1Kaf/100. Çok şerefli/şanı yüce Kur’ân kanıttır ki
KAF [100]: ق [kaf] harfinin tek başına iken herhangi bir anlamı yoktur. Hatırlanacak olursa bu uygulama ilk olarak Kalem sûresi'nde ortaya çıkmış ve o sûrenin ilk âyetinde de ن [nun] harfi tek başına yer almıştı.
"Huruf-ı mukattaa" [kesik harfler] denilen bu harflerin her biri hakkında geçmişte çok değişik yorumlar yapılmıştır. Bu görüşlerden bir kısmı Kalem sûresi'nin tahlilinin yapıldığı sayfalarda okuyucuya arz edilmişti. O açıklamalar doğrultusunda ifade etmek gerekirse, sûrenin başındaki ق[kaf] harfi, Ebced hesabına göre "100" sayısını ifade ediyor olabilir. (Ebced hesap tablosu ve açıklama Kalem sûresi'nde verilmiştir.)
Aklını kullanan Müslümanlar için bir uyarı olacağını düşünerek, konu hakkında mevcut eserlerde yer alan görüşlerden kaf harfi ile ilgili olan bazılarını aktarıyoruz:
"O, yeryüzünü kuşatan ve kendisinden dolayı da semânın yeşil göründüğü yeşil zümrütten bir dağdır. Semânın her iki yanı onun üzerindedir. Semâ ise onun üzerinde kubbe şeklinde örtülmüştür. İnsanların ele geçirdikleri zümrütler bu dağdan düşenlerdir." (İbn-i Zeyd, İkrime ve ed-Dehhak)
"O, Kaf dağıdır. Zülkarneyn Kaf dağını gördü. (Vehb)
"O, Allah'ın isimlerindendir." (İbn-i Abbâs)
"O, Kur’ân'ın isimlerindendir." (Katâde, İbn-i Abbâs)
"O, Allah'ın Kadîr, Kâhir, Karîb, Kabıd, Kahhâr isimlerinin baş harflerdir." (el-Kurazî)
"O, قف[kıf=dur] demektir. Yani, bizim verdiğimiz emir ve yasaklara uy, onları aşma anlamında bir emirdir." (Ebû Bekr el-Verrak)
"O, Peygamberin kuvvetidir." (İbn-i Atâ) [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]
Görüldüğü gibi mantıkî bir dayanağı bulunmayan ve sadece adı geçen zatların şahsî tercihlerini yansıtan bu görüşlerin herhangi bir ciddiyeti yoktur. Buna rağmen ciddiye alınarak birçok eserde yer verilen bu görüşler, maalesef toplumlar tarafından da ciddiye alınmaktadır.
"Mukattaat" denen bu harfler sadece birer harf midir yoksa rakam mıdır; ne anlama gelmekte veya neyi simgelemektedirler? Bununla ilgili gerçeklerin Peygamberimiz ve ilk Müslümanlar tarafından bilindiği kanısındayız. Ne var ki, bu konuyla ilgili bilinenlerin bize kadar ulaşamadığını düşünüyoruz. Kanaatimiz, bunun nedeninin muhtemelen hicrî I. yüzyıldan sonra ortaya çıkan ihmal olduğu yönündedir.
Çok şerefli/çok büyük Kur’ân kanıttır ki,
Bu âyette Kur’ân, Burûc/21'deki gibi Rabbimizin sıfatları arasında yer alan el-mecîd sıfatıyla nitelenmiştir. المجيد [mecîd] sözcüğü, "çok şerefli ve çok büyük" demek olup Burûc/15'de bizzat Rabbimizin sıfatı olarak da yer almıştır.
Mecîd sözcüğü bu âyette;
a) "Çok büyük" olarak kabul edilirse, âyetteki ifade de "çok büyük Kur’ân" olarak anlaşılır. Kur’ân'ın "çok büyük" olarak nitelenmesi, insanlığa olan faydasının çok muazzam olmasından dolayıdır. Ayrıca Kur’ân, azîm olan Allah'ın bir öğüdü olduğundan ve büyüğün öğüdü de büyük olacağından bu sıfatla nitelenmiştir. Kur’ân aynı zamanda büyüklük, ululuk delilidir de... Çünkü hiç kimse Kur’ân gibisini getirmeye muktedir olamamıştır, olamayacaktır da... Dolayısıyla, bâtılın ona önünden-arkasından yaklaşması söz konusu değildir. O değiştirilemez, buna güç yetirilemez.
b) "Çok şerefli" olarak kabul edilirse, âyetteki ifade de "çok şerefli Kur’ân" olarak anlaşılır. Zaten Kur’ân da, aradığını onda bulmak isteyen herkesin umduğu biçimde kerîmdir [şereflidir]. Çünkü Kur’ân kendisine yapışan hiç kimseyi başka şeylere muhtaç etmez. Kendisine başvuran herkesi aradığına kavuşturmak sûretiyle amacına ulaştırır. Bu nedenle Kur’ân, muhtaç olana umduğunu verme anlamında da iyiliğin, keremin [şerefin] ve cömertliğin zirvesidir.
Dikkat edilirse, 1. âyet bir kasem cümlesinin kasem bölümüdür. Ne var ki, görünürde kasem cümlesinin kaseme cevap bölümü, olması gereken yerde yoktur. Bu durum, kasem cümlesinin yarım bırakıldığı izlenimini vermektedir. Çünkü, çok şerefli Kur’ân kanıt gösterilerek güçlendirilmek istenen yargı, âyetin devamında mevcut bulunmamaktadır.
Dikkat çekicidir ki, gerek eskiler ve gerekse çağdaş Kur’ân uzmanları bu durumdan hiç rahatsız olmamışlar, bir edebiyat mucizesi olan Kur’ân'da böyle eksikliklerin, anlam bozukluklarının olamayacağına zihin yormadan, tıpkı bundan önceki kasem cümlelerinde de eleştirdiğimiz "geçiştiriverme" alışkanlıklarına bağlı kalarak burada da 1. âyetin sonuna noktayı koyuvermişler ya da kafalarından bir cevap uydurup geçmişlerdir. Öyle ki, çeşitli meal ve tefsirlerde kasem cümlesi, kasem vurgusu imiş gibi değerlendirilmiş, buna karşılık kasemin cevabının ne olduğu hakkında ikna edici bir açıklama yapılmayarak kasem cümlesinin ilk bölümü askıda bırakılmıştır.
Muhammed Esed gibi bazı çağdaş bilginler ise, çareyi kasem cümlesini bozmakta bulmuşlar, kasem cümlesine "inşa cümlesi" [dilek kipi] nitelikli olarak "...düşün!" şeklinde bir anlam yükleme cihetine gitmişlerdir. Bu anlayışta olanlar bize göre çok hatalı bir tutum sergileyerek âyetlere; Asr sûresi'nde, "Zamanın akıp gidişini düşün!"; Tîn sûresi'nde, "İnciri ve zeytini düşün!"; Duha sûresi'nde, "Aydınlık sabahı düşün!"; Fecr sûresi'nde, "Şafağı düşün!" şeklinde anlamlar vermişlerdir. Böylece Kur’ân'ın eksik ve yanlış anlaşılmasına yol açmışlardır.
Bazıları ise kaseme gizli bir cevap bulma yoluna gitmişler ve konumuz olan kasem için "...kasem olsun ki, sen uyarıcısın" veya "...kasem olsun ki, ölümden sonra dirilme ve dönüş mutlaka olacaktır" şeklinde cevaplar takdir etmişlerdir. Hatta takdir edilen bu tür cevapların bazı meal ve tefsirlerde âyetin orijinalinde varmış gibi gösterildiği bile olmuştur.
Doğrusu şu ki, edebiyatta cümlenin bir bölümünün söylenmemesi, gizli bırakılması şeklinde anlam zenginleştirmeye yönelik bir uygulama vardır ve Arapça'da bu uygulamaya "hazf sanatı" denmektedir. Ancak, bir örneğini Alak/11-12'de gördüğümüz, bir diğer örneğini de bu sûrenin 3. âyetinde göreceğimiz "hazf sanatı" kasem cümlelerinde uygulanmaz. Çünkü diğer cümle türlerinde anlama zenginlik katan bu sanat, kasem cümlesinde konunun eksenini kaybettirir. Hele de kasem cümlesinin birinci bölümünün söylenip ikinci bölümünün zikredilmemesi, kelâmı kelâmlıktan çıkarır. Burada takdir edilen cevaplar sûrenin başlangıç bölümünü kısmen anlamlı hâle getirse de, kasemin cevabının bulunduğu pasajda ortaya çıkmış olan anlam kargaşasına bir çare olamazlar. Bu sebeplerden dolayı burada hazf sanatı uygulandığı görüşüne katılmıyoruz.
Bu konuyla ilgili gerçekçi bir çözüm üretebilmek, bilgi, samimiyet ve cesaretten oluşan üç yönlü bir donanımı gerektirmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi, sûrelerin oluşumu Allah ve Peygamberimiz tarafından yapılmamış, Kur’ân sahabe tarafından toplanıp kitaplaştırılmıştır. Dolayısıyla konumuz âyette olduğu gibi, bize göre sûrenin düzenlenmesinden kaynaklanan bu tip hataların, bu incelikleri düşünecek kadar müsait ortama sahip olmayan sahabeden kaynaklanması mümkündür. İşte, sözü edilen samimiyet ve cesaret bu noktada lâzımdır ve tesbit edilen gerçekler açıklanmalıdır. Bunların geçmişte dile getirilmemiş olması, susmayı gerektirmemektedir.
Bu durumda yapılacak şey, aynen Burûc sûresi'nde yaptığımız gibi, Kaf/45'in içinde kaseme cevap formatında olan bir âyetin var olup olmadığını araştırmaktır. Yapılacak tetkik sonunda 4, 18, 22 ve 37. âyetlerin kaseme cevap formatında oldukları görülecektir. Çözüme giden yol, bu dört âyetin 1. âyetteki kasemin cevabı olup olamayacakları yönünden dikkatle incelenmesinden geçmektedir. Bu inceleme yapıldığında ortaya şu sonuçlar çıkmaktadır:
4Biz, yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda da çok iyi kaydedip koruyan bir kitap vardır.
Olumlu fiil cümlesi olan bu âyette normal şartlarda ل [le] ve قد [kad] edatlarının bulunması gerekirken, ل [le] edatı mevcut değildir. Ancak, kadim Arapça'da birçok örneği olduğu ve Kur’ân'da da birçok uygulaması görüldüğü gibi, bazı durumlarda le edatının kaldırılması söz konusu olabilmektedir. Diğer taraftan bu âyet kendi paragrafındaki anlam bütünlüğünün bir parçasını teşkil etmektedir. Dolayısıyla, bu âyetin bulunduğu paragraftan alınıp başka bir yere bağlanması durumunda hem âyetin kendi anlamı, hem de bulunduğu paragrafın anlamı bozulmaktadır. Sonuç olarak bu âyetin kasemin cevabı olarak değerlendirilmesi uygun değildir.
18.insan hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın.
Orijinali olumsuz bir fiil cümlesi olan bu âyet, dilbilgisi kurallarına göre kasem cümlesinin cevap kısmını oluşturabilir. Ne var ki, bu âyet de 4. âyet gibi kendi paragrafına aittir. Oradan alınıp başka bir yere bağlanması durumunda hem kendi anlamı, hem de bulunduğu paragrafın anlamı bozulmaktadır. Bu nedenle, ilk örnekteki gibi, bu âyetin de kasemin cevabı olarak değerlendirilmesi uygun düşmemektedir.
22kesinlikle sen bundan duyarsızlık, bilgisizlik içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün keskindir; Kur’an sayesinde kurmay birisi oldun.
Bu âyet de dilbilgisi kurallarına göre kaseme cevap olabilecek tüm koşulları taşımaktadır. Ancak diğerlerinden farklı olarak anlam itibariyle bulunduğu pasaj ile bir uyum göstermemekte, sanki orada gereksiz gibi durmaktadır.
37Şüphesiz ki bunda aklı, anlayışı, vicdanı olan veya kendisi tanık olarak kulak veren kimse için elbette öğüt vardır.
Dilbilgisi kurallarına göre kaseme cevap olabilecek bir cümle olmasına karşılık bu âyet de bulunduğu pasajın anlam bütünlüğü ile uyum içindedir ve bu âyetin de başka bir yere bağlanması pek uygun görünmemektedir.
Yukarıdaki saptamalar sonucunda kasemin cevabının 22. âyet olduğu anlaşılmaktadır. Bu demektir ki, ilk mushafı hazırlayan sahabe, 1. âyetteki kasemin cevabı olan cümleyi 22. sıraya yerleştirmiştir. Buna benzer bir başka tesbitimizi de inşallah Sâd sûresi'nin incelemesinde sunacağız.
Bu durumda sûrenin 1. ve 22. âyetlerinden oluşan kasem cümlesi şu şekilde olmaktadır:
1Kaf/100. Çok şerefli/şanı yüce Kur’ân kanıttır ki 22kesinlikle sen bundan duyarsızlık, bilgisizlik içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün keskindir; Kur’an sayesinde kurmay birisi oldun.
Bu hüküm tarihî gerçeklerle de örtüşmektedir. Çünkü Peygamberimiz, peygamber seçilmeden evvel Kur’ân'dan habersiz ve tüm vahiyler hakkında da gâfildi [duyarsızdı, ilgisizdi]. Yani, vahiy ve vahyin içeriği konusunda bilgi sahibi değildi, bu konularda kitap okumamış ve yazmamıştı [kendisine peygamberlik verileceğini bilmiyor ve ummuyordu].
Gerçekten de Kur’an kanıttır ki, Muhammed bu işin ehli bir kişi değildi. Onu yakından tanıyanlar, onun böyle bir kitap ortaya koyacak bilgisi, birikimi olmadığını biliyorlardı.
Kasem cümlesinde de belirtildiği gibi, bu hususların doğruluğuna şerefli Kur’ân âyetleri de şâhittir, kanıttır:
67De ki: "O; Kur’an, çok büyük, önemli bir haberdir. 68Siz ondan yüz çeviriyorsunuz. 69Onlar birbirleriyle tartışırken, benim "en üstün şeylerin doldurulduğu; Kur’ân'a dair bir bilgim yok idi. 70Ancak ben, evet ben apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor." [Sâd/67-70]
52,53İşte böylece Biz, sana da Kendi emrimizden/Kendi işimizden olan ruhu/Kur’ân'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nûr/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar Kendisi için olan Allah'ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın, bütün işler yalnız Allah'a döner. [Şûrâ/52]
3Sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle Biz, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Hâlbuki sen, bundan önce, kesinlikle bu konu hakkında duyarsız/bilgisizlerdendin. [Yûsuf/3]
48Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun; sen Kur’ân'ı kendiliğinden yazmıyorsun. Eğer böyle olsaydı, bâtıla inananlar kesinlikle kuşku duyacaklardı. [Ankebût/48]
86Ve sen Kitab'ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir rahmet olarak verildi. Öyleyse sakın kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere arka çıkma/yardımcı olma. [Kasas/86]
22. âyet bulunduğu pasajdan alınıp 2. sıraya konulmasından sonra ise 22. âyetin yer aldığı pasaj şu duruma gelmektedir:
20Ve Sûr da üflenmiştir. –"İşte bu, korkutulan gündür."– 21Ve herkes, kendisiyle beraber bir sürücü ve bir şâhit bulunarak geldi.
23Ve onun yaşıtı olan arkadaşı/İblis dedi ki: "İşte yanımdaki hazır."
–"24,25Haydi, İblis ve tanık; ikiniz, tüm inatçı, kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden, hayrı alabildiğine engelleyen, kendine haksızlık eden ve şüpheci olan o kişileri atın cehenneme! 26O ki Allah ile birlikte başka bir ilâh edinmişti. Haydi, ikiniz birlikte, onu şiddetli azaba atın!"–
27Onun yaşıtı olan arkadaşı/İblis dedi ki: "Rabbimiz! Ben onu azdırmadım. Fakat kendisi uzak bir sapıklık içindeydi."
28Allah dedi ki: "Benim huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce tehdit göndermiştim. 29Benim huzurumda Söz değiştirilmez. Ve Ben kullara asla yanlış iş yapan; yaptıkları iyi amelleri noksanlaştıran, haksızlık eden biri değilim."
Gerek 1. âyetteki kasem cümlesi, gerekse 22. âyetin içinde bulunduğu pasaj, yukarıdaki tertiple okunduğunda, Rabbimizin mesajı gâyet iyi anlaşılmakta, aksi takdirde ise her iki pasaj da anlaşılamamaktadır.
22. âyetin 1. âyetten sonraki sıraya yerleştirilmesi sonucunda dikkatlerin Kur’ân'a çekildiği görülmekte ve yapılmış olan açıklamadan anlaşılmaktadır ki, Kur’ân'ın mucizeliğinin Peygamberimiz ile bir ilgisi yoktur.
Gerçekler böyle iken kâfirlerin buna verdikleri tepki ise şu şekildedir:
KAF [100]: ق [kaf] harfinin tek başına iken herhangi bir anlamı yoktur. Hatırlanacak olursa bu uygulama ilk olarak Kalem sûresi'nde ortaya çıkmış ve o sûrenin ilk âyetinde de ن [nun] harfi tek başına yer almıştı.
"Huruf-ı mukattaa" [kesik harfler] denilen bu harflerin her biri hakkında geçmişte çok değişik yorumlar yapılmıştır. Bu görüşlerden bir kısmı Kalem sûresi'nin tahlilinin yapıldığı sayfalarda okuyucuya arz edilmişti. O açıklamalar doğrultusunda ifade etmek gerekirse, sûrenin başındaki ق[kaf] harfi, Ebced hesabına göre "100" sayısını ifade ediyor olabilir. (Ebced hesap tablosu ve açıklama Kalem sûresi'nde verilmiştir.)
Aklını kullanan Müslümanlar için bir uyarı olacağını düşünerek, konu hakkında mevcut eserlerde yer alan görüşlerden kaf harfi ile ilgili olan bazılarını aktarıyoruz:
"O, yeryüzünü kuşatan ve kendisinden dolayı da semânın yeşil göründüğü yeşil zümrütten bir dağdır. Semânın her iki yanı onun üzerindedir. Semâ ise onun üzerinde kubbe şeklinde örtülmüştür. İnsanların ele geçirdikleri zümrütler bu dağdan düşenlerdir." (İbn-i Zeyd, İkrime ve ed-Dehhak)
"O, Kaf dağıdır. Zülkarneyn Kaf dağını gördü. (Vehb)
"O, Allah'ın isimlerindendir." (İbn-i Abbâs)
"O, Kur’ân'ın isimlerindendir." (Katâde, İbn-i Abbâs)
"O, Allah'ın Kadîr, Kâhir, Karîb, Kabıd, Kahhâr isimlerinin baş harflerdir." (el-Kurazî)
"O, قف[kıf=dur] demektir. Yani, bizim verdiğimiz emir ve yasaklara uy, onları aşma anlamında bir emirdir." (Ebû Bekr el-Verrak)
"O, Peygamberin kuvvetidir." (İbn-i Atâ) [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]
Görüldüğü gibi mantıkî bir dayanağı bulunmayan ve sadece adı geçen zatların şahsî tercihlerini yansıtan bu görüşlerin herhangi bir ciddiyeti yoktur. Buna rağmen ciddiye alınarak birçok eserde yer verilen bu görüşler, maalesef toplumlar tarafından da ciddiye alınmaktadır.
"Mukattaat" denen bu harfler sadece birer harf midir yoksa rakam mıdır; ne anlama gelmekte veya neyi simgelemektedirler? Bununla ilgili gerçeklerin Peygamberimiz ve ilk Müslümanlar tarafından bilindiği kanısındayız. Ne var ki, bu konuyla ilgili bilinenlerin bize kadar ulaşamadığını düşünüyoruz. Kanaatimiz, bunun nedeninin muhtemelen hicrî I. yüzyıldan sonra ortaya çıkan ihmal olduğu yönündedir.
Çok şerefli/çok büyük Kur’ân kanıttır ki,
Bu âyette Kur’ân, Burûc/21'deki gibi Rabbimizin sıfatları arasında yer alan el-mecîd sıfatıyla nitelenmiştir. المجيد [mecîd] sözcüğü, "çok şerefli ve çok büyük" demek olup Burûc/15'de bizzat Rabbimizin sıfatı olarak da yer almıştır.
Mecîd sözcüğü bu âyette;
a) "Çok büyük" olarak kabul edilirse, âyetteki ifade de "çok büyük Kur’ân" olarak anlaşılır. Kur’ân'ın "çok büyük" olarak nitelenmesi, insanlığa olan faydasının çok muazzam olmasından dolayıdır. Ayrıca Kur’ân, azîm olan Allah'ın bir öğüdü olduğundan ve büyüğün öğüdü de büyük olacağından bu sıfatla nitelenmiştir. Kur’ân aynı zamanda büyüklük, ululuk delilidir de... Çünkü hiç kimse Kur’ân gibisini getirmeye muktedir olamamıştır, olamayacaktır da... Dolayısıyla, bâtılın ona önünden-arkasından yaklaşması söz konusu değildir. O değiştirilemez, buna güç yetirilemez.
b) "Çok şerefli" olarak kabul edilirse, âyetteki ifade de "çok şerefli Kur’ân" olarak anlaşılır. Zaten Kur’ân da, aradığını onda bulmak isteyen herkesin umduğu biçimde kerîmdir [şereflidir]. Çünkü Kur’ân kendisine yapışan hiç kimseyi başka şeylere muhtaç etmez. Kendisine başvuran herkesi aradığına kavuşturmak sûretiyle amacına ulaştırır. Bu nedenle Kur’ân, muhtaç olana umduğunu verme anlamında da iyiliğin, keremin [şerefin] ve cömertliğin zirvesidir.
Dikkat edilirse, 1. âyet bir kasem cümlesinin kasem bölümüdür. Ne var ki, görünürde kasem cümlesinin kaseme cevap bölümü, olması gereken yerde yoktur. Bu durum, kasem cümlesinin yarım bırakıldığı izlenimini vermektedir. Çünkü, çok şerefli Kur’ân kanıt gösterilerek güçlendirilmek istenen yargı, âyetin devamında mevcut bulunmamaktadır.
Dikkat çekicidir ki, gerek eskiler ve gerekse çağdaş Kur’ân uzmanları bu durumdan hiç rahatsız olmamışlar, bir edebiyat mucizesi olan Kur’ân'da böyle eksikliklerin, anlam bozukluklarının olamayacağına zihin yormadan, tıpkı bundan önceki kasem cümlelerinde de eleştirdiğimiz "geçiştiriverme" alışkanlıklarına bağlı kalarak burada da 1. âyetin sonuna noktayı koyuvermişler ya da kafalarından bir cevap uydurup geçmişlerdir. Öyle ki, çeşitli meal ve tefsirlerde kasem cümlesi, kasem vurgusu imiş gibi değerlendirilmiş, buna karşılık kasemin cevabının ne olduğu hakkında ikna edici bir açıklama yapılmayarak kasem cümlesinin ilk bölümü askıda bırakılmıştır.
Muhammed Esed gibi bazı çağdaş bilginler ise, çareyi kasem cümlesini bozmakta bulmuşlar, kasem cümlesine "inşa cümlesi" [dilek kipi] nitelikli olarak "...düşün!" şeklinde bir anlam yükleme cihetine gitmişlerdir. Bu anlayışta olanlar bize göre çok hatalı bir tutum sergileyerek âyetlere; Asr sûresi'nde, "Zamanın akıp gidişini düşün!"; Tîn sûresi'nde, "İnciri ve zeytini düşün!"; Duha sûresi'nde, "Aydınlık sabahı düşün!"; Fecr sûresi'nde, "Şafağı düşün!" şeklinde anlamlar vermişlerdir. Böylece Kur’ân'ın eksik ve yanlış anlaşılmasına yol açmışlardır.
Bazıları ise kaseme gizli bir cevap bulma yoluna gitmişler ve konumuz olan kasem için "...kasem olsun ki, sen uyarıcısın" veya "...kasem olsun ki, ölümden sonra dirilme ve dönüş mutlaka olacaktır" şeklinde cevaplar takdir etmişlerdir. Hatta takdir edilen bu tür cevapların bazı meal ve tefsirlerde âyetin orijinalinde varmış gibi gösterildiği bile olmuştur.
Doğrusu şu ki, edebiyatta cümlenin bir bölümünün söylenmemesi, gizli bırakılması şeklinde anlam zenginleştirmeye yönelik bir uygulama vardır ve Arapça'da bu uygulamaya "hazf sanatı" denmektedir. Ancak, bir örneğini Alak/11-12'de gördüğümüz, bir diğer örneğini de bu sûrenin 3. âyetinde göreceğimiz "hazf sanatı" kasem cümlelerinde uygulanmaz. Çünkü diğer cümle türlerinde anlama zenginlik katan bu sanat, kasem cümlesinde konunun eksenini kaybettirir. Hele de kasem cümlesinin birinci bölümünün söylenip ikinci bölümünün zikredilmemesi, kelâmı kelâmlıktan çıkarır. Burada takdir edilen cevaplar sûrenin başlangıç bölümünü kısmen anlamlı hâle getirse de, kasemin cevabının bulunduğu pasajda ortaya çıkmış olan anlam kargaşasına bir çare olamazlar. Bu sebeplerden dolayı burada hazf sanatı uygulandığı görüşüne katılmıyoruz.
Bu konuyla ilgili gerçekçi bir çözüm üretebilmek, bilgi, samimiyet ve cesaretten oluşan üç yönlü bir donanımı gerektirmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi, sûrelerin oluşumu Allah ve Peygamberimiz tarafından yapılmamış, Kur’ân sahabe tarafından toplanıp kitaplaştırılmıştır. Dolayısıyla konumuz âyette olduğu gibi, bize göre sûrenin düzenlenmesinden kaynaklanan bu tip hataların, bu incelikleri düşünecek kadar müsait ortama sahip olmayan sahabeden kaynaklanması mümkündür. İşte, sözü edilen samimiyet ve cesaret bu noktada lâzımdır ve tesbit edilen gerçekler açıklanmalıdır. Bunların geçmişte dile getirilmemiş olması, susmayı gerektirmemektedir.
Bu durumda yapılacak şey, aynen Burûc sûresi'nde yaptığımız gibi, Kaf/45'in içinde kaseme cevap formatında olan bir âyetin var olup olmadığını araştırmaktır. Yapılacak tetkik sonunda 4, 18, 22 ve 37. âyetlerin kaseme cevap formatında oldukları görülecektir. Çözüme giden yol, bu dört âyetin 1. âyetteki kasemin cevabı olup olamayacakları yönünden dikkatle incelenmesinden geçmektedir. Bu inceleme yapıldığında ortaya şu sonuçlar çıkmaktadır:
4Biz, yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda da çok iyi kaydedip koruyan bir kitap vardır.
Olumlu fiil cümlesi olan bu âyette normal şartlarda ل [le] ve قد [kad] edatlarının bulunması gerekirken, ل [le] edatı mevcut değildir. Ancak, kadim Arapça'da birçok örneği olduğu ve Kur’ân'da da birçok uygulaması görüldüğü gibi, bazı durumlarda le edatının kaldırılması söz konusu olabilmektedir. Diğer taraftan bu âyet kendi paragrafındaki anlam bütünlüğünün bir parçasını teşkil etmektedir. Dolayısıyla, bu âyetin bulunduğu paragraftan alınıp başka bir yere bağlanması durumunda hem âyetin kendi anlamı, hem de bulunduğu paragrafın anlamı bozulmaktadır. Sonuç olarak bu âyetin kasemin cevabı olarak değerlendirilmesi uygun değildir.
18.insan hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın.
Orijinali olumsuz bir fiil cümlesi olan bu âyet, dilbilgisi kurallarına göre kasem cümlesinin cevap kısmını oluşturabilir. Ne var ki, bu âyet de 4. âyet gibi kendi paragrafına aittir. Oradan alınıp başka bir yere bağlanması durumunda hem kendi anlamı, hem de bulunduğu paragrafın anlamı bozulmaktadır. Bu nedenle, ilk örnekteki gibi, bu âyetin de kasemin cevabı olarak değerlendirilmesi uygun düşmemektedir.
22kesinlikle sen bundan duyarsızlık, bilgisizlik içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün keskindir; Kur’an sayesinde kurmay birisi oldun.
Bu âyet de dilbilgisi kurallarına göre kaseme cevap olabilecek tüm koşulları taşımaktadır. Ancak diğerlerinden farklı olarak anlam itibariyle bulunduğu pasaj ile bir uyum göstermemekte, sanki orada gereksiz gibi durmaktadır.
37Şüphesiz ki bunda aklı, anlayışı, vicdanı olan veya kendisi tanık olarak kulak veren kimse için elbette öğüt vardır.
Dilbilgisi kurallarına göre kaseme cevap olabilecek bir cümle olmasına karşılık bu âyet de bulunduğu pasajın anlam bütünlüğü ile uyum içindedir ve bu âyetin de başka bir yere bağlanması pek uygun görünmemektedir.
Yukarıdaki saptamalar sonucunda kasemin cevabının 22. âyet olduğu anlaşılmaktadır. Bu demektir ki, ilk mushafı hazırlayan sahabe, 1. âyetteki kasemin cevabı olan cümleyi 22. sıraya yerleştirmiştir. Buna benzer bir başka tesbitimizi de inşallah Sâd sûresi'nin incelemesinde sunacağız.
Bu durumda sûrenin 1. ve 22. âyetlerinden oluşan kasem cümlesi şu şekilde olmaktadır:
1Kaf/100. Çok şerefli/şanı yüce Kur’ân kanıttır ki 22kesinlikle sen bundan duyarsızlık, bilgisizlik içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün keskindir; Kur’an sayesinde kurmay birisi oldun.
Bu hüküm tarihî gerçeklerle de örtüşmektedir. Çünkü Peygamberimiz, peygamber seçilmeden evvel Kur’ân'dan habersiz ve tüm vahiyler hakkında da gâfildi [duyarsızdı, ilgisizdi]. Yani, vahiy ve vahyin içeriği konusunda bilgi sahibi değildi, bu konularda kitap okumamış ve yazmamıştı [kendisine peygamberlik verileceğini bilmiyor ve ummuyordu].
Gerçekten de Kur’an kanıttır ki, Muhammed bu işin ehli bir kişi değildi. Onu yakından tanıyanlar, onun böyle bir kitap ortaya koyacak bilgisi, birikimi olmadığını biliyorlardı.
Kasem cümlesinde de belirtildiği gibi, bu hususların doğruluğuna şerefli Kur’ân âyetleri de şâhittir, kanıttır:
67De ki: "O; Kur’an, çok büyük, önemli bir haberdir. 68Siz ondan yüz çeviriyorsunuz. 69Onlar birbirleriyle tartışırken, benim "en üstün şeylerin doldurulduğu; Kur’ân'a dair bir bilgim yok idi. 70Ancak ben, evet ben apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor." [Sâd/67-70]
52,53İşte böylece Biz, sana da Kendi emrimizden/Kendi işimizden olan ruhu/Kur’ân'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nûr/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar Kendisi için olan Allah'ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın, bütün işler yalnız Allah'a döner. [Şûrâ/52]
3Sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle Biz, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Hâlbuki sen, bundan önce, kesinlikle bu konu hakkında duyarsız/bilgisizlerdendin. [Yûsuf/3]
48Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun; sen Kur’ân'ı kendiliğinden yazmıyorsun. Eğer böyle olsaydı, bâtıla inananlar kesinlikle kuşku duyacaklardı. [Ankebût/48]
86Ve sen Kitab'ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir rahmet olarak verildi. Öyleyse sakın kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere arka çıkma/yardımcı olma. [Kasas/86]
22. âyet bulunduğu pasajdan alınıp 2. sıraya konulmasından sonra ise 22. âyetin yer aldığı pasaj şu duruma gelmektedir:
20Ve Sûr da üflenmiştir. –"İşte bu, korkutulan gündür."– 21Ve herkes, kendisiyle beraber bir sürücü ve bir şâhit bulunarak geldi.
23Ve onun yaşıtı olan arkadaşı/İblis dedi ki: "İşte yanımdaki hazır."
–"24,25Haydi, İblis ve tanık; ikiniz, tüm inatçı, kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden, hayrı alabildiğine engelleyen, kendine haksızlık eden ve şüpheci olan o kişileri atın cehenneme! 26O ki Allah ile birlikte başka bir ilâh edinmişti. Haydi, ikiniz birlikte, onu şiddetli azaba atın!"–
27Onun yaşıtı olan arkadaşı/İblis dedi ki: "Rabbimiz! Ben onu azdırmadım. Fakat kendisi uzak bir sapıklık içindeydi."
28Allah dedi ki: "Benim huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce tehdit göndermiştim. 29Benim huzurumda Söz değiştirilmez. Ve Ben kullara asla yanlış iş yapan; yaptıkları iyi amelleri noksanlaştıran, haksızlık eden biri değilim."
Gerek 1. âyetteki kasem cümlesi, gerekse 22. âyetin içinde bulunduğu pasaj, yukarıdaki tertiple okunduğunda, Rabbimizin mesajı gâyet iyi anlaşılmakta, aksi takdirde ise her iki pasaj da anlaşılamamaktadır.
22. âyetin 1. âyetten sonraki sıraya yerleştirilmesi sonucunda dikkatlerin Kur’ân'a çekildiği görülmekte ve yapılmış olan açıklamadan anlaşılmaktadır ki, Kur’ân'ın mucizeliğinin Peygamberimiz ile bir ilgisi yoktur.
Gerçekler böyle iken kâfirlerin buna verdikleri tepki ise şu şekildedir: