Fâtır

1,2) Tüm övgüler, gökleri ve yeri yoktan yaratan, haberci âyetleri ikişer, üçer, dörder ... anlamlı/doğal güçleri ikişer, üçer, dörder ... şiddet biriminde[#132] elçiler yapan Allah'a özgüdür; başkası övülemez. O, oluşturmada dilediği şeyleri artırır. Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir. Allah, insanlara rahmetten neyi açarsa, artık onu tutacak biri olamaz. Her neyi de tutarsa, onu da, ondan sonra salacak biri olamaz. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
1Tüm övgüler, gökleri ve yeri yoktan yaratan, haberci âyetleri ikişer, üçer, dörder ... anlamlı/doğal güçleri ikişer, üçer, dörder ... şiddet biriminde elçiler yapan Allah'a özgüdür; başkası övülemez. O, oluşturmada dilediği şeyleri artırır. Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir.

Surenin bu giriş ayeti, müteşabih ayetlerin en güzel örneklerinden birisidir ve Yüce Rabbimiz burada dikkat çekici sözcüklerle ciddî mesajlar vermektedir. Ayette geçen sözcükler sıradan sözcükler olmayıp üzerinde bir hayli düşünülmesi gereken sözcüklerdir. Bu sebeple söz konusu sözcükleri tek tek ele almayı yararlı görüyoruz.

HAMD

Fatiha suresinin tahlilinde de açıkladığımız gibi, "الحمد hamd" kötülemenin karşıtı olup bir nimetin ve güzelliğin kaynağı ve sahibi olan gücü övgü ve yüceltme sözleriyle anmaktır. [Lisanü’l-Arab; c.2, s 583] Ancak şu incelik iyi anlaşılmalıdır: "Hamd", verilen bir nimetten yararlanma veya yapılan bir yardımla feraha çıkma karşılığı olmaktan çok, o nimeti verenin veya o yardımı yapanın yani Yaratıcı’nın sonsuz güç ve kuvvetine, yarattığı nimetlerin çokluğuna, O’nun Rabbliğine duyulan hayranlık sebebiyle dile getirilen bir övgüdür. Bu anlam inceliği nedeniyle "hamd" etmek "şükür"den farklıdır. Şükür bir nimete karşılık olarak ve ancak bir eylemle yapılırken, hamd bir nimetten yararlanmadan da ve sadece söz ile yapılır. Hamd, ilk bakışta "methetme" olarak tanımlanabilirse de, her methiye [övgü] hamd değildir. Çünkü methiyenin riyakârlık, dalkavukluk şaibesi taşımasına karşılık hamd tam bir samimiyet gerektirir. Dolayısıyla hamd, nimetleri, ikramları ve iyilikleri sonsuz olan Yüce Rabbimiz dışında hiç kimseye yapılmaz. O hâlde hamd edilirken nimetler sahibi Yüce Allah hem övülerek yüceltilmeli, hem de O’na şükredilmelidir.

Hamd ve önemi konusunda şu ayetlere bakılabilir: En’âm/1, A’râf/43, Yunus/10, Ta Ha/130, Kasas/70, Zümer/74.

الفطر FATR

Türevleri ile birlikte Kur’an’da yirmi kez geçen ve " فطرةfıtrat", " فطورfütur", " إفطار iftar" şeklindeki türevleri Türkçeye de geçmiş olan " فَطرfatr" sözcüğünün anlamı "yarmak" demektir. Sözcük ilk olarak "parmak uçlarıyla devenin memelerinden süt sağmak" eylemi için kullanılmış, ancak zaman içinde bu anlam genişleyerek "bir şeye müdahale etmek suretiyle bir oluşum sağlamak" anlamında yerleşmiştir. [Lisanü’l Arab; c.7, s.124,125 ftr mad.] Bu anlama göre "fatr" sözcüğü hem "ilk kez yapma, yoktan yaratma", hem de "mevcut düzeni bozma" olarak açıklanabilir. Sözcüğün her iki anlamı da dikkate alınarak ayetin ilgili bölümü şu şekillerde çevrilebilir:

-Hamd, gökleri ve yeri yoktan yaratan, ...

-Hamd, gökleri ve yeri parçalayacak olan, ...

"Fatr" sözcüğünün "mevcut düzeni bozma" şeklinde anlamlandırılması, "fatara" fiilinin mutavaat anlamı veren " إنفطار infitar" ve " منفطرةmünfetıratün" kalıpları kullanılarak yerin ve göğün Allah tarafından parçalanacağını bildiren ayetler ile de uyum göstermektedir:

* Gök çatladığı zaman, yıldızlar dökülüp dağıldığı zaman, denizler yarılıp akıtıldığı zaman, kabirler altüst edildiği zaman; kişi, önünden gönderdiği ve geri bıraktığı şeyleri öğrenmiştir. [İnfitar/1-5]

* Gök bile o günün şiddeti ile parçalanır. O'nun yerine getirmek için verdiği söz gerçekleşmiştir. [Müzzemmil/18]


MELEKLER

Necm ve Kadr surelerinin tahlillerinde de belirttiğimiz gibi, "melek" sözcüğünün anlamı hangi kökten türediğine göre değişmektedir. "Melâike" ve bunun tekili olan "melek" sözcükleri ya "ؤلوك ulûk" kökünden ya da "ملك melk" kökünden türemişlerdir. Buna göre:

1-Eğer "elçi göndermek" anlamına gelen "ؤلوك ulûk" kökünden türemiş ise, aslı "مألك me’lek" olan sözcük, ism-i zaman, ism-i mekân ve mastardır. Dolayısıyla sözcüğün başındaki "م [m]" harfi ektir. Sonraları "ا [elif]" ile "ل [lâm]" harfleri yer değiştirmiş ve sözcük " ملئك mel’ek" hâline getirilmiştir. Sözcüğün "Allah’tan elçi" anlamında isim olarak kullanılmaya başlamasıyla da hemze terk veya tahfif yoluyla kaldırılmış ve sözcük "melek" şeklini almıştır. [Lisanü’l-Arab; c.1, s. 191, 192. elk mad.] 2-Eğer sözcük "kuvvet, yönetim gücü" anlamındaki "ملك melk" kökünden türemiş ise, bu takdirde sözcüğün başındaki "م [m]" harfi ek olmayıp sözcüğün aslındandır. "Mülk, milk, malik ve melik" sözcükleri de bu kökten türemişler ve anlamlarını da bu kökten almışlardır.

Eski tefsircilerin genellikle birinci görüşü benimsemiş olmalarına karşılık bizim tespitlerimiz sözcüğün Kur’an’da farklı anlamlara gelen her iki kökten türemiş hâliyle de kullanıldığı yönündedir. Buna göre, konumuz olan "melâike" sözcüğü bazen "elçi" anlamına, bazen de "yönetim gücü" anlamına gelmektedir. Sözcüğün nerede hangi anlamda kullanıldığı ise yer aldığı pasajın söz akışından anlaşılmaktadır.

ELÇİLER

Genelde "Bir uzlaşma amacıyla ya da bir işi bitirmek için gönderilen kimse" olarak tanımlanan "الرّسول resul [elçi]" sözcüğü kısaca "gönderilmiş" demektir. Ancak "الرّسول resul [elçi]" sözcüğünün sadece insanlardan seçilmiş elçileri ifade ettiği sanılmamalıdır. Çünkü Kur’an’da Allah’ın meleklerden de elçiler seçtiği bildirilmektedir:

* Allah, haberci âyetlerden elçiler seçer, insanlardan da elçiler seçer. Şüphesiz Allah, en iyi işiten, en iyi görendir, ellerinin arasında olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve işler, yalnızca Allah'a döndürülür. [Hacc/75,76]

"Melek" sözcüğünün türediği kök sözcüklere göre ifade ettiği anlamlar hakkındaki açıklamalar göz önüne alındığında, elçilerin "melek" cinsi olanlarının ya "yönetim gücü"nü temsil eden kuvvetler ya da "haber verici" nitelikli şeyler olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.

Rabbimizin yağmur ve rüzgârları "yönetim gücü" anlamında elçi olarak yolladığı pek çok ayette bildirilmiştir (Furkan/48, En’âm/6, A’râf/133, 162, Hicr/22, Ankebut/40, Ahzab/9, Sebe/16, Fussılet/16, Zariyat/32–41, Kamer/19, 31, 34, Rahman/35, İsra/68, Ra’d/13, Kehf/40, Neml/63, Rum/46, 48, Mülk/17 ve Nuh/11).

"Haber verici" nitelikli melek cinsi elçilerin ise neler olabileceğini düşünmeye başlamadan önce dikkate alınması gereken husus, Rabbimizin elçilerin "indirilmişler"den de olabileceğini bildiren şu ifadesidir:

* Allah, onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. O hâlde, ey kavrama yetenekleri olan iman etmiş kimseler! Allah'ın koruması altına girin. Kesinlikle Allah, iman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış kimseleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size bir öğüt, size Allah'ın açık açık âyetlerini/alâmetlerini/göstergelerini okuyan bir elçi indirdi. Ve her kim, Allah'a inanır ve sâlihi işlerse, Allah onu, altlarından ırmaklar akan, içinde sonsuza dek kalacakları cennetlere girdirir. Allah, onun için rızkı güzelleştirmiştir. [Talâk/10,11]

Yukarıdaki ayetlerin ifadesinden kolayca anlaşılabileceği gibi, Yüce Allah’ın indirdiği "Elçi-Öğüt" peygamber değil, Kur’an ayetleridir. Yani "heber verici" nitelikleri ile birer "melek" olan Kur’an ayetleri, Allah’ın indirdiği evrensel, ölümsüz elçileridir.

İKİŞER, ÜÇER, DÖRDER KANATLI

Cahiliye Arapları arasında yaygın olan inanışa göre Allah’ın kızları ve yardımcıları olan melekler kanatlı yaratıklardır ve rüzgâr, yağmur, deprem gibi doğa olayları da onların eseridir. Bu cahilî inanışlar kısmen rivayetlere de girmiş ve peygamberimizin Cebrail’in kanatlarının altı yüz olduğunu bildirdiği iddia edilmiştir. Ayrıca bu tür abartılar İsrafil’in her biri doğudan batıya uzanan tam on iki bin tane kanadı olduğu, Allah’ın Arş’ını da bu kanatlarla taşıdığı gibi fantezilerle de süslenmiştir. Özellikle Ka’bu’l Ahbar rivayetlerindeki meleklerin kanatları milyonları da aşmaktadır.

Biz, "kanat" sözcüğünün burada "güç"ten kinaye olarak kullanıldığını düşünmekteyiz. Şöyle ki: Bu kanatlar bir bakıma fizik biliminde bir güç birimi olarak kullanılan HP [Beygir Gücü] ifadesi gibidir. Meleklerdeki kanat çokluğu, onların güçlerinin fazlalığını ifade etmektedir. Buna göre, Meleklerin kanatları:

- "Melek" sözcüğü "yönetim gücü" anlamında kabul edildiği takdirde, meleklerin kanatları da yağmur, rüzgâr, sel gibi doğa olaylarının "güç"ü olarak;

- "Melek" sözcüğü "haber verici" anlamında kabul edildiği takdirde ise "Kur’an ayetlerinin müteşabih anlamlarının insanlar üzerinde yarattığı etkiler" olarak anlaşılmalıdır.

Bu açıklamalardan sonra konumuz olan ayetlerin takdiri, sözcüklerin değişik anlamlarına göre iki türlü yapılabilir:

a- "Hamd, gökleri ve yeri yoktan yaratan, gönderdiği ayetleri ikişer, üçer, dörder anlamlı elçiler kılan Allah’a özgüdür. O, yaratmada dilediği şeyleri artırır. Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir."

b- "Hamd, gökleri ve yeri yarıp parçalayacak olan, rüzgârları değişik şiddette elçiler kılan Allah’a özgüdür. O, yaratmada dilediği şeyleri artırır. Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir."

Meleklerin bu ayette ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçi oluşları hakkındaki tevilimiz, indirilmiş elçiler olan Kur’an ayetlerinin müteşabih olanlarının birden çok anlamı ifade ettiklerinin bildirildiği yönündedir. Bu anlamı tercih etmemize, 2. ayette geçen "rahmet" ve "Hakiym" ifadeleri ipucu olmuştur.

Ayetin son kısmındaki "Allah ... artırır" ifadesiyle Allah’ın gücünün sınırsızlığı, her istediği şeyi yaratacağı ve yaratmasının sürekliliği açıklanmaktadır.

2Allah, insanlara rahmetten neyi açarsa, artık onu tutacak biri olamaz. Her neyi de tutarsa, onu da, ondan sonra salacak biri olamaz. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.

Bu ayette Yüce Allah’ın tasarrufuna hiç kimsenin mani olamayacağı bildirilmekte ve bu genel hüküm, "Rahmeti açma veya tutma" konusu ele alınarak somutlaştırılmaktadır. Buradaki "Rahmeti açma veya tutma" ifadesini, "peygamber yollama veya yollamama" ya da "yağmur yağdırma veya yağdırmama" olarak anlamak mümkündür.

Eğer bu ifade "peygamber yollama veya yollamama" olarak anlaşıldığı takdirde, Allah’ın kimi, nereye elçi gönderdiği konusuna hiç kimsenin müdahale edemeyeceği; Allah’tan başka hiç kimsenin resul [elçi] gönderemeyeceği ve kimsenin kendini elçi ilân edemeyeceği bildiriliyor demektir. Nitekim Mekke kodamanları elçiliğin peygamberimize verilmesini yadırgamışlar ve "Allah göndere göndere bunu mu elçi gönderdi?" diye itirazda bulunmuşlardı. Mekke ileri gelenlerinin bu davranışları daha önce inmiş olan Kaf, Sad ve Furkan surelerinde dile getirilerek eleştirilmişti. Rabbimiz Sad suresinin 9 ve 10. ayetlerinde "Yoksa çok güçlü ve çok bağışlayıcı Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır? Ya da bütün o göklerin, yerin ve aralarında olanların mülkü onların mıdır? Öyle ise sebeplerin içinde yükselsinler!" şeklinde cevap vererek onların bu temelsiz yaklaşımlarına cevap vermişti.

Allah’ın rahmetine müdahalede bulunmak isteyen haddini bilmez inkârcılar, Rabbimiz tarafından hep aynı sertlikle uyarılmışlardır:

* Ve onlara bir âyet geldiği zaman, "Allah'ın elçilerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla inanmayacağız" dediler. Allah elçilik görevini nereye vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, çevirdikleri hilelerinden dolayı Allah katında bir aşağılık ve çetin bir azap dokunacaktır. [En’âm/124]

* Ve sen, gerçekten onlara: "O gökleri ve yeri kim oluşturdu?" diye sormuş olsan, kesinlikle "Allah!" diyeceklerdir. De ki: "Öyleyse Allah'ın astlarından çağırdıklarınızı hiç düşündünüz mü? Eğer Allah, bana bir zarar vermek istediyse, onlar O'nun zararını giderebilen kimseler midirler? Yahut bana bir rahmet dilediyse, onlar O'nun rahmetini engelleyebilen kimseler midirler? De ki: "Allah, bana yeter. Sonucu bırakanlar, yalnızca O'na sonucu bıraksınlar." [Zümer/38]

* Yine onlar: "Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" dediler. Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit dünya hayatında, onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz, onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. [Zühruf 31–32]

* Ve sen Kitab'ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir rahmet olarak verildi. Öyleyse sakın kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere arka çıkma/yardımcı olma. [Kasas/86]


"Rahmeti açma veya tutma" ifadesi "Allah’ın bulut gönderip yağmur yağdırması veya yağdırmaması" olarak anlaşıldığı takdirde, ayette, Allah’ın gönderdiği bulut ve yağmura kimsenin engel olamayacağı, göndermediğini de zorla kimsenin gönderemeyeceği bildiriliyor demektir.

Aslında buradaki "rahmet" sözcüğünün anlamını "rızk, evlât, mal mülk, makam mevki, güç, otorite, sağlık, bilgi, lütuf" olarak genişletmek mümkündür. Çünkü "rahmet"in "yağmur" anlamında kullanıldığı ayetler olduğu gibi, "rızk" anlamında kullanıldığı ayetler de mevcuttur. Bu takdirde ayetten Allah’ın bu nimetler için rahmetini açmasına ve bunların belirlenen kişiye ulaşmasına engel olunamayacağı veya Allah’ın rahmetini tutması hâlinde o kişinin bu nimetlerden mahrumiyetini hiç kimsenin tersine çeviremeyeceği anlaşılır.

* Ve eğer Allah, sana bir zarar dokunduracak olursa, onu O'ndan başka giderecek biri yoktur. Ve eğer sana bir hayır dilerse, o zaman da O'nun verdiklerini geri çevirecek biri yoktur. O, armağanlarını kullarından dilediğine isabet ettirir. Ve Allah, çok yarlıgayıcı, çok merhametlidir. [Yunus/107]

Allah Aziz’dir, Hakîm’dir

Ayetin sonunda yer alan bu iki sıfat, Rabbimizin mutlak galip ve en iyi yasa koyucu olduğunu vurgulamaktadır. Bu sıfatlarıyla Rabbimiz Kendi tasarrufuna kimsenin mani olamayacağını, bütün direnmelere rağmen yasalarını indirerek rahmetini dilediğine göndereceğini ortaya koymuş olmaktadır.
3) Ey insanlar! Size gökten ve yerden rızık veren Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Allah'tan başka bir oluşturucu mu var? O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Buna rağmen nasıl döndürülüyorsunuz?!
Bu ayette "Ey insanlar!" hitabıyla tüm insanlara seslenilmekte ve Yüce Allah’ın rahmeti [verdiği nimetler] hatırlatılarak herkesin aklını başına alması istenmektedir: "Yaratan ve rızk veren sadece Allah olmasına rağmen nasıl olup da taştan, ağaçtan, madenden, melekten, elçiden, azizden ve benzeri yaratılmışlardan yardım istiyor, onları ilâhlaştırıyorsunuz?"

Bu uyarı, daha fazla ayrıntı verilerek Yunus Suresi’nde de yapılmıştır:

* De ki: "Sizi gökten ve yeryüzünden kim rızıklandırıyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim sahip oluyor, bunların sahibi kim? Ve ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Ve işleri kim düzenliyor?" Hemen "Allah" diyecekler. O zaman de ki: "O hâlde hâlâ Allah'ın koruması altına girmeyecek misiniz? Öyleyse işte O, sizin gerçek Rabbiniz Allah'tır. Artık, gerçekten sonra sapıklıktan başka ne olabilir! O hâlde nasıl da çevriliyorsunuz?" [Yunus/31,32]

Bilindiği gibi, Kur’an’ın indiği dönemlerde Araplar Allah’a inanıyorlar ama O’nun Arş üzerinde kurulduğunu, yeryüzünü ise O’nun meleklerinin ve kendi ilâhlarının idare ettiğini zannediyorlardı. Bu zihniyet Kur’an’da hep reddedilmiş, her fırsatta Allah’ın tasarrufta bulunurken aracı kullanmadığı gerçeği ifade edilmiştir.
4) Ve eğer onlar seni yalanlıyorlarsa, kesinlikle senden önce de elçiler yalanlanmıştı. Ve işler yalnızca Allah'a döndürülür.
Peygamberimize güç vermek için inmiş olan bu ayet, ister bir parantez cümlesi olarak kabul edilsin, ister Mushafın tertibindeki bir yerleştirme hatası olarak kabul edilsin, insanlığa yapılan genel açıklamayı bölerek uyarıların arasına girmiş bir teselli cümlesidir. Burada peygamberimize zımnen "Bu yalanlama, karşı çıkma ve taciz, ilk kez yapılmış olmayıp senden evvelkilere de aynı şeyler yapılmıştı. Ama müsterih ol, her şey, her iş Allah’a döndürülür; onun hesabı mutlaka görülür" denilmektedir.

Bir teselli olarak daha önceki elçilerin de yalanlandığını bildiren bu ayetin benzerleri Kur’an’ın başka surelerinde de mevcuttur:

* Ve eğer onlar, seni yalanlıyorlarsa bil ki onlardan önce Nûh'un toplumu, Âd, Semûd, İbrâhîm'in toplumu, Lût'un toplumu, Medyen ashâbı da yalanlamışlardı. Mûsâ da yalanlandı da Ben, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimselere bir süre verdim. Sonra da onları yakalayıverdim. Peki, Beni tanımamak nasılmış! [Hacc/42-44]

* Eğer şimdi seni yalanladılarsa, bil ki senden önce açık deliller, sayfalar ve aydınlatıcı kitap ile gelen elçiler de yalanlanmıştı. [Âl-i Imran/184]

* Ve eğer siz yalanlarsanız bilin ki, sizden önceki birtakım ümmetler de yalanlamıştı. Elçi'ye düşen de apaçık tebliğden başka bir şey değildir. [Ankebut/18]

* Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki, sana, elçilerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir de. [En’âm/34]


Ayetin sonundaki "Ve işler yalnızca Allah’a döndürülür" ifadesi, hem yalanlayıcıların cezalandırılacaklarını bildiren bir tehdit, hem de inananların ödüllerini alacaklarını bildiren bir vaattir. Benzer ifadeler daha birçok ayette yer almaktadır:

* Onlar, sadece Allah'ın buluttan gölgeler içinde gelmesini, doğal güçlerin [ışın, radyasyon ve meteorların] gelmesini ve işin bitirilivermesini mi bekliyorlar? Hâlbuki bütün işler, yalnızca Allah'a döndürülüyor. [Bakara/210]

* Ve göklerde ve yeryüzünde olan şeyler Allah'ındır. Ve bütün işler yalnızca Allah'a döndürülür. [Âl-i Imran/109]


Ayrıca Enfal/44, Hacc/76, Hadid/5, Lokman/22, Şura/53. ayetlere de bakılabilir.
5,6) Ey insanlar! Hiç şüphesiz, Allah'ın yapmak için verdiği söz gerçektir. Onun için bu basit dünya yaşamı sizi aldatmasın. Ve sakın o aldatıcı, sizi, Allah ile aldatmasın. Şüphesiz o şeytan, sizin için düşmandır. Onun için siz de onu düşman edinin. Şüphesiz şeytan kendi taraftarlarını alevli ateşin ashâbından olmaları için çağırır.
5Ey insanlar! Hiç şüphesiz, Allah'ın yapmak için verdiği söz gerçektir. Onun için bu basit dünya yaşamı sizi aldatmasın. Ve sakın o aldatıcı, sizi, Allah ile aldatmasın.

Bu ayette yine tüm insanlara seslenilerek Allah’ın vaadinin mutlaka gerçekleşeceği bildirilmiş ve insanlar "basit yaşamın zevklerine, tutkularına kanmamaları" ve "aldatıcılar tarafından Allah ile aldatılmamaları" konularında uyarılmıştır.

Allah’ın vaadinden dönmeyeceğine ve Allah’ın vaadinin gerçekliğine [ahirette dirilmenin olacağına, orada inananların ödüllendirileceğine ve inançsızların cezalandırılacağına] dair Kur’an’da pek çok ayet vardır:

* Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu üzerinde: "Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş'in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, "Rabbinize inanın!" diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi "iyi adamlar" ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, verdiğin sözden dönmezsin" diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır. [Âl-i Imran/190-194]

* Yine o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimseler: "Ona Rabbinden bir alâmet/gösterge indirilmeli değil miydi, eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yerin parçalandığı veya ölülerin konuşturulduğu bir Kur’ân olsaydı..." diyorlar. De ki: "Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtır ve gönülden bağlanan kimseleri; inanan ve kalpleri Allah'ı anmakla zihnindeki tüm soru işaretlerini gidererek rahata kavuşmuş kişileri Kendisine kılavuzlar." Gözünüzü açın! Kalpler, yalnız ve yalnız Allah'ı anmakla; zihnindeki tüm soru işaretlerini gidermekle rahata kavuşur. İman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış kimseler; tuba; güzellikler, müjdeler ve güzel dönüş yeri sadece onlar içindir. Aslında emrin tümü Allah'ındır. İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki eğer Allah dilemiş olsaydı, kesinlikle insanların tümüne kılavuzluk ederdi. İnkâr eden kimseler, Allah'ın vaadi gelinceye kadar, yaptıkları dolayısıyla ya başlarına çetin bir bela çatacak veya yurtlarının yakınına inecek. Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez/miadını şaşırmaz. [Ra’d/27-29,31]

Ve Hacc/47, Rum/6, Zümer/20.

Rabbimiz, çeldiricilerden biri olan "basit yaşam" konusunda birçok ayetiyle uyarıda bulunmuş ve bu dünyadaki yaşam uğruna ebedî olan ahiret yurdunun feda edilmemesini istemiştir:

* Ve denilmiştir ki: "Bugün Biz sizi, sizin bu gününüze kavuşmayı unuttuğunuz gibi unuturuz/terk ederiz/cezalandırırız. Yeriniz de ateştir. Sizin için yardımcılardan herhangi biri de yoktur. İşte bunlar, sizin Allah'ın âyetlerini alaya almanız ve basit dünya yaşamının sizi aldatması sebebiyledir." Artık bugün onlar, ateşten çıkarılmaz ve özür dilemeleri de kabul edilmez/Allah'ı hoşnut etmeleri de istenmez. [Casiye/34,35]

* Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş/oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak ve Kur’ân ile hatırlat/öğüt ver: Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığıyla değişim ve yıkıma düşerse, onun için Allah'ın astlarından bir yardım eden, yol, gösteren koruyan bir yakın kimse ve destekçi, kayırıcı söz konusu olmaz. Suçuna karşı her türlü bedeli ödemeyi istese de ondan alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile değişime/yıkıma uğrayan kimselerdir. İyilikbilmezlik ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır. [En’âm/70]

* Ey gizli, âşikar, geleceğin, bugünün insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi uyaran kendinizden elçiler gelmedi mi? Onlar, "Kendi aleyhimize şâhitiz" dediler. Basit dünya yaşamı onları aldattı ve onlar kendilerinin kesinlikle kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin ta kendisi olduklarına şâhitlik ettiler. [En’âm/13
0]

Ve A’râf/50, 51, İnfitar/6, Lokman/33,Âl-i Imran/185, Hadid/20.

Konumuz olan ayette dikkat çekilen bir diğer önemli nokta da, "aldatıcının insanları Allah ile aldatması" olgusudur. Allah ile aldatmak, Allah’ın emretmediği veya yasaklamadığı herhangi bir hususu bilgisiz ve bilinçsiz kimselere Allah adına emretme veya yasaklama girişimidir. Allah’ın Rahman, Rahîm, Ğafur ve Vekil gibi sıfatlarını çarpıtarak insanların Allah’ın bu sıfatlarının çarpıtılmış hâline güvenmelerini sağlamak ve böylece günaha ve şirke girmelerine yol açmak da yine "Allah ile aldatma" kapsamındadır. Herkesin bu konuda çok dikkatli ve uyanık olması gerekir. Çünkü bu tip aldatmalar genellikle "din adamı" kisveli kişilerce yapılmaktadır. Rabbimiz Kur’an’da bu konu üzerinde çokça durmuştur:

* Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak için, "Bu, Allah katındandır" derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara yazıklar olsun! O kazandıkları şeyler yüzünden kendilerine yazıklar olsun! [Bakara/79]

* Ve Kitap Ehlinden, bazı söz ve ilkeleri, kitaptan olmamasına rağmen, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip büken akılsız, serseri bir gurup vardır. O, Allah katından olmadığı hâlde, "Bu, Allah katındandır" derler. Kendileri bilip dururken, Allah'a karşı yalan da söylerler. [Âl-i Imran/78]

* Ve Allah'a karşı yalan uydurandan veya âyetlerini yalanlayandan daha yanlış davranan; kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Hiç şüphe yok ki şirk koşarak yanlış davranan; kendi zararlarına iş yapan bu kimseler kurtuluşa eremezler. [En’âm/21]

Ve A’râf/37, Yunus/17,Hud/18, Kehf/15, Ankebut/68, Zümer/32.

Ayetteki " الغرورğarur [aldatan]" sözcüğünün sadece İblis’i işaret ettiğini düşünmek bize göre yanlıştır. Aldatıcının Kur’an’daki ilk örneği şüphesiz İblis’tir. O, Âdem ve eşine "Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek /melik olmanız ya da ebedî kalıcılardan olmanız için sizi şu ağaçtan men etti" demek suretiyle Allah adına vesvese vermiş ve uydurduğu yalanla her ikisini de aldatmıştır. Ancak Kur’an’da şeytanların da aldatıcı olduğu bildirilmektedir. Dolayısıyla buradaki "ğarur [aldatan]" sözcüğü hem İblis’i hem de tüm insan şeytanları ifade etmektedir.

Bu konuda mesajlarına iyi kulak verilmesi gereken ayetler aşağıdadır:

* İblis, onlara vaatte bulunur ve onları kuruntulandırır. Oysa şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez. [Nisa/120]

* Böylece Biz, her peygamber için gizli-açık şeytanlarını düşman yaptık: Ki dünya malına aldanmaktan dolayı, âhirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan hoşnut olsun ve yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü gizlice telkinde bulunur/fısıldar. –Ve şâyet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve uydurdukları şeyleri bırak!– [En’âm/112–113]

* Allah dedi ki: "Git! Sonra onlardan kim sana uyarsa, bilin ki, şüphesiz ki, cezanız yeterli bir ceza olarak cehennemdir. Onlardan gücünü yetirdiklerini sesinle sars. Ve atlılarınla ve yayalarınla onların üzerine yaygara kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun." –Ve şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.– Şüphesiz ki, Benim kullarım, senin için onlar aleyhine hiçbir güç yoktur." –Tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan" olarak da Rabbin yeter.– [İsra/63-65]

* O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar, o iman eden kimselere: "Bize bakın da sizin ışığınızdan alalım?" derler. Denildi ki: "Arkanıza dönün de ışık arayın!" Sonra da aralarına içinde rahmet, dışında da kendi yönünden azap olan kapılı bir sur çekilir. Onlara: "Biz, sizinle beraber değil miydik?" diye seslenirler. Mü’minler: "Evet ama, siz kendi canlarınızı ateşe attınız, gözlediniz, kuşkuya düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. Sonunda Allah'ın emri gelip çattı. O, çok aldatan da sizi, Allah ile aldattı. Bugün artık sizden kurtulmalık alınmaz, kâfirlerden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerden de. Sizin varacağınız yer ateştir. O, size yaraşandır. O, ne kötü bir dönüş yeridir!" [Hadid/13-15]


6Şüphesiz o şeytan, sizin için düşmandır. Onun için siz de onu düşman edinin. Şüphesiz şeytan kendi taraftarlarını alevli ateşin ashâbından olmaları için çağırır.

Bu ayette insanı en çok aldatan, en fazla tuzağa düşüren düşman ele alınmış ve insanlar ona karşı uyarılmıştır. Burada konu edilen şeytan; iğvalarıyla, yumuşak girişleriyle insanı en fazla yanlışa sürükleyen İblis’tir. Bu sebeple Rabbimiz onu bize tanıtmış, onun bizden kıyamete kadar ayrılmayacağını hem haber cümleleriyle hem de temsilî anlatımlarla bildirmiştir:

* Ve ey günahkârlar! Bugün siz hadi ayrılın! Ben; "Ey Âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır ve Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve andolsun ki şeytan sizden birçok kuşakları saptırdı" diye size ahit vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz? İşte bu, sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir. [Ya Sin/59–63]

* Allah İblis'i dışladı. Ve İblis, "Elbette Senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları kesinlikle saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de etinden-sütünden yararlanılan hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın oluşturuşunu/ölçülendirdiğini bozacaklar" dedi. Ve her kim Allah'ın astından şeytanı yol gösterici, koruyucu yakın edinirse, o zaman şüphesiz o, apaçık bir ziyan ile ziyana uğrar. [Nisa/118,119]

* Ve hani Biz doğal güçlere, "Âdem'e boyun eğip teslimiyet gösterin" demiştik de İblis/düşünce yetisi dışında hepsi boyun eğip teslimiyet gösterdi. İblis, görünmez varlıklardandı/enerjidendi. Sonra da kendi Rabbinin emrine ters düştü. Şimdi siz, Benim astlarımdan onu ve onun soyunu yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar mı ediniyorsunuz? Hem de onlar sizin düşmanınızken. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için ne kötü bir değiştirmedir bu! [Kehf/50]
7,8) Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimseler; onlar için şiddetli bir azap vardır. İman etmiş ve düzeltmeye yönelik işleri yapmış kişiler; onlar için bir bağışlanma ve büyük bir ödül vardır. Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel gören kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini/dileyeni şaşırtır, dilediğine/dileyene de kılavuzluk eder. Onun için canın onlara karşı hasretlerle/üzüntülerle sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir.
7Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimseler; onlar için şiddetli bir azap vardır. İman etmiş ve düzeltmeye yönelik işleri yapmış kişiler; onlar için bir bağışlanma ve büyük bir ödül vardır.

Kur’an’da çok sık rastlanan yönteme uygun olarak bu ayette de yine uyarılardan sonra inananlar ile inanmayanların akıbetleri beyan edilmektedir.

8Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel gören kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini/dileyeni şaşırtır, dilediğine/dileyene de kılavuzluk eder. Onun için canın onlara karşı hasretlerle/üzüntülerle sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir.

İnananlar ile inanmayanların akıbetlerine ait açıklamaya bu ayette de devam edilmiş ve bir lütuf olarak özgürlük verilen insanın tercihini yanlış kullanması sonucu kendisini mahvedişi, özel bir ifade tarzı ile vurgulanmıştır. Ayetteki cümle yapısına dikkat edilirse, ilk cümlede soru sorulmuş ama cevap verilmemiştir. Bu ifade şekli, sorulan soruya herkesin kendi anlayışına göre cevap takdir etmesine fırsat veren bir edebî sanattır. Yanlış tercih yapanların kesinlikle inanan ve salihatı işleyenler gibi olmayacakları [onlara iyi davranılacağı] belli olduğuna göre, ayetin ilk cümlesindeki soruya verilecek cevaplardan biri şu olabilir: "Ona da en kötü ceza verilecektir. İman eden, salihatı işleyene büyük ödül var diye, kötü işler kendisine güzel gösterilen, kendisi de onları güzel gören kötü kişiye de onun gibi mi davranılacak? Şüphe yok ki Allah dilediğini /dileyeni şaşırtır, dilediğine /dileyene de kılavuzluk eder. O hâlde canın onlara karşı hasretlerle [üzüntülerle] sıkılıp gitmesin. Onlar kendi gayretleriyle, çabalarıyla bu hale düşmüşlerdir. Acınacak durumları yoktur, acımaya da gerek yoktur. Onlar kendileri etti, kendileri buldu. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir."

Ayetin ikinci cümlesinde geçen "Allah’ın dilediğini mi yoksa dileyeni mi şaşırttığı ve dilediğine mi yoksa dileyene mi kılavuzluk ettiği" konusu, Tekvir suresinin tahlilinde açıkladığımız "meşiet" kavramı çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir konudur. Kısaca söylemek gerekirse; "Allah’ın dilemesi", insanların özgür iradeleri ile tercih edebilecekleri bütün seçeneklerin Allah tarafından yaratılmış olduğu anlamına gelmektedir.

Ayetin üçüncü cümlesi peygamberimizi teselli etmektedir. Çünkü Kur’an’ın bildirdiğine göre, birçoğu akrabası olan Mekkelilerin tevhide yönelmeyip şirkte ısrar etmeleri sebebiyle peygamberimiz çok büyük üzüntü duymakta ve bu üzüntü onu âdeta kahretmektedir. Bu durumu bilen Rabbimiz, pek çok ayette, insanların hidayete erip ermemelerinin kontrolünün bizzat Kendisinde olduğunu bildirmiş, elçinin görevinin sadece tebliğ ve tebyin olduğunu hatırlatarak onu uyarmış ve teselli etmiştir:

* Kesinlikle sen sevdiğini kılavuzlanan doğru yola iletemezsin; ama Allah dilediğine doğru yolu gösterir ve O, kılavuzlanan doğru yolu kabullenecek olanları daha iyi bilir. [Kasas/56]

* Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru yola getirir. Ve hayırdan harcamada bulunduğunuz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında harcamada bulunmazsınız. Ve hayırdan ne harcamada bulunursanız, o, size tastamam ödenecektir. Ve siz, haksızlığa uğratılmayacaksınız. [Bakara/272]

* Sonra da sen onlar bu Kur’ân'a inanmazlarsa, onların yaptıklarından dolayı, üzüntüden neredeyse kendini harap edeceksin! [Kehf/6]

* Küfürde Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmekte yarışan şu kişiler de seni üzmesin. Onlar, Allah'a hiçbir şekilde asla zarar vermezler. Allah onlara âhirette herhangi bir pay vermemeyi istiyor. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır. [Âl-i Imran/176]

* Onlar; Kur’ân'ı sihir, şiir, esatir (mitolojik söylentiler), uydurulmuş söz gibi birtakım parçalar, kötü sözler kabul eden kimseler, iman edenler olmuyorlar diye sen kendini yıkıma uğratacaksın! [Şuara/3]


8. ayetin son cümlesi olan "Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir" ifadesinde, inkârcılara dolaylı bir tehdit ve inananlara da bir uyarı vardır. Ayrıca bu cümlede geçen "بما يصنعون bima yasneûn" ifadesi de dikkat çekicidir. Çünkü başka yerlerde genellikle "بما تعملون bima ta’melûn" ifadesi geçmesine karşılık Rabbimiz burada "sanayi, endüstriyel üretimler, sanatsal yapılar" anlamına gelen özel bir sözcük seçmiştir. Buna göre Rabbimiz, bu ifadeyi kullanarak müminlerin dikkatini düşmanlarının her türlü sanayii kullanarak kendilerini yıldırmaya çalışacaklarına çekmekte ve müminlere sanayiye önem vererek düşmanlara karşı hazırlıklı olmaları gerektiği mesajını vermektedir.
9) Ve Allah, rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete geçirip yukarılara kaldırır. Derken Biz, o bulutu ölmüş bir beldeye sürüp göndermişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte böyledir ölmüş çürümüş insanlara hayat vermek.
Tekvinî mucizelere değinilen bu ayette dikkat çekmek için İltifat sanatı kullanılmış; ayetin ilk bölümünde kendisinden "Allah" ve "O" diye üçüncü şahıs olarak bahseden Rabbimiz, daha sonra sözlerine birinci çoğul şahıs zamiri "Biz" ile devam etmiştir.

Rabbimiz bu ayette okyanuslardan, göllerden, nehirlerden, bataklıklardan oluşan bulutları nasıl gönderdiği rüzgârlarla yukarılara kaldırıp sevk ediyor ve yağdırdığı yağmurla ölü toprağı diriltiyorsa, ölüm sonrası tekrar canlanmanın da bunun gibi olacağını bildirmekte, böylece tevhidî inancın oluşması yönünde akıl sahiplerine yol göstermektedir.

Ölü toprağın canlanması, Kur’an’ın pek çok ayetinde, insanların ölümlerinden sonra dirilmelerine örnek verilmiştir:

* Ve O Allah ki, suyu gökten belli bir ölçü ile indirdi. Sonra Biz, onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz, böyle çıkarılacaksınız. [Zühruf/11]

* Biz, gökten bereketli bir su indirdik. Onunla bahçeler ve biçilecek taneler, kullara rızık olmak üzere tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş büyük ve yüksek hurma ağaçları bitirdik. Ve Biz, onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte diriliş böyledir. [Kaf/9–11]

* Ve ölü toprak, duyarsız topluma bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da ondan yeyip duruyorlar. [Ya Sin/33]


Ve Rum/19, 24, 50, A’râf/57,Nahl/65, Ankebut/63, Casiye/5,Hadid/17.

Hatırlanacak olursa, ölü toprağın canlanması sadece saf su ile olmayıp, yağmurun, ihtiva ettiği mineral, tuz ve diğer kimyasal ve biyolojik maddelerle toprak gübrelenerek olmaktadır.

* Ve O, rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderendir. Ve Biz ölü bir beldeye can verelim, oluşturduğumuz nice hayvanlara ve insanlara su sağlayalım diye gökten tertemiz bir su indirdik. [Furkan/48,49]

Konumuz olan 9. ayette ölmüş, çürümüş insanlara nasıl hayat verileceğinin bir örneği olarak gösterilen "ölü toprağın canlandırılması" olgusu, 1. ayette "melekler" sözcüğüne karşılık olarak verdiğimiz "doğal güçler" ve "Kur’an ayetleri" şeklindeki her iki anlamın da mantıklı olduğuna bir delil teşkil etmektedir. "Melekler" sözcüğü eğer "doğal güçler" anlamında kabul edilirse, ölü beldeleri canlandıran yağmurun bir "doğal güç" olduğu; yok, eğer "haber verici" nitelikte olan Kur’an ayetleri olarak kabul edilirse, bu kez de Kur’an ayetlerinin ölü mesabesindeki insanları ve toplumları canlandırdığı gerekçesiyle bu anlamlar doğrulanmış olur.

Ayetin son cümlesinde geçen ve "ölmüş, çürümüş, yok olup gitmiş insanlara hayat verme" anlamında kullanılmış olan "nüşür" sözcüğünün bir başka kalıbı olan "neşr", "nâşirat" hakkındaki daha geniş açıklamamız Mürselat suresinin tahlilindedir.
10) Her kim üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan; mutlak galip olmak istiyorsa, bilsin ki en üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi mümkün olmayan; mutlak galip olmak tamamıyla yalnızca Allah'ındır. Hoş kelimeler yalnızca O'na yükselir. Ve düzgün iş onu yükseltir. Kötülüklerin plânlarını yapan şu kişiler; onlar şiddetli azap kendileri için olanlardır. Onların plânları ise; o, darmadağın olur.
Bu ayette akıllı insanın nasıl ve kimden yana olması gerektiği mesajı verilmektedir. Buna göre, güç kuvvet, şan, şeref tamamıyla Allah’ındır. Dolayısıyla, güçlü, şerefli olmak isteyen mutlaka Allah’tan yana olmalıdır. Allah’ın vahyine karşı duranların, inançsızların her türlü plânları darmadağın olup gidecek, hiçbir işe yaramayacaktır. Bilinmelidir ki, Allah’tan yana olanların yolu "kelime-i tayyibe"den ve "salihatı işlemek"ten geçmektedir.

KELİME-İ TAYYİBE

"كلمة طيّبة kelime-i tayyibe", "hoş, güzel söz" demektir. Kur’an’dan anlaşıldığına göre bu söz "La ilâhe illallah [Allah’tan başka ilâh diye bir şey yoktur]" demektir ve bununla da kastedilen "gerçek iman"dır.

* Görmedin mi; hiç düşünmedin mi, Allah nasıl bir örnek verdi? Güzel bir söz, kökü, sabit, dalı-budağı gökte olan, Rabbinin izniyle/bilgisiyle her an ürün veren güzel bir ağaç gibidir. Ve onlar öğüt alsınlar diye Allah, insanlara böyle örnekler verir. Kötü bir söz'ün durumu da, yerden koparılmış, sabit kalma imkânı olmayan kötü bir ağaca benzer. Allah, iman edenleri, basit dünya yaşamında ve âhirette sabit bir söze/imana sabitler. Allah, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları da saptırır. Ve Allah, dilediği şeyi yapar. [İbrahim/24–27]

Ayetteki "düzgün amel onu yükseltir" ifadesi, Kur’an’da pek çok yerde geçen "iman eden ve salihatı işleyenler" nitelemesinin bir başka ifadesidir. Bu ifade, kuru kuru "Ben inandım" demenin yetersizliğini, imanın mutlak surette amel olarak yansıması gerektiğini göstermektedir. Nitekim Kur’an’da imansız amelin işe yaramayacağına dair onlarca ayet vardır. Amelsiz bir imanın yetersizliği bu ayette de böyle ifade edilmiştir. Anlaşılması gereken şudur ki, iman mutlaka dışa yansımalı, salihatı işlemek ve takva olarak kendini kişinin hal ve hareketlerinde açıkça göstermelidir.

Bu çok önemli konunun daha iyi anlaşılması için "Cennetin Bedeli Takva" adlı çalışmamızdan bir bölümü okuyucuya sunmayı yararlı görüyoruz:

İMAN AMEL İLİŞKİSİ

Konumuzun iyi anlaşılması için mutlaka iman ve amel ilişkisine de değinmek gerekiyor. Zira bu konunun hakikatinin bilinmemesi nedeniyle toplumda amelsiz insanlardan geçilmez oldu. Ameli olmadığı hâlde Müslümanlığı kimse elden bırakmıyor. Bu konu herkes tarafından doğru dürüst öğrenilmelidir ki, kimin gerçek kimin sahte Müslüman olduğu anlaşılsın.

İman, dil bilimcilerine göre; "Kesb/çalışma ve ihtiyar/özgür iradeyle seçim ile kalpte hâsıl olan tasdik" demektir. Yani iman, kelime anlamı olarak "verilen haberi kabul ve itiraf ederek haber sahibini yalanlamamak"tır.

Dinî terim olarak iman ise sadece tasdik olmayıp "Peygamberin Allah tarafından getirdiği ve dinden olduğu zarurî ve kesin olarak bilinen haber ve hükümleri kendi irade ve ihtiyariyle tasdik ederek bunları kabul ve itiraf etmek"tir.

Bizim üzerinde duracağımız nokta, bu tasdik, kabul ve itirafın nasıl olacağıdır:

-Kalben kabul ve itiraf yeter mi?

-Sadece dil ile kabul ve itiraf yeter mi?

-Yoksa hem kalben hem de dil ile kabul ve itiraf mı gerekir?

-Ya da bu ikisiyle birlikte pratikte de uygulamaları olması mı gerekir?

Bu noktalarda geçmişte İslâm bilginleri arasında birçok tartışmalar olmuş ve bu husus ile ilgili olarak Kerrâmiye, Havâriç, Mu’tezile, Selef/Muhaddisûn gibi birçoğu ifrata ve tefrite kaçan mezhepler/ekoller ortaya çıkmıştır. Bunlardan kimisi ameli olmayan bir Müslüman’a çekinmeden kâfir demiş, (hâlbuki amelinin olmamasının imansızlıktan başka bir sebebi olabilir,) kimisi de ameli olmayan bütün Müslümanları cennetle müjdelemiş ve böylece günahkârlığı cesaretlendirmiştir. Bu geniş mevzu İlm-i Kelam kitaplarında duradursun, biz iman-amel ilişkisini zoraki yorumlara tevessül etmeden, temel kaynağımız Kur’an’dan görelim. Konuyla ilgili Yüce Rabbimizin açık beyanlarına dikkat edelim:

Kur’an’a baktığımızda Allahü Teala, iman etmeyi mutlaka bir fiille beraber zikreder. Kur’an’ın tanımladığı müminler aksiyon halindedirler.

* Kesinlikle, inananlar durumlarını korudular/zafer kazandılar. Onlar, salâtlarında [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmalarında; toplumu aydınlatmaya çalışmalarında] gösterişsiz/samimi olan kimselerdir. Ve onlar, boş şeylerden yüz çeviren kimselerdir, ve onlar, zekâtı işleyen/vergiyi veren kimselerdir, ve onlar, iffetlerini koruyan kimselerdir, –eşleri veya sözleşmelerinin sahip oldukları ayrı, çünkü bundan dolayı kınanamazlar, oysa bunun ötesine gitmek isteyenler, işte onlar, sınırları aşanların ta kendileridir.– Ve onlar, emanetlerine ve antlaşmalarına riâyet eden kimselerdir. Ve onlar, salâtlarını [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını] koruyan kimselerdir. İşte onlar, içinde temelli kalacakları Firdevs cennetine son sahip olan son sahiplerin ta kendileridir. [Müminûn/1–11]

Elli civarında ayette Allahü Teala "İman edenler ve salihatı işleyenler" ifadesini kullanarak iman ile davranışı [salihatı işlemeyi] bir daha ayrılmayacak şekilde birbirine bağlamıştır. Bu ifadeyle "iman" ve "salihatı işlemek" bir bakıma aynı şey haline gelmektedir. Bundan dolayıdır ki, Maide suresinin 44, 45 ve 47. ayetlerinde Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler "kâfirler", "zâlimler" ve "fasıklar" olarak değerlendirilmiştir.

Gerçek Müminlerin nitelikleri sayılırken de şu hususlara dikkat çekilmiştir:

* Hiç şüphesiz mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperen, O'nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman, iman açısından güç kazanan ve yalnızca Rablerine sonucu havale eden, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan, ayakta tutan] ve Bizim kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte bunlar, gerçekten inananların ta kendisidir. Onlara Rableri katında dereceler, bağışlama ve saygın bir rızık vardır. [Enfal/2–4]

* Şüphesiz Allah, tevbe eden, kulluk eden, övgüde bulunan, seyahat eden, Allah'ı birleyen, boyun eğip teslimiyet gösteren, herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden, kötü olan her şeyden vazgeçiren, Allah'ın hududunu koruyan inananlardan, canlarını ve mallarını şüphesiz cenneti onlara verme karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah'ın Tevrât, İncîl ve Kur’ân'daki gerçek bir vaadidir Ve sözünü, Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alış-verişle sevinin. Ve işte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Ve mü’minlere müjde ver! [Tövbe/111,112]

* Ey iman etmiş kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve O'nun Elçisi'ne inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha iyidir: Sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki hoş meskenlere girdirir. İşte bu, büyük kurtuluştur. Ve sizin seveceğiniz başka bir şey daha: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih... Ve inananlara müjde ver. [Saff/10-13]

* Görmedin mi; hiç düşünmedin mi, Allah nasıl bir örnek verdi? Güzel bir söz, kökü, sabit, dalı-budağı gökte olan, Rabbinin izniyle/bilgisiyle her an ürün veren güzel bir ağaç gibidir. Ve onlar öğüt alsınlar diye Allah, insanlara böyle örnekler verir. Kötü bir söz'ün durumu da, yerden koparılmış, sabit kalma imkânı olmayan kötü bir ağaca benzer. [İbrahim/24–26]


Ayrıca Furkan suresinin 63-77. ayetlerinde belirtilen özelliklerin de göz önüne alınması gerekmektedir. Bu özellikler şunlardır:

Yeryüzünde kibirlenmeden yürümek, geceleri secde ve kıyam etmek, duada bulunmak, malı harcarken savurgan ve cimri olmayıp orta yolu tutmak, haksız yere adam öldürmemek, zina etmemek, yalana tanıklık etmemek, boş lâkırdıya kulak asmamak, okunan ayetlere duyarlı olmak.

Bütün bu ayetler imanın amelden bağımsız, soyut bir şey olmadığını göstermektedir. Allah yolunda mücadele, iyiliği emir, kötülükten nehy, salât, oruç, infak, tövbe ve benzeri kulluk görevleri iman ile aynı kefede tartılmaktadır.

Allah insan için iki yol bulunduğunu bildirerek iman edenlerin Allah yolunda, etmeyenlerin ise Tağut yolunda mücadele vereceklerini açıklar. Müminlerle fasıkları bir tutmayacağını bildiren Rabbimiz, imanı yüceltmiş ve onu kalplerimize hoş göstermiş; küfür, fısk ve isyandan ise nefret ettirmiştir.

* Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli size gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara yoksulluklar, sıkıntılar dokundu ve sarsıldılar; hatta elçi ve beraberinde iman edenler, "Allah'ın yardımı ne zaman?" derlerdi. –Dikkat edin! Gerçekten Allah'ın yardımı pek yakındır.– [Bakara/214]

* Yoksa Allah, içinizden çaba harcayanları bildirmeden, sabredenleri de bildirmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? [Âl-i Imran/142]

* Sizden çaba harcayanları, Allah'ın Elçisi'nden ve inananların astlarından sırdaş/can dostu edinmeyenleri Allah ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Ve Allah, yaptıklarınızdan çok iyi haberi olandır. [Tövbe/16]


Ve Yunus/62, 63, A’râf/156, Bakara/103, Maide/93, Ankebut/2-3, Hucurat/14-16.

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, insanlar kesinlikle "inandık" demekle kurtulamayacaklardır. Çünkü iman aynı zamanda inandığını yaşamaktır da... Yaşanmayan kuru bir imanın ne anlamı ne de önemi vardır. İslâm’dan başka din arayan kimselerden bu dinlerin kabul edilmeyeceğini hatırlatan Rabbimiz, "Biz iman ettik" diyen bedevîlerin imanlarını bile onların yüzlerine çarpmakta ve "Hayır, siz henüz iman etmediniz, iman henüz kalplerinize yerleşmedi" buyurmaktadır. Zira eğer gerçekten iman etmiş olsalardı, Allah yolunda canlarıyla, mallarıyla mücadele ederlerdi. Rabbimiz o bedevilere "eslemna [teslim olduk, Müslüman olduk]" demeleri gerektiğini öğütlemektedir. Bu öğüt zımnen şu anlama gelmektedir: "Kimlik belgenize Müslüman yazdırmanızda bir sakınca yoktur. Kimliğinizi belirtmek bakımından Mecusî, Hıristiyan, Yahudi, Zerdüşt veya benzer bir dinden olmayıp Medine’deki Müslüman toplumdan olduğunuzu söylüyorsunuz ki, bu doğrudur. Ama size gerçek anlamda mümin denemez." Gerçek müminlerden olmanın yolu, dinin gerekli gördüğü eylem ve davranışları da yerine getirmekten geçmektedir.

* Ve Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiçbir mü’min erkek ve mü’min kadın için kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır. [Ahzab/36]

Kur’an’ın üzerinde durduğu mesele, inandığımız doğruların hayatımızda uygulanmasıdır. İman ile ameli birbirinden ayırıp ayrı ayrı kategoride değerlendirmek Kur’an’a göre uygun değildir. Kur’an bizden inandığımızı bizzat yaşayarak kanıtlamamızı istemektedir. "Mümin şu işleri yapar" denilirken aslında o işleri yapanların ancak iman etmiş sayılacakları ifade edilmiş olmaktadır. Ayetlerde görüldüğü gibi, cennet salt inanmışlara değil, imanla birlikte salih amel işleyenlere; takva sahiplerine, salihlere, muhsinlere, ebrara vaat edilmektedir.

İnandığı hâlde [mazeretsiz] amel işlemeyen insanların kâfir mi, değil mi olduklarını tartışmak yerine, bu tür insanların mümin olup olmadıklarının cevabı araştırılmalıdır. Her ne kadar "amel imandan bir cüzdür" önermesi doğru değilse de, kesinlikle bilinmelidir ki, "amel imanın bir gereğidir, icabıdır, dışa vurumudur."

Konumuz olan 10. ayetteki "kötülüklerin plânlarını yapanlar" ifadesiyle, peygamberimiz ve beraberindeki müminlere olduğu kadar bugüne de ciddî mesajlar verilmektedir. Kötülük plânları yapmakla nitelenenler, ahireti inkâr edebilmek için temelsiz itirazlar, tutarsız bahaneler üretirler ve insanlara üstünlük kurmak, onlardan çıkar elde etmek için çeşitli plânlar kurarlar. Hâlbuki plan kurmalarına sebep olan heva ve arzuları anlamsız, elde etmek istedikleri ise geçici ve aldatıcı şeylerdir. Böyle oldukları gibi, insana ne güç ne de şeref kazandırırlar. Oysa güç de şeref de Allah’tandır; O’nun yolunda ve O’na kulluktadır.

* Mü’minlerin astlarından, küfre; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeye sapanları yol gösterici, koruyucu yakın edinen şu münâfıklara, şüphesiz, çok acıklı bir azabın kendileri için olduğunu müjdele! Onların yanında şan ve şeref mi arıyorlar? Oysa şan ve şerefin tümü Allah'ındır. [Nisa/138,139]

* Ve onların sözü seni üzmesin. Kesinlikle hâkimiyet, şan ve şeref bütünüyle Allah'a aittir. O, en iyi işiten, en iyi bilendir. [Yunus/65]

* Diyorlar ki: "Andolsun, Medîne'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp çıkaracaktır." Oysa güç, onur ve üstünlük Allah'ın, O'nun Elçisi'nin ve mü’minlerindir. Ancak münâfıklar bilmiyorlar. [Münafikun/8]
11) Ve Allah sizi bir topraktan, sonra nutfeden oluşturdu. Sonra sizi çiftler yaptı. Dişi ancak O'nun bilgisi ile hamile olur ve bırakır [doğurur/düşürür]. Kendisine ömür verilenin de ömründen yaşadığı ve ömründen eksilen kesinlikle bir kitapta yazılıdır. Şüphe yok ki bu, Allah'a çok kolaydır.
11–14. Ayetler:

11Ve Allah sizi bir topraktan, sonra nutfeden oluşturdu. Sonra sizi çiftler yaptı. Dişi ancak O'nun bilgisi ile hamile olur ve bırakır [doğurur/düşürür]. Kendisine ömür verilenin de ömründen yaşadığı ve ömründen eksilen kesinlikle bir kitapta yazılıdır. Şüphe yok ki bu, Allah'a çok kolaydır.

12İki deniz de eşit olmuyor; şu tatlıdır, hararet keser ve içerken kayar; şu da tuzludur, yakar kavurur. Her birinden de taze bir et yersiniz ve giyeceğiniz bir süs çıkarırsınız. O'nun armağanlarından hakkınız olanı arayasınız ve kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödersiniz diye onda suyu yara yara giden gemileri de görürsün.

13,14Allah, geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneşi ve ayı insanlığın yararlanacağı yapı ve işleyişte yaratmıştır. Hepsi adı konmuş bir müddet için akıp gidiyor. İşte bu, mülk Kendisinin olan sizin Rabbiniz Allah’tır. O'nun astlarından yakardığınız kimseler bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız, onlar çağrınızı işitmezler; işitseler bile size cevap veremezler, Kıyâmet günü de ortak koştuğunuzu kabul etmezler. Sana her şeyden haberdar olan Allah gibi kimse haber veremez.

Bu ayet grubunda Yüce Allah’ın kudretine ve insanlara verdiği nimetlere dikkat çekilmekte ve yeni bir uyarı yapılmaktadır. Bu uyarıda; insanın cansız bir maddeden yaratıldığı, sonra nutfeden [Nutfe; hakir görülen sıvı demek olup bunun içinde döllenmiş yumurta; Zigot bulunmaktadır] üretildiği, erkek-dişi diye ayrıldığı, herkese belirli bir ömür verildiği, kişinin yaşadığı ve yaşayacağı sürelerin hesabının tutulduğu, iki farklı suyun bir birine karıştırtılmadığı, rızk ve ticaret için denizlerin gemilere uygun yaratıldığı; gece, gündüz ve Güneş’in insanların yararı için hayatın devamını sağlayacak şekilde düzenlendiği ve insanlara daha birçok nimetlerin lütfedildiği bildirilmekte ve "İşte tüm bunları yapan sizin Rabbinizdir" denilmektedir. Bütün bunlardan anlaşılan bir diğer nokta da, evrendeki her şeyin belli bir plâna göre programlandığıdır. Gece ve gündüz, Güneş ve Ay, acı ve tatlı su konuları Ya Sin ve Furkan surelerinin tahlilinde; insanın ilk yaratılışının cansız maddeden oluşu ve nesillerin nutfe ile devam etmesi konusu ise Leyl ve Necm surelerinin tahlillerinde açıklandığı için tekrar bu konulara değinilmeyecektir.

Yapılan uyarıların sonunda yer alan "O’nun astlarından yakardığınız kimseler, bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız onlar, çağrınızı işitmezler, işitseler bile size cevap veremezler, Kıyamet günü de ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Sana her şeyden haberdar olan (Allah) gibi (kimse) haber veremez" ifadesi, akıl ve vicdan sahiplerine kimden yana olmaları gerektiğini göstermektedir.

27,28Kesinlikle, Biz kendi komşularınız olan memleketleri değişime/yıkıma uğrattık. Âyetleri, onlar dönsünler diye tekrar tekrar açıkladık. Öyleyse Allah'ın astlarından güya O'na yakınlığa vesile edindikleri düzme tanrılar, onların azabını savmaya yardım etmeli değil miydi? Tersine o düzme tanrılar kendilerinden ayrılıp kayboldular. [Ahkaf/27, 28]

14. ayetteki "
kıyamet günü de ortak koştuğunuzu inkâr ederler" ifadesi, temsilî anlatımlar kullanılarak başka ayetlerde de açıklanmıştır:

116-118Ve hani Allah demişti ki: "Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?" Îsâ: "Sen arınıksın, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen, bunu kesinlikle bilmiştin. Sen, benim içimde/özümde olanı bilirsin, ben ise Senin zatında olanı bilmem. Şüphesiz Sen; görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği en iyi bilenin ta kendisisin! Ben, onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben, içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen, beni vefat ettirdin; geçmişte yaptıklarımı ve yapmam gerekirken yapmadıklarımı bir bir hatırlattırdın/beni öldürdün, Sen, onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar, senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapanın ta kendisisin" dedi. [Maide/116-118]

28,29Ve hepsini toplayacağımız, sonra da o ortak koşanlar için "Yerlerinize! Siz ve ortaklarınız!" diyeceğimiz gün, artık kesinlikle aralarını iyice açacağız ve onların ortakları, "Siz sadece bize tapmıyordunuz ki! Şimdi bizim aramızda ve sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. Biz sizin kulluğunuzdan kesinlikle bilgisizdik/duyarsızdık" diyecekler. [Yunus/28, 29]

5Ve Allah'ın astlarından kıyâmet gününe kadar kendisine hiçbir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir? Üstelik tapılan kimseler, o kimselerin yalvarışlarından habersizler de.

6İnsanlar bir araya toplandığı zaman da taptıkları kimseler kendilerine düşmanlar oldular. Ve onların kendilerine tapmalarını kabul etmeyenler idiler. [Ahkaf/5, 6]

81Ve onlar, kendileri için bir güç, şan, şeref olsun diye Allah'ın astlarından ilâhlar edindiler.

82Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! O edindikleri ilâhlar, onların kulluklarını kabul etmeyecekler ve aleyhlerine dönüp karşı olacaklardır. [Meryem/81, 82]
12) İki deniz de eşit olmuyor; şu tatlıdır, hararet keser ve içerken kayar; şu da tuzludur, yakar kavurur. Her birinden de taze bir et yersiniz ve giyeceğiniz bir süs çıkarırsınız. O'nun armağanlarından hakkınız olanı arayasınız ve kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödersiniz diye onda suyu yara yara giden gemileri de görürsün.
11–14. Ayetler:

13,14) Allah, geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneşi ve ayı insanlığın yararlanacağı yapı ve işleyişte yaratmıştır. Hepsi adı konmuş bir müddet için akıp gidiyor. İşte bu, mülk Kendisinin olan sizin Rabbiniz Allah'tır. O'nun astlarından yakardığınız kimseler bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız, onlar çağrınızı işitmezler; işitseler bile size cevap veremezler, Kıyâmet günü de ortak koştuğunuzu kabul etmezler. Sana her şeyden haberdar olan Allah gibi kimse haber veremez.
11–14. Ayetler:

15) Ey insanlar! Allah'a muhtaç olanlar sizlersiniz. Allah ise; O, zengin ve övgüye lâyık olandır.
15–17. Ayetler:

15Ey insanlar! Allah'a muhtaç olanlar sizlersiniz. Allah ise; O, zengin ve övgüye lâyık olandır.

16,17Eğer O dilerse sizi yok eder ve yepyeni bir oluşturmayı/halkı getirir. Bu, Allah'a hiç güç de değildir.

Bu ayet gurubunda, Allah’ın kimseye muhtaç olmadığı; muhtaç olanın da, âciz ve zayıf olanın da bizzat insanlar olduğu bildirilmekte ve bu sebeple de insanların Allah’a karşı olan sorumluluklarının bilincinde olmaları ve yükümlülüklerini yerine getirmeleri gerektiği ihtar edilmektedir. Aksi takdirde geçmişte olduğu gibi asilerin yok edilip yeni toplulukların getirileceği, bu işin de Allah’a hiç zor olmayacağı hatırlatılmaktadır.

İçlerinde buna benzer tehditler bulunan başka ayetler de vardır:

19,20Gökleri ve yeryüzünü Allah'ın gerçek ile oluşturduğunuı görmedin mi/hiç düşünmedin mi? O dilerse sizi giderir ve yepyeni bir halk/oluşturuluş getirir. Bu, Allah'a göre zor değildir. [İbrahim/19, 20]

133Eğer Allah, dilerse sizi giderir ey insanlar! Ve başkalarını getirir. Ve Allah, buna en iyi güç yetirendir. [Nisa/133]

54Ey iman etmiş kimseler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında mü’minlere karşı yumuşak, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselere karşı da onurlu ve şiddetli bir toplum getirir ki Allah, onları sever, onlar da O'nu severler; onlar, Allah yolunda çaba harcarlar ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bir armağandır. Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, çok iyi bilendir. [Maide/54]
16,17) Eğer O dilerse sizi yok eder ve yepyeni bir oluşturmayı/halkı getirir. Bu, Allah'a hiç güç de değildir.
15–17. Ayetler:

18) Ve günâhkar bir kimse, başkasının günahını çekmez. Eğer çok günahı olan/çok zengin olan bir kimse, günahını çektirmek için birini çağırsa da ondan hiçbir günah alınıp başkasına -bir akrabası olsa bile- çektirtilmeyecek. Şüphesiz sen ancak Rablerine karşı ıssız yerlerde saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve salâtı ikame edenleri [mâlî yönden ve destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutanları] uyarırsın. Her kim arınırsa ancak kendisi için arınır. Dönüş de yalnızca Allah'adır.
Bu ayet, sorumluluğun kişisel olduğunu, hiç kimsenin -akrabası bile olsa- başkasının günahını çekmeyeceğini bildirmektedir.

Bu beyan, Mekkeli kodamanların "Eğer Muhammed’e uymamak günah ise siz korkmayın, biz sizin günahlarınızı üstleniriz" diyerek kendi elleri altındaki "müstez’af/gariban" kesime uyguladıkları sömürü ve İslam’a girişi engelleme politikalarını bozmuştur.

Bu ayet aynı zamanda İsa peygamberin başkalarının günahını çektiği yolundaki Hıristiyan inancını da reddetmektedir.

Kur’an’da açıkça ifade edilmiş olmasına rağmen hâlâ bazıları "bir kimsenin bir başkasının günahını çekmeyeceği" hususunu yeterince bilmemektedir. Yanlışa itilmek istenen bu tür insanların direnci hep aynı yolla, "günahın benim boynuma" sözü ile kırılmaya çalışılmıştır. Kur’an’a aykırı bu saçma sözü söyleyenler ya cahil ya da kötü niyetli kimselerdir. Bu söze kanıp direnci kırılanların ise cahil ve bilinçsiz olduklarında hiç şüphe yoktur. Oysa Kur’an’ın açık ifadesine göre, o gün, akraba bile olsalar, kimse kimsenin yükünü çekmez.

Bu konu, önemine binaen Kur’an’da tekrar tekrar dile getirilmiştir:

164,165De ki: "Allah her şeyin Rabbi iken, ben Allah'tan başka Rabb mi arayayım?" Her kişinin kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra sadece Rabbinizedir dönüşünüz. Böylece Allah, ayrılığa düştüğünüz şeyi size haber verecektir. Ve O, sizi yeryüzünde gidenlerin yerine getirilenler yapan, verdikleriyle sizi sınamak için, kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. [En’âm/164, 165]

33-36Sonra, şiddetle çarpanın çıkardığı korkunç ses geldiği zaman; öyle bir gün ki o, kişi, kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden, oğullarından kaçar.

37O gün onlardan her kişi için, kendisini boş bırakmayacak bir uğraş vardır. [Abese/33–37]

123Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden kurtulmalık kabul edilmeyeceği, yardımın, iltimasın hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve suçluların yardım olunmadığı güne karşı Allah'ın koruması altına girin. [Bakara/123]

Ve İbrahim/31, Lokman/33, İsra/15, Zümer/7 ve Necm/38)

Ayetteki "
Şüphesiz sen ancak Rabblerine karşı gaybde haşyet duyan ve salâtı ikame edenleri uyarırsın" ifadesi ile ilgili açıklama Yasin suresinin 11. ayetinin tahlilinde verildiği için bu konuya girmiyoruz.

Ayetteki " kim arınırsa ..." ifadesi ile arınmanın gereğine ve önemine dikkat çekilmiştir. Bu hususa daha önce ilk inen surelerden A’la suresinde değinilmişti:

14-17Arınan, Rabbinin adını anıp da salât eden; mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olan; toplumu aydınlatmaya çalışan kimse kesinlikle kendini kurtarmıştır. Fakat siz şu basit dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve devamlı kalıcıdır. [A’la/14 -17]

TEZEKKİ [ARINMAK]

"تزكية Tezkiye" sözcüğü, "زكى zeka" sözcüğünden türemiştir. " زكى Zeka", "temizlik, paklık, artıp büyümek, feyiz ve bereket" demektir. [Lisanü’l-Arab; c.4, s.386, 387. "zky" mad.] Türkçede kullanılan "ذكى zeki, zekâ" sözcükleri ise "ذ zel [peltek ze]" harfi ile yazılır ve anlam itibariyle konumuz olan sözcükten farklıdır.

Buna göre "tezkiye":

-Sözlük anlamı olarak "temizlemek, geliştirmek, feyizlendirmek, büyütmek ve temize çıkarmak";

-Kavram olarak ise "nefsini temizlemek; nefsi şirk, günah, nifak [ikiyüzlülük], rics [pislik], cehalet, kötü duygular ve benzeri şeylerden temizlemek, ona itaati ve takvayı [Allah’ın koruması altına girmeyi] öğretmek" demektir.

Aynı zamanda Allah’ın bir emri ve bir ibadet eylemi olan "tezkiye", takvaya ulaşmak için gösterilen çaba, insanı Allah’tan uzaklaştıracak her şeyden kaçma, nefsi fücur [iman ve din örtüsünü yırtıp atmak] sayılan şeylerden alıkoymak için gösterilen gayret demektir. "Zekât" sözcüğü de bu kökten gelmektedir.
19,20,21) Kör ile gören, karanlıklar ile aydınlık ve gölge ile sıcaklık eşit olmaz.
19–22. Ayetler:

19-21Kör ile gören, karanlıklar ile aydınlık ve gölge ile sıcaklık eşit olmaz.

22Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, her dilediğine/dileyene işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin.

Bu ayetlerde zıt şeyler kıyaslanmak suretiyle iman, mümin ve cennetin küfür, kâfir ve cehennemden daha iyi olduğu somut örneklerle anlatılmaktadır. Yapılan kıyaslamalarda, inanmışlar "gören" olarak, inanmayanlar "kör" olarak, cennet "gölgelik" olarak, cehennem "çöl sıcağı" olarak, iman "aydınlık" olarak, küfür "karanlıklar" olarak, mümin "diri" olarak, müşrik "ölü" olarak nitelenmiş ve bunların kesinlikle eşit olmadığı vurgulanmıştır.

İnananlar ile inanmayanların eşit olmadığı Kur’an’da birçok kez dile getirilmiştir:

24Bu iki grubun örneği, kör ve sağır ile gören ve işiten gibidir. Bunlar örnek olarak hiç eşit olurlar mı? Hâlâ düşünmeyecek misiniz/öğüt almayacak mısınız? [Hud/24]

17Onların durumu, bir ateş yakmak isteyen kimsenin durumu gibidir. Ateş, ateş yakan kimsenin kenarını aydınlatınca, Allah, onların nûrlarını giderdi ve onları karanlıklar içinde görmez olarak bıraktı. -18Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler! Artık onlar dönmezler.- [Bakara/17, 18]

171Ve kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişilerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyen şeylere çoban haykırışı/karga haykırışı yapan kimsenin hâli gibidir; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden onlar akıl da etmezler. [Bakara/171]

39Âyetlerimizi yalanlayan şu kimseler de karanlıklar içindeki sağır ve dilsizlerdir. Her kim dilerse Allah onu şaşırtır, kim de dilerse onu doğru yol üzerine bırakır. [En’âm/39]

22Şüphesiz yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü, aklını kullanmayan şu sağırlardır, dilsizlerdir. [Enfal/22]

22. ayetin sonundaki "Şüphesiz Allah, her dilediğine /dileyene işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin" ifadesiyle Rabbimiz, kâfirlerin imana gelmeyişlerini peygamberimizin başarısızlığı olarak görmediğini belirtmekte ve inançsızları mezardaki ölülere benzetmektedir. Kâfirlerin ölü olarak nitelendiği başka bir ayet daha vardır:

122Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nûr verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere yapmakta oldukları böyle ‘süslü ve çekici’ gösterilmiştir. [En’âm/122]

22,23) Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, her dilediğine/dileyene işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin. Sen sadece bir uyarıcısın.
19–22. Ayetler: Kesin birleşecek



23, 24. Ayetler: Birlesecek mi





23, 24. Ayetler:

23Sen sadece bir uyarıcısın. 24Şüphesiz Biz, seni hak ile bir müjdeci, bir uyarıcı olarak gönderdik/elçi yaptık. Her ümmetin de içinde bir uyarıcı kesinlikle gelip geçmiştir.

İman-küfür ve mümin-kâfir mukayesesi yapıldıktan sonra bu ayetlerde de peygamberimiz teselli edilmektedir. Teselli ayetlerinin art arda gelmesi, bu ayetlerin indiği dönemde peygamberimizin maddî ve manevî pek çok sıkıntı içinde olduğunu göstermektedir. Peygamberimize zımnen denmektedir ki: "Senin vazifen sadece tebliğ etmek ve onları gerçeklerden haberdar etmektir. Daha fazlası değil. Şayet bir kimse, hidayeti kabul etmez ve dalâlet üzerinde bulunmakta ısrar ederse senin böyle kimseler karşısında bir sorumluluğun yoktur. Sen kör ve sağırlara anlatamazsın. Daha evvel de böylelerine birçok elçi göndermiştik."

24. ayetteki "Her ümmetin de içinde bir uyarıcı mutlaka gelip geçmiştir" ifadesinden, Rabbimizin insanların umursamazlıklarına rağmen rahmeti gereği peygamberler gönderdiği anlaşılmaktadır. Bu ifade de Kur’an’da birçok kez yer almıştır:

7Ve küfreden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden /inanmayan şu kimseler: "Rabbinden o'na bir alâmet/gösterge indirilmeli değil miydi?" diyorlar. Sen ancak bir uyarıcısın. Ve her toplum için bir yol gösteren vardır. [Ra’d/7]

10Ve andolsun ki Biz, senden önce geçmiş topluluklara da elçiler gönderdik.

11Ve onlara herhangi bir elçi gelmeye görsün, kesinlikle onunla alay ederlerdi. [Hicr/10, 11]

Ve Nahl/36, Şuara/208)

24,25,26) Şüphesiz Biz, seni hak ile bir müjdeci, bir uyarıcı olarak gönderdik/elçi yaptık. Her ümmetin de içinde bir uyarıcı kesinlikle gelip geçmiştir. Ve onlar seni yalanlıyorlarsa, hiç şüphesiz onlardan önceki kişiler de yalanlamışlardı; elçiler onlara apaçık delillerle, sahifelerle ve aydınlatıcı kitaplarla gelmişlerdi. Sonra Ben, kâfirleri; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kişileri tutup yakaladım. Şimdi Beni tanımamak/tanıtmamaya yeltenmek nasıl oldu?
25, 26. ayetler:

25Ve onlar seni yalanlıyorlarsa, hiç şüphesiz onlardan önceki kişiler de yalanlamışlardı; elçiler onlara apaçık delillerle, sahifelerle ve aydınlatıcı kitaplarla gelmişlerdi. 26Sonra Ben, kâfirleri; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedeno kişileri tutup yakaladım. Şimdi Beni tanımamak/tanıtmamaya yeltenmek nasıl oldu?

Yukarıdakiler gibi, bu ayetler de peygamberimizi teselli etmektedir. Ancak bir taraftan teselli ederken, diğer taraftan da yalanlayıcıları tehdit etmektedir: "Sen onlara, beyyine, açık delil ve kitabı getirdin. Ama onlar seni yalanlayıp sana eziyette bulundular. Senden önce başka elçiler de kendi toplumlarına aynı mesajları getirmişler ve o zamanki inançsızlar da aralarındaki elçilere bunların sana yaptıklarını yapmışlardı. Ama senden önceki elçiler bu yalanlamalara sabredip direndiler."

Ayette "zübür [sahifeler]" sözcüğü ile "kitap" sözcüğü ayrı ayrı zikredilmiştir. Buna göre "zübür", fazla hacmi olmayan kitap olarak düşünülebileceği gibi, sadece ahlakî öğütleri ihtiva eden vahiyler, ya da ahlakî öğütler ile birlikte hikmet içeren vahiyler olarak da düşünülebilir.

27) Görmedin mi/hiç düşünmedin mi, gerçekten Allah gökten bir su indirdi? Biz onunla renkleri başka başka meyveler/ürünler çıkarıverdik. Dağlardan da yollar var; beyazlı, kırmızılı çeşitli renklerde/renklerin değişik tonlarında. Ve kapkara topraklar/yollar da var.
27, 28. Ayetler:

27Görmedin mi/hiç düşünmedin mi, gerçekten Allah gökten bir su indirdi? Biz onunla renkleri başka başka meyveler/ürünler çıkarıverdik. Dağlardan da yollar var; beyazlı, kırmızılı çeşitli renklerde/renklerin değişik tonlarında. Ve kapkara topraklar/yollar da var.

28İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah'tan ancak bilginler saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperirler. Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.

11–13. ayetlerde olduğu gibi, yukarıdaki pasajda da tekvinî ayetler gösterilerek Allah’ın hür iradesine ve sonsuz kudretine dikkat çekilmektedir.

Rabbimiz, 27. ayette cansız varlıkların; 28. ayette ise insanların ve diğer canlı varlıkların yaratılış farklılıklarına işaret ederek bütün bu varlıkların üzerinde tecelli etmiş olan irade ve kudretini dile getirmektedir. Allah gökten yağmuru indirmiş, onunla sulanan toprakta çeşit çeşit, renk renk ve değişik tatlarda meyveler bitirmiştir. Yeryüzünde değişik renklerde, farklı toprak türleri ve madenler yaratmıştır. Bitkilerin farklılarını meydana getiren de yine O’dur. Tüm bunları insan için yaratmıştır. Öyleyse insanoğlu da O’nu bilmeli, tanımalı ve O’na kul olmalıdır.

Burada genel hatlarıyla belirtilmiş olan tekvinî ayetler, ileride, Nahl suresinde daha ayrıntılı olarak sayılacaktır. Tekvinî ayetlerin daha detaylandırıldığı ve bu ayetlerin tefsiri mahiyetinde olan bir diğer ayet de Ra’d suresinin 4. ayetidir:

2-4Allah, gökleri gördüğünüz şekilde, direkler olmadan yükselten, sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran, güneşe ve aya boyun eğdiren/varlıkların yararlanacağı özelliklerde yaratan Zat'tır. –Hepsi adı konmuş bir süre sonuna akıp gidiyor.– O, işi yönetir, Rabbinize kavuşacağınız güne kani olursunuz diye âyetleri ayrıntılı olarak açıklar. Ve O, arzı uzatan, orada sabit dağlar ve ırmaklar oluşturandır. Ve O, orada bütün meyvelerden iki eş yaptı. O, geceyi gündüzün üzerine örtüyor. Şüphesiz bunda iyiden iyiye düşünen bir toplum için alâmetler/göstergeler vardır. Ve O, yeryüzünde bir tek su ile sulanan birbirine komşu kıtalar, üzümlerden bahçeler, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar oluşturandır. Ve Biz, meyvelerinde, kokularında, tatlarında onların bazısını bazısı üzerine fazlalıklı kılıyoruz. Şüphesiz aklını kullanan bir toplum için bunda birtakım alâmetler/göstergeler vardır. [Ra’d/2- 4]

Akledenler için Allah’ın daha iyi tanınmasını sağlayan tekvinî ayetlerin gösterilmesinden sonra bir başka gerçeğin vurgulanmasına geçilmektedir. Bu gerçek şöyle ifade edilmektedir: "Kulları arasında Allah’tan ancak bilginler haşyet ederler [derin hayranlık ve saygı duyup ondan uzaklaşmaktan korkarlar]." Bu ifadeyle evrendeki mucizeleri [ayetleri] ancak bilgililerin fark edip Allah’a karşı haşyet duyacakları bildirilmekte ve bilgiyle mücehhez mümin kulların diğer kullardan üstün olduklarına işaret edilmektedir.

HAŞYET

" خشية Haşyet" sözcüğünün Türkçeye "basit korku" anlamındaki " خوف havf" sözcüğüyle eşanlamlı olarak çevrilmesi yanlıştır. Haşyet, bilgi ve idrakin bir sonucu olarak ortaya çıkan hayranlık ve saygının doğurduğu bir "hasret kalma, uzak düşme" korkusudur. Bu yönüyle kesinlikle basit korkuya benzemez. Nitekim Ra'd suresinin 21. ayetinde her iki sözcük de farklı anlamlarda kullanılmıştır:

19-24Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yetenekleri olan kişiler;

Allah'a verdiği sözleri yerine getiren ve antlaşmayı bozmayan,

Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi; iman ve ameli birleştiren,

Rablerine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler,

Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş,

salâtı ikame etmiş [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmuş, ayakta tutmuş],

kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık Allah yolunda harcamış

ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte onlar, bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar Adn cennetlerine gireceklerdir. Görevli güçler/haberci âyetler de her kapıdan yanlarına girerler: "Sabretmiş olduğunuz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!" [Ra'd/19-24]

Haşyet konusunu ayrıntılı olarak A’lâ Suresi’nin tahlilinde açıkladığımız için bu kadarla yetiniyoruz.

Varlıkların yaratılışındaki farklılıklar konusunda ise özetle şunlar söylenebilir: Yüce Yaratıcı, diğer varlıklardan farklı olarak insanı sorumluluk taşıyacak bir özellikte, yani irade sahibi bir varlık olarak yaratmıştır. İnsan ve diğer varlıklar arasındaki yaratılış farklılıkları, Hakîm ve Azim bir plânlayıcının varlığını göstermektedir. Evrendeki muhteşem düzenin bir plânlayıcısının olduğunu idrak edememek ancak akılsızlara özgü bir yetersizliktir.

28) İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah'tan ancak bilginler saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperirler. Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.
27, 28. Ayetler:

29,30) Hiç şüphesiz Allah'ın kitabını okuyan, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan ve ayakta tutan] ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açık olarak Allah yolunda harcama yapan/yakınlarının nafakalarını temin eden şu kimseler, Allah, ödüllerini kendilerine tastamam versin ve armağanlarından kendilerine artırsın diye, kesinlikle batma ihtimali/olasılığı olmayan bir ticareti umarlar. Hiç şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve karşılık vericidir.
Bu ayetlerde müminlerin inançları gereği hangi amelleri sergiledikleri belirtilmiş, yaptıkları bu amellerin karşılığının Yüce Allah tarafından kendilerine tastamam, hatta daha da fazla olarak ödeneceği ve ayrıca bağışlanacakları bildirilmiştir.

* Artık inanan ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler; Allah, onların ödüllerini tam verecek ve armağanlarından onlara fazlalıklar da bağışlayacaktır; kulluktan çekinip büyüklük taslayan kimseler de; onlara çok acıklı bir azapla azap edecektir. Onlar, kendileri için Allah'ın astlarından bir koruyucu, yol gösterici yakın ve bir iyi yardımcı bulamazlar. [Nisa/173]

* Allah'ın, yükseltilmesine, içersinde Kendi isminin anılmasına izin verdiği evlerde, devamlı olarak Kendisini arındıran öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş onları, Allah'ı anmaktan, salâtı ikame etmekten [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaktan, ayakta tutmaktan] ve zekâtı/vergilerini vermekten alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine armağanlarından artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır. [Nur/36-38]

İBADET VE GİZLİLİK

Müminlerin inançlarının gerektirdiği bir amel olan infak, ayette "gizli ve aşikâr" ifadesi ile nitelenmiş, böylece bu güzel davranışın her ortamda yapılması teşvik edilmiştir. Buna göre, infak eylemi uygun ortamda gizli, gizli yapılması mümkün olmayan ortamda da açıktan yapılmalıdır. Daha güzel olanı, infakın gizli yapılmasıdır.

Ayette "gizli" sözcüğü ile sadaka ve infakın, "aşikâr" sözcüğü ile de zekâtın kastedilmiş olduğu düşünülebilir. Çünkü zekât farz olduğu için açıktan verilse bile riya olmaz.

30. ayette müminlerin inanmaları ve salihatı işlemeleri "ticaret" sözcüğüyle ifade edilmiş ve Allah’a inanarak O’nun yolunda harcama yapan müminlerin durumu, elindeki sermayesini ticarete yatıran ve ümitle çalışarak ticaretinden kazanç uman bir tüccarın durumuna benzetilmiştir. Ancak insanlar arasında yapılan ticaret ile Allah ile kulları arasında yapılacak ticaret arasındaki fark özellikle vurgulanmıştır. Şöyle ki: İnsanlar arasında yapılan ticari işlemlerde kazanç da, zarar ve iflâs da mümkün iken, müminin Allah ile yaptığı ticarette zarar asla söz konusu olmayacaktır. Çünkü müminler Allah yolunda sarf ettikleri malın, vaktin ve meşakkatin karşılığını Allah katında fazlasıyla bulacaklardır.

"Ticaret" sözcüğü, Kur’an’da bazen olumlu, bazen de olumsuz durumlar için kullanılmıştır. Tövbe/111, Saff 10, 11 ve Bakara 16’da görülebilir.

30. ayetin sonundaki "Hiç şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve karşılık vericidir" ifadesi, Allah’ın, küçük hatalar yapan iyi kullarının bu hatalarını affedeceğini ve yaptıkları güzel davranışların da değerini arttıracağını anlatmaktadır.
31) Ve Bizim, Kitap'tan sana, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak vahyettiğimiz şey, hakkın ta kendisidir. Şüphe yok ki, Allah, kullarını hakkıyla bilen ve hakkıyla görendir.
Bu ayette Kur’an’ın kendisinden önceki kitapları doğrulayan bir Hakk olduğu belirtilerek dikkatler tekrar Kur’an’a çekilmiştir. O, kesinlikle uydurma, yalan, düzmece bir kitap değildir. Kullarını en iyi bilen ve tanıyan Allah tarafından, kullarının mizaçlarına göre en uygun yasalarla dolu olarak gönderilmiştir.
32,33,34,35) Sonra Biz, Kitab'ı kullarımızdan, süzüp seçtiklerimize miras bıraktık. Şimdi de onlardan bazıları kendilerine haksızlık eden, bazıları orta yolu tutan/ikili oynayan, bazıları da Allah'ın izniyle/bilgisiyle hayırlarda önde gidenlerdir. İşte bu, büyük armağanın; Adn cennetlerinin ta kendisidir. Onlar oraya gireceklerdir. Orada altın bileziklerle ve incilerle süsleneceklerdir. Oradaki elbiseleri ipektir. Onlar orada, "Tüm övgüler, bizden o üzüntüyü gideren ve bizi armağanlarından, kendisinde bize yorgunluk gelmeyen, kendisinde bizim için usanç olmayan, durulacak bu yurda girdiren Allah'a özgüdür; başkası övülemez. Gerçekten Rabbimiz çok bağışlayıcı ve çok karşılık vericidir" derler.
32–35. Ayetler:

32,33Sonra Biz, Kitab'ı kullarımızdan, süzüp seçtiklerimize miras bıraktık. Şimdi de onlardan bazıları kendilerine haksızlık eden, bazıları orta yolu tutan/ikili oynayan, bazıları da Allah'ın izniyle/bilgisiyle hayırlarda önde gidenlerdir. İşte bu, büyük armağanın; Adn cennetlerinin ta kendisidir. Onlar oraya gireceklerdir. Orada altın bileziklerle ve incilerle süsleneceklerdir. Oradaki elbiseleri ipektir. 34,35Onlar orada, "Tüm övgüler, bizden o üzüntüyü gideren ve bizi armağanlarından, kendisinde bize yorgunluk gelmeyen, kendisinde bizim için usanç olmayan, durulacak bu yurda girdiren Allah'a özgüdür; başkası övülemez. Gerçekten Rabbimiz çok bağışlayıcı ve çok karşılık vericidir" derler.

32. ayette kullardan bir kısmına miras bırakıldığı bildirilen kitap, insanlığa ilk indirilen Kitap’tır. İlk Kitap’ın İbrahim peygambere indirildiği kabul edilirse, Kitap’a vâris olanlar da o günden sonra yaşamış olan insanlardır. "Seçtiklerimize" ifadesinden anlaşıldığına göre, insanlar arasında bu mirasa lâyık olan seçkinler olduğu gibi, akıllarını kullanmayan ve Kitap’a vâris olma başarısını gösteremeyenler de vardır.

Kitap’ın miras bırakıldığını bildiren ifade ayrıca şu anlama da gelmektedir: İnsanlığa ilk gelen kitap ile son kitap arasında fark yoktur. Vahyin temeli birdir. Nitekim Kur’an’da geçmiş kitaplara atıfta bulunan pek çok ayet vardır. Özellikle Necm suresinin 36–45. ayetlerinde belirtilen hükümlerin İbrahim ve Musa peygamberlere indirilen kitaplarda da var olduğu çok açık bir ifade ile bildirilmiştir:

33Peki, o yüz çeviren kişiyi gördün mü/hiç düşündün mü? 34O, azıcık verdi ve inatla sıkıca tuttu. 35Geçmişin geleceğin bilgisi onun yanında mı da, o da onu görüyor? 36Ya da bilgilenmedi mi Mûsâ'nın sayfalarındakiler ile? 37Ve de, o çok vefalı İbrâhîm'in sayfalarındakiler ile; "38Gerçek şu ki, hiçbir günahkâr bir başka günahkârın günahını çekmez. 39Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka şey yoktur. 40Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. 41Sonra karşılığı kendisine hiç eksiksiz verilecektir. 42Hiç kuşkusuz, son varış yalnızca Rabbinedir. 43Hiç kuşkusuz, güldüren de O'dur, ağlatan da... 44Hiç kuşkusuz, öldüren de O'dur, dirilten de... 45,46Hiç kuşkusuz, Allah yaratmayı plâna koyduğu zaman iki çifti; erkeği ve dişiyi bir nutfeden/spermden oluşturan da O'dur. 47Hiç kuşkusuz, öteki yaratılış da sadece O'nun işidir. 48Hiç kuşkusuz, zenginlik veren de O'dur, nimete boğan da... 49Hiç kuşkusuz, Şi’ra’nın/bilginin, bilincin Rabbi de O'dur." [Necm/33–49]

13Allah, dinden Nuh'a yükümlülük olarak ulaştırdığı şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Mûsâ’ya ve İsa'ya yükümlülük olarak ulaştırdığımız şeyi yaşam yolu yaptı: "Dini hayata geçirin, ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin." Senin kendilerini davet ettiğin şey, ortak koşan kimselere ağır geldi. Allah, dilediğini kendine seçer ve kalpten yöneleni de o davet edilene kılavuzlar. (Şura/13)

32. ayetin bildirdiği bir diğer husus da insanların hepsinin aynı olmadığıdır. Ayete göre insanların bir kısmı "zalim"ler [kâfirler, müşrikler], bir kısmı "muktesıt"ler [orta yol tutanlar; iman ile küfür arasında bir yol tutanlar; hem inanmış hem inanmamış olanlar; münafıklar] ve bir kısmı da "hayırlarda önde giden"lerdir [iyiler; müminler; müttekiler]. Bu sınıflama içinde yer alan "muktesit"lerden başka ayetlerde de söz edilmiştir:

32Ve gölgeler gibi bir dalga onları bürüdüğünde, O'nun için dini arındırarak Allah'a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı orta yolu tutar [iman ile Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetme arasında bir yol tutar, ikili oynar]. Ve bizim âyetlerimizi ancak, tam hain ve tam nankör olan kimseler bile bile inkâr eder. [Lokman/32]

66Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i ve kendilerine Rablerinden indirilen Kur’ân'ı ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından [her yönden] besleneceklerdi. Onlardan bir kısmı orta yol tutan; bazısına inanıp bazısına inanmayan, inanmadığı hâlde inanmış gözüken önderli bir toplumdur. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür! [Maide/66]

"Muktesıt"lerin kimler oldukları ise Nisa suresinde açıklanmıştır:

150,151Allah'a ve elçilerine inanmayarak küfreden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden, "Biz, bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız" diyerek Allah ve elçilerinin arasını ayırmayı isteyen ve böylece imanla küfür; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetme arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler; işte onlar, kâfirlerin; gerçek Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin ta kendileridir. Ve Biz, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimselere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. [Nisa/150–151]

Dikkat edilirse bu sınıflamada kâfirler "zalim" ve "muktesıt" olarak iki grupta toplanmış, müminler ise "hayırlarda önde giden" nitelemesi ile tek grup olarak gösterilmiştir. Bu sınıflamaya göre iman konusunda orta yol, ılımlılık yoktur; iman uç noktadır ve sentez kabul etmez.

Buradaki sınıflama ile insanların ahiretteki durumlarına göre sınıflandığı Vakıa suresindeki sınıflama birbirine karıştırılmamalıdır. Vakıa suresinde sınıflananlar ahiretteki insanlardır. Kâfirler ahirette "solun ashabı" diye nitelenerek tek sınıf halinde gösterilirken, müminler "önde olanlar" ve "sağın ashabı" diye nitelenerek iki sınıf halinde gruplanmıştır.

32–35. ayetlerde verilen mesajlar, başka ayetlerde farklı ifadelerle yer almıştır:

45Sen, sana kitaptan vahyedileni oku/izle ve salâtı ikame et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumu oluştur-ayakta tut]. Kesinlikle salât [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumu], aşırılıktan, kötülükten alıkoyar. Ve Allah'ın anılması, elbette daha büyüktür. Ve Allah, yapıp ürettiğiniz şeyleri bilir.

46Kendilerinden, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar hariç, Kitap Ehli ile ancak en güzel bir yolla mücâdele ediniz ve: "Biz, bize indirilene ve size indirilene inandık. Bizim ilâhımız ve sizin ilâhınız birdir. Biz, sadece Allah için islamlaştıran kimseleriz" deyiniz.

47Ve işte böylece Biz, sana Kitab'ı indirdik de kendilerine Kitap verdiklerimiz Kur’ân'a inanıyorlar. Ve ehli kitabın dışındakilerden/Araplardan da ona inananlar vardır. Ve Bizim âyetlerimizi ancak, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek örtbas eden kimseler bile bile reddeder.

48Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun; sen Kur’ân'ı kendiliğinden yazmıyorsun. Eğer böyle olsaydı, bâtıla inananlar kesinlikle kuşku duyacaklardı.

49Tam tersi Kur’ân, kendilerine bilgi verilenlerin sinelerinde apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi de ancak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar bile bile reddederler. [Ankebut/45–49]

29Ve de ki: "O gerçek, Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek reddetsin/inanmasın." Şüphesiz Biz, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O, ne kötü bir içecektir! Dayanma/sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür!

30Şüphesiz iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar; şüphe yok ki Biz, işi güzel yapanların karşılığını kaybetmeyiz.

31İşte onlar, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, orada koltuklarına yaslanmış olarak altından bileziklerle süslenecekler, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyecekler. O ne güzel karşılıktır! Ve ne güzel kalma yeri! [Kehf/29–31]

Ve Hacc/23, İnsan/22,Hakkah/24.

Bu ayet gurubunda cennetlerdeki mutlu inanların dualarını da görmekteyiz. Aynı duayı Yunus/9, 10. Ayetlerde de göreceğiz.

9Hiç şüphesiz iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan şu kimseler; imanlarından dolayı Rableri kendilerine kılavuz olur. Bol nimetli cennetlerinde onların altlarından ırmaklar akar durur.

10Onların oradaki duaları, "Allah'ım! Sen her türlü eksiklikten arınıksın!"dır. Ve onların oradaki selâmlaşmaları, "Selâm"dır [sağlık, esenlik, mutluluktur]! Dualarının sonu da, "Tüm övgülerin, Âlemlerin Rabbi Allah'a olduğu!"dur.
36,37) Ve şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kişiler, cehennem ateşi kendileri için olanlardır. Onlar hakkında hüküm verilmez ki ölsünler. Kendilerinden, cehennem ateşinin birazı da hafifletilmez. İşte Biz, kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden her aşırı kimseyi böyle cezalandırırız. Ve onlar, orada; cehennemde feryat ederler: "Rabbimiz! Bizleri çıkar, yapmış olduklarımızdan başka düzgün amel yapalım." -Size, sürekli düşünüp öğüt alan kişilerin, içindekileri sürekli düşünüp öğüt alacağı şeyi; gönderdiğimiz kitabı tanıyacağınız, düşünüp öğüt alacağınız kadar ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmişti. O hâlde tadın! Artık şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için bir yardımcı da yoktur.-
Bu ayetlerde konu edilen inkârcılar, 32. ayette sözcü edilen "zalim"ler ve "muktesıt"lerdir. Rabbimiz, müminlerin [hayırlarda önde gidenlerin] akıbetlerini bundan önceki ayetlerde bildirdikten sonra, bu ayetlerde de kâfirlerin akıbetlerini açıklamakta ve onları kınayarak kalplerine korku salmaktadır. Zalimlerin burada konu edilen durumları, insanların bu kötü sondan sakınmaları için Kur’an’da birçok kez yer almıştır:

* Gerçek şu ki, her kim Rabbine suçlu olarak varırsa, şüphesiz ki ona cehennem vardır. Orada ölmez ve dirilmez. [Ta Ha/74]

* Şüphesiz ki günahkârlar cehennem azabında süreklidirler. Kendilerinden hafifletilmeyecektir. Onlar, orada da ümitsizlerdir. Ve Biz, onlara haksızlık etmedik, fakat onlar, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimselerin ta kendileri idiler. Ve onlar seslenirler: "Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin." Mâlik: "Şüphesiz siz, böyle kalacaksınız" dedi. Andolsun ki Biz size hakkı getirdik. Velâkin sizin çoğunuz hakkı çirkin görüyorsunuz. [Zühruf/74–78]

Ve Nebe/30, Mülk/8, 9 ve Nisa/56.
38) Kesinlikle, Allah göklerin ve yerin görülmeyenini, duyulmayanını, sezilmeyenini bilendir. Hiç şüphesiz O, göğüslerin içindekini çok iyi bilendir.
Bu ayet özellikle muktesıt [ılımlılar] olarak nitelenen münafıklara yöneliktir. Çünkü "inanmış insan" görüntüsü vermelerine karşılık, kalplerindeki gerçek inançlarını bildiği için Yüce Allah’ın onlara kalplerinde gizledikleri inançlarına göre muamele yapacağı mesajı verilmektedir. Aslında bu ikiyüzlüler ve müşrikler, öldükten sonra tekrar dünyaya döndürülseler bile yine münafıklıklarına ve şirklerine devam edecek yapıdadırlar. Onların bu özellikleri başka ayetlerde de belirtilmiştir:

* Aksine, işin aslı daha önce gizleyip durdukları açığa çıktı. Geri çevrilselerdi yine yasaklandıkları şeye kesinlikle dönmüşlerdi. Evet onlar gerçekten yalancıdırlar. [En’âm/28]
39) O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır. Artık kim küfrederse; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederse, küfrü; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedetmesi kendi zararınadır. Ve kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin küfrü; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeleri, Rablerinin katında kendilerine sadece buğzu artırır. Ve kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin küfrü; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedetmeleri kendilerine sadece zararı artırır.
Bu ayette Rabbimiz, 16, 17. ayetlerdeki "dilerse" ifadesine atıfta bulunarak âdeta "Yeryüzünde sizden evvel başkaları vardı, onları yok ettik, onların yerine sizi getirdik. Aklınızı başınıza alın, kâfirliğin zararı kendinizedir. Sürekli Rabbinizin buğzunu artırıyorsunuz. Aklınızı başınıza alıp kendinizi zarardan kurtarın. Geçmiş kavimlerin kendilerinden daha önceki kavimlerden ders almadıkları gibi, sizler de aynı tavrı sürdürür ve küfürde ısrar ederek sizden önceki kavimlerin akıbetinden ders almazsanız, sizlerin sonu da bir felâket olur ve bu yaptıklarınızın karşılığını görürsünüz" buyurmaktadır.

Ayetteki "halifeler" sözcüğü "arkadan gelenler" demektir. Bu sözcükle muhataplara kendilerinin daha evvel yaşamış toplumlardan, medeniyetlerden sonra getirildiği ve kendilerinden sonra da başkalarının getirileceği mesajı verilmektedir.
40) De ki: "Allah'ın astlarından yakarıp durduğunuz ortak koştuğunuz kimseleri hiç düşündünüz mü? Gösterin bana, yeryüzünden neyi oluşturmuşlar? Ya da onlar için göklerde bir ortaklık mı var? Ya da Biz kendilerine bir kitap vermişiz de onlar, ondan bir delil üzerinde midirler?" Tam tersi, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler, birbirlerine, aldatmadan başka bir vaatte bulunmuyorlar.
Bu ayette peygamberimiz aracılığıyla müşrikler tefekküre davet edilmekte ve taptıkları şeylerin yeryüzünde herhangi bir varlık yaratmadıkları, göklerde bir ortaklıklarının olmadığı ve Allah’ın ortağı olduklarına dair Allah’tan bir belgelerinin bulunmadığı hatırlatılarak akıllarını başlarına almaları, birbirlerini aldatıp durmamaları ihtar edilmektedir. Gerek ilâhlık taslayanların veya ilâh olduklarına inanılan putların ilâhlığına, gerekse bu sözde ilâhların olağanüstü güçleri olduğuna ve ahirette insanlara yardım edeceklerine dair aklî ve naklî herhangi bir dayanağın bulunmadığı belirtilerek akıl sahipleri uyarılmaktadır.

Ayetin sonunda yer alan zalimlerin birbirlerini aldattıkları yolundaki ifade, günümüzü de içine alacak şekilde tüm zamanları kapsayan bir ifadedir. Çünkü çok eski tarihlerden beri, bazı hazretler, azizler ve onların yardımcıları, halkı kandırmak için "Filân şeyhin, filân zatın eteklerine yapıştığınız takdirde onlar tüm işlerinizi düzene sokarlar ve ahirette sizleri Allah’ın azabından kurtarırlar" şeklinde yalan hikâyeler uydurmuşlar ve bu yalanlara inanan akılsızları kandırmaya günümüze kadar devam etmişlerdir.

Rabbimizin bu konudaki ayrıntılı bir uyarısı da Kalem suresinde yer almıştır:

* Neyiniz var, nasıl hükmediyorsunuz? Yoksa içinde, ders aldığınız şeyler: "Siz bu âlemde neyi seçerseniz/beğenirseniz o kesinlikle sizin olacak" garantisi verilmiş olan size ait bir yazılı belge mi var? Ya da size karşı kıyâmet gününe kadar sürecek, "Siz her ne hüküm verirseniz kesinlikle öyle olacak" diye üzerimizde yeminler/taahhütler; üstlenmeler mi var? Sor bakalım âhireti yalanlayan o kişilere, içlerinden böyle bir şeyi hangisi garanti etmektedir? 41Yoksa onların ortakları mı var? O hâlde ortaklarını getirsinler, eğer doğrulardan iseler. [Kalem/36–41]
41) Hiç şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yok oluvermekten, Allah tutuyor. Andolsun ki eğer gökler ve yeryüzü yok oluverirlerse, onları O'ndan sonra kimse tutamaz. Gerçekten O, çok yumuşak davranan, çok bağışlayandır.
Bir önceki ayette müşriklerin ilâhlarının durumu anlatılarak müşrikler tefekküre davet edilmişti. Şimdi de Rabbimizin sonsuz gücü, kuvveti, insanlara karşı yumuşak, sabırlı davranışı ve bağışlayıcılığı dile getirilmiş, böylece aklını kullananların hangi ilâhı tercih etmeleri gerektiği konusunda insanlara yol gösterilmiştir.

Yüce Allah, burada, içinde bulunulan muazzam evrenin kendi koyduğu kanunlar ile ayakta durduğunu ve bu sistemi kendisinden başka kimsenin [bir meleğin, cinnin, peygamberin, sözde veliy ya da kutbun, yani kendi hayatlarının idamesi için her saniye Allah’a muhtaç olanların] ayakta tutmaya gücü olmadığını ifade etmektedir.

Rabbimiz göklerdeki ve yeryüzündeki mükemmel düzeni evren üzerindeki mutlak egemenliğine sürekli delil olarak göstermiştir:

* Sen, Allah'ın yeryüzündekileri size boyun eğdirdiğini [hep sizin yararlanacağınız ölçülerde yarattığını] ve Kendisinin emriyle denizlerde akıp giden gemileri görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Göğü de Kendi izni/bilgisi olmaksızın yere düşmekten O tutuyor. Şüphesiz Allah, insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir. [Hacc/65]

* Göğün ve yeryüzünün Kendi emriyle durması yine O'nun alâmetlerinden/göstergelerindendir. Sonra sizi yeryüzünden bir tek çağırışla çağırdığı zaman bir de bakarsınız ki siz çıkarılıyorsunuz. [Rum/25]


Ayetin sonundaki "Gerçekten O, çok yumuşak davranan, çok bağışlayandır" ifadesi, Allah’ın, bunca küstahlığa rağmen insanoğluna fırsat tanıyacağını ve hemen cezalandırmayacağını bildirmektedir.

* Peki, Biz, siz sınırı aşan bir toplum oldunuz diye o Öğüt'ü/Kur’ân'ı size göndermekten vaz mı geçelim? [Zuhruf/5]
42,43) Ve onlar, var güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse, kesinlikle önderli toplumların her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi düzenbazını çepeçevre kuşatır. O hâlde öncekilerin kanunundan/onlara uygulanandan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen, Allah'ın uygulamasında asla bir değişme bulamazsın. Sen, Allah'ın uygulamasında asla bir başkalaşma da bulamazsın.
Bu ayetlerde müşriklerin genel karakterleri anlatılmaktadır. Rabbimizin bildirdiğine göre; kendilerine bir uyarıcının gelmesi hâlinde diğer toplumlardan daha doğru olacaklarına dair var güçleriyle yemin eden müşrikler, uyarıcı geldiği zaman verdikleri sözü tutmak bir yana, sapıklıklarını ve düşmanlıklarını arttırmaktan başka bir şey yapmamakta ve ortaya koydukları kötülükler tarafından kuşatılarak en sonunda kendi kazdıkları kuyuya düşmektedirler.

Müşriklerin bu kötü karakterleri başka ayetlerde de belirtilmiştir:

* Ve Kur’ân, "Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa; Yahudi ve Hristiyanlara indirildi; biz ise, o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk" veya "Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk" demeyesiniz diye Bizim indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. O nedenle, rahmet olunmanız için ona uyun ve Allah'ın koruması altına girin. İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah'ın âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha yanlış, kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız. [En’âm/155–157]

* Ve onlar kesinlikle diyorlardı ki: "Şüphesiz eğer yanımızda öncekilerden bir öğüt/kitap olsaydı, elbette biz de Allah'ın arıtılmış kulları olurduk." [Saffat/167–169]
44) Ve yeryüzünde gezip de bir bakmadılar mı, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş? Hâlbuki onlar, kuvvetçe kendilerinden daha çetin idiler. Göklerde ve yeryüzünde Allah'ı âciz bırakan hiçbir şey yoktur. Kesinlikle O, en iyi bilendir, en güçlü olandır.
Müşriklere yönelik uyarı ve tehdit içeren bu ayette, güçlü nice kavmin geçmişte helâk edildiği, yeryüzünde Allah’ı aciz bırakabilecek hiç bir şeyin olmadığı ve hak edenlere gereken cezanın verildiği ifade edilmektedir. Müşrikler, söz konusu bu cezalandırmalardan eski tarihî kalıntıları görmek suretiyle bizzat haberdar olmuşlardır. Verilmek istenen mesaj, bildikleri bu olayları düşünerek müşriklerin tarihten ders almalarını sağlamaktır.

Geçmiş toplumların akıbetlerinden ders alınması lâzım geldiğini vurgulayan Kur’an’da birçok ayet vardır:

* Ve önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris; son sahip olanlara kılavuz olmadı mı, etki yapmadı mı: "Eğer Biz dilersek onları da günahlarından dolayı cezalandırırdık. Biz onların kalplerinin üzerine damga vururuz/mühürleriz de onlar işitmezler." [A’raf/100]

* Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; yeryüzünü kazıp altüst etmişler, onu bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi. Elçileri de onlara nice açık delilleri getirmişlerdi. O hâlde Allah onlara haksızlık edecek değildi, fakat onlar şirk koşarak kendilerine haksızlık etmekteydiler. [Rum/9]

* Daha yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş bir bakmazlar mı? Onlar kendilerinden hem daha çok, hem de kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerinin sağlamlığı bakımından daha çetin idiler. Öyle iken o kazandıkları şeyler, kendilerine yarar sağlamadı. [Mümin/82]

* Ve andolsun bunlar, belâ ve fenalık yağmuruna tutulmuş olan beldeye gittiler. Peki, onu da görmüyorlar mıydı? Tam tersi, bunlar öldükten sonra dirilmeyi ummamaktaydılar. [Furkan/40]

* Âd ve Semûd toplumlarını değişime/yıkıma uğrattık. Onların değişime/yıkıma uğramaları, onların yurtlarından size kesinlikle besbelli olmuştur. Ve şeytan onlara, yaptıklarını süsledi de onları yoldan alıkoydu. Hâlbuki onlar görüp anlayan kimselerdi. [Ankebut/38]


Bu konuda ayrıca Âl-i Imran/137, En’âm/6, 11, Yusuf/109, Nahl/36, Hacc/46, Neml/69, Ankebut/20, Rum/42, Mümin/21 ve Muhammed/10’a da bakılabilir.
45) Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları şeyler dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde küçük-büyük hiçbir canlıyı bırakmazdı. Velâkin onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda süre sonları geldiği zaman da artık şüphesiz Allah, Kendi kullarını en iyi görendir.
Bu ayette Rabbimiz kendi rahmetine yönelik bir ilkesini bildirmekte ve bu ilke doğrultusunda insanların korkmadan, çekinmeden kendisine yönelmelerini istemektedir. Ayetin takdirini şu şekilde yapmak mümkündür: "Allah insanları her yaptıkları kötü davranış sebebiyle cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde insan ve canlı diye bir şey bırakmazdı. Oysa Allah, Halim ve kullarının hatalarını bağışlayandır; onlara tövbe etme fırsatı verir ve onları hemen cezalandırmaz. Ancak bu, O’nun ihmali veya gafleti anlamına gelmez. O, kullarını sürekli görür, gözetler ve zamanı gelince de herkese yaptığının karşılığını verir."

* Ve eğer Allah, yanlış işleri nedeniyle insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, yeryüzünün üstünde irili-ufaklı tüm canlılardan hiçbir şey bırakmazdı. Velâkin onları adı konulmuş bir süreye kadar erteler. Artık onların sürelerinin sonu gelince de ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler. [Nahl/61]

Bize göre burada belirtilmesi gereken bir diğer husus da ölümün bir ceza olmadığıdır. Çünkü canlıların ölümü Allah’ın önceden belirlediği bir ecelde olmaktadır. Ancak ölüm, ölen canlıdan istifade eden canlılar için bir cezalandırmadır.