1Şüphesiz Biz sana bol nimet verdik.
Bazı sapkın zihniyet sahipleri, Kur'an'daki "إنّا, نحن Biz" ifadelerinden yola çıkarak Allah'ın bu ifadeyi kullanarak yaptığını söylediği işleri velîleri, dostları ile birlikte yaptığını ileri sürmüşler, böylece sadece Allah'a ait sıfat ve tasarrufların kendi uydurdukları "evliya" takımına da yakıştırılması için çaba göstermişlerdir.
Oysa Kur'an'daki "إنّا ,نحن Biz" sözcüğüyle azamet/ululuk kast edilmektedir. Bu ifade biçimi birçok dilde uygulanmaktadır. Nitekim krallar ve güçlü yöneticiler de tarihî fermanlarında kendilerinden "biz" diye söz etmektedirler. Modern bir ifade biçimi olarak karşımızdaki insana "siz" diye hitap etmek de buna benzer bir durumdur.
Kevser
"كوثر Kevser" sözcüğü Arapça'da "فوعل fev'al" kalıbında bir kelime olup "كثرة kesret [çokluk]" kökünden türemiştir. Anlamı "alabildiğine, aşırı derecede çok" demektir. Araplara göre sayısı, değeri, önemi çok olan her şey "kevser"dir. Meselâ, çıktığı geziden yakınlarına aldığı hediyelerle dönen bir kişinin getirdiği hediyelerin çokluğunu belirtmek için "kevser getirdi" tabiri kullanılır. "Kevser" sözcüğü Arapçada somut şeylerin çokluğu için kullanıldığı gibi, soyut kavramların çokluğu için de kullanılır. Bunun örneği büyük edip el-Kumeyt'in bir şiirinde görülmektedir:
"وانت كثير يا ابن مروان طيّب Ve ente kesirun ya ibne Mervane tayyibu! [Ey Mervan oğlu, sen ne çok ve hoşsun!]
"وكان ابوك ابن فضائل كوثرا Ve kâne ebûke ibnu Fedâili kevsera [Baban İbnu Fedail ise daha çoktu]. [Lisanü’l Arab, "k s r" mad.]
Peygamberimize "kevser"i veren Allah olduğuna göre, ayette geçen "kevser" sözcüğü ile dünyada ve ahirette "çok, pek çok hayır ve güzel şeyler" kastedildiği söylenebilir. Ancak surede geçen "çok, pek çok hayır ve güzel şeyler"in neler olduğuna gelince, bu konuda birçok farklı görüş ileri sürülmüştür. Rivayet tefsirlerinde yer alan bu görüşlerden bazıları şöyledir:
"Kevser"
- İslâm dinidir.
- İlimdir.
- Güzel ahlâktır.
- Bu suredeki mucizevî özelliktir.
- Şefaat makamıdır.
- Cennette bir ırmağın adıdır.
- Cennette bir havuzdur.
- Peygamberliktir
- Peygamberlik şerefidir.
- Peygambere verilen bütün nimetlerdir.
- Peygamberin meziyetleridir.
- Peygamberin ünüdür.
- Peygamberin evlâtlarının çokluğudur.
- Peygamberin ümmetinin çokluğudur.
- Peygamberin ümmetinin âlimleridir.
"Kevser"in ne olduğu hakkında ileri sürülen görüşler bunlarla sınırlanamayacak kadar çoktur. Konu hakkındaki ifrat bu görüşlerin çokluğunda değil, her bir görüş için yapılmış olan yüzlerce açıklamanın içeriğindedir. Bu açıklamalar peygamberimizi bütün diğer peygamberlerin özelliklerini kendisinde toplayan ve hepsinin gösterdiği mucizeleri tek başına gösterebilen bir konuma getirmekte, âdeta ilâhlaştırmaktadır.
Bize göre peygamberimize verilen "Kevser", Duha ve İnşirah sureleri ile Hicr suresinin 87. ayetinde bahsedilen lütuflardır:
* O seni yetim olarak bulup barınağa kavuşturmadı mı? Seni dosdoğru yol dışında biri olarak bulup da dosdoğru yola kılavuzluk etmedi mi? Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi mi? [Duha/6–8]
* Biz, senin için, senin göğsünü açmadık mı? Senden ağır yükünü indirmedik mi? –Ki o, senin belini çatırdatmıştı.– Senin şanını da senin için yüceltmedik mi? [İnşirah/1–4]
* Andolsun ki Biz sana katmerli katmerli nice nimetleri ve büyük Kur’ân'ı verdik. [Hicr/87]
Hicr suresinin 87. ayetindeki "سبعا من المثانى ikililerden yediyi" ifadesi için pek çok görüş ileri sürülmüştür. Bu ifade bize peygamberimizin hayatındaki yedi köklü değişikliği hatırlatmaktadır. Bu değişiklikler, peygamberimizin iradesi ve gayreti dışında, görünür bir sebep olmadan, Allah tarafından yapılan değişikliklerdir. "İkililer" ifadesinin bize düşündürdüğü ise; bu değişikliklerin meydana geldiği konuların olumlu ve olumsuz hâllerinin birlikteliği, yani varlık alanındaki zıtlıklardan oluşan ikililerdir. Bu ikililerden oluşan değişiklikleri peygamberimizin hayatındaki "eksiler" ve "artılar" olarak isimlendirip listelersek karşımıza aşağıdaki tablo çıkmakta, bu da bize "ikililerden yedi" ifadesi hakkında ışık tutmaktadır:
Eksiler Artılar:
Sıradan birisi idi: Seçilip peygamber yapıldı
Yetim idi: Barınağa kavuşturuldu
Şaşırmış idi: Doğruya iletildi
Dar gelirli idi: Zenginleştirildi
Sıkıntılıydı: Göğsü açıldı, ferahlatıldı
Yükü ağırdı: Ağır yükü hafifletildi
Adı unutulacaktı: Adı, sanı ve şanı yüceltildi
İ'tâ [Vermek]
Arapça'da vermek sözcüğü "اعطاء i'tâ" veya " ايتاء îtâ" sözcükleriyle ifade edilir. "İ'tâ" sözcüğü, bir şeyi emanet veya geçici olarak değil, temlik veya devir yoluyla temelli olarak verme anlamındadır. Bu anlam aynı zamanda bir lütuf olarak vermeyi de içeren bir anlamdır. "Îtâ" ise "i'tâ"yı da kapsayacak şekilde, daha geniş anlamda (yol açarak, engelleri aşarak; getirerek- götürerek vermek) kullanılır. Yani "îtâ" hem temlik ve lütuf olarak vermeyi, hem de bir görev olarak süreli, emanet vermeyi ifade etmektedir. Kevser suresinde "i'tâ" ifadesi kullanıldığı için peygamberimize verilenlerin ilahî bir lütuf olduğu, bir şeye karşılık verilmediği ve emanet olmadığı anlaşılmaktadır. Keza Sad suresinin 39. ayetinde, Süleyman peygambere verilenlerin de aynı özellikte olduğu bu sözcüğün bir başka kullanım şekli olan "عطاء Atâ" ile ifade edilmesinden anlaşılmaktadır. Hicr suresinin 87. ayetinde peygamberimize verildiği belirtilenler ise hem lütuf hem de peygamberlik göreviyle bağlantılı olduğundan "îtâ" kelimesi ile ifade edilmiştir.
2Öyleyse Rabbin için salât et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek ol; toplumu aydınlatmaya çalış] ve karşılaşacağın zorlukları göğüsle!
Arap edebiyatının önemli sanatlarından biri olan ve daha önce Fatiha suresinde gördüğümüz "İltifat" sanatı bu ayette de hemen dikkati çekmektedir. Birinci ayette "إنّا Biz" zamiri kullanılmış ve ikinci ayette bu akışa uygun olarak "لنا Bizim için" denmesi gerekiyorken üçüncü tekil kişiye dönülerek "لربّك Rabbin için" denilmiştir.
"Biz" zamirinden "Rabb" ismine dönülmek suretiyle yapılan "İltifat" sayesinde hem ikinci ayet hükmünün etkinliği arttırılmış, hem de Alak suresinden bu yana hep ön plânda tutulmuş olan Allah'ın "Rabb" olma özelliği bu surede de ön plâna çıkarılmıştır. Çünkü dünyadaki ve ahiretteki yaşamımızın her anı, Allah'ın "Rabb"lığı, programcılığı ile tasarladığı üzere gerçekleşmekte ve insanların da bunu akıllarından hiçbir zaman çıkarmamaları gerekmektedir.
Ayette geçen "صلّ salli" sözcüğünün kökü ve türevlerinden Salat ile ilgili ayrıntılı bilgi Alak suresinde verilmiştir.
nahr
"نحر Nahr" sözcüğü bir kaç kelime ile Türkçeye çevrilemeyeceği için aynen bırakılmış, açıklaması burada yapılmıştır.
Belirtmek gerekir ki, "nahr" sözcüğü klâsik eserlerde iyice irdelenmeden Türkçeye en uzak anlamı olan "kurban kes" şeklinde çevrilmiştir. Bu durum, "Ğalât-ı meşhur, fasih lisana yeğdir [meşhur olmuş hatalı sözcük, orijinaline tercih edilir]" kuralına tamı tamına denk düşen bir uygulamadır. Ne var ki, yapılan galâtın/hatanın sürdürülmesi edebiyat alanında önemli bir sakınca doğurmayabilir ama dinin temel ilkelerinin ğalat bir anlamla yozlaşması, göze alınamayacak kadar büyük bir sakıncadır.
İsim olarak kullanıldığında "göğüs, gerdan" anlamına gelen "nahr" sözcüğü, mastar olarak kullanıldığında "eli göğse değdirmek, göğüslemek, devenin göğsüne bıçak saplayıp kesmek" [Lisanü’l Arab, "n h r" mad.] anlamlarına gelir. Türkçedeki "intihar" sözcüğünün aslı da buradan gelmektedir. Sözcük ayette "وانحر ve-nhar" emir kipiyle yer aldığına göre sözcüğün mastar hâlinin taşıdığı üç değişik anlamın da incelenmesi gerekir.
Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki birinci anlamı "elini göğsüne değdir" emridir. İmam-ı Şafii "ve-nhar" emrini "kurban kes" ya da "deve kes" olarak değil, "ellerini göğsüne değdir" olarak anlamış ve namaz kılarken alınan ara tekbirlerde ellerin göğse değdirilmesine içtihat etmiştir. Bu nedenle Şafii mezhebine mensup olanlar namaz kılarken bu içtihada uyarlar.
Şii müfessir ve fakihler de, Ali ve ehlibeyt kaynaklı rivayetleri dikkate alarak bu emri namazda kıyamda iken ellerin göğse kaldırılması ve namazda tekbir getirirken ellerin boğaz çukurluğunun hizasına kadar kaldırılması olarak anlamış ve bu şekilde uygulamışlardır.
Kimileri de aynı emri namazda göğsün kıbleye döndürülmesi, kesinlikle başka yönlere yalpalanılmaması gerektiği şeklinde anlamışlardır.
Ebu Hanife'nin bu ayeti nasıl anladığına gelince; o günkü siyasal iktidarın söylemine aykırılıklar taşıması sebebiyle olsa gerek, eserleri zamanın idarecileri tarafından yok edilmiş, bu nedenle de konu hakkındaki yorumu bize kadar intikal edememiştir.
Ancak bütün bu anlayışların namaz esnasındaki bedensel hareketlere yönelik olarak ortaya konduğu dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Oysa ayette bu hareketin namazda olacağına dair hiçbir işaret, delâlet ya da karine [ipucu] yoktur.
Bize göre, Tazarrulu duada başlama tekbirinde ya da her "Allahu Ekber [Allah her şeyden daha büyüktür]" deyişimizde ellerimizi göğsümüze kaldırmamız, aynı anda beden dilimizle de bu inanç ve anlayışımızı pekiştirdiğimiz anlamını taşımaktadır. Yaptığımız bu hareket, Allah'tan başka her şeyi arkaya attığımızı ifade eden sembolik bir davranıştır. Sure peygamberimize hitap ettiğine göre, Yüce Allah’ın bu emirle peygamberimizden istediği, "hakkında çıkarılan kin dolu söylentileri, kendisine yapılan kötü davranışları, düşmanlıkları, hileleri ve tuzakları arkaya atması, dikkate almaması, boş vermesi, elini sallayıp geçivermesi"dir.
Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki ikinci anlamı "göğüslemek, göğüs göğse gelmek" demektir. Sözcüğün en fazla kullanılan anlamlarından biri olan bu anlam, Arap şairleri tarafından boğaz boğaza gelmeyi, göğüs göğse dövüşmeyi ifade etmek için kullanılmıştır. Ayrıca "evleri göğüs göğse [karşı karşıya]" deyiminde de bu anlamda kullanılmıştır. [Lisanü’l Arab, "n h r" mad.]
Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki üçüncü anlamı ise "deveyi göğsünden hançerle kesmek" demektir. Dikkat edilirse bu anlam içinde "kurban" sözcüğü yer almamaktadır. Bu anlam esas alındığında, ayetten "kurban kes" veya "deveyi kurban kes" gibi anlamlar çıkmaz, sadece "deve kes" anlamı çıkar. Bu takdirde ayetin anlamı "Seni üzüyorlar, sana düşmanlık ediyorlar, sen de uyluklarını hareket ettir, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve tağuta karşı çık, çok çalış, çok gayret et, destek ol, sosyal yardım yap ve deve kes!" olur. O günkü şartlar altında peygamberimize kasaplık yapmasının emredilmiş olması anlamsızdır. Çünkü bu sure indiğinde peygamberimiz hâlâ insanlara tebliğde zorlanmaktadır, yeterince taraftar edinememiştir. İşler henüz teori/iman boyutundadır. Tebliğin dışında herhangi bir eylem söz konusu değildir.
Kurban ile ilgili olarak Kütüb-ü Sitte'de [Altı Büyük Hadis Kitabı’nda] 26 rivayet mevcuttur. Ama bunların çoğu aynı rivayetin farklı kişiler tarafından nakledilmiş varyasyonlarıdır. Bu rivayetlerin hepsinde konu edilen kurban ve kurban ile ilgili bilgiler, hacda hacıların mükellef tutulduğu "هدى Hedy" kurbanına [Hacıların hediye olarak kestiği kurbana]" yöneliktir, yoksa bayram günlerinde hayvan kesmeye yönelik değildir. Rivayetlerin ve tarihî belgelerin hiçbirinde, ne Mekke'de bu surenin indiği dönemlerde, ne de Medine’de hacc farz oluncaya kadar herhangi bir kurban olayı anlatımı söz konusu değildir. Özetlemek gerekirse, bu ayetler indiği zaman Mekke'de ne peygamberimiz ne de o günkü Müslümanlar kurban kesme şeklinde bir ibadet yapmıştır.
Ragıb el İsfehânî de Müfredat adlı eserinde "nahr"ı hacc esnasında Mina'da kesilmesi gereken hediye olarak açıklar. Ancak Hedy'den bahseden Bakara suresinin 196. ayeti, Maide suresinin 2, 95 ve 97. ayetleri ve Feth suresinin 25. ayeti henüz inmemiştir, çünkü bu ayetler Medenî'dir. Dolayısıyla Kevser suresi indiği sırada hacc ile ilgili bir hüküm henüz ortada yoktur. Böyle olmasına rağmen Ragıb'a göre de "nahr" hacda kesilen hediyenin dışında bir şey değildir, kurban adı altında günümüzde yapılan kesimle bir ilgisi yoktur.
Bazıları kurban konusunu İbrahim peygambere bağlarlar ve onun oğlunu kurban edişini konu alan birçok Kur'an dışı kültürü kendilerine kaynak kabul ederek detaylara girerler. Oysa Saffat suresinin 83-113. ayetlerine baktığımızda, bu olayların kurbanla herhangi bir ilgisinin olmadığı görülmektedir. Bazıları da Maide suresinin 27-31. ayetlerindeki "iki âdemoğlu" kıssasından yola çıkarak kurbana kaynak aramaya çalışmışlardır. Ne var ki, ilgili pasajın da hayvan kurban etme gibi bir anlamı bulunmamaktadır.
Yukarıdaki açıklamaların ışığı altında Kevser suresinin 2. ayeti; "Madem Rabbin sana kevseri [bu kadar bol nimeti] verdi, öyleyse sen de Rabbin için çok çalış, çok gayret et, uyluklarını hareket ettir, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve tağuta karşı çık, destek ol, sosyal yardım yap, gerisini boş ver, düşünme, önüne gelecek her zorluğu göğüsle, sabret!" anlamındadır.
3Şüphesiz seni horlayan, sonu olmayanın; yaptıkları, işe yaramayanın ta kendisidir!
"ابتر Ebter" sözcüğü "بتر beter" sözcüğünden türemiştir. İlk anlamı "kuyruğu köküne kadar kesmek" demektir. [Lisanü’l Arab, "b t r" mad.] Kuyruğu olmayan eşeğe "حمار ابتر hımarun ebterü" denilirdi. Daha sonraları hayır hasenat yapmayan kimselere, zürriyeti olmayanlara, özellikle de erkek çocuğu olmayanlara denilir oldu. Bilindiği gibi, kız çocuğu şark kültüründe evlâttan sayılmazdı.
Bu sözcük Türkçeye de geçmiştir. Birisine beddua ederken "beter ol!" denir. Bunun anlamı "senin sonun olmasın, perişan ol!" demektir.
İlk andan itibaren bütün kâfirler peygamberimizi değişik sıfat ve yakıştırmalarla kötülemeye çalışmışlardır. Kâfirliği bir nitelik olarak aldığımızda, dünyada inkârcılar var oldukça peygamberimizi kötüleme ve gözden düşürme eylemlerinin de devam edeceği açıktır. Ne var ki, peygamberimize ve dolayısıyla İslâm'a o günlerde sataşanların eli boş kaldığı gibi, bundan sonra da boş kalacaktır. O günkülerin hem emekleri boşa çıkmış; düzenleri, inançları bitmiş, hem de nesepleri, soy ve sopları dünya sahnesinden silinip gitmiştir. Bu ayetlerden anlıyoruz ki, bugün de yarın da yine aynı şekilde olacaktır.
Bazı sapkın zihniyet sahipleri, Kur'an'daki "إنّا, نحن Biz" ifadelerinden yola çıkarak Allah'ın bu ifadeyi kullanarak yaptığını söylediği işleri velîleri, dostları ile birlikte yaptığını ileri sürmüşler, böylece sadece Allah'a ait sıfat ve tasarrufların kendi uydurdukları "evliya" takımına da yakıştırılması için çaba göstermişlerdir.
Oysa Kur'an'daki "إنّا ,نحن Biz" sözcüğüyle azamet/ululuk kast edilmektedir. Bu ifade biçimi birçok dilde uygulanmaktadır. Nitekim krallar ve güçlü yöneticiler de tarihî fermanlarında kendilerinden "biz" diye söz etmektedirler. Modern bir ifade biçimi olarak karşımızdaki insana "siz" diye hitap etmek de buna benzer bir durumdur.
Kevser
"كوثر Kevser" sözcüğü Arapça'da "فوعل fev'al" kalıbında bir kelime olup "كثرة kesret [çokluk]" kökünden türemiştir. Anlamı "alabildiğine, aşırı derecede çok" demektir. Araplara göre sayısı, değeri, önemi çok olan her şey "kevser"dir. Meselâ, çıktığı geziden yakınlarına aldığı hediyelerle dönen bir kişinin getirdiği hediyelerin çokluğunu belirtmek için "kevser getirdi" tabiri kullanılır. "Kevser" sözcüğü Arapçada somut şeylerin çokluğu için kullanıldığı gibi, soyut kavramların çokluğu için de kullanılır. Bunun örneği büyük edip el-Kumeyt'in bir şiirinde görülmektedir:
"وانت كثير يا ابن مروان طيّب Ve ente kesirun ya ibne Mervane tayyibu! [Ey Mervan oğlu, sen ne çok ve hoşsun!]
"وكان ابوك ابن فضائل كوثرا Ve kâne ebûke ibnu Fedâili kevsera [Baban İbnu Fedail ise daha çoktu]. [Lisanü’l Arab, "k s r" mad.]
Peygamberimize "kevser"i veren Allah olduğuna göre, ayette geçen "kevser" sözcüğü ile dünyada ve ahirette "çok, pek çok hayır ve güzel şeyler" kastedildiği söylenebilir. Ancak surede geçen "çok, pek çok hayır ve güzel şeyler"in neler olduğuna gelince, bu konuda birçok farklı görüş ileri sürülmüştür. Rivayet tefsirlerinde yer alan bu görüşlerden bazıları şöyledir:
"Kevser"
- İslâm dinidir.
- İlimdir.
- Güzel ahlâktır.
- Bu suredeki mucizevî özelliktir.
- Şefaat makamıdır.
- Cennette bir ırmağın adıdır.
- Cennette bir havuzdur.
- Peygamberliktir
- Peygamberlik şerefidir.
- Peygambere verilen bütün nimetlerdir.
- Peygamberin meziyetleridir.
- Peygamberin ünüdür.
- Peygamberin evlâtlarının çokluğudur.
- Peygamberin ümmetinin çokluğudur.
- Peygamberin ümmetinin âlimleridir.
"Kevser"in ne olduğu hakkında ileri sürülen görüşler bunlarla sınırlanamayacak kadar çoktur. Konu hakkındaki ifrat bu görüşlerin çokluğunda değil, her bir görüş için yapılmış olan yüzlerce açıklamanın içeriğindedir. Bu açıklamalar peygamberimizi bütün diğer peygamberlerin özelliklerini kendisinde toplayan ve hepsinin gösterdiği mucizeleri tek başına gösterebilen bir konuma getirmekte, âdeta ilâhlaştırmaktadır.
Bize göre peygamberimize verilen "Kevser", Duha ve İnşirah sureleri ile Hicr suresinin 87. ayetinde bahsedilen lütuflardır:
* O seni yetim olarak bulup barınağa kavuşturmadı mı? Seni dosdoğru yol dışında biri olarak bulup da dosdoğru yola kılavuzluk etmedi mi? Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi mi? [Duha/6–8]
* Biz, senin için, senin göğsünü açmadık mı? Senden ağır yükünü indirmedik mi? –Ki o, senin belini çatırdatmıştı.– Senin şanını da senin için yüceltmedik mi? [İnşirah/1–4]
* Andolsun ki Biz sana katmerli katmerli nice nimetleri ve büyük Kur’ân'ı verdik. [Hicr/87]
Hicr suresinin 87. ayetindeki "سبعا من المثانى ikililerden yediyi" ifadesi için pek çok görüş ileri sürülmüştür. Bu ifade bize peygamberimizin hayatındaki yedi köklü değişikliği hatırlatmaktadır. Bu değişiklikler, peygamberimizin iradesi ve gayreti dışında, görünür bir sebep olmadan, Allah tarafından yapılan değişikliklerdir. "İkililer" ifadesinin bize düşündürdüğü ise; bu değişikliklerin meydana geldiği konuların olumlu ve olumsuz hâllerinin birlikteliği, yani varlık alanındaki zıtlıklardan oluşan ikililerdir. Bu ikililerden oluşan değişiklikleri peygamberimizin hayatındaki "eksiler" ve "artılar" olarak isimlendirip listelersek karşımıza aşağıdaki tablo çıkmakta, bu da bize "ikililerden yedi" ifadesi hakkında ışık tutmaktadır:
Eksiler Artılar:
Sıradan birisi idi: Seçilip peygamber yapıldı
Yetim idi: Barınağa kavuşturuldu
Şaşırmış idi: Doğruya iletildi
Dar gelirli idi: Zenginleştirildi
Sıkıntılıydı: Göğsü açıldı, ferahlatıldı
Yükü ağırdı: Ağır yükü hafifletildi
Adı unutulacaktı: Adı, sanı ve şanı yüceltildi
İ'tâ [Vermek]
Arapça'da vermek sözcüğü "اعطاء i'tâ" veya " ايتاء îtâ" sözcükleriyle ifade edilir. "İ'tâ" sözcüğü, bir şeyi emanet veya geçici olarak değil, temlik veya devir yoluyla temelli olarak verme anlamındadır. Bu anlam aynı zamanda bir lütuf olarak vermeyi de içeren bir anlamdır. "Îtâ" ise "i'tâ"yı da kapsayacak şekilde, daha geniş anlamda (yol açarak, engelleri aşarak; getirerek- götürerek vermek) kullanılır. Yani "îtâ" hem temlik ve lütuf olarak vermeyi, hem de bir görev olarak süreli, emanet vermeyi ifade etmektedir. Kevser suresinde "i'tâ" ifadesi kullanıldığı için peygamberimize verilenlerin ilahî bir lütuf olduğu, bir şeye karşılık verilmediği ve emanet olmadığı anlaşılmaktadır. Keza Sad suresinin 39. ayetinde, Süleyman peygambere verilenlerin de aynı özellikte olduğu bu sözcüğün bir başka kullanım şekli olan "عطاء Atâ" ile ifade edilmesinden anlaşılmaktadır. Hicr suresinin 87. ayetinde peygamberimize verildiği belirtilenler ise hem lütuf hem de peygamberlik göreviyle bağlantılı olduğundan "îtâ" kelimesi ile ifade edilmiştir.
2Öyleyse Rabbin için salât et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek ol; toplumu aydınlatmaya çalış] ve karşılaşacağın zorlukları göğüsle!
Arap edebiyatının önemli sanatlarından biri olan ve daha önce Fatiha suresinde gördüğümüz "İltifat" sanatı bu ayette de hemen dikkati çekmektedir. Birinci ayette "إنّا Biz" zamiri kullanılmış ve ikinci ayette bu akışa uygun olarak "لنا Bizim için" denmesi gerekiyorken üçüncü tekil kişiye dönülerek "لربّك Rabbin için" denilmiştir.
"Biz" zamirinden "Rabb" ismine dönülmek suretiyle yapılan "İltifat" sayesinde hem ikinci ayet hükmünün etkinliği arttırılmış, hem de Alak suresinden bu yana hep ön plânda tutulmuş olan Allah'ın "Rabb" olma özelliği bu surede de ön plâna çıkarılmıştır. Çünkü dünyadaki ve ahiretteki yaşamımızın her anı, Allah'ın "Rabb"lığı, programcılığı ile tasarladığı üzere gerçekleşmekte ve insanların da bunu akıllarından hiçbir zaman çıkarmamaları gerekmektedir.
Ayette geçen "صلّ salli" sözcüğünün kökü ve türevlerinden Salat ile ilgili ayrıntılı bilgi Alak suresinde verilmiştir.
nahr
"نحر Nahr" sözcüğü bir kaç kelime ile Türkçeye çevrilemeyeceği için aynen bırakılmış, açıklaması burada yapılmıştır.
Belirtmek gerekir ki, "nahr" sözcüğü klâsik eserlerde iyice irdelenmeden Türkçeye en uzak anlamı olan "kurban kes" şeklinde çevrilmiştir. Bu durum, "Ğalât-ı meşhur, fasih lisana yeğdir [meşhur olmuş hatalı sözcük, orijinaline tercih edilir]" kuralına tamı tamına denk düşen bir uygulamadır. Ne var ki, yapılan galâtın/hatanın sürdürülmesi edebiyat alanında önemli bir sakınca doğurmayabilir ama dinin temel ilkelerinin ğalat bir anlamla yozlaşması, göze alınamayacak kadar büyük bir sakıncadır.
İsim olarak kullanıldığında "göğüs, gerdan" anlamına gelen "nahr" sözcüğü, mastar olarak kullanıldığında "eli göğse değdirmek, göğüslemek, devenin göğsüne bıçak saplayıp kesmek" [Lisanü’l Arab, "n h r" mad.] anlamlarına gelir. Türkçedeki "intihar" sözcüğünün aslı da buradan gelmektedir. Sözcük ayette "وانحر ve-nhar" emir kipiyle yer aldığına göre sözcüğün mastar hâlinin taşıdığı üç değişik anlamın da incelenmesi gerekir.
Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki birinci anlamı "elini göğsüne değdir" emridir. İmam-ı Şafii "ve-nhar" emrini "kurban kes" ya da "deve kes" olarak değil, "ellerini göğsüne değdir" olarak anlamış ve namaz kılarken alınan ara tekbirlerde ellerin göğse değdirilmesine içtihat etmiştir. Bu nedenle Şafii mezhebine mensup olanlar namaz kılarken bu içtihada uyarlar.
Şii müfessir ve fakihler de, Ali ve ehlibeyt kaynaklı rivayetleri dikkate alarak bu emri namazda kıyamda iken ellerin göğse kaldırılması ve namazda tekbir getirirken ellerin boğaz çukurluğunun hizasına kadar kaldırılması olarak anlamış ve bu şekilde uygulamışlardır.
Kimileri de aynı emri namazda göğsün kıbleye döndürülmesi, kesinlikle başka yönlere yalpalanılmaması gerektiği şeklinde anlamışlardır.
Ebu Hanife'nin bu ayeti nasıl anladığına gelince; o günkü siyasal iktidarın söylemine aykırılıklar taşıması sebebiyle olsa gerek, eserleri zamanın idarecileri tarafından yok edilmiş, bu nedenle de konu hakkındaki yorumu bize kadar intikal edememiştir.
Ancak bütün bu anlayışların namaz esnasındaki bedensel hareketlere yönelik olarak ortaya konduğu dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Oysa ayette bu hareketin namazda olacağına dair hiçbir işaret, delâlet ya da karine [ipucu] yoktur.
Bize göre, Tazarrulu duada başlama tekbirinde ya da her "Allahu Ekber [Allah her şeyden daha büyüktür]" deyişimizde ellerimizi göğsümüze kaldırmamız, aynı anda beden dilimizle de bu inanç ve anlayışımızı pekiştirdiğimiz anlamını taşımaktadır. Yaptığımız bu hareket, Allah'tan başka her şeyi arkaya attığımızı ifade eden sembolik bir davranıştır. Sure peygamberimize hitap ettiğine göre, Yüce Allah’ın bu emirle peygamberimizden istediği, "hakkında çıkarılan kin dolu söylentileri, kendisine yapılan kötü davranışları, düşmanlıkları, hileleri ve tuzakları arkaya atması, dikkate almaması, boş vermesi, elini sallayıp geçivermesi"dir.
Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki ikinci anlamı "göğüslemek, göğüs göğse gelmek" demektir. Sözcüğün en fazla kullanılan anlamlarından biri olan bu anlam, Arap şairleri tarafından boğaz boğaza gelmeyi, göğüs göğse dövüşmeyi ifade etmek için kullanılmıştır. Ayrıca "evleri göğüs göğse [karşı karşıya]" deyiminde de bu anlamda kullanılmıştır. [Lisanü’l Arab, "n h r" mad.]
Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki üçüncü anlamı ise "deveyi göğsünden hançerle kesmek" demektir. Dikkat edilirse bu anlam içinde "kurban" sözcüğü yer almamaktadır. Bu anlam esas alındığında, ayetten "kurban kes" veya "deveyi kurban kes" gibi anlamlar çıkmaz, sadece "deve kes" anlamı çıkar. Bu takdirde ayetin anlamı "Seni üzüyorlar, sana düşmanlık ediyorlar, sen de uyluklarını hareket ettir, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve tağuta karşı çık, çok çalış, çok gayret et, destek ol, sosyal yardım yap ve deve kes!" olur. O günkü şartlar altında peygamberimize kasaplık yapmasının emredilmiş olması anlamsızdır. Çünkü bu sure indiğinde peygamberimiz hâlâ insanlara tebliğde zorlanmaktadır, yeterince taraftar edinememiştir. İşler henüz teori/iman boyutundadır. Tebliğin dışında herhangi bir eylem söz konusu değildir.
Kurban ile ilgili olarak Kütüb-ü Sitte'de [Altı Büyük Hadis Kitabı’nda] 26 rivayet mevcuttur. Ama bunların çoğu aynı rivayetin farklı kişiler tarafından nakledilmiş varyasyonlarıdır. Bu rivayetlerin hepsinde konu edilen kurban ve kurban ile ilgili bilgiler, hacda hacıların mükellef tutulduğu "هدى Hedy" kurbanına [Hacıların hediye olarak kestiği kurbana]" yöneliktir, yoksa bayram günlerinde hayvan kesmeye yönelik değildir. Rivayetlerin ve tarihî belgelerin hiçbirinde, ne Mekke'de bu surenin indiği dönemlerde, ne de Medine’de hacc farz oluncaya kadar herhangi bir kurban olayı anlatımı söz konusu değildir. Özetlemek gerekirse, bu ayetler indiği zaman Mekke'de ne peygamberimiz ne de o günkü Müslümanlar kurban kesme şeklinde bir ibadet yapmıştır.
Ragıb el İsfehânî de Müfredat adlı eserinde "nahr"ı hacc esnasında Mina'da kesilmesi gereken hediye olarak açıklar. Ancak Hedy'den bahseden Bakara suresinin 196. ayeti, Maide suresinin 2, 95 ve 97. ayetleri ve Feth suresinin 25. ayeti henüz inmemiştir, çünkü bu ayetler Medenî'dir. Dolayısıyla Kevser suresi indiği sırada hacc ile ilgili bir hüküm henüz ortada yoktur. Böyle olmasına rağmen Ragıb'a göre de "nahr" hacda kesilen hediyenin dışında bir şey değildir, kurban adı altında günümüzde yapılan kesimle bir ilgisi yoktur.
Bazıları kurban konusunu İbrahim peygambere bağlarlar ve onun oğlunu kurban edişini konu alan birçok Kur'an dışı kültürü kendilerine kaynak kabul ederek detaylara girerler. Oysa Saffat suresinin 83-113. ayetlerine baktığımızda, bu olayların kurbanla herhangi bir ilgisinin olmadığı görülmektedir. Bazıları da Maide suresinin 27-31. ayetlerindeki "iki âdemoğlu" kıssasından yola çıkarak kurbana kaynak aramaya çalışmışlardır. Ne var ki, ilgili pasajın da hayvan kurban etme gibi bir anlamı bulunmamaktadır.
Yukarıdaki açıklamaların ışığı altında Kevser suresinin 2. ayeti; "Madem Rabbin sana kevseri [bu kadar bol nimeti] verdi, öyleyse sen de Rabbin için çok çalış, çok gayret et, uyluklarını hareket ettir, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve tağuta karşı çık, destek ol, sosyal yardım yap, gerisini boş ver, düşünme, önüne gelecek her zorluğu göğüsle, sabret!" anlamındadır.
3Şüphesiz seni horlayan, sonu olmayanın; yaptıkları, işe yaramayanın ta kendisidir!
"ابتر Ebter" sözcüğü "بتر beter" sözcüğünden türemiştir. İlk anlamı "kuyruğu köküne kadar kesmek" demektir. [Lisanü’l Arab, "b t r" mad.] Kuyruğu olmayan eşeğe "حمار ابتر hımarun ebterü" denilirdi. Daha sonraları hayır hasenat yapmayan kimselere, zürriyeti olmayanlara, özellikle de erkek çocuğu olmayanlara denilir oldu. Bilindiği gibi, kız çocuğu şark kültüründe evlâttan sayılmazdı.
Bu sözcük Türkçeye de geçmiştir. Birisine beddua ederken "beter ol!" denir. Bunun anlamı "senin sonun olmasın, perişan ol!" demektir.
İlk andan itibaren bütün kâfirler peygamberimizi değişik sıfat ve yakıştırmalarla kötülemeye çalışmışlardır. Kâfirliği bir nitelik olarak aldığımızda, dünyada inkârcılar var oldukça peygamberimizi kötüleme ve gözden düşürme eylemlerinin de devam edeceği açıktır. Ne var ki, peygamberimize ve dolayısıyla İslâm'a o günlerde sataşanların eli boş kaldığı gibi, bundan sonra da boş kalacaktır. O günkülerin hem emekleri boşa çıkmış; düzenleri, inançları bitmiş, hem de nesepleri, soy ve sopları dünya sahnesinden silinip gitmiştir. Bu ayetlerden anlıyoruz ki, bugün de yarın da yine aynı şekilde olacaktır.