca karşılarında Rasûlullah'a (s.a) hediye olarak süt getirildiğini gördüler. Hz. Peygamber arkalarından haberci gönderdi; onlara o sütten içirdi. Biz de o'nun onlara kızmadığını öğrenmiş olduk. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Yüce Allah'ın, Kadınlarınız sizin için bir tarladır buyruğu ile ilgili olarak –lafız Müslim'e ait olmak üzere– hadis imamları tarafından Câbir b. Abdullah'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Yahûdiler; "Erkek, hanımına arka tarafından önden yaklaşırsa; çocuk şaşı olur" derlerdi. Bunun üzerine, Kadınlarınız sizin için bir tarladır, o hâlde tarlanıza dilediğiniz gibi varın âyet-i kerîmesi nâzil oldu. ez-Zührî'den gelen rivâyette şu fazlalık da vardır: "Dilerse başını önüne eğmiş, [yüzükoyun], dilerse eğmemiş olarak; şu kadar var ki hep aynı yolda olmalıdır." [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Hristiyanlar ise, hayız falan dinlemeden, kadınlarla cima ediyorlardı. Câhiliyye dönemindekiler ise, kadın hayızlı olduğu zaman, onunla aynı sofraya oturmuyorlar, verdiği şeyleri içmiyorlar, onunla aynı yatakta yatmıyorlar, Yahudî ve Mecûsilerin yaptığı gibi, aynı çatı altında barınmıyorlardı. Bu âyet nâzil otunca, Müslümanlar âyetin zâhirine sarılarak, hayız olan kadınları evlerinden çıkarıyorlardı. Bedevilerden bir grup kimse, "Yâ Rasûlallah! Soğuk çok fazla, elbiselerimizse çok az! Elbiseleri, dışarı attığımız kadınlara versek, evde kalanlar bu sefer soğuktan üşürler. Elbiseleri kendimize alıkoysak, hayızlı olan kadınlar soğuktan ölürler!" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), "Ben size hayızlı oldukları zaman kadınlarla cinsî münasebet yapmamanızı emrettim, yoksa acemlerin yaptığı gibi onları evlerinizden çıkarmanızı emretmedim" buyurdu. Yahûdiler bunu duyunca şöyle dediler: "Bu adam bize muhalif davranmadığı hiç bir mesele bırakmıyor." Sonra, Abbâd ibn Beşir ile Useyd ibn Hudayr, Hz. Peygamber'e gelerek o'na bu durumu haber verdiler ve, "Yâ Rasûlallah! Hayızlı iken onlarla cima etmeyelim mi?" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in (s.a) yüzünün rengi değişti, bu iki zât da o'nun kendilerine kızdığını zannederek kalktılar. Tam o sırada Hz. Peygamber'e bir süt hediye ve ikram edildi. Bunun peşinden Hz. Peygamber o iki kimseye haber salarak, bu sütü onlara ikram etti. Böylece de, kendisinin onlara kızmamış olduğunu bize anlatmış oldu. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

1) Rivâyet edildiğine göre Yahûdiler şöyle diyorlardı: "Kim, fercinden olsa da hanımına arka taraftan yaklaşırsa, onun çocuğunun gözleri şaşı ve sakat olur." Aynca onlar bunun, Tevrât'ta bulunan bir hüküm olduğunu söylüyorlardı. Bu husus Hz. Peygamber'e anlatılınca o, "Yahûdiler yalan söylüyor" dedi ve sonra âyet-i kerîme nâzil oldu.

2) İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e gelerek, "Yâ Rasûlallah! Ben mahvoldum!" dedi ve kendisinden, böyle bir şeyin meydana geldiğini söyledi. Bunun üzerine de Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu.

3) Ensâr, fercinden olsa da kadına arka taraftan yaklaşmayı hoş görmüyordu. Bu düşünceyi de, Yahûdilerden almışlardı. Muhâcirler ise, bunu yapıyorlardı. İşte bunun üzerine Ensâr bunu onlara çok gördü. Bu sebebten dolayı da, bu âyet-i kerîme nâzil oldu. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Âyette geçen
eza sözcüğü, "sıkıntı, eziyet, cinsel ilişki anındaki rahatsızlık, enfeksiyon riski, tiksinti" vs. gibi şeyleri kapsar.

Âyette,
Onun için aybaşı hâlinde kadınlardan çekilin ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Artık iyice temizlendikleri zaman da Allah'ın emrettiği yerden onlara varın buyurularak, erkeklerin eşlerine karşı duyarlı ve saygılı olmaları istenmiştir.

Burada sadece, aybaşı hâlindeki kadınla cinsel ilişki yasaklanmış olup bunun dışında kısıtlayıcı bir hüküm yoktur. Kadınlar bu dönemlerinde her türlü ibadetini yapar, Kur’ân okur, doktor izin verirse oruç da tutarlar. Doktor izin vermezse, hayız dönemlerinden sonraki günlerde oruçlarını kaza ederler.

Ne varki, Rasûlullah'a isnaden kadınlar bu özel günlerinde namazdan, oruçtan ve Kur’ân'dan uzaklaştırılmışlardır. Hâlbuki Rasûlullah Sünen ve Târih kitaplarına göre kadınları özel günlerinde namazdan, oruçtan ve Kur’ân okumaktan değil, Mâide/6 ve A‘râf/31'deki emirler kapsamında musallâya çıkmaktan menetmiştir. Bu konuya ait yazımızın bir bölümünü burada da sunuyoruz:

KADIN-HAYIZ-NAMAZ: Hayızlı kadının namaz kılamayacağı, oruç tutmayacağı, Kur’an’ı eline almayacağı iddiası, hem Kur’ân'a, hem de Rasûlullah'ın sünnetine aykırıdır. Sünnete aykırılığına gelince:

Bir kadın Rasûlullah'a sordu:

-- Yâ Rasûlallah! Elbisesine hayız kanı bulaşan kadın ne yapmalıdır?

Rasûlullah şöyle cevap verdi:

-- Birinizin elbisesine hayız kanı bulaşırsa, onu parmaklarıyla yahut tırnağıyla kazısın, sonra azar azar üzerine su döküp yıkasın, ondan sonra o elbise içinde namaz kılsın! [
Sahîh-i Buhârî, "Hayız Kitabı", bab: 10, no: 12.]

İşte sünnetteki uygulama böyledir.

İslâm öncesi devirlerde, Yahûdiler, Hırıstiyanlar ve Arap müşrikleri hayızlı kadınları hor görürler; hayızlı oldukları sürede kendilerine kötü ruhların iliştiğine inanırlar, hapsedederlerdi. Onları murdar, necis sayarlar, pişirdiklerini yemezler, onlarla bir arada oturmazlar, dokundukları nesnelere uğursuzluk bulaştırdıklarına inanırlar, yanlarından bile geçmezlerdi. Buna rağmen Hristiyanlar o şartlarda onları cinsel ilişkiye zorlar, taciz ederlerdi, hiç acımazlardı.

Kur’ân değer verip akıl, insaf, vicdan ve din dışı bu uygulama ve inançları ortadan kaldırarak kadını erkekle aynı haklara sahip kılınca, o günün Medîne halkı, hayızlı kadının durumunu Peygamber efendimize sordular. Onların sorusunu Allah cevapladı:

222Sana kadınların aybaşı hâlinden de soruyorlar. De ki: "O, bir eziyettir. Onun için aybaşı hâlinde kadınlardan çekilin ve temizleninceye kadar onlarla cinsel ilişkide bulunmayın. Artık iyice temizlendikleri zaman da Allah'ın emrettiği yerden onlara varın. Şüphesiz Allah, hatadan iyice dönenleri sever ve çok temizlenenleri sever." [Bakar/222]

Âyette görüldüğü üzere, cinsel ilişki dışında hayızlı kadına hiçbir yasak getirilmemiştir.

Kur’ân ve sünnette durum böyle olmasına rağmen, ilmihal ve fıkıh kitaplarında hayızlı kadınlarla ilgili, İslâm öncesindekilere benzer veya onlara yakın yasaklar konmuştur; namaz kılamaz, oruç tutamaz, Kur’ân okuyamaz, camiye giremez, tavaf edemez gibi.

Bunlar, kadını Kur’ân'dan uzaklaştırıp câhil bırakmak, aşağılamak, toplumdan dışlayıp direncini kırmak ve böylece de sömürebilmek için uydurulmuş hükümlerdir.

Sahih rivâyetlere göre Peygamber Efendimiz, "Hayızlı kadınlar namaz kılmasın" dememiştir. "Hayızlı kadınlar, hayır meclislerine [okul, dernek vs. toplantılarına] katılsınlar, sadece musallâya [Cuma ve bayram toplantılarına] gelmesinler" demiştir.

Hafsa bt. Sirin şöyle demiştir: Biz genç kızlarımızı bayramlarda musallâya çıkmaktan men ederdik. Bir kadın gelip Halefoğulları'nın kasrına indi. O kadın kızkardeşinin –ki kocası Peygamber ile birlikte oniki savaşta bulunmuş, kendisi de bizzat altısına iştirak etmişti–, "Biz yaralılara ilaç yapar, hastalara bakardık" dediğini rivâyet ettikten sonra şöyle dedi: "Kızkardeşim Peygamber'e, "Birimizin örtünecek çarşı elbisesi olmazsa, musallâya çıkmamasında bir sakınca var mı?" diye sormuş. Peygamber, "Arkadaşı kendi çarşı elbiselerinden birini ona giydirsin de hayır yerlerinde ve Müslümanların duasında bulunsun" buyurmuştur.

Hafsa bt. Sirin der ki: Ümmü Atıyye buraya geldiği zaman, "Bunu sen Peygamber'den işittin mi?" diye sordum. Ümmü Atıyye, "Babam o'na feda olsun, evet işittim" dedi. Ümmü Atıyye şöyle devam etti: "Babam o'na feda olsun, ben Peygamber'den işittim, o şöyle buyuruyordu: "Tazelerle perde sahibi kadınlar, yahut perde sahibi tazeler ile hayızlı kadınlar çıkıp hayır meclisinde [okul, cemiyet ve her türlü sosyal etkinlik] ve mü’minlerin duasında hazır bulunsunlar. Yalnız hayızlı kadınlar musallâdan [Cuma ve bayram namazlarından] uzakça dursunlar." Hafsa dedi ki: Ben Ümmü Atıyye'ye, "Hayızlılar da mı?" diye sordum. Ümmü Atıyye cevaben, "Hayızlılar Arafat'ta ve falan falan yerlerde hazır bulunmuyorlar mı?" dedi. [Sahîh-i Buhârî, "Hayız Kitabı", Bab: 24, No: 29.]

Bu nakilde görülen o ki, Peygamber Efendimiz, hayızlı kadının namaz kılmasını yasaklamamış, sadece "Cuma ve bayram namazlarına gelmesinler" buyurmuştur.

Hadis kitaplarındaki nakiller arasındaki çelişkiler giderilip Kur’ân ile sağlaması yapıldığında durum ortaya çıkmaktadır. İmam Buhârî ve diğer hadis bilginleri, topladıkları rivâyetleri kendi ölçüleri içerisinde değerlendirip sınıflandırmışlar, fakat Kur’ân ile bunların sağlamasını yapmamışlardır. O nedenle, rivâyetler birbiriyle çelişmektedir.

Peki, hayızlı kadınların topluma çıkmaları neden hoş görülmemiştir? Bunu anlamak için o çağa ve o ortama gitmek gerekir. O dönemde, ped, steril pamuk ve bez; çamaşır makinasıı, deterjan, kokulu çamaşır suyu ve yumaşatıcı yoktu. Hatta yeterli su bile yoktu. Yukarıda Peygamber Efendimizin, elbisedeki hayız kanını parmak veya tırnakla temizlenmesini tavsiye ettiğini zikretmiştik. Kadınların muayyen günlerinde giydikleri
birhayız elbisesi vardı. Yıkansa bile leke çıkmazdı.Dolayısıyla bir kadının hayızlı olduğu herkesçe bilinebilirdi. Bu ise kadınların hor görülmesine ya da komplekse neden olabilirdi.

Peygamber Efendimiz temiz, beyaz elbiseli ve koku sürünmüş olarak cemaate gelinmesini, soğan-sarımsak yiyenlerin ise cemaate katılmamalarını tavsiye ederdi. Bundan hareketle kimse, "Soğan-sarımsak yiyenlere namaz harâmdır" hükmü çıkarmamıştır.

İlgili hadisten de açıkça anlaşıldığı üzere, hayız hâli, musallâya gitmeye [cemaate katılmaya] engel olsa da, namaz kılmaya mani değildir. Ayrıca Allah tarafından kader olarak çizilen hayız görme özelliği irâde dışı oluştuğundan asla kusur ve eksiklik sayılamaz.

KADINLAR TARLADIR/KÜLTÜRDÜR

Âyetteki,
Kadınlarınız sizin için bir tarladır/kültürdür buyruğu, üzerinde durulması gereken bir ifadedir. حرث[hars] kelimesi, hem "tarla", hem de "kültür" anlamına gelir. Buna "biyolojik ve sosyolojik kültür" de diyebiliriz. Zira kadın, biyolojik bir tarla gibidir. Tıpkı bir organizmanın, biyo-kimya laboratuarında çeşitli evrelerden geçirilerek amaca uygun hâle getirilmesi gibi, kadında da yumurta ve siperm, önce embriyon, sonra et parçası, sonra kemikler ve onlara et giydirilme, sonra da bebek oluşmaktadır. Bebeğin doğumundan sonra da kadınların sosyolojik kültür/tarla olma fonksiyonu devreye girer; çocuklarına toplumun manevî değerlerini [dinî inanç ve ilkeleri, davranış ve düşünüş biçimlerini, düşünce ve sanat varlıklarını] yavaş yavaş empoze eder ve gelecek kuşaklara aktarır. Kısaca kadın, maddî bakımdan ana olduğu gibi, sosyolojik açıdan da anadır. O nedenle de erkekeler, kadını yoracak ve ona zarar verecek işleri yapmamakla yükümlü kılınmışlardır (Bkz. Nisâ/34).

Evliliğin amacı, sadece cinsel tatmin olmadığından, eşlerin birbirlerini ve geleceklerini etkileyeceklerinden, herkesin düşüncesine uygun eş seçmesi; toplumu yozlaştıracak ve kültürü mahvedecek eş seçmemesi gerekir.
224) Ve iyilerden olmanıza, Allah'ın koruması altına girmenize, insanlar arasını düzeltmenize, Allah'ı, yeminleriniz için genişlik; engel yapmayın; "Yapardım ya Allah'a yemin ettim, artık yeminimi bozamam" demeyin. Ve Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
225) Allah, sizleri yeminlerinizdeki boş sözlerden sorumlu tutmaz; ama bilinçli yapılmış eylemleriniz nedeniyle sorumlu tutar. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok yumuşak davranandır.
Bu âyetlerde şu toplumsal ilke ortaya konmuştur: Bir mü’min, yemin ettiği gerekçesiyle hayırlı işlerden uzak durmamalı; aksine yemininin kefaretini ödeyerek hayırlı işi yapmalıdır. Kefillik, ödünç, borç vs. gibi durumlardaki kırgınlık, kızgınlık veya hayal kırıklığı nedeniyle bu işlere bulaşmamak üzere yemin edilmemeli, edilse bile keffâreti verilerek iyilikler yapılmalı; yeminler hayırlara engel kılınmamalıdır.

22Ve sizden fazlalık ve genişlik sahibi kimseler akrabaya, miskinlere, Allah yolunda göç edenlere vermemeye yemin etmesinler; bağışlasınlar, hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir. [Nûr/22]

89Allah, sizi, kasıtsız olarak yaptığınız/ağız alışkanlığı yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Fakat kasıtlı yaptığınız/sözleşmeler oluşturduğunuz yeminlerinizden sizi sorumlu tutar; onun kefareti, ehlinize yedirdiğinizin en hayırlısından/en iyisinden on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin kefaretidir. Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah, karşılığını ödersiniz diye âyetlerini sizin için böyle açığa koyar. [Mâide/89]

Bu âyetin iniş sebebi hakkında kaynaklarda şu nakiller yer almaktadır:

Denildiğine göre bu âyet-i kerîme Ebû Bekr es-Sıddîk hakkında nâzil olmuştur. O, Hz. Âişe hakkında ileri-geri konuşan Mıstah'a herhangi bir infakta bulunmamak üzere yemin etmişti.

Bir görüşe göre bu âyet-i kerîme yine Ebû Bekr es-Sıddîk hakkında misafirlerle birlikte yememek üzere yemin etmesi üzerine nâzil olmuştur. Bir başka görüşe göre bu âyet-i kerîme Abdullah b. Revaha hakkında Beşir b. en-Nu‘man ile konuşmamak üzere yemin etmesi üzerine nâzil olmuştur. Beşir b. en-Nu‘man ise Abdullah'ın eniştesi idi. [Kurtubî,
el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bakara/225'teki,
Allah, sizleri yeminlerinizdeki boş sözlerden sorumlu tutmaz; ama kalplerinizin kazandıkları [bilinçli yapılmış eylemleriniz] nedeniyle sorumlu tutar ifadesi, Mâide/89'daki, Fakat yeminleri düğümlediğiniz şeylerle [kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden] sizi sorumlu tutar ifadesine benzemektedir.

Burada, dil alışkanlığı ile yapılan yeminler yasaklanmaktadır. Çünkü bu tür yeminler, yemin sahibinin itibarını ve yeminin kıymetini yok eder.

Burada dikkat çeken diğer bir nokta da, işlenen hatanın keffâretinin, ibâdet ve sosyal yardım olarak belirlenmesidir. İnsanlık, bu ilkeden hareketle suçluları daha çok suç işlemeye iten ceza usûllerinden ziyade, Allah'ın gösterdiği istikâmette yöntemler geliştirerek insanların içsel eğitimlerini ve üretkenliklerini artırmalı ve onları iyi birer insan olarak topluma kazandırmalıdır.

226) Kadınlarından îlâ edenler/onlara yaklaşmamaya yemin edenler için, dört ay beklemek vardır. Sonra eğer dönerlerse, artık şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
227) Eğer boşamaya karar vermişlerse de, şüphesiz Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
Bu âyetlerde de aile hukukuna ilişkin bazı ilkelere yer verilmektedir. İyilerden olmanıza, takvâlı davranmanıza, insanlar arasını düzeltmenize, Allah'ı, yeminleriniz için engel kılmayın (Bakara/224) buyruğuna somut bir örnek olarak Arap kültüründeki îlâ’ ele alınıp çözüme kavuşturulmakta; böylece Allah'ın adının zulme alet edilmesi engellenmektedir.

إيلاء [ÎLÂ’]

Îlâ’, "kocanın eşiyle cinsel ilişkişi; yemin, adak veya şarta bağlayarak, belirli veya belirsiz bir süre kendisini bundan menetmesi" anlamında bir terim olan îlâ’, evlilik akdinin sona ermesine yol açabilen bir yemin türüdür. Eşlerine kızan erkekler bu yolla kadına eziyet ederlerdi.

İslâm'dan önce Hicaz yöresi Arapları tarafından bir boşama yöntemi olarak da uygulanan îlâ’, genellikle uzun vadeli veya süresiz olması nedeniyle, kadını baskı altına almak, ona sıkıntı ve zarar vermek için kullanılmaktaydı. Çünkü karısına îlâ’ yapan erkek kocalık görevini yapmaz, îlâ süresinin sonuna kadar evlilik akdi devam ettiği için kadın boşanmış da sayılmaz, bunalım içinde günlerini geçirirdi. Kur’ân bu zulme son vererek, îlâ’yı dört ay ile sınırladı. Koca bu süre içinde ya keffâret vererek eşine dönecek, ya da dört aylık süre dolunca evlilik sona erecektir. İslâm dini, aile hukukuyla ilgili bu ve benzeri bir çok hususta yeni ilkeler ve köklü çözümler getirmiş, erkeğin ailedeki mutlak hâkimiyetini ortadan kaldırmıştır.

228) Boşanmış kadınlar da, kendi kendilerine üç âdet dönemi süresi beklerler. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın rahimlerinde oluşturduğunu gizlemeleri, kendilerine helâl olmaz. Ve onların verimsiz kocaları, barışmak isterlerse o süre içersinde onları geri almaya daha çok hak sahibidirler. Ve onların zararlarına olanlar gibi, örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekilde kendi yararlarına olanlar da vardır. Erkekler için de, onların üzerinde bir derece vardır. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
229) Boşamak iki defadır. Bundan sonrası ya örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekil ile tutmak veya iyileştirmekle salmaktır. Onlara verdiklerinizden bir şey almanız da sizin için helâl olmaz. Ancak ikisinin de Allah'ın sınırlarını yapamamaktan korkmaları başkadır. Artık eğer siz kamu görevlileri, bunların, Allah'ın sınırlarını yapamayacaklarından korkarsanız, kadının fidye/ayrılma bedeli vermesinde ikisine de vebal yoktur. İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Artık bunları aşmayın. Her kim de Allah'ın sınırlarını aşarsa, artık işte onlar, kendi benliklerine haksızlık edenlerin ta kendisidir.
230) Eğer o, kadını boşarsa, artık bundan sonra o kadın, ondan başka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz. Sonra eğer ikinci koca onu boşarsa, Allah'ın sınırlarını yapabileceklerini zannettilerse, birbirlerine dönmelerinde her ikisine de vebal yoktur. Allah'ın, bilip duran bir toplum için ortaya koyduğu sınırlar, işte bunlardır.
231) Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini de bitirdiklerinde, artık onları ya ma'rûf ile tutun veya ma'rûf ile salın, haklarına tecavüz için zararlarına olarak onları tutmayın. Her kim bunu yaparsa kendi benliğine haksızlık etmiş olur. Allah'ın âyetlerini oyuncak da edinmeyin, Allah'ın üzerinizdeki nimetini, size kendisiyle öğüt vermek üzere indirdiği kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri hatırlayıp düşünün. Hem de Allah'ın koruması altına girin ve şüphesiz Allah'ın her şeyi en iyi bilen olduğunu bilin.
232) Ve siz kadınları boşayıp da onlar, sürelerinin sonuna geldikleri zaman, eşleriyle aralarında örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekil ile rızalaştıkları zaman, kendilerini kocalarıyla nikâhlanacaklar diye sıkıştırıp engellemeyin. İşte bu, sizden Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimselerin kendisi ile öğütleneceğidir. İşte bu, sizin için daha uygun ve daha nezihtir. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Bu âyetlerde de aile hukuku çerçevesinde boşanma ilkeleri ortaya konmaktadır. Buna göre İslâm, boşama mevzuunda kocayı hem taraf, hem de yargıç olmaktan çıkararak ona sadece mahkemeye müracaat hakkı tanımış; eşler arasındaki nikâh bağını çözme yetkisini kocadan alıp hukuka teslim etmiştir. Boşanma davalarında, hakem-bilirkişi tayinini öngörmüş, boşanmalarda tanık gösterme ve yemin etme ilkelerini getirmiştir. Bu konular Nisâ, Ahzâb ve Talâk sûrelerinde gelecektir.

Bu pasajda ortaya konan ilkeler şunlardır:

* Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç adet süresi beklemelidir.

* Boşanmış kadınlar, rahimlerinde yaratılmış olanı gizlememelidir.

* Kocaları, barışmak isterlerse o süre içersinde yeniden onlarla evlenmelidirler.

* Boşamak iki defadır. Bundan sonrası ya ma‘rûf ile tutmak veya iyileştirmekle salmaktır.

* İkinci boşamadan sonra kadın ondan başka biri ile evlenmedikçe ona helâl olmaz. Sonra eğer o ikinci koca da onu boşarsa, Allah'ın sınırlarını ikâme edeceklerini zannettikleri takdirde birbirlerine dönmelerinde her ikisi için de sakınca yoktur.

* Verilen mehir geri alınmaz.

* Kadın bir bedel ödeyerek boşanmak isteyebilir.

* Boşandıktan sonra tekrar evlenmek isteyenler iddete riâyet etmelidirler.

* Arada hakk tecavüzü olmamalıdır.

* Boşanmış kadınların yakınları, kadının eski kocası ile evlenmesine engel olmamalıdırlar.

Âyetteki,
Boşanmış kadınlar da, kendi kendilerine üç adet süresi beklerler ifadesi ile kasdedilenler, kendileriyle gerdeğe girilmiş, hâmile olmayan kadınlardır:

49Ey iman etmiş kimseler! Mü’min kadınları nikâh edip, sonra onlara dokunmadan boşadığınız zaman, artık sizin için üzerlerinde sayacağınız bir bekleme süresi yoktur. Derhal onları kazançlandırın ve onları güzel bir şekilde salıverin. [Ahzâb/49]

4Ve kadınlarınızdan aybaşından kesilenler ve ay hâli olmayanlar; eğer şüphe ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların da bekleme süresi, yüklerini bırakmaları; doğum yapmaları veya düşük yapmalarıdır. Kim Allah'ın koruması altına girerse, Allah ona işinde bir kolaylık sağlar. [Talâk/4]

Boşanan kadın için iddet öngörülmesi, pasajdaki ifadelerden anlaşıldığına göre kadının hâmile olup olmadığının anlaşılmasına ve kocaya bu süre içinde tekrar karısına dönme fırsatı vermeye yöneliktir.

Âyetteki,
Allah'ın rahimlerinde yarattığı... buyruğuyla, "hayız" ve "hâmilelik" kasdedilmiştir.

Âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında nakledilenler şöyledir:

Câhiliyye döneminde çocuklannı yeni kocaya ilhak etmek kasdıyla hâmileliklerini gizlemek kadınların adeti idi. İşte âyet-i kerîme buna dair nâzil olmuştur. Rivâyet edildiğine göre Eşcalılardan bir adam Rasûlullah'ın (s.a) yanına gelerek, "Ey Allah'ın Rasûlü!" demiş, "Ben hâmile olduğu hâlde karımı boşadım. Bununla birlikte onun evlenmeyeceğinden ve böylelikle çocuğumun başkasına gitmeyeceğinden emin değilim. Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu ve böylece o Eşcalının hanımını kocasına geri döndürdü. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Âyetteki,
Onların da aleyhlerindeki gibi ma‘rûf ile kendileri için devardır. Erkekler için de, onların üzerinde bir derece vardır buyruğunda, kadınlarla erkeklerin birbirleri üzerindeki evlilik hakkları konu edilmektedir. Bu, Bakara/187'de geçen, Onlar, sizin için bir giysidir, siz de onlar için bir giysisiniz ifadesiyle bildirilen hukuktur.

Âyetteki,
Erkekler için de, onların üzerinde bir derece vardır buyruğundan hareketle; akıl, din, güç, nafaka, miras, ganimet, mehir, kadının erkekten yaratılmış olması, birçok ibâdette kadının kocasının iznine tâbi olması, kadının devlet başkanlığı, hâkimlik yapamaması, erkeğin hanımı üzerine evlenebilmesi, boşama yetkisinin kocada olması gibi sebeplerle erkeğin kadından üstün olduğu iddia edilmiştir.

Hâlbuki buradaki derece farkı; erkeğin mehir vermesi, iddet beklememesi ve kas gücüne sahip olmaları sebebiyle, boşamış olsalar da bir sene süreyle kadınların ev dışındaki işlerini görmek mecburiyetinde olmalarıdır. Bunlar, Bakara/240 ve Nisâ/34'te detaylı olarak gelecektir.

Âyetteki,
Boşamak iki defadır. Bundan sonrası ya ma‘rûf ile tutmak veya iyileştirmekle salmaktır buyruğunda ortaya konulan ilke ile o gün Arap örfünde yaygın olan sınırsız boşama yetkisi ortadan kaldırılmakta ve evrensel ilke konulmaktadır. İslâm'dan önce bir koca istediği zaman ve istediği sayıda boşama ve geri dönme hakkına sahipti. Kadının buna karşı yapabileceği hiçbir şey yoktu. Allah bu ölçüler ile, kocanın karısına boşama yoluyla zulmetmesini ortadan kaldırmıştır.

Âyetin bu hükmü ile ilgili klasik kaynaklarda şu bilgilere rastlıyoruz:

Yüce Allah'ın,
Boşama iki defadır buyruğu ile ilgili olarak sabit olduğuna göre câhiliyye dönemi insanlarının boşama için kabul ettikleri belli bir sayı yoktu. Bununla birlikte iddet onlarca belli idi ve süresi tesbit edilmişti. Aynı durum İslâm'ın ilk dömemlerinde de bir süre böyle devam etti. Erkek karısını dilediği kadar boşayabiliyordu. İddetini sonuna yaklaşıp başkasıyla evlenmesi helâl olacağı zaman, kocası ona dönebiliyordu.

Rasûlullah (s.a) döneminde bir erkek karısına, "Seni barındırmam ve senin başkasına helâl olmana da imkân vermem" dedi. Kadın, "Bu nasıl olur?" deyince şu cevabı verdi: "Seni boşarım. İddetinin bitmesi yaklaştı mı sana dönerim." Kadın bunu Hz. Âişe'ye şikâyet etti. Hz. Âişe de durumu Peygamber'e (s.a) bildirdi. Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi erkeğin yeni bir mehir ve velîye ihtiyaç olmaksızın ric’at yapabileceği talâk sayılarını beyan etmek üzere indirdi ve onların önceki durumlarını neshetti. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

ALLAH'IN SINIRLARI

229. âyette boşanma hükümleri konu edilirken,
Ancak ikisinin de Allah'ın sınırlarını ikâme edememekten korkmaları başkadır. Artık eğer siz bunların, Allah'ın sınırlarını ikâme edememelerinden korktuysanız, kadının fidye vermesinde ikisine de vebal yoktur. İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Artık bunları aşmayın. Her kim de Allah'ın sınırlarını aşarsa, artık işte onlar, zâlimlerin ta kendisidir buyurularak, taraflar dikkatli olmaya çağırılmıştır. Zikri geçen Allah'ın sınırları ibaresiyle, "birbirlerine karşı dürüst ve samimi olmaları" kasdedilmiştir.

229. âyetteki,
Artık eğer siz bunların, Allah'ın sınırlarını ikâme edememelerinden korktuysanız, kadının fidye vermesinde ikisine de vebal yoktur ifadesi, kadının ödemeyi kabul ettiği bedel karşılığında evliliği bitirebileceği; diğer bir ifade ile eşlerin anlaşma yoluyla evliliklerine son verebilecekleri beyân edilmektedir. Hukuk literatüründe buna "hul" adı verilir.

Klasik kaynaklarda bu konu hakkında şu olay nakledilir:

Bu âyetin, Cemile bt. Abdullah ibn Ubey ile kocası Sâbit ibn Kays ibn Şemmâs hakkında nâzil olduğu rivâyet edilmiştir. Kadın, kocasınden nefret ederken, kocası onu çok seviyor... Kadın Allah'ın Rasûlü'ne gelir ve, "Beni ondan ayır. Çünkü ben ona buğzediyor, onu sevmiyorum. Çadırın ucunu kaldırdığım zaman, onu bazı kimselerin arasında gelirken gördüm; o, o insanların en kısa boylusu, en çirkin yüzlüsü ve en esmeri idi. Öte yandan ben, İslâm'a girdikten sonra, küfrü de istemiyorum" der. Bunun üzerine Sâbit, "Ey Allah'ın Rasûlü! Ona emret de, kendisine verdiğim bahçemi bana iade etsin" der. Hz. Peygamber de Cemile'ye dönerek, "Ne diyorsun?" dediğinde Cemile, "Evet, fazlasını da veririm" der. Bu cevap üzerine Hz. Peygamber, "Hayır, sadece bahçesini geri ver" der, sonra da Sâbit'e dönerek, "Ona ne verdinse geri al ve yolunu aç" buyurur. Sâbit de öyle yapar. Bu hâdise, İslâm'daki ilk "hul" hâdisesidir. Ebû Dâvûd'un
Sünen'inde bu kadının Hafsa bt. Sehl el-Ensâriyye olduğu zikredilmektedir. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

Âyetteki,
Allah'ın âyetlerini oyuncak da edinmeyin ifadesiyle, ilâhî kanunların su-i stimal edilmemesi, yani dönüşü mümkün olan iki boşama hakkının keyfî kullanılmaması uyarısı yapılmıştır.

232. âyetteki,
Ve siz kadınları boşayıp da onlar sürelerinin sonuna geldikleri zaman, eşleriyle aralarında ma‘rûf ile [meşru bir şekilde] rızalaştıkları zaman, kendilerini kocalarıyla nikâhlanacaklar diye sıkıştırıp engellemeyin buyruğuyla, boşanmış kadınların yakınlarına uyarı yapılmaktadır. Eğer taraflar anlaşmışlarsa nikâhı yenilemelerine engel olunmamalıdır. Âyetin bu kısmı hakkında da klasik kaynaklarda şu bilgiler verilmiştir:

Yüce Allah'ın,
kendilerini kocalarıyla nikâhlanacaklar diye sıkıştırıp engellemeyin buyruğu ile ilgili olarak rivâyet edildiğine göre, Ma‘kil b. Ye’sâr'ın kızkardeşi Ebu'l-Beddah'ın nikâhı altında idi. Onu boşadı ve iddeti bitinceye kadar bıraktı. Daha sonra pişman oldu, tekrar ona talib oldu. Hanımı buna razı olmakla birlikte kardeşi Ebu'l-Beddah ile onu evlendirmek istemedi ve, "Şâyet onunla evlenecek olur isen yüzüm yüzünü görmeyecektir" dedi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Rivâyet edildiğine göre Ma‘kil ibn Ye’sâr, kızkardeşini, Cemil ibn Abdullah ibn Âsım ile evlendirir... Daha sonra, Cemil hanımını boşar. İddeti bitinceye kadar onu terkeder. Daha sonra ise yaptığına pişman olarak, kendisine nikâhlamak üzere hanımına tekrar başvurur. Hanımı da buna razı olur. Bunun üzerine Ma‘kil, "O seni boşadı. Şimdiyse sen ona dönmek istiyorsun.. Eğer ona tekrar dönersen, bir daha yanıma gelme!" der. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirir. Allah'ın Rasûlü de Ma‘kil'i çağırarak kendisine bu âyeti okur. Ma‘kil de, "Rabbimin emrinden dolayı burnun sürtülsün!.. Ey Allahım, razı oldum, emrine teslim oldum ve kızkardeşimi kocasıyla tekrar evlendiriyorum" der.

Mücâhid ve Süddî'den rivâyet edildiğine göre, Câbir ibn Abdillâh'ın amcasının bir kızı vardı. Kocası onu boşamıştı. İddetin bitimini müteakip de tekrar ona dönmeyi istemiş, ama Câbir kabul etmemişti. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi. Câbir, "Bu âyet benim hakkımda nâzil oldu" demiştir. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

233) Anneler, çocuklarını, -emzirmenin tamamlanmasını isteyenler için- tam iki yıl emzirirler. Çocuk kendisine ait olan babaya da emzirenlerin yiyecekleri ve giyecekleri örfe uygun/herkesçe kabul gören şekilde bir borçtur. Kişi sadece gücüne; kapasitesine göre yükümlü olur. Ve çocuğu sebebiyle bir anne, çocuğu sebebiyle bir baba da zarara sokulmasın. Vârise de bunun aynısı borçtur. Eğer ana ve baba birbirleriyle istişâre edip, kendi rızalarıyla çocuğu sütten ayırmak isterlerse kendilerine bir vebal yoktur. Eğer çocuklarınızı emzirtmek isterseniz, vereceğinizi örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekil ile kusursuz olarak verdiğiniz zaman, bunda da size bir vebal yoktur. Ve Allah'ın koruması altına girin ve şüphesiz Allah'ın yaptıklarınızı çok iyi gören olduğunu bilin.
Bu âyetle de boşanmış eşlerin bebekleri hakkındaki ilkeler ortaya konmaktadır. Şöyle ki:

* Anneler, çocuklarını, –emzirmenin tamamlanmasını isteyenler için– tam iki yıl emzirirler.

* Çocuk kendisine ait olan babaya da onların [emzirenlerin] yiyecekleri ve giyecekleri ma‘rûf üzere bir borçtur.

* Kişi, sadece gücüne göre mükellef olur.

* Çocuğu sebebiyle ne anne ne de baba zarara sokulmamalıdır.

* Vârise de bunun aynı borçtur.

* Ana ve baba kendi rızalarıyla çocuğu sütten kesmek isterlerse kendilerine bir günah yoktur.

* Vereceklerini ma‘rûf ile vermeleri şartıyla çocuklarını süt anneye emzirtmelerinde bir sakınca yoktur.

Âyette geçen
anneler ile, öncelikle "eşinden boşanan anneler" anlaşılmalıdır. Zira, bu paragraf talak âyetlerinin peşi sıra gelmiştir. Bu, öncelikle boşanan kadının, bebeğini bırakıp gitmesini, ona ilgisiz kalmasını engellemeye yönelik olmakla birlikte genel bir kural olup ister boşanmış, ister boşanmamış olsun tüm anneleri kapsar. Ayrıca burada, süt annelik ve süt kardeşlik müessesine işaret edilmiş, süt emme hukukunun hangi şartlarda oluşacağı beyân edilmiştir, zira süt annelik ve süt kardeşlik nikâh konusunda önemlidir (bkz. Nisâ/23). Süt emme hukuku, ancak bu müddet zarfındaki emzirme ile oluşur. Bu süreden sonraki emzirme ile, süt hukuku oluşmaz.

Ayrıca burada, babanın iki yıllık emzirme bedeli ile yükümlü olduğu, iki yıldan sonraki emzirme bedelinden sorumlu olmadığı da bildirilmiştir.

Âyetteki,
emzirmenin tamamlanmasını isteyenler için ifadesi, bu sürenin mutlaka tamamlaması gerekmediğini, iki yıl dolmadan da çocuğun sütten kesilebileceğini göstermektedir.

Allah, çocukla ilgilenme görevini anneye, iaşe ve ibate görevini ise babaya yüklemiştir:

15Ve Biz insana, ana ve babasına iyileştirmeyi-güzelleştirmeyi yükümlülük olarak ulaştırdık. Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle bıraktı/doğurdu. Ve onun taşınması ve ayrılması otuz aydır. Sonunda insan, olgunluk çağına ulaştığı ve kırk seneye geldiğinde: "Rabbim! Bana ve anama-babama ihsan ettiğin nimetlerine karşılık ödememi ve Senin hoşnut olacağın sâlihi işlememi sağla. Benim için soyumun içinde düzeltmeler yap/sâlih kimseler ver. Şüphesiz ben Sana yöneldim. Ve ben şüphesiz müslümanlardanım" dedi. [Ahkâf/15]

234) İçinizden geçmişte yaptıklarını ve yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırılanlar; ölenler ve geride eşler bırakan kimselerin hanımları da, kendiliklerinden dört ay ve on gün beklerler. Sonra süreleri sona erdiği zaman, artık kendileri hakkında örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekil ile yaptıklarında sizin [bunu yapanlar ve bunu izleyenler] için bir vebal yoktur. Ve Allah, yaptıklarınıza haberdardır.
235) Ve bu kadınlara evlenme isteğinizi üstü kapalı biçimde çıtlatmanızda veya içinizde tutmanızda size bir günah yoktur. Allah, şüphesiz sizin onları anacağınızı bilir. Fakat örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekilde bir söz söylemekten başka bir şekilde kendileriyle gizlice sözleşmeyin. Farz olan süre sona erinceye kadar da nikâh akdine kesin karar vermeyin. Bilin ki şüphesiz Allah içinizdekini bilir. Öyle ise O'ndan sakının. Yine bilin ki şüphesiz Allah kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, çok yumuşak davranandır.
236) Eğer kadınları, kendilerine dokunmadan veya onlara bir mehir[#344] ayarlamadan/belirlemeden boşarsanız size bir vebal yoktur. Ve onları kazançlandırın. Geniş olan hâline göre, eli dar olan da hâline göredir. Örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekle göre kazanç, iyilik-güzellik üretenler üzerine bir borçtur.
237) Ve eğer onları, kendilerine dokunmadan önce boşar ve mehri de kesmiş bulunursanız, o zaman borç, o kestiğiniz miktarın yarısıdır. Ancak kadınlar veya nikâh akdini elinde bulunduran kimse/velisi bağışlarsa başka. Ve bağışlamanız, Allah'ın koruması altına girmeye daha yakındır. Aranızdaki fazlalığı da unutmayın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir.
Bu âyetlerde de aile hukukuna dair ilkeler yer almaktadır. Şöyle ki:

* Kocası ölen kadınlar, dört ay ve on gün beklemelidir. Bundan sonra evlenme hususunda serbesttirler.

* Erkekler, kocası ölmüş kadınlarla evlenmeyi düşünülebilir; onlara açık ve kapalı evlenme teklifinde bulunabilirler.

* İddeti henüz bitmemiş kadınlarla, gizli sözleşme yapılamaz.

* İddet süresi sona erinceye kadar nikâh akdi gerçekleştirilemez.

* Kadınlar, kendilerine dokunulmadan veya bir mehir takdir edilmeden de boşanabilir.

* Boşanan kadına, durumuna göre koca bir tazminat ödemelidir.

* Kendilerine dokunulmadan boşanan ve fakat mehiri belirlenmiş olan kadınlara, o mehirin yarısı verilir. Taraflar birbirine hakklarını bağışlamakta serbesttirler. (Bağışlama, Allah'ın razı olacağı bir uygulamadır.)

Eşler boşanırken birbirlerine cömert davranmalı. Hangisinin maddi durumu daha iyi ise o, fedakarlıkta bulunmalıdır.

Örneklersek:

boşanma davasında kadının, nafaka, mehir vs. örfe göre diyelim ki yüz bin lira alması hükme bağlandı, yasal olarak karar altına alındı. Kadının maddi durumu, boşandığı eşinden daha iyi, malı mülkü daha fazla. O zaman kadın bu aralarındaki fazlalığı dikkate alarak alacağını 90, 80, ....50, 40, ... 10 şeklinde almalı veya bağışlayabilmelidir.

Ya da tersi: Kadın muhtaç, erkek kadından daha zengin. malı mülkü daha fazla.

Bu durumda erkek, aralarındaki fazlalığı dikkate alarak boşandığı eşine kanunun kestiği yüz bin lira yerine, 150, 200, 300 bin veya daha fazla vermelidir.

Kocası vefat etmiş hâmile kadının ve henüz hayız görmeden kocası ölen kadının iddeti de şöyle hükme bağlanmıştır:

Ve kadınlarınızdan aybaşından kesilenler ve henüz aybaşı olmayanlar; eğer şüphe ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların da bekleme süresi, yüklerini bırakmalarıdır [doğum yapmaları veya düşük yapmalarıdır]. Kim Allah'a takvâlı davranırsa O [Allah], ona işinde bir kolaylık kılar. (Talâk/4)
238,239) Salâtları [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını] ve özellikle en hayırlı salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmanın; toplumu aydınlatmanın en yararlı olanı; haftalık toplantı günü salâtını][#345] elbirliği ile koruyun. Ve Allah için sürekli saygıda durarak kalkın; işe koyulun; eğitim-öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin. Ama eğer korkulu bir ortamda bulunuyorsanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken; hareket hâlinde koruyun, yerine getirin. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah'ı hemen anın.
Bu âyetler ayrı bir necm olup aile hukuku pasajı arasında mushafta tertip görmüştür. Burada salâtların önemine, özellikle de "en hayırlı salât"a dikkat çekilmiştir.

Burada,
es-salâtu'l-vustâ ifadesi üzerinde duracağız.

Bu âyette geçen الصّلوة الوسطى[
es-salâtu'l-vustâ/vustâ salât] ifadesi, çok tartışılmasına rağmen açıklığa kavuşturulamamıştır. Bu ifadenin, "orta namaz" olarak anlaşılmasında bir mutabakat olmasına karşılık, "orta namaz" ile hangi namazın kasdedildiği hususunda 40 civarında nakil ve 19 farklı görüş bulunmaktadır.الصّلوة الوسطى [es-salâtu'l-vustâ], kimine göre "sabah namazı", kimine göre "öğle namazı", kimine göre de "ikindi namazı"dır.

Derinlemesine bir çalışma yapmadığımız bu konuda, biz de uzun yıllar mevcut görüşlerden en uygun görüneni doğru olarak kabul etmiştik. Ancak, gerek Kur’ân, gerekse dil yönünden yaptığımız araştırmalar, meseleyi daha iyi anlamamıza sebep oldu ve vardığımız sonucu burada paylaşmak istiyoruz.

Hemen belirtelim ki, Peygamberimizin ve ilk Müslümanların "vustâ salât"ın ne olduğunu gâyet iyi bildikleri kanaatindeyiz. Çünkü "vustâ salât" hakkında ilk muhataplar ne Peygamberimize bir soru yöneltilmiş, ne de bir tartışma meydana gelmiştir.

Konunun tahliline başlarken, öncelikle âyetlerdeki ifadelerle ilgili olarak iki hususa dikkat edilmesi gerekir:

1) الصّلوة الوسطى [
es-salâtu'l-vustâ/vustâ salât] tamlaması, muarref [belirtili] bir sıfat tamlamasıdır. Bir başka ifadeyle sıfat ve mevsuf, lam-ı tarifli olup nekre [belgisiz] değildir. Yani, muarref bir ifade olan "vustâ salât", özel isim olup herkesin bildiği bir salâttır.

2)
Salâtları ve vustâ salâtı koruyun ifadesi, "vustâ salât"ın, normal salâtlardan ayrı bir salât olduğunu gösterir. Zira bu ifadede, salâtları ve vustâ salâtı olmak üzere iki mef‘ul [tümleç; belirtili nesne] vardır ve bu da kesin olarak "vustâ salât"ın, diğer salâtlardan başka bir salât olduğuna delâlet eder. Bu yüzden, "vustâ salât"ı, günlük salâtlardan biri olarak kabul etmek büyük bir hata olur.

"VUSTÂ SALÂT" NEDİR?

Bir konuyu doğru anlamak için gerekli ilk şart, konunun dilini iyi bilmektir. Dolayısıyla bu konuda da yapılacak ilk iş, الوسطى [el-vustâ] sözcüğünün Arap dilindeki doğru anlamını bulmak olmalıdır. Ancak, sözcüğün doğru anlamını bulmak, bu konuda meseleyi çözmek için yetmemekte, âyette sözcüğün bu anlamda kullandığını Kur’ân ile de teyit etmek gerekmektedir.

الوسطى [
el-vustâ] sözcüğü, وسط[v-s-t] sözcüğünden türediği için, tahlile وسط [v-s-t] sözcüğünden başlamak gerekir. Arap dilinin tartışmasız en muteber iki kaynağı olan Lisânu'l-Arab ve Tâcu'l-Arûs bu konuda aşağıdaki açıklamaları vermiştir:

وسط [
v-s-t] kök sözcük, vesat ve vest şekillerinde okunur. Vesat şeklinde okununca isim, vest şeklinde okununca zarf olarak kullanılır.

Bu sözcüğün anlamı, "bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı" demektir. (Bunu, bir şeyin kendi ortası olarak anlayabiliriz.) "İpi ortasından kavradım", "Oku ortasından kırdım" şeklinde kullanılır.

Arap örfünde bir şeyin ortası, o şeyin en hayırlı, en yararlı bölümü anlamındadır. At veya devesine binecek bedevi için at veya devesinin en hayırlı yeri at ve devenin boyun ve kıçı olmayıp belinin ortasıdır. Yine, devesi için kuracağı ağıl için en hayırlı yer, otlağın ortasıdır. Gerdanlığın, inci veya elmas takılacak en hayırlı [güzel ve uygun] yeri gerdanlığın ortasıdır. Ayrıca her güzel ve yararlı davranış, kendi cinsinden olan davranışların ortada olanıdır. Meselâ cömertlik, cimrilik ve savurganlığın ortasında bir davranıştır. Cesaret, korkaklık ve saldırganlık arasında bir davranıştır.

İşte bu nedenle
وسط[vest]sözcüğü; "hayırlı, yararlı, üstün" anlamına genelleşmiştir. Araplar, "O, kavminin evsatındadır" dediklerinde, "o, kavminin hayırlı, yararlı, şerefli olanıdır" demek isterler. Veya "Şu vesît kişiye bir bakın" dediklerinde "şu hayırlı, şerefli kişiye bir bakın" demek isterler.

Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi vasat bir ümmet kıldık (Bakara/143) âyetindeki, vasat ümmet, "hayırlı, yararlı ve şerefli ümmet" demektir.

Bakara/238
'de yer alan, es-salâtü'l-vustâ ile ilgili 40 civarında rivâyet olup bunlar 19 farklı görüşü içermektedir. Bunların en kuvvetlisi, salât-ı vustâ'nın "ikindi namazı", "sabah namazı" ve "Cuma namazı" olduğu görüşleridir.

Ebu
'l-Hasen,"es-Salâtu'l-vustâ, Cuma namazıdır. Namazların en hayırlısı Cuma namazıdır. Kim buna muhalefet ederse hata eder" demiştir.

Ayrıca İbn Side,
el-Muhkem kitabında yer aldığına göre, "Kim salât-ı vustâyı Cumadan başka bir şey derse hata eder" demiştir. [Lisânu'l-Arab, c. 9, s. 297-301; Tâcu'l-Arûs, c. 10, s. 442-448.]

Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre, "orta" demek olan
vesat sözcüğü, Araplar arasında; "hayırlı, yararlı" anlamında kullanılmaktadır. O hâlde, وسط [v-s-t] sözcüğünün ism-i tafdili ve müennes [dişil] kalıbı olan الوسطى [el-vustâ] ile müzekker [eril] kalıbı olan evsat sözcükleri de, "en hayırlı, en yararlı" anlamına gelir; aynı, ekber ve kübra, hasen ve hüsna sözcüklerinde olduğu gibi.

الوسطى [el-vustâ] sözcüğünün türevleri, ikisi müzekker (bkz. Kalem/28 ve Mâide/89) olmak üzere Kur’ân'da 5 yerde geçmektedir:

اوسطهم
[evsatuhum/en hayırlı, şerefli olanları], "Ben size ‘Tesbih etmiyor musunuz!’ dememiş miydim?" dedi. (Kalem/28)

Allah sizi, yeminlerinizdeki lağv ile [kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerinizden]
sorumlu tutmaz. Fakat yeminleri düğümlediğiniz şeylerle [kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden]sizi sorumlu tutar; onun keffâreti, ehlinize yedirdiğinizin من اوسط ما [evsatından/en hayırlısından; en iyisinden] on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin keffâretidir. Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah âyetlerini sizin için böyle açığa kor ki, belki şükredesiniz [karşılığını ödersiniz]. (Mâide/89)

Sonra bir topluluğun فوسطن
[orta yerine/en değerli, en hayırlı yerine] kadar dalanlara... (Âdiyât/5)

Vustâ sözcüğünün, "en değerli, en yararlı" demek olduğu, Kur’ân ile de tescil edildiğine göre, Bakara/238'de geçen, الوسطى [el-vustâ] sözcüğü ile الصلوة [es-salât] sözcüğünün birleşmesinden oluşan الصّلوة الوسطى [es-salâtu'l-vustâ] tamlaması, "en yararlı, en hayırlı salât" olarak anlaşılmalıdır.

KUR’ÂN, "EN HAYIRLI SALÂT"I BİLDİRMİŞTİR

Kur’ân'da belirgin olarak zikredilen bir ifadenin anlamının bilinememesi/anlaşılamaması, Kur’ân için bir nâkısa –ki mübîn ve mufassal olan Kur’ân bundan münezzehtir–, mü’minler için de bir eksiklik teşkil eder. Kanaatimize göre Peygamberimiz ve sahabe tarafından bilinen/anlaşılan bu ifade, zaman içinde rivâyetlerle oluşan kaosta anlaşılamaz hâle gelmiştir. Kur’ân'dan anlaşıldığına göre,
salâtu'l-vustâ [en hayırlı salât, toplantı günü salâtı], Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [elbirlik koruyun] (Bakara/238) emriyle farz kılınmıştır. Daha sonra da Cum‘a sûresi'nde buna gönderme yapılmıştır:

Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman, Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz işte bu,
خير لكم[sizin için en hayırlıdır]. (Cum‘a/9)

Bu âyette, Bakara/238'de, الصّلوة الوسطى
[es-salâtu'l-vustâ/en hayırlı salât] olarak tanıtılan salâtın, "Toplantı/Cum‘a Günü" yapılan salât olduğu bildirmektedir.

Kur’ân'daki bu delilden sonra "vustâ salât"ın, hangi salât olduğuna dair başka delil aramak beyhudedir.

Bu âyetlerde salâtların muhafazası emredilmiş ve herkesin bunu samimiyetle yerine getirmesi istenmiştir. Ayrıca, korku ve tehlike anlarında bile salâtın terk edilmeyip binit üzerinde veya yaya olarak icra edilmesi istenmiştir.

Burada konu edilen salâtlar, namaz değil, "zihnî destek"tir [kişilerin eğitilmesi, öğretilmesi; ilâhî kanunları tanımalarının sağlanması ve Allah'ın birliğine ikna olmalarının sağlanmasıdır].

Korku hâlinde salâtın icra edilmesi Nisâ sûresi'nde de yer almıştır:

101Ve yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselerin size bir kötülük yapacağından korkarsanız salâttan [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma çalışmanızdan] kısaltmanızda [eğitimi-öğretimi kısa kesmenizde] sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, sizin için apaçık düşmandırlar.

102Ve sen seferde olanların içinde bulunup da onlar için eğitim-öğretim verdiğin zaman içlerinden bir kısmı seninle beraber dikilsinler/eğitime katılsınlar. Silâhlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar, yeterli bilgi alıp ikna olduklarında arka tarafınıza geçsinler. Sonra eğitim-öğretim almamış diğer bir kısmı gelsin seninle beraber eğitim-öğretim yapsınlar ve tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar. Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, silâhlarınızdan ve eşyanızdan habersiz durumda olsanız da size ani bir baskın yapsınlar isterler. Eğer size yağmurdan bir eziyet erişir veya hasta olursanız, silâhlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Tedbirinizi de alın. Şüphesiz Allah, kâfirler; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.

103Sonra eğitim-öğretimi tamamlayınca, artık Allah'ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun]. Hiç şüphesiz salât [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma görevi], eskiden beri mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. [Nisâ/101-103]

Salâtın muhafaza edilmeyip zâyi edilmesinin, insanlığın felaketine neden olacağı Meryem sûresi'nde ihtar edilmişti:

59-61Sonra onların ardından kötü bir nesil geldi ki, salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmaya çalışmayı] kaybettiler/hayatlarından çıkarıp attılar. Ve şehvetlerine uydular. Bundan dolayı tevbe eden ve iman eden ve sâlihi işleyenler hariç onlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır. İşte tevbe eden, iman eden ve sâlihi işleyenler cennete; Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] kullarına –görmedikleri hâlde– vaat ettiği Adn cennetlerine girecekler ve hiçbir şekilde haksızlığa uğratılmayacaklardır. Şüphesiz O'nun vaadi kesinlikle yerini bulacaktır. [Meryem/59-61]

240) Ve sizden eşler bırakarak ölecek olanlar, eşleri için senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın kendilerine yetecek bir malı vasiyet ederler. Artık onlar, çıkarlarsa, örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekil ile kendilerinin yaptıklarında sizin için bir vebal yoktur. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyandır, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
241) Boşanmış kadınlar için de Allah'ın koruması altına girmiş kişiler üzerine bir görev olmak üzere, örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekilde bir yararlanma/nafaka alma vardır.
242) İşte Allah, akıllarınız ersin diye âyetlerini size böyle açığa koyar.
Bu âyetlerde de aile hukukuna dair mesajlara devam edilerek, ölüm döşeğindeki kocalara, geride bırakacakları eşlerinin bir yıllık geçimini sağlayacak bir vasiyette bulunmaları ve bu süre içinde evlerinden çıkarılmamalarını vasiyet etmeleri emredilmektedir.

Bu âyetlerde şu ilkeler belirlenmiştir:

* Ölüm döşeğindeki erkekler, geride bırakacakları eşleri için senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etmelidirler. Ölenin velîsi ve mirasçılarının o kadını evden çıkarma hakları yoktur.

* Kadınlar, isterlerse bu süreden evvel çıkabilirler. Yani, kocası ölen kadın iddetini bitirdikten sonra, meşru sınırlar dahilinde hareket etmek şartıyla evden çıkıp gidebilir; evlenebilir veya babasının evine dönebilir.

* Boşanmış kadınlar için de böyle bir uygulama çok yararlı olur.

Bu âyetlerde, miras hukuku değil, nafaka ele alınmakta; boşanan kadın ile kocası ölen kadının nafakası belirlenmektedir.

243) Kendileri binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıkan, sonra da Allah'ın kendilerine "Ölün/canınız çıksın!" deyip, sonra da kendilerine bir hayat verdiği kimseleri görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Şüphesiz Allah, insanlara karşı bir armağan sahibidir. Velâkin insanların pek çoğu kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödemiyorlar.
244) Ve Allah yolunda savaşın. Şüphesiz Allah'ın en iyi işiten ve en iyi bilen olduğunu da bilin.
245) Kimdir o kişi ki Allah'a güzel bir ödünç versin de Allah da ona birçok katlarını katlayıversin. Allah darlık da verir, genişlik de verir. Ve yalnız O'na döndürüleceksiniz.
Bakara/190-194, 216-218. âyetlerde, hoşlarına gitmese de mü’minlere savaşın farz kılındığı bildirilmişti. Burada ise, ölüm korkusuyla savaştan kaçanların kaçınılmaz olarak zillete düşecekleri, savaşın neden gerektiği ve savaşta akıllı bir yol izlendiğinde savaştan zarar görülmeyeceği ifade edilmekte ve bu İsrâîloğulları târihinden bir kesitle örneklendirilerek mü’minler uyarılmaktadır. Savaştan kaçmanın âkıbeti, Ahzâb sûresi'nde şöyle beyân edilmiştir:

16De ki: "Eğer ölmekten veya öldürmekten kaçıyorsanız, kaçmak hiçbir zaman size yarar sağlamaz. Ve o zaman sadece, çok az bir şey kazandırılırsınız." [Ahzâb/16]

Burada bahsi geçen toplum ile ilgili görüşlere bir göz atalım:

Âyet-i kerîmede sözü geçenlerin kıssasına gelince, bunlar aralarında vebanın başgösterdiği İsrâîloğulları'ndan bir kavim idiler. "Dâverdân" denilen bir kasabada yaşıyorlardı. Vebadan kaçmak kastıyla kasabalarından çıktılar, bir vadide konakladılar. Yüce Allah da onların canını aldı. İbn Abbâs der ki: Bunlar 4.000 kişi idiler. Taundan kaçmak kastıyla çıkıp şöyle dediler:" Ölümün bulunmadığı bir yere gidelim." Yüce Allah da onların canını aldı. Bir peygamber onların bulunduğu yerden geçti, Yüce Allah'a dua etti, Allah da onları diriltti. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

el-Hasen der ki: "Onlara ceza olmak üzere ecellerinden önce Allah onları öldürdü. Daha sonra ecellerinin geri kalan kısmını yaşamak üzere onları diriltti. Denildiğine göre Allah onları peygamberlerinden birisine mucize olmak üzere diriltmiştir. Bu peygamberin adının Şem’ûn olduğu söylenmektedir." en-Nekkâş'ın naklettiğine göre bunlar hummadan kaçmak istemişlerdi. Bir diğer görüşe göre ise bunlar cihaddan kaçmışlardı. Allah, peygamber Hazkiel aracılığıyla onlara cihadı emredince cihadda öldürülmekten korktukları için ölümden kaçmak arzusuyla yurtlarından çıktılar. Allah ise, kendilerini ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını onlara göstermek üzere onları öldürdü, daha sonra tekrar diriltti ve Yüce Allah'ın, Allah yolunda savaşınız buyruğu ile cihadı emretti. Bu açıklama da ed-Dalıhâk'a aittir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bu âyet-i kerîme hakkında Amr b. Dinar da der ki: "Bulundukları kasabada taun başgösterdi. Bir kısmı kasabadan dışarı çıktı, bir kısmı da orda kaldı. Çıkanlar geriye kalanlardan fazla idiler. Oradan çıkanlar kurtuldular, kalanlar ise öldüler. İkinci bir veba daha başgösterince pek azı müstesnâ toptan çıktılar. Allah da hayvanlarıyla birlikte canlarını aldı, sonra da onları diriltti. Kasabalarına geri döndüklerinde, zürriyetlerinin üreyip çoğaldığını gördüler." el-Hasen der ki: "Taundan korunmak kastıyla çıktılar, aynı anda Allah onların da hayvanlarının da canlarını aldı, sayıları 40.000 kişi idi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

1) Süddî şöyle demiştir: Bir beldede veba salgını başladı. Belde halkı kaçtı. Kaçmayıp kalanların çoğu öldü. Geri kalanların çoğu da hastalık ve musibetlere dûçâr oldular. Veba salgını ve hastalıklar sona erince, kaçanlar sağ-selâmet geri döndüler. Bunun üzerine hastalıklardan kıvranmış olanlar, "Bu kimseler, bu memlekette kalmayı bizden daha çok istiyorlardı. Eğer biz de onlar gibi yapsaydık, hastalık ve belâlardan kurtulmuş olurduk. Eğer bu memlekete bir daha veba gelirse, biz de çıkıp gideriz" dediler. Yine veba salgını oldu ve böyle söyleyenler de beldeyi bırakıp kaçtılar. Sayıları 30.000 civarında idi. Vâdilerinden çıkınca, vâdinin üstünden ve altından birer melek onlara, "Ölünüz" diye seslendi. Bunun üzerine hepsi öldü ve cesedleri çürüdü. Adı Hazkil olan bir peygamber onların cesedlerine rastladı. Onları görünce durup, onlar hakkında tefekkür etti ve Cenâb-ı Allah ona, "Onları nasıl dirilteceğimi sana göstermemi mi istiyorsun?" diye vahyetti. O da, "Evet" dedi. Ona, "Ey kemikler! Cenâb-ı Allah toplanmanızı emrediyor" diye seslenmesi söylendi. O seslenince kemikler birbirine doğru uçuşmaya başladılar ve (herkesin kemiği) tamamlandı. Daha sonra Allah Teâlâ ona, "Ey kemikler! Allah Teâlâ, et ve kan giymenizi emrediyor" diye seslen" diye vahyetti. O böyle seslenince, kemikler et ve kana büründü. Sonra ona, "Allah Teâlâ canlanıp kalkmanızı emrediyor" diye seslenmesi söylendi. O seslenince, cesetler canlanıp kalktılar ve şöyle diyorlardı: "Ey Rabbimiz! Seni tesbih eder ve Sana hamdederiz. Senden başka ilâh yoktur." Onlar böyle dirildikten sonra beldelerine geri döndüler. Ölmüş olduklarının işareti yüzlerinde belli idi. Bundan sonra onlar, ecellerine göre geri kalan ömürlerini yaşadılar.

2) İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: "İsrâîloğulları krallarından biri, askerlerine savaşmalarını emretti. Onlar savaşmaya yanaşmadılar ve krallarına, "Savaşacağımız yerde veba var. Veba ortadan kalkıncaya kadar oraya gitmeyiz" dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, onların hepsinin canını aldı. Onlar cansız olarak sekiz gün kalıp şiştiler. İsrâîloğulları'na bu askerlerin ölüm haberi ulaşınca, onları gömmek için oraya gittiler. Ölenlerin sayısı çok olduğu için, bunu da tam yapamadılar. Hepsini bir araya toplayıp etraflarını duvarla çevirdiler. Allah Teâlâ, sekiz gün geçtikten sonra onları diriltti. Bu koku hem onlar üzerinde kaldı, hem de evlâdları üzerinde bugüne kadar devam etti." Bu görüşte olanlar, bu âyetin peşi sıra gelen
Allah yolunda savaşınız... âyetini delil getirmişlerdir.

3) Hazkil (a.s), kavmini cihada teşvik etti. Fakat onlar, bunu hoş görmeyerek korktular. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlara ölümü gönderdi. İçlerinde ölüm çoğalınca, ölümden kurtulmak için memleketlerinden kaçtılar. Hazkil (a.s) bunu görünce, "Ey Ya'kûb'un ve Mûsâ'nın ilâhı Allahım! Kullarının şu isyanını görüyorsun. Onlara, kendileri üzerinde kudretinin nelere yeteceğini ve Senin kudret elinden kurtulamayacaklarını gösteren bir mucize gönder" dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ kaçanlara da ölümü gönderdi. Sonra Peygamber onların ölümlerine dayanamayarak, onlar için dua edince, Allah onları diriltti. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Seleften bazılarının anlattığına göre; bu kavim İsrâîloğulları'ndan bir peygamberin zamamnda bir belde halkı olup yerlerini tehlikeli görmüşlerdi. Orada kendilerine şiddetli bir veba gelmişti. Onlar da ölümden kaçarak memleketlerinden ayrıldılar ve boş çöle kaçtılar. Açık bir vâdiye inip iki tarafını doldurdular. Allah Teâlâ onların üzerine biri vâdinin altından, diğeri yukarısından olmak üzere iki melek gönderdi. Melekler onlara bir bağırış bağırdılar ki son ferdine varıncaya kadar öldüler ve çukurlara sürüklendiler, üzerlerine duvarlar örüldü. Yok oldular, parçalanıp dağıldılar. Aradan bir asır geçtikten sonra İsrâîloğulları'ndan Hazkıyel adındaki bir peygamber onların bulunduğu yere uğradı ve Allah'tan onların diriltmelerini diledi. Allah Teâlâ onun duasını kabul buyurarak, "Ey çürümüş kemikler! Allah toplanmanızı emrediyor" demesini emretti. Her bir cesedin kemikleri bir araya toplandı. Sonra Allah Teâlâ, "Ey kemikler! Allah sizin et, sinir ve deri ile örtülmenizi emrediyor" diye nida etmesini emretti ve öylece oldu. Bunu peygamber görüyordu. Sonra Allah Teâlâ, "Ey ruhlar! Allah Teâlâ daha önce bulunduğunuz cesedlere dönmenizi emrediyor" diye nida etmesini emretti. Onlar etraflarına bakar oldukları hâlde dirilerek kalktılar. Allah Teâlâ onları uzun uykularından sonra diriltmişti ve onlar şöyle diyorlardı: "Seni tesbih ederiz ey Allahımız, Senden başka ilâh yoktur." [İbn Kesîr.]

Âyette, "onları öldürdük" denmeyip, Allah'ın kendilerine "Ölün" [canınız çıksın] dediği bildirilmektedir. Yani, Kur’ân'a göre onlar bir anda ölmemişler; sürünmüş, sıkıntı ve zillete düşüp perişan olmuşlardır. Bunun bir benzeri de 65. âyette geçmişti:

65Ve siz içinizden sebtte/düşünme gününde sınırları aşan kimseleri de elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı onlara, "Sefil maymunlar olun!" dedik. [Bakara/65]

Âyetteki,
Kendileri binlerce kişi iken ifadesi, çokluktan kinayedir. Bunların, 600.000, 80.000, 70.000, 40.000, 37.000, 30.000, 8.000, 4.000 kişi olduklarına dair rivâyetler asılsızdır.

Medîne'deki Yahudiler, İsrâîloğulları târihlerine ait bu olayı bildiklerinden, Allah ölüm korkusuyla savaşmayanların nasıl bir zillete düşeceklerine bunlardan örnek getirmiştir. Burada bahsi geçen hâdise, Kitab-ı Mukeddes'tekiyle (Sayılar/13, 14. Bablar) aynıdır. Bu olay, Tesniye, I. bölümde Mûsâ'nın ağzından anlatılır.

Oradan okunmasını öneriyoruz.

Konu edilen bu olaylar, Mâide sûresi'nde çok veciz bir şekilde verilmiştir:

20,21Ve hani Mûsâ, toplumuna: "Ey toplumum! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani Allah, içinizden peygamberler gönderdi. Sizi de hükümdarlar kıldı. Ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi. Ey toplumum! Allah'ın size yazdığı temizlenmiş toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrayanlar olarak dönersiniz" dedi.

22Onlar, "Ey Mûsâ! Şüphesiz orada zorba bir toplum var. Onlar oradan çıkmadıkça da biz oraya asla girmeyiz. Şâyet onlar, oradan çıkarlarsa, şüphesiz biz de artık girenleriz" dediler.

23Korkanlardan ve Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam dedi ki: "Onların üzerlerine kapıdan girin. İşte, oradan girerseniz şüphesiz siz, galip olanlarsınız. Eğer inanıyorsanız da artık yalnızca Allah'a işin sonucunu havale edin."

24Mûsâ'nın toplumu: "Ey Mûsâ! Şüphesiz biz, onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidin de savaşın. Şüphesiz biz, burada oturanlarız" dediler.

25Mûsâ: "Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu hak yoldan çıkmışlar toplumunun arasını ayır" dedi.

26Allah dedi ki: "Artık temizlenmiş topraklar onlara kırk sene haram kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O nedenle sen, hak yoldan çıkmış o toplum için tasalanma!" [Mâide/20-26]

Savaştan kaçmanın kötü sonuçları örneklendikten sonra, Ve Allah yolunda savaşın. Şüphesiz Allah'ın en iyi işiten ve en iyi bilen olduğunu da bilin. Kimdir o kişi ki Allah'a güzel bir ödünç versin de Allah da ona birçok katlarını katlayıversin. Allah darlık da verir, genişlik de verir. Ve yalnız O'na döndürüleceksiniz buyurularak mü’minler, savaşa teşvik edilmekte, Allah'ın birçok kazanç lutfedeceği müjdelenmekte; fakirlere, ihtiyaç sahiplerine sadaka vermeye, infakta bulunmaya ve Allah yolunda savaş hazırlığına destek vermeye davet edilmektedir.

Bu âyetle ilgili şöyle bir anekdot mevcuttur:

Bu âyet-i kerîme nâzil olunca Ebu'd-Dahdâh Rabbinden sevap umarak hemen malını tasadduk etme yoluna gitti. (...) Abdullah b. Mes‘ûd'dan rivâyet edildiğine göre:
Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir? buyruğu nâzil olunca Ebu'd-Dahdah dedi ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Yüce Allah bizden ödünç mü istiyor?" Hz. Peygamber, "Evet ey Ebu'd-Dahdah" deyince Ebu'd-Dahdah, "Bana elini göster" dedi. Hz. Peygamber ona elini uzattı. Ebu'd-Dahdah dedi ki: "İçinde altıyüz hurma ağacı bulunan bahçemi şüphesiz ben Allah'a ödünç verdim." Daha sonra yürüyerek yola koyuldu, nihâyet bahçeye vardı. (Hanımı) Umm ed-Dahdah çocuklarıyla birlikte bahçenin içerisindeydi. Ona, "Ey Umm ed-Dahdah" diye seslendi. Hanımı, "Buyur efendim" deyince; "Oradan çık" dedi, "Ben azîz ve celîl olan Rabbime içinde altıyüz hurma ağacı bulunan bahçeyi borç verdim." [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Kimdir o kişi ki Allah'a güzel bir ödünç versin de Allah da ona birçok katlarını katlayıversin ifadesiyle infak, "Allah'a ödünç verme" olarak nitelendirilerek infak edenler onurlandırılmıştır. Allah mü’minleri birçok âyette (Mâide/12, Hadîd/11, Hadîd/18, Teğâbün/17-18, Müzzemmil/20) "Kendisine ödünç vermeye" davet ederek, kamu hizmetine ve Allah için yapılan işlere destek vermeye teşvik etmiştir:

Âyetteki,
Allah da ona birçok katlarını katlayıversin ifadesindeki kat kat ihsana nail olmayı şu âyetlerde de görmekteyiz:

261Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, çok iyi bilendir.

262Allah yolunda mallarını bağışlayan, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve incitmeyen şu kimselerin mükâfâtları Rablerinin yanındadır. Onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

263Örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekildeki söz ve bağışlamak, kendisini incitme, başa kakma izleyen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah zengindir/hiçbir şeye muhtaç değildir, yumuşak davranandır.

264Ey iman etmiş kimseler! Allah'a ve son güne inanmadığı hâlde malını insanlara gösteriş için bağışlayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın. İşte onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağnak isâbet ettiği zaman, sağanağın cascavlak olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Ve Allah, kâfirler toplumuna; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenler topluluğuna kılavuzluk etmez.

265Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için harcamada bulunanların durumu da kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti... Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi görendir. [Bakara/261-265]

160Kim iyilik getirirse, artık ona getirdiğinin on misli vardır. Kim de kötülük getirirse, artık o, sadece onun misliyle cezalandırılır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. [En‘âm/160]

84Kim bir iyilik getirirse, ona ondan daha hayırlısı/ona ondan dolayı bir hayır vardır. Ve kim bir kötülük getirirse; işte o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları şeyler ile karşılıklandırılırlar. [Kasas/84]

246) İsrâîloğulları'nın Mûsâ'dan sonra ileri gelenlerini görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Hani onlar, kendi peygamberlerinden birine, "Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım" demişlerdi. Peygamber, "Size savaş farz kılınırsa, acaba yapmamazlık eder misiniz?" dedi. İsrâîloğulları'nın ileri gelenleri, "Bize ne oldu da yurtlarımızdan ve çocuklarımızdan çıkarılmışken Allah yolunda savaşmayalım?" dediler. Sonra da savaş kendilerine görev olarak verilince de onlardan pek azı hariç, yüz çevirdiler. Ve Allah, o kendi benliklerine haksızlık edenleri en iyi bilendir.
247) Peygamberleri de onlara, "Şüphesiz Allah, size hükümdar olarak Tâlût'u gönderdi" demişti. İsrâîloğulları, "O, bizim üzerimize nasıl hükümdar olur, oysa hükümdar olmaya biz ondan daha çok hak sahibiyiz, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir" dediler. Peygamberleri, "Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve onu bilgi ve vücut bakımından fazlalıklı kılmıştır" dedi. Allah da, mülkünü dilediği kimseye verir. Ve Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, çok iyi bilendir.
248) Peygamberleri de, "Şüphesiz onun hükümdarlığının alâmeti/göstergesi, size, güçlü varlıkların taşıdığı, içinde Rabbinizden kalbi teskin eden güven ve yatışma duygusu/moral, Mûsâ ve Hârûn ailelerinin bıraktıklarından bir kalıntı bulunan o tabutun gelmesi olacaktır. Eğer iman etmiş kimseler iseniz, şüphesiz bunda sizin için kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır" dedi.
249) Sonra Tâlût, ordu ile ayrılınca dedi ki: "Şüphesiz Allah sizi kesinlikle bir nehirle imtihan edecek. Artık kim ondan içerse, benden değildir. Kim de, -ancak eliyle bir avuç alan başka- onu tatmaz ise, işte o bendendir." Sonra da içlerinden pek azı hariç, ondan içtiler. Tâlût ve beraberindeki iman eden kimseler nehri geçtiklerinde İsrâîloğulları, "Bizim bugün, Câlût ile ordusuna karşı duracak gücümüz yok" dediler. Allah'a kavuşacaklarına kesinlikle inananlar, "Nice az topluluklar, Allah'ın izniyle nice çok topluluklara gâlip gelmişlerdir. Allah, sabredenlerle beraberdir" dediler.
250) Ve onlar, Câlût ve ordusu için ortaya çıktıkları zaman, "Rabbimiz! Bize çok çok sabır ver de gevşemeyelim, zaafa düşmeyelim, boyun eğmeyelim, ayaklarımızı sâbit tut ve kâfirler toplumuna; senin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenler topluluğuna karşı bize yardım et!" dediler.
251) Sonra da, Allah'ın izniyle/bilgisiyle Câlût ve ordusunu bozguna uğrattılar. Dâvûd da Câlût'u öldürdü ve Allah, kendisine hükümdarlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri verdi. Ona dilediği şeylerden de öğretti. Eğer Allah'ın, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savması olmasaydı, yeryüzü kesinlikle bozulur giderdi. Fakat Allah, âlemler üzerinde büyük bir armağan sahibidir.
252) İşte bunlar, Allah'ın âyetleridir. Biz, onları sana hak ile okuyoruz. Şüphesiz sen de kesinlikle gönderilenlerdensin.
Bu âyetlerde de, târihten bilinen bir örnekle, gerektiğinde savaşılması, savaştan kaçılmaması, savaştan kaçanların düşeceği zillet ve Allah yolunda savaşanların kazanacağı zafer ve nimetler bildirilmekte; iyi askerler ve iyi taktik ile yapılacak savaşın mal ve can kaybına neden olmayacağı açıklanmaktadır.

Burada kısaca, önce savaş isteyip sonra yan çizen bir grup ile sayıları çok az olmasına rağmen Allah'a güvenerek inançla savaşan ve başarya ulaşan bir grup anlatılıyor.

Kanaatimizce konumuz olan âyetlerde anlatılan hâdise, Kitab-ı Mukaddes'te yer alan (l. Samuel/8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15 ve 16. Bablar) hâdise ile aynıdır. Bu âyet grubunun anlaşılması için zikri geçen olayın iyi bilinmesi gerekir. Oradan okunmasını öneririz.

Kitab-ı mukaddes’teki anlatımlardan, Kur’ân'da bahsedilen peygamberin Samuel, Tâlût olarak zikredilen hükümdarın Saul, Câlût'un da Golyat olduğu anlaşılıyor.

Âyetteki,
O, bizim üzerimize nasıl hükümdar olur, oysa hükümdar olmaya biz ondan daha çok hakk sahibiyiz, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir ifadesinden anlaşılıyor ki, İsrâîloğulları Tâlût'un hükümdarlığına itiraz edip Allah'ın emirleri hususunda yan çizmek istiyorlar.

Onların itirazlarına verilen,
Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve onu bilgi ve vücut bakımından ziyadeleştirmiştir cevabı da, Tâlût'un hükümdar seçilmesinin nedenini bildiriyor ki buna göre, hükümdar seçilecek kişide bulunması gereken nitelik, soy-sop değil, bilgi ve bedensel güçtür.

TABUT

Âyetteki,
Şüphesiz onun hükümdarlığının âyeti [kanıtı], size, güçlü varlıkların taşıdığı, içinde Rabbinizden bir sekine, Mûsâ ve Hârûn ailelerinin bıraktıklarından bir bakiyye [kalıntı] bulunan o tabutun gelmesi olacaktır ifadesinde geçen tabut ile ilgili kaynaklardaki nakiller şöyledir:

Nakledildiğine göre tabutu Yüce Allah, Âdem'e (a.s) indirmişti. Bu tabut, Hz. Âdem'in yanında idi. Nihâyet Hz. Ya‘kûb'a ulaşmıştı. Ordan da İsrâîloğulları'na geçmişti. Kendileriyle savaşan kimselere karşı onunla gâlip geliyorlardı. Bu durum isyana başladıkları vakte kadar böylece sürüp gitti. Sonunda yenilgiye uğratılıp tabut ellerinden alındı. Onu ellerinden alanlar es-Süddî'nin dediğine göre Amalikalılardan olan Câlût ve beraberindekiler idiler.

Denildiğine göre; bu tabutu putlarının bulunduğu bir mabede koydular. Sabah olunca putlarının yüz üstü yıkılmış olduklarını görüyorlardı. Bir diğer görüşe göre; onu putlarının bulunduğu yerde büyük putun altına koydular. Sabah olduğunda tabutun putun üzerinde olduğunu gördüler. Tabutu alıp putun ayaklarına bağladılar. Sabah olduğunda putun el ve ayaklarının kesilmiş olduğunu ve tabutun altına atılmış olduğunu gördüler. Bu sefer tabutu alıp bir kavmin yaşadığı kasabaya bıraktılar. O kavmin boyunlarına birtakım ağrılar isâbet etti. Kimisine göre de tabutu basur hastalığına yakalanan bir kavmin büyük abdest bozdukları bir yere bıraktılar. Her nasıl ise bu konudaki musibet ve belaları büyüyünce musibetlerinin tek sebebinin bu tabut olduğunu söylediler. "Haydi bunu İsrâîloğulları'na geri verelim" dediler. Tabutu iki öküz tarafından sürüklenen bir araba üzerine bıraktılar ve öküzleri İsrâîloğulları'nın yaşadıkları bölgeye doğru bir yerde serbest bıraktılar. Allah'ın gönderdiği iki melek bu inekleri (asıl nüshada da böyle, Taberî'de, öküzleri şeklindedir) sürüyorlardı. Sonunda İsrâîloğulları'nın topraklarına girdiler. O sırada da Tâlût meselesi üzerinde duruyorlardı. Bunu da görünce zafer kazanacaklarından emin oldular. İşte bu rivâyete göre meleklerin tabutu taşımaları böyledir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Kitab-ı Mukaddes'te de tabut şöyle tanıtılır:

Akasya ağacından bir sandık yapsınlar. Boyu 2.5, eni ve yüksekliği 1.5 arşın olsun. İçini de dışını da saf altınla kapla. Çevresine altın pervaz yap. Dört altın halka döküp dört ayağına tak. İkisi bir yanda, ikisi öbür yanda olacak. Akasya ağacından sırıklar yapıp altınla kapla. Sandığın taşınması için sırıkları yanlardaki halkalara geçir. Sırıklar sandığın halkalarında kalacak, çıkarılmayacak. Antlaşmanın koşullarını belirten taş levhaları sana vereceğim. Onları sandığın içine koy. "Saf altından bir Bağışlanma Kapağı yap. Boyu 2.5, eni 1.5 arşın olacak. Kapağın iki kenarına dövme altından birer Keruv yap. Keruvlar'dan birini bir kenara, öbürünü öteki kenara, kapakla tek parça hâlinde yap. Keruvlar yukarı doğru açık kanatlarıyla kapağı örtecek. Yüzleri birbirine dönük olacak ve kapağa bakacak. Kapağı sandığın üzerine, sana vereceğim taş levhaları ise sandığın içine koy. Seninle orada, Levha Sandığı'nın üstündeki Keruvlar arasında, kapağın üzerinde görüşeceğim ve İsrâîlliler için sana buyruklar vereceğim. [Çıkış, 25:10-22.]

Besalel, Antlaşma Sandığı'nı akasya ağacından yaptı. Boyu 2.5, eni ve yüksekliği 1.5 arşındı. İçini de dışını de saf altınla kapladı. Çevresine altın pervaz yaptı. İkisi bir yanda, ikisi öbür yanda olmak üzere sandığın dört köşesindeki ayaklara takmak için birer altın halka döktü. Akasya ağacından sırıklar yapıp altınla kapladı. Sandığın taşınması için sırıkları yanlardaki halkalara geçirdi. Bağışlanma Kapağı'nı saf altından yaptı. Boyu 2.5, eni 1.5 arşındı. Kapağın iki kenarına dövme altından birer Keruv yaptı. Keruvlar'dan birini bir kenara, öbürünü öteki kenara koyarak kapağı tek parça hâlinde yaptı. Keruvlar yukarı doğru açık kanatlarıyla kapağı örtüyor, yüzleri birbirine dönük kapağa bakıyorlardı. [Çıkış, 37:1-9.]

Âyetteki,
içinde Rabbinizden bir sekine, Mûsâ ve Hârûn ailelerinin bıraktıklarından bir bakiyye [kalıntı] ifadesinden de, bu sandukanın içinde Tevrât metinleri –ki bunlar, taşlara, tabletlere, yassı kemiklere yazılıyor ve büyük hacim tutuyordu– ile Mûsâ-Hârûn ailesine ait birtakım özel eşyaların bulunduğu anlaşılıyor. Allah'tan gelen sekine ise, "vahiyler"dir.

TABUTU MELEKLERİN TAŞIMASI

Melek sözcüğünün, "haberci" veya "güç, güçlü varlık" manasına geldiğini daha önce ifade etmiştik. İçinde, yassı taş levhalara yazılmış bir hayli hacim ve ağırlıkta olan Tevrât metinlerinin bulunduğu tabut da, ancak öküz, manda gibi güçlü hayvanların taşıyabileceği bir arabada taşınabilirdi.

NİCELİK DEĞİL NİTELİK ÖNEMLİ

Âyetteki, Allah'a kavuşacaklarına kesinlikle inananlar, "Nice az topluluklar, Allah'ın izniyle nice çok topluluklara gâlip gelmişlerdir. Allah, sabırlılarla beraberdir" dediler ifadesinden anlaşılıyor ki, samimi bir avuç mü’min, düşmanın çokluğundan korkup yılmamış, Allah'a tevekkül ederek gerekeni yapmışlardır. Bizden istenen de böyle olmaktır. Zira Allah, birçok âyette (Hacc/39-40, Mücâdele/21, Sâffât/171-173, Muhammed/7, Fetih/4, Âl-i İmrân/139, Enfâl/45, Âl-i İmrân/26, Âl-i İmrân/146-147) yardımıyla inananları muzaffer kılacağını bildirmiştir.

Bu pasajdaki,
Sonra da, Allah'ın izniyle onları [Câlût ve ordusunu] bozguna uğrattılar. Dâvûd da Câlût'u öldürdü ifadesi üzerinde dikkatlice durulması gerekir:

DÂVÛD'UN GOLYAT'I ÖLDÜRMESİ

Savaşmak üzere ordularını bir araya getiren Filistliler, Yahuda'nın Soko Kenti'nde toplandılar. Soko ile Azeka Kenti arasındaki Efes-Dammim'de ordugah kurdular. Saul ile İsrâîlliler de toplandılar. Ela Vâdisi'nde ordugah kurup Filistliler'e karşı savaş düzeni aldılar. Filistliler tepenin bir yanında, İsrâîlliler de karşı tepede yerlerini aldı. Aralarında vâdi vardı. Filist ordugahından Gatlı Golyat adında usta bir dövüşçü ortaya çıktı. Boyu 6 arşın 1 karıştı. Başına tunç miğfer takmış, pullu bir zırh kuşanmıştı. Tunç zırhın ağırlığı 5.000 şekeldi. Baldırları zırhlarla korunmuştu. Omuzları arasında tunç bir pala asılıydı. Mızrağının sapı dokumacı tezgahının sırığı gibiydi. Mızrağın demir başının ağırlığı 600 şekeldi. Golyat'ın önüsıra kocaman kalkanını taşıyan bir adam yürüyordu. Golyat durup İsrâîl ordusuna, "Neden savaş düzeni aldınız?" diye haykırdı, "Ben Filistli'yim, sizse Saul'ün kölelerisiniz. Aranızdan karşıma çıkacak birini seçin. Dövüşte beni yenip öldürebilirse, biz sizin köleniz oluruz. Ama ben üstün gelip onu yok edebilirsem, siz bizim kölemiz olur, bize kulluk edersiniz." Filistli Golyat konuşmasını şöyle sürdürdü: "Bugün İsrâîl ordusuna meydan okuyorum! Benimle dövüşecek birini çıkarın karşıma!" Filistli'nin bu sözlerini duyunca, Saul de İsrâîlliler de çok korkup dehşet içinde kaldılar. Dâvûd Yahuda'nın Beytlehem Kenti'nden Efratlı Yişay adında bir adamın oğluydu. Yişay'ın sekiz oğlu vardı. Saul'ün krallığı döneminde Yişay'ın yaşı oldukça ilerlemişti. Yişay'ın üç büyük oğlu Saul'le birlikte savaşa katılmıştı. Savaşa giden en büyük oğlunun adı Eliav, ikincisinin adı Avinadav, üçüncüsünün adıysa Şamma'ydı. Dâvûd en küçükleriydi. Üç büyük oğul Saul'ün yanındaydı. Dâvûd ise babasının sürüsüne bakmak için Saul'ün yanından ayrılıp Beytlehem'e gider gelirdi. Filistli Golyat kırk gün boyunca sabah-akşam ortaya çıkıp meydan okudu. Bir gün Yişay, oğlu Dâvûd'a şöyle dedi: "Kardeşlerin için şu kavrulmuş bir efa buğdayla on somun ekmeği al, çabucak ordugaha, kardeşlerinin yanına git. Şu on parça peyniri de birlik komutanına götür. Kardeşlerinin ne durumda olduğunu öğren ve iyi olduklarına ilişkin bir belirti getir. Kardeşlerin Saul ve öbür İsrâîlliler'le birlikte Ela Vâdisi'nde Filistliler'e karşı savaşıyorlar." Ertesi sabah Dâvûd erkenden kalktı. Sürüyü bir çobana bıraktı. Yişay'ın buyurduğu gibi erzağı alıp yola koyuldu. Ordugaha vardığı sırada askerler savaş naraları atarak savaş düzenine giriyorlardı. İsrâîlliler'le Filistliler karşı karşıya savaş düzeni almışlardı. Dâvûd getirdiklerini levazım görevlisine bırakıp cepheye koştu; kardeşlerinin yanına varıp onları selâmladı. Dâvûd onlarla konuşurken, Gatlı Filistli, Golyat adındaki dövüşçü Filist cephesinden ileri çıkarak daha önce yaptığı gibi meydan okudu. Dâvûd bunu duydu. İsrâîlliler Golyat'ı görünce büyük korkuyla önünden kaçıştılar. Birbirlerine, "İsrâîl'e meydan okumak için ortaya çıkan şu adamı görüyorsunuz ya!" diyorlardı, "Kral onu öldürene büyük bir armağanın yanısıra kızını da verecek. Babasının ailesini de İsrâîl'e vergi ödemekten muaf tutacak." Dâvûd, yanındakilere, "Bu Filistli'yi öldürüp İsrâîl'den bu utancı kaldıracak kişiye ne verilecek?" diye sordu, "Bu sünnetsiz Filistli kim oluyor da yaşayan Tanrı'nın ordusuna meydan okuyor?" Adamlar daha önce verilmiş olan söze göre Golyat'ı öldürecek kişiye neler verileceğini anlattılar. Ağabeyi Eliav Dâvûd'un adamlarla konuştuğunu duyunca öfkelendi, "Ne işin var burada?" dedi, "Çöldeki üç-beş koyunu kime bıraktın? Ne kadar kendini beğenmiş ve ne kadar kötü yürekli olduğunu biliyorum. Sadece savaşı görmeye geldin." Dâvûd, "Ne yaptım ki?" dedi, "Bir soru sordum, o kadar." Sonra başka birine dönüp aynı soruyu sordu. Adamlar öncekine benzer bir yanıt verdiler. Dâvûd'un söylediklerini duyanlar Saul'e ilettiler. Saul onu çağırttı. Dâvûd, Saul'e, "Bu Filistli yüzünden kimse yılmasın! Ben kulun gidip onunla dövüşeceğim!" dedi. Saul, "Sen bu Filistli'yle dövüşemezsin" dedi, "çünkü daha gençsin, o ise gençliğinden beri savaşçıdır." Ama Dâvûd, "Kulun babasının sürüsünü güder" diye karşılık verdi, "bir aslan ya da ayı gelip sürüden bir kuzu kaçırınca, peşinden gidip ona saldırır, kuzuyu ağzından kurtarırım. Eğer aslan ya da ayı üzerime gelirse, boğazından tuttuğum gibi vurur öldürürüm. Kulun aslan da, ayı da öldürmüştür. Bu sünnetsiz Filistli de onlar gibi olacak. Çünkü yaşayan Tanrı'nın ordusuna meydan okudu. Beni aslanın, ayının pençesinden kurtaran Rabb, bu Filistli'nin elinden de kurtaracaktır." Saul, "Öyleyse git, Rabb seninle birlikte olsun" dedi. Sonra kendi giysilerini Dâvûd'a verdi; başına tunç miğfer taktı, ona bir zırh giydirdi. Dâvûd giysilerinin üzerine kılıcını kuşanıp yürümeye çalıştı. Çünkü bu giysilere alışık değildi. Saul'e, "Bunlarla yürüyemiyorum" dedi, "çünkü alışık değilim." Sonra giysileri üzerinden çıkardı. Değneğini alıp dereden beş çakıl taşı seçti. Bunları çoban dağarcığının cebine koyduktan sonra sapanını alıp Filistli Golyat'a doğru ilerledi. Filistli de, önünde kalkan taşıyıcısı, Dâvûd'a doğru ilerliyordu. Dâvûd'u tepeden tırnağa süzdü. Kızıl saçlı, yakışıklı bir genç olduğu için onu küçümsedi. "Ben köpek miyim ki, üzerime değnekle geliyorsun?" diyerek kendi ilâhlarının adıyla Dâvûd'u lânetledi. "Bana gelsene! Bedenini gökteki kuşlara ve kırdaki hayvanlara yem edeceğim!" dedi. Dâvûd, "Sen kılıçla, mızrakla, palayla üzerime geliyorsun" diye karşılık verdi, "bense meydan okuduğun İsrâîl ordusunun Tanrısı, Her Şeye Egemen Rabbin adıyla senin üzerine geliyorum. Bugün Rabb seni elime teslim edecek. Seni vurup başını gövdenden ayıracağım. Bugün Filistli askerlerin leşlerini gökteki kuşlarla yerdeki hayvanlara yem edeceğim. Böylece bütün dünya İsrâîl'de Tanrı'nın var olduğunu anlayacak. Bütün bu topluluk Rabbin kılıçla, mızrakla kurtarmadığını anlayacak. Çünkü savaş zaten Rabbindir! O sizi elimize teslim edecek." Golyat saldırmak amacıyla Dâvûd'a doğru ilerledi. Dâvûd da onunla dövüşmek üzere hemen Filist cephesine doğru koştu. Elini dağarcığına sokup bir taş çıkardı, sapanla fırlattı. Taş Filistli'nin alnına çarpıp saplandı. Filistli yüzükoyun yere düştü. Böylece Dâvûd Filistli Golyat'ı sapan ve taşla yendi. Elinde kılıç olmaksızın onu yere serdi. Sonra koşup üzerine çıktı. Golyat'ın kılıcını tutup kınından çektiği gibi onu öldürdü ve başını kesti. Kahraman Golyat'ın öldüğünü gören Filistliler kaçtılar. İsrâîlliler'le Yahudalılar kalkıp Gat'ın girişine ve Ekron kapılarına kadar nara atarak onları kovaladılar. Filistliler'in ölüleri Gat'a, Ekron'a kadar Şaarayim yolunda yerlere serildi. Filistliler'i kovaladıktan sonra geri dönen İsrâîlliler Filist ordugahını yağmaladılar. Dâvûd Filistli Golyat'ın başını alıp Yeruşalim'e götürdü, silâhlarını da kendi çadırına koydu. Saul, Dâvûd'un Golyat'la dövüşmeye çıktığını görünce, ordu komutanı Avner'e, "Ey Avner, kimin oğlu bu genç?" diye sormuştu. Avner de, "Yaşamın hakkı için, ey kral, bilmiyorum" diye yanıtlamıştı. Kral Saul, "Bu gencin kimin oğlu olduğunu öğren" diye buyurmuştu. Dâvûd Golyat'ı öldürüp ordugaha döner dönmez, Avner onu alıp Saul'e götürdü. Golyat'ın kesik başı Dâvûd'un elindeydi. Saul, "Kimin oğlusun, delikanlı?" diye sordu. Dâvûd, "Kulun Beytlehemli Yişay'ın oğluyum" diye karşılık verdi. [I. Samuel, 17:1-58.]

Buradan da anlaşılacağı üzere savaş, akıl ve eğitim ile kazanılıyor. Akıllı ve eğitimli tek kişi savaşın kaderini değiştirebiliyor. Allah'ın bu pasajda mü’minlere vermek istediği mesaj da budur. Kalabalık ve kaba güce güvenmeyip harp taktikleri geliştirilmeli ve Dâvûd örnek alınmalıdır. Bugün savaşı binlerce kilometreden kontrol eden ve bir tuşa basarak can ve mal zayiatı vermeden zafer elde edenler, kâfirler değil Müslümanlar olmalıydı! Bir başka uyarı:

60Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki onlarla, Allah'a düşman olanları, kendi düşmanlarınızı ve Allah'ın bilip de sizin bilmediğiniz, bunlardan aşağı daha başkalarını korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz haksızlığa uğratılmazsınız. [Enfâl/60]

SAVAŞIN GEREKLİLİĞİ

Âyetteki, Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savması olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı [bozulur giderdi]. Fakat Allah, âlemler üzerinde büyük bir lütuf sahibidir ifadesiyle, savaşın yararları ve mü’minlere savaş emrinin Allah'ın lütfu olduğu bildirilmektedir. Bu ifade Hacc sûresi'nde de geçmektedir:

39-41Kendilerine savaş açılan kimselere, kendileri haksızlığa uğramaları; onlar, başka değil sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle savaşmalarına izin verildi.

Ve şüphesiz ki Allah, onları zafere ulaştırmaya en iyi gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, filiz, tomurcuk, ağaçtaki meyve, toplanmış tahıl, bakliyat, kıraç arazide diken, yapılı bina ne varsa hepsi, tüm alış-veriş yerleri; çarşı-pazar, tüm Salat; destek yerleri (iş; istihdam ve istihsal yerleri, eğitim öğretim kurumları ve güvenlik merkezleri) ve içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan mescitler yerle bir edilirdi.

Allah, Kendisine yardım edenlere
–kendilerini yurtlandırıp güçlendirirsek salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan, ayakta tutan], zekâtı/vergilerini veren, örfe uygun/herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden ve vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü, çirkinliği kabul edilen şeylerden alıkoyan kimselere– kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, çok güçlüdür, mutlak galiptir. İşlerin sonucu da sadece Allah'a âittir. [Hacc/39-41]

253) İşte elçiler; Biz onların bazısını bazısı üzerine fazlalıklı kıldık. Onlardan bir kısmı Allah'ın tek taraflı olarak söz söylediği/yaraladığı, sıkıntılar çektirdiği ve bazısının derecelerini fazlalıklı kıldığı kimselerdir. Ve Meryem oğlu Îsâ'ya açık kanıtlar verdik ve o'nu Allah'ın vahyi ile güçlendirdik. Ve eğer Allah dileseydi onların ardından gelenler, açık mesajlar kendilerine ulaştıktan sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin ayrılığa düştüler de onlardan bazısı iman etti, bazısı küfretti; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetti. Ve eğer Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin, Allah dilediğini yapar.
252İşte bunlar, Allah'ın âyetleridir. Biz, onları sana hak ile okuyoruz. Şüphesiz sen de kesinlikle gönderilenlerdensin.

Bu âyetlerde de, târihten bilinen bir örnekle, gerektiğinde savaşılması, savaştan kaçılmaması, savaştan kaçanların düşeceği zillet ve Allah yolunda savaşanların kazanacağı zafer ve nimetler bildirilmekte; iyi askerler ve iyi taktik ile yapılacak savaşın mal ve can kaybına neden olmayacağı açıklanmaktadır.

Burada kısaca, önce savaş isteyip sonra yan çizen bir grup ile sayıları çok az olmasına rağmen Allah'a güvenerek inançla savaşan ve başarya ulaşan bir grup anlatılıyor.

Kanaatimizce konumuz olan âyetlerde anlatılan hâdise, Kitab-ı Mukaddes'te yer alan (l. Samuel/8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15 ve 16. Bablar) hâdise ile aynıdır. Bu âyet grubunun anlaşılması için zikri geçen olayın iyi bilinmesi gerekir. Oradan okunmasını öneririz.

Kitab-ı mukaddes’teki anlatımlardan, Kur’ân'da bahsedilen peygamberin Samuel, Tâlût olarak zikredilen hükümdarın Saul, Câlût'un da Golyat olduğu anlaşılıyor.

Âyetteki,
O, bizim üzerimize nasıl hükümdar olur, oysa hükümdar olmaya biz ondan daha çok hakk sahibiyiz, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir ifadesinden anlaşılıyor ki, İsrâîloğulları Tâlût'un hükümdarlığına itiraz edip Allah'ın emirleri hususunda yan çizmek istiyorlar.

Onların itirazlarına verilen,
Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve onu bilgi ve vücut bakımından ziyadeleştirmiştir cevabı da, Tâlût'un hükümdar seçilmesinin nedenini bildiriyor ki buna göre, hükümdar seçilecek kişide bulunması gereken nitelik, soy-sop değil, bilgi ve bedensel güçtür.

TABUT

Âyetteki,
Şüphesiz onun hükümdarlığının âyeti [kanıtı], size, güçlü varlıkların taşıdığı, içinde Rabbinizden bir sekine, Mûsâ ve Hârûn ailelerinin bıraktıklarından bir bakiyye [kalıntı] bulunan o tabutun gelmesi olacaktır ifadesinde geçen tabut ile ilgili kaynaklardaki nakiller şöyledir:

Nakledildiğine göre tabutu Yüce Allah, Âdem'e (a.s) indirmişti. Bu tabut, Hz. Âdem'in yanında idi. Nihâyet Hz. Ya‘kûb'a ulaşmıştı. Ordan da İsrâîloğulları'na geçmişti. Kendileriyle savaşan kimselere karşı onunla gâlip geliyorlardı. Bu durum isyana başladıkları vakte kadar böylece sürüp gitti. Sonunda yenilgiye uğratılıp tabut ellerinden alındı. Onu ellerinden alanlar es-Süddî'nin dediğine göre Amalikalılardan olan Câlût ve beraberindekiler idiler.

Denildiğine göre; bu tabutu putlarının bulunduğu bir mabede koydular. Sabah olunca putlarının yüz üstü yıkılmış olduklarını görüyorlardı. Bir diğer görüşe göre; onu putlarının bulunduğu yerde büyük putun altına koydular. Sabah olduğunda tabutun putun üzerinde olduğunu gördüler. Tabutu alıp putun ayaklarına bağladılar. Sabah olduğunda putun el ve ayaklarının kesilmiş olduğunu ve tabutun altına atılmış olduğunu gördüler. Bu sefer tabutu alıp bir kavmin yaşadığı kasabaya bıraktılar. O kavmin boyunlarına birtakım ağrılar isâbet etti. Kimisine göre de tabutu basur hastalığına yakalanan bir kavmin büyük abdest bozdukları bir yere bıraktılar. Her nasıl ise bu konudaki musibet ve belaları büyüyünce musibetlerinin tek sebebinin bu tabut olduğunu söylediler. "Haydi bunu İsrâîloğulları'na geri verelim" dediler. Tabutu iki öküz tarafından sürüklenen bir araba üzerine bıraktılar ve öküzleri İsrâîloğulları'nın yaşadıkları bölgeye doğru bir yerde serbest bıraktılar. Allah'ın gönderdiği iki melek bu inekleri (asıl nüshada da böyle, Taberî'de, öküzleri şeklindedir) sürüyorlardı. Sonunda İsrâîloğulları'nın topraklarına girdiler. O sırada da Tâlût meselesi üzerinde duruyorlardı. Bunu da görünce zafer kazanacaklarından emin oldular. İşte bu rivâyete göre meleklerin tabutu taşımaları böyledir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Kitab-ı Mukaddes'te de tabut şöyle tanıtılır:

Akasya ağacından bir sandık yapsınlar. Boyu 2.5, eni ve yüksekliği 1.5 arşın olsun. İçini de dışını da saf altınla kapla. Çevresine altın pervaz yap. Dört altın halka döküp dört ayağına tak. İkisi bir yanda, ikisi öbür yanda olacak. Akasya ağacından sırıklar yapıp altınla kapla. Sandığın taşınması için sırıkları yanlardaki halkalara geçir. Sırıklar sandığın halkalarında kalacak, çıkarılmayacak. Antlaşmanın koşullarını belirten taş levhaları sana vereceğim. Onları sandığın içine koy. "Saf altından bir Bağışlanma Kapağı yap. Boyu 2.5, eni 1.5 arşın olacak. Kapağın iki kenarına dövme altından birer Keruv yap. Keruvlar'dan birini bir kenara, öbürünü öteki kenara, kapakla tek parça hâlinde yap. Keruvlar yukarı doğru açık kanatlarıyla kapağı örtecek. Yüzleri birbirine dönük olacak ve kapağa bakacak. Kapağı sandığın üzerine, sana vereceğim taş levhaları ise sandığın içine koy. Seninle orada, Levha Sandığı'nın üstündeki Keruvlar arasında, kapağın üzerinde görüşeceğim ve İsrâîlliler için sana buyruklar vereceğim. [Çıkış, 25:10-22.]

Besalel, Antlaşma Sandığı'nı akasya ağacından yaptı. Boyu 2.5, eni ve yüksekliği 1.5 arşındı. İçini de dışını de saf altınla kapladı. Çevresine altın pervaz yaptı. İkisi bir yanda, ikisi öbür yanda olmak üzere sandığın dört köşesindeki ayaklara takmak için birer altın halka döktü. Akasya ağacından sırıklar yapıp altınla kapladı. Sandığın taşınması için sırıkları yanlardaki halkalara geçirdi. Bağışlanma Kapağı'nı saf altından yaptı. Boyu 2.5, eni 1.5 arşındı. Kapağın iki kenarına dövme altından birer Keruv yaptı. Keruvlar'dan birini bir kenara, öbürünü öteki kenara koyarak kapağı tek parça hâlinde yaptı. Keruvlar yukarı doğru açık kanatlarıyla kapağı örtüyor, yüzleri birbirine dönük kapağa bakıyorlardı. [Çıkış, 37:1-9.]

Âyetteki,
içinde Rabbinizden bir sekine, Mûsâ ve Hârûn ailelerinin bıraktıklarından bir bakiyye [kalıntı] ifadesinden de, bu sandukanın içinde Tevrât metinleri –ki bunlar, taşlara, tabletlere, yassı kemiklere yazılıyor ve büyük hacim tutuyordu– ile Mûsâ-Hârûn ailesine ait birtakım özel eşyaların bulunduğu anlaşılıyor. Allah'tan gelen sekine ise, "vahiyler"dir.

TABUTU MELEKLERİN TAŞIMASI

Melek sözcüğünün, "haberci" veya "güç, güçlü varlık" manasına geldiğini daha önce ifade etmiştik. İçinde, yassı taş levhalara yazılmış bir hayli hacim ve ağırlıkta olan Tevrât metinlerinin bulunduğu tabut da, ancak öküz, manda gibi güçlü hayvanların taşıyabileceği bir arabada taşınabilirdi.

NİCELİK DEĞİL NİTELİK ÖNEMLİ

Âyetteki, Allah'a kavuşacaklarına kesinlikle inananlar, "Nice az topluluklar, Allah'ın izniyle nice çok topluluklara gâlip gelmişlerdir. Allah, sabırlılarla beraberdir" dediler ifadesinden anlaşılıyor ki, samimi bir avuç mü’min, düşmanın çokluğundan korkup yılmamış, Allah'a tevekkül ederek gerekeni yapmışlardır. Bizden istenen de böyle olmaktır. Zira Allah, birçok âyette (Hacc/39-40, Mücâdele/21, Sâffât/171-173, Muhammed/7, Fetih/4, Âl-i İmrân/139, Enfâl/45, Âl-i İmrân/26, Âl-i İmrân/146-147) yardımıyla inananları muzaffer kılacağını bildirmiştir.

Bu pasajdaki,
Sonra da, Allah'ın izniyle onları [Câlût ve ordusunu] bozguna uğrattılar. Dâvûd da Câlût'u öldürdü ifadesi üzerinde dikkatlice durulması gerekir:

DÂVÛD'UN GOLYAT'I ÖLDÜRMESİ

Savaşmak üzere ordularını bir araya getiren Filistliler, Yahuda'nın Soko Kenti'nde toplandılar. Soko ile Azeka Kenti arasındaki Efes-Dammim'de ordugah kurdular. Saul ile İsrâîlliler de toplandılar. Ela Vâdisi'nde ordugah kurup Filistliler'e karşı savaş düzeni aldılar. Filistliler tepenin bir yanında, İsrâîlliler de karşı tepede yerlerini aldı. Aralarında vâdi vardı. Filist ordugahından Gatlı Golyat adında usta bir dövüşçü ortaya çıktı. Boyu 6 arşın 1 karıştı. Başına tunç miğfer takmış, pullu bir zırh kuşanmıştı. Tunç zırhın ağırlığı 5.000 şekeldi. Baldırları zırhlarla korunmuştu. Omuzları arasında tunç bir pala asılıydı. Mızrağının sapı dokumacı tezgahının sırığı gibiydi. Mızrağın demir başının ağırlığı 600 şekeldi. Golyat'ın önüsıra kocaman kalkanını taşıyan bir adam yürüyordu. Golyat durup İsrâîl ordusuna, "Neden savaş düzeni aldınız?" diye haykırdı, "Ben Filistli'yim, sizse Saul'ün kölelerisiniz. Aranızdan karşıma çıkacak birini seçin. Dövüşte beni yenip öldürebilirse, biz sizin köleniz oluruz. Ama ben üstün gelip onu yok edebilirsem, siz bizim kölemiz olur, bize kulluk edersiniz." Filistli Golyat konuşmasını şöyle sürdürdü: "Bugün İsrâîl ordusuna meydan okuyorum! Benimle dövüşecek birini çıkarın karşıma!" Filistli'nin bu sözlerini duyunca, Saul de İsrâîlliler de çok korkup dehşet içinde kaldılar. Dâvûd Yahuda'nın Beytlehem Kenti'nden Efratlı Yişay adında bir adamın oğluydu. Yişay'ın sekiz oğlu vardı. Saul'ün krallığı döneminde Yişay'ın yaşı oldukça ilerlemişti. Yişay'ın üç büyük oğlu Saul'le birlikte savaşa katılmıştı. Savaşa giden en büyük oğlunun adı Eliav, ikincisinin adı Avinadav, üçüncüsünün adıysa Şamma'ydı. Dâvûd en küçükleriydi. Üç büyük oğul Saul'ün yanındaydı. Dâvûd ise babasının sürüsüne bakmak için Saul'ün yanından ayrılıp Beytlehem'e gider gelirdi. Filistli Golyat kırk gün boyunca sabah-akşam ortaya çıkıp meydan okudu. Bir gün Yişay, oğlu Dâvûd'a şöyle dedi: "Kardeşlerin için şu kavrulmuş bir efa buğdayla on somun ekmeği al, çabucak ordugaha, kardeşlerinin yanına git. Şu on parça peyniri de birlik komutanına götür. Kardeşlerinin ne durumda olduğunu öğren ve iyi olduklarına ilişkin bir belirti getir. Kardeşlerin Saul ve öbür İsrâîlliler'le birlikte Ela Vâdisi'nde Filistliler'e karşı savaşıyorlar." Ertesi sabah Dâvûd erkenden kalktı. Sürüyü bir çobana bıraktı. Yişay'ın buyurduğu gibi erzağı alıp yola koyuldu. Ordugaha vardığı sırada askerler savaş naraları atarak savaş düzenine giriyorlardı. İsrâîlliler'le Filistliler karşı karşıya savaş düzeni almışlardı. Dâvûd getirdiklerini levazım görevlisine bırakıp cepheye koştu; kardeşlerinin yanına varıp onları selâmladı. Dâvûd onlarla konuşurken, Gatlı Filistli, Golyat adındaki dövüşçü Filist cephesinden ileri çıkarak daha önce yaptığı gibi meydan okudu. Dâvûd bunu duydu. İsrâîlliler Golyat'ı görünce büyük korkuyla önünden kaçıştılar. Birbirlerine, "İsrâîl'e meydan okumak için ortaya çıkan şu adamı görüyorsunuz ya!" diyorlardı, "Kral onu öldürene büyük bir armağanın yanısıra kızını da verecek. Babasının ailesini de İsrâîl'e vergi ödemekten muaf tutacak." Dâvûd, yanındakilere, "Bu Filistli'yi öldürüp İsrâîl'den bu utancı kaldıracak kişiye ne verilecek?" diye sordu, "Bu sünnetsiz Filistli kim oluyor da yaşayan Tanrı'nın ordusuna meydan okuyor?" Adamlar daha önce verilmiş olan söze göre Golyat'ı öldürecek kişiye neler verileceğini anlattılar. Ağabeyi Eliav Dâvûd'un adamlarla konuştuğunu duyunca öfkelendi, "Ne işin var burada?" dedi, "Çöldeki üç-beş koyunu kime bıraktın? Ne kadar kendini beğenmiş ve ne kadar kötü yürekli olduğunu biliyorum. Sadece savaşı görmeye geldin." Dâvûd, "Ne yaptım ki?" dedi, "Bir soru sordum, o kadar." Sonra başka birine dönüp aynı soruyu sordu. Adamlar öncekine benzer bir yanıt verdiler. Dâvûd'un söylediklerini duyanlar Saul'e ilettiler. Saul onu çağırttı. Dâvûd, Saul'e, "Bu Filistli yüzünden kimse yılmasın! Ben kulun gidip onunla dövüşeceğim!" dedi. Saul, "Sen bu Filistli'yle dövüşemezsin" dedi, "çünkü daha gençsin, o ise gençliğinden beri savaşçıdır." Ama Dâvûd, "Kulun babasının sürüsünü güder" diye karşılık verdi, "bir aslan ya da ayı gelip sürüden bir kuzu kaçırınca, peşinden gidip ona saldırır, kuzuyu ağzından kurtarırım. Eğer aslan ya da ayı üzerime gelirse, boğazından tuttuğum gibi vurur öldürürüm. Kulun aslan da, ayı da öldürmüştür. Bu sünnetsiz Filistli de onlar gibi olacak. Çünkü yaşayan Tanrı'nın ordusuna meydan okudu. Beni aslanın, ayının pençesinden kurtaran Rabb, bu Filistli'nin elinden de kurtaracaktır." Saul, "Öyleyse git, Rabb seninle birlikte olsun" dedi. Sonra kendi giysilerini Dâvûd'a verdi; başına tunç miğfer taktı, ona bir zırh giydirdi. Dâvûd giysilerinin üzerine kılıcını kuşanıp yürümeye çalıştı. Çünkü bu giysilere alışık değildi. Saul'e, "Bunlarla yürüyemiyorum" dedi, "çünkü alışık değilim." Sonra giysileri üzerinden çıkardı. Değneğini alıp dereden beş çakıl taşı seçti. Bunları çoban dağarcığının cebine koyduktan sonra sapanını alıp Filistli Golyat'a doğru ilerledi. Filistli de, önünde kalkan taşıyıcısı, Dâvûd'a doğru ilerliyordu. Dâvûd'u tepeden tırnağa süzdü. Kızıl saçlı, yakışıklı bir genç olduğu için onu küçümsedi. "Ben köpek miyim ki, üzerime değnekle geliyorsun?" diyerek kendi ilâhlarının adıyla Dâvûd'u lânetledi. "Bana gelsene! Bedenini gökteki kuşlara ve kırdaki hayvanlara yem edeceğim!" dedi. Dâvûd, "Sen kılıçla, mızrakla, palayla üzerime geliyorsun" diye karşılık verdi, "bense meydan okuduğun İsrâîl ordusunun Tanrısı, Her Şeye Egemen Rabbin adıyla senin üzerine geliyorum. Bugün Rabb seni elime teslim edecek. Seni vurup başını gövdenden ayıracağım. Bugün Filistli askerlerin leşlerini gökteki kuşlarla yerdeki hayvanlara yem edeceğim. Böylece bütün dünya İsrâîl'de Tanrı'nın var olduğunu anlayacak. Bütün bu topluluk Rabbin kılıçla, mızrakla kurtarmadığını anlayacak. Çünkü savaş zaten Rabbindir! O sizi elimize teslim edecek." Golyat saldırmak amacıyla Dâvûd'a doğru ilerledi. Dâvûd da onunla dövüşmek üzere hemen Filist cephesine doğru koştu. Elini dağarcığına sokup bir taş çıkardı, sapanla fırlattı. Taş Filistli'nin alnına çarpıp saplandı. Filistli yüzükoyun yere düştü. Böylece Dâvûd Filistli Golyat'ı sapan ve taşla yendi. Elinde kılıç olmaksızın onu yere serdi. Sonra koşup üzerine çıktı. Golyat'ın kılıcını tutup kınından çektiği gibi onu öldürdü ve başını kesti. Kahraman Golyat'ın öldüğünü gören Filistliler kaçtılar. İsrâîlliler'le Yahudalılar kalkıp Gat'ın girişine ve Ekron kapılarına kadar nara atarak onları kovaladılar. Filistliler'in ölüleri Gat'a, Ekron'a kadar Şaarayim yolunda yerlere serildi. Filistliler'i kovaladıktan sonra geri dönen İsrâîlliler Filist ordugahını yağmaladılar. Dâvûd Filistli Golyat'ın başını alıp Yeruşalim'e götürdü, silâhlarını da kendi çadırına koydu. Saul, Dâvûd'un Golyat'la dövüşmeye çıktığını görünce, ordu komutanı Avner'e, "Ey Avner, kimin oğlu bu genç?" diye sormuştu. Avner de, "Yaşamın hakkı için, ey kral, bilmiyorum" diye yanıtlamıştı. Kral Saul, "Bu gencin kimin oğlu olduğunu öğren" diye buyurmuştu. Dâvûd Golyat'ı öldürüp ordugaha döner dönmez, Avner onu alıp Saul'e götürdü. Golyat'ın kesik başı Dâvûd'un elindeydi. Saul, "Kimin oğlusun, delikanlı?" diye sordu. Dâvûd, "Kulun Beytlehemli Yişay'ın oğluyum" diye karşılık verdi. [I. Samuel, 17:1-58.]

Buradan da anlaşılacağı üzere savaş, akıl ve eğitim ile kazanılıyor. Akıllı ve eğitimli tek kişi savaşın kaderini değiştirebiliyor. Allah'ın bu pasajda mü’minlere vermek istediği mesaj da budur. Kalabalık ve kaba güce güvenmeyip harp taktikleri geliştirilmeli ve Dâvûd örnek alınmalıdır. Bugün savaşı binlerce kilometreden kontrol eden ve bir tuşa basarak can ve mal zayiatı vermeden zafer elde edenler, kâfirler değil Müslümanlar olmalıydı! Bir başka uyarı:

60Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki onlarla, Allah'a düşman olanları, kendi düşmanlarınızı ve Allah'ın bilip de sizin bilmediğiniz, bunlardan aşağı daha başkalarını korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz haksızlığa uğratılmazsınız. [Enfâl/60]

SAVAŞIN GEREKLİLİĞİ

Âyetteki, Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savması olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı [bozulur giderdi]. Fakat Allah, âlemler üzerinde büyük bir lütuf sahibidir ifadesiyle, savaşın yararları ve mü’minlere savaş emrinin Allah'ın lütfu olduğu bildirilmektedir. Bu ifade Hacc sûresi'nde de geçmektedir:

39-41Kendilerine savaş açılan kimselere, kendileri haksızlığa uğramaları; onlar, başka değil sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle savaşmalarına izin verildi.

Ve şüphesiz ki Allah, onları zafere ulaştırmaya en iyi gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, filiz, tomurcuk, ağaçtaki meyve, toplanmış tahıl, bakliyat, kıraç arazide diken, yapılı bina ne varsa hepsi, tüm alış-veriş yerleri; çarşı-pazar, tüm Salat; destek yerleri (iş; istihdam ve istihsal yerleri, eğitim öğretim kurumları ve güvenlik merkezleri) ve içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan mescitler yerle bir edilirdi.

Allah, Kendisine yardım edenlere
–kendilerini yurtlandırıp güçlendirirsek salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan, ayakta tutan], zekâtı/vergilerini veren, örfe uygun/herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden ve vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü, çirkinliği kabul edilen şeylerden alıkoyan kimselere– kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, çok güçlüdür, mutlak galiptir. İşlerin sonucu da sadece Allah'a âittir. [Hacc/39-41]

254) Ey iman etmiş kimseler! Kendisinde hiçbir alış-verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir yardımın, iltimasın bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcamada bulunun/başta yakınlarınız olmak üzere başkalarının nafakalarını sağlayın. Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenler, kendi benliklerine haksızlık edenlerin ta kendileridir.
Burada konu yine infaka getirilmiş, özetle kullara, "âhiretle ilgili faydaları dünyada elde etmeye çalışın. Çünkü bu faydaları âhirette elde etmeniz mümkün olmaz" mesajı verilmiştir. Zira insan âhirette yapayalnız olup kimseden yardım görmeyecek, yakın bildikleri de kendisinden uzaklaşıp kaçacaklardır. İnsana sadece dünyadaki inancı ve amelleri eşlik edecektir. Bu gerçek, onlarca âyette dile getirilmiş ve kullar uyarılmıştı:

67O gün Allah'ın koruması altına girmiş kişiler hariç tüm önderler/birbirinin izinden gidenler, birbirlerine düşmandırlar. [Zuhruf/67]

165,166İnsanlardan kimi de Allah'ın astlarından birtakım eşler tutan kimselerdir. Onları, Allah'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman etmiş kimseler, Allah'a sevgi yönünden daha kuvvetlidir. Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler, azabı görecekleri zaman; kendilerine uyulan kimseler, azabı görerek kendilerine uyanlardan kaçıp uzaklaştıkları ve azabı gördükleri ve kendileriyle bağlar kesildiği zaman, bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke görselerdi. [Bakara/165-166]

25Ve İbrâhîm dedi ki: "Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah'ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyâmet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi dışlayıp gözden çıkaracaktır. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan da yoktur." [Ankebût/25]

Ve Şu‘arâ/96-102, Bakara/270, Abese/33-37, Hacc/1-2, Hadîd/15, En‘âm/94, Meryem/78-80, Bakara/123, En‘âm/70, İbrâhîm/22.

Konumuz olan âyet ile zikrettiğimiz âyetlerin mesajı şu âyette özet olarak verilmiştir:

10Ve sizden birinize ölüm gelip de, ‘Rabbim! Beni yakın bir süre sonuna kadar geciktirsen, ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam’ demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden harcamada bulunun. [Münâfikûn/10]
255) Allah, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayandır, her zaman diridir, her şeyi ayakta tutan, koruyan, diri ve bütün kâinatın idaresini bizzat yürütendir. Kendisini uyuklama ve uyku yakalamaz. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O'nun içindir. Kendisinin izni/bilgisi olmadan yanında yardım, kayırma yapacak olan kimmiş? O, onların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri bilir. Onlar ise, O'nun dilediğinden başka Kendisinin bilgisinden hiçbir şeyi kavrayamazlar. O'nun kürsüsü, gökleri ve yeryüzünü kucaklamıştır. Onların ikisinin de korunması O'na zor gelmez. Ve O, çok yücedir, yücelticidir, sonsuz büyüktür.
Müstakil bir necm olan bu âyet, evvelki âyetlere de sonraki âyetlere de bağlanabilir. Ama müstakil olup Allah'ın sıfatları ve varlıklarla ilişkisi ciheti ön planda tutulmalıdır. Âyetin açık olan ifadesinde Allah'ın şu vasıfları vurgulanmıştır:

* Allah, Kendisinden başka ilâh olmayandır.

* Hayy'dır [her zaman diridir], kayyûm'dur [her şeyi ayakta tutan, koruyan ve kâinatın idaresini yürüten, Kendisine hiçbir şeyin gizli kalmadığı zattır].

* Kendisini uyuklama ve uyku tutmaz.

* Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O'nun mülküdür.

* O'nun izni olmadan yanında kimse şefaat edemez.

* Allah, varlıkların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri bilir.

* Varlıklar, dilediğinden başka O'nun ilminden hiç bir şeyi kavrayamazlar.

* Allah'ın kürsüsü, gökleri ve yeryüzünü kucaklamıştır.

* Göklerin ve yeryüzünün korunması Allah'a zor gelmez.

* O, alî'dir, azîm'dir.

Allah Kendisini şu âyetlerde de toplu olarak tanıtmaktadır:

1De ki: "O Rabb, bir tek olan Allah'tır, 2Samed olan Allah'tır, 3doğurmamış ve doğurulmamıştır. 4Ve hiçbir şey O'na denk olmamıştır." [İhlâs/1-4]

22O, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet edendir, engin merhamet sahibidir.

23O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. O, bütün kâinatın hükümdârı, tertemiz, her türlü kötülük ve eksiklikten uzak, her türlü kusurdan uzak; sapasağlam, güven veren, gözetici, koruyucu, doğrulayıcı ve güvenilir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, dilediğini zorla yaptıran, ulaşılmaz, azametli, ihtiyaçları gideren, işleri düzelten, derman veren, büyüklük ve ululukta tek olan; her şeyde ve her hâdisede büyüklüğünü gösterendir. Allah, onların ortak koştukları şeylerden arınıktır.

24O, oluşturan, kusursuz yaratan, her şeye şekil ve sûret veren Allah'tır. En güzel isimler O'nun içindir. Göklerde ve yeryüzünde olanlar O'nu noksan sıfatlardan arındırırlar. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Haşr/22-24]

Allah'ın kayyûm sıfatı şu âyetlerde detaylandırılmıştır:

33Peki, o, kazandığı şeyler ile birlikte her bir kişinin üzerinde dikilen/görüp gözeten kimdir? Onlar ise Allah'a ortaklar edindiler. De ki: "Onları isimlendirin! Yoksa siz, O'na yeryüzünde bilmediği bir şey mi ya da sözden açık olanı mı haber vereceksiniz? Aslında kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kişilere plânları güzel gösterildi de Yol'dan saptırıldılar. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için yol gösteren kimse yoktur. [Ra‘d/33]

41Hiç şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yokoluvermekten, Allah tutuyor. Andolsun ki eğer gökler ve yeryüzü yokoluverirlerse, onları O'ndan sonra kimse tutamaz. Gerçekten O, çok yumuşak davranan, çok bağışlayandır. [Fâtır/41]

Âyetteki,
O, onların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri bilir ifadesi, "onların dünya ve âhiretteki konumlarını, geçmiş ve geleceklerini bilir" demektir. Onlar ise, O'nun dilediğinden başka ilminden hiç bir şeyi kavrayamazlar ifadesi ise, insanların Allah katındaki bilgiyi, ancak O'nun dilemesiyle alabileceğini ifade eder.

EL-KÜRSÎ

Âyetteki,
O'nun kürsüsü, gökleri ve yeryüzünü kucaklamıştır ifadesindeki الكرسىّ [kürsî] kelimesi, "bir şeyin üst üste binmesi" anlamındaki كرس [k-r-s] kökünün türevlerinden olup "üzerine oturulan ve dayanılan şey" demektir [Lisânu'l-Arab; c. 7, s. 636, "Krs" mad.] ki bunu, "iktidar koltuğu" olarak niteleyebiliriz. Nitekim bu sözcük, "bilgi ve kudret" anlamında da kullanılmaktadır. Çünkü ilim ve kudret, iktidarda olanın olmazsa olmaz vasfıdır. Buradan hareketle âyetteki ifadenin, "O'nun bilgisi ve iktidar gücü gökleri ve yeryüzünü kaplamıştır, O'nun bilgi ve kudreti dahilinde olmayan hiçbir şey yoktur" şeklinde anlaşılması gerekir.

Allah'ın bu sıfatı, "arşa istiva" şeklinde de geçmişti:

29O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için oluşturandır. Sonra da O, semaya egemenlik kurdu; onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi en iyi bilendir. [Bakara/29]

54Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı evrede oluşturan, sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran, gündüzü, durmadan kovalayan gece ile bürüyen ve güneş, ay ve yıldızları emrine boyun eğmiş olarak yaratan Allah'tır. İyi biliniz ki oluşturma ve sistemler kurup yürütme sadece O'na özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah, ne cömerttir! [A‘râf/54]

5Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], en büyük taht üzerine egemenlik kurmuştur. 6Göklerde olan şeyler, yeryüzünde olan şeyler, bu ikisinin arasında olan şeyler ve nemli toprağın altında bulunan şeyler yalnızca Rahmân'ındır.

7Sen sesini yükseltirsen, Rahmân şüphesiz gizliyi ve gizlinin gizlisini bilir. 8Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. En güzel isimler sadece O'nundur. [Tâ-Hâ/5-8]

Âyetteki, Onların ikisinin de korunması O'na zor gelmez ifadesiyle, Ehl-i Kitabın Allah hakkındaki görüşleri reddedilmektedir. Bu konu Kaf/38'de de ayrıntılı olarak incelenmişti. [Tebyînu'l-Kur’ân; c. ???????]

"Âyete'l-Kürsi" olarak bilinen bu âyet hakkında, maalesef Rasûlullah'ın adı kullanılarak birçok safsata uydurulmuştur. Bunların zikrini gereksiz buluyoruz.

256) Dinde zorlamak/tiksindirmek yoktur; iman, Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten; iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan kesinlikle iyice ayrılmıştır. O hâlde kim tâğûta[#346] küfreder; onu tanımaz Allah'a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
Bu âyette, dinde zorlamanın/tiksindirmenin olmadığı ve olmaması gerektiği gerekçeleriyle açıklanmaktadır.

Allah, insanlara irâde ve seçme hakkı tanımıştır. İnanç bir gönül işi olduğundan insanların kalplerine nüfuz etmek ve beyinlerini kontrol etmek mümkün değildir. İnanç konusunda insanları zorlamanın, ikiyüzlü kimseler üretmekten başka bir işe yaramadığı tecrübeyle sâbittir. Ayrıca cebr/zorlama ve baskı, imtihan esprisine de aykırıdır. O nedenle Yüce Allah insanları bu konuda özgür bırakmıştır. Bu konudaki onlarca âyetten bir kaçını nakletmekle yetiniyoruz.

29Ve de ki: "O gerçek, Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek reddetsin/inanmasın." Şüphesiz Biz, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O, ne kötü bir içecektir! Dayanma/sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! [Kehf/29]

40Şüphesiz alâmetlerimiz/göstergelerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar. O hâlde ateşe atılacak olan kişi mi daha hayırlıdır, yoksa kıyâmet günü güven içinde gelecek kişi mi? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki Allah, yaptığınız şeyleri en iyi görendir. [Fussilet/40]

2,3Şüphesiz Biz, insanı karışık bir nutfeden oluşturduk. Onu yıpratacağız/yükümlülükler vereceğiz. Bu nedenle onu çok iyi işitici, çok iyi görücü yaptık; iyiyi kötüyü ayıracak bilgileri yollayarak bilgilendirdik. Şüphesiz Biz, ona yolu gösterdik, ister kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen biri olsun, ister nankör. [İnsan/2-3]

Benzer âyetler: En‘âm/35, 104-107, 149; Ra‘d/31; Şu‘arâ/3-4; Hûd/15, 28; Kâfirûn/6; Yûnus/99, 108; Teğâbün/2; Zümer/7, 15; Nahl/9, 36, 93, 99; Secde/13; Mâide/48; İsrâ/15, 18; Şûrâ/20, 48; Ğâşiye/21-22; Nisâ/80; Beled/10.

Kaynaklarda bu âyetin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler verilmiştir:

Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme Ensâr hakkında nâzil olmuştur. Çocuğu yaşamayan kadın, çocuğu yaşarsa onu Yahûdi yapacağına dair söz verirdi. Medîne'den sürülen Nadîroğulları arasında birçok Ensâr çocuğu vardı. "Çocuklarımızı bırakmayız!" demeleri üzerine Yüce Allah,
Dinde zorlama yoktur, doğruluk ile sapıklık gerçekten apaçık meydana çıkmıştır buyruğunu indirdi.

Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: "Biz bir işi yaparken onların dinlerinin bizim üzerinde bulunduğumuz dinden daha üstün olduğu görüşünde idik. Allah bize İslâm'ı gönderince, onları [çocuklarımızı] İslâm'a girmek üzere zorlamayı düşündük. Bunun üzerine, Dinde zorlama yoktur âyeti nâzil oldu. Artık (o çocuklardan) isteyen onlara [Yahûdilere] katılır, isteyen de İslâm'a girerdi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

es-Süddî der ki: Bu âyet-i kerîme iki tane oğlu bulunan Ensârdan Ebû Husayn hakkında nâzil olmuştur. Şam'dan Medîne'ye zeytinyağı getiren tacirler geldi. Bunlar çıkıp gitmek isteyince el-Husayn'ın iki oğlu onlara gittiklerinde bu tacirler oğullarını Hristiyanlığa davet ettiler. Bunlar da Hristiyanlığı kabul edip beraberlerinde Şam'a gittiler. Babaları Rasûlullah'ın (s.a) yanına gelerek durumlarından şikâyetçi oldu. Rasûlullah'ın (s.a) onları geri getirecek kimseler göndermesi arzusunu belirtti. Bunun üzerine, Dinde zorlama yoktur âyeti nâzil oldu. O güne kadar henüz Kitap Ehli ile savaşma emri verilmemiş ve şöyle buyurmuştu: "Allah onları uzaklaştırsın. Onlar ilk küfre girenlerdir." Ebû Husayn onları geri getirmek üzere kimseyi göndermedi diye Peygamber'e (s.a) karşı içinde bir şeyler duydu. Bunun üzerine şanı yüce Allah, Hayır, Rabbine yemin olsun ki onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp... iman etmiş olmazlar (Nisâ/65) âyetini indirdi. Daha sonra da, Dinde zorlama yoktur âyetini Tevbe sûresi'nde Kitap Ehli ile savaşma emri [Tevbe/29] ile neshetti. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bu çocuklar Şam'dan kuru üzüm getiren tacirler tarafından Hristiyanlaştırılmışlardı. Onlarla birlikte gitmeye kalkışınca babaları onları zorlamak istedi ve Rasûlullah'tan (s.a), onların peşinden birisini gönderme talebinde bulundu. Bunun üzerine bu âyeti kerîme nâzil oldu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bu âyetlerde açıkça ifade edildiğine göre Allah, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini, hakk ile bâtılı açıkça beyân etmiş, ayrıca da herkese akıl ve seçme hürriyeti vermiştir. Bundan sonrası kişiye kalmıştır. Kimse baskı, işkence ve ölüm tehdidi ile dine girmeye zorlanamaz.

Âyetin son bölümündeki,
O hâlde kim tâğûtu tanımayıp Allah'a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır ifadesiyle de, kimsenin yanlış tercihte bulunmaması gerektiği uyarısı yapılmaktadır. Zira, aklını kullanmayıp çevresindeki bunca kanıtı dikkate almayarak yanlış tercih yapanlar cezalarını bulacaklardır.

TÂĞÛT: Tâğût ile ilgili Alak sûresi'nde ayrıntılı bilgi verilmişti. [Tebyînu'l-Kur’ân; c. ???????]

257) Allah, inananların yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınıdır; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimselere gelince; onların yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınları tâğûttur ki kendilerini aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Bunlar, cehennem ashâbıdır. Onlar, orada sürekli kalıcıdırlar.
Tâğût şeytân tanıtıldıktan sonra ilk önce Allah'ın inananların velîleri olduğu daha sonra da inkârcıların velîsinin Tâğût olduğu bildirilmektedir.

Âyetin iyi anlaması için "velî-evliyâ" sözcüğü hakkında yaptığımız bir açıklamayı naklediyoruz:

الاولياء [
evliyâ] sözcüğü, الولىّ [velî] sözcüğünün çoğuludur. Velî ise, ولاء [velâ] kökünden türemiş sıfat-ı müşebbehe kipinde bir sözcük olup anlamı "yakın olan, yakın duran" demektir. Ancak bu yakınlık nicel değil, nitel bir yakınlıktır.

Hem velî, hem de evliyâ sözcüğü Kur’ân'da hep bu anlamda kullanılmıştır. Bu sözcükler İslâm'ın ortaya çıkışından yüzyıllar sonra, yabancı kültürlerin etkisiyle sözcük anlamları dışında birer kavram hâline gelmiş ve Müslümanların dinî hayatlarını istila etmiştir. Açıklıkla belirtmek gerekir ki, velî ve evliyâ sözcükleri Kur’ân'da tamamen kendi doğal anlamlarıyla kullanılan iki sözcüktür. Tasavvuf literatürünün bu doğal anlamları bozarak halk kültürüne özel mistik anlamlar ve hiyerarşik bir derecelendirmeyi ifade etmek üzere soktuğu velî ve evliyâ kavramlarının Kur’ân'daki velî ve evliyâ sözcükleriyle bir ilgisi yoktur.

Esma-i Hüsnâ'dan biri olan ve Kur’ân'da hem Allah hem de kullar için kullanılmış olan
velî sözcüğü âyetlerde hep نصير [nasîr/yardımcı], مرشد [mürşid/aydınlatan, yol gösteren], شفيع [şefî‘/şefaat eden], واق [vâq/koruyucu], حميد [hamîd/öven, yücelten] sıfatları ve "karanlıklardan aydınlığa çıkarır", "bağışlayıp merhamet eder", "zarardan alıkoyup yarara yaklaştırır" nitelemeleri ile birlikte yer almıştır. Bu da demektir ki, velîliğin [yakınlığın] bu nitelikler ve bu sıfatlar ile yakın ilişkisi vardır. Yani, bu nitelik ve sıfatlar, velî'nin [yakın olanın] belirgin özellikleridir. Buna göre her nerede bir kimse için velî [yakın] sıfatı kullanılmışsa, o kimsenin, "yardım eden, yol gösteren, şefaat eden, aydınlatan ve koruyan" olduğu anlaşılmalıdır.

Âyetteki
karanlıklar ile, küfür ve bilgisizliğin getirdiği olumsuzlukların tümü kasdedilmiştir. Bunlar çok oldukları için karanlıklar şeklinde çoğul gelmiştir. İman ise ışık olup vahye dayandığından tektir. Bu âyetin bir benzeri de En‘âm sûresi'nde geçmişti:

1Tüm övgüler, gökleri ve yeri oluşturan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur; başkası övülemez. Sonra da Allah’ın ilâhlığını ve Rabliğini kabul etmeyen şu kişiler, bir şeyleri Rabblerine eşit /denk tutuyorlar. [En‘âm/1]

Allah mü’minlerin velîsi olduğundan onları küfür ve cehâletin karanlıklarından; insanı cehenneme götüren yollardan çıkarıp cennet yoluna sevkeder:

153Ve şüphesiz ki, bu, dosdoğru olarak Benim yolumdur. Hemen ona uyun. Ve başka yollara uymayın da sizi O’nun yolundan ayırmasın. İşte bunlar, Allah’ın koruması altına girersiniz diye Allah’ın size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır. [En‘âm/153]

Yukarıda Allah, rüşd ve ğayyı açıkça beyân edip insanların önüne koyduğunu; bu âyette ise, inananların velîsi olduğundan bunu yaptığını ifade etmiştir:

11İşte mü’minlerin bahtiyarlığı, kâfirlerin perişanlığı, şüphesiz Allah'ın iman eden kimselerin yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakını olması, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden /inanmayanlar için yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakın diye bir şeyin olmamasındandır. [Muhammed/11]

258) Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye, Rabbi hakkında İbrâhîm'le tartışan kimseyi görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Hani İbrâhîm, "Benim Rabbim dirilten ve öldürendir" demişti. O, "Ben diriltir ve öldürürüm" demişti. İbrâhîm, "Öyleyse, şüphesiz Allah, güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan getir!" deyince o kâfir; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kişi şaşırıp kaldı. -Ve Allah kendi benliklerine haksızlık edenler toplumuna doğru yolu göstermez.-
Yukarıda 256-257. âyetlerde tâğûta dikkat çekilmiş ve tâğût hakkında, Küfretmiş kimseler de; onların velîleri tâğûttur ki, kendilerini nûrdan karanlıklara çıkarır. Bunlar, cehennem ashâbıdır. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar buyurulmuştu. Bu âyette ise, yönetim gücüne güvenerek hakk yola yanaşmayan İbrâhîm peygamber ile tartışan biri –ki bir tâğûttur– konu edilmektedir. Âyetten anlaşıldığına göre bu kişi, İbrâhîm peygamber dönemindeki yöneticilerden biridir. Bu âyet ile ilgili klasik kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır:

Hz. İbrâhîm ile tartışan kimse Numruz b. Kûş b. Ken’an b. Sâm b. Nûh'tur. Zamanının hükümdarı, Hz. İbrâhîm'i atmak üzere ateş yakan ve sivrisinek ile ölümü gerçekleşen kimsedir. Bu, İbn Abbâs, Katâde, Mücâhid, er-Rabi, es-Süddî, İbn İshâk, Zeyd b. Eslem ve başkalarının da görüşüdür.

Yüce Allah'a karşı savaşmayı kararlaştırması sebebiyle onun ölümü şöyle olmuştu: Allah (kavminin) üzerine bir bölük sivrisinek göndermiş, bu sivrisinekler güneşi kapatmış, Nemrud'un beraberindeki askerleri yiyip bitirmiş ve geriye kemiklerinden başkasını bırakmamıştı. Bu sineklerden bir tanesi de Nemrud'un beynine girmiş, beynini yeyip durmuş, sonunda bu sinek bir fare kadar büyümüştü. Artık bundan sonra Nemrud'un nezdinde en değerli kimse kafasına bu iş için hazırlanmış bir tokmak ile vuran kişi olmuştu. Bu musibeti kırk gün devam etti.

Denildiğine göre Nemrud, bütün dünyayı eline geçirmişti. Ve o (yeryüzüne egemen olan) iki kâfirden biridir. Diğeri ise Buhtanassar'dır. Yine denildiğine göre Hz. İbrâhîm ile tartışan kimse Numruz b. Falih b. Âbir b. Şâlih b. Erfehşed b. Şam'dır. Bütün bunları İbn Atiyye nakletmiştir.

es-Süheylî'nin naklettiğine göre ise Hz. İbrâhîm ile tartışan; Numrûz b. Kûş b. Ken’an b. Hâm b. Nûh'dur. Bu kişi Sevad'ın [Sevad-ı Irak'ın] hükümdarı idi. Buranın başına onu "el-İzdihak" ile tanınan ed-Dahhâk getirmişti. Bunun da adı Beyûrâseb b. Endrâset idi. Bütün bölgelerin hükümdarı idi. Efridûn b. Esfiya'nın öldürdüğü de odur:

Hz. İbrâhîm, yiyecek almak üzere gelince o'na, "Rabbin ve ilâhın kimdir?" diye sordu. Hz. İbrâhîm, "Rabbim dirilten ve öldürendir" dedi. Numruz bunu işitince, "Ben de diriltir ve öldürürüm" dedi. Hz. İbrâhîm de güneş ile ilgili isteğini söyleyerek ona cevap verince o kâfir şaşırıp kaldı ve "Buna yiyecek vermeyin" dedi. Hz. İbrâhîm, bir şey almaksızın ailesine geri döndü. Unu andıran kumdan bir tepeciğin yanından geçince kendi kendisine şöyle dedi: "Ben bundan heybeme doldursam, içeri girdiğim vakit çocuklar sevinir, ben de onları seyrederim." Kumu alıp gidince evine vardığında çocuklar sevindiler. İki heybe üzerinde oynamaya başladılar. Kendisi de yorgunluktan dolayı uyudu. Hanımı da, "Uyandığı vakit hazır bulacağı şekilde o'na yiyecek bir şey yapsam" diye düşündü. İki heybeden birisini açınca en güzelinden has un ile karşılaştı. Hz. İbrâhîm uyanınca hanımı (pişirdiğini) önüne koydu. "Bu nereden geldi?" deyince, hanımı, "Getirdiğin undan yaptım" dedi. Böylelikle Hz. İbrâhîm, Yüce Allah'ın kendilerine bir kolaylık ihsan ettiğini anladı. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Âyette, söz konusu hükümdarın kimliği ile ilgili ayrıntı verilmese de bunun, Bâbil kralı Nemrut olduğu varsayılır. İbrâhîm putperestliği reddettiği, tek ve ortaksız Allah'a iman ettiği için aralarında böyle bir tartışma olmuş olmalıdır. Kur’ân'dan öğrendiğimize göre Nûh peygamberden Rasûlullah'a kadar tevhid akidesine karşı çıkanlar, hep toplumun ileri gelenleri olmuştur. Çünkü bu inanç, onların düzen ve dümenlerini bozmaktadır.

Buradaki tartışma, Mûsâ ile Firavun arasındaki tartışmaya benzemektedir:

15Allah: "Kesinlikle senin düşündüğün gibi değil! Haydi, ikiniz alâmetlerimizle/göstergelerimizle gidin. Şüphesiz ki, Biz sizinle beraberiz, işitenleriz. 16,17Haydi, ikiniz Firavun'a gidin de ‘Biz kesinlikle, İsrâîloğulları'nı bizimle beraber gönderesin diye’ âlemlerin Rabbinin elçisiyiz deyin" dedi.

18Firavun: "Biz seni çocukken içimizde terbiye etmedik mi? Hayatından birçok yıllar içimizde kalmadın mı? 19Sonunda o yaptığın işi de yaptın. Sen nankörlerden birisin de..." dedi.

20-22Mûsâ: "Ben, o işi şaşkınlardan olduğum zaman yaptım. Sizden korkunca da hemen sizden kaçtım. Sonra Rabbim bana yasalar-ilkeler bahşetti ve beni elçilerden biri yaptı. O başıma kaktığın nimet de İsrâîloğulları'nı kendine köle edinmiş olmandır" dedi.

23Firavun: "Âlemlerin Rabbi dediğin de nedir ki?" dedi.

24Mûsâ: "Eğer yakinen bilmiş olsanız, O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir."

25Firavun, yanı başında bulunanlara "İşitmiyor musunuz?" dedi.

26Mûsâ: "O, sizin Rabbiniz ve daha önceki atalarınızın da Rabbidir" dedi.

27Firavun: "Size gönderilen bu elçiniz kesinlikle gizli güçlerce desteklenen/delinin biridir" dedi.

28Mûsâ: "Şâyet aklınızı kullansanız, O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir" dedi.

29Firavun: "Benden başka ilâh edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan yaparım" dedi.

30Mûsâ: "Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?" dedi.

31Firavun: "Haydi hemen getir onu, eğer doğrulardan isen" dedi. [Şu‘arâ/15-31]

TARTIŞMANIN ÖZÜ

Bu tartışma ile ilgili yukarıda görüldüğü gibi birçok senaryo üretilmiştir. Nakillere göre, İbrâhîm,
Benim Rabbim dirilten ve öldürendir deyince, o kâfir kral, iki kişiyi çağırtarak, birisini öldürür, diğerini serbest bırakır ve, "Ben de diriltip öldürüyorum" der. Bunun kabul edilmesi mümkün değildir. Adamın böyle dediği farzedilse bile bundan dolayı kimse, kralın da dirilttiğini ve öldürdüğünü kabul etmez. Burada geçen tartışmayı iyi anlamak için İbrâhîm peygamberin durumunu hatırlamakta yarar vardır:

75Ve Biz, kanıt elde etmesi ve kesin inananlardan olması için İbrâhîm'e göklerin ve yerin mülkiyeti ve yönetimini böylece gösteriyorduk.

76Bu nedenle İbrâhîm, üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü, "Bu, benim rabbimdir" dedi. Sonra yıldız batınca, "Ben batanları sevmem" dedi.

77Sonra ay'ı doğarken görünce de, "Bu, benim rabbimdir" dedi. O da batınca, "Andolsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar toplumundan olurum" dedi.

78,79Sonra güneşi doğarken görünce de, "Bu benim rabbimdir, bu daha büyük!" dedi. Sonra o da batınca, "Ey toplumum! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif; bâtıl inançlardan dönmüş biri olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim" dedi.

80-81Ve toplumu o'nunla tartıştı. İbrâhîm; "Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O'na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. –Ancak Rabbimin dilediği şey hariç.– Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünmez misiniz? Ve Allah, haklarında hiçbir güç-kuvvet indirmediği hâlde, siz O'na ortak koşmaktan korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha layıktır?" dedi.

82Şu iman edenler ve imanlarına yanlış; kendi zararlarına olan iş giydirmeyenler/ortak koşma inancı karıştırmayanlar, işte onlar, güven kendilerinin olanlardır. Kılavuzlandıkları doğru yolu bulanlar da onlardır. [En‘âm/75-82]

Bu paragraftan anlaşıldığına göre, İbrâhîm peygamber yer ve gök bilimleri [fizik, kimya, biyoloji ve astronomi] konusunda bir hayli birikime sahiptir. Ve bu bilgisi sayesinde şirkten uzak durmuştur. Zaten Allah da, akıllı insanları yer ve gök bilimlerini incelemeye ve bu sistemi kuran gücü itirafa davet etmektedir:

185Ve onlar göklerin ve yerin mülkiyeti ve yönetimine, Allah'ın oluşturmuş olduğu herhangi bir şeye ve ecellerinin gerçekten yaklaşmış olması ihtimaline hiç bakmadılar mı? Artık bundan sonra başka hangi söze inanacaklar? [A‘râf/185]

88De ki: "Eğer biliyorsanız; her şeyin mülkiyeti ve yönetimi Kendisinin elinde olan ve Kendisi her şeyi koruyup kollayan; fakat Kendisi korunmayan kimdir?" [Mü’minûn/88]

83O hâlde her şeyin mülkiyet ve yönetimi Kendi elinde olan Allah, her türlü noksanlıklardan arınıktır. Siz de yalnız O'na döndürüleceksiniz." [Yâ-Sîn/83]

İbrâhîm peygamber ile hükümdarın tartışması, yer ve gök bilimleri çerçevesinde olmuştur. Makam koltuğunun verdiği şımarıklıkla, "Ben de öldürürüm, diriltirim" diyen kimse, olayı determinizm kurallarına göre açıklamıştır. Yani, hayat bulmayı, cinsel birleşmeye bağlayarak, cinsel ilişki ile kendisinin de çocuk sahibi [bir çocuğu diriltmiş] olacağını; bir kimseyi yaralayarak, zehirleyerek ölüme götürebileceğini ifade ediyor. Kısacası bu kişi hayat ve ölümün birtakım sebepler aracılığı ile olduğunu ileri sürüyor. Buna karşılık İbrâhîm peygamber,
Öyleyse, şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan getir! diyerek, yer ve gökteki sebepler zincirini, tüm evrenin yasalarını koyanın Allah olduğunu, gücü varsa yer ve göklerdeki sistem ve kanunları değiştirmesini istiyor. Ve Allah'ın, onun gibi dünyanın ücra bir köşesine değil, tüm evrene hükmettiğini ifade ediyor. Bunun üzerine kâfir kral verecek cevap bulamayarak mağlup ve rezil oluyor.

260) Bir zamanlar İbrâhîm de, "Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!" demişti. Allah, "İnanmadın mı ki?" dedi. İbrâhîm, "İnandım, fakat kalbim tüm soru işaretlerini gidererek rahata kavuşsun diye" dedi. Allah, "Hemen kuşlardan dördünü tut da onları kendine alıştır. Sonra her dağın üzerine onlardan bir parça bırak. Sonra da kuşları çağır, koşa koşa/hızlıca sana gelecekler. Ve bil ki, Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır" dedi.
259. âyet, 171. âyetin devamı olduğundan tahlili orada yapılmıştır.

Bu âyette insanlara, yeniden dirilmenin kanıtlarından biri, İbrâhîm peygamber aracılığıyla gösterilmektedir. Şöyle ki: ‘Kuşların İbrâhîm'e alışması ve çağırdığında gelmesi’ ile ‘ölünün dirilmesi’ arasında bir benzerlik kurulmuştur.

Âyetten anlaşıldığına göre İbrâhîm peygamber ölülerin diriltileceğine inanıyor, fakat kalbinin mutmain olmasını istiyordu. Bu âyetle insanlığa, tam bir imana sahip olabilmeleri için eksik bilgilerini tamamlamaları, sorgulamadan çekinmemeleri gerektiği mesajı verilmektedir. Özellikle de toplumun önüne çıkan kimselerin bilgili, becerili ve toplumu ikna edecek ölçüde zihinsel donanıma sahip olmaları gerekir. Aynı hususa Hûd sûresi'nde de dikkat çekilmişti:

17Artık dünyayı isteyenler, hiç Rabbinden açık bir belge üzere olan ve kendisini Rabbinden bir şâhitin takip ettiği ve de önünde bir önder ve rahmet olarak Mûsâ'nın kitabı bulunan kimse gibi midir? İşte böyle olanlar, Kur’ân'a inanırlar. Hangi karşıt gruptan olursa olsun kim Kur’ân'ı örtbas ederse, ona vaat edilen yer ateştir. İşte bütün bunlardan dolayı sen de Kur’ân'dan şüphe içinde olma. Kesinlikle o, Rabbinden bir hakktır/gerçektir. Fakat insanların çoğu iman etmiyorlar. [Hûd/17]

Bu hâdiseyle ilgili hayal mahsulü birçok hikaye icat edilmiştir ki bunlardan bir kısmını aktarıyoruz:

Hz. İbrâhîm'i böyle bir talepte bulunmaya itenin ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Denildi ki: "Yüce Allah o'na kendisini halil edineceğine dair vaadde bulunmuştu. O da buna dair bir alamet istedi." Bu açıklama es-Saib b. Yezid'e aittir. Bir diğer görüşe göre de Numruz'un, "Ben diriltir ve öldürürüm" demesi üzerine Allah'tan böyle bir istekte bulunmuştur. el-Hasen der ki: O bir leş görmüştü. Bunun yarısı karada yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanıyordu. Diğer yarısı ise denizde idi. Deniz hayvanları tarafından darmadağın ediliyordu. Hz. İbrâhîm bu leşin darmadağın olduğunu görünce bunun bir araya gelişini görmek istedi. Ne şekilde darmadağın olduğunu gördüğü gibi, ne şekilde bir araya getirildiğini görmekle kalbinin mutmain olması istediğinde bulundu. Bunun üzerine o'na, "Dört kuş al" buyurdu. Bu dört kuşun horoz, tavus, güvercin ve karga olduğu söylenmiştir. Bunu İbn İshâk ilim ehli birisinden nakletmektedir. Mücâhid, İbn Cüreyc, Atâ b. Yesar ve İbn Zeyd de böyle demiştir.

İbn Abbâs ise, karga yerine turna kuşunu zikreder. Yine İbn Abbâs'tan güvercin yerine kartal dediği de nakledilmiştir.

Hz. İbrâhîm emrolunduğu şekilde bu kuşları aldı. Bunların kafalarını kesti, sonra küçük parçalara böldü. Daha bir hayret verici olsun diye kanlarını ve tüylerini de katarak hepsinin etlerini birbirine karıştırdı. Daha sonra bu toplu karışımdan her bir dağın tepesine bir parça koydu, o da bu parçaları göreceği bir yerde durdu. Kestiği kuşların kafasını da elinde tuttu, sonra da, "Yüce Allah'ın izniyle geliniz!" dedi. Bu parçalar, kanlar, tüyler her birisi kendi bedenine doğru uçuştu, sonunda önceki hâli gibi bir araya geldi ve başsız kaldılar. Hz. İbrâhîm bir daha seslenince ayakları üzerine koşarak ona geldiler. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

İbrâhîm (a.s) kuşları kesip, onları parçalayarak, her dağın tepesine onların karışımından birer parça koyup da, sonra da onları çağırdığında, karışım içerisindeki her bir cüz kendi parçasına doğru uçmaya başladı. Bunun üzerine Hz. İbrâhîm'e, "Her parça kendi parçasına doğru koştuğu gibi, kıyâmet gününde de, her parça kendi parçasına doğru uçar. Böylece de bedenler teşekkül eder ve rûhlar onlarla birleşir" denildi.

Bu dört kuş, canlıların ve bitkilerin bedenlerinin kendisinden meydana geldiği dört esas rükne, asla işarettir. Bu işaret ise şöyledir: Sen, bu dört kuşu birbirinden ayırdedemediğin sürece senin rûhun rubûbiyyet göklerine ve kudsiyyet âleminin safalarına uçamaz, yükselemez.

İbrâhîm (a.s), özellikle bu dört kuşu seçip aldı. Çünkü tavus kuşu insanın kalbindeki zînet, makam ve yükselme sevgisine işarettir. Nitekim Hakk Teâlâ,
Nefsin isteklerini sevme insanlara süstü gösterildi (Âl-i İmrân/14) buyurmuştur. Kerkenez kuşu da, yemeye çok düşkün olmaya işarettir; horoz, şehvetperestliğe işarettir; karga da, derleyip toplamaya olan ihtiras ve tutkuya işarettir. Çünkü karganın, gece-gündüz uçup, çok soğuk günlerde bile bir şeyler toplama arzusu içinde olması, onun bu hırsından ileri gelmektedir. Burada şuna işaret edilmektedir: İnsan, nefsinin ve tercihinin şehvetini kırma; hırsını alt edip onu yenme ve başkaları için süslenmeyi terketme hususunda çaba sarfetmediği müddetçe, kalbinde Allah'ın celâlinin nûrlarından feyezan eden bir rahatlık duyamaz. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

Nakillerde görüldüğü üzere, İbrâhîm peygamber dört kuş alıp keserek tüylerini yolar ve onları parçalar, parçaları da birbirine karıştırır ve o karışımdan da bir kavle göre dört, diğer kavle göre yedi dağın başına birer parça koyar. Sonra çağırır, o kuşlar birleşmiş ve canlanmış olarak koşa koşa İbrâhîm peygambere gelirler. Oysa âyette böyle bir şeyden bahsedilmez. Eğer böyle olsaydı, 259. âyetin tahlilinde açıkladığımız gibi hâdise iman meselesi olmaktan çıkar, deneysel bilgi meselesi olurdu.

Burada kuşlar ile İbrâhîm arasında oluşan bağa dikkat çekilerek, Allah ile yarattıkları arasında da öyle bir bağın bulunduğu, bunun da ölümden sonra dirilmeye kanıt olduğu beyân ediliyor. Dirilmeye kanıt olarak birçok örnek verilmiştir. Kıyâmet/36-40, Ahkâf/33, Kaf/43, Rûm/50, Fâtır/9. âyetlere bakılabilir.
261) Mallarını Allah yolunda harcayan/başta yakınları olmak üzere başkalarının nafakalarını sağlayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, çok iyi bilendir.
262) Allah yolunda mallarını harcayan/başta yakınları olmak üzere başkalarının nafakalarını sağlayan, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve incitmeyen şu kimselerin mükâfâtları Rablerinin yanındadır. Onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
263) Örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekildeki söz ve bağışlamak, kendisini incitme, başa kakma izleyen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah zengindir/hiçbir şeye muhtaç değildir, yumuşak davranandır.
264) Ey iman etmiş kimseler! Allah'a ve son güne inanmadığı hâlde malını insanlara gösteriş için harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın. İşte onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağnak isâbet ettiği zaman, sağanağın cascavlak olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Ve Allah, kâfirler toplumuna; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenler topluluğuna kılavuzluk etmez.
265) Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için harcamada bulunanların/başta yakınları olmak üzere başkalarının nafakalarını sağlayanların durumu da kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti... Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi görendir.
266) Hiç biriniz ister mi ki kendisinin hurmalık ve üzümlüklerden bir bahçesi olsun, altında ırmaklar aksın, içinde her türlü ürünü bulunsun da, kendi üzerine de ihtiyarlık çökmüş ve zayıf soyu olsun. Derken ona ateşli bir bora isâbet ediversin de o bahçe yanıversin. İşte Allah, iyiden iyiye düşünürsünüz diye âyetlerini size böylece açığa koyuyor.
267) Ey iman etmiş kimseler! Kazandıklarınızdan, sizin için yerden çıkardıklarımızın temizlerinden Allah yolunda harcayın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olamayacağınız pis şeyleri vermeye yeltenmeyin. Ve şüphesiz Allah'ın çok zengin/hiçbir şeye muhtaç olmayan, övülen/övgüye lâyık bulunan olduğunu bilin.
268) Şeytân, sizi fakirlikle korkutur ve size çirkinliği-hayâsızlığı emreder. Allah ise, size Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaat eder. Ve Allah, bilgisi ve rahmeti sonsuz geniş olandır, en iyi bilendir.
245. âyette infak, "Allah'a ödünç verme" olarak nitelenmiş; birçok âyette de Allah'a verilen ödüncün kat kat ilavesiyle iade edileceği vaad edilmişti. Burada ise Allah'a ödünç verme, "infak" olarak nitelenmiştir. Daha evvelki âyetlerde üzerinde zikredilen infak, burada detaylı olarak açıklanmıştır. Yüce Allah açıklamaya güzel bir örnekleme ile başlamıştır:

* Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah vâsi'dir, alîm'dir.

* Allah yolunda mallarını bağışlayan, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve incitmeyen kimseler mükâfâtlarını Rabb'lerinden alacaklar. Onlara hiçbir korku olmayacak ve onlar üzülmeyecekler.

* Ma‘rûf söz [bir tatlı dil, güzel söz] ve bağışlamak, kendisini eza [incitme, başa kakma] izleyen bir sadakadan daha hayırlıdır.

* İnanmış kimseler, Allah'a ve son güne inanmadığı hâlde malını insanlara gösteriş için bağışlayan kimse gibi, sadakalarını başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmamalıdır.

* Böylesi kimselerin infakının durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağanak isâbet ettiği zaman cascavlak kalan kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler.

* Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için infakta bulunanların durumu, kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir cennetin/bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti ile bol bol ürün alırlar.

* Hiç kimse, ihtiyarladığı ve zayıf zürriyetinin bulunduğu bir esnada, hurmalık ve üzümlüklerden olan, altında ırmaklar akan, içinde her türlü ürün bulunan bahçesine ateşli bir bora isâbet etmesini ve bahçesinin yanmasını istemez.

* Mü’minler, kazandıklarının ve Allah'ın kendileri için yerden çıkardıklarının temizlerinden infak etmelidir.

* Kendilerinin beğenmedikleri pis şeyleri vermemelidir.

* Şeytân, infak edecek kimseleri fakirlikle korkutur ve onlara aşırılığı [çirkinliği-hayasızlığı] emreder. Onun için şeytânın oyununa gelinmemelidir.

* Allah ise, Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaad eder. Ve Allah vâsi'dir [ilmi ve rahmeti sonsuz geniş olandır], en iyi bilendir. Onun için inananlar Allah'a kulak vermelidir.

Bu âyetlerin iniş sebebine ilişkin şu bilgiler verilmektedir:

Rivâyet edildiğine göre bu âyet-i kerîme Osman b. Affan ve Abdurrahman b. Avf (r. anhuma) hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Rasûlullah (s.a) Tebük gazvesine çıkmak üzere ashâb-ı kiramı sadaka vermeye teşvik edince Abdurrahman b. Avf 4.000 (dirhem) getirip o'na dedi ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Benim 8.000 dirhemim vardı, kendim ve aile halkım için 4.000'ini alıkoydum, diğer 4.000'ini de Rabbime ödünç verdim." Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Alıkoyduğunda da verdiğinde de Allah bereket ihsan buyursun." Hz. Osman da şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Cihad için hazırlık yapamayanın hazırlığını ben üstleniyorum." İşte bu âyet-i kerîme bu ikisi hakkında nâzil olmuştur. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Yüce Allah'ın,
Allah yolunda mallarını infak edip de... buyruğunun Osman b. Affan hakkında nâzil olduğu söylenmiştir. Abdurrahman b. Semura dedi ki: Osman (r.a) Zorluk Ordusunun teçhizi için 1.000 dinar getirdi ve bunları Rasûlullah'ın (s.a) kucağına koydu. Elini o dinarlar arasına sokup evirip çevirdiğini ve şöyle dediğini gördüm: "Bugünden sonra İbn Affan'a ne yapacağının zararı olmaz. Allahım! Osman'ın bu gününü unutma."

Ebû Sa‘îd el-Hudrî de dedi ki: Peygamber'in (s.a), ellerini kaldırıp Hz. Osman'a şöyle dua ettiğini gördüm: "Rabbim! Şüphe yok ki ben Osman'dan razı oldum, Sen de ondan razı ol." Rasûlullah (s.a) tan yeri ağarıncaya kadar bu şekilde dua edip durdu ve nihâyet,
Allah yolunda mallarını infak edip de sonra o harcadıklarının arkasından başa kakmayan ve bir eziyet katmayanların Rabb'leri katındamükâfatları vardır... âyeti nâzil oldu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bu âyet, Hz. Osman ve Abdurrahman b. Avf (r.ahmuma) hakkında nâzil olmuştur. Hz. Osman Tebük Gazvesi "usre" [zorluk ve meşakkat] ordusunu, takımları ile beraber 1.000 deve ve 1.000 dinar vererek teçhiz etmiş, bunun üzerine Rasûlullah (s.a) ellerini göğe kaldırarak, "Ey Osman'ın Rabbi, ben Osman'dan razı oldum, Sen de ol" demiştir. Abdurrahman b. Avf ise, malının yarısı olan 4.000 dinarı tasadduk etmişti, Bunun üzerine, bu âyet-i kerîme nâzil oldu. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Âyetlere göre, Allah'a ödünç verirken veya infak ederken dikkat edilmesi gereken hususlar şöyle sıralanabilir:

* İnfakta bulunulan kişiye başa kakmak yoluyla veya başka bir yolla eziyet edilmemelidir.

* İnfakta bulunulan kimseye iyi sözler söylenmelidir.

* İnfakta bulunulan kimsenin sıkıntıda olduğu –infakta bulunacak olanlar hariç– kimseye söylenmemelidir.

Âyetteki,
İşte onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağanak isâbet ettiği zaman, sağanağın cascavlak olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Ve Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez ifadesiyle, yaptığı infakı başa kakan kimse bir örnekle kınanmış ve onun eline bir şey geçmeyeceği bildirilmiştir.

Âyetteki,
Kendinizin göz yummadan alıcısı olamayacağınız pis şeyleri vermeye yeltenmeyin ifadeyle de, kendisinin beğenmediği bir şeyi infak olarak vermemesi istenmektedir. Âyetin bu bölümü ile ilgili kaynaklarda şu bilgi verilir:

Bu âyeti kerîme Ensâr hakkında nâzil oldu. Ensâr, hurma kesme günleri gelince bahçelerinden taze hurmaları alır ve bunları Rasûlullah'ın (s.a) mescidinde iki direk arasına gerilmiş bir ipe asarlardı. Muhâcirlerin fakirleri de onlardan yerdi. Ensârdan birisi kötü, âdi hurmaları aldı ve taze hurma salkımlarının arasına koydu. Bunun caiz olduğunu sanıyordu. Böyle yapanlar hakkında Allah Teâlâ,
Bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin âyetini indirdi. [İbn Kesîr.]

Pasajın başında "bire yediyüz", sonunda da
Allah ise, size Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaad eder buyurularak infak yapanların ahrette bire yediyüz sevap kazanacakları, dünyada da bire yediyüz bolluğa kavuşacakları beyân edilmektedir.

Paragraftaki,
Şeytân, sizi fakirlikle korkutur ve size aşırılığı [çirkinliği-hayasızlığı] emreder ifadesiyle, şeytânın fakirlikle korkutmak sûretiyle infakı engellemeye çalışacağı (ilerideki âyetlerden anlaşılacağı üzere, infak yerine faizi yerleştirmeye çalışacağı) beyân edilmektedir.

269) Allah, dilediğine haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler verir. Ve kime haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler verilirse, gerçekten ona pek çok hayır verilmiştir. Kavrama yetenekleri olanlardan başkası da iyice düşünmez.
Bundan önceki âyette, Allah ise, size Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaad eder buyurulmuştu. Bu âyette ise, söz konusu bol ihsan zikredilmektedir. Kanaatimizce burada isim verilmeden Rasûlullah'a işaret edilmekte; kendisinin ve ailesinin sahip olduğu serveti Allah yolunda harcamasının sonucu olarak Allah'ın kendisine "hikmet" verdiğine, yani o'nu devlet başkanlığına yükselttiğine işaret edilmektedir.

Buradaki hikmetin, Rasûlullah'a özgü olan bir hikmet olduğu şu âyetlerden anlaşılmaktadır:

231Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini de bitirdiklerinde, artık onları ya ma‘rûf ile tutun veya ma‘rûf ile salın, haklarına tecavüz için zararlarına olarak onları tutmayın. Her kim bunu yaparsa kendi benliğine haksızlık etmiş olur. Allah'ın âyetlerini oyuncak da edinmeyin, Allah'ın üzerinizdeki nimetini, size kendisiyle öğüt vermek üzere indirdiği kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri hatırlayıp düşünün. Hem de Allah'ın koruması altına girin ve şüphesiz Allah'ın her şeyi en iyi bilen olduğunu bilin. [Bakara/231]

113Ve eğer senin üzerinde Allah'ın armağanları ve merhameti olmasaydı, kesinlikle onlardan bir akılsız, beyinsiz kesim seni saptırmaya çalışmıştı. Hâlbuki onlar, kendilerinden başkasını saptırmazlar ve sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana Kitab'ı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki armağanı çok büyüktür. [Nisâ/113]

164Andolsun ki Allah, mü’minlere kendilerinden, onlara Kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler. [Âl-i İmrân/164]

150,151Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Haram/dokunulmaz eğitim-öğretim kurumu tarafına çevir. Ve siz, her nerede olsanız, insanlardan, –onlardan şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermem gibi, size olan nimetimi tamamlamam için ve doğru yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü onun tarafına çevirin. Artık onlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymayın, Bana saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyun. [Bakara/150-151]

270) Nafaka cinsinden neyi harcamada bulunduysanız veya adak türünden ne adadıysanız şüphesiz Allah onu bilir. Ve kendi benliklerine haksızlık eden kimseler için herhangi bir yardımcı yoktur.
271) Sadakaları açıkça verirseniz, artık o, ne iyi olur; eğer onları gizlerseniz, fakirlere verirseniz de artık bu, sizin için daha hayırlıdır ve Allah, günahlarınızdan bir kısmını kapattırır. Ve Allah, işlemiş olduğunuz şeylere haberdardır.
272) Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru yola getirir. Ve hayırdan Allah yolunda harcamada bulunduğunuz/başta yakınlarınız olmak üzere başkalarının nafakalarını sağladığınız şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında harcamada bulunmazsınız. Ve hayırdan ne harcamada bulunursanız, o, size tastamam ödenecektir. Ve siz, haksızlığa uğratılmayacaksınız.
273) Allah yolunda harcamanız, yeryüzünde gezip dolaşmaya güç yetiremeyen kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirler için olsun. Utangaçlıklarından, bilmeyenler, onları zengin sanırlar. -Sen onları işaretlerinden tanırsın.- Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. Ve siz, hayırdan neyi harcarsanız, biliniz ki, şüphesiz Allah, onu çok iyi bilendir.
274) Mallarını her zaman, gizlice ve açıkça Allah yolunda harcayan kimseler; işte onların, Rableri nezdinde ödülleri vardır. Ve onlara herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmezler de.
Bu âyetlerde de infakla ilgili bazı ilkelere dikkat çekilmektedir:

* Allah, infak edileni ve adananı bilir.

* Zâlimler için herhangi bir yardımcı yoktur.

* Sadakaları açıkça vermek iyidir, fakat gizli olarak vermek daha iyidir.

* Allah, infakla kusurları kapatırır.

* Ve hayırdan infak edilen şeyler infak eden içindir.

* Allah rızasını gözetmenin dışında başka bir amaçla infak edilmemelidir.

* Hayırdan ne infak edilirse karşılığı Allah tarafından tastamam ödenecektir. Kimsenin hakkı yenmeyecektir.

* İnfak, yeryüzünde gezip dolaşmaya güç yetiremeyen, kendilerini Allah yoluna adamış olan, utangaçlıktan kendilerini bildirmeyen, yakından tanımayanların zengin sandığı, yüzsüzlük edip de dilenmeyen fakirlere yapılmalıdır.

* Mallarını gece ve gündüz [her zaman], gizlice ve açıkça infak eden kimseler, Rabb'leri tarafından ödüllendirilecekler, onlar için korku ve üzüntü olmayacaktır.

Âyetteki, Nafaka cinsinden neyi infak ettiyseniz veya adak türünden ne adadıysanız şüphesiz Allah onu bilir. Ve zâlimler için herhangi bir yardımcı yoktur ifadesi, hem teşvik hem de tehdit içeriklidir. Burada, Allah rızasının dışında bir amaçla infak edenler zâlimler olarak nitelenmekte; bunun onlara bir hayrının dokunmayacağı, onları Allah'ın cezalandırmasından kimse kurtaramayacağı ifade buyurulmakta; mü’minler de bu tiplere karşı tedbirli olmaya davet edilmektedir.

Âyette bahsi geçen
adak ise, "mecbur olmadığı hâlde, ibâdet cinsinden bir şeyi kişinin kendine zorunlu kılması" demektir.

Bu âyetlerin iniş sebebine ilişkin kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır:

Ashâb müşrik olan akrabalarına az da olsa sadaka vermekten hoşlanmıyorlardı. Bu konuyu sorduklarında kendilerine müsâde edildi ve,
Onları hidâyete erdirmek sana düşmez. Allah dilediğini hidâyete erdirir. Hayır namına ne infâk ederseniz kendinizedir. Zaten yalnız Allah rızâsını kazanmak için infâk edersiniz. Verdiğiniz her hayır tâm olarak size ödenir ve siz, hakksızlığa uğratılmazsınız âyet-i kerîmesi nâzil oldu. [İbn Kesîr.]

Sa‘îd b. Cübeyr mürsel olarak Peygamber'den (s.a) bu âyet-i kerîmenin nüzûl sebebine dair şunu rivâyet etmiştir: Müslümanlar zimmet ehli olan fakirlere sadaka veriyorlardı. Ancak müslümanlar arasındaki fakirler çoğalınca Rasûlullah (s.a), "Dinimize mensup olanlardan başkasına sadaka vermeyin" buyurdu. Bu âyet-i kerîme nâzil olarak İslâm dininden olmayanlara sadaka vermeyi de mübah kıldı. en-Nakkaş'ın zikrettiğine göre Peygamber'e (s.a) birtakım sadakalar getirilmişti. Yahûdinin biri gelerek, "Bana da bir şeyler ver" deyince, Peygamber, "Müslümanların sadakasından senin hakk ettiğin bir şey yoktur" buyurdu. Yahûdi fazla uzağa gitmeden,
Onların hidâyete ermesi üzerine borç değildir âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Rasûlullah (s.a) onu geri çağırdı ve ona bir şeyler verdi. Daha sonra Yüce Allah bunu sadakalara ait âyet-i kerîmeleri ile (zekâtın harcama yerlerini belirten Tevbe/60 âyetiyle) neshetti. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Âyet-i kerîme, Muhâcirlerin fakirleri hakkında nâzil olmuştur. Onlar kırk kişi kadar olan ve Medîne'de ne yurtları, ne de akrabaları bulunan Ashâb-ı Suffe idiler. Onlar Mescid-i Nebî'den ayrılmıyorlar, Kur’ân-ı Kerîm öğreniyorlar, oruç tutuyorlar ve her gazveye de iştirak ediyorlardı. İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) bir gün Ashâb-ı Suffe'nin yanında durur; onların fakirliğini ve buna rağmen şevklerini görünce onların gönüllerini hoş tutarak şöyle der: "Ey Ashâb-ı Suffe! Sevinin ve birbirinize müjdeleyin ki, benim ümmetimden her kim razı olarak sizin bulunduğunuz sıfat üzerinde olduğu hâlde benimle karşılaşırsa, muhakkak ki o, benim kendisiyle dirsek dirseğe olacağım arkadaşlarımdan olacaktır." [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

a) Hakk Teâlâ'nın,
(Sadakalar) kendilerini Allah yoluna vakfetmiş fakirler içindir âyeti nâzil olunca, Abdurrahmân ibn Avf, Suffe Ashâbına birkaç dinar; Hz. Ali (r.a) de geceleyin bir "vesk" hurma gönderir. Böylece Allah Teâlâ nezdinde, bu iki sadakanın en sevgilisi Hz. Ali'nin (r.a) sadakası olmuş olur. Bunun üzerine de bu âyet-i kerîme nâzil olur. Böylece de geceleyin verilen sadaka daha mükemmel olmuş olur.

b) İbn Abbâs (r.a) şöyle der: "Hz. Ali'nin (r.a) sadece dört dirhemi vardı. Böylece o, bunların birini geceleyin, birini gündüzün, birini gizlice ve diğer birini de aşikâre olarak tasadduk etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), "Seni, bu şekilde hareket etmeye sevkeden nedir?" dedi. Hz. Ali, "Rabbimin bana vaad ettiğini hakk etmek istemem" dedi. Hz. Peygamber de, "Rabbinin sana vaad ettiğini hakk ettin" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, bu âyet-i kerîmeyi indirdi. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Bu âyet-i kerîme [274. âyet] Hz. Ebû Bekr hakkında nâzil olmuştur. Çünkü o, 40.000 dinarın 10.000'ini gece; 10.000'ini gündüz, 10.000'ini gizli, 10.000'ini de açıktan tasadduk etmişti. [Zemahşerî,
el-Keşşâf.]

Bu âyetlerde mü’minlerin infak hususunda mü’min-kâfir ayırımı yapmamaları gerektiği ifade edilmektedir. Sadakalarda din-iman ayırımı yapılmamalı, yakınlardan başlanıp halka genişletilmelidir.

Âyetteki,
Yeryüzünde gezip dolaşmaya güç yetiremeyen, kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirler için olsun ifadesiyle de, öncelikle "eğitim-öğretim kurumlarındaki öğretmen ve öğrenciler ile ülke ve dini savunan askerler" kasdedilmektedir.

271. âyetteki,
ve eğer onları gizlerseniz, fakirlere verirseniz artık bu, sizin için daha hayırlıdır ifadesi, sadakanın gizli verilmesinin, açıktan verilmesinden daha faziletli olduğuna delalet eder. Çünkü bu, riyadan uzak olup, Allah'ın rızasını kazanma hususunda daha uygundur. Ayrıca bu uygulama, fakirin rencide olmasını da engeller.

Örnek olmak, başkalarını teşvik etmek için sadakanın açıktan verilmesi de makbuldür. Âyetteki iki ifade birleştirildiğinde, açıktan verilen sadakanın, fertlere doğrudan değil, bir kurum aracılığı ile verilmesi gerektiği anlaşılır ki böylece riya, minnet ve eziyet ortadan kalkar. Öyleyse sadaka, ferde gizli, kurumlara aşikâr verilmelidir.
275) O ribayı [emeksiz, risksiz, çalışıp çabalamadan kolayca elde edilen kazançları][#347] yiyen şu kişiler, şeytânın bir dokunuşuyla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu, şüphesiz onların, "Alış-veriş, riba gibidir" demeleriyledir. Oysa ki Allah, alış-verişi helâl, bu ribayı harâm kılmıştır. Kendisine Rabbinden bir öğüt gelip de yaptığından vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah'adır. Ve kim ki yeniden dönerse, işte onlar ateşin dostlarıdır. Onlar orada sürekli kalacaklardır.
276) Allah, ribayı yok eder, sadakaları da artırır. Allah, tüm aşırı nankör ve zaman kaybına neden olan/hayırda ağırdan alan/zarar veren/kusur oluşturan kimseleri sevmez.
277) Şüphesiz iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutan] ve zekat'ı; Allah'ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergiyi veren kişilerin Rableri katında mükâfâtları vardır. Ve onlar üzerine hiçbir korku yoktur, onlar üzülmezler de.
278) Ey iman etmiş kimseler! Eğer mü'minler iseniz, Allah'ın koruması altına girin ve ribadan kalanı bırakın.
279) Artık böyle yapmazsanız, o zaman Allah ve Elçisi'nden/kamu otoritesi tarafından size savaş olduğunu/bozuma uğratılacağınızı; perişan edileceğinizi bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. Haksızlık etmezseniz, haksızlığa da uğramazsınız.
280) Eğer borçlu, darlık içindeyse, kolaylığına kadar süre tanınmalıdır! Eğer biliyorsanız, sadaka olarak vermeniz, sizin için daha hayırlıdır.
281) Ve kendisinde Allah'a döndürüleceğiniz güne karşı Allah'ın koruması altına girin. Sonra da herkes kazancını tastamam alır. Ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.
Kaynaklarda, bu âyetlerin iniş sebebi hakkında aşağıdaki rivâyetler mevcuttur: [Âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi ile ilgili olarak) şöyle denilmiştir: Âyet-i kerîme Sakifliler dolayısıyla nâzil olmuştur. Bunlar Peygamber (s.a) ile, faiz alacaklarının onlara bağışlanacağı, faiz borçlarının da kendilerinden kaldırılacağı şeklinde ahidleşmiş idiler. Alacakları faizlerin vadeleri gelince, bunları tahsil etmek üzere Mekke'ye haber gönderdiler. Alacaklılar, Sakiflilerden olan Amr b. Umeyroğulları olan Abdeoğulları idi. Borçlular ise Mahzumlu Muğîreoğulları idiler. Muğîreoğulları, "Biz bir şey ödemeyiz, çünkü faiz kaldırılmıştır" dediler. Bu konudaki davalarını da Attab b. Esid'e (o zamanın Mekke valisine) götürdüler. O da durumu Rasûlullah'a (s.a) yazılı olarak bildirdi. Bunun üzerine âyet nâzil oldu. Rasûlullah (s.a) bu âyeti Attab'a yazılı olarak gönderince Sakif de bu âyeti öğrenmiş oldu ve bundan vazgeçti. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]]

Yüce Allah, faizli alacaklıların ödeme imkânı bulanlardan mallarını alabilecekleri hükmünü verdikten sonra ödemede zorluk çeken kimseler hakkında da, Eğer o darlık içinde ise... buyruğu ile kolaylıkla ödeyebilecekleri duruma kadar mühlet tanınmasını hükme bağlamaktadır. Çünkü Sakifliler Muğîreoğulları'ndaki alacaklarını isteyince Muğîreoğulları sıkıntı içinde olduklarından söz ettiler ve, "Hiçbir şeyimiz yok" dediler. Mahsullerinin alınacağı zamana kadar süre tanınmasını istediler. İşte bunun üzerine, Eğer o darlık içinde ise... âyeti kerîmesi nâzil oldu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bu, ribâ ile alış-veriş yapan Mekkelilere hitaptır. Mekke'nin fethi sırasında müslüman olduklarında, Allah Teâlâ onlara faizi değil de, sermayelerini geri almayı emretmiştir.

Mukâtil, bu âyetin Sakîf kabîlesi'nden dört kardeş; Mes‘ûd, Abdi Yâleyl, Hubeyb ve Rebîa hakkında nâzil olduğunu söylemiştir. Amr ibn Umeyr es-Sakâfî'nin oğulları olan bu kişiler, Muğîreoğulları'ndan borç alıp, onlara borç veriyorlardı. Hz. Peygamber (s.a) Taîf'i hükmü altına alınca bu kardeşlerin hepsi müslüman oldu. Sonra da Muğîreoğulları'ndaki faizlerini istediler. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi.

Âyet-i kerîme, Abbâs ile Osman ibn Affân (r.a) hakkında nâzil olmuştur. Onlar, daha sonra almak üzere parasını peşin vererek hurma alıyorlardı. Toplama zamanı geldiğinde, hurmanın bir kısmını alıyor, geriye kalan kısmını da bilâhere olmak üzere fazlasıyla alıyorlardı.

Bu âyet-i kerîme Abbâs ile Hâlid ibn Velîd hakkında nâzil olmuştu. Onlar daha sonra fazlasıyla almak üzere, peşin parayla ribâ yapıyorlardı. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Müfessirler bu âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında şunu zikretmişlerdir: Allah Teâlâ'nın,
Allah'a ve Peygamberi'ne karşı harbe (girmiş olduğunuzu) bilin âyeti inince Sakîfli o dört kardeş, "Biz Allah'a döner, O'na tevbe ederiz. Çünkü biz, Allah ve Rasûlü'yle harbedemeyiz" dediler ve Muğîreoğulları'ndan sadece ana paralarını istediler. Bunun üzerine Muğîreoğulları, ellerinin darlığından şikâyet ederek, "Ücretleri alıncaya kadar bize mühlet tanıyın" dediler. Onlar, mühlet tanımayı kabul etmeyince, Cenâb-ı Hakk, Eğer (borçlu) darlık içinde bulunuyorsa, ona eli genişleyinceye kadar mühlet verin âyetini indirdi. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

Âyetlerin doğru anlaşıbilmesi için doğrudan Kur’ân'a yönelmek gerekir. Bu nedenle tahlilimize, yukarıdaki âyetlerdeki ilkelerin tesbitiyle başlıyoruz:

* Riba yiyen kişiler, şeytânın çarptığı kişinin kalkışı gibi kalkarlar.

* Onların bu duruma düşmelerinin sebebi, "Alış-veriş, riba gibidir" demeleridir.

* Oysa Allah, alış-verişi helâl, ribayı harâm kılmıştır.

* Kendisine Rabbinden bir öğüt gelip de ribadan vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah'a aittir.

* Bundan sonra riba yemeye devam edenler, ateşin dostlarıdır, orada sürekli kalacaklardır.

* Allah, ribayı yok eder, sadakaları artırır.

* Allah, aşırı nankör ve günahkârların hiç birini sevmez.

* İman eden ve sâlihatı işleyen, salâtı ikâme eden ve zekâtı verenlerin Rabb'leri katında mükâfatları vardır. Ve onlar üzerine hiçbir korku yoktur, onlar üzülmezler de.

* Gerçekten iman eden kimseler, Allah'a takvâlı davranmalı ve ribadan vazgeçmelidirler.

* Ribadan vazgeçmeyenlere, Allah ve Elçisi/kamu otoritesi savaş ilan eder.

* Ribadan vazgeçenler, sermayelerini alabilirler, böylece de zarara uğramamış olurlar.

* Borçlu darlık içindeyse, ana para için de mühlet verilmelidir. Ama ana paranın da sadaka olarak verilmesi daha iyidir.

* Bu hükümlere uyanlar, kazançlı çıkarlar, âhirette hakk ettiklerini tastamam alırlar, kesinlikle zarara sokulmazlar.

"Artma, çoğalma, şişme" demek olan
riba, [Lisânu'l-Arab; c. 4, s. 54-56, "Rbv" mad.] Türkçe'deki "faiz" anlamına geldiği gibi, bir hukuk terimi olarak, değiş-tokuşlarda taraflardan birinin hakkı kabul edilen ve sözleşme esnasında şart koşulan "karşılıksız fazlalık" anlamında da kullanılır. Yani riba, sadece parasal işlemlerdeki artışları değil, mal takasıındaki artışları da kapsar.

Nitekim klasik kaynaklarda Kur’ân'ın indiği dönemde Araplar arasında, biri "nesi’e ribası", diğeri de "fazlalık ribası" olmak üzere iki tür riba uygulaması olduğu bildirilmektedir:

A) Nesi’e ribası [vade faizi]; câhiliye devrinde daha yaygın olarak uygulanan riba türü olup, belirli bir vade ile verilen ödünç para veya mal karşılığında, vade boyunca her ay alınana ya da vade sonunda alınan fazlaları [faizi] ifade eder.

B) Fazlalık ribası; aynı cinsten olan malların peşin olarak birbiriyle değiştirilmesi sırasında gram, litre, aded gibi miktar cinsinden ortaya çıkan fazlalık kısmı ifade eder.

Bu iki riba arasında, "nesi’e ribası"nın vadeli işlemlerden, "fazlalık ribası"nın ise peşin işlemlerden kaynaklanıyor olması sebebiyle bir fark vardır. Ama her iki riba da, taraflardan birinin "karşılıksız fazla" bir şey elde etmesi esasına dayanır.

Kelime anlamının tesbitinden sonra, yukarıdaki pasajın ana konusu olan "riba"nın doğru anlaşılması yolunda atılması gereken ikinci adım, 275. âyette yer alan "riba yemek" ve "şeytânın çarpması" ifadelerinin tahliline yönelik olmalıdır:

RİBA YEMEK

275. âyetteki,
O ribayı yiyen şu kişiler... ifadesi, riba doğuran işlemlerle mallarını arttıran kimselere işaret etmektedir. Riba yemek de, alınan fazlalıkların bizatihi yenilmesi değil, onlardan faydalanılması anlamındadır.

ŞEYTÂNIN ÇARPMASI

Önce şu ayetlere göz atalım:

71,72De ki: "Allah'ın astlarından bize yarar sağlamayan ve zarar vermeyen şeylere mi yakaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, kendisinin ‘Bize gel!’ diye doğruya ve güzele çağıran arkadaşları varken şeytanların kendisini ayartıp yeryüzünde şaşkın dolaşır hâle getirdiği kimseler gibi gerisin geri mi döndürülelim?" De ki: "Şüphesiz Allah'ın doğru yolu, gerçek doğru yolun ta kendisidir. Ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla ve salâtı; mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturunuz-ayakta tutunuz ve O'nun koruması altına giriniz’ diye emrolunduk. Ve Allah, sadece Kendisine toplanacağımız kimsedir." [En‘âm/71-72]

83Görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Şüphesiz Biz şeytanları, kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler üzerine gönderdik. Onları kışkırttıkça kışkırtıyorlar. [Meryem/83]

275O ribayı [emeksiz, risksiz, çalışıp çabalamadan kolayca elde edilen kazançları] yiyen şu kişiler, şeytânın bir dokunuşuyla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu, şüphesiz onların, "Alış-veriş, riba gibidir" demeleriyledir. Oysa ki Allah, alış-verişi helâl, bu ribayı harâm kılmıştır. Kendisine Rabbinden bir öğüt gelip de yaptığından vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah'adır. Ve kim ki yeniden dönerse, işte onlar ateşin dostlarıdır. Onlar orada sürekli kalacaklardır. [Bakara/275]

Âyetin orijinalindeki, لايقومون الا كما يقوم الّذى يتخبّطه الشّيطان من المسّ [
lâ yeqûmûne illâ kemâ yeqûmullezî yetehabbetühü'ş-şeytânü mine'l-messi] ifadesi, "şeytânın dokunuşuyla düşürdüğü, aklını azalttığı, normal durumunu bozduğu kimse gibi" demek olduğu hâlde müfessirler tarafından "şeytânın çarptığı kimse" olarak meallendirilip geçilmiştir. Hâlbuki insanların, "Şeytânın aklı azaltması, düşürmesi, normal durumu bozması nedir?" diye düşünmelerini sağlamak için orijinal anlamın aynen verilmesi çok daha iyi olacaktır.

Halk dilinde, kişinin ağzının, yüzünün eğilmesi durumuna, "şeytân çarpması" denmektedir. Meselâ, yüz felci geçiren kişi de bu anlamda, "şeytân çarpmış" olarak nitelenmektedir. Halk arasında yaygınlaşmış olan bu anlamdaki bir çarpılmanın, Kur’ân'da bahsedilen "şeytân çarpması" ile bir alâkası yoktur. Halk arasında "şeytân" sözcüğünün yanlış anlaşılması, doğal olarak "şeytân çarpması"nın da yanlış anlaşılmasına yol açmaktadır.

Kur’ân'ın bildirdiği şeytân çarpması, yukarıdaki âyetlerde tanıtılmış olan şeytânî karakterdeki insanların bu olumsuzlukları bir kişiye telkin edip onu kontrol altına almasıdır. Yani, şeytânî özellikte olan şeylerin bir kişiyi ele geçirmesidir ki bu durumda o kişiyi şeytân çarpmış demektir. Şeytânın çarptığı bir kişi ise;

* Allah'a karşı gelir.

* Hayâsızdır, edepsizdir, kötüleşmiştir.

* Hakksız kazanç peşinde koşar.

* Bilmediği şeyleri konuşur.

* Fakirlikten, fakir düşmekten korkar.

* Savurgandır.

* Kuruntuludur, şımarıktır, kışkırtılmıştır.

* Aldanmıştır.

* Azmıştır, çevresiyle arası bozulmuştur.

* Dönektir.

* Bilgilenmeye, aydınlanmaya kapalıdır.

Herhangi bir insanın yukarıdaki özellikleri taşıyor olması, onun bu hâle şeytân tarafından getirildiğini gösteren temel ölçüttür. Bu özellikleri taşıyan kişiler ise, "Onu şeytân çarpmış", "Onu şeytân oyununa getirmiş, aklını azaltmış, düşürmüş" şeklinde tasvir edilirler.

Geçimlerini faiz yiyerek/tefecilik yaparak kazanan kimseler, aslında varlıklarını şeytânın kontrolüne girerek sürdüren ve bu şekilde ayakta kalan kimselerdir. Bu kişiler, Bakara/279'daki ifade ile, "Allah ve Elçisi'ne savaş açmış" kimselerdir. Bu konuyu iyi anlamak için, 279. âyetin bulunduğu tüm pasajın [261-281. âyetler] bir bütünlük içerisinde okunup düşünülmesi gerekir. Bu pasajda konu, muhtaçlara karşılıksız yardım [sadaka, infak] ile muhtaçları sömürü [ribâ/faiz] arasındaki karşıtlık ilişkisi içinde açıklanmaktadır.

Tefsircilerin pek çoğu 279. âyetin ihtarını kıyâmet gününe hamledip, "Faiz yiyenler kıyâmet günü, saralılar gibi dengeleri bozulmuş/şeytân çarpmış gibi kalkarlar ve bu hâlleriyle faiz yiyenlerden oldukları belli olur" şeklinde açıklamışlardır. Hâlbuki âyetin zâhirî [sözel] manası, böyle değildir. Olay tamamen dünya ile ilgilidir. Bize göre bu hatalı yorumlar, şeytân ve şeytân çarpması ifadelerinin, Kur’ân dışı kabullerinden kaynaklanmaktadır. [Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 465-480.]

275. âyetten; şeytân çarpmış/şeytânın oyununa gelmiş kimselerin bu duruma, "Alış-veriş riba gibidir" demeleri yüzünden düştükleri anlaşılmakta, bir başka ifadeyle, onlar kendilerini bu şekilde kandırdıkları için "şeytân çarpmış" diye nitelenmektedirler. Bu kişilerin "alış-veriş" ile "riba"yı aynı görmelerinin, kendilerine göre mantıklı bir gerekçesi olmalıdır ki bu da, alış-verişte de, riba doğuran işlemlerde olduğu gibi kazanç sağlama amacının güdülmesi ve alış-verişle sağlanan kazancın da, varlıklarda bir artış meydana getiriyor olmasıdır.

Allah ise buna karşılık önce, "alış-veriş"i helâl kılmak sûretiyle "alış-veriş"in tüm sonuçlarıyla meşru olduğunu ilân etmiş; sonra da, "er-riba"yı harâm kılarak ribanın, ödünç verme ve mal takası işlemlerinde taraflardan birinin elde ettiği "karşılıksız fazlalık" olduğunu belirtmiştir.

YASAKLANAN ER-RİBA

Riba, daha önceki ümmetlere de harâm kılınmıştır. Kitab-ı Mukaddes'te ifade şöyledir:

Kardeşinize para, yiyecek ya da faiz getiren başka bir şey ödünç verdiğinizde, ondan faiz almayacaksınız. Yabancıdan faiz alabilirsiniz ama kardeşinizden almayacaksınız. Böyle yapın ki, mülk edinmek için gideceğiniz ülkede el attığınız her işte Tanrınız Rabb sizi kutsasın. [Tesniye, 23:19-20.]

Kardeşlerim, adamlarım ve ben ödünç olarak halka para ve buğday veriyoruz. Lütfen faiz almaktan vazgeçelim! [Nehemya, 5:10.]

Halkıma, aranızda yaşayan bir yoksula ödünç para verirseniz, ona tefeci gibi davranmayacaksınız. Üzerine faiz eklemeyeceksiniz. [Çıkış, 22:25.]

Ama altını kıble edinen Yahûdiler, yasaklanmış olmalarına rağmen riba konusunda da her yolu mübah saymışlardır:

160,161Sonra da Yahudileşen kimselerden olan haksız davranışlar, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde riba almaları [emeksiz, hizmetsiz, risksiz kazanç sağlamaları] ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve Yahudileşenlerden kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olanlara can yakıcı bir azap hazırladık. [Nisâ/160-161]

"Yahûdileşen kimseler" olarak isimlendirilen kimseler, sağladıkları bu tür kazançlardan mahrum olmak istemedikleri için konulan yasağa direnmişler ve ribanın, alış-verişten sağlanan kazançtan bir farkı olmadığını ileri sürmüşlerdir.

Oysa, alış-veriş ile riba doğuran işlemler arasındaki farkları görmek için, iki işlemin hangi aşamalardan geçtiğini kaba hatlarıyla gözden geçirmek yeterlidir:

A) Alış-veriş yaparak kazanç sağlamak isteyen kişi, önce bir malı satın alarak o malın sahibi olur. Riba doğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayan kişi ise, sahibi bulunduğu para veya malı ödünç vermek için, bu para veya mala ihtiyaç duyan birini arar veya ihtiyaç sahibinin kendisini bulmasını bekler.

B) Alış-veriş yaparak kazanç sağlamayı isteyen kişi, sahibi olduğu malın alış fiyatı üzerine, elde etmeyi düşündüğü kârı ilâve ederek bir satış fiyatı belirler. Bu kârın içinde, malın alışından itibaren yapılan masraflar ile kişinin yaptığı bu hizmete karşılık biçtiği ücret vardır. Riba doğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayan kişinin ise, belirlediği riba miktarına kaynak olacak ne bir masrafı ne de değer biçeceği bir hizmeti vardır.

C) Alış-veriş yaparak kazanç sağlamak isteyen kişi malını, kendi belirlediği fiyata göre değil, piyasada oluşan fiyata göre satar. Riba doğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayan kişi ise sözleşmesini, kendi belirlediği riba miktarı üzerinden yapar.

Görüldüğü gibi, alış-verişle kazanç sağlamak isteyen kişi ile riba yoluyla kazanç sağlamayı planlayan kişi, yukarıdaki aşamaları farklı davranışlarda bulunarak gerçekleştirirler ve farklı sonuçlar elde ederler:

* Alış-verişle kazanç sağlamak isteyen kişi, eylemli olarak gerçekleştirdiği iki hukukî işlemle, söz konusu malı üreticiden alarak tüketiciye ulaştırır. Bu kişinin belirlediği kâr, verdiği hizmete karşılıktır, ama bunun da garantisı yoktur, risk her zaman mevcuttur.

* Riba yoluyla kazanç sağlamayı planlayan kişi ise, sözleşme imzalamak sûretiyle eylemsiz yaptığı bir hukukî işlemle, herhangi bir masraf ve hizmet karşılığı olmadan belirlediği fazlayı, vade süresince almayı sürdürür. Riski, ödünç alanın ödeyemez duruma gelmesidir ki bu ahval de muhtemelen önceden düşünülmüş ve risk, rehin veya kefil yoluyla bertaraf edilmiştir.

Alış-veriş ile riba doğuran işlemler arasındaki bu önemli farklar, sadece ticarî alanda değil, sanayi ve tarım sektörlerinde emek harcanarak yapılan üretim faaliyetleri için de söz konusudur. Yani, kol gücü ve beyin gücü ile meydana getirilmiş bir üretimin satışından elde edilen kâr ile, borç para vererek borçlunun serveti, emeği üzerinden sağlanan fazlalık bir tutulamaz.

Yukarıda sayılan farklar, bir cümle ile şöyle ifade edilebilir: Alış-verişteki, sanayideki, tarımdaki emek, "yapıcıdır" ve bu emek karşılığı elde edilen kâr helâldir, riba doğuran işlemler sonucu elde edilen fazlalık ise "yıkıcıdır" ve bu yolla sağlanan kâr harâmdır.

Bu mukayeseden hareketle, yasaklanan ribanın özellikleri hakkında şunları söylemek mümkündür: Yasaklanan "er-riba", herhangi bir masraf veya hizmet karşılığı olmadan alınan [ödeyenin kazancına risksiz bir şekilde ortak olmak anlamına gelen] ribadır. Başka bir deyişle, "karşılıksız" ve "risksiz" olan "fazlalık" yasaklamıştır.

"ER-RİBA"NIN YASAKLANMA SEBEBİ

Bu soruya cevap ararken hatırdan çıkarılmaması gereken bir âyet vardır:

39Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka şey yoktur. [Necm/39]

Yukarıdaki âyette, emeksiz-risksiz elde edilen kazancın bir değeri bulunmadığı bildirilmektedir. Başka âyetlerde ise, bu tür kazanç elde etmek, "malların hakksız yolla yenmesi" olarak tanımlanmakta ve "insanların kendilerini öldürmesi" olarak nitelenmektedir:

188Aranızda mallarınızı da bâtıl sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını, bilerek ve günah ile yemek için hâkimlere aktarmayın. [Bakara/188]

29Ey iman etmiş kişiler! Mallarınızı –kendi rızanızla yaptığınız ticaret şekli hariç olmak üzere– aranızda haksız yolla yemeyin, kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size çok merhametlidir. [Nisâ/29]

Bir şeytân emri, bir tehlike olduğuna dikkat çekilen bu tür davranışlardan, insanların kendilerini ancak infak yaparak kurtarabilecekleri bildirilmiştir:

268Şeytân, sizi fakirlikle korkutur ve size çirkinliği-hayâsızlığı emreder. Allah ise, size Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaat eder. Ve Allah, bilgisi ve rahmeti sonsuz geniş olandır, en iyi bilendir. [Bakara/268]

195Ve Allah yolunda malınızı harcayın, kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin-güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri-güzelleştirenleri sever. [Bakara/195]

Bunlardan başka Allah, mal ve servetin, belli bir zümrenin kontrolünde bulunmasını da istememektedir:

7,8Allah'ın, o kent halkından, Elçisi'ne verdiği fey'ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler], içinizden yalnız zenginler arasında devlet; gücün getirdiği refah olmasın diye Allah'a, Elçi'ye, yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın armağan ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'ın koruması altına da girin. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır. [Haşr/7-8]

Yukarıdaki âyetlerden anlaşılacağı üzere Yüce Allah, mal ve servet verdiği kimselerin, ellerinde tuttukları fazlalıkları muhafaza etmelerine veya daha da arttırmalarına imkân veren davranışlardan kaçınmalarını, kendilerine verilen bu fazlalıkları infak yoluyla harcamalarını, kişilerin gerçek kazançlarının ancak çalışıp didinerek elde edilenler olması sebebiyle boşu boşuna karşılıksız kazanç sağlama girişiminde bulunmamalarını istemekte, aksi davranışların ise "insanların kendi kendilerini tehlikeye atmaları", hatta "birbirlerini öldürmeleri" anlamına geleceği ihtarını yapmaktadır.

Bu noktada, her müslümanın, Allah'ın helâl kıldığı "alış-veriş"in ve harâm kıldığı "riba"nın kapsamları üzerinde iyice düşünmesi gerekir. Çünkü, ribadan vazgeçmeyenlerin, "Allah ve Elçisi'nin kendilerine savaş açmış olduğu kimseler" olarak ilân edilmesi sebebiyle mesele büyük önem taşımaktadır. Allah ve Elçisi'yle savaşan birinin ise, Allah ve elçilerinin mutlak gâlip gelecek olmaları sebebiyle, mahv u perişan olacağı kesindir:

21Allah: "Elbette, Ben ve elçilerim galip geleceğiz" diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır. [Mücâdele/21]

"ER-RİBA"NIN KAPSAMI

Bu önemli konudaki kapsam belirleme tahliline, Kur’ân'ın indirildiği dönemde uygulanmakta olan riba çeşitlerinden başlamakta yarar görüyoruz.

İster paraya, ister mala bağlı olsun "nesi’e ribası"nın bütün işlemlerinde, verilen ve geri alınan para veya mal miktarları arasındaki fark, vade sebebiyle oluşturulduğundan, yani bu riba çeşidi, vadeye bağlı bir ödünç verme işleminden kaynaklandığından, bu kapsamdaki işlemlerden sağlanan kazançlar tam anlamıyla "karşılıksız fazlalık" hükmündedir, dolayısıyla da "er-riba"dır. Örnek olarak, ödünç olarak verilen para karşılığında ana paranın haricinde alınan her türlü fazlalık, nasıl "er-riba" ise, elindeki 10 kile buğdayı ödünç verip, altı ay sonra 12 kile buğday almak da "er-riba"dır.

"Fazlalık ribası"nın söz konusu olduğu mal takasında ise, ortaya bir "karşılıksız fazlalık"ın [er-riba'nın] çıkması, mantığa uygun görünmemektedir. Çünkü ister farklı, ister aynı cinsten olsun iki malın takas edilmesinde işlem, o malların ederleri ölçü alınarak yapılacağı için, böyle işlemlerde taraflardan herhangi biri lehine "karşılıksız fazlalık" oluşması anlamsızdır. Meselâ, 1 kg. hurmanın ederi 20 TL, 1 kg. sofralık zeytinin ederi 10 TL ve 1 kg. yağlık zeytinin ederi 5 TL ise, elindeki 1 kg. hurma ile zeytin almak isteyen kişi, ya 2 kg. sofralık zeytin veya 4 kg. yağlık zeytin alacaktır. Böyle bir işlemde miktarlar arasındaki farkların "karşılıksız" olduğunu söylemek mümkün değildir. Veyahut, elindeki 1 kg. sofralık zeytini yağlık zeytinle takas etmek isteyen kişi, 2 kg. yağlık zeytin talep edecektir. Çünkü ederi yüksek olan malın sahibinin, kendi malının bir ölçeğine karşılık, ederi düşük olan maldan daha fazla ölçekte mal talep etmesi kadar doğal bir şey yoktur. Kaldı ki, ederi yüksek olan malın sahibi, böyle bir takası tercih etmeyip alış-veriş yoluyla önce kendi malını para ile satsa, sonra da diğer malı başkasından parayla satın alsa, ederi düşük olan maldan yine aynı ölçekte alacaktır. Yani, ortada herhangi bir aldatma veya aldanma yoksa, bu takas ticarî bir alış-veriştir. Dolayısıyla da, aynı cins malların takası sırasında, miktarlar arasında kalite sebebiyle ederi yüksek mal sahibinin lehine oluşan farkın "er-riba" olarak değerlendirilmesi mümkün değildir.

Bizce "er-riba"nın en başta gelen ögesi, ister parayla ister malla olan ödünç verme işlemlerinde alınan fazlalıktır. Faizin, harâm kılınan riba kapsamı içinde olduğu hususu tartışmasız olmasına rağmen, bazıları günümüzdeki faizli muamelelerin, "zaruret hâli" istisnâsı gibi mütalâa edilip edilmeyeceğini tartışmaya açmışlar ve faizi; "paranın, enflâsyon karşısında değer kaybını önler" veya "paranın kirasıdır" gibi birtakım düşüncelerle yasak kapsamı dışına çıkarma gayreti içine girmişlerdir. Allah'ın yasaklamış olmasına aldırmayan bazı kişiler ise faizin, ekonomik gelişmenin en önemli araçlarından biri olduğunu iddia etmişlerdir. Hâlbuki faizin nasıl bir belâ olduğunu anlamak için yakın târihimize bakmak yeterlidir:

Osmanlı Devleti, ilk kez 1854'te Kırım savaşı'nın getirdiği mâlî yükü hafifletmek amacıyla istikraz [tahvil çıkarma] yoluyla dış borç aldı. Dış borçlar, yatırım alanı arayan Avrupa sermayesinin özendirmesi ve bazı yenilikler için yapılan harcamalar nedeniyle hızla arttı. 1854-74 arasında 15 kez istikraz yoluyla dış borç alındı. Borcun toplamı 5.297.676.000 altın franka, bunların yıllık faizi de 300.000.000 franka ulaştı. Osmanlı Devleti bu borçların faizlerini bile ödeyemez duruma düşünce, Ekim 1875'te, vadesi gelen taksitlerin yarısını ödeyeceğini açıkladı. Ama bu taksitleri de ancak üç ay ödeyebildi ve Mart 1876'da ödemeler bütünüyle durdu. Osmanlı hükümeti daha sonra Galata bankerlerinin verdiği kısa vadeli borç ve avanslardan oluşan iç borç ödemelerini de durdurdu. 22 Kasım 1879'da imzalanan anlaşmayla bu borçların faiz ve anaparası karşılığı olarak damga, müskirat, balık avı, tuz ve tütün resmi 10 yıl süreyle alacaklılara bırakıldı. [
Ana Britannica, c. 11, s. 22.]

Osmanlı İmparatorluğu örneğinde olduğu gibi, devletlerin borcunu ve o borcun faizini, ondan yararlanmayan halk ödemektedir. Hatta, batan kredi kurumlarının borçlarının devlet kasasından ödenmesi sûretiyle, bir kısım mevduat sahiplerinin kurtarılması yükü de tamamen halka yüklenmektedir. Bunlar ise, "zulüm"den başka bir kelime ile açıklanması mümkün olmayan durumlardır.

"er-Riba"nın bir numaralı unsuru olan faiz, bireyler üzerinde de maddî-manevî öldürücü etkiler doğurmaktadır:

* Faiz, insanları çalışmaktan alıkoyar.

Çünkü imkânı olan kimseler, paralarını faize vermek sûretiyle emeksiz, risksiz kazanç sağlayacaklarından, çalışmaya gerek duymazlar. Bu durum, toplumsal hareketliliğin düşmesine ve verimliliğin azalmasına yol açar. Zira borçlu çalışır ve kazanır, ama onun çalışarak elde ettiği kazançtan, faiz alan kişi de çalışmadan beslenir. Oysa bir ülkenin refahının artması, ancak her alanda daha fazla çalışmak ve daha fazla üretmek ile mümkün olabilir.

* Faiz, yardımlaşma ve dayanışmayı ortadan kaldırır.

Faiz gibi emeksiz ve risksiz kazanç, genellikle insanları bencilliğe iter. Dolayısıyla, mal ve servet sahipleri, ihtiyacı olan kardeşlerine yardım etmek yerine faize yatırmayı tercih ederler. Allah'ın emrettiği "ihtiyaç sahiplerine yardım" yolunun açılması için, faizle elde edilecek kazanca itibar edilmemesi gerekir.

* Faiz, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapar.

Yüksek oranlı ve uzun süreli enflâsyon dönemlerinde spekülâtif yatırım yapanlar hariç, borç alıp faiz ödeyenin zengin olduğu görülmüş bir şey değildir. Çünkü faiz oranları, elinde parası olanlar tarafından belirlenir ve bu kişiler faiz oranlarını, içinde bulunulan ekonomik ortamın imkân verdiği kazanç oranlarındaki aslan payını kendileri alacak şekilde belirlerler. Yani faiz oranları, o ortamda sağlanabilecek ortalama rantın daima büyük kısmına tekabül eder. Dolayısıyla, faizle borç alan yatırımcının zengin olmasına değil, ancak geçinmesine, başka bir ifade ile ancak borçlanmayı sürdürebilmesine izin verilir. Eğer borç alan yatırımcı değil de ihtiyaç sahibi, yani fakirse, bu kişinin faiz ödeyerek daha da fakirleşeceği zaten ortadadır. İşte bu yüzden; toplumda küçük bir azınlığın refah, çoğunluğun ise yoksulluk içinde yaşamalarını sağlayan ve sürekli kılan bir ortamın sebebi olduğu için faiz, fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapar. Ama iş bununla bitmez, bu tarz bir düzenin, çoğunluğu teşkil eden dar gelirliler bakımından giderek cehenneme dönüşmesi kaçınılmazdır. Çünkü böyle toplumlardaki faizci zenginler, zenginleştikçe hayatlarından ve servetlerinden daha fazla endişe eder hâle gelirler ve onları koruyabilmek için de daha değişik zulüm yollarına başvururlar.

* Faiz, şükretmeye engel olur, kişiyi Allah'a karşı nankör yapar.

Allah tarafından fazlalıklı kılınmış varlıklı kimselerin, bu fazlalıklarının karşılığını zekât, sadaka ve infak yollarıyla ödeyerek Allah'a şükretmeleri gerekir. Ama kolay, emeksiz ve risksiz bir kazanç olan faizin cazibesine kapılan insan, Allah'ın kendisine verdiği nimetlerin karşılığını Allah'ın gösterdiği adreslere iletmek yerine faize meyleder ve tuzağa düşüp bu görevleri yerine getirmez. İnsanın bu yanlışa düşme ihtimalinin yüksek olduğunu çok iyi bilen Rabbimiz, Allah, ribayı yok eder, sadakaları da artırır. Allah, tüm çok nankör ve günahkâr kimseleri sevmez (Bakara/276) ifadesiyle, faizi de kapsayan ribanın kimseye hayır ve bereketinin olmayacağı, çünkü Kendisinin onu yok edeceği tehdidi ile birlikte sadaka ve infakın dünya ve âhirette kat kat iade edileceğini vaad etmiş, böylece insanların nankörlüğü değil, şükrü tercih etmeleri gerektiğini bir kez daha hatırlatmıştır. Aynı mesele Kur’ân'da, "Allah'ın yaklaşma dediği ağaçtan Âdem'in tatması ve hemen istifçiliğe başlaması" şeklinde temsilî olarak da anlatılmıştır.

Faiz, başta psikolojileri olmak üzere kişilerin iş hayatlarının, geçimlerinin ve aile düzenlerinin alt üst olmasına yol açmaktadır. Böyle bireylerin toplum içinde giderek çoğalması da toplumu adım adım tehlikeye yaklaştırmaktadır. Faizin kölesi hâline gelmiş bir toplum ise, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini tüketmesi sonucunda sömürgeleşmeye maruz kalmaya mahkumdur. Evet faiz, fakirlerin köle, ülkelerin de sömürge hâline gelmesinde en büyük etkenlerden biridir.

Ancak, "er-riba", faize indirgenemez. Çünkü yukarıda saptadığımız gibi "karşılıksız" ve "risksiz" her fazlalık yasaklamıştır. Dolayısıyla Müslümanların, sadece faizden uzak durup, "er-riba" kapsamına giren diğer karşılıksız fazlalıkların harâm olmadığını düşünerek kendilerini kandırma hatasına düşmemeleri gerekir. Fakat ne yazık ki insanlar için "er-riba" vazgeçilmez hâle gelmiş, bu tatlı kazancı bırakmak istemeyenler, "er-riba"yı faize indirgemek ve yedikleri "er-riba"yı da muamele-i şer’iyye denilen uygulamalarla faiz görüntüsünden çıkarmak sûretiyle, yaptıklarının, Allah'ın yasakladığı "er-riba" kapsamında olmadığına kendilerini inandırmışlardır.

Eğer söylenenler doğru ise, muamele-i şer’iyye denilen ve "Alacaklı tarafın borçludan, faiz sayılmayacak bir menfaat elde etmesini temin için yapılması gereken işlem" olarak tarif edilen bu çeşit uygulamalara dayanak teşkil eden fıkhî çözümlerin (!) bulunuşu, 700'lü yıllara kadar gitmektedir. Çeşitli usûller ihtiva eden bu uygulamalardan biri şöyledir: Para sahibi, vadeli olarak vereceği 10 dirheme karşılık 13 dirhem almak istiyorsa, o zaman borçlanacak olan tarafa, 13 dirheme bir mal satar ve teslim eder. Borçlanacak olan kişi de o malı üçüncü bir şahsa 10 dirheme satar ve teslim eder. Sonra bu üçüncü şahıs da o malı ilk sahibine 10 dirheme satar, parayı peşin alıp malı teslim eder. Sonra biraz önce aldığı malın bedeli olmak üzere 10 dirhemi, borçlanacak olan kişiye verir. Böylece mal, ilk sahibine, yani karşı tarafa borç vermek isteyen kişiye 10 dirhem karşılığında dönmüş ve karşı tarafın ona vadeli 13 dirhem borcu olmuş olur. [İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Ensâr Neşriyat, s. 316-317.]

Görüldüğü gibi, "alacaklı, borçlu, menfaat elde etme" gibi, ödünç verme işlemlerine has kavramlar olan bu uygulamalar, özünde şikeli alış-verişlerle borçlunun alacaklıya faiz kadar fazla ödemesini sağlamaktan başka bir şey değildir. Sadece ödemeler, faiz adıyla yapılmamaktadır. Hukuk dilinde "kanunu dolanma" denilen bu tür davranışlarla Allah'ın koyduğu yasağı dolandığını zanneden bazı kıt akıllı sapkınlar günümüzde de varlıklarını sürdürmektedirler. Meselâ, bankacılık sisteminin varlık sebebinin faiz olmasına rağmen birtakım çevreler "faizsiz bankacılık" diye bir kavram icat ederek, bu iddia ile kurdukları şirketlerden, kendilerine para yatıranlara "kâr payı" adı altında ödemeler yapmaktadırlar. Bu kâr payları, isteyene üç aylık, isteyene altı aylık, isteyene de yıllık olarak ödenmekte ve ne enteresandır ki, dönemlere göre yapılan ödemeler herkes için hep aynı tutarda olmaktadır. Yani, bu faizsiz bankaların, topladıkları paralarla ortak oldukları şirketlerin hepsi; tahsilâtlarını hep aynı dönemlerde yapmakta, dolayısıyla da kârlarını, ilan ettikleri ödeme dönemlerine uygun olarak elde etmekte ve hep aynı oranda kâr etmektedirler. Oysa, bu şirketlerin hepsinin; kârlarını ve giderlerini öngörerek dağıtılabilir kazanç olarak hesaplamaları mümkün olsa bile, tahsilâtlarını bu faizsiz bankaların ilan ettikleri kâr dağıtım dönemlerine uygun bir şekilde yapmaları ve kârlarını dağıtılabilir hâle getirmeleri mümkün değildir. Bu durumda, bu şirketlerin kâr payı adı altında yaptıkları ödemelere, "karşılıksız fazlalık"tan başka bir şey denemez. Bu yargımızı doğrulayan bir diğer husus da, bu faizsiz bankaların birçok şirkete ortak olduklarını ilân etmelerine rağmen, sanki bir tek şirketin kârını dağıtıyormuş gibi, hep aynı oranda kâr payı dağıtmalarıdır.

"er-Riba"nın bir diğer önemli unsuru da spekülâsyondur. Spekülâsyonu, "ileride fiyat değişikliğine uğrayacak malların aradaki fiyat farkından yararlanarak kâr etmek amacıyla önceden satın alınması" şeklinde tarif eden Ekonomi Ansiklopedisi, spekülâsyona sebep olacak fiyat değişikliği beklentilerinin başlıcaları arasında savaş, kıtlık ve enflâsyonu saymıştır. Görüldüğü gibi spekülâsyonda kâr beklentisi, herhangi bir çalışmaya veya hizmete değil, sadece fiyat artışına dayanmaktadır. Üstelik bu fiyat artışlarının da, birçok kişinin mahvına yol açacak afetler sebebiyle gerçekleşmesi beklenmektedir. Böyle bir kazanç umarak yapılacak alış-verişten sağlanan kârın, Allah'ın helâl kıldığı alış-veriş kârı cinsinden bir kâr olmayacağı ortadadır.

Özünde yine spekülâsyon gibi fiyat artışından kâr sağlama anlayışı olan, ama ondan çok daha çirkin başka bir "er-riba" unsuru daha vardır ki bu, "istifçilik" veya "karaborsacılık" denen rezilliktir. Bunu, spekülâsyondan daha çirkin kılan özelliği, yapılan mal alımlarının, piyasada o malın kıtlığına yol açarak fiyatının artmasını doğrudan etkileyecek miktarlarda olmasıdır.

Adına ister spekülâsyon densin, ister istifçilik densin, bunların "er-riba" kapsamına girmelerinin sebebi; her iki davranışın da, emeksiz olarak kazanç sağlamaya yönelik oluşlarıdır.

Bu açıdan bakıldığında, Allah'ın kendilerine bahşettiği fazlalıkları yabancı ülkelerin paralarına yatırarak, ileride kendi ülkesinin parası aleyhine gelişecek kur farklarından kazanç sağlamayı umanların veya faaliyet alanlarına bakıp muhtemel kârlarını değil de, piyasada oluşacak fiyatlarını hedefleyerek şirketlere, borsa kanalıyla ortak olanların, vicdan muhasebesi yapmalarında yarar vardır. Çünkü ne kur farkı beklentisi ile yapılan döviz alımlarının spekülâsyondan bir farkı vardır, ne de borsa gibi, büyük sermaye sahiplerinin oyuncağı hâline gelmiş bir kumarhaneden alınan hisse senetleri gerçek anlamda bir ortaklık hükmündedir.

Ülkemizde son zamanlarda uygulamaya konmuş bir diğer "er-riba" işlemi de, Vadeli İşlemler Borsası denilen kuruluş bünyesinde yapılmaktadır. Görünüşte ileriye matuf alım veya satım sözleşmeleri mahiyetinde olan bu işlemlere konu olan materyal, mal cinsinden olabileceği gibi, değişik ülke paraları cinsinden de olabilmektedir. Sözleşmelerin tarafları ise alım veya satım emirlerini verenler ile onlara böyle bir ortamı sağlayan kuruluşlardır. Bu işlemlerde alım veya satım emirlerini verenler, kesinlikle gerçek alıcı veya satıcı değildirler. Onlar, sözleşmede belirtilen gün geldiğinde, sözleşmedeki malları ne gerçekten alırlar, ne de satarlar, sadece sözleşmede yazan paraları öderler veya tahsil ederler. Özetle bu işlemler gerçek alış-verişlerle ilgili olmayıp, birtakım nesnelerin ileride oluşacak fiyatlarının tahmini üzerinden oynanan bir çeşit kumardır ve bu işlemlerin, Allah'ın helâl kıldığı alış-veriş ile hiç alâkaları yoktur. Ancak, Kapitalizm dininin önemli unsurlarından olan borsalar hakkında; ileride oluşacak fiyatların bilinmemesi sebebiyle borsa işlemlerinde bir riskin söz konusu olduğu, riski olan işlemlerden sağlanacak kazancın ise, baştan belirlenen faiz işlemlerindeki ile aynı sayılamayacağı yolunda birtakım fikirler ileri sürülmektedir. Bizce bu görüş sahiplerine öncelikle, "Tamamen riskten ibaret olan kumar, bu mantığa göre helâl mi sayılacak?" sorusu sorulmalı, sonra da helâl kazancı, "er-riba" işlemlerinden sağlanan kazançtan ayıran esas özelliğin risk değil, "bir emek karşılığı olması" olduğu hatırlatılmalıdır.

BANKACILIK ve İSLÂM

Bankalar, birikim sahiplerinden faiz karşılığında topladıkları fonları, iskonto, ödünç verme ve diğer mâlî işlemlerde, kendi hesaplarına ve yine faiz karşılığında kullanmayı esas iş edinmiş finansman kurumlarıdır. Yani faiz, bankaların yegâne hayat kaynağı, vazgeçilmez unsurudur. Faiz aynı zamanda da, Kapitalizm dininin ekonomik düzeninde sistem çarklarının dönmesi için gerekli olan dişlilerden biridir. Bu ilişki içinde bankalar, kapitalist ekonomilerin olmazsa olmazı durumundadır.

İslâm'da ise "er-riba", dolayısıyla da "er-riba"nın bir numaralı unsuru ve en kötü türü olan faiz, tartışmasız olarak harâm kılınmıştır. Bu duruma göre aslında, sistem çarklarının dönmesi için faizin gerekli olduğu kapitalist düzenin ve bu düzenin yürümesini temin için faiz temeli üzerine kurulmuş bankacılık sisteminin İslâm'la bağdaşması mümkün değildir. Fakat ne yazık ki tam tersine, halkının büyük çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerin hemen hepsinde kapitalist sistem tercih edilmiş ve o ülkelerdeki Müslümanlar da, özünde birbirlerine taban tabana zıt olan İslâm dini ile Kapitalizm dinini birlikte yaşar hâle gelmişlerdir. Hâl böyle olunca, iki din arasındaki zıtlıkların giderilmesi için bazı kuralların yumuşatılmalarına ihtiyaç duyulmuş, ama her nedense bütün yumuşatmalar, "gelişmenin gereği", "uygulanması kaçınılmaz" gibi söylemler ileri sürülerek hep İslâm dininde yapılma cihetine gidilmiştir. Bu yöndeki gayretler öyle akıl almaz şekil ve boyutlara varmıştır ki, kelimelerin anlamları değiştirilmiş, otorite olarak tayin edilen kişilere fetvalar verdirilmiş ve sonunda İslâm dini, Allah'ın vahyettiğinden çok farklı bir şekilde uygulanır hâle gelmiştir.

Faiz konusundaki gayretler ise âdeta saldırıya dönüşmüştür. Bir taraftan ulema sıfatlı kişiler yukarıda örneğini verdiğimiz gibi, birtakım aldatmacalarla faize fıkhî çözümler (!) üretmişler, diğer taraftan kapitalist zihniyet sahipleri, "Verilen ödünç paranın borçlunun elinde uzun müddet kalması, fazladan alınacak paranın [faizin] bir karşılığıdır. Çünkü borç verilen para, eğer o müddet içinde borç verende dursaydı o kişi, onunla ticaret yaparak kazanç sağlayabilirdi" veya "Borç alan kişi, aldığı para ile ticaret veya yatırım yapıp kazanç sağlıyorsa, kazancının belirli bir oranını paranın esas sahibine ödemesinin ne sakıncası olur?" türünden sözlerle, insanların zaten bulandırılmış akıllarını iyice çelmeye uğraşmışlardır. Gerek ulema sıfatlıların, gerekse kapitalist zihniyetlilerin konuya yaklaşımları; faizi, helâl kılınan alış-veriş kârına benzeterek onunla eşdeğer kılmaya, yani Allah'ın koyduğu yasağı yasaklıktan çıkarmaya yönelik olup, Allah ve Elçisi ile yapılan savaş hükmündedir. Bir başka ifade ile bu şeytân çarpmış kişilerin, Allah ve Elçisi ile savaşı göze almalarının tek sebebi, Kapitalizm dininin vazgeçilmez unsuru olan faizi Müslümanlara uygulattırabilmektir. Ancak, Allah'ın emrine uyup aklını çalıştıran Müslümanların hemen fark edecekleri gibi, fıkhî çözümlerdeki uygulamalar ile kapitalist zihniyet sahiplerinin kabulleri arasında ciddî bir çelişki vardır. "Muamele-i şer’iyye"lerde borçluya mutlaka zararlı bir alış-veriş yaptırılmasına karşılık, faizi, "borç verenin ticaretten yoksun kalmasının karşılığı" veya "borç alanın elde ettiği kârdan borç verene hakkaniyete uygun olarak ödenmesi gereken pay" olarak gören zihniyet ise, zararı hiç hesaba katmamaktadır. Yani, borç alan kişi, aldığı borçla yaptığı işten zarar etse, bu durum "muamele-i şer’iyye"ye uygundur, ama bunun faizli sistemde kabul edilmesi asla mümkün değildir. Çünkü faizli sistemde, verilen para karşılığı adı konmuş bir fazlalığın ödenmesi kesin hükümdür ve borç alan kişi zarar etse bile, gerekirse her şeyini satıp hem borcunu hem de faizini ödemek zorundadır. Aslında faizli sistemin bu uygulaması, benzetme yerindeyse, ödünç aldığı yumurtayı kıran birisinden, "bu yumurta civciv, tavuk veya horoz olacaktı" mantığıyla civciv, tavuk veya horoz parası almaktan başka bir şey değildir.

Allah'ın koyduğu yasağı, birtakım yorumlarla sulandırıp Müslümanlara faizli muamele yaptırma çabasında olanlar, "Harâm olan faiz, fakire verilen ödünç paradan alınan faizdir. Bankaya para yatırıp da bankadan faiz alınmasında sakınca yoktur. Zira banka ve bankacı fakir değildir" tarzında bir başka fikir daha ortaya atmışlardır. Tabii ki bu düşüncenin de İslâm açısından kabul edilmesi mümkün değildir. Çünkü Allah, yasağı, ödeyecek olanın güçlü olup olmaması şartına göre koymamıştır. Yani faiz, ister zengin, ister fakir, ister banka; kimden alınırsa alınsın yasal bir kazanç değildir. Ayrıca bankalar, topladıkları parayı ödünç verme işinde kullanmakta olduklarından, bankaya bu amaçla para yatıranlar da, Allah tarafından harâm kılınan bir işlemin [paradan para kazanma işleminin] tarafı olmuş durumuna düşmektedirler.

Konuya, bankalardan kredi alanlar açısından bakıldığında, faizin o istenmeyen çirkin sonuçları daha net olarak görülmektedir. Eğer bankadan borç para alan kişi dar gelirli ise, krediyi herhangi bir ihtiyacını görmek üzere alıyor demektir ve gördüğü ihtiyacının ederinden daha büyük parayı geri ödemek sûretiyle emek ve kazancından, faiz kadar fazlasını bankaya kaptırmaktadır. Eğer bankadan kredi alan ve bu krediyi yatırımda kullanan kişi zengin ise, bankaya ödediği faiz giderini yaptığı işin maliyetine yansıtmakta, böylece de aldığı faizi hiç kusuru olmayan tüketiciye ödetmektedir.

Görüldüğü gibi can damarı faiz olan bankacılık, aslında dolaylı veya dolaysız olarak halka zarar vermekte, yani zulmetmektedir. Buna göre de, faizcilik esası üzerine kurulu olan bankalara para yatırmak; kötülüğün, zulmün artmasına ve devam etmesine vesile olmak anlamına gelmektedir. Hâlbuki İslâm dininin ana hedefi, insanları zulümden; soygun ve sömürüden kurtarmaktır. Dolayısıyla, faizin ve faize dayalı bankacılık sisteminin İslâm'la bağdaşması mümkün değildir.

ÇARE

Kapitalizm dini bugün dünyaya hâkim olan ekonomik bir düzendir. Bu dinin temelinde, "büyük balık küçük balığı yutar" ilkesi yatmaktadır. Bu sebeple de Kapitalizm dini, hem ahlâken, hem vicdanen İslâm dininin tam karşıtıdır. Böyle olmasına rağmen Müslüman olduklarını iddia eden insanların, Allah'ın istediği sistem ve kurumları oluşturmak yerine Kapitalizm dininin ilkeleri içerisinde kendilerine bir yer bulmak için gayret etmeleri, gerçekten utanılacak bir davranıştır. Müslümanlara yakışan davranış, Allah'ın önerdiği hayat tarzına uygun olan bir ekonomik sistem kurmak, ama daha önce "Allah ve Elçisi'nin düşmanı" konumundan çıkmak için "er-riba"dan uzaklaşmaktır.

Yüce Allah, her konuda olduğu gibi bu konuda da rahmetini esirgememiş; fertlerin, aile ve ülkelerin "er-riba" belâsından kurtulmaları için ne yapmaları gerektiğini, kurtuluş için gerekli sistem ve kurumların nasıl oluşturulacağını Kur’ân'da açıkça göstermiştir:

12Ve andolsun ki Allah, İsrâîloğulları'nın sağlam sözünü almıştı. Ve Biz, kendilerinden on iki müfettiş/başkan göndermiştik. Ve Allah demişti ki: "Ben, kesinlikle sizinle beraberim. Salâtı ikame eder [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturur, ayakta tutar], zekâtı/verginizi verir, elçilerime iman eder, onları destekler ve Allah'a güzelce ödünç verirseniz, andolsun ki sizden kötülüklerinizi örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra küfrederse; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederse, artık kesinlikle yolun doğrusunu kaybetmiş olur." [Mâide/12]

17,18Eğer Allah'a güzel bir ödünç verirseniz, O, onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Ve Allah, en iyi karşılık ödeyen, çok yumuşak davranan, görüleni ve görülmeyeni bilendir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Teğâbün/17-18]

219,220Sana aklı karıştıran/örten şeylerden ve şans oyunlarından soruyorlar. De ki: "Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat dünya ve âhirette günahları, menfaatlerinden daha büyüktür." Yine sana neyi Allah yolunda harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "İhtiyaçtan fazlasını harcayın." Allah, iyiden iyiye düşünürsünüz diye âyetlerini işte böyle sizin için ortaya koyuyor. Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: Onlar için, "iyileştirme", en iyisidir. Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi birbirinden ayırt eder. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Bakara/219]

34Ey iman etmiş kişiler! Şüphesiz, hahamlardan, rahiplerden birçoğu kesinlikle insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Ve altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayan kimseler, hemen onlara acıklı bir azabı müjdele!

35O gün, biriktirdikleri altın ve gümüşlerin üstü cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak: "İşte bu kendi canınız için saklayıp biriktirdiğiniz şeydir. Haydi, şimdi tadın şu biriktirmiş olduğunuz şeyleri!" [Tevbe/34-35]

11Kimdir o, Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kişi ki Allah da onun için kat kat artırsın! Onun için şerefli bir ödül de vardır. [Hadîd/11]

2Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın alâmetlerine, haram aya, hedye/hac yapanlara yiyecek yollamaya, hediye etmeye, gerdanlıklarına [hac yapanların/orada yüksek ilâhîyat eğitimi için bulunanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretlerine] ve Rablerinden lütuf ve rıza bekleyerek Beytü'l-Haram'a/hac görevi yapmak isteyenlere saygısızlık etmeyin. Dokunulmazlığınız kalktığında/hac göreviniz bittiğinde de avlanın. Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve "iyi adam"lık ve Allah'ın koruması altına girme üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Hiç şüphesiz Allah, azabı/kovuşturması çok çetin olandır. [Mâide/2]

48Sana da Tevrât'ın bir bölümünden kendisinin içinde konu edilenleri doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hak ile Kitab'ı/Kur’ân'ı indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen haktan saparak onların arzu ve heveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir yol haritası/toplu yaşam ilkeleri ve geniş, aydınlık bir yol belirledik. Ve eğer Allah dileseydi sizi tek bir önderli toplum yapardı, fakat size verdiklerinde sizi yıpratmak/denemek için böyle yapmadı. Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah'adır. Sonra O, kendisi hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. [Mâide/48]

Ve Âl-i İmrân/103-104, Bakara/45-46, 153, Bakara/195, 245, Asr/1-3, Ankebût/45, Meryem/59-61, Fatır/6, A‘lâ/14-17.

Yukarıdaki âyetler, "er-riba"dan uzaklaşmanın yollarından olan zekâtı, sadakayı, salâtı ve salâtın ikâmesini emreden yüzlerce âyetin bir kısmıdır. Bu âyetler ile Allah, mü’minlerin teşkilâtlanarak birlik ve beraberlikler oluşturmalarını, ihtiyaç fazlası birikimlerini Allah için infak etmelerini, sosyal yardım ve destek kurumlarını oluşturarak iyilik ve hayırlarda yarışmalarını emretmekte, bunları yerine getirmeyenlerin ise, kendilerini ve toplumlarını tehlikeye atacaklarını, dünyada cehennem hayatı yaşayacaklarını, kenz yapanların [paralarını küpte, yastık altında, kasada, bankada biriktirerek tedavüle çıkarmayanların] cezalandırılacaklarını açık bir dille haber vermektedir. O hâlde, fertlerin, aile ve ülkelerin "er-riba" belâsından kurtulmalarının çaresi, bu âyetlerle amel etmek; Allah'ın bu âyetlerde emrettiği görevleri yerine getirmektir.

Meselâ, Müslümanlar bu âyetler ışığında Allah'ın kendilerine bahşettiği ihtiyaç fazlalarını, spekülâtif yatırımlara veya faize yatırmak yerine birleştirebilirler; denetimlerinin kamu otoritesince sağlandığı ve su-i istimallere fırsat verilmeyen ortaklıklar kurabilirler. Böylece, yeni iş sahalarının açılması sûretiyle işsizlere iş imkânları yaratılmış ve serevetten başkalarının da istifadesi sağlanmış olur. Daha sonra ise, bu ortaklıklardan sağlanan kazançlarla, infak amaçlı sosyal yardım ve destek kurumları, yardımlaşma sandıkları kurulabilir ve bu kuruluşlar vasıtasıyla ihtiyacı olan Müslümanlara faizsiz borç verilebilir. Tabii ki, bu yardımlaşma sandıklarından yapılan ödünç verme işlemlerinde, eğer borç alan borcunu ödeyemiyorsa, Allah'ın tavsiyesi gereği borcun silinebilmesi, hatta gerekiyorsa daha da takviye yapılması mümkün olmalıdır. Yine bu sandıklardan esnaf ve tüccarın kısa vadeli ticarî ihtiyaçları karşılanmalı, böylece Müslümanların tefecinin, bankanın kıskacına düşmesi önlenmelidir. Yine de bu sandıklarda atıl para kalırsa, bu fonlarla değişik sektörlerde yeni şirketler, yeni şirketlerin gelirleriyle de yeni yardım sandıkları kurulabilir ve bu verimli döngünün büyüyerek devam etmesi sağlanabilir.

Ancak, böyle bir sistemin işlerlik kazanabilmesi için işe aile çevresinden başlanmalı, sonra da mahalle, köy, şehir ölçeklerinde yaygınlaştırılmalıdır. Çünkü başarı, ancak tek tek fertlerin kendilerini düzeltmeleri sonucunda elde edilebilir.

Böyle bir sistemde ne faize, ne borsaya, ne de "er-riba"nın başka bir unsuruna gerek duyulur. Çünkü bu tarz bir ekonomik düzenin yürümesi için kamu otoritesi, halkın elindeki fazlaları toplama ve bunları yatırımlarda kullanacak ortaklıkların istifadesine sunma gibi işleri faizsiz olarak gerçekleştiren kurumlar tesis etmek durumundadır. Bu kurumlar ise, sadece kapitalist sistemin banka ve borsalarının yaptığı işleri bihakkın yerine getirmekle kalmayıp, ayrıca esnafın, tüccarın ve vatandaşın çek-senet tahsilâtını, havale işlemlerini de, bankaların yaptığı gibi bir soygun düzeni içinde değil, masrafı karşılığı, masrafı yoksa ücretsiz yerine getirecektir.

Kapitalizm dinini benimseyip, bu dinin hakksız kazançlarıyla beslenmeye alışmış zihniyet tarafından böyle bir sistemin yürütülebilmesi hususuna yapılacak ilk itiraz muhtemelen, bu sistemde enflâsyonun hiç hesaba katılmamış olduğu yönünde olacaktır. Çünkü bu zihniyete göre faiz, enflâsyonun olumsuz etkilerini dengeleyen bir araçtır ve faizsiz bir ekonomide özellikle küçük tasarruf sahiplerinin hakksızlığa uğramaları söz konusudur.

İktisatta, "para arzının, parasal gelirlerin ya da fiyatların topluca artışı" olarak tarif edilen enflâsyon [
Ana Britannica, c. 11, s. 266.] birtakım kuramlara göre, söz konusu artışın kaynaklanma yeri, geçirdiği safhalar ve ülkelerin gelişmişlik düzeyleri itibarıyla, "maliyet", "talep", "aşırı", "gizli", "yapısal" gibi şekiller göstermektedir. [Ekonomi Ansiklopedisi, c. 1, s. 393.] Tarifinden de anlaşılacağı gibi enflâsyon kesinlikle ekonomik sistemle alâkalıdır ve bir "arzu edilmeyen artış" mahiyetindedir. Yani enflâsyon, ekonomik düzendeki çarpıklıkların istenmeyen bir ürünüdür. Bu da demektir ki, ekonomik düzende bazı çarpıklıklar mevcut değilse, enflâsyon diye bir şeyden bahsedilemez. Meselâ, eğer bir ekonomide faiz uygulaması yoksa, enflâsyonun en önemli sebeplerinden biri olan "yüksek faiz haddi" kendiliğinden ortadan kalkmış olur. Ya da bir ülkenin insanları, ellerindeki fazlalar ile spekülâtif amaçlı alımlar yapmak yerine, devletçe planlanmış yatırımlara yönelirlerse, kimsenin talep artışına bağlı bir enflâsyondan korkmasına gerek yoktur. Veya ithalâtın, ihracat gözetilerek yapıldığı, yani dış ticareti dengede olan bir ülkede, enflâsyonun bir diğer önemli sebebi olan devalüasyon hiç gündeme gelmeyecektir. Ezcümle, eğer bir ülke halkı, Allah'ın emirlerine samimiyetle uyar ve bu emirlerin hâkim olduğu bir ekonomik düzen kurarsa, o ülkede enflâsyon gibi bahaneler ileri sürülerek "er-riba" doğuran işlemler yapılması söz konusu olmayacak, böylece Allah ve Elçisi ile savaş hâline girme riski herkes için ortadan kalkacaktır.

Bu konuda üzerinde durulmasında yarar olan bir husus da, enflâsyon sebebiyle zarara uğranılacağından korkularak, şahıslar arasındaki ödünç verme işlemlerinde yabancı para, kıymetli maden veya eşya cinsinden ölçüler kullanılmasıdır. Bu gibi durumlarda meseleye borçlu açısından bakılması gerekir. Çünkü, zarar etmekten korkan borç veren kişi, belki kendini bu yolla enflâsyondan korumaktadır ama bu korumayı borçlu karşılamakta, bu kez enflâsyondan zarar gören borçlu olmaktadır. Bir başka deyişle, borçludan daha kuvvetli olan borç veren, çarpık ekonominin ceremesini zaten güçsüz olan borçluya ödettirmektedir. Böyle bir davranışın, Allah'ın,
Eğer o [borçlu], darlık içindeyse, kolaylığına kadar mühlet! Eğer biliyorsanız, sadaka olarak vermeniz, sizin için daha hayırlıdır buyruğuna pek uymadığı ortadadır. Çünkü Allah bu buyruğu ile Müslümanların, kardeşleri için gerekirse zararı göze almaları gerektiğini bildirmektedir. Buna göre Müslümanların, zarara uğrama korkusuyla bu gibi davranışlarda bulunmamaları, hele hele daha kötü bir davranışa yönelerek borç vermekten kaçınmamaları gerekir.

Önemine binaen riba konusunda yaptığımız uzunca tahlilin kapanışını, Prof. Mehmet Yazıcı'nın "müzakereci" sıfatıyla katıldığı, Ensâr Vakfı tarafından 1986 yılında İstanbul'da düzenlenen "İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri" adlı sempozyumdaki ifadelerine bırakıyor, bu ifadenin özellikle son cümlesine dikkat edilmesini tavsiye ediyoruz:

İslâm bir dindir; bu dinin kendine özgü bir iktisat düzeni vardır. Bankacılık, İslâm iktisat düzeni dışındaki iktisat düzenlerinde bir kavram ve kurumdur. İslâm iktisat düzeninde böyle bir kavram ve kurum yoktur. O hâlde ‘İslâm bankacılığı’ olmaz... İslâm'a zıt kimi kurum ve kavramları İslâmlaştırma çabaları, İslâm'a aykırı düşer. Bu tutum yanlıştır. Hani, bağışlayın lütfen bu gidişle yakın gelecekte ‘İslâm şarapçılığı’ diye ilmî toplantılar düzenlenirse şaşmamak gerekir. ... İslâm'da faiz harâmdır. İslâm iktisat düzeninde faizin de, faize dayalı banka ve benzeri kurumların da yeri yoktur. İslâm iktisadında finansman sorunları, özellikle ortaklıklarla çözümlenir. İslâm, ortaklığın her türünü övmüştür. İslâm toplumlarında, ticaret yapmak, mal ve hizmet üretmek için küçük birikimlerle ortaklık yapma yolları araştırılmalıdır. İyi müslümanın ise, büyük birikimi zaten olmaz. [
İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Ensâr Neşriyat, s. 463-465.]

282) Ey iman etmiş kimseler! Adı konmuş bir süreye [kadar] borçla borçlaştığınız zaman onu hemen yazın. Aranızda bir kâtip de adaletle yazsın. Ve o kâtip, Allah'ın, kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın da yazsın. Hakk kendi üzerinde olan kişi de söyleyip yazdırsın ve Rabbi olan Allah'a takvâlı davransın ve ondan [hakktan] bir şey eksiltmesin. Şayet hakk kendi aleyhine olan kişi [borçlu] bir aklı ermez veya zayıf biri veya bizzat söyleyip yazdırmaya güç yetiremeyen biri ise, velîsi adaletle söyleyip yazdırsın. Erkeklerinizden iki de iyi tanık tutun. Şayet iki erkek [tanık] olmazsa, o zaman bir erkekle iki kadın olsun; iki kadın olması, bunlardan birisi yanılırsa, şaşırırsa, öbürü hatırlatsın diyedir. -Tanıklar, razı olacağınız iyi tanıklık yapacak kimselerden olsun.- Tanıklar da çağırıldıklarında kaçınmasınlar. Siz, küçük veya büyük, [olan borcun] onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah nezdinde daha hakkaniyetlidir, şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize daha elverişlidir. Aranızda hemen devredeceğiniz bir ticaret hariçtir; o zaman bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alım-satım yaptığınız vakit yine şahitlendirin. Yazan ve şahitlik eden bir zarar görmesin. Eğer yaparsanız [onlara zarar verirseniz], şüphesiz o, size dokunacak bir fısk [günah] olur. Allah'a da takvâlı davranın. Allah, size öğretiyor ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.
283) Ve eğer siz, bir yolculuk üzere olur da bir kâtip de bulamazsanız, o vakit alınmış bir rehin! Yok, eğer birbirinize güveniyorsanız, kendisine güvenilen adam üzerindeki emaneti ödesin. Ve Rabbi olan Allah'ın koruması altına girsin. Şâhitliği de gizlemeyin. Onu kim gizlerse, artık şüphesiz onun kalbi zaman kaybına neden olan/hayırda ağırdan alan/zarar veren/kusur oluşturandır. Ve Allah, yaptıklarınızı çok iyi bilendir.
Bu Âyetlerde, borca dayalı alış-veriş usulü belirlenmektedir. Her türlü işlemin söze dayandığı bir ortamda bu ilkelerin konulması, insanlar arasındaki ihtilafları ve hak gasplarını gidermeye yöneliktir. Gayet net ve açık olan Âyetteki ilkeleri şöyle sıralayabiliriz:

• Vadeli borçlanma durumlarında, borç büyük de olsa küçük de olsa yazılmalıdır.

• Yazan kişi, taraflardan ayrı üçüncü bir şahıs olmalı ve taraf tutmadan yazmalıdır.

• Borçlu, gerçeği yazdırmalı, en ufak bir şeyi gizlememelidir.

• Borçlu, aklı ermez
[çocuk, bunak, deli], zayıf, konuşamayan biri ise, velîsi, adaletle yazdırmalıdır

• Bu işleme nitelikli iki erkek, iki erkek yoksa, bir erkek, iki kadın şahit tutulmalıdır.

• Şahitler çağırıldıklarında şahitlik etmekten kaçınmamalıdırlar.

• Küçük veya büyük olsun borç vadesine kadar yazılmalıdır, üşenilmemelidir. Bu, Allah nezdinde daha hakkaniyetlidir, şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşülmemesine daha elverişlidir.

• Peşin alış-verişlerde yazmaya ve şahit tutmaya gerek yoktur.

• Alım-satım işleri de şahitlendirilmelidir.

• Yazan ve şahitlik eden kimseye zarar verilmemelidir. Onlara zarar vermek, büyük suçtur.

• Yolculukta olup da bir kâtip bulunamazsa rehin alınabilir.

• Kendisine güvenilen kişi, üzerindeki emaneti ödemelidir.

• Şahitlik gizlenmemelidir. Konu mahkemeye intikal ederse şahitler şahitlik yapmalı, bildiklerini söylemelidir.

Biz bu Âyetlerdeki bazı noktalarda açıklama yapılmasının faydalı olacağı kanaatindeyiz.

Âyetteki, Hakk kendi üzerinde olan kişi de söyleyip yazdırsın ve Rabbi olan Allah’a takvâlı davransın ve ondan [haktan] bir şey eksiltmesin ifadesine göre, yazdırma işi borçlunun sorumluluğundadır. O üzerindeki hakkın ne olduğunu bildirmek üzere bizzat kendi ifadesiyle hiçbir şey gizlemeden ikrarda bulunacaktır. Çünkü şahitlik ancak onun ikrarda bulunması üzerine gerçekleşir.

Borç senedini yazan kâtiple ilgili,
Aranızda bir kâtip de adaletle yazsın emri verilerek adalet sıfatı şart koşulmaktadır.

Âyette şahit konusunda, " من رجالكمerkeklerinizden" ifadesi kullanılmıştır. Âyetin başında mü’minlere hitap edildiğine göre, buradaki şahitler, mutlaka mü’minlerden olmalıdır. Bu borçlaşma protokolü mü’minler için zorunludur; İslâm toplumundaki gayr-i Müslimler için zorunlu değildir.

Ayette dikkat çeken bir nokta da "شاهد Şâhid" sözcüğü yerine "شهيد şehiyd" sözcüğünün kullanılmış olmasıdır. Bu demektir ki bu konudaki tanıklar, sıradan bir tanık olmayıp ileri derecede nitelikli olmalıdır.

Âyetteki, "
Erkeklerinizden iki de iyi tanık tutun. Şayet iki erkek tanık] olmazsa, o zaman bir erkekle iki kadın olsun; iki kadın olması, bunlardan birisi yanılırsa, şaşırırsa, öbürü hatırlatsın diyedir. – Tanıklar, razı olacağınız iyi tanıklık yapacak kimselerden olsun.- Tanıklar da çağırıldıklarında kaçınmasınlar." ifadelerinden anlaşılıyor ki, borçlaşma protokollerindeki şahitlerin, öncelikle nitelikli iki erkek olması gerekir. Eğer iki erkek bulunamıyorsa, bir erkek ile iki kadın şahit tutulmalıdır.

Şahitlik meselesi İslâm dinin hassasiyetle üzerinde durduğu bir konudur. Önce konunun ciddiyetini gösteren birkaç âyete göz atalım.

...
. De ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Kendi yanındaki, Allah'tan gelen bir şâhitliği saklayandan daha zalim, kendisine daha haksızlık eden kim olabilir? ... (Bakara; 140 )

Ey iman etmiş kimseler! Kendiniz, ana-babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, Allah için tanıklık eden kimseler olarak hakkaniyeti tümden ayakta tutanlar/gözetenler olun. İster zengin olsun, ister fakir olsun, bilin ki Allah, ikisine de daha yakındır. Artık adaleti yerinegetirebilmek içinboş-iğreti arzunuza uymayın. Eğer eğip bükerseniz veya geri durursanız,biliniz ki şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Nisa; 135)

Ey iman etmiş kişiler! Allah için, hakkaniyeti ayakta tutan tanıklar olunuz. Ve bir topluma olan kininiz, sizi adaletsizlik yapmaya sürüklemesin. Adaletli olun, adaletli olmak, Allah'ın koruması altına girmeye daha yakındır. Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır. (Maide; 8)

Âyetleri okuyunca izaha gerek kalmıyor, şahitliğin ne kadar ciddi ve hassas bir konu olduğu, şahitlerin tüm olaylarda âdil, razı olunan kimselerden olması gerektiği anlaşılıyor.

Bu âyetlere dikkat edildiyse muhatap kadın erkek ayrılmıyor, insanlar, Müslümanlar hepsi muhatap alınıyor. Erkek ve kadın ayrışımı yapılmıyor.

Bu ayette bazı teknik noktaları tahlil zorunluluğu hissediyoruz. Bunlar ayetteki " ممّن ترضونmin men terzavne..." ve " ان تضلّen tedılle......" ifadelerinin bağlantı merkezleri" تضلّtedıllu" ve "تذكر tüzekkirü fillerinin yapıları ve " رجل وامراتان racülün vemreatani" üzerinde vakıf; durma (Türkçedeki imla kurallarına göre nokta koyma) konularıdır. Bunları tek tek tahlil ediyoruz:

Klasik kabulde,

- "... امراتانemretani" üzerinde nokta konmayıp ayetin " ممن ترضونmimmen terzavne..." bölümü " رجل وامراتانracülün vemreatani" ifadesine "sıfat" yapılmıştır. Böylece metinden "o zaman razı olacağınız şahitlerden bir erkekle iki kadın ......" anlamı elde edilmiştir. Buna göre nitelikli tanık aramak "bir erkek, iki kadın tanıklığın"da ön görülürken, "iki erkek tanıklığın"da dikkate alınmamış olmaktadır.

Halbuki Rabbimizin Talak/2’deki beyanına göre de tanıkların adil; razı olunan âdil kimselerden olması gerekir. Yani "iki erkek tanığın da razı olunan; adil (özgür, reşit, Müslüman, neye şahadet ettiğini bilen, şahadeti sebebiyle bir menfaat elde etmeyecek veya bir zararı gidermeyecek olan, yanılma özelliği ile tanınmayan, kişilik sahibi ve aleyhine şahadet ettiği kimse ile bir düşmanlığı bulunmayan) kimselerden olması gerekir. Bu nedenle ayetteki "ممن ترضون mim men terzavne" ifadesi " استشهدوisteşhidü" fiiline bağlanmalıdır. Buna teknik bir engel de bulunmamaktadır.

Kadınlardan iki tanık tutulması, kadınların, o dönemde aile içi işlerle meşgul olmalarından dolayı, ticarî konu ve ilişkilere âşina olmadıklarına, bir ihtilaf vukuunda, yıllar evvele ait bir ticarî konuyu karıştırabileceklerine bağlanmıştır. Ki kadın tanıklar, gerektiğinde tanık oldukları olayı aralarında müzakere edecekler; olayı iyice hatırlayacak ve öyle şahitlik yapacaklardır. Aksi hâlde haksızlığa vesile olabilirler. Ayetten yanılma, sapma ihtimali olmayacak nitelikli; ticârî ve idârî konularda bilgili, deneyimli kadınlardan tanık olarak bir erkekle birlikte bir kadının yeterli olacağı anlaşılmaktadır.

Âyette, borca yapılan alış-verişin mutlaka yazılması ve şahit tutulması istenmektedir. Zira bu tür işlemlerde, ihtilaf ve niza olağan şeylerdendir. Kişiler miktarı ve vadeyi unutabilir ya da inkâr edebilir yahut alacaklı miktarı ve vadeyi değiştirmeye kalkabilir. Ama yazılı ve şahitli olunca bu sorunlarla karşılaşılmaz.

Âyetteki, "
– Tanıklar, razı olacağınız iyi tanıklık yapacak kimselerden olsun.-" ifadesiyle de, şahitlerin alelusul belirlenmemesi, onlarda belirli özelliklerin aranması gerektiğine dikkat çekilmiştir. Ayrıca, ileride geleceği üzere boşanma sırasında da Ve sizden adalet sahibi iki kişiyi şahit tutun (Talâk Sûresinin 2. Âyetinde) buyrulmuştur. Bundan anlaşılan şu ki; şahitler, "âdil" sıfatına layık kimselerden olacaktır. Yani şahit; özgür, reşit, Müslüman, neye şahadet ettiğini bilen, şahadeti sebebiyle bir menfaat elde etmeyecek veya bir zararı gidermeyecek olan, yanılma özelliği ile tanınmayan, kişilik sahibi ve aleyhine şahadet ettiği kimse ile bir düşmanlığı bulunmayan bir kimse olmalıdır.

284) Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler Allah'ındır. Siz içinizdekileri açığa vursanız da gizli tutsanız da Allah onunla sizi hesaba çeker. Sonra dilediği kimseyi bağışlar, dilediği kimseyi de azaplandırır. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.
Bu âyet, özellikle de Bakara sûresi'nde açıklanan ilkelerin dikkate alınması konusunda bir uyarı niteliğindedir. Âyette, Allah'ın gökler ve yer üzerindeki mutlak egemenliğinden ve sınırsız tasarruf yetkisinden söz ediliyor. Ve Allah'tan hiçbir şeyin gizli kalmayacağı, hepsinden insanları hesaba çekeceği açıklanıyor.
285,286) Elçi, kendi Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü'minler de. Hepsi Allah'a, doğal güçlerine/haberci âyetlerine, kitaplarına ve elçilerine iman ettiler: "Biz Allah'ın elçileri arasında ayırım yapmayız." Ve "Biz duyduk ve itaat ettik. Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz, dönüş ancak Sanadır. Ey Rabbimiz! Eğer terk ettiysek ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır sorumluluk/sıkıntıya sokacak şeyler yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Ve affet bizi, bağışla bizi, merhamet et bize! Sen bizim yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınımızsın. Ve de kâfirler toplumuna; Senin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden toplumlara karşı yardım et bize" dediler. Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka; kapasitesi dışında yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kazandırtıldığı zararınadır.
Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka; kapasitesi dışında yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kazandırtıldığı zararınadır.

Bu âyetlerde bazı iman esaslarına dikkat çekilmekte; ardından da bir niyaz örneği verilmektedir. Buradaki iman esasları şöyle sıralanabilir:

* Diğer inananlar gibi Elçi de Rabbi'nden kendisine indirilene inanmak zorunda olup bir ayrıcalığı ve dine bir şey ekleme veya dinden bir şey çıkarma yetkisi yoktur.

* Elçi de dahil tüm inananlar, Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine iman etmek ve Allah'ın elçileri arasında ayırım yapmamak zorundadır.

* İnananlar,
"Biz duyduk ve itaat ettik. Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz, dönüş ancak Sanadır. Ey Rabbimiz! Eğer terk ettiysek ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır sorumluluk/sıkıntıya sokacak şeyler yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Ve bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Sen bizim mevlâmızsın. Ve de kâfir kavimlere karşı yardım et bize demek sûretiyle inandıklarını göstermek durumundadırlar.

* Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kendi yaptığı zararınadır.

Bu âyetler de gerçek mesajından uzaklaştırılmak istenmiş ve âyetin lafzına yönelik birtakım kerametler ihdas edilmiştir. Mesela:

el-Hasen, Mücâhid ve ed-Dahhâk'tan rivâyet edildiğine göre bu âyet-i kerîme(nin nüzûlü) Mirac kıssasında söz konusu olmuştur. İbn Abbâs'tan gelen bazı rivâyetlerde de böyle belirtilmiştir. Bazıları da şöyle demiştir: "Kur’ân-ı Kerîm'in tamamını Cebrâîl (a.s) Muhammed'e (s.a) indirmiştir. Ancak bu âyet müstesnâdır. Peygamber (s.a) Mirac gecesinde bu âyet-i kerîmeyi bizzat işitmiştir." Bazıları da, "Mirac kıssasında böyle bir şey olmamıştır" derler. Çünkü Mirac gecesi Mekke'de olmuştur, bu sûre ise bütünüyle Medîne'de inmiştir. Bunun Mirac gecesi vahyolunduğunu söyleyenler olayı şöyle anlatırlar: Peygamber (s.a) miraca çıkıp semavatta Hz. Cebrâîl ile birlikte oldukça yüksek bir yere ulaştı. Nihâyet es-Sidretu'1-Müntehâ'yı da geçince Cebrâîl o'na, "Ben ileri geçemem. Senden başka da bu yeri geçme emri kimseye verilmiş değildir" dedi. Peygamber (s.a) Yüce Allah'ın dilediği yere ulaşıncaya kadar orayı aşıp gitti.

Hz. Cebrâîl o'na, "Rabbine selâm ver" diye işarette bulununca, Peygamber (s.a), "Bütün selâmlar, salâtlar ve iyi ameller [tayyibât] yalnız Allah'ındır" dedi. Yüce Allah da, "Selâm sana ey Peygamber, Allah'ın rahmeti ve bereketleri de üzerine olsun" buyurdu. Peygamber (s.a) ümmetinin de bu selâmdan bir pay sahibi olmasını istediğinden şöyle dedi: "Selâm bize ve Allah'ın sâlih kullarına." Bunun üzerine Hz. Cebrâîl ve bütün semavat ehli şöyle dediler: "Şehâdet ederiz ki Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve yine şehâdet ederiz ki Muhammed Allah'ın kulu ve Rasûlü'dür." Yüce Allah da ameli mükâfatla karşılayacağı anlamında, "Peygamber Rabbinden kendisine indirilene iman etti (yani, tasdik etti) buyurdu.

Peygamber (s.a) bu şeref ve fazilete ümmetinin de ortak olmasını istediğinden şöyle buyurdu: "Mü’minler de her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti. Peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız" (yani onlar "Biz bütün peygamberlere iman ettik" derler, "onlardan herhangi birisini inkâr etmeyiz. Yahûdilerle Hristiyanların ayrım gözettiği gibi ayrım gözetmeyiz.) Bunun üzerine Rabbi Hz. Peygamber'e, "İndirmiş olduğum bir âyeti kabulleri [karşılamaları] nasıl oldu?" diye sordu. Bununla kastettiği ise, İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de... buyruğudur. Rasûlullah (s.a) şöyle karşılık verdi: "Dinledik, itaat ettik. Rabbimiz! Senden mağfiret dileriz ve dönüş ancak Sanadır dediler. Bunun üzerine Yüce Allah şöyle buyurdu: Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez (yani takatinden başkasını yüklemez. Takatinden aşağısı diye de açıklanmıştır.) Hayır kabilinden kazandığı kendisine, şerr kabilinden yaptığı da onun aleyhinedir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bu âyetlerin iniş sebebi ile ilgili kaynaklarda şu bilgiler yer alır:

İmâm Ahmed der ki: Bize Affân'ın... Ebû Hureyre'den rivâyet ettiğine göre o, şöyle demiştir: Rasûlullah'a (s.a),
Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğini azaplandırır. Ve Allah her şeye kâdir'dir âyeti nâzil olunca, bu Rasûlullah'ın (s.a) ashâbına ağır geldi. Rasûlullah'ın (s.a) yanına gelerek diz çöktüler ve, "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz (daha önce) gücümüzün yeteceği namaz, oruç, cihâd ve sadaka gibi ameller ile mükellef tutulduk. (Şimdi ise) sana bu âyet nâzil oldu ve bizim buna gücümüz yetmez" dediler. Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Sizden önceki Ehl-i Kitab'ın [Yahûdi ve Hristiyanların] dediği gibi ‘İşittik ve isyan ettik’ demek mi istiyorsunuz. Bilakis siz, ‘İşittik ve itaat ettik. Affını dileriz ey Rabbimiz, dönüş ve varış Sanadır’ deyiniz." Kavim böyle söyleyip dilleri alışınca Allah Teâlâ bu âyetin peşinden, "Peygamber de, iman edenler de o'na indirilene inandı. Hepsi de Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti. O'nun peygamberlerinden hiç birinin arasını tefrik etmeyiz. İşittik ve itaat ettik, affını dileriz ey Rabbimiz, dönüş Sanadır" dediler âyetini indirdi. Böyle yaptıklarında Allah Teâlâ bu âyeti neshetti ve, Allah kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez. Kazandığı lehine yüklendiği aleyhinedir... âyetini indirdi. [İbn Kesîr.]

Rasûlullah (s.a), "İşittik, itaat ettik ve teslim olduk" deyin buyurdu ve Allah Teâlâ onların kalblerine imanı doldurdu:
"Peygamber de iman edenler de o'na indirilene inandı. Hepsi de Allah'a, meleklerine, kitâblarına, peygamberlerine iman etti. O'nun peygamberlerinden hiç birinin arasını tefrîk etmeyiz. İşittik ve itaat ettik, affını dileriz. Ey Rabbimiz! Dönüş Sanadır" dediler... Sen mevlâmızsın. Kâfirler güruhuna karşı yardım et bize âyetini indirdi.

Bu âyet indirildiğinde Rasûlullah'ın (s.a) ashâbı çok üzüldü ve, "Ey Allah'ın Rasûlü! Helak olduk [mahvolduk]. Konuştuğumuz ve yaptığımız şeylerden dolayı hesaba çekilsek haydi ne ise; ama kalplerimiz bizim elimizde değil ki!" dediler. Rasûlullah (s.a) da onlara, "İşittik ve itaat ettik" deyin buyurdu. Onlar da, "İşittik ve itaat ettik" dediler. Bu âyeti kerîme'yi,
Peygamber de iman edenler de o'na indirilene inandı... Allah kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez. Kazandığı lehine yüklendiği aleyhinedir âyet/i kerîmeleri neshetti. Onların kalblerinden geçenler affolundu ve ancak işlediklerinden sorumlu oldular. [İbn Kesîr.]

Denildiğine göre bu âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi, ondan önce yer alan,
Göklerde ne var yerde ne varsa (hepsi) Allah'ındır. İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker. Kime dilerse mağfiret eder, kimi dilerse de azaplandırır. Allah her şeye kadirdir (mealindeki) âyet-i kerîmesidir. Bu buyruk, Peygamber'e (s.a) indirilince durum Rasûlullah'ın (s.a) ashâbına çok ağır geldi. Rasûlullah'ın (s.a) yanına gelip dizleri üstüne çöktüler ve, "Ey Allah'ın Rasûlü" dediler, "Namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yettiği amellerle mükellef tutulduk. Allah bize bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. Biz bunun altından kalkamıyoruz." Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Sizler de sizden önceki iki Kitap Ehli gibi ‘dinledik ve isyan ettik’ mi demek istiyorsunuz? Bunun yerine, ‘Dinledik itaat ettik. Rabbimiz! Senden mağfiret dileriz ve dönüş ancak Sanadır’ deyin." Onlar da, "Dinledik, itaat ettik. Rabbimiz! Senden mağfiret dileriz ve dönüş ancak Sanadır" dediler. Bu buyrukları okumaya başlayınca dilleri buna alıştı [itaate boyun eğdi]. Bunun akabinde de Yüce Allah, "O peygamber kendisine Rabbinden indirilene iman etti. Mü’minler de. Her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti. Peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız. Dinledik itaat ettik. Rabbimiz! Senden mağfiret dileriz ve dönüş ancak Sanadır" dediler buyruğunu indirdi. Onlar bunu yapınca Yüce Allah (az önce sözü geçen) o âyeti neshederek şu buyruğu inzâl buyurdu: Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı kendisine yaptığı da onun aleyhinedir. Rabbimiz, unuttuk ya da yanıldıysak bizi sorguya çekme. Yüce Allah, "Evet, (öyle yapacağım)" buyurdu. Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üzerimize ağır yük yükleme! Yüce Allah, "Evet (öyle yapacağım)" buyurdu. Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme! Yüce Allah, "Evet (öyle yapacağım)" buyurdu. Bizi affet, bize mağfiret buyur ve bize merhamet eyle. Sensin bizim mevlâmız, kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et! Yüce Allah, "Evet (yapacağım)" buyurdu. Bu hadisi Müslim, Ebû Hureyre'den rivâyet etmiştir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

286. âyette,
Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kazandırtıldığı kendi zararınadır buyurularak kimseye kapasitesinin üzerinde bir yük yüklenmediği ve yüklenilmeyeceği; sorumluluğun da kişisel olduğu bildirilmektedir. Bu ilke şu âyetlerde de vurgulanmıştır:

233Anneler, çocuklarını, –emzirmenin tamamlanmasını isteyenler için– tam iki yıl emzirirler. Çocuk kendisine ait olan babaya da emzirenlerin yiyecekleri ve giyecekleri örfe uygun/herkesçe kabul gören şekilde bir borçtur. Kişi sadece gücüne; kapasitesine göre yükümlü olur. Ve çocuğu sebebiyle bir anne, çocuğu sebebiyle bir baba da zarara sokulmasın. Vârise de bunun aynısı borçtur. Eğer ana ve baba birbirleriyle istişâre edip, kendi rızalarıyla çocuğu sütten ayırmak isterlerse kendilerine bir vebal yoktur. Eğer çocuklarınızı emzirtmek isterseniz, vereceğinizi örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekil ile teslim ettiğiniz zaman, bunda da size bir vebal yoktur. Ve Allah'ın koruması altına girin ve şüphesiz Allah'ın yaptıklarınızı çok iyi gören olduğunu bilin. [Bakara/233]

152Yetimin malına da yaklaşmamanızı, -Yalnız erginlik çağına erişinceye kadar en güzel biçimde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz.-

ölçüyü, tartıyı hakkaniyetle tastamam yapmanızı, -Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile; kapasitesi dışındaki bir şeyle yükümlü tutmayız.-

söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olmanızı

ve Allah'a verdiğiniz sözü tastamam tutmanızı.’ -İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye Allah’ın size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.-" [En‘âm/152]

42,43İman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar; –ki Biz hiç kimseye kapasitesinin üstünde bir şey yüklemeyiz– işte onlar cennet yâranlarıdır ve onlar, orada sonsuz olarak kalıcılardır. Ve göğüslerinde kinden, hınçtan, kıskançlıktan, hileden, hainlikten, garazdan ne varsa çıkarıp atarız. Onların altlarından ırmaklar akar. Onlar, "Tüm övgüler, bize bunun için kılavuzluk eden Allah'adır. Eğer Allah bize kılavuzluk etmeseydi biz kılavuzlandığımız doğru yola erişemezdik. Şüphesiz Rabbimizin peygamberleri bize gerçek ile gelmiştir" derler. Ve onlara seslenilir: "İşte size cennet! Yapmış olduklarınızla buna vâris; son sahip oldunuz." [A‘râf/42-43]

62Ve Biz hiç kimseyi, gücünün yettiğinden başkası ile; kapasitesi dışındaki bir şeyle yükümlü tutmayız. Nezdimizde de hakkı konuşan bir kitap vardır ve onlar, haksızlığa uğratılmazlar. [Mü’minûn/62]

7Geniş imkânları olanlar, geniş imkânlarına göre harcasınlar/nafaka versinler. Rızkı kısıtlı tutulan da, artık Allah'ın kendisine verdiğinden versin. Allah, hiçbir kişiye ona verdiğinden başkasıyla yükümlülük koymaz. Allah, bir güçlüğün ardından bir kolaylık sağlayacaktır. [Talâk/7]

Bu âyetin daha iyi anlaşılması için En‘âm/164'te yaptığımız açıklamanın okunmasını öneririz. [
Tebyînu'l-Kur’ân; c. ??????]

Âyette,
Ey Rabbimiz! Eğer terk ettiysek ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır sorumluluk/sıkıntıya sokacak şeyler yükleme! ifadesi ile inananlar, suç işlemeleri nedeniyle dünyada birtakım ağır sorumluluklarla karşı karşıya bırakılmamalarını istemektedir. Âyetin orijinalinde geçen ısr sözcüğü, "yük" demek olmayıp, "ağır ahd [ağır sorumluluk], suça karşı dünyevi ceza" demektir. [Lisânu'l-Arab; c. 1, s. 160-162, "Isr" mad.]

Bunun örneği İsrâîloğulları'na uygulanan cezalarda görülmektedir:

153Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de: "Allah'ı bize açıkça göster" demişlerdi. Sonra da haksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde altını ilâh edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz, Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik.

154-158Ve söz vermeleri ile birlikte üstlerini/en değerlilerini/Mûsâ'yı Tûr'a yükselttik. Ve onlara: "O kapıdan boyun eğip teslimiyet göstererek girin" dedik. Yine onlara: "Tefekkür/kulluk gününde sınırları aşmayın" dedik. Sonra da onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine inanmamaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: "Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir" demeleri –aksine Allah, küfretmeleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeleri nedeniyle kalplerine damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar– ve Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmamaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; "Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük" demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa O'nu öldürmediler ve O'nu asmadılar. Ama onlar için, Îsâ, benzetildi. Gerçekten O'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir yetersiz bilgi içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. O’nu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah O'nu, Kendine yükseltti/derecesini artırdı. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.

160,161Sonra da Yahudileşen kimselerden olan haksız davranışlar, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde riba almaları [emeksiz, hizmetsiz, risksiz kazanç sağlamaları] ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve Yahudileşenlerden kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olanlara can yakıcı bir azap hazırladık. [Nisâ/153-161]

A‘râf sûresi'nde Rasûlullah, İsrâîloğulları'nın üzerindeki bu ek yükü kaldıran kimse olarak tavsif edilmiştir:

156,157Allah diyor ki: "Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah'ın koruması altına girenlere, zekâtını; vergisini verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları Anakentli/Mekkeli Peygamber, o Elçi'ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O'na iman eden, O'na kuvvetle saygı gösteren, O'na yardımcı olan ve O'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." [A‘râf/157]

Not:

Âyetteki "La tahmil Aleyna" ifadesi Ubeyy mushafı [Keşşaf] esas alınarak "La tühammil aleyna" anlamıyla çevrilmiştir.

Bakara/134 ve 141’de لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُم مَّا كَسَبْتُمْ [Onların kazandıkları kendilerinedir, sizin kazandıklarınız da kendinizedir.]

Şeklinde yer alan buna benzer ifadeler/Bakara/286’da

لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا
اكْتَسَبَتْ [Herkesin kazandığı kendi yararına ve kazandırtıldığı zararınadır.]

şeklinde yer almıştır. Görüleceği üzere kırmızı ve altı çizili fiil diğerlerinden farklıdır.

Bu sözcük "kesb (kazanç, edinim)" sözcüğün İFTİÂL babındandır. Bu babın fiilie kattığı anlam "UYUM"dur. Yani bir başkası tarafından kazandırtılmak suretiyle elde edilen kazanç/edinimdir. Bu kâr da olabilir zarar da; hayır da olabilir şer de.

Bu ayetteki sözcüğün inceliğine gelince:

Bunun iki yönü var:

a) Genellikle insanlar zarara, ziyana, şerre, günaha başkasının (şeytan, iblis, kötü arkadaş, amir, komutan, diktatör vs.) etkiyle girerler.

b) Bu durumda kimse ben bu suçu falanın etkisiyle işlemiştim, onun için ben suçlanmamalıyım deyip işin içinden sıyrılıp çıkamaz. Cezasını çeker.

Onun için sözcüğün öz anlamını, metne sadakat göstererek "
kazandırtıldığı" şeklinde ifade ettik.