Fecr

1,2,3,4,14,5) Gerçeği örtbas etmenin, Allah'a ortak kabul etmenin, cahilliğin parçalanışını, on gece Peygamber'in bilgilendirilişini, Allah-kul ilişkisini ve gerçeği örtbas etmenin, Allah'a ortak kabul etmenin, cahilliğin gitmeye yüz tutuşunu kanıt gösteririm ki, şüphesiz ki Rabbin gözetlemektedir.[#38] İşte bunlarda, akıl sahibi için güçlü-ikna edici, inandırıcı bir anlatım vardır.[#39]
1-4Gerçeği örtbas etmenin, Allah'a ortak kabul etmenin, cahilliğin parçalanışını, on gece Peygamber'in bilgilendirilişini, Allah-kul ilişkisini ve gerçeği örtbas etmenin, Allah'a ortak kabul etmenin, cahilliğin gitmeye yüz tutuşunu kanıt gösteririm ki,

Sure kasem cümlesi ile başlamaktadır. 1-4. ayetler kasem cümlesinin "kasem bölümü"nü, 14. ayet de kasemin "cevap bölümü"nü oluşturmaktadır. Kalem suresi tahlil edilirken "Kasem Cümlesi" başlığı altında yapılan ayrıntılı açıklamada da belirtildiği gibi, kasem cümlesinin öğeleri arasına başka bir cümlenin girmemesi gerekir. Ancak biz, Mushaf’ı tertip eden sahabenin bu konuda yeterince titizlik gösteremediği kanısındayız. On dördüncü ayetin teknik yapısı ve anlamı, kasemin cevabı olduğunun kesin kanıtıdır. Buna benzer tertip hataları ilerideki surelerde de karşımıza çıkacaktır.

Bahusus, surenin sağlıklı anlaşılması için ayetlerin bizim yaptığımız sıralamaya göre değerlendirilmesi gerekmektedir

Âyetlerin sözcük anlamı, "Şu şafağı, on geceyi, çifti ve teki, geçip gideceği sırada şu geceyi kanıt gösteririm ki şüphesiz Rabbin gözetlemektedir" şeklinde olup biz ise mecâz anlamlarını tercih ettik

"Şafak sökmesi" ya da "tanyeri ağarması" olarak ifade edilen "فجر fecir" sözcüğü, gecenin karanlığının çatlayarak dünyanın aydınlanmaya başlamasını, sabahın ilk beyazını, insanın mutluluk duyduğu ve ümitlendiği o değerli anları ifade etmektedir.

Ancak burada mecazî bir anlatımla, ilk gelen vahiyden bu sonuncusuna kadar, bütün vahiylerle yapılan uyarıların, verilen öğütlerin meyvesini vermeye başladığı ve insanlık üzerindeki küfür, şirk, azgınlık karanlığının vahyin ışığı sayesinde yırtıldığı ifade edilmektedir. Aslında bu tasvir bir topyekûn aydınlanma sürecini simgelemektedir. Daha önce Müddessir suresinin 32-37 ve Tekvir suresinin 17-18. ayetlerinde fecrin yaklaştığına işaret edilerek başladığı ilân edilen bu süreç, bu surede fecrin/şafağın sökmesi ile belirginleşmekte, bundan sonraki "ضحى Duha [kuşluk vakti]" suresinde ise iyice ortaya çıkmaktadır.

on gece

Buradaki "on gece"nin hangi "on gece" olduğuna dair birçok rivayet vardır.-Zilhicce ayındaki on gece,

-Ramazan ayındaki son on gece,

-Muharrem ayının ilk gecesi ile aşure günü arasındaki on gece,

-Musa peygamberin Tur'daki 30 gecelik vaatleşmesine eklenen on gece olduğu ileri sürülen görüşler arasındadır. Ancak bunların hiçbiri itibar edilebilir nitelikte değildir. Çünkü Zilhicce ayındaki Hacc, Ramazan ayındaki oruç, Muharrem ayının ilk on günü ve Musa peygamber ile ilgili bilgiler henüz bu sure indiğinde peygamberimize bildirilmiş değildi. Dolayısıyla, bilgisinin olmadığı konularda peygamberimizin dikkatinin çekilmiş olması mantıklı değildir. Buradaki "on gece", peygamberimizin ve çevresindeki o günkü insanların yakinen bildikleri bir "on gece" olmalıdır ki, herkese kanıt olarak gösterilsin, referans olarak verilsin.

Bu açıdan bakılır ve daha önce inen dokuz surenin içerikleri dikkate alınırsa, ayette geçen "on gece"nin vahyin başladığı ilk gece ile 10. sure olan bu surenin indiği gece arasındaki "on gece" olduğu söylenebilir. Bu durumda; Alak suresinin indiği gece [Kadir Gecesi] ilk gece, Fecr suresinin indiği gece de onuncu gecedir.

Sure veya ayetlerin hangi yıl, ay, hafta ve günde indikleri tam olarak bilinemediği için görüşümüz kesinlik ifade etmemekte, sadece akıl yolu ile yapılmış bir öngörü niteliği taşımaktadır.

Çift ve tek

Çift ve tek olmak bütün varlıkları kapsayan bir durumdur. Çünkü varlıklar kesinlikle ya çift ya da tektir. Bu nedenle ayete "çok olana ve tek olana" şeklinde de anlam verilebilir. "Çift" kavramı, herhangi bir nesnenin aynı türden olan bir diğer bireyinin varlığına işaret eder. Başka bir deyişle çift, karşıtı veya karşıtları olan ve bu nedenle de başka şeylerle belirli bir ilişki içerisinde bulunan her şeyi kapsar. Buna karşılık, "وتر vetr" terimi, tek veya bir olan şeyi ifade eder. Bu anlamından dolayı Allah'a verilen adlardan biri olarak kullanılmıştır. Çünkü hiçbir şey O'na denk tutulamaz.

Özetle bu ayet Yaratıcı'nın tekliği ve benzersizliğine karşılık, yaratılanların çokluğunu ifade eder.

geçip gitmekte olan gece

Gece aynı zamanda "karanlık" demek olduğundan, ayetin karanlığın yok olduğu veya yok olmaya yüz tuttuğu fecir vaktine işaret ettiği anlaşılmaktadır. "ليل Leyl" sözcüğünün muarrefliği [belirginliği] ve ayetteki sanatsal anlatım dikkate alındığında ise, buradaki geçmekte, bitmekte olan gecenin; küfrün, şirkin, tuğyanın ve bunların verdiği sıkıntılarla oluşan ruhsal karanlığın geçmekte olduğu anlaşılmaktadır.

Artık şafak söktüğüne göre gecenin ömrü bitmiştir. Artık vahyin ışığı sayesinde insanlık sahte ilâh ve rablerden, tağutlardan, yalanlayıcılardan, fesat çıkarıcılardan, gamdan, kederden ve bunalımdan, tüm ruhsal karanlıklardan kurtulacaktır.

Bu konuya daha önce, Müddessir suresinin 33. ayetinde ve Tekvir suresinin 17. ayetinde kısaca işaret edilmişti.

14şüphesiz ki Rabbin gözetlemektedir.

Kasemin cevabı olan bu ayete göre rabbimiz insanları sürekli kontrol altında tutmakta, yapılan her şey kayda alınmakta, kimine uyarı cezaları; kimine de teşvik ödülleri vermektedir. Ayrıntıları ileri ki surelerde gelecektir.

5İşte bunlarda, akıl sahibi için güçlü-ikna edici, inandırıcı bir anlatım vardır.

Ayette geçen "حجر hicr" sözcüğü, men etmek, alıkoymak anlamındadır. [Lisanü’l Arab, "hcr" mad.] Men eden, alıkoyan şeyden kasıt ise "akıl"dır. Çünkü Arapçada kişiyi kötülükten men etmesi itibariyle akıla "nuha" dendiği gibi, münasebetsizlikten alıkoyması itibariyle de "hicr" denmektedir. Dolayısıyla ayetteki "ذى حجر zi hicr" ifadesi "tam akıl sahibi" anlamına gelmektedir.

Bu durumda ayet, ilk dört ayette yemin edilerek dikkat çekilen konuların tam akıl sahipleri için Allah'ın varlığına ve tek oluşuna dair ikna edici, sağlam kanıtlar oluşturduğuna işaret etmektedir.

Ayetteki "hel" edatı ile yapılmış soru şekline "muhatabı ikrar ettirmek üzere sorulan soru" anlamında "İstifham-ı Takriri" denir. Burada da hakkında yemin edilen varlıkların önemini ikrar ettirmek için sorulmuştur. Sanki Rabbimiz şöyle demektedir: "Şüphesiz bu, akıl sahipleri nezdinde büyük bir yemindir. Akıl ve idrak sahibi olanlar, Allah'ın yemin ettiği şeylerde hayret verici özellikler, O’nun ilâhlık ve birliğini gösteren deliller görürler. Akıllı insanlar içinde bunun aksini söyleyecek bulunur mu, aksi söylenemez". Biz mealde edebî anlamı gösterdik.
6,7,8,9,10,11,12,13) Âd toplumuna, sütunların sahibi İrem'e -ki, beldeler içinde bir benzeri oluşturulmamıştı-, vadilerde kayaları kesen Semûd toplumuna, o kazıkların sahibi; muhteşem orduları olan/görülmemiş işkenceler eden[#40] Firavun'a Rabbinin ne yaptığını görmedin mi/düşünmedin mi? Onlar ki, o ülkelerde azıtmışlardı. Dolayısıyla da oralarda bozgunculuğu çoğaltmışlardı. Onun için de Rabbin üzerlerine azap kamçısı yağdırdı.
Bir uyarıcı ve öğüt olan Kur'an'ın insanlara gerçekleri göstermek için kullandığı yöntemlerden biri de, geçmiş kavimlerin kulaktan kulağa dolaşan hikâyelerini, vermek istediği mesaja örnek teşkil etmek üzere anlatmasıdır. Bu yöntemiyle Kur’an, gerek geçmiş dönem kıssalarından ibret alıp hisse çıkarmaları ve gerekse eski toplumların hayatında cereyan eden olaylar üzerinden Allah’ın değişmez sünnetini anlamaları yönünde "öğüt almak isteyenlere" rehberlik etmektedir.

Bu durum Kur'an'da şöyle açıklanır:

* Andolsun ki Yûsuf, babası, kardeşleri kıssalarında kavrama yeteneği olanlar için bir ibret vardır. [Yusuf/111]

Kur'an'da eski dönemlerde yaşamış birçok kavimden söz edilmektedir. Sözü edilen ilk kavimler Ad ve Semud kavimleridir. Politik ve ekonomik güçlerine güvenerek şirk ve zulüm üzerine kurulu düzenlerini sürdürmek için gayret sarf eden bu kavimlerin sonları, insanlığa büyük bir ibret olmak üzere birçok ayette hatırlatılmıştır.

Önemlerinden dolayı bu kavimlerin yakinen tanınması gerekir.

KUR’ÂN'DAKİ KISSALARIN YARARLARI:

Kur’ân'da yer alan kıssaların üslubundan açıkça anlaşılmaktadır ki, bu kıssalar tarih bilgisi vermek amacıyla değil, öğüt verme amacıyla anlatılmıştır. Kur’ân'daki kıssalar, bizim tespitlerimize göre, öğüdün kendisine fayda vereceği insanlara şu yararları sağlamaktadır:

• Kur’ân'daki kıssalar, eskiden de peygamberlerin gelip geçtiği bilgisini vermek sûretiyle peygamberlerin türedi olmadığını gösterir.

• Kur’ân'daki kıssalar, gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin görevlerinin "tebliğ etmek" ve "öğütte bulunma’tan" ibaret olduğunu öğretir.

• Kur’ân'daki kıssalar, Allah'ın elçilerine daima gönderildikleri toplumun ileri gelenleri [mele’] tarafından karşı çıkıldığı bilgisini verir.

• Kur’ân'daki kıssalar, Peygamberimizin tebliğine karşı çıkıp o'nu engellemek isteyenlere, bu tavırlarının bedelini nasıl ödeyecekleri konusunda geçmişten "bazılarını kendilerinin de bildikleri" örnekler vermek sûretiyle hatırlatma yapar, uyarıda bulunur.

• Kur’ân'daki kıssalar, Peygamberimize ve o'nun yandaşlarına, karşı karşıya bulundukları durumun daha önceki peygamberler ve toplumları arasında meydana gelenlere benzediğini, hatta büyük ölçüde aynı olduğunu bildirmek sûretiyle onlara güven telkin eder, ayrıca Allah'ın elçilerinin daima galip geldiklerini bildirmek sûretiyle onlara azim kazandırır ve onların manevîyatını kuvvetlendirir.

Âd Kavmi

Arap tarih bilgilerine göre Âd kavmi, Yemen'deki Hıdramevt ile Umman arasında Ahkâf diye bilinen geniş ve büyük bir beldenin halkıdır.

Bu kavim, gerek siyasî, gerek ekonomik açıdan büyük bir güçtü. "Bağ-ı İrem" diye anılan, muhteşem sarayların süslediği büyük şehirleri dillere destan olmuştu. Putlara tapan Âd kavmi, zorbalıkta ve zulümde de şöhret sahibiydi. Yeryüzünde kendilerinden daha güçlü hiçbir şeyin bulunmadığına inanmışlardı. Kendi içlerinden Hûd'a peygamberlik görevi verildiğinde büyük bir mücadele başladı. Kur'an'da A’râf suresinin 50-60, Şuara suresinin 123-140, Ahkâf suresinin 21-28, Kamer suresinin 18-22 ve Fussılet suresinin 13-16. ayetleri Âd kavmi ile ilgili bilgiler verir. Tekrarlanmış olanları ihmal edilerek bir pasaj oluşturulduğunda, Âd kavminin Kur’an’daki portresi ortaya çıkar:

* Âd'a da kardeşleri Hûd'u elçi gönderdik. O, dedi ki: "Ey toplumum! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yok. Siz uydurmacılardan başka bir şey değilsiniz. Ey toplumum! Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak beni yoktan yaratan üzerinedir. Hâlâ akıllanmayacak mısınız? Ey toplumum! Rabbinizden bağışlanma isteyin, sonra O'na tevbe edin ki, üzerinize gökten bol bol göndersin ve sizi kuvvetinize kuvvet katarak çoğaltsın. Ve günahkârlar olarak sırt çevirmeyin." Onlar dediler ki: "Ey Hûd! Bize bir açık kanıt ile gelmedin. Ve biz, senin sözünle ilâhlarımızı terk edecek değiliz. Biz, sana inananlar da değiliz. Ancak ‘Tanrılarımızdan bazısı seni fena çarpmış’ diyebiliriz." Hûd dedi ki: "Şüphesiz ben Allah'ı şâhit tutuyorum, siz de şâhit olun ki, ben, Allah'ın astlarından O'na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Hadi öyleyse hepiniz bana tuzak kurun, sonra beni hiç bekletmeyin. Şüphesiz ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a işin sonucunu havale ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir irili-ufaklı hareket eden canlı yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerinedir. Buna rağmen yine de sırt çevirirseniz, ben size ne ile gönderilmiş isem, işte onu tebliğ ettim. Ve benim Rabbim, başka bir toplumu sizin yerinize getirir. Ve siz O'na hiçbir şekil ve yolla zarar veremezsiniz. Hiç şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir." Ve ne zaman ki emrimiz geldi, Hûd'u ve o'nunla birlikte iman etmiş olan kişileri tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık, Biz onları çok ağır bir azaptan da kurtardık. Ve işte bu, Rablerinin âyetlerine kafa tutan, O'nun elçilerine isyan eden ve her inatçı zorbanın emrine uyan Âd toplumudur. Bu dünyada ve kıyâmet günü arkalarına dışlanma takıldı. Haberiniz olsun! Âd toplumu, Rablerine inanmadılar. Haberiniz olsun! Hûd'un toplumu olan Âd toplumuna kahrolmak/tarihten silinmek verildi. [Hûd/50-60]

* Âd, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı. Hani kardeşleri Hûd onlara demişti ki: "Siz Allah'ın koruması altına girmez misiniz? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'ın koruması altına girin ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbi üzerinedir. Her yüksek tepeye, alâmet bir bina kurarak mı eğleniyorsunuz? Sonsuzlaşmanız için/sanki sonsuzlaşacakmışsınız gibi sanayi üreten yerler [fabrikalar/kaleler] mi edinirsiniz? Yakaladığınız vakit de zorbaca mı yakaladınız? Artık Allah'ın koruması altına girin ve bana itaat edin. Size o bildiğiniz şeyleri verenin [davarlar, oğullar, bağlar, bahçeler, pınarlar verenin] koruması altına girin. Şüphesiz ki ben, sizin hakkınızda büyük bir günün azabından korkuyorum." Onlar dediler ki: "Sen, öğüt versen de yahut öğüt verenlerden olmasan da bizim için değişmez. Bu, sadece öncekilerin hayat tarzlarıdır. Ve biz azaba uğratılacaklar değiliz." Bunun üzerine o'nu yalanladılar da Biz kendilerini değişime/yıkıma uğrattık. Şüphesiz ki bunda kesinlikle mutlak bir alâmet/gösterge vardır, ama onların çoğu iman ediciler değillerdi. Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, engin merhamet sahibinin ta kendisidir. [Şuara/123-140]

* Andolsun ki Âd'a da kardeşleri Hûd'u elçi gönderdik. O, "Ey toplumum! Allah'a kulluk edin, sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Hâlâ Allah'ın koruması altına girmez misiniz?" dedi. Toplumundan, ileri gelen kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, "Biz seni akıl hafifliği/câhillik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz" dediler. Hûd, "Ey toplumum! Bende akıl hafifliği/câhillik yok, velâkin ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderilerini tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyarması için içinizden bir adam üzerine Rabbinizden, size bir öğüt/kitap gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nûh toplumundan sonra, halîfeler, sonradan gelen nesiller yaptı ve oluşturuluşta boy-pos itibariyle sizi arttırdı. Kurtulmanız için Allah'ın nimetlerini hatırlayın" dedi. Onlar dediler ki: "Demek sen Allah'a; başkasını karıştırmadan kulluk edelim ve atalarımızın kulluk ettiklerini bırakalım diye mi bize geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir!" Hûd dedi ki: "Artık size Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı isimler hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim!" Bunun üzerine Hûd'u ve o'nunla beraber olan kimseleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayan ve iman etmemiş olan kimselerin kökünü kestik. [A'râf/65-72]

* Âd'ın kardeşi Hûd'u da an! Hani o, Ahkâf'ta toplumunu uyarmıştı. –Kesinlikle o'nun önünde ve ardında [her yanında], "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Şüphesiz ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum" diyen uyarıcılar geçmişti.– Onlar: "Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, hadi o bizi tehdit edip durduğun azabı hemen getir" dediler. Âd'ın kardeşi; Hûd: " Şüphesiz o azabın ne zaman geleceğine dair bilgi Allah katındadır. Ben ise size benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Velâkin ben sizi cahillik edip duran bir toplum olarak görüyorum" dedi. Sonunda onu, vadilerine doğru gelen geniş bir bulut hâlinde gördüklerinde: "Ha işte! Bu, bize yağmur getirecek bir bulut!" dediler, Hayır, aksine o, çabuklaştırmaya çalıştığınız şeyin ta kendisi; Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eden, içinde acıklı bir azap olan rüzgâr... Sonunda o hâle geldiler ki, konutlarından başka hiçbir şey görünmüyordu. Biz, günahkârlar topluluğunu işte böyle cezalandırırız. Ve andolsun ki Biz, sizi güçlü kılmadığımız şeylerde onları güçlü kılmıştık; size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik. Onlara da kulaklar, gözler ve duygular vermiştik. Buna rağmen kulakları, gözleri ve duyguları onlara hiçbir yarar sağlamadı/kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştıramadı. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de onları sarıp kuşatıverdi. Kesinlikle, Biz kendi komşularınız olan memleketleri değişime/yıkıma uğrattık. Âyetleri, onlar dönsünler diye tekrar tekrar açıkladık. Öyleyse Allah'ın astlarından güya O'na yakınlığa vesile edindikleri düzme tanrılar, onların azabını savmaya yardım etmeli değil miydi? Tersine o düzme tanrılar kendilerinden ayrılıp kayboldular. Bu, onların yalanlarıdır/uydurmakta oldukları şeydir. [Ahkâf 21-28]

Semud Kavmi

Arapça dilbilimcilerin çoğunun görüşüne göre "Semud" sözcüğü Arapça değildir ve dolayısıyla da çekimli değildir. Bazılarına göre ise Arapçadır ve "smd" kökünden türemiştir. "Smd" sözcüğü "maddesi [kütlesi] bulunmayan su" demektir ki, bununla "az su" anlamı kastedilir ve "kırağı, çiy" suları için kullanılır. Su sarnıçları, az su bulunan çukurlar, çukur kazılıp suyun bulunamaması durumu "semd" sözcüğüyle ifade edilir. [Tacü’l-Arus, 4/373, 374 ve Lisanü’l-Arab, 1/698]

Eğer sözcüğün bu kökten geldiği varsayılırsa "Semud" ismi "suyu kıt olan" anlamına gelir.

Semud kavmi, kırağı ve çiy sularına muhtaç, sarnıca veya suyu az olan su çukurlarına mahkûm üç beş bedeviden ibaret görülmemelidir. Kur'an'ın diğer ayetlerinden anlaşıldığına göre Semud, kalabalık bir halkı olan medeniyet sahibi bir kavimdir. Eski çağlarda tarım ve hayvancılıkla geçinen bir halkın en verimli çağındaki genç bir deveyi kendi çocuklarından bile üstün tuttuğu/tutabileceği akıldan çıkarılmamalıdır. Bu sebeple sözcüğün hakikat manasından çok mecazî anlamına yönelmek zarureti vardır. Semud kıssasında üzerinde durulması gereken deve değil, bu devenin "Allah'ın devesi [kamuya ait]" oluşudur.

Arap tarih bilgilerine göre Semud kavmi Hicaz ile Suriye arasında, Vadii’l-Kura'da yaşamış eski bir Arap kabilesidir. Kur'an'da bu kabilenin ismi yirmi altı yerde geçmektedir. Ayrıca Salih peygamberden bahseden ayetler de onun kavmi olan Semud ile ilgilidir. Semud kavmi, Semud b. Casır b. İrem b. Sam b. Nuh'un [Nuh oğlu Sam oğlu İrem oğlu Casır oğlu Semud’un] neslidir. [Taberî, Tarih, Beyrut t.y I, 226]

Arap kaynaklı olmayan tarihi belgelerde de Semud kavminden bahsedilmektedir: "M.Ö. 715 tarihli Sargon kitabesinde Semud kavmi, Asurluların hâkimiyet altına aldıkları Şarkî ve Merkezî Arabistan kavimleri arasında zikredilmektedir. Aristo, Batlamyus ve Plinus, Semud kavminden "Thamudaei" olarak belirtilen isim ile bahsetmişlerdir. Plinus'un Semud kavminin oturduğu yer olarak zikrettiği Domatha ve Hegra'nın, İslâmî kaynaklarda bu kavmin oturduğu yer olarak kaydedilen Hicr ile aynı yer olduğu kabul edilebilir." [H. N. Brau, İslam Ans, Semud mad.]

Bu kavme peygamber olarak Salih gönderilmiştir. Semud kavmi de Âd kavmi gibi Kur'an'da ibret tablosu olarak sunulmuştur. Gerek Semud kavmi ve gerekse bu kavim ile Salih peygamber arasındaki mücadele hakkında Taberî', İbnü’l-Esir ve İbn-i Kesir’in eserlerinde rivayetlere dayalı detaylı bilgi bulunmaktadır. Ancak doğru olan, bizi ilgilendirecek bilgilerin doğrudan Kur'an'dan çıkarılmasıdır. Kur'an'da A'râf suresinin 73-79; Şuara suresinin 141-159; Neml suresinin 45-53; Hud suresinin 61-68; Kamer suresinin 23-32; Şems suresinin 11-15; Fussılet suresinin 17,18 ve Hakka suresinin 4-8. ayetleri Semud kavmi ile ilgili bilgiler vermektedir. Ad kavmi konusunda yaptığımız gibi, bu ayetlerden tekrarlanmış olanlarını ihmal ederek Semud kavmi ile ilgili bir pasaj oluşturalım:

* Semûd'a da kardeşleri Sâlih'i elçi gönderdik. O, dedi ki: "Ey halkım! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yok. O, sizi yeryüzünden oluşturan ve size orada ömür geçirtendir. Artık O'ndan bağışlanma isteyin. Sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim çok yakındır, yakarışlara cevap verendir." Dediler ki: "Ey Sâlih! Sen, bundan önce, aramızda, aranan/ümit beslenen bir kişiydin. Şimdi kalkmış, atalarımızın kulluk ettiklerine kulluk etmemizi mi yasaklıyorsun? Ve hiç şüphesiz biz, bizi çağırdığın şey hakkında kafaları karıştıran bir kuşku içindeyiz. Sâlih dedi ki: Ey toplumum! Eğer ben Rabbimden apaçık bir delil üzerinde isem ve O bana Kendinden bir rahmet vermişse... Bu durum karşısında O'na asi olursam beni Allah'tan kim korur? O zaman sizin de bana zarardan başka katkınız olmaz. Ve ey toplumum! İşte size alâmet/gösterge olarak salât [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma] görevi. Artık onu bırakın, Allah'ın yeryüzünde uygulansın. Ve ona kötülük dokundurmayın; sonra sizi yakın bir azap yakalayıverir. Derken onlar, yaşam kaynaklarını kurutarak öldürdüler. Bunun üzerine Sâlih dedi ki: "Yurdunuzda üç gün daha yararlanın. İşte bu, yalanlanmayacak bir vaattir." Artık ne zaman ki emrimiz geldi, Sâlih'i ve o'nunla birlikte iman etmiş olan kişileri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. O günün perişanlığından da kurtardık. Hiç şüphesiz ki senin Rabbin, o güçlü, mutlak üstün olandır. Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseleri korkunç bir gürültü yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar. Sanki orada hiç zengince yaşamamışlardı. Haberiniz olsun! Hiç şüphesiz Semûd toplumu gerçekten Rablerine inanmadılar. Haberiniz olsun! Semûd için uzaklık verildi. [Hûd/61-68]

* Andolsun ki ‘Allah'a kulluk edin’ diye Semûd'a da kardeşleri Sâlih'i elçi gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki gurup oluverdiler. Sâlih dedi ki: "Ey toplumum! İyilikten önce niçin kötülüğü çabuklaştırmak istiyorsunuz? Merhamet olunmanız için Allah'tan bağışlanma dileseniz ne olur!" Onlar, "Senin sebebinle ve seninle beraber olan kişiler sebebiyle başımıza uğursuzluk geldi/seni ve beraberindekileri uğursuzluk belirtisi sayıyoruz" dediler. Sâlih, "Uğursuzluğunuz Allah katındadır. Daha doğrusu siz, kendini ateşe atan/imtihana çekilen bir topluluksunuz" dedi. Ve o şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan, Dokuz kişilik bir grup vardı. 49Allah'a yeminleşerek, "Gece o'na ve ailesine baskın yapacağız, sonra da velîsine/haklarını koruyacak yakınlarına, ‘Biz, o ailenin yok edilişine şâhit olmadık/olay sırasında orada değildik ve biz kesinlikle doğru olanlarız’ diyeceğiz" dediler. Ve onlar, böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir ceza ile cezalandırdık. İşte bak! Onların tuzaklarının âkıbeti nice oldu, şüphesiz Biz onları ve toplumlarını toptan yerle bir ettik. İşte, onların, şirk koşmak sûretiyle işledikleri yanlışlar yüzünden çatıları çöküp ıpıssız kalmış evleri. Hiç şüphesiz ki bunda, bilen bir toplum için bir alâmet/gösterge vardır. İman eden ve Allah'ın koruması altına girmiş olan kişileri de kurtardık. [Neml/45-53]

* Semûd da o uyarıları yalanladı: "Bizden bir tek insana mı, o'na mı uyacağız? Öyle yaparsak kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz, Öğüt; Kitap, aramızdan o'na mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır" dediler. Yarın onlar, çok yalancının, küstahın kim olduğunu bileceklerdir. Şüphesiz Biz onlara, kendilerine görev olmak üzere sosyal destek kurumları kurmalarını ve onları ayakta tutmalarını emredeceğiz. Onun için sen onları gözetle ve sabret. Ve onlara bu kurumları ayakta tutacak zekât; vergi ve harcamada bulunma görevlerinin, kendi aralarında pay edilmiş olduğunu haber ver; herkesin kamuya ne miktarda katkıda bulunacağı da belirlenmiştir. Bunun üzerine arkadaşlarına/idarecilerine seslendiler. O da alacağını alıp sosyal kurumları ayakta tutan gelir kaynaklarını kurutarak sistemi çökertiverdi. Peki, azabım ve uyarılar nasılmış? Şüphesiz Biz onların üzerine korkunç tek bir ses gönderdik; ağılcının topladığı çalı-çırpı gibi oluverdiler. [Kamer/23-31]

* Andolsun ki Biz, Semûd'a da kardeşleri Sâlih'i elçi olarak gönderdik. O dedi ki: "Ey toplumum! Allah'a kulluk edin, sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir kanıt geldi. İşte şu, Allah'ın devesi/sosyal yardım ve destek ilkesi, sizin için bir âyettir; bırakın onu Allah'ın yeryüzünde yesin, sakın ona kötülükle dokunmayın, yoksa sizi acıklı bir azap yakalayıverir. Ve düşünün ki Âd'dan sonra sizi halîfeler yaptı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinden saraylar yapıyorsunuz, dağlarını evler hâlinde yontuyorsunuz. Öyleyse Allah'ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde kargaşa çıkaranlar olarak taşkınlık yapmayın." Toplumundan büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görünen inanmış kimselere dediler ki: "Siz, Sâlih'in, gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu biliyor musunuz?" Onlar, "Kesinlikle biz o'nunla gönderilene inanıyoruz!" dediler. Büyüklük taslayan o kimseler, "Biz, sizin inandığınızı kesinlikle bilerek reddeden kimseleriz!" dediler. Hemencecik de o sosyal yardım ve destek kurumlarını ayakta tutan gelir kaynaklarını kuruttular ve büyüklenerek Rablerinin buyruğundan dışarı çıktılar ve "Ey Sâlih! Eğer gerçekten gönderilen elçilerden isen, bizi tehdit ettiğini getir bize!" dediler. Bunun üzerine hemen onları, şiddetli sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. Sâlih, o zaman onlara sırt çevirdi ve "Ey toplumum! Andolsun ki ben size Rabbimin gönderilerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz" dedi. [A'râf/73-79]

Eldeki bilgilere göre, bahsi geçen kavimler hakkında Mekke toplumunun az ya da çok bilgisi vardı. Âd'ın, Semud'un, İrem’in tam olarak ne ve nerede olduklarına dair [şehir mi, ülke mi, topluluk mu?] birçok rivayet ve tartışma vardır. Ne var ki, Kur’an’ın konuyla ilgili mesajının alınabilmesi için bu rivayetlerin pek bir önemi yoktur. Kur'an, olaylarla ilgili zaman, mekân ve şahıslar gibi tarihsel detaylardan ziyade karakterler, tavırlar, olayların sebep ve sonuçları üzerinde durarak dikkatleri dağıtmadan meselenin özüyle ilgilenmiş ve o zamanki muhatapların haşyetle andığı, takdir ettiği ve güçlü gördüğü kavimlerin akıbetini haber vererek bu akıbete yol açan temel nedenleri sıralamıştır. Kur’an’ın şimdiki muhataplarının da aynı mesajı almaları gerektiği izahtan varestedir.

Hûd'un mensup olduğu Âd kavmi, Ahkâf adıyla bilinen ve Umman ile Yemen'deki Hadramevt arasında yer alan geniş çöl bölgesinde yaşamış ve büyük nüfuz ve iktidarıyla tanınmış bir kavimdir. Bu kavim, İslâm'ın ortaya çıkışından asırlarca önce tarih sahnesinden çekilmiş olmasına rağmen, geride bıraktığı iz ve hatıralarıyla Arap geleneğinde her zaman canlı kalmaya devam etmişti. İrem'in ve Semud'un kalıntıları Mekkelilerin ticaret yaptıkları kervan yolu üzerindeydi. Surenin 9. ayetinde geçen "vadi", Medine'nin kuzeyinde, Arabistan'dan Suriye'ye giden eski kervan yolu üzerinde bulunan Vadii’l-Kura'dır. İrem, birçok rivayetin yanı sıra, bu gün Ahkâf çölünün kumları ile örtülmüş bulunan Âd kavminin efsanevî başkentinin ismi olarak bilinmektedir. "Kazıklar sahibi" olmak, klâsik Arapçada eski bir bedevî terimidir. Deyimsel olarak "güçlü bir otorite" yahut "sarsılmaz, yıkılmaz bir güç"ten mecaz olarak kullanılmaktaydı. Bir bedevî çadırını ayakta tutan kazıkların sayısı, o çadırın büyüklüğüne bağlıydı. Çadırın büyüklüğü, her zaman çadır sahibinin statüsüne ve gücüne göre değişmekteydi. Bundan dolayı güçlü bir kabile reisi için çoğu zaman "sayısız direkler üstünde duran çadırın sahibi" tanımlaması yapılırdı.

Fecr suresinde bu üç kavme kısaca değinilmiş, detay başka surelerde verilmiştir.

Bu ayetlerde, güçlerinden o kadar dem vurulduktan sonra tağutların kaçınılmaz akıbetlerinin nedeni açıklanmaktadır. Bu tağutlar tuğyan etmişler, hak ve adalet sınırlarını aşmışlar, büyük bir yozlaşmaya ve çürümeye neden olmuşlardı. Zulüm, israf, zevk ve eğlenceye aşırı düşkünlükle Rabbi unutmuşlar; fesat çıkarmışlar, düzeni [ilâhî dengeyi], ahlâkı ve fikri yozlaştırmışlardı. Bu yaptıklarına karşılık olarak, her şeyi gören, her şeyi bilen, her şeyi kontrol eden, hiçbir şeyin ilminden ve görmesinden kaçamadığı, görünen ve görünmeyen her şeye, göğüslerde gizli olana bile şahit olan Allah, onların üzerine azap gönderdi, onları sonsuz gücüyle helâk ederek cezalandırdı. Onun için yeryüzünde fitne ve fesat çıkaranlar, tağutluk edenler, azgınlık, taşkınlık ve bozgunculuk yapanlar Allah'ın görmediğini, bilmediğini, yaptıklarından gafil olduğunu, dolayısıyla da Allah'ın azabından kaçıp kurtulacaklarını sanmamalıdırlar.

Şûra suresinin 40. ayetindeki "Bir kötülüğün cezası, tıpkısı bir kötülüktür. ..." ifadesi, Allah’ın cezalandırmasıyla ilgili ilahi ilkeyi bildirmektedir. Bu ilke, suçluların dünya ve ahirette görecekleri azabın, işledikleri ameller ile uyumlu olacağını göstermektedir.

Suçluların üzerine yağdırıldığı bildirilen azap kamçısı, bu bakış açısıyla, kendilerini Rabb yerine koyan tağutların, hükmettikleri kölelerini, reayalarını, sözde kullarını tıpkı sürü güder gibi kırbaçla işkence ederek cezalandırdıklarına ve böyle bir suçun cezasının da aynı şekilde tıpkısı ile verildiğine işaret etmektedir.

Kamçının tek bir parçadan değil de birbirine sarılmış ya da örülmüş parçalardan oluştuğu hatırlanacak olursa, "Azap kamçısı" deyiminden yola çıkarak dünya ve ahiretteki cezanın da âdeta bir azap yumağı gibi değişik azapların bir bütün hâlinde uygulanmasıyla gerçekleştiği/gerçekleşeceği düşünülebilir. (Nebe suresi ayet 20-26'a bakınız.)
15,16) İnsana gelince, Rabbi onu her ne zaman sınayıp da kendisini üstün kılar ve nimetler verirse: "Rabbim beni üstün kıldı" der. Ama her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa: "Rabbim beni aşağıladı" der.
Hatırlayacağınız gibi A'lâ suresinden itibaren vahylerde (A'lâ suresi 14 ve Leyl suresi 5-21 ayetler) yeni bir konuya değinilmeye başlanmıştı. Bu konu sosyal adaleti sağlayan "infak" yani Allah rızası için vermek idi. Bu mesele Fecr suresinin 15-30. ayetlerinde daha da detaylandırılmaktadır.

Ayetteki "insan" ile kast edilenin Mekke'nin ileri gelenlerinden Utbe b. Rebia, Huzeyfe b. Muğîre, Ubeyy b. Halef ve Umeyy b. Halef gibi kimselerden biri olduğu ileri sürülmekte ise de, biz o insanın eğitilmemiş ham ruhlu kişilerin genel karakterini simgelediği, bu nedenle de o karakterdeki her bir insanın kastedildiği kanısındayız.

Ayetlerin bildirdiğine göre insan, sahip olduğu nimetler sayesinde içinde yaşadığı bolluğu Rabbi tarafından kendisine yapılan hak edilmiş bir ikram olarak değerlendirir.

Bu dünyada durumları iyi olanlar Allah'ın mükafatlandırdığı, durumları bozulanlar da Allah’ın cezalandırdığı kimselerdir:

* İnsana gelince, Rabbi onu her ne zaman sınayıp da kendisini üstün kılar ve nimetler verirse: "Rabbim beni üstün kıldı" der. Ama her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa: "Rabbim beni aşağıladı" der. [Fecr/15,16]

* Onlara: "Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden harcamada bulunun; başkalarının da nafakalarını temin edin" denildiği zaman da kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş o kişiler, şu iman etmiş kişiler için: "Allah'ın dileyince doyurabileceği kimseyi biz mi doyuracağız? Siz, ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz" dediler. Bir de duyarsız toplum: "Eğer doğrulardan iseniz bu söz verilen tehdit ne zaman?" diyorlar. [Ya Sin/47,48]


Yani bu Dünyada durumları iyi olanlar, zenginler ve rahat bir şekilde yaşayanlar aynı zamanda Allah'ın iyi kullarıdır. Allah, bu iyilikleri, bu güzellikleri, bu zenginlikleri onlara boşu boşuna vermemiş, kendi katında iyi kimseler oldukları için vermiştir.

Bu Dünyada durumları kötü olanlar da Allah'ın kötü kullarıdır. Onlar da cezalarını çekmektedirler. O bakımdan rahatlıkla onları itebilir, kakabilir, horlayabilir ve hatta ezebilirsiniz. Hem de bu davranışınız Allah'ın iradesi doğrultusunda olduğundan bunu rahatlıkla yapabilir, hiçbir huzursuzluk da duymazsınız.

Hiç şüphesiz, bu durum çok acımasız bir hayat anlayışı ortaya çıkarıyordu. Toplumdaki fakirler, güçsüzler ve köleler daha da horlanıyor itiliyor ve kakılıyordu. Yani altta kalan daha da eziliyordu. Bu anlayışlarının ipuçlarını da Kur'an'da görmekteyiz:

* Aslında onların âhiret hakkında bilgileri artarda gelmektedir. Fakat onlar bundan bir şüphe içindedirler. Daha doğrusu onlar bundan kördürler. Şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kimseler de, "Biz ve atalarımız toprak olduktan sonra mı gerçekten biz mi dirilip çıkartılacağız. Andolsun, bu azap ve dirilme tehdidi, bize ve daha önce atalarımıza tehdit olarak söz verilmişti. Bu, ancak geçmişlerin uydurma masallarından başka bir şey değildir" dediler. [Neml/66-68]

* Âhirette herkesin iyi veya kötü, yaptığı işlerin karşılığını görmesini/Allah'ın sosyal düzeni belirleyen ilkelerini yalanlayan şu kimseyi gördün mü/hiç düşündün mü? İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse. [Maun/1-3]


Yani ahıret gününe inanmayan o kimse, kendisi fakirlere yardım etmediği gibi bunu başkalarının da yapmasını istemeyen hatta buna engel olmaya çalışan kimsedir. Bu yanlış mantık Yasin suresinde de şöyle ortaya çıkmaktadır:

* Onlara: "Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden harcamada bulunun; başkalarının da nafakalarını temin edin" denildiği zaman da kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş o kişiler, şu iman etmiş kişiler için: "Allah'ın dileyince doyurabileceği kimseyi biz mi doyuracağız? Siz, ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz" dediler. Bir de duyarsız toplum: "Eğer doğrulardan iseniz bu söz verilen tehdit ne zaman?" diyorlar. [Ya Sin/47,48]

Fakirleri garipleri aşağılıyorlardı:

En’am/53,Hud/27- 31 Meryem 73 Sad 62 Muttaffifin 29-36 Müminun 105-111 Bakara 212.

Aynı mantık, şöyle kendisini göstermektedir:

* Ve bu adam, kendine haksızlık ederek bağına girdi: "Ben, bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmıyorum. Ben Saat'in kopacağını da zannetmiyorum. Var sayalım ki Rabbime geri götürüldüm, kesinlikle orada bundan daha iyi bir sonuç bulurum" dedi. [Kehf/35,36]

* Ve eğer kendisine dokunan sıkıntıdan sonra, kendisine tarafımızdan bir rahmet tattırsak, hiç kuşkusuz "Bu benim hakkımdır. Ve kıyâmetin kopuş anının geleceğini sanmıyorum. Ve eğer Rabbime döndürülürsem, O'nun katında hiç şüphesiz, benim için en güzeli vardır" der. Bu nedenle kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselere, yaptıklarını kesin bildireceğiz ve onlara, kesinlikle kaba bir cezadan tattıracağız. [Fussılet/50]


Görüldüğü gibi bu kimse kendisini Allah indinde makbul bir kimse olarak görmekte ve hiç ihtimal vermemekle birlikte eğer ahiret diye bir şey olursa Dünyada iken kendisine bu kadar nimetleri veren Allah'ın kendisine orda çok daha fazlasını vereceğinden emin olabilmektedir.

Oysa yapılan ikram, kendisinin imtihan edilmesine yöneliktir ve sonunda hesabı görülecek bir sorumluluğu da beraberinde getirmektedir. Asıl ikramın ahirette olduğunu düşünemeyen insan, dünyada yapılan ikramdan haz duyar, sevinir ve bu ikramın imkânlarıyla lükse yönelir. Bununla da kalmaz, zevke, eğlenceye ve fesada dalar, taşkınlık yapmaya başlar.

Kendisine ikramda bulunulmuş bir insanın bu davranışı nasıl nankörlükse, rızkının kısılması ve kendisine verilen nimetlerin azlığıyla sabrı ölçülen bir insanın Rabbinin kendisini horladığını düşünmesi de aynı şekilde nankörlüktür. Birbirine zıt her iki davranış modelinin de sonu hüsrandır. Çünkü ilki elindeki bolluğu kazanılmış hak telakki ederek şımarıp azar ve o nimetlerin şükrü eda edilmesi gereken bir imtihan olduğunu düşünmez; ikincisi de elindeki dünya nimetlerinin başkalarına kıyasla az oluşunun aslında ahirette kendisine yapılacak ikramın bir habercisi olduğunu ve "rızk bolluğu" yolu ile yapılacak bir imtihandan kendisini koruduğunu düşünmez, bunu adaletsizlik olarak görür, hatta Allah'ı inkâra kadar sürüklenir.

Rızkına şükretmeyi bilmeyen insan karakteri, ileride Hacc suresinin 11. ayetinde detaylandırılacaktır.
17,18,19,20) Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Doğrusu siz, yetimi, üstün-saygın bir şekilde yetiştirmiyorsunuz. Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi özendirmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına!
Yani "Rabbinizden kendiniz için bol ikram isterken, O’ndan saygın ve üstün olmaya yönelik şeyler beklerken, yetimlerin saygın ve üstün olmaları için hiç çaba sarf etmiyorsunuz; onları aç, susuz, eğitimsiz bırakıyorsunuz.

Hareket imkânı bulunmayan muhtaçların karınlarını doyurmalarını sağlayacak bir iş sahibi olmalarını temin etmeye yanaşmıyor, buna karşı içinizde bir istek duymuyor, bu konuda birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.

Bu hususta yarışmanız gerekirken aksine bundan kaçıyorsunuz. Hatta başkalarının [zayıfların] mirasına [toplumun onlar için harcayacağı birikime, onların toplum zenginliği içindeki paylarına] el koyuyor, onu büyük bir oburluk, düşüncesizlik ve aç gözlülükle yiyorsunuz.

Malı da sınırsız bir sevgiyle öyle çok seviyorsunuz ki, aklınıza ne hesap vereceğiniz geliyor ne de Rabbiniz."

Hemen hemen bütün Türkçe meallerde yer alan "yetime ikram etmiyorsunuz" çevirisi, ayetin gerçek manasını ifade etmekten uzaktır. Ayette geçen "ikram", çay, kahve ve benzeri şeyler ikram etmek anlamına gelmez. Buradaki "اكرام ikram", üstün kılma, saygın hâle getirme demektir. Bu da eğitim vermekle, fırsat vermekle, iş imkânı vermekle mümkün olabilir. Bir başka ifade ile ikram, "aç, susuz, öğretimsiz, eğitimsiz, becerisiz bırakma, toplumda seviyesiz hâle getirme" demek olan "قهر kahr etmenin" tam tersidir.

Ayette geçen "مسكين miskin" sözcüğü fıkıh literatüründe "Fakirden daha yoksul olan kimse" olarak tanımlanmıştır.

Gerçekte "miskîn" sözcüğü "sakin olmak, hareketsiz durmak" anlamındaki "سكن sekene" sözcüğünün türevlerindendir. Lisanü’l-Arab adlı eserde "sekene" sözcüğünün esas anlamının "واضع eğilen/boynunu büken, tevazu gösteren" demek olduğu belirtilmektedir. [Lisan, c. 4, s. 630-635 Sekene maddesi)] Bu iki anlam bir arada düşünülürse, "miskîn"in gerek fakirlik yüzünden gerekse başka bir etken nedeniyle hareketsiz kalmış, serbest hareket imkanını kaybetmiş, boynu bükülmüş kimse" olduğu anlamına ulaşılır. Bu ikinci nedenle miskinleşmenin örneği Kehf suresi 79. ayette görülür. "Miskin" bazı hallerde fakirden üstün olabileceği gibi, bazen de fakirden daha yoksul olabilir. Bunun Kur'an'da birçok örneği mevcuttur.

Özetle bu ayetlerde değinilen hususlar, İslâm'ın sosyal adalet ilkesinin temelini oluşturmaktadır. Günümüzdeki ekonomik sistemlerin bu ilkelerle taban tabana zıt oluşu göz ardı edilmemeli ve İslâm'ın istediği sosyal adalet düzeni ile bu sistemler arasındaki uçurum topluma bir "tez-antitez", yani "Hakk ile batıl" sunumu ile anlatılmalıdır. Böylelikle insanların en güzel sistemi tercih etmelerine yardım edilmiş olunur.
21,22,23) Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Yer üst üste sarsıntılarla dümdüz edildiği zaman, Rabbinin hesaba çektiği, gönderdiği vahiyler tanık olarak saf saf dizildiği zaman, o gün cehennem de getirilmiştir; o insanın, o gün aklı başına gelecektir, artık aklının başına gelmesinin kendisine ne yararı var ki!
Tekvir suresinin ilk ayetlerindeki kıyamet sahneleri bu iki ayette de kısaca açıklanarak uyarılara devam edilmektedir.

22. ayetin orijinalindeki "Rabbin geldiği zaman" ifadesi müteşabih bir ifadedir. Bu nedenle tevili yapılır. Zira Yüce Allah'ın gelmesi, gitmesi, inmesi, çıkması söz konusu olamaz. "Rabbin geldiği" ifadesindeki tamlamaya bir anlam takdir edilerek açıklama yapılır. Rabbimizin fizikî olarak gelmesi ve bizim de O'nu görmemiz söz konusu olmadığına göre, takdir edilecek anlamlar şöyle olabilir: "Rabbinin hesaba çekmeye dair emri geldiği vakit", "Rabbinin önüne geçilemez gücü, haşmeti, kahrı geldiği zaman", "Rabbinin yüce ayetleri geldiği zaman" .

"Müteşabih" sözcüğü ile ilgili olarak ileride geniş bilgi ve örnekler verilecektir.

Meleklerin saf saf dizilmesi

Rabbimizin insanları sınaması, öğretmek için değil, dünya ve ahırete tanık oluşturmak içindir. Kimse hakkındaki karara itiraz edemesin. Tıpkı okullardaki öğretmenlerin öğrencilerini sınav yapma amacının, öğrencilerden öğrenmek olmayıp sınava giren öğrencilerin durumunun belirlenmesi, şahitlendirilmesi olduğu gibi.

Kıyamet gününde insanlar için, kendi nefsi, yakınları, toplumu, elçiler ve vahyler (Kur’an ve diğer peygamberlere indirilen kitaplar) tanıklık edecektir.

Bu konuyla ilgili şu ayetlere de bakılabilir.

Bakara/143, Hacc 78, Fecr/21-23,, Nisa/41, 159, Nahl /84, 89, Kaf/21, Mü’min /51, Hud/18, 19, Kasas/75, Fussılet /20-22, Nur/24, Ya Sin/65, Furkan/30, Maide/116-118.

Meleklerin (vahyin tanıklığını Nebe’ suresinde görmekteyiz.

* İndirilmiş âyetler ve vahiy, tanık olarak saf saf dikildikleri gün, Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. Ve o izin verilen, doğruyu söyler: "İşte bu, hak gündür. Artık dileyen Rabbine bir sığınak edinir. Şüphesiz Biz sizi yakın bir azap ile uyardık." O gün, kişi iki gücünün/mal ve çevresinin ne takdim ettiğine bakar/yaptıklarıyla yüz yüze gelir ve kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişi: "Ah ne olaydı, ben bir toprak olsaydım" der. [Nebe/38-40]

Bu paragrafta mahşer sahnesi canlandırılmaktadır. Benzer sahneler Tekvir suresinin 12-14. ayetlerinde de ortaya konmuştu.
24) Der ki: "Keşke ben bu âhiret hayatım için hazırlık yapmış olsaydım!"
Surenin bu kısmında zımnen şu uyarı yapılmaktadır:

"Malınıza, makamınıza gereğinden fazla değer veriyor, onları muhafaza etmek için âdeta kendinizden geçiyorsunuz. Değerlerinizi, dininizi, şahsiyetinizi, ilkelerinizi hiçe sayıyorsunuz. Peki, ama bakalım o gün ne yapacaksınız? Geleceğini sanmadığınız, ya da unuttuğunuz, unutmak istediğiniz, bilmezden geldiğiniz o gün gelince ne yapacaksınız? O gün ne çok sevdiğiniz, yığdığınız maldan, ne de yükseldiğiniz makamdan size fayda vardır. Ancak Rabbinizin haşmeti, azabı, meleklerin lâneti ve cehennem vardır. Geç kalmış bir anlamanın ardından daha da yakıcı bir pişmanlık vardır: ‘Keşke bu hayatım için önceden hazırlık yapsaydım!’ Ama çok geç."
25,26) Artık o gün Allah'ın ettiği azabı kimse edemez ve O'nun vurduğu bağı kimse vuramaz.
Bu ayetlerde Yüce Allah, suçluları lâyık oldukları azaba bağlayan, o azaptan kaçmalarını imkânsız kılan bağlar olduğunu bildirerek kıyametteki azabı vurgulamaktadır.
27,28,29,30) Ey zihnindeki tüm soru işaretlerini gidererek rahata kavuşmuş kişi! Dön Rabbine; Allah'ın ilkelerine uygun hareket et, sen Rabbinden O da senden hoşnut olarak! Hemen gir kullarımın içine! Ve gir cennetime!
Kur'an bu noktada "İltifat Sanatı" yaparak gaipten muhataba [üçüncü şahıstan ikinci şahısa] dönmekte ve o ana kadar inmiş olan [Alak ile Fecr sureleri arasındaki] vahiylerle mutmain olan kişiye seslenmektedir: "Ey mutmain olmuş kişi, artık sen Allah'tan, Allah da senden razı olarak ölebilirsin, Rabbine dönebilirsin."

Bir kimsenin mutmain olması, o kimsenin gerçeğe ulaşması, içinde en ufak bir şüphe kalmaması demektir. Bu noktaya ulaşmış kimseler, hiçbir şeyden korku ve üzüntü duymazlar. Tam olarak huzur ve güven içindedirler.

Bunu başarabilmek ise sadece Allah'ı anmak, akılda tutmak ve unutmamakla mümkündür (Ra'd 28). Zaten ilk vahiyden itibaren Fecr suresine kadar bütün vahiylerin özü de Allah'ı unutmama ilkesine dayanmaktadır.

Rabbimizin kastettiği kullar, Sad suresinin 83. ayetinde İblis'in aldatamayacağından bahsedilen "insanların içinden ihlâslarıyla seçilmiş has kullar"dır. "Rahman'ın kulları" ya da "Allah'ın seçilmiş kulları" olarak da adlandırılan bu kulların nitelikleri ve akıbetleri Furkan suresinin 63-74, Saffat suresinin 39-49. ayetlerinde açıklanmıştır.

Bu kullar aşağıdaki özelliklere sahiptirler:

- Yeryüzünde alçak gönüllülükle yürürler ve cahiller onlara hitap edince "Selâm" derler.

- Geceleri Rableri huzurunda secde ederek, ayakta durarak geçirirler.

- Ve şöyle yakarırlar: "Rabbimiz, cehennem azabını bizden sav. Doğrusu onun azabı ödenecek bir borçtur. Şüphesiz o, kötü bir durak yeri ve kötü bir dinlenme yeridir!"

- Onlar harcadıkları zaman ne savurganlığa saparlar ne de cimrilik ederler.

- Onlar Allah ile beraber başka bir ilâha yakarmazlar. Allah'ın saygıya lâyık kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler.

- Onlar yalana tanıklık etmezler. Boş lâkırdıya rastladıklarında soylu bir tavırla geçip giderler.

- Rablerinin ayetleri kendilerine hatırlatıldığında, körler ve sağırlar gibi davranmazlar.

- Onlar şöyle yakarırlar: "Rabbimiz, eşlerimizden ve çocuklarımızdan bize göz aydınlığı bağışla. Bizi takvaya sarılanlara önder kıl."

Bu kulların akıbetleri de şöyle olacaktır:

- İşte bunlar, sabretmiş olmalarına karşılık yüksek konaklarla ödüllendirilirler. Ve o konaklarda sağlık dileğiyle ve selâmla karşılanırlar.

Orada sürekli kalacaklardır. Ne güzel konak yeri ne güzel dinlenme yeri!

- Onlar için belirlenmiş bir rızk vardır.

- Çeşit çeşit meyveler vardır. İkramla karşılanan kişilerdir onlar.

- Nimetlerle dolu cennetlerdedirler.

- Karşılıklı koltuklar üzerindedirler.

- Kaynaktan doldurulmuş kadehler dolandırılır çevrelerinde.

- Bembeyaz, içenlere lezzet sunan kadehler.

- Sersemletme/baş ağrısı yok onda. Sarhoş da olmazlar ondan.

- Yanlarında, gözlerini onlara dikmiş, iri gözlüler vardır.

- Korunmuş yumurtalar gibidir onlar.

Allah’ın kendilerinden razı olduğu, kendileri de Allah’tan razı olan kimseler şu ayetlerde açıkça belirtilmişlerdir:

* Şüphesiz inanan ve sâlihâtı işleyen kimseler, yaratılanların en hayırlılarının ta kendileridir. Onların, Rableri katındaki ödülleri, içinde sürekli kalanlar olarak altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu mükâfat, Rabbine bilgiyle, sevgiyle, saygıyla ürperti duyan kimseler içindir. [Beyyine/7,8]

* Andolsun o ağacın altında sana bağlılık yemini ederlerken Allah, mü’minlerden razı olmuştur. İşte kalplerinde olanı bilmiş, onlara kalbi teskin eden, güven ve yatışma duygusu/moral indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ve alacakları birçok ganimetler ile ödüllendirmiştir. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Fetih/18,19]

* Allah, elçileri toplayacağı gün şöyle diyecek: "Size verilen cevap nedir?" Onlar: "Bizim hiçbir bilgimiz yoktur; şüphesiz ki Sen, görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği en iyi bilenin ta kendisisin" dediler. Hani Allah demişti ki: "Ey Meryem oğlu Îsâ! Senin üzerinde ve annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben, seni Allah'ın vahyi ile güçlendirmiştim. Yüksek mevkide olan biri olarak ve yetişkin biri olarak insanlara konuşuyordun. Hani sana Kitabı, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri, Tevrât'ı ve İncîl'i öğretmiştim. Hani Benim iznimle/bilgimle çamurdan; kilden (seramikten) kuş şekli gibi bir şey (Buhurdan) yapıyordun. Sonra da onun içine üflüyordun; aerosol oluşturuyordun, onlar da (hastalık yayan; aşılayan haşereler) Benim iznimle kuş oluveriyordu/çabucak gidiyorlardı. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle/bilgimle iyileştiriyordun. Yine Benim iznimle/bilgimle sosyal ölüleri çıkarıyordun/canlandırıyordun. Ve hani İsrâîloğulları'na apaçık kanıtlarla gelip de onlardan Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayanların: "Bu, ancak apaçık bir sihirdir" dedikleri zaman seni onlardan korumuştum. Ve hani havarilere: "Bana ve Elçime inanın" diye vahyetmiştim. Onlar, "İnandık!" ve "Bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuza tanık ol" demişlerdi. Hani havariler: "Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?" demişlerdi. Îsâ: "Eğer iman edenler iseniz Allah'ın koruması altına girin" demişti. Havâriler: "Biz istiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz iyice yatışsın, senin bize doğru söylediğini bilelim ve biz de buna tanıklardan olalım" dediler. Meryem oğlu Îsâ: "Allah'ım, Rabbmiz! Bizim üzerimize, bizim için, öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bir bayram ve Senden bir alâmet/gösterge olarak gökten bir sofra indir. Ve bizi rızıklandır. Ve Sen, rızık verenlerin en hayırlısısın!" dedi. Allah dedi ki: "Şüphesiz Ben, onun size indiricisiyim. Artık bundan sonra sizden kim inanmazsa, Ben onu âlemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azapla azaplandıracağım." Ve hani Allah demişti ki: "Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?" Îsâ: "Sen arınıksın, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen, bunu kesinlikle bilmiştin. Sen, benim içimde/özümde olanı bilirsin, ben ise Senin zatında olanı bilmem. Şüphesiz Sen; görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği en iyi bilenin ta kendisisin! Ben, onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben, içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen, beni vefat ettirdin; geçmişte yaptıklarımı ve yapmam gerekirken yapmadıklarımı bir bir hatırlattırdın/beni öldürdün, Sen, onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar, senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapanın ta kendisisin" dedi. Allah dedi ki: "Bu, doğru kimselere doğruluklarının yarar sağladığı gündür. Onlar için, içinde sonsuz kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler vardır." Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluştur. Göklerin, yeryüzünün ve bunların içinde bulunan şeyin sahipliği, yönetimi yalnızca Allah'ındır. Ve O, her şeye en iyi güç yetirendir. [Maide/109-120]

* Muhacir ve Ensar'dan ilk önce öne geçenler ve iyileştirme-güzelleştirme ile onları izleyen kimseler; Allah onlardan razı oldu, onlar da O'ndan razı oldular. Ve Allah onlara, içlerinde temelli kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, büyük bir kurtuluştur. [Tevbe/100]


Dikkat edilirse, surenin 15-26. ayetlerinde nankör insan ve onunla ilgili kıyamet sahnesi, 27-30. ayetlerinde ise teslim olan insan ve onun kıyamet sahnesi canlandırılmıştır.

Sure şafağa dikkat çekerek başlamış, son ayetlerle de şafağın sonundaki aydınlığın cennet olduğu vurgulanarak zımnen şöyle denilmiştir: "Ey dürüst, erdemli kulum! İman ve samimiyet ile Rabbine güzel şeyler takdim ederek kalp huzurunu bulmuş, huzura ermiş insan! Hak etmiş, mükâfatlandırılmış, razı olmuş ve olunmuş olarak kullarımın arasına ve cennetime gir!"

Fecr suresinin 27-30. ayetlerini Fussılet suresinin 30-32. ayetleri ile de ortaya koymak mümkündür:

* Şüphesiz, "Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra dosdoğru olanlar; onların üzerine, haberci âyetler sürekli iner; "Korkmayın, üzülmeyin. Size vaat edilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında ve âhirette sizin yol gösterenleriniz, yardımcılarınız, koruyanlarınızız. Cennette, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olan, engin merhamet sahibinden bir ikram olarak sizin için nefislerinizin arzuladığı her şey var. Orada istediğiniz şeyler de sizin içindir." [Fussılet/30-32]