Kalem

1,2,3,4) Nûn/50.[#8] Kalem'i ve onların satır satır yazıp söylediklerini/efsaneleştirdiklerini kanıt gösteriyorum[#9] ki sen Rabbinin nimeti sayesinde, mecnun [gizli güçlerce desteklenen/deli bir kişi] değilsin. Ve kesinlikle senin için minnete bulaşmamış çok mal var. Ve kesinlikle sen, çok büyük bir ahlâk üzerindesin.[#10]
1Nûn/50. Kalem'i ve onların satır satır yazıp söylediklerini/efsaneleştirdiklerini kanıt gösteriyorum ki;

"ن Nun" harfi, "Huruf-u Mukattaa" denilen harflerden biridir ve iniş sırasına göre Kur'an'ın ilk mukatta harfidir. Çeşitli kimselerce bu harfin de diğerleri gibi müteşabih kapsamı içerisinde olduğu, bir şifre olduğu, bir sözcüğün kısaltılmış şekli olduğu, bazı sözcüklerin ilk harfi veya son harfi olduğu, divit olduğu, hokka olduğu, büyük balık olduğu, dünyayı boynuzunda taşıyan öküzün ayaklarını üzerine bastığı balık olduğu gibi görüşler ileri sürülmüştür.

Bize göre "Nun" harfi de " ألاElâ!" sözcüğü gibi bir uyarı işaretidir ve telefon konuşmalarındaki "Alo!" ünlemi gibi dikkati okunacak ayetlere çekmektedir.

"Nun" harfinin "50" sayısını ifade ettiğini söylemek de mümkündür. Çünkü Kur’an indiği dönemde "50" sayısı bu harfle ifade edilmekteydi.

Yeri gelmişken "Ebced Hesabı" hakkında kısaca bilgi vermek yararlı olur. Asıl gelişmesini Hindistan'da tamamladığı anlaşılan Hint-Arap rakamları, İslâm âlemine bilim adamı ve ünlü matematikçi Harizmi (M. 780-850) tarafından tanıtılmıştır. Dolayısıyla Kur'an'ın indiği dönemde Araplar sayıları rakamlarla değil, harflerle ifade etmekteydiler "ابجد Ebced Hesabı (E B C D)" denilen bu uygulamaya göre Arap alfabesindeki harflerin temsil ettiği sayılar aşağıdaki gibiydi:

Elif ا)): 1ye ى)): 10kaf ق)): 100

be ب)): 2kefك)): 20rı ر)): 200

cim ج) ): 3lam ل)) :30şın ش)): 300

dal د)): 4mim م) ): 40te ت)): 400

he ه)): 5nun ن) ) : 50seث)): 500

vav و)): 6sinس)): 60hı خ)): 600

ze ز)): 7ayn ع)): 70zel ذ)): 700

ha ح)): 8fe ف)): 80dad ض)): 800

tı ط)): 9sad (ص): 90zıظ)): 900

ğayn غ)): 1000

Bu konuda henüz doyurucu bir çalışma yapılmamış olup mevcut eserlerde de eskilerin aktarımlarından başka bir bilgi bulunmamaktadır. Bu meselenin tam aydınlığa kavuşması da, diğer birçok mesele gibi yine dürüst, samimî ve gönüllü Kur'an erlerini beklemektedir.

"Kalem'i ..."

Ayette kendisine kasem edilen yani Muhammed (as)’in peygamber seçilişine kanıt gösterilen kalem, rivayetlerde tutarsız olarak yer alan "Arş’taki kalem, Levh-i Mahfuz’daki kalem veya kudret kalemi" değil, Alak suresinde geçen "علّم بالقلم Alleme bi’l-kalem [kalemle öğreten]" ifadesindeki kalemdir. Kasem edilen/dikkat çekilen/kanıt gösterilen nesne veya olay, muhatap tarafından iyi bilinen bir nesne veya olay olmalıdır. Meçhul bir nesne veya olaya dikkat çekilmez. Burada "kalem" ile dikkat çekilen Alak suresidir. Mecaz-ı mürsel [parçası söylenip bütünü kastedilerek yapılan edebi sanat] ile Alak suresine ve ilk vahiylere dikkat çekilmektedir. Bir bakıma, peygamberlik eğitimine kalındığı yerden devam edilmekte, "İlk derste sana vahyettiklerimizi bir hatırla, düşün!" anlamına gelecek bir mesaj verilmektedir.

"...ve onların satır satır yazıp söylediklerini/efsaneleştirdiklerini kanıt gösteriyorum ki;

Bir çok alim ayeti rivayet dumanı altında anlamaya çalışarak "Ve ma yesturûn" bölümünü meal ve tefsirlerinde "kalemin yazdıklarına", "kalemle yazılanlara", "kalem ehlinin yazdıklarına", "Levh-i Mahfuzdaki kalemin yazdıklarına" şeklinde anlamlandırmış ve izah etmişlerdir. Oysa bu anlam isabetli değildir.

Ayetteki "سطر satr" sözcüğü "yazılı satırlar" anlamına geldiği gibi, "şiir satırları, söylenenler, oluşmuş kanaatler ve efsaneler" anlamlarına da gelmektedir. Nitekim aynı fiilin türevlerinden biri olan "esatîr" sözcüğü Kur'an'da onlarca kez yer almaktadır.

Ayetlerin konu akışı dikkate alınırsa, kasem edilen hususların takip eden üç ayete kanıt teşkil ettiği görülür. Bu durum göz önüne alınarak ayete "onların efsaneleştirdiklerini kanıt gösteririm ki" şeklinde anlam verilmesi uygun olur.

Alak suresinde, peygamberimizin zihninde oluşan bazı soruların "كلاّ Hayır, Hayır!" şeklindeki kesin ifadeyle reddedildiğini görmüştük. Bu soruların bir tanesi de "Neden ben peygamber seçildim?" sorusuydu. Bu sorunun neden reddedildiğinin açıklaması Kalem suresindeki bu ayetlerde yapılmaktadır: "Sen, henüz hayatta olmana rağmen onlar [Mekkeliler] tarafından efsaneleştirilecek kadar üstün olan özelliklerin sebebiyle peygamber seçildin."

2Sen Rabbinin nimeti sayesinde, mecnun [gizli güçlerce desteklenen/deli bir kişi] değilsin.

Ayette sözü edilen nimet, Rabbimizin Abdullah oğlu Muhammed’e peygamber olmadan önce verdiği akıl, zekâ, cesaret, güzel ahlâk gibi özellikler ile onu hanif ve müşrik olmayan İbrahim'in dinine tâbi kılışıdır. Daha önce Enbiya suresinin 51. ayetini bu konuda delil olarak göstermiştik.

Bu nimetlerden anlıyoruz ki, tıpkı Musa peygamber gibi Abdullah oğlu Muhammed de peygamberlik için hazırlanmıştır. Kur’an bize Musa'nın doğumundan itibaren yaşadığı olayları ve geçirdiği eğitim sürecini ayrıntılarıyla anlatmaktadır. Ama peygamberimiz hakkında onun kadar detaylı bilgiye sahip değiliz.

51. ayette de göreceğimiz gibi, peygamberimizin bazı müşriklerce "مجنون mecnun" [delirmiş], "مفتون meftun" [fitneye uğramış] gibi densizce yakıştırmalarla itham edilmesi ancak peygamberliğini ilân etmesinden sonra olmuştur.

3Ve kesinlikle senin için minnete bulaşmamış çok mal var.

Bu ayet, surenin doğru anlaşılması bakımından kilit bir ayettir. Bu nedenle ayetin doğru anlaşılması öncelikle gereklidir.

Ayetin orijinal metninde geçen "اجرا ecran" sözcüğü Türkçe'de de kullandığımız "ücret" sözcüğünün anlamdaşıdır. "اجر ecr" ile " اجرة ücret" sözcüklerinin anlam bakımından birbirlerinden farkı olmayıp ikisi de hizmet karşılığı verilen para ve mal anlamına gelmektedir. Terimler üzerinde büyük bir otorite olan Ragıb el-İsfehanî'ye göre bu bedel maddî olabileceği gibi, manevî de olabilir. "اجرا Ecran" sözcüğünün ayette nekre/belirsiz nesne olarak yer almasından mal varlığının çokluğu da anlaşılabilir.

Yine ayetin orijinalinde geçen "ممنون memnun" sözcüğü, "kesilmiş" anlamına geldiği gibi, "minnete bulanmış, minnet borcu altına girmiş" anlamlarına da gelir. Aynı kelime "غير Gayr" edatıyla kullanıldığında "kesilmemiş, kesintiye uğramamış" veya "minnete bulanmamış, minnet borcu bulunmayan" anlamlarını ifade eder.

Bazı meal ve tefsir yazarları bu ayette kastedileni "peygamberimize ahirette verilecek sınırsız, kesintisiz ücret" olarak anlamışlar ve kitaplarına da bu şekilde yansıtmışlardır.

Ancak bu isabetsiz bir anlayıştır. Öncelikle bu ayetin "kasem ederim/dikkatini çekerim/kanıt gösteririm" sözleriyle biten önceki ayetin bir devamı olduğu unutulmamalıdır. Bir önceki ayette Allah peygamberimize "dikkatini çekerim" dedikten sonra sözlerine devam etmekte, bu ve bunu takip eden iki ayette de dikkat çektiği hususları açıklamaktadır. Bu akış içinde, dikkat çekilen hususun ahiretteki sınırsız, kesintisiz ücret olduğunu düşünmek, Allah'ın o an için var olmayan bir şeye dikkat çektiğini kabul etmek olur ki, bu da anlamlı olmaz. Çünkü ancak mevcut olan bir şeye dikkat çekilebilir. Bu durumda ayeti şu şekilde anlamak daha isabetlisi olacaktır: "Ve muhakkak ki, senin için minnete bulaşmamış [başına kakılmayacak] çok mal var."

Büyük alimlerden Mücahid, Mukatil ve Kelbî de bu anlamları tercih etmişlerdir.

Bu ayetten şunu anlıyoruz ki, peygamberimiz sahip olduğu mal, mülk, para, pul nedeniyle kimseye minnet borçlusu değildir. Elindekilere kimseden yardım, lütuf alarak sahip olmamış, her şeyi kendi elinin emeği, alnının teriyle kazanmıştır. Kısaca kimseye minnet borçlu değildir. Bundan dolayı yüzünün aklığıyla, alnının açıklığıyla herkesin karşısına çıkabilir, tebliğde bulunabilir. İşte, Abdullah oğlu Muhammed'in peygamber seçilişinin nedenlerinden biri de bu özelliğidir.

Minnet borcunun, hizmeti olumsuz etkileyeceği şüphesizdir. Bunu Şuara suresinde Firavun’un Musa peygambere karşı tavrında görebiliyoruz:

Şuara/16-22:

16,17Haydi, ikiniz Firavun'a gidin de ‘Biz kesinlikle, İsrâîloğulları'nı bizimle beraber gönderesin diye’ âlemlerin Rabbinin elçisiyiz deyin" dedi.

18Firavun: "Biz seni çocukken içimizde terbiye etmedik mi? Hayatından birçok yıllar içimizde kalmadın mı? 19Sonunda o yaptığın işi de yaptın. Sen nankörlerden birisin de..." dedi.

20-22Mûsâ: "Ben, o işi şaşkınlardan olduğum zaman yaptım. Sizden korkunca da hemen sizden kaçtım. Sonra Rabbim bana yasalar-ilkeler bahşetti ve beni elçilerden biri yaptı. O başıma kaktığın nimet de İsrâîloğulları'nı kendine köle edinmiş olmandır" dedi.

Rasulullah, peygamberliği boyunca bu konuya çok önem vermiştir. Minnet borcu olanların alacaklıları karşısında boynu bükük olacağından, kendisi ile beraber soyundan da hiç kimsenin sadaka ve zekât almaması konusunda duyarlılık göstermiştir.

Peygamberimizin zenginliği ve servetinin temizliği Kur'an’ın ve tarihin tanıklığıyla sabit olmasına rağmen fakir olduğu, fakirliği övdüğü ve fakirliğiyle övündüğü yolunda birçok söylenti çıkarılmıştır. Hatta borçlu yaşadığı ve borçlu öldüğü bile ileri sürülmüştür. Alacaklısının bir Yahudi olarak gösterilmesi bu söylentilerin düzülüş amacının ne olduğu yolunda bize ipucu vermektedir. Bunlardan kayda değer olanlarını ibret maksadıyla naklediyoruz:

1-Aişe anlattı: "Peygamber, Ebu Şahn adında bir Yahudiden veresiye yiyecek satın aldı ve demirden zırhını ona rehin verdi" [Buhari, İstikraz,1; Büyu,14]

2- Katade, Enes'ten rivayet etti: "Rasülüllah Medine'de bir Yahudinin yanına zırhını rehin bıraktı ve ondan aile fertleri için arpa satın aldı." [el Cessas, Ahkamü’l-Kur'an, 11. 258]

3- Esma bint Yezid anlatıyor: "Rasülüllah, zırhı bir Yahudi’de bir miktar zahire karşılığı rehine bırakılmış olarak vefat etti."

4- Sabit b. Yezid anlatıyor: Rasülüllah vefat ettiği zaman, zırhı otuz sa' arpa mukabili bir Yahudi’ye rehin bırakılmıştı." [Kütübü Sitte, İbrahim Canan tercümesi cilt 17, sayfa 303]

Üç ve dördüncü rivayetler aslında birbirinin aynı olup biri Yezid’in oğlu diğeri de kızı tarafından piyasaya sürülmüştür. Bu rivayetler hadis şârihleri/açıklayıcıları tarafından eleştirilmiştir.

Muhtelif rivayet kitaplarında ise peygamberimizin Veda Haccında hedy olarak yüz deve kurban edecek kadar zengin olduğu anlatılmaktadır. Ayrıca siyer ve tarih kitapları da Fedek'te bir hayli arazisinin olduğunu ve bu arazinin Peygamberimizin vefatından sonra problem haline getirildiğini kaydetmektedir.

Bütün bunlar göz önünde tutulduğunda, peygamberimizin rehin karşılığında bir Yahudi’den borç alması da, o parayla evine arpa satın alacak kadar fakir olması da doğru bir haber olarak görünmemektedir.

4Ve kesinlikle sen, çok büyük bir ahlâk üzerindesin.

Yani; "Evet, sen, işte bu yüzden Bizim katımızda peygamberliğe lâyık birisin. Sen, onların nazarında da akıllı, zekî, üstün ahlâklı, efsaneleşmiş bir kimsesin. Bugüne kadarki hayatında gösterdiğin üstün yaşam tarzın ve sahip olduğun üstün özellikler nedeniyle bu işe en uygun kişisin. Rabbinin lütfettiği nimetlere kavuşturuldun ve seçilerek peygamber yapıldın." Burada konu edilen ahlâk, toplumsal ahlaktır; Dini ahlâk, sırat-ı müstekıym üzere olmak değildir.

Bu ayetler, işaret yoluyla peygamberimizin de Musa peygamber gibi özel nimetlere mazhar olduğunu, hanif olarak yaşadığını, zihnen gayet sağlıklı bulunduğunu, üstün ahlâkıyla toplumda saygı kazanmış biri olarak peygamberliğe hazırlandığını anlatmaktadır.

2, 3 ve 4. ayetler kasemin cevabı olan cümlelerdir. 2. ayet isim cümlesi olup olumsuzluk eki almıştır. 3 ve 4. ayetler ise olumlu isim cümlesidir. Kasem cümlelerindeki genel kural gereği "انّ inne" ve "ل lam" edatları birlikte yer almıştır.

Meal ve tahlil yapılırken bu teknik durum kesinlikle göz önünde bulundurulmalı ve ayetlerin orijinal cümle yapısına sadık kalınarak anlam çıkarılmalıdır. 2. ve 4. ayetleri birbirinden bağımsız cümleler kabul ederek anlamlandırmak hem ayetlerin hem de pasajın yanlış anlaşılmasına neden olur.

İlkini burada gördüğümüz kasem cümlesi, bundan sonra sık sık karşımıza çıkacaktır. Geleneksel tefsir ve meallerde kasem cümlesinin işlevi ihmal edilmiş görüldüğünden, aşağıda kasem cümlesine ait genel bir açıklama sunulmuştur. Bundan sonraki kasem ayetlerinde bu açıklamaya atıfta bulunulacaktır.

Kasem/Yemin Cümlesi

"القسم Kasem/Yemin" sözcüğünün esas anlamı "güç, kuvvet" demektir. Terim olarak "iddia edilen tezi somut kanıtlar ile güçlendirmek" anlamına gelmektedir. "Kasem cümlesi" ise ileri sürülen tezlerin kanıtlarla ve güçlü bir şekilde ortaya konulması için kurulan cümledir.

Kasem cümlesi iki bölümden oluşur: Birincisi, yemin edilen [kanıt, tanık gösterilen] "kasem bölümü"; ikincisi ise söylenmek istenen asıl tezin ileri sürüldüğü "kaseme cevap bölümü" dür. Yemin bölümünde ikinci bölümde ileri sürülecek tezi desteklemek üzere, kişiler, olaylar veya nesneler kanıt gösterilir. Kaseme cevap bölümünde ise asıl söylenmek istenen yargı belirtilir.

Muhataplar tarafından anlaşılabilmesi ve kabul edilebilmesi için, kasem edilen şeyin mutlaka somut ve akıl sahibi herkes tarafından ulaşılabilir özellikte olması gerekir. "Yemin ederim" veya buna benzer sözcükler yemin sayılmadığı gibi, bu ifadeleri taşıyan cümleler de yemin cümlesi sayılmazlar. Yemin somut kanıtlardan, yemin cümlesi de Rabbimizin Kur'an'da ifade ettiği şekilde somut kanıtlarla güçlendirilmiş yargılardan oluşmalıdır.

Kasem Cümlesinin Yapısı ve Belirgin Özellikleri:

Kasem cümlesinin birinci bölümü olan "kasem bölümü", kasem edatları olan [vav, be, te] harflerinden birinin ilk sözcüğün başına getirilmesi ile oluşturulur. Cümlenin ikinci bölümü olan "kaseme cevap bölümü" ise mutlaka bağımsız bir cümle hâlindedir ve istenildiği gibi değil, bazı kurallara tâbi olunarak kurulur:

Kaseme cevap olan cümle;

İsim cümlesi ve aynı zamanda olumlu ise, başına mutlaka "ل lam" veya "انّ inne" tekit edatlarından birisi veya her ikisi birden getirilir.

Yok, eğer fiil cümlesi ise, aşağıdaki kurallar uygulanır:

Fiil cümlesi olumlu ise;

a - Fiil geçmiş zaman kalıbında olduğu takdirde fiilin başına "قد kad" ve "ل lam" edatları birlikte getirilir. İstisna olarak bazı durumlarda "lam" hazfedilebilir/gösterilmeyebilir. Fiil geniş zaman kalıbında ise fiilin başına "lam" sonuna da "tekit nunu" getirilir.

b- Cümle olumsuz ise, fiilin başına "ma" veya "la" nefy edatlarından birisi getirilir.

Kur'an'da kasem edilen şeylerin tümü, ileri sürülen tezlerin kanıtları olarak işlev görmektedir. Rabbimiz birçok olaya, sisteme veya "şey"e kasem etmekte ve bunları belirttiği yargıya kanıt göstermektedir. Mevcut meal ve tefsirlerde bu önemli kural ihmal edilmekte, kasemler cevapsız kalmakta, dolayısıyla Rabbimizin mesajları kullarına doğru olarak ulaşamamaktadır.
5,6,7,8) Artık, yakında hak dinden çıkarak kendini ateşe atmış olan hanginizmiş göreceksin, onlar da görecekler. Şüphesiz Rabbindir, yolundan sapanı en iyi bilen. Yine O'dur kılavuzlanarak doğru yola ermiş olanları en iyi bilen. O hâlde âhiret gününü yalanlayan o kişilere itaat etme!
Surenin bu kısmı, önceki ayetlerin devamı değildir. 5- 52. Ayetler Mekke müşriklerinin peygamberimize karşı mücadeleye giriştikleri zaman inmiş ayetlerdir ki Rasülüllah’ın tebliğinin 7-9. senelerinde inmiş olmalıdır.

Alak suresinde peygamberimize karşı olanlar, "insan", "salatı engelleyen kişi", "o bilmedi mi?" "eğer o son vermeyecek olursa", "and olsun, onu yalancı, günahkâr perçeminden tutup sürükleyeceğiz!", "o zaman o meclisini çağırsın!", "ona boyun eğme!" gibi tekil ifadelerle anılmışlardı. Bu surede ve bu ayette gördüğümüz ve bundan sonra da göreceğimiz gibi, bu kimseler artık çoğul olarak ifade edilmeye başlandılar. Artık kâfirler, müşrikler tüm meclisleriyle, yandaşlarıyla, çevreleriyle birlikte ilahi hitabın muhatabıdırlar.

İlk vahiy sırasında peygamberimizde oluşan endişelerden birisi de, herkesin kendisini deli zannedeceği endişesi idi. Alak suresinde "Kellâ" [Hayır, hayır!] sözleriyle toptan reddedilen endişeler, bu surenin ikinci ayetinden itibaren detaylandırılmaya başlanmıştır. O ayette peygamberimize inen vahiyler nedeniyle delirdiğini düşünmemesi gerektiği bildirilmekte, bu ayette ise başkalarının aynı yöndeki düşüncelerinden endişe duymaması gerektiği vurgulanmaktadır.

Ne enteresandır ki, Mekkeli kodamanlar kendilerinin doğru yolda olduklarını zannediyorlar, peygamberimizin ise sapkın biri olduğunu ileri sürüyorlardı.
9,10,11,12,13,14,15,16) Onlar arzu ettiler ki, sen onlara yağ çekesin, onlar da hemen sana yağ çeksinler. Çok yemin eden, aşağılık, alaycı, gammaz; arkadan çekiştiren, arabozucu, kovuculuk için gezip duran, mal ve oğulları var diye hayrı engelleyen, saldırgan, zaman kaybına uğrayan/hayırda ağırda alan/zarar veren/kusur oluşturan, kaba/obur, sonra da kötülükle damgalı şu asalakların hiçbirine itaat etme. Âhireti yalanlayan o kişi, âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman: "Daha öncekilerin masalları" dedi. Yakında Biz onun burnunu sürteceğiz.[#11]
Ayetlerdeki ifadeden, uzlaşma için bile olsa, yağ çekmenin/yaltaklanmanın Rabbimiz tarafından tavsiye edilmeyen bir davranış olduğu anlaşılmaktadır.

"ذا مال وبنين zâ mâlin ve benîn" ifadesi "mal ve oğul sahibi" demektir. Bu, çok sayıda taraftarı olmak, geniş çevreli olmak anlamında bir Arap deyimidir.

Alak suresinde "İnsan kendini yeterli gördüğünde [zengin olduğuna inandığında] kesinlikle azar" şeklinde ifade edilen özdeyişin ayrıntıları burada açıklanmaktadır.

Bu ayetlerde dine karşı savaşanların nitelikleri sayılmıştır:

حلاّف Hallaf: Olur olmaz her şeye yemin eden.

مهين Mehin: Aşağılık.

همّاز Hemmaz: Alaycı, başkalarını küçük gören.

نميم Nemim: İnsanlar arasında lâf getirip götüren.

منّاع Mennain lilhayr: Hayırlara engel olan.

معتد Mu'ted: Haddi aşan, azgın.

اثيم Esim: Alabildiğine zaman kaybına uğrayan/hayırda ağırda alan/zarar veren/kusur oluşturan

عتلّ Utull: Kaba, obur, ahlâksız

زنيم Zenim: Asalak, kötü kişiliği açıkça belli olan

Bu nitelemelerle, Mekke'nin Halk Meclisi üyeleri olan Velid b. Muğîre, Ahnes b. Şerik, Esved b. Yeğus ve Ebu Cehil’in kötü kişilikleri anlatılmaktadır. Gerçekten de biyografileri incelendiğinde bu tâğutlar çetesinin yukarıdaki ayetlerde belirtilen nitelikleri taşıdıkları görülmektedir.

Bazı yorumcular "زنيم zenim" sözcüğüyle Velid b. Muğîre'nin soysuzluğu, piçliği yüzüne vuruluyor gibi açıklamalar yapmışlardır. Bizce bu görüş isabetsizdir. Çünkü bir kimsenin zina çocuğu olması o kimsenin suçu değildir. Böyle bir durumdan onun ana-babası sorumludur. Başkalarının suçundan dolayı bir kimsenin itham edilmesi İslamî anlayışa göre doğru değildir.

Alak suresinin 15 ve 16. ayetlerinde: "Kesinlikle senin düşündüğün gibi değil! Eğer salât edene; mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olan; toplumu aydınlatmaya çalışan kimseye engel olan o kişi, salâtı; mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmaya çalışmayı engellemesine son vermeyecek olursa, andolsun, perçemden; yalancı, günahkâr perçemden; saçından tutup sürükleyeceğiz!" denilmişti. "Hortum üzerine damga basmak" da "günahkâr perçemden tutup sürüklemek" gibi, bir kimseyi toplum önünde rencide etmek, başını belâdan belâya taşımak, burnunu sürtmek anlamlarına gelmektedir.
17,18,19,20,21,22,23,24) Şüphesiz Biz, o çiftlik sahiplerine belâ verdiğimiz gibi onlara belâ vereceğiz: Hani onlar, sabah olunca kesinlikle çiftliğin ürünlerini devşireceklerine yemin etmişlerdi. Bir istisna da yapmıyorlardı. Ama onlar uyurken Rabbin tarafından bir tayfun çiftliğin üzerinden dolaşıverdi. Sabaha, çiftlik, biçilmiş/devşirilmiş gibi oluverdi. Sabahladıkları vakit birbirlerine seslendiler: "Haydi, devşirecekseniz sabahleyin erkence gidin!" dediler. Hemen yola koyuldular, aralarında fısıldaşıyorlardı: Sakın bugün aranıza bir yoksul sokulmasın!
Surenin bu ayetinde âdeta bir parantez açılıp şımarıkların ve sapkınların nasıl cezalandırılacağı ile ilgili örnekler verilmekte, bu örneklerle peygamberimizin karşıtları şiddetle ikaz edilmektedir. Ana konuya 48. ayet ile devam edilecektir.

Ayette geçen "belâ" kelimesinin sözlük anlamı "yıpratmak, bitkin düşürmek" demektir. Sınanmak veya denenmek insanı yıpratan bir süreç olduğu için bu sözcük de zamanla "belâ" sözcüğü yerine kullanılır olmuştur.

Yüce Allah kişileri ve toplumları bazen sıkıntı içinde bırakabilir, zorluklara ve darlıklara düşürebilir. Bunlar bir bakıma insana verilen belâ hükmündedir. Bu sınamanın/denemenin nedeni, insanların akıllarını başlarına almalarını, yanlış yolda olanların istikametlerini düzeltmelerini, isyan içerisinde olanların Allah'a itaate dönmelerini sağlamak içindir. Dinin emir ve yasakları da bir anlamda belâdır. Çünkü bazı emirler insan bedenine zorluk verir, bazı yasaklar ise nefisleri disiplin altına alır. Böyle durumlarda insanların iyileri ve kötüleri açığa çıkar, şükredenlerle nankörler belli olur. Belâ sözcüğü ile ilgili olarak aşağıdaki ayetler incelenebilir:

Bakara 49, 155-156, 249; Saffat 106; Duhan 33; Maide 48, 94; En'âm 165; Âl-i Imran 152, 154, 186; A'râf 141, 163, 168; Enfal 17; Yunus 30; Hud 7; Mülk 2; Muhammed 4, 31; Enbiya 35; Kehf 7; Neml 40; Fecr 15, 16; Nahl 92; İnsan 2; Ahzab 11; İbrahim 6.

Surenin 8-14. ayetlerinde belirtilen özellikleri taşıyanlara da tıpkı "çiftlik sahipleri"ne verilenler gibi belâların verileceği belirtilmektedir. "Çiftlik sahipleri" ile kastedilenler ise inançsız, izansız, Allah'ın verdiği fazlalıklarla şımarmış, kendilerinin ve ellerindekilerin asıl sahibinin Allah olduğunu unutarak azmış zenginlerdir. Bu profili taşıyan kimselerin bugün de hâlâ değişik sıfat ve isimlerle varlıklarını sürdürdükleri bilinen bir gerçektir.

"Bir istisna da yapmıyorlardı."

Bu ayetle ne kastedildiği hakkında kimileri "Yapacakları iş için inşallah demediler" şeklinde, kimileri de "Kazançlarından yoksullara pay ayırmadılar, ayırmayı düşünmediler" şeklinde açıklama yapmışlardır. 28. ve 29. ayetlerle beraber Kalem suresinin bütünü dikkate alındığında, ayetin "Hiçbir terslikle karşılaşmayacaklarına inanarak, yapacaklarını kesin ve garantili görerek, herhangi bir sürprize hazır olmadan, Allah'tan bir mani olacağını düşünmeden" anlamlarına geldiğini söylemek mümkün olur. Yaratıcının desteğini yok sayıp zamana, mekâna, paraya, piyasaya hâkim olduğunu düşünerek bir gün sonraki kazançları için korkusuzca ve emin olarak plân yapanlar, her an acı bir hayal kırıklığıyla, hayatlarını alt üst edecek bir kırılma anı ile karşılaşabilirler.

Ama onlar uyurken Rabbin tarafından bir tayfun çiftliğin üzerinden dolaşıverdi.

Ayette geçen " طائف tâif" sözcüğünün kökü "طوف tavf"dır. Anlamı "bir şeyin çevresinde yürümek" demektir. Bir şeyin etrafında dolanmak da aynı sözcükle ifade edilir. Bu anlamından dolayı Kâbe'nin etrafında dolanmaya "طواف tavaf" denir.

Tayf, taife, tayfa, tayfun, tufan sözcükleri de bu kökten türemedir.

Ayetteki "طائف Tâif/dolaşan" ifadesi rüzgâr gibi hareketli bir şeyi çağrıştırmaktadır. Bahçenin başına gelen durumun lokal/kısmî oluşu, "dolaşan" şeyin "hortum" denen bir rüzgâr olduğu izlenimini vermektedir. Tayfun ve kasırga tipi bir rüzgar olsaydı, sadece sözü edilen kimselerin bahçelerine değil tüm çevreye zarar vermiş olurdu.

Bahçe sahiplerinin elde ettikleri şeyler, doğanın, insan toplumlarının ve ellerinin ürettiği şeyler değil midir? Peki, doğayı yaratan, insanları yaratan ve düzenleri yaratan yok mudur? Yaratmak kadar yok edivermek de O'nun için bir göz kırpması kadar kolay değil midir? Allah'ı unutanlara Allah kendini mutlaka hatırlatır. Bu hatırlatma genellikle O’nu unutturan şeylerin insanların ellerinden alınmasıyla olmaktadır. Bahçeyse bir dolu yağar, gemiyse gün gelir batar, evlâtsa ellerinden alınır.

Dünyadaki hiçbir varlığın Allah'ı bize unutturmaması gerektiği asla hatırdan çıkarılmamalıdır. İşte bu pasajda, sahip oldukları çiftlik nedeniyle kendilerini çok güçlü gören, kendilerini Allah'a ihtiyaçları olmayacak kadar zengin zanneden, kendilerinden başka hiç kimseyi düşünmeyecek kadar bencil insanların nasıl bir anda kolayca kendilerine getiriliverdiği anlatılmaktadır.

"Sabaha, o bağ, biçilmiş/devşirilmiş gibi oluverdi."

"الصّريم es Sarim" kelimesinin kök anlamı "ekin biçmek" demektir. Genel bir tarım terimi olarak ürün toplamak anlamında kullanılır. "Sarîm" sözcüğü edilgin olarak kullanılır ve "ürünü toplanmış, hiç ürünü kalmamış" anlamını taşır. Sözcüğün başka anlamları da olmakla birlikte 22. ayette özellikle "ekin biçmek, ürün toplamak" anlamı daha uygun düşmektedir. Anlaşılıyor ki, hortum dediğimiz rüzgâr bağda, bahçede, tarlada ne varsa kökünden sökmüş, götürmüş, tarla bir kum yığınına dönüşmüştür.

Sabahladıkları vakit birbirlerine seslendiler: "Haydi, devşirecekseniz sabahleyin erkence gidin!" dediler. Hemen yola koyuldular, aralarında fısıldaşıyorlardı: Sakın bugün aranıza bir yoksul sokulmasın!

Kur'an'ın daha ilk günden üzerinde durduğu ana ilkelerden biri de miskine/yoksula iş, güç ve yiyecek temin edilmesidir. Bu ilkenin kalplere yerleştirilmesi bağlamında bahçe sahiplerinin tutumu ele alınmakta, bu simge kişilerin sosyal adalet açısından kötü bir zihniyete sahip oldukları ve büyük bir suç işledikleri beyan edilmektedir.

Zenginliğin en büyük tehlikelerinden birisi de malını kıskanmaktır. Yoksulların zenginler için bir kurtuluş vesilesi olduğunun unutulması, yoksulların ellerindekinden kolayca vazgeçebilmelerine karşılık zenginlerin mallarına sıkı sıkıya sarılmaları bir çok anlatının konusu olmuştur. Anlatılar bir kenara, Kur’an’ın bu konudaki duyarlılığını iyi değerlendirmek gerekmektedir. Zekat ibadeti, Allah'ın bizim için öngördüğü yaşam biçiminin en önemli eylemlerinden biridir. Sosyal hayatın herkesçe bilinen bir gerçeğidir ki, toplumun kimi üyeleri diğerlerine göre maddeten daha üstün bir durumda bulunurlar. Ekonomik bakımdan güçlü olanlar, ellerindekileri Rablerinin verdiği nimetler olarak görüp bu nimetlerde yoksulların da payı olduğunu hatırlamalı, ellerindeki imkanlardan yoksulları da yararlandırmayı asla ihmal etmemelidirler. Yüce Allah, malca üstün kıldığı kullarına ellerindeki varlıklardan yoksullar için de pay ayırmalarına hükmetmiştir. Konuyla ilgili daha detaylı bilgi Fecr, Duha ve Mâûn surelerinde verilecektir.
25,26,27,28,29) Sadece engelleme gücüne sahip/şiddete güçleri yeten bir tavırla erkenden gittiler. Ama çiftliği gördüklerinde: "Biz şüphesiz biz şaşırmışız/yanlış yere gelmişiz; yok yok, biz yoksun bırakılmışız; Allah bizi cezalandırmış!" dediler. En hayırlı olanları: "Ben size 'Allah'ı noksanlıklardan arındırmıyor musunuz?'[#13] dememiş miydim?" dedi. Onlar: "Rabbimiz Seni tenzih ederiz, doğrusu bizler yanlış; kendi zararlarına iş yapan, haksız davranan kimselermişiz!" dediler.
Bu pasaj, Allah'ı unutma hatasına düşüp üstüne bir de cimrilik ekleyenlerin başına neler geldiğini anlatmaktadır.

"تسبيح Tesbih" kavramı, "سبح Sebh" kökünden türemiş bir kelimedir. "Sebh"in sözlük anlamı "havada ve suda hızlı hareket etmek, geçip gitmek, yüzerek uzaklara gitmek" demektir.

Tesbih ise "Allah'ı O'na yakışmayan şeylerden tenzih etmek/uzak tutmak, yani Allah'ı yüceltmek, O'nun her türlü kemal sıfatlarla donanmış olduğunu iyi kavramak ve bunu her vesile ile ilan etmek" demektir. Bunun detayı inşaallah A’la ve Kaf surelerinde verilecektir.

Aynı kökten gelen "سبحان Sübhan" Allah'ın bir ismi olup "çok tenzih edilen, her türlü kusurdan uzak olan" demektir.

Kur'an'da birçok ayette, yerde ve gökte olan her şeyin Allah'ı tesbih ettiği bildirilir. Bunun anlamı, "en küçüğünden en büyük olanına kadar evrendeki tüm varlıkların Allah'ın her türlü kusurdan uzak olduğunun delili olması" demektir. Yoksa var olan her şey, elde tesbih, "Sübhanellah! Sübhanellah! Sübhanellah!" der demek değildir. Tesbihin otuzüçlük ya da doksan dokuzluk imameli tesbihlerle namazlardan sonra otuz üç kere "Sübhanellah" demeyle bir ilgisi yoktur. Tesbih, Yaratan'ı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmaktır. Bu da herkesin yapacağı bir iş olmayıp, Allah’ı hakkıyla takdir eden bilge kişilerin yapabileceği bir iştir.

Tesbih kelimesiyle aynı kökten gelip Allah'ı tesbih etmeyi ve O’nu yüceltmeyi ifade eden kelimeler, Kur'an'da yüze yakın yerde geçmektedir.
30,31,32) Sonra döndüler, birbirlerini kınıyorlardı: "Yazıklar olsun bizlere! Bizler gerçekten kendini firavun gibi gören azgınlarmışız, umarız ki Rabbimiz bize onun yerine daha hayırlısını verir; gerçekten biz bütün ümidimizi Rabbimize çeviriyoruz."
Musîbetlerden ibret almak, verilen öğütlerden ders çıkarmak ve yapılan uyarılarla doğruya yönelmek büyük bir erdemdir. Yapılan bir hatadan sonra "Ben zaten cehennemliğim, artık yapacak bir şey yok" şeklinde düşünmek, Allah'a teslim olmaya dayalı bir yaşam biçiminde asla söz konusu olamaz. Tövbe, yapılan hataların tekrarlanmayacağına dair Allah'a söz vermek, her şeye yeniden başlamak için O’ndan yeni bir fırsat dilemektir. Zaten Allah da şirk hariç bütün günahları affedendir, bağışlayandır, Rahîm'dir. [Zümer/53] İlerideki surelerde bu hususla ilgili detaylar örnekleriyle yer almaktadır.
33) Dünyadaki azap işte böyledir! Elbette âhiret azabı daha büyüktür, keşke bilenlerden olsalardı!
Rabbimiz, şımarık insanları Rabblerini hatırlamaları ve yola gelmeleri için yukarıda açıkladığımız gibi çeşitli belâlarla sınar. Bu sınama Kur’an’ın çeşitli yerlerinde pek çok kez vurgulanır. Buna paralel olarak yaygın bir özdeyişle de insan için bir musibetin bin nasihatten daha etkin olduğu dile getirilir.

* İnsanlar dönerler diye; kendilerinin elleriyle kazandıkları şeyler yüzünden, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırmak için karada ve denizde kargaşa ortaya çıktı. [Rum/41]

* Ve yoldan çıkanlara gelince, onların varacağı yer de Ateş'tir. Her çıkmak istediklerinde oraya yeniden çevrilecekler ve onlara, "Yalanlayıp durduğunuz Ateş'in azabını tadın" denilecektir. Hiç kuşkusuz, dönerler diye onlara, büyük cezanın biraz hafifinden, en yakın cezadan da tattıracağız. [Secde/20,21]

Bu ayetin mucizeliği ilk kez Mekke müşriklerinin Bedir'e gitmesi esnasında ortaya çıkmıştır. Mekkeli müşrikler Bedir'e peygamberimizi ve arkadaşlarını öldürmeye yemin ederek gitmişlerdi. Kendilerine çok güveniyorlar, herhangi bir tersliğin olabileceğini asla hesaba katmıyorlardı. Yola çıkmadan önce Kâbe'yi tavaf etmişler, içkiler içip kazanacakları zaferi önceden kutlamışlardı. Fakat Yüce Allah tüm ümitlerini tersine çeviriverdi, hayalleri yıkıldı, perişan oldular. Bir kısmı da ibret alıp Müslüman oldu. Dünya tarihi buna benzer örneklerle doludur.
34,35) Şüphesiz ki Allah'ın koruması altına girmiş kişiler için Rableri yanında nimetleri bol cennetler vardır. Ya artık, Müslümanları günahkârlar gibi yapar mıyız?
Otuz beşinci ayetten sonraki (35-41) ayetlere özellikle dikkat edilmelidir. Zira bu ayetler büyük mucizeler içermekte ve akıllı insanlara yol göstermektedir.
36,37,38,39) Neyiniz var, nasıl hükmediyorsunuz? Yoksa içinde, ders aldığınız şeyler: "Siz bu âlemde neyi seçerseniz/beğenirseniz o kesinlikle sizin olacak" garantisi verilmiş olan size ait bir yazılı belge mi var? Ya da size karşı kıyâmet gününe kadar sürecek, "Siz her ne hüküm verirseniz kesinlikle öyle olacak" diye üzerimizde yeminler/taahhütler; üstlenmeler mi var?
40,41) Sor bakalım âhireti yalanlayan o kişilere, içlerinden böyle bir şeyi hangisi garanti etmektedir? Yoksa onların ortakları mı var? O hâlde ortaklarını getirsinler, eğer doğrulardan iseler.
42,43) Gerçeğin bütün çıplaklığıyla ortaya konulup işin büyümeye başladığı, işin ciddîleştiği ve boyun eğip teslim olmaya davet edildikleri gün artık güçleri yetmez. Gözleri yere eğilmiş, kendilerini bir horluk, düşkünlük sarmış bulunur. Oysa onlar, sağ-salim iken de boyun eğip teslim olmaya davet ediliyorlardı.
Ahireti yalanlayanlara sesleniliyor: "Ne oluyor size? Bu inanca, bu karara nasıl varıyorsunuz? Ahirette hesap vermeyeceğinize nasıl inanıyorsunuz?"

Öğeleri itibariyle bu üç ayet yukarıdaki şekilde birleştirilebilir.

Bu ayetlerde inkârcıların inanç ve kanaatlerinin hiçbir aslının olmadığı, bu inanç ve kanaatlerin hiçbir kitapta yer almadığı, Allah tarafından verilmiş bir yemine ve taahhüde dayanmadığı, böyle bir inanca kimsenin garantör olmadığı ve kendilerine destek verecek ortaklarının da bulunmadığı, kısaca ahireti yalanlamalarının hiçbir kanıta dayanmadığı, kuruntudan öteye geçmediği belirtilmektedir.

Bu pasaj, günümüzde kendilerine göre bir din algısı geliştiren Müslümanların ibretle düşünüp anlaması gereken mesajlar taşımaktadır. Bugünün Müslümanlarının da kendilerine özgü yüzlerce dini içerikli kitabı vardır. Onları okurlar, onlardan ders alırlar; iman ve amellerini onlara göre belirleyip onlara göre yaşarlar. Kur'an'da Allah yüzlerce kez şefaati kendi iznine bağlamışken o kitaplardaki peygamber ahirette onlara kefil olmuştur. Hem de "Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir" demek suretiyle onların her türlü yanlış işini âdeta teşvik etmiştir. Bu da yetmemiş, Berat gecesi diye uydurdukları gecede, ümmetten Benî Kelb kabilesinin koyunlarının yünleri sayısınca günahkârın affedileceği garantisini vermiştir. Kısacası o kitaplarda canları ne istiyorsa hepsi vardır. Var olan o şeyler arasında, sadece müritlerine himmet edecek, son nefeslerinde imanlarını kurtaracak ortakları, şeyhleri, üstatları vardır.
44,45) O hâlde bu sözü/Kur'ân'ı yalanlayanları Bana bırak! Biz onları bilmedikleri yerden yakalayacağız. Ve Ben, onlara mühlet veririm; süre tanırım, çünkü Benim plânım zordur/sağlamdır.
Bu ayetler ileride yalanlayıcıların başına neler gelebileceğine işaret etmektedir. Bu, bizzat kendilerine verilecek belâ/ceza olabileceği gibi, soylarından müminlerin gelmesi de olabilir. Velid b. Muğîre ile Halid b. Velid örneğinde olduğu gibi. Buna benzer daha onlarca örnek verilebilir.
46,47) Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da bu yüzden onlar ağır borç altında mı eziliyorlar? Yoksa görmedikleri, bilmedikleri şeyler, gelecekte olacak olaylar yanlarında da onu onlar mı yazıyorlar?
48,49,50) Öyleyse Rabbinin kararı için sabret, bunalan kişi[#14] gibi olma. Hani o, bir kez aşırı bunaldığında Rabbine seslenmişti. Eğer Rabbinden o'na bir iyilik ulaşmasaydı, kınanmış bir durumda, boş bir yere atılacaktı. Ancak, Rabbi o'nu seçti, sonra da iyilerden biri yaptı.
Bu ayetlerle ana konuya dönülerek eğitime devam edilmektedir. Bu ve bundan sonraki ayetleri 16. ayetin devamı olarak değerlendirebiliriz.

Yüce Rabbimiz burada peygamberimizi uyararak işinin ciddî, çetin ve zor olduğunu, Yunus ve Musa peygamberin yaptığı hatayı yapmaması gerektiğini ihtar etmektedir.

SABR

Esas anlamı "hapsetmek, içerde tutmak" olan sabır, "aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etmek, kararlı olmak, gevşememek"; yani "insanın elinde olmadan başına gelen ve ona büyük üzüntüler veren musibetlere karşı koymak, onların üstesinden gelmek için mücâdele etmek"tir. Sabrın ne olduğunu incelerken ne olmadığını da belirlemek gerekir. İyi bilinmelidir ki, haksız yere mahkûmiyete boyun eğmek, miskinliğe, uyuşukluğa ve aşağılanmaya razı olmak, zillete, haksız tecavüzlere, insan onuruna gölge düşürecek saldırılara katlanmak, bunlara karşı sessiz ve pasif kalmak, dayanmak, dişini sıkmak, sabretmek değildir. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sessiz kalmak, o davranışa ortak olmak demektir. Aksine sabır, "bu tarz kötülüklerle mücâdele etmek, bunlara karşı çıkmak, bir hakkı savunmak ve korumak için çaba göstermek, bu süreçte kararlı olmak"tır. Rabbimiz, Sabrı Âl-i Imran/146’da "Nice peygamberler de vardı ki kendileriyle beraber birçok Allah erleri savaştılar; Allah yolunda kendilerine isabet eden şeylerden gevşemediler, zaafa düşmediler ve boyun eğmediler. Ve Allah, sabredenleri sever." şeklinde beyan buyurmuştur. İnsanın kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları temin etme konusunda gevşeklik göstermesi sabır değil, âcizlik, tembellik ve korkaklıktır. Tüm peygamberlerin de ortak özelliği olan sabrın, İslâm'da çok önemli bir yeri vardır. Bunu tek kelimeyle veya birkaç sözcükle ifadeye çalışmak sözcüğün anlamını yansıtmamaktadır. O nedenle sözcüğü Arapça'dan Türkçe'ye geliş şekliyle bırakıyoruz. Okurlarımız "sabır" sözcüğünün anlamını iyi bilmelidirler.

Kur'an'ın yetmişten fazla ayetinde geçen "صبر Sabr" kelimesi, halk arasındaki kullanımıyla acıya katlanma, sıkıntı ve zorluklara karşı soğukkanlılıkla direnme anlamlarına gelmektedir. Ancak Allah'ın Kur'an'da sabırlı insanları övmesi ve onları hesapsızca ödüllendireceğini bildirmesi, bu kelimenin daha derinlikli olarak incelenmesini zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle kavram daha detaylı bir şekilde açıklanmaya çalışılacaktır.Sabır, aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etmek, kararlı olmaktır. İnsan psikolojisi zorluğa değil kolaylığa, acıya değil haz almaya, feragate değil bencilliğe eğilimlidir. Bu nedenle bazı ibadetler ve ahlâkî davranışlar insana zor gelebilir. Meselâ, cebindeki parayla bir yoksula yardım etmektense onu kendine harcamayı, çalışıp yorulmaktansa eğlenmeyi, gezip tozmayı daha çok isteyebilir. Varını yoğunu tüm vaktini Allah rızasını kazanmak için harcaması yerine sıcacık yatakta uykusuna devam etmeyi daha cazip bulabilir.

Sabır, aklın ve dinin gösterdiği yolda, nefsin aşırı istek ve arzularına direnmektir. Akıl, din ve toplum kuralları doğru bulmasa da, insanlar çoğu zaman nefislerine hoş gelen arzularını tatmin etmek isterler. Sabır, insan psikolojisinin bu kuvvetli çekim gücüne rağmen kişinin hiç tereddüt etmeden erdemli davranışları seçmesini sağlayan güçtür.

Sabır, insanın elinde olmadan başına gelen ve ona büyük üzüntüler veren musibetlere karşı koymak, onların üstesinden gelmektir. Bazı sıkıntıların insanın irade gücünü aştığı bir gerçektir. Doğal afetler, savaşlar, savaş ortamı içinde karşılaşılabilecek ölüm korkusu, yokluklar ve işkenceler, kendisinin veya yakınlarının başına gelen felâketler, insanın istese de engelleyemeyeceği mutsuzluk ve acı duyma nedenleridir. Böylesi olaylar insan psikolojisinin hoşlanmadığı ve daima kaçınmak istediği durumlardır. Bu durumlar insanda maddî yıkımlar kadar manevî yıkımlara da yol açarlar. İşte, bu gibi durumlarda insanın metanetini ve hayata bağlılığını kaybetmesini önleyen, çektiği acılara rağmen Allah'a isyan etmeden mücadelesine devam edebilmesini ve ayakta kalabilmesini sağlayan güç, sabırdır.

Sabır, bütün peygamberlerin de ortak bir ahlakî niteliğidir. Peygamberlerin tevhit mücadelelerini dile getiren Kur'an ayetleri, bize onların sabır ve sebatlarını örnek olarak göstermektedir. Çünkü Allah'ın dinini tebliğ ederlerken çeşitli sıkıntılara uğramışlar, eziyet görmüşler, yurtlarından çıkarılmışlar, zindanlara atılmışlar fakat daima sabretmişlerdir. Dolayısıyla her Müslüman Allah'ın elçilerini örnek almalı, kurtuluşun sabırda olduğunu düşünerek sabırlı olmalı ve bu konuda Allah'tan yardım dilemelidir.

Ancak sabrın ne olduğunu incelerken ne olmadığını da belirlemek gerekir. İyi bilinmelidir ki, haksız yere mahkûmiyete boyun eğmek, miskinliğe, uyuşukluğa, hor görülmeye ve aşağılanmaya razı olmak, zillete, haksız tecavüzlere, insan onuruna gölge düşürecek saldırılara katlanmak, bunlara karşı sessiz ve pasif kalmak, sabretmek değildir. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sessiz kalmak, o davranışa ortak olmak demektir. Aksine sabır, bu tarz kötülüklerle mücadele etmek, bunlara karşı çıkmak, bir hakkı savunmak ve korumak için çaba göstermek, bu süreçte kararlı olmaktır.

İnsanın kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları temin etme konusunda gevşeklik göstermesi sabır değil, acizliktir, tembelliktir, korkaklıktır. Sabır konusuna Asr suresinde de değinilecektir.

HUT

"Hut" sözcüğü Kur’an’da Kehf suresinin 61. ve 63. ayetleri ile Kalem suresinin 48. ve Saffat suresinin 142. ayetlerinde tekil olarak, bu ayette de çoğul olarak yer almıştır.

" حوت Hut" sözcüğü, dil bilimcilerinin bir kısmına göre "balık", bir kısmına göre de "büyük balık" demektir. Bu anlamıyla sözcük, tatlı ve tuzlu sularda yaşayan soğukkanlı omurgalıların genel adı olmakla beraber, eski çağlardan beri bilinen burçlar kuşağındaki bir takımyıldızın adı olarak da kullanılmaktadır.

Ancak Kur’an’ı doğru anlamak için sözcüklerin teamüldeki kullanımını değil, gerçek anlamlarını bilmek gerekmektedir.

Bu sözcüğün kökü olan "حوت hvt", Arap dilinde "hut" ve "havt" olmak üzere iki türlü okunur. Bu okunuşlara göre ortaya çıkan iki sözcüğün Bedeviler arasındaki kullanımı ise şu anlamlara gelmektedir:

"Hut" sözcüğü, "Ve Sahip lâ hayre fi şebabihi /Hûten, izâ mâ zâdenâ /..." mısraları olan bir şiirde tespit edilmiştir. Sözcük burada "ağır ağır da yutsa, çabuk çabuk da yutsa kendisine kâfi gelmeyen [doymayan, doyma duygusu olmayan]" anlamında kullanılmıştır.

"Havt" sözcüğü ise "kuşun suyun çevresinde veya vahşî hayvanın bir şeyin çevresinde dönüp durması, oradan ayrılmaması" anlamındadır. Buna da İslâm öncesi ve sonrası dönemden birçok örnek mevcuttur. [Lisanü’l-Arab; c:2, s:644]

Bu temel açıklamadan anlaşıldığına göre, "hut" sözcüğü aslında doyma hissi olmadığı ve doyduğunu bilmediği için balıklara yakıştırılmış bir sıfattır, balık demek değildir. Nitekim herkesin bildiği gibi, sularda yaşayan balığın esas adı "semek"tir. Balıklarda doyma hissinin olmaması, yemelerine ara verme sebebinin doymaları değil de tıkanmaları olması bugün artık bilimsel bir bilgidir. Balıkların bu özelliklerini bilmeyen amatör akvaryumcuların, günlük ihtiyacın üzerinde yemleme yaptıkları takdirde çatlayarak ölen balıklarla karşılaştıkları, günlük hayata yansımış bir gerçektir. Balık oburluğunun balık cinsleri itibariyle gösterdiği özellikler ise Su Ürünleri Fakültelerinin araştırma raporlarına da girmiş durumdadır.

Buna göre, "hut" ve "havt" sözcüklerinin anlamlarını "hırs, doyumsuzluk" olarak ifade etmek mümkündür.

"Hut" sözcüğünün Kur’an’da yer aldığı pasajlardaki anlatım dikkate alındığında, sözcüğün daima "sebebiyet mecaz-ı mürseli" şeklinde kullanıldığı görülmektedir. Yani, sebep olan "hırs ve doyumsuzluk" zikredilmekte fakat hırsın insanda sebep olduğu "bunalım ve karamsarlık" kastedilmektedir.

"Hut" sözcüğü Kur’an’da bir yerde de zımnen kullanılmıştır. Bu yer Enbiya suresinin 87. ayetidir. Burada Yûnus peygamberden "Zünnun [kılıç sahibi, yani Ninovalı]" ifadesi ile bahsedilmektedir. Bu ifade ile zımnen Yûnus (as)’dan bahsedilmiş olması, daha önce [iniş sırasına göre 2. sure olan Kalem suresinde] Yûnus’un (as) peygamberimize "Sahibu’l-Hût" [Hût’un Arkadaşı)" olarak tanıtılmış olması dolayısıyladır. "Sahibü’l-Hût"un Yunus peygamber olduğu ise Saffat suresindeki ifadelerden açıkça anlaşılmaktadır. Kalem sûresinde Yunus (as)’dan ilk kez bahsedilmiş ve peygamberimize onun gibi olmaması bildirilmiştir:

* Öyleyse Rabbinin kararı için sabret, bunalan kişi gibi olma. Hani o, bir kez aşırı bunaldığında Rabbine seslenmişti. Eğer Rabbinden o'na bir iyilik ulaşmasaydı, kınanmış bir durumda, boş bir yere atılacaktı. Ancak, Rabbi o'nu seçti, sonra da iyilerden biri yaptı. [Kalem/48–50]

Ancak peygamberimiz, muharref Tevrat’ı okumayan ve Yahudi din adamlarıyla da herhangi bir ilişkisi bulunmayan bir kişi olduğu için, Kalem suresinin indiği tarihte kendisine yukarıdaki ayetler ile bildirilen "Sahibü’l-Hût"un kim olduğunu büyük bir ihtimalle bilmemektedir. Kalem suresindeki bu ayetler ile dikkati çekilip merakı celp edilen peygamberimiz, "Sahibü’l-Hût"un yani Yunus peygamberin kıssasını Saffat suresinden öğrenmiştir. Daha sonra inen Enbiya suresindeki "Zünnûn" ifadesiyle zımnen "Sahibü’l-Hût"un [Yunus peygamberin] kast edildiği de bu bilgiler ışığında anlaşılmaktadır:

* Ve Zünnûn'u [kılıç sahibini, Ninovalı'yı], hani öfkelenerek gitmişti de kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı. Sonra da karanlıklar içinde, "Senden başka ilâh diye bir şey yoktur! Seni tenzih ederim. Şüphesiz ben yanlış; kendi zararlarına iş yapanlardan oldum!" diye seslenmişti. Sonra da Biz, o'na cevap verdik ve o'nu, gamdan/üzüntüden kurtardık. Ve işte, inananları Biz böyle kurtarırız. [Enbiya/87,88]

Yunus peygamber ile ilgili olarak Kur’an’da verilen bilgiler, Kalem, Saffat ve Enbiya surelerinde verilen yukarıdaki bilgilerden ibaret olmasına karşılık, Kitab-ı Mukaddes’te "Yunus" adlı bir bölümle bir hayli ayrıntılı bir Yunus peygamber hikâyesi yer almıştır.

Kitab- Mukaddes’te yer alan Yunus peygamberin hikâyesi, Kur’an’ ile yetinmeyen bazı Müslümanlar tarafından maalesef aşağıdaki şekilde bir ansiklopedik bilgi hâline getirilmiştir:

YUNUS

Geçmiş zamanlar Asurlular diye bir kavim vardı. Bu kavim Ninova şehrinde yaşardı. Ninova o vakitler en büyük şehirlerden biriydi. Hz. Yunus da Allah tarafından bu kavme peygamber olarak gönderildi. Hz. Yunus peygamber olduğu zaman 30 yaşındaydı.

Ninova halkı ticaret ile uğraşan zengin bir ahaliydi. Bu zenginlik halkın gözünü kamaştırıp doğru yoldan ayrılmalarına neden oldu. Artık putlara tapıyorlardı. Ahireti düşünmez olmuşlardı.

Hz. Yunus Ninovalıları Allah yoluna davet etti. Hz. Yunus’a çokça küfürler edildi. Ancak O, yılmadan, yorulmadan, sabırla tam 33 sene boyunca herkesi doğru yola çağırdı. Allah’ın emri ile belli zaman sonra başlarına bir felaket geleceğini anlattı.

Hz. Yunus’un söylediklerine inananlar da inanmayanlar da olmuştu. Hz Yunus Allah’tan izin almadan kavminden ayrıldı. Felaket günü yaklaşıyor, herkes Hz. Yunus’u arıyordu. Fakat kimse bulamıyordu.

Hz. Yunus Dicle kıyısında bir gemiye bindi. Kendisi ile birlikte gemiye binen başkaları da olmuştu. Denize açıldılar.

Bu arada Ninova çok hareketliydi. Çünkü Hz. Yunus’un söylediği gün gelip çatmıştı.

Gündüz aniden güneş yok oldu. Her taraf karanlığa büründü. Etrafta çok korkunç sesler vardı. Herkes birbirine Hz. Yunus’u soruyordu. Şehirdeki putları kırdılar. Allah’a dualar ettiler, yalvardılar. Allah duaları kabul etti. Beklenen felaketi yaratmadı.

Hz. Yunus ise gemideydi. Nasıl olduysa gemi gitmiyordu. Üstelik hiçbir sebebi de yoktu. Gemi batmak üzereydi. Aralarında bir karar aldılar. Kur’a çekilecek ve bir kişi gemiden atılacaktı. Kur’a çekildi. Hz. Yunus çıktı. Kur’ayı yenilediler, tekrar Hz. Yunus çıktı.

Hz. Yunus kalktı ve gömleğini çıkardı. Allah’ın izni olmaksızın kavminden ayrılmıştı. Bu hatası hiç aklından çıkmıyordu. Gün batımında Allah’a tövbe ederek kendini engin sulara attı.

Yaptığı tövbeyi Yüce Allah kabul etti. Hz. Yunus’u kurtarması için büyük bir balık gönderdi. Hz. Yunus denizin sularına gömüldüğünde, balık Hz. Yunus’u yuttu, Hz. Yunus’u karnında muhafaza etti. Daha sonra kıyıya geldiğinde Hz. Yunus’u kıyıya bırakıp uzaklaştı.

Hz. Yunus çok yorgundu, yürüyemiyordu. Sürünerek kumsala doğru ilerledi. Çevreye bakındı. Böcekleri ve zararlı hayvanları gördü. Oraya yığılıvermişti. Çok yakıcı bir güneş vardı. Yüce Allah bir bitki yarattı. Bu bitkinin adı Yaktin idi. Yaktin çok çabuk büyüdü. Hz. Yunus’u güneşten ve böceklerden korudu

Artık Hz. Yunus kendine gelmişti. Fakat nerede olduğunu biliyordu. Yola koyulmak için hazırlıklar yaptı. Sonra yola çıktı. Çok uzun bir yolculuktan sonra Ninova’ya vardı.

Hz. Yunus nihâyet kavminin yanına varmıştı. Ninova’da Hz. Yunus büyük bir sevgi ve saygıyla karşılandı, Hz. Yunus gördü ki putlar yok olmuş, kavmi yalnız ve yalnız Yüce Allah’a ibadet ediyordu. Ninovalılar, doğru yolu bulmuştu. Hz, Yunus çok sevindi. Gördükleri onu çok etkilemişti. Şükretti. Hz. Yunus uzun yıllar kavmi ile beraber Allah’a ibadet ederek yaşadı.

Ölümünün yaklaştığı zaman Ninova’dan ayrıldı. Kimse nereye gittiğini bilmiyordu. Daha sonra bilinmeyen bir tarihte, bilinmeyen bir yerde öldü.

Hz. Yunus'un Asurlulardan ayrı kalması ile beraber, kavim yeniden dinden uzaklaştılar. Bunun üzerine Allah Ninova şehrini düşmanların işgaline izin verdi. Böylece Asurlular devleti yıkıldı.

Bunlardan başka, yaşının 1000’in üstünde olduğu, 950 sene peygamberlik yaptığı gibi Yunus peygamberle ilgili üretilmiş daha birçok Kur’an dışı senaryo mevcuttur. Biz bu örneklerin sayısını arttırmakta yarar görmemekle beraber, bu hikâyelerdeki tutarsızlıkları görmezden gelmek de istemiyoruz.

Meselâ coğrafî bilgiler ve o günün teknolojik seviyesi dikkate alınarak düşünüldüğünde, Kitab-ı Mukaddes’te Yunus peygamberin kaçma teşebbüsüyle ilgili olarak anlatılanların gerçek olması mümkün görünmemektedir. Çünkü Kitab-ı Mukaddes’te geçen Ninova, Yafa ve Tarşiş ile ilgili coğrafî ve tarihî bilgiler şöyledir:

Ninova: Asur krallığının başkenti. Dicle’nin sol kıyısında, ırmağın Hoser ile birleştiği yerde ...[M. Laorusse c:9, s:362]

Yafa: İsrail devletinde şehir. Tel Aviv’in varoşu. Akdeniz’e hâkim yüksek bir burunda. Sayfiye yeri ... [M. Laorusse c:12, s:686]

Tarşiş: Esk coğ. Tartessos ülkesinin adlarından biri. Endülüs bölgesine o sırada Tartessos (Tharsis) ülkesi adı veriliyordu ...[M. Laorusse c:11, s:911-913]

Bazı eserlerde "Tarşiş" sözcüğü "Tarsus" olarak değiştirilse bile Kitab-ı Mukaddes’teki sözcük "Tarşiş"tir. Bu bilgilere göre Yunus peygamberin gemisinin Doğu Akdeniz’de bir liman kenti olan Yafa’dan kalkıp Akdeniz’i bir uçtan bir uca geçerek İspanya’ya kadar gidebilecek bir gemi olması gerekmektedir ki, o çağlardaki gemilerin bu kadar uzun bir yolculuğu yapabilmesi imkânsızdır.

Yunus peygamberin Kitab-ı Mukaddes’te anlatılan hikâyesindeki bir başka mantıksız olay da, bir insanı bir bütün olarak yutabilecek bir balığın mevcudiyeti ve o insanın bu balığın karnında üç gün süreyle kalmasıdır. Bir insanı parçalamadan yutabilecek bir balık hayal edilse bile sindirim sistemi çalışmayan bir balık düşünülemez. Kaldı ki, böyle bir balığın var olamayacağı konusunda Kur’an’da da bir işaret vardır. Şöyle ki; Saffat suresinin 143, 144. ayetleri, -eğer tesbih edenlerden olmasaydı- Yunus peygamberin diriliş gününe kadar balığın karnında kalacak olduğunu bildirmektedir. Yani, sözcüklerin hakikat manaları ile değerlendirilmesi durumunda, ayetten bu balığın Yunus peygamberi karnında taşıyarak kıyamet gününe kadar yaşayacağı anlamı çıkar ki, böyle bir şey mümkün değildir. Kur’an mantıksız, akıl dışı bir husus içermediğine göre, Yunus peygamberin balık tarafından yutulması, olsa olsa bir kinayedir.

Bu mantıksızlıklar bir yana, Kitab-ı Mukaddeste Yunus peygamber hakkında yazanlar ve bunlara dayanarak uydurulan hikâyeler Kur’an ile de uyuşmamaktadır:

*Yunus peygamberin kaçışı Kur’an’da "ibak" sözcüğü ile ifade edilmiştir. Bu sözcük; "Kölenin efendisinden kaçışı" demek olup Kitab-ı Mukaddes’teki gibi "Rabbin önünden kaçmak" anlamına gelmez. Zaten Kalem suresinin 50. ve Saffat suresinin 147, 148. ayetlerine göre elçilik görevi, tekrar Yunus peygambere bu kaçmaya çalışma macerasından sonra verilmiştir.

*Kur’an Yunus peygamberin dopdolu bir gemiye doğru kaçtığını bildirmektedir. Yani, Yunus peygamber gemiye doğru kaçmış ama ona binmemiştir. Çünkü ayetteki ifadede yaklaştırma edatı olan "ila" harf-i cerri kullanılmıştır. Eğer zarfiyyet edatı olan "fi" harf-i cerri kullanılsa idi, bundan Yunus peygamberin dopdolu gemiye bindiği ve dopdolu gemide kaçtığı anlaşılırdı.

*Yolculuk esnasında geminin fırtınaya yakalanması ve Yunus peygamberin denize atılması gibi olaylar ise Kur’an’da hiç yer almamaktadır.

Yunus peygamberin Kur’an dışı hikâyesindeki akıl dışı olayları mucize kabul ederek Allah’ın kudretinin bunları yapmaya yeteceğini ileri sürmek, bize göre yanlıştır. Çünkü Yunus peygamber kıssası gibi kıssaların Kur’an’da yer alma sebebi, Rabbimizin bir güç gösterisi veya muktedir olduğu mucizelerin beyanı değildir. Ayrıca bu olaylar bir mucize de değildir. Mucize olabilmesi için söz konusu olayların bir peygamber tarafından, getirdiği mesajın doğruluğunu ispat etmek üzere ve herkesin gözleri önünde yapılmış olması gerekir.

Şüphesiz ki Yüce Allah her şeye kadirdir. Fakat buradaki konu Rabbimizin kudreti değil, Yunus peygamber hakkında anlatılanların gerçekten meydana gelip gelmediğidir. Yani burada şu soruya cevap aranmalıdır: Acaba, Saffat 143, 144. ayetlerde sözü edilen olay, sözcüklerin hakikat manaları doğrultusunda gerçekten meydana gelmiş midir, yoksa bu sözcükler ayetlerde mecaz anlamda mı kullanılmıştır?

Kur’an’ın anlatım özellikleri ve ayet çeşitleri dikkate alındığında, bazı sözcüklerin mecaz anlamlarda kullanıldığı, dolayısıyla da Yunus peygamber ile ilgili ifadelerin müteşabih olduğu anlaşılmaktadır:

1- Kalem suresinin 48. ayetindeki "makzum" sözcüğü aslında "boğazın tıkanması, sıkıntıdan nefes alamamak" demektir. Sözcüğün bu anlamı Türkçeye "nefes nefese", "soluk soluğa", "havasızlıktan boğulacak hâlde" deyimleriyle çevrilebilir. Ancak bu nefes darlığı, içinde bulunulan dertten, sıkıntıdan, ıstıraptan da kaynaklanabilir. Nitekim Yunus peygamberle ilgili diğer ayetler göz önüne alındığında, bu nefes darlığının sözcüğün hakikat anlamına uygun olarak havasızlıktan değil, sıkıntıdan kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

2- Enbiya suresinin 87. ayetinde Yunus peygamberin "karanlıklar içinde" olduğu bildirilmiştir. Buradaki karanlık da yine sözcüğün hakikat anlamına uygun olan "ışıksızlık" değil, zihinsel bunalımdır. Bunu anlamak için Bakara suresinin 257. ayetine bakmak gerekir:

* Allah, inananların yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınıdır; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimselere gelince; onların yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınları tâğûttur ki kendilerini aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Bunlar, cehennem ashâbıdır. Onlar, orada sürekli kalıcıdırlar. [Bakara/257]

Görüldüğü gibi ne Yüce Allah karanlıkta kalanları kurtarmak için onlara ışık tutacağını söylemekte, ne de tağut, saptırdıklarının ışıklarını söndürmek suretiyle karanlığa sürüklemektedir. Dolayısıyla nur "manevî aydınlık, mutluluk"; karanlık da "zihinsel karanlık, bunalım" anlamına gelmektedir.

3- Enbiya suresinin 88. ayetinde Rabbimiz Yunus peygamberi "ğamm"dan kurtardığını bildirmektedir. "Ğamm" sözcüğü ve türevleri hakikat manasında "bulut" demektir. Fakat sözcük mecazen "keder, üzüntü, sıkıntı, bunalım, karanlık" anlamlarında da kullanılır. Nitekim Türkçeye de bu anlamıyla geçmiştir. Dolayısıyla "ğamm" sözcüğü bu ayette Yunus peygamberin buluttan kurtarıldığını değil, üzüntüden, sıkıntıdan kurtarıldığını ifade etmektedir.

4- Saffat suresinin 142. ayetindeki "onu hut yutmuştu" ifadesi, Yunus peygamberle ilgili diğer ayetler göz önüne alındığında Yunus peygamberin üzüntüye boğulduğu, sıkıntıya düştüğü, bunalıma girdiği anlamına gelmektedir. Yunus peygamberin dopdolu [yükünü tamı tamına almış] bir gemiye doğru kaçtığı [gittiği] hatırlanacak olursa, dopdolu olması sebebiyle gemiye binememesi onu üzmüş, bunalıma düşürmüş olmalıdır. Çünkü Yunus peygamber, gemiye binmek isteyen birçok yolcu arasında, kimin gemiye bineceğini belirlemek için çekilen kur’ada kaybetmiş, gemiye binip kaçamamış, bu yüzden de üzülmüş, sıkılmış ve bunalmıştır. Yunus peygamberin -eğer tesbih edenlerden olmasaydı- diriliş gününe kadar balığın karnında kalacak olduğunun bildirilmesi ise Yunus peygamberin sıkıntısının, bunalımının uzun süreceğinden kinayedir.

Gerek "حوت hut" sözcüğünün esas anlamı, gerekse Yunus peygamber ile ilgili ifadelerin müteşabih olması, Yunus peygamber ile ilgili ayetlerdeki "hut" sözcüğünün "balık" anlamında kullanılmadığını göstermektedir.

Yunus peygamberin verilen vazifeyi ağır görüp görev alanından uzaklaşmasıyla başlayan serüveni Araplarca biliniyor olmalı ki, peygamberimize bu hatırlatma yapılıyor. Yunus peygamber ile ilgili olarak Saffat/139-148, Enbiya/87-88. Neml/10, Kasas/31. ayetleri incelenebilir.
51) Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, o öğüdü/Kur'ân'ı işittikleri zaman az daha seni bakışlarıyla gerçekten devirecekler; sana yiyeceklermiş gibi bakacaklar ve "O şüphesiz bir delidir/gizli güçlerin desteklediği biridir" diyecekler.
İnkarcılar peygamberimize o kadar kin duyuyorlardı ki, Kur'an'ı işittikleri zaman ona yiyecekmiş gibi bakıyorlardı. Ayetin halk kültüründeki "nazar" denilen inanışla herhangi bir ilgisi yoktur. Bu nedenle ayetin nazar duası diye okunması temelsiz ve yanlış bir davranıştır. Çünkü dua, Allah'tan bir şey istemektir. Bu ayette ise Allah'tan istenen herhangi bir şey yoktur. Allah’ın peygamberimize yaptığı bir açıklamayı içermektedir.
52) Hâlbuki Kur'ân, bütün âlemler için bir öğütten başka bir şey değildir.