1) Ey iman etmiş kimseler! Sözleşmeleri yerine getirin. Siz, dokunulmaz iken [hac/yüksek ilâhîyat eğitimini sürdürürken] avlanmayı helal görmeksizin, size okunacaklar hariç, dört bacaklı, iki tırnaklı, geviş getiren ve ot yiyen hayvanların kusursuzları/gerdanlıksızları size helal kılındı. Şüphesiz Allah, dilediğini hükmeder; dilediği yasayı koyar.
2) Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın alâmetlerine, haram aya, hedye/hac yapanlara yiyecek yollamaya, hediye etmeye, gerdanlıklarına [hac yapanların/orada yüksek ilâhîyat eğitimi için bulunanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretlerine] ve Rablerinden lütuf ve rıza bekleyerek Beytü'l-Haram'a/hac görevi yapmak isteyenlere saygısızlık etmeyin. Dokunulmazlığınız kalktığında/hac göreviniz bittiğinde de avlanın. Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve "iyi adam"lık ve Allah'ın koruması altına girme üzerinde yardımlaşın, zaman kaybına neden olan şeyler/hayırda ağırda alma/zarar verme/kusur oluşturma ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Hiç şüphesiz Allah, azabı/kovuşturması çok çetin olandır.
Gâyet açık olan bu âyetlerde birtakım emirler verilmekte, ilkeler belirlenmekte ve mü’minlere bunlara harfiyen uymaları emredilmekte; aksi davrananların ise cezalandırılacağı tehditkâr ifadelerle beyân edilmektedir. Burada ortaya konan ilkeler şöyle sıralanabilir: • Mü’minler, sözleşmeleri yerine getirmelidir. • Mü’minler, hacc esnasında avlanmamalıdırlar. (Haccı eda ettikten sonra avlanabilirler.) • Kur’ân'da yasaklananlar dışında, en‘âmın [dört bacaklı iki tırnaklı, geviş getiren ve ot yiyen hayvanların] kusursuzları/gerdanlıksızları mü’minlere helâldir, onlardan yiyebilirler. • Mü’minler, Allah'ın alâmetlerine, haram aya, hedylere, gerdanlıklarına ve Rabb'lerinden lütuf ve rıza bekleyerek Beytu'l-Harâm'ı [Ka‘be'yi] kastedenlere [hacc görevi yapmak isteyenlere] saygısızlık etmemelidirler. • Mü’minler, kendilerini Mescid-i Harâm'dan çevirenlere duydukları kin nedeniyle saldırganlık etmemelidirler. • Mü’minler, iyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşmalı, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmamalıdır. • Mü’minler, Allah'a takvâlı davranmalıdır. Görüldüğü üzere bu ilkelerin ilki, sözleşmelerin yerine getirilmesidir. Kur’ân, bunun üzerinde hassasiyetle durmuş (Bakara/40, 177, Mâide/89, Nahl/91, Mü’minûn/8, Felâk/1-5) ve bunu tekrar tekrar vurgulamıştır. Şe‘âirillâh kelimesi, özel anlamıyla "büyük baş hayvanlar"ı, genel anlamıyla ise "yeryüzündeki tüm varlıklar"ı kapsar. Dolayısıyla Allah insanlardan, büyük baş hayvanlara özen göstermelerini ve canlısı-cansızı ile doğaya zarar vermemelerini istemiştir. Ayrıca, büyükbaş hayvanların şeair olduğu hususunda Hacc/36'ya bakılabilir. Âyette, "Size en‘âm helâl kılındı" denmeyip, بهيمة[behîme] sözcüğü ile izafet yapılarak, Size behîmetu'l-en‘âm helâl kılındı denilmiştir. Bu terkip, genellikle görmezlikten gelinerek ibare, "Size en‘âm helâl kılındı" diye çevrilegelmiştir. En‘âm sözcüğü hakkında daha evvel ( En’am/141- 145, Nahl/5- 8 ve Ya Sin/71, 72) açıklama yapmıştık. Kimileri, behîme kelimesine, "ceylan, vahşi sığır", "en‘âm'ın karnındaki yavruları" gibi anlamlar yüklemişlerdir. Bu terkibin doğru anlaşılabilmesi için sözcüğün anlamının iyi bilinmesi gerekir: BEHÎME: بهيم [behîm], "tek renk olup içine beyaz, siyah vs. gibi başka renk karışmamış olan" demektir. Ayın, hiç doğmadığı üç geceye بُهَم [bühem] denir. Ebû Ubeyd şöyle demiştir: "بُهم [bühm], körlük, şaşılık, topallık, uyuzluk gibi hastalığı olmayan" demektir, [Lisânu'l-Arab, "Bhm" mad.] ki bu da, "kusursuz, lekesiz, damgasız" demektir. Buradan gelen mübhem sözcüğü de, "üzerine hiçbir işaret konulmamış, leke sürülmemiş, damga vurulmamış, o nedenle, anlaşılmayan, içinden çıkılmayan, kime ait olduğu bilinmeyen" demektir. Buradan hareketle behîmetu'l-en‘âm'ı, iki şekilde anlamak mümkündür: A) Behîmetu'l-en‘âm, "damgasız, gerdanlıksız olan [hacc için hediye yapılmamış, tahsis edilmemiş, işaret konulmamış] hayvanlar." Buna göre anlam şöyle olur: Hacc görevini sürdürenler, gerdanlıklılardan yemek zorunda değiller, işaretsiz olanlardan da yiyebilirler. B) Söz konusu en‘âm'ın/hayvanın behimliği [lekesizlik ve damgasızlığı]; "sağlıklı olması, kör, topal, uyuz vs. olmaması"dır. Buradan da, hacc esnasında salgın hastalığa maruz kalmamak, sağlığı korumak için bu hayvanların en sağlıklılarının yenilmesinin öngörüldüğü anlaşılır. Hacc ortamının kalabalık olması hasebiyle, insan ve çevre sağlığı açısından bu anlam tercihe daha şayandır.
3) Size leş, kan, domuzun eti, Allah'tan başkası için tahsis edilen, boğulmuş, vurulmuş, yukardan düşmüş, boynuzlanmış, yırtıcı hayvanların yedikleri, (bunlardan -domuzun eti de dahil- temizleyebildikleriniz, zararını önleyebildikleriniz hariç) dikili taşlar üzerine boğazlananlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız haram kılındı. Bunların hepsi doğru yoldan çıkmaktır. Bugün şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimseler, sizin dininizden ümitsizliğe düşmüşlerdir. Öyleyse onlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymayın. Bana saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyun. Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım. Size din olarak da İslâm'a razı oldum. Artık kim son derece açlık içinde, zaman kaybına neden olan şeylere/hayırda ağırda almaya/zarar vermeye/kusur oluşturmaya istekle yönelmeden zorda kalırsa, bilsin ki şüphesiz Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.
Bu âyette, ilk önce yenilmesi haram olanlar bildirilmektedir. Bunlar, leş [kanı akıtılmadan ölmüş hayvanlar], kan, domuz eti, Allah'tan başkası için tahsis edilmiş olanlar, boğulmuş, vurulmuş, yukardan düşmüş, boynuzlanmış, yırtıcılar tarafından yenip de canlı iken kesilmemiş, dikili taşlar üzerine boğazlanmış ve fal oklarıyla kazanılmış hayvanlardır. Ancak zorunluluk [ölüm ve organ zayii] hâllerinde sorunu giderecek ölçüde bunlardan yenilmesinde sakınca yoktur. Yenilmesi haram olanlarla ilgili hüküm En‘âm, Bakara, Hacc ve Nahl sûrelerinde de yer almıştı. Bu konu, En‘âm sûresi'nde detaylı olarak sunulmuştur: 145De ki: "Bana vahyolunanda, onları yiyen için, leş veya akıtılmış kan yahut domuzun eti –ki şüphesiz domuzun eti kirlidir, rahatsızlık vericidir– yahut Allah'tan başkası için tahsis edilmiş; bir hak yol dışına çıkış gösterimi olan hariç, haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Artık kim çaresiz kalırsa, taşkınlık yapmamak ve zaruret sınırını aşmamak üzere bunlardan yiyebilir." İşte şüphesiz senin Rabbin çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. [En‘âm/145] Âyetteki İstisna; اِلَّا مَا ذَكَّيْتُمْ Konumuz olan Maide/3. âyette yer alan "illâ mâ zekkeytüm اِلَّا مَا ذَكَّيْتُمْ" istisnası, genellikle "yırtıcı hayvanların yediklerinden" yapılmak suretiyle yırtıcı hayvanların yiyip de henüz ölmemiş hayvanların kalan kısmı" olarak ele alındı. Bu konuda "boğulmuş" sözünden "Yırtıcı hayvanların parçalamış olduğu" sözüne kadar geçen ifadelerin tamamından istisnadır"; "sadece yırtıcı hayvanların parçaladığı sözüne özgüdür"; "Fakat bu sayılanların dışında kestiklerinize gelince, onların etleri helaldir"; "Yukarıda sayılanlar size haram kılınmıştır. Ancak, sizin kesmeniz haram değildir. Zira bu, size helaldir" tarzında görüşler de ileri sürüldü. [Razi; mefatihulgayb] Rabbimiz yenmesini yasakladığı yiyeyeklerin ricsliği; insanlara zararlı olmaları ya da fisk; şirk, günah, nifak olmaları nedeniyle haram etmiştir. Bu konu daha evvel birçok yerde konu edilmiştir. ذكاZEKA- تذكيةTEZKİYE [ذZel harfiyle; bu sözcük, Kur’ân’da sadece bu âyette (Mâide/3) bit tek kere yer alır.] Mâide/3. âyette yer alan " ذكيتمzekkeytüm" sözcüğünün kökü " ذz كk وv"dir. ذ Z كK وV" sözcüğünün asıl anlamı, "herhangi bir şeyin tamamlanması" demektir. Ki bu eksenden hareketle "Sönmek üzere olan ateşin canlandırılması" anlamında kullanılmıştır. Araplar, rüzgârın artmasıyla güzel koku yaymasını, insanın şaşkınlıktan, alıklıktan kurtulmasını da bu sözcükle ifade ederler. Ayrıca "Toprağın zekâtı kuru olanıdır" derler. Yaş, rutubetli toprağın temiz olmayabileceğini kabul ederler. Bu sözcüğün " ذُكوةzükve" kalıbı "alevi parlayan kor parçası" demektir. Bu sözcüğün " ذكاzekâ" ve " ذكىّzekiy" kalıpları, "kıvrak anlayışı; çabuk ve kolay kavrayışı" ifade eder. " كل ذبح ذكوةKüllü Zebhın zekâtün (her kesilen hayvan, temiz ve işe yararlıdır" denir. (Lisan, TAC; ذz كk وv mad) Bu sözcüğün " ذكّاzekkâ ( ذكّوzekkeve)" kalıbı ( تفعيلtef’ıyl babı), genel kural gereği "canlandırmak, iyice temiz, yararlı hale getirmek" anlamındadır. Böyle olmasına rağmen sözcüğün " ذبحzbh (kesme)" anlamında ele alınması yanlıştır. Şöyle ki bu sözcün "kesme" anlamında kullanıldığına malzeme yapılan "Ceninin zekâtı anasının zekâtıdır" deyimidir. Buna "Hamile hayvan (örneğin; koyun) kesildiği zaman annesinin karnından çıkan yavru da kesilmiş olur" anlamı verilmiştir. Ki bu, çok yanlıştır. Halbuki burada ifade edilmek istenen, "anası işe yarar; yenilecek temizlikteyse karnından çıkan yavrusu da işe yarar; yenilecek temizlikte olur" anlamıdır. Râgıb’ın Müfredat’taki "Tezkiye"ye "ŞER’İ dilde "hayata belirli bir şekilde son vermeye tahsis edilmiştir" beyanı (Müfredat ذz كk وv mad.) bilerek işlenmiş bir cinayettir. Bu sözcüğün anlamını dil bilginlerin değil her kimseler din adamlarının bozduğunun da itirafıdır. Bu sözcük, dinde "kesme" anlamında kullanılacaksa bunun Allah tarafından yapılmış olması ve Kur’an’da açıklanmış ve başka örneklerle de gösterilmiş olması gerekirdi. Bir başka nokta da yukarda örneğini verdiğimiz "Küllü zebhın zekâtün" genel kuralında " ذبحzebh" ve " ذكوة zekât" ayrı ayrı yer almış olmasıdır. Eğer iki sözcük de aynı anlamda olsaydı böyle bir cümle kesinlikle kurulamazdı; kurulması ise mânâsız ve mantıksız olurdu. Hülasa âyetteki " ذكّيتمzekkeytüm" ifadesi, kök anlamı ekseninde "temizleyebildikleriniz, zararını önleyebildikleriniz, işe yarar hale getirebildikleriniz" demektir. Ayetteki "Allah'tan başkası için tahsis edilmiş olan"in temizlenmesi; işe yarar hale getirilmesi, yenmesinin helal olması, o hayvanın kesilmezden evvel tahsisten vaz geçilmesiyle gerçekleşir. Bizim kanaatimize göre ise buradaki istisna "Hurrime" fiilinden yapılmakta ve âyette haramlığı sayılan rics; insanlara zararlı maddelerin tümünü kapsamaktadır. Kısacası illet ortadan kalkınca herşeyde olduğu gibi burada da hüküm değişmektedir. Yani âyette "Size leş, kan, domuzun eti, Allah'tan başkası için tahsis edilmiş olan, boğulmuş, vurulmuş, yukardan düşmüş, boynuzlanmış, yırtıcı hayvanların yedikleri, (bunlardan (domuzun eti de dahil) temizleyebildikleriniz, zararını önleyebildikleriniz hariç) dikili taşlar üzerine boğazlananlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız haram kılındı" denilmektedir. Âyette, Dikili taşlar üzerine boğazlananlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız haram kılındı buyurularak, yenilmesi yasaklanan iki kazanca değinilmektedir. Bunlar, o günün Araplarının kazanç vasıtalarıdır. Bu hususta kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır: Dikili taşlar, dikine kondurulup, kendisine ibâdet olunan ve kesilen hayvanların kanlarının üzerine boşaltıldığı bir taştır. Mücâhid der ki: "Dikili taşlar, Mekke etrafında üzerlerinde hayvan kestikleri taşlardı. İbn Cüreyc der ki: Araplar Mekke'de davarlarını keser ve kanlarını evin ön tarafına doğru serperlerdi. Eti parçalar ve bu taşlar üzerine bırakırlardı. İslâm gelince Müslümanlar Peygamber'e (s.a) şöyle dediler: "Bu gibi davranışlarla Beyt'i tazim etmeye biz daha layığız." Peygamber (s.a) bunu sanki mekruh görmedi. Bunun üzerine yüce Allah da, Onların [kurbanların] etleri ve kanlan Allah'a ulaşmaz... (Hacc/37) buyruğunu indirdiği gibi, Dikili taşlar üzerinde boğazlananlar... buyruğu da nâzil oldu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân] FAL OKLARI [EZLÂM] Arapların ezlâm'ı üç türlü idi: A) Herkesin kendisi adına edindiği 3 oktu. Bunlardan birincisinin üzerinde yap, ikincisinin üzerinde yapma yazılı idi. Üçüncüsünde ise hiçbir yazı yoktu. Kişi, bu oklarını beraberinde taşıdığı bir torbaya koyardı, Herhangi bir işi yapmak istedi mi, elini torbaya daldırır –ki, oklar birbirine benzerlerdi– çıkan oka göre o işi yapar veya yapmazdı. Şâyet üzerinde hiçbir yazı bulunmayan oku çekecek olursa, tekrar ok çekerdi. İşte Peygamber (s.a) ile Hz. Ebû Bekr hicret ettikleri sırada onları takibe koyulan Suraka b. Mâlik b. Cu‘şum'un çektiği fal okları bunlardır. B) Ka‘be'nin içinde Hubel'in yanında bulunan 7 tane ok idi. Bunların üzerinde insanlar arasında meydana gelen çeşitli olaylar yazılı idi. Bu okun her birisi üzerinde bir yazı vardı. Bunlardan birisi üzerinde diyet ile ilgili hususlarda "diyet" yazılı idi. Bir diğerinde "sizdendir", bir başkasında "sizden başkalarındandır", bir diğerinde ise "sizin aranızda ne nesebi vardır, ne de antlaşması vardır" anlamında ‘mulsak’ ifadesi yazılı idi. Diğerlerinde ise sulara dair hükümler ve başka şeyler yazılı bulunurdu. İşte Abdulmuttalib'in çocukları arasında çektiği kur’a bu kabildendi. O, on çocuğu olduğu takdirde birisini boğazlamayı adamıştı. Buna dair meşhur haberi İbn İshâk zikretmiştir. Yine bu yedi ok, aynı şekilde Ka‘be'de Hubel'in yanında olduğu şekilde her bir Arap kâhini ve hâkimi yanında da bulunurdu. C) Sayıları 10 tane olan kumar oklarıydı. Bunlardan yedisinin üzerinde çizgiler bulunurdu. Üç tanesi ise boştu. Bu okları kumar oynamak, oyalanmak ve oyun olsun diye çekerlerdi. Aralarında aklı başında olanlar, kışın soğukların arttığı ve iş yapıp meslek icra etme imkânı bulunmadığı zamanlarda yoksul ve hiçbir şey bulamayanlara (bu yolla) yemek yedirme maksadını güderlerdi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.] Onlardan birisi yolculuğa çıkmak veya savaşmak yahut ticaret yapmak, ya da evlenmek veyahut da önemli herhangi bir iş yapmak istediğinde, kısmet ve fal oku çekerdi. Onlar, bu okların bir kısmına, "Bana, Rabbim emretti"; bazısına, "Beni, Rabbim nehyetti" diye yazmışlar, bir kısmını da boş bırakmışlardı. Emir yazılı ok çıkarsa, o kişi o işi yapar; nehiy yazılı ok çıkarsa yapmazdı... Eğer, boş ok çıkarsa, yeniden ok çekerdi... Fal okları çekmek sûretiyle kısmet talep etmenin manası ise, o okları çekerek, o işin hayır mı şerr mi olduğunu öğrenmeyi talep etmektir. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.] Yenilmesi yasaklanan gıdaların açıklanmasından sonra Allah, İslâm'ı Müslümanlara din olarak seçtiğini ve onların üzerine nimetini tamamladığını ve dinlerini kemale erdirdiğini ve, Bugün şu küfretmiş olan kimseler, sizin dininizden ümitsizliğe düşmüşlerdir. Öyleyse onlara haşyet duymayın Bana haşyet duyun ifadesiyle de artık kâfirlerin dini yok etmekten ümitlerini kestiklerini bildirmektedir. Burada tamamlandığı ifade edilen nimet, iktisadî ve ictimaî nimetler değil, "hidâyet nimeti"dir.
4) Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: "Size iyi ve temiz şeyler ve Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların avları helal kılındı." Artık onların sizin için tuttuklarından yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın ve Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk görendir.
5) Bugün size iyi ve temiz şeyler helal kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin de yemeğiniz onlara helaldir. Mü'minlerden özgür kadınlar ile sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden özgür kadınları da, nikâhlayarak koruma altına alınmış biri yapmak, -zina etmemek ve gizlice dostlar edinmemek şartıyla- kendilerine mehirlerini[#401] ödediğiniz durumlarda size helal kılındı. Kim imanı tanımayıp küfrederse; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederse, artık kesinlikle onun yaptığı boşa gitmiştir ve o, âhirette kayba/zarara uğrayıp acı çeken kimselerdendir.
Bu âyet grubunda da, önce yiyecekler hakkında sorulan bir suale cevap verilmek sûretiyle belirli ilkeler beyân edilmektedir: • Size tayyibat [iyi ve temiz şeyler] ve Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların avları helâl kılındı. Artık onların sizin için tuttuklarından yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk görendir. • Kendilerine kitap verilenlerin yemeği mü’minlere, mü’minlerin de yemeği kitap verilenlere helâldir. Mü’minlerden muhsan [özgür] kadınlar ile kendilerine kitap verilenlerden muhsan [özgür] kadınlar da, nikâhlayarak muhsanlaştırmak, zinâ etmemek ve gizli dost edinmemek üzere; ücretlerini [mehirlerini] ödedikleri takdirde mü’minlere helâldir. • İmanı tanımayıp küfre sapanın yaptığı boşa gitmiştir ve o, âhirette hüsrana uğrayanlardandır. 5. âyetteki, Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, artık kesinlikle onun yaptığı boşa gitmiştir ve o, âhirette hüsrana uğrayanlardandır ifadesi, Ehl-i Kitap bir kadınla evlenen Müslüman erkeğin, karısının etkisiyle inancından olabileceği tehlikesine karşı mü’minlere bir uyarıdır.
6) Ey iman etmiş kişiler! Salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarına] doğru kalktığınız/toplum içine çıktığınız zaman, hemen yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı ve iki topuğa kadar ayaklarınızı el ile silin. Ve eğer cünüp/aşırı şehvet nedeniyle aklınız başında olmayacak durumda iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın]. Ve eğer hasta iseniz yahut yolculukta iseniz yahut sizden birisi tuvaletten gelmişse yahut kadınlarla temaslaştıysanız/cinsel ilişkiye girdiyseniz, sonra da su bulamamışsanız, hemen temiz bir toprağa yönelin. Sonra da temiz topraktan yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi temizlemek ve kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödemeniz için üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister.
7) Ve Allah'ın, üzerinizdeki nimetini ve "İşittik, itaat ettik" dediğinizde sizden aldığı, Kendisiyle sözleştiğiniz, 'kesin sözleşme'sini hatırlayın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, göğüslerin içindekini çok iyi bilendir.
Bu âyette, İslâm dininin temel ilkelerinden olan salâta katılmanın şartları ve salâtın icrasının hedefi açıklanmaktadır. Buna göre: • Mü’minler, salât [eğitim-öğretim, sosyal yardım çalışması] için kalktıkları zaman, yüzlerini ve dirseklere kadar ellerini yıkamalı; kirli, tozlu olmamalıdırlar. • Başlarını ve iki topuğa kadar ayaklarını da elleriyle silerek toz-topraktan arındırmalıdırlar. Bunu güncellersek, saçlarını taramalı, ayakkabılarını boyamalı, varsa başlarındaki sarığı düzgün sarmalı, çirkin ve dağınık bir hâlde bırakmamalıdırlar. • Mü’minler salâta, şehveti kabarık olarak katılmamalı, şehveti kabarık olanlar önce şehvetlerini izale etmeli, sonra da yıkanarak temizlenip salâta öyle katılmalıdırlar. • Hasta yahut yolculukta [bulunduğu yerin yabancısı] olan, yahut tuvaletten gelen yahut cinsel ilişkiye giren ve su bulamayan mü’minler, temiz bir toprağa yönelmeli ve onunla [temiz toprakla] yüzlerini ve ellerini ovalayıp silmelidirler. • Mü’minler salât mahallinde Allah'ın üzerlerindeki nimetini ve "İşittik, itaat ettik" demelerinin ne anlama geldiğini; imanın gereği olarak ne yapmaları gerektiğini hatırlamalı ve Allah'a takvâlı davranmalıdırlar. Burada konu edilen salât, namaz değil, "malî ve fikrî yönden topluma destek olmak, toplumu aydınlatmak, toplumun sorunlarını sırtlanmak/üstlenmek ve gidermek"tir. Bu konuya dair Ankebût sûresi'nde yaptığımız açıklamaya bakılabilir. Salâta katılma koşulları, Nisâ sûresi'nde de zikredilmişti: * Ey iman etmiş kişiler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüb iken de –yolcu olanlar bu hükmün dışındadır– yıkanmak durumunda olana kadar, salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarına] yaklaşmayın/toplum içine çıkmayın. Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz tuvaletten geldiyse veya kadınlarla temaslaştıysa, su da bulamamışsanız o zaman, hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır. [Nisâ/43] Cünüplük ve mesh ile ilgili detay için, Nisâ/43'ün tahliline bakılabilir. 6. âyetteki و ارجلكم [ve ercülekum] ifadesi, ellerinizi ve ayaklarınızı yıkayın bölümüne atfedilerek mansûb biçimde ercülekum şeklinde okunduğu gibi, başlarınızı meshedin ifadesine atfedilerek ercülikum şeklinde de okunmuştur. Birinci şekle göre ayakların yıkanması, ikinci şekle göre meshedilmesi anlaşılır. Meseleye dilbilgisi kuralları açısından bakıldığında, ayakların meshedilmesi tercih edilmek durumundadır. 7. âyette ise, salâtta nelerin yapılacağı ifade edilmektedir. * Sonra da Allah'a karşı görevlerinizi gerçekleştirdiğinizde, tıpkı babalarınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın. Ve Allah'ı sayılı günlerde anın. Artık kim iki gün içinde acele ederse ona günah yoktur. Kim de ertelerse ona da günah yoktur. Bu, Allah'ın koruması altına girmiş kimseler içindir. Allah'ın koruması altına girin ve şüphesiz kendinizin O'na toplanacağınızı bilin. 199Sonra da insanların akıp geldiği yerden siz de akıp gelin ve Allah'tan bağışlanma isteyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. İşte insanlardan bazısı, "Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!" diyen kimselerdir. Onun için de âhirette hak edilmiş bir pay yoktur. [Bakara/200-202,199]
8) Ey iman etmiş kişiler! Allah için, hakkaniyeti ayakta tutanlar, iyi bilip bildirenler olunuz. Ve bir topluma olan kininiz, sizi adaletsizlik yapmaya sürüklemesin. Adaletli olun, adaletli olmak, Allah'ın koruması altına girmeye daha yakındır. Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır.
9) Allah, iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimselere vaat etmiştir: Bağışlanma ve büyük ödül yalnızca onlaradır.
10) İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayan kimseler de; işte onlar, cehennemin ashâbıdır.
11) Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın sizin üzerinizde olan nimetini hatırlayın. Hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de, Allah onların ellerini sizden çekmişti. Ve Allah'ın koruması altına girin. Artık mü'minler de yalnızca Allah'a işin sonunu havale etsinler.
İnananlara hitap eden bu âyetlerde bazı ilkeler bildirilmiş, ardından da iman ve amel sahiplerinin ödüllendirileceği, küfür ve günah sahiplerinin cezalandırılacağı uyarısı yapılmıştır: • Mü’minler, Allah için hakkaniyeti ayakta tutan tanıklar olmalıdır. • Bir topluma duydukları kin mü’minleri adaletsizliğe sürüklememelidir. Bu husus, sûrenin 2. âyetinde de, Sizi Mescid-i Harâm'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve iyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Hiç şüphesiz Allah azabı/kovuşturması çok çetin olandır denilerek vurgulanmıştı. • Mü’minler, adaletli olmalıdır, adaletli olmak, takvâya daha yakındır. • Mü’minler, Allah'a takvâlı davranmalıdır. • Allah, yapılanlardan haberdardır, iman eden ve sâlihâtı işleyenlere mağfiret ve büyük ödül vaat etmiştir. İnkâr eden ve Allah'ın âyetlerini yalanlayanlar ise, cahîm'in ashâbıdır • Mü’minler Allah'ın üzerlerindeki nimetini hiç akıllarından çıkarmamalı; özellikle de, kendilerine el uzatmaya yeltenen bir topluluğun ellerini kendilerinden çekmesini ve kendilerini korumasını hiç unutmamalıdırlar. İşaret edilen hâdise, Hudeybiye'de cereyan eden ve Fetih sûresi'nde bahsedilen hâdisedir: * Ve Allah size, alacağınız birçok ganimetleri ve sizin güç yetiremediğiniz, ama Allah'ın sizin için kuşattığı başka şeyleri, siz yararlanasınız ve mü’minlere bir alâmet olsun, Allah sizi dosdoğru yola kılavuzlasın diye vaat etmiştir. İşte Allah, bunu size hemen vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir. Ve eğer kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş kimseler, sizinle savaşsalardı kesinlikle Allah'ın öteden beri gelen kanunu/uygulaması olarak arkalarına dönüp kaçarlardı. –Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.– Sonra bir yol gösteren, koruyan yakın ve yardımcı da bulamazlardı. Ve Allah, sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke'nin vadisinde; Hudeybiye'de, Allah'ın dilediği kimseyi rahmetine girdirmesi için, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Ve Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir. Onlar, Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini kabul etmeyen ve sizi Mescid-i Haram'dan ve ayarlanmış hedylerin/hac yapanlara gönderilen yiyeceklerin yerlerine ulaşmasını engelleyen kimselerdir. Eğer kendilerini henüz tanımadığınız, bilmeyerek ezmek sûretiyle kendilerinden sorumluluğunuz olacak mü’min erkekler, mü’min kadınlar olmasaydı, eğer onlar, birbirinden ayrılmış olsalardı kesinlikle onlardan Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayan kimseleri acıklı bir azapla azaplandırırdık. [Fetih/21-25] • Mü’minler Allah'a takvâlı davranmalı ve yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler.
12) Ve andolsun ki Allah, İsrâîloğulları'nın sağlam sözünü almıştı. Ve Biz, kendilerinden on iki müfettiş/başkan göndermiştik. Ve Allah demişti ki: "Ben, kesinlikle sizinle beraberim. Salâtı ikame eder [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturur, ayakta tutar], zekat'ı; Allah'ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği verginizi verir, elçilerime iman eder, onlara kuvvetle saygı gösterir ve Allah'a güzelce ödünç verirseniz, andolsun ki sizden kötülüklerinizi örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra küfrederse; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederse, artık kesinlikle yolun doğrusunu kaybetmiş olur."
13) Sonra da sözlerini bozmaları sebebiyle onları dışladık ve kalplerine katılık koyduk. Onlar kelimeyi/sözcüğü yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler. Öğütlendiklerinin önemli bir bölümünü de terk ettiler. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen, onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik-güzellik üretenleri sever.
14) "Biz, Nasarayız/Hristiyanız" diyenlerden de sağlam sözlerini almıştık. Onlar da kendilerine hatırlatılan şeylerin çoğunu terk ediverdiler. Biz de onların arasına, kıyâmete kadar sürecek kin ve düşmanlık yerleştirdik. Allah, yakında yapıp üretmiş olduklarını onlara haber verecektir.
15,16) Ey Kitap Ehli! Kesinlikle, Kitap'tan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açığa koyan, çoğundan da vazgeçen Bizim Elçimiz size geldi. Kesinlikle size, Allah'tan bir ışık ve apaçık bir Kitap geldi. Allah, o Kitabla kendi rızasına uyanları selâmet yollarına kılavuzlar. Onları Kendi bilgisi ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola kılavuzlar.
Bu âyetlerde, İsrâîloğulları örnek verilerek iman edenler uyarılmaktadırlar. Allah, ilâhî ilkelere uyacaklarına dair İsrâîloğulları'ndan söz almış olmasına rağmen onlar sözlerinde durmayıp ihanet etmişlerdir. Âyette olaylar şöyle sıralanmıştır: • Allah, İsrâîloğulları'nın misakını almış ve onlardan on iki nakip [müfettiş/başkan] göndermişti. • Ve onlara, "Ben, muhakkak sizinle beraberim. Salâtı ikâme eder, zekâtı verir, elçilerime iman eder, onları destekler ve Allah'a güzelce ödünç verirseniz, andolsun ki sizden kötülüklerinizi örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra küfrederse, artık kesinlikle yolun doğrusunu kaybetmiş olur" demişti. • Ama onlar, imanlarının gereği olan bu yükümlülükleri yerine getireceklerine dair sözlerini bozdular. Bu sebeple de lanetlendiler ve kalplerine katılık konuldu. İsrâîloğulları'ndan alınan misakların bir çoğu, Bakara/63, 83, 84, 93; Âl-i İmrân/187; Mâide/80; Nisâ/154-155. âyetlerde konu edilir. • Onlar, kelimeyi/sözcüğü yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler. • Onlar, öğütlendiklerinin önemli bir bölümünü terk ettiler. • İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hâinlik görülür. • Buna rağmen onlar affedilmeli, onlara aldırış edilmemelidir. • Allah, "Biz Nasarayız [Hristiyanız]" diyenlerden de misaklarını almıştı. Onlar da kendilerine hatırlatılan şeylerin çoğunu terk ediverdiler. • Bu nedenle de Allah, onların arasına, kıyâmete kadar sürecek kin ve düşmanlık yerleştirdi. Allah, yakında yapıp üretmiş olduklarını onlara haber verecektir. Geçmişe ait bu bilgilerden sonra Ehl-i Kitap hakk yola davet edilmektedir: Ey Kitap Ehli! Kesinlikle, Kitap'tan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açığa koyan, çoğundan da vazgeçen Bizim elçimiz size geldi. Kesinlikle size, Allah'tan bir ışık ve apaçık bir kitap geldi. Allah, onunla [kitapla] kendi rızasına uyanları selâmet yollarına kılavuzlar. Onları kendi bilgisi ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola kılavuzlar. Buradaki "çoğundan da vazgeçen" ifadesiyle Tevrat’ın tamamının Kur’an’da tekrarlanmadığı bildirilmektedir. Burda "vazgeçilen bölüm" ile kastedilen, "Tevratta yer alan, İsrailoğullarını direck hedef alan evrensel olmayan uyarılar, o zaman ki yaptıkları işler ve bunlara yapılan uyarılar, onlara nakledilen kıssalar vs. cinsinden şeyler"dir. Kimi hükümler nesh edilmiş kimi hükümler kolaylaştırılmıştır. Oruçtaki kolaylık gibi Böyle bir davet Âl-i İmrân sûresi'nde de yapılmıştı: 164Andolsun ki Allah, mü’minlere kendilerinden, onlara Kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler. [Âl-i İmrân/164] Ehl-i Kitaptan birçoğunun bu davete icabet ettiğini Kur’ân'dan öğreniyoruz: 52Sözden [vahiyden/Kur’ân'dan] önce kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler; onlar, Söz'e [vahye/Kur’ân'a] de inanırlar. 53Ve onlara o Söz [vahy/Kur’ân] okunduğu zaman onlar, "Biz, ona inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz, ondan önce müslüman olanlardık" dediler. [Kasas/52-53] 82Sen, kesinlikle iman eden kişilere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak, o Yahudileri ve o ortak koşan kimseleri bulursun. Ve kesinlikle iman eden kimselere sevgi bakımından en yakın olarak da, "Şüphesiz biz, Nasraniyiz/Hristiyanlarız" diyen kimseleri bulursun. Bu, kendi içlerinde keşişler ve rahipler olduğundan ve onlar büyüklük taslamadıklarından dolayıdır. 83,84Ve onlar, Elçi'ye indirilen Kur’ânı dinledikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar: "Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şâhitler ile birlikte yaz!" ve "Biz, Rabb'imizin bizi sâlihler toplumu ile birlikte girdirmesini umarken, Allah'a ve haktan bize gelen şeylere neden inanmayalım!" derler. [Mâide/82-84] 101Ve ne zaman Allah tarafından onlara, yanlarındaki kitabı tasdik edici bir elçi geldi, daha önce kendilerine Kitap verilen kimselerden bir grup, sanki bilmezlermiş gibi Allah'ın kitabını sırtlarının arkasına attılar. [Bakara/101] 69Kitap Ehlinden bir taife sizi saptırmak istedi. Hâlbuki onlar, sadece kendilerini saptırıyorlar, farkına da varmıyorlar. 70Ey Kitap Ehli! Sizler tanık olup dururken, niçin Allah'ın âyetlerini bilerek reddedip duruyorsunuz? 71Ey Kitap Ehli! Sizler bilip dururken, niçin hakkı bâtıla karıştırıyor ve gerçeği gizliyorsunuz? [Âl-i İmrân/69-71] 46Yahudileşmişlerden bir kısmı kelimelerin yerlerini/öz anlamlarını değiştirirler, dillerini eğerek-bükerek ve dine saldırarak Peygamber'e karşı, "İşittik ve karşı geldik/iyice sarıldık", "Dinle, dinlemez olası", "raina" [güdüşelim, bizim çobanımız] derler. Eğer onlar, "İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet" deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha sağlam/doğru olacaktı; fakat bile bile gerçeği kabul etmemeleri sebebiyle Allah, onları dışlayıp gözden çıkarmıştır. Artık pek az inanırlar. [Nisâ/46] 12. âyetteki, Ve Biz, kendilerinden on iki nakip [müfettiş/başkan] göndermiştik ifadesi, Kitab-ı Mukaddes'in Sayılar bölümünde detaylıca yer alır: İSRÂÎL'DE YAPILAN İLK SAYIM İsrâîlliler'in Mısır'dan çıkışının ikinci yılı, ikinci ayın birinci günü Rabb Sînâ Çölü'nde, Buluşma Çadırı'nda Mûsâ'ya şöyle seslendi: "Sen ve Hârûn İsrâîl topluluğunun bütün boylarıyla ailelerinin sayımını yapın. Bütün erkekleri bir bir sayıp adlarını yazın. İsrâîlliler'den savaşabilecek durumda yirmi ve daha yukarı yaştaki bütün erkekleri sayıp bölüklere ayırın. Size yardım etmek için yanınızda her oymaktan birer adam bulunsun; bu kişiler aile başı olmalı. Size yardımcı olacak adamların adları şunlardır: Ruben oymağından Şedeur oğlu Elisur, Şimon oymağından Surişadday oğlu Şelumiel, Yahuda oymağından Amminadav oğlu Nahşon, İssakar oymağından Suar oğlu Netanel, Zevulun oymağından Helon oğlu Eliav, Yûsufoğulları'ndan Efrayim oymağından Ammihut oğlu Elişama, Manaşşe oymağından Pedahsur oğlu Gamliel, Benyamin oymağından Gidoni oğlu Avidan, Dan oymağından Ammişadday oğlu Ahiezer, Aşer oymağından Okran oğlu Pagiel, Gad oymağından Deuel oğlu Elyasaf, Naftali oymağından Enan oğlu Ahira." Bunlar İsrâîl topluluğundan atanmış adamlardı; atalarının soyundan gelen oymak önderleri, İsrâîl'in boy başlarıydı. [Sayılar, 1:1-16.]
17) Andolsun ki "Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih'in ta kendisidir" diyen kimseler kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler olmuşlardır. De ki: "Peki, Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündeki kimseleri değişime/yıkıma uğratmak istese, O'na karşı kim bir şey yapabilir. Göklerin, yeryüzünün ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti de sadece Allah'a aittir. O, dilediğini oluşturandır. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir."
18) Ve Yahudiler, Hristiyanlar, "Biz, Allah'ın oğullarıyız ve O'nun sevgilileriyiz" dediler. De ki: "Madem öyle niçin günahlarınız sebebiyle Allah size azap ediyor?" Tam tersi, siz, O'nun oluşturduklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin sahipliği, yönetimi de Allah'ındır. Dönüş de yalnızca O'nadır.
19) Ey Kitap Ehli! Elçilerin arasının kesildiği bir sırada, "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi" demeyiniz diye, size tebyîn yapan/açıkça ortaya koyan Elçimiz geldi. İşte kesinlikle müjdeleyici ve uyarıcı size geldi. Allah, her şeye en çok gücü yetendir.
Bu âyetlerde, Ehl-i Kitap uyarılmakta ve tevhide davet edilmektedir: • "Allah, Meryem oğlu Mesih'in ta kendisidir" diyen kimseler kâfir olmuşlardır. • Bu kâfirlere, "Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helâk etmek istese, O'na karşı kim bir şey yapabilir? Göklerin, yeryüzünün ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti sadece Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir" denilmeli, böylece onlar, Îsâ'da herhangi bir ilâhlık niteliği olmadığını öğrenmelidirler. • Yahûdi ve Hristiyanlar, "Biz, Allah'ın oğullarıyız ve O'nun sevgilileriyiz" demektedirler. • Onlara, "Madem öyle niçin günahlarınız sebebiyle Allah size azap ediyor? Bilakis, siz O'nun yaratıklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü Allah'ındır. Dönüş de O'nadır" denilmeli, böylece düşünüp akıllarını başlarına almalarına yardımcı olunmalıdır. Bakara, Âl-i İmrân ve Cum‘a sûresinde de Yahûdilerin, kendilerinin diğer insanlardan üstün olduklarını; Allah'ın dostları, sevgilileri olduklarını, âhiret yurdunun sadece kendilerine ait olduğunu ve ateşin sayılı günlerden başka kendilerine dokunmayacağını ileri sürdükleri bildirilmişti. Bu uyarılardan sonra Kitap Ehli, "Ey Kitap Ehli! Elçilerin arasının kesildiği bir sırada, "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi" demeyiniz diye, size tebyîn yapan [açıkça ortaya koyan] Elçimiz geldi. İşte kesinlikle müjdeleyici ve uyarıcı size geldi. Allah, her şeye en çok gücü yetendir" denilerek, hakk dine davet edilmektedirler. 19. âyette, Elçilerin arasının kesildiği bir sırada, "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi" demeyiniz diye, size tebyîn yapan [açıkça ortaya koyan] Elçimiz geldi ifadesiyle Yahûdilere, "Rabbimiz! Sen bize peygamber yollamadın ki, doğru yolu bulabilelim" diye bir mazeret fırsatı verilmediği beyân edilmektedir. Malumdur ki Peygamberimizin gelişinden önceki şeriatlar tahrif edilmiş; bu sebeple de, hakk bâtıla, doğru yanlışa karışmıştı. Bu da, insanların hakkı bulamamaları hususunda bir mazeret teşkil etmişti. Yahûdi ve Hristiyanların inançları da şöyle açıklanmaktadır: * Ve Yahudiler; "Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da, "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah, onlarla savaşmıştır. Nasıl da döndürülüyorlar! [Tevbe/30] Sonra Firavun'a de ki: "Rabb şöyle diyor": "İsrâîl Benim ilk oğlumdur. Sana, ‘Bırak oğlum gitsin, Bana tapsın’ dedim. Ama sen onu salıvermeyi reddettin. Bu yüzden senin ilk oğlunu öldüreceğim." [Çıkış, 4:22-23.] Ağlaya ağlaya gelecekler, Benden yardım dileyenleri geri getireceğim. Akarsular boyunca tökezlemeyecekleri düz bir yolda yürüteceğim onları. Çünkü ben İsrâîl'in babasıyım, Efrayim de ilk oğlumdur. [Yeremya, 31:9.] Bu tarz ifadeler İncîllerde birçok yerde geçmektedir. Kur’ân bu yanlışları düzeltmektedir: * Andolsun, "Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir" diyen kimseler kesinlikle kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri olmuşlardır. Hâlbuki Mesih, "Ey İsrâîloğulları! Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz Allah'a kulluk edin. Şüphesiz kim Allah'a ortak koşarsa kesinlikle Allah ona cenneti haram eder, onun barınağı da Ateş'tir. Ve şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için yardımcılardan kimse yoktur" demişti. Andolsun, "Allah üçün üçüncüsüdür" diyen kimseler kesinlikle kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri olmuşlardır. Oysa tek ilâh'tan başka ilâh yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, kesinlikle onlardan kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kimselere acı veren bir azap dokunacaktır. Hâlâ onlar, Allah'a hatalardan dönüş yapmaz ve O'ndan af dilemezler mi? Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Meryem'in oğlu Mesih, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Anası da dosdoğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara âyetleri nasıl açığa koyuyoruz. Sonra yine bak, onlar nasıl döndürülüyorlar! [Mâide/72-75]
20,21) Ve hani Mûsâ, toplumuna: "Ey toplumum! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani Allah, içinizden peygamberler gönderdi. Sizi de hükümdarlar kıldı. Ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi. Ey toplumum! Allah'ın size yazdığı temizlenmiş toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrayanlar olarak dönersiniz" dedi.
22) Onlar, "Ey Mûsâ! Şüphesiz orada zorba bir toplum var. Onlar oradan çıkmadıkça da biz oraya asla girmeyiz. Şâyet onlar, oradan çıkarlarsa, şüphesiz biz de artık girenleriz" dediler.
23) Korkanlardan/korkulanlardan Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam[#402] dedi ki: "Onların üzerlerine kapıdan girin. İşte, oradan girerseniz şüphesiz siz, galip olanlarsınız. Eğer inanıyorsanız da artık yalnızca Allah'a işin sonucunu havale edin."
24) Mûsâ'nın toplumu: "Ey Mûsâ! Şüphesiz biz, onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidin de savaşın. Şüphesiz biz, burada oturanlarız" dediler.
25) Mûsâ: "Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu hak yoldan çıkmışlar toplumunun arasını ayır" dedi.
26) Allah dedi ki: "Artık temizlenmiş topraklar onlara kırk sene haram kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O nedenle sen, hak yoldan çıkmış o toplum için tasalanma!"
Bu âyet grubunda, İsrâîloğulları'nın Allah'ın kendilerine gönderdiği elçiye karşı yakışıksız tavırları nakledilip inananların, Allah Elçisi'ne karşı yanlış tavır almamaları hususunda uyarılar yapılmakta ve aynı sahnelerin yine yaşanabileceğine işaret edilmektedir. Bu pasajın anlaşılması, onu edilen olayların tarihsel açıdan bilinmesine bağlıdır. Olaylar Kitab-ı Mukaddes’in Sayılar; 13 ve 14. bölümlerinde ayrıntılı olarak açıklanır. Bu bölümlerdeki anlatılan olaylar, Kur’an’ımızın da onayladığı bölümlerdendir. Özetle: Musa, Kenan ülkesini fethe niyet eder. Ama çevresindeki İsrailoğulları orada yaşayanlarla savaşmaktan korkarlar ve Musa’ya karşı koyarlar. Musa, Kenan ülkesinde etüt yapmak üzere; orada yaşayan halkın güçlü mü zayıf mı, çok mu az mı olduğunu, yaşadıkları ülke iyi mi kötü mü, kentleri nasıl, surlu mu değil mi, toprak nasıl, verimli mi, kıraç mı, çevrede yetişen meyvelerden getirin diye İsrailoğullarının her bir oymağından casus olarak birer kişiyi gönderir. Casuslar dönünce, "Orada yaşayan halk güçlü, kentler de surlu ve çok büyük. Orada Anak soyundan gelen insanları bile gördük. Amalekliler Negev'de; Hititler, Yevuslular ve Amorlular dağlık bölgede; Kenanlılar da denizin yanında ve Şeria Irmağı’nın kıyısında yaşıyor. Onların yanında kendimizi çekirge gibi zayıf hissettik, onlara da öyle göründük. Bu halka saldıramayız, onlar bizden daha güçlü, Üstelik orada gördüğümüz herkes uzun boyluydu" diye bilgi verirler. Gönderilen casuslardan iki kişi, Kitab-ı Mukaddese göre; Nun oğlu Yeşu’ ile Yefunne oğlu Kalev, Musa’nın önünde halkı susturup, "Oraya gidip ülkeyi ele geçirelim. Kesinlikle buna yetecek gücümüz var" derler. Kur’an’a göre ise ""Onların üzerlerine kapıdan girin. İşte, oradan girerseniz şüphesiz siz, galip olanlarsınız. Eğer inanıyorsanız da artık yalnızca Allah'a işin sonucunu havale edin."" derler. Kur’ân’daki bu açıklamaya ve Musa’nın 25. ayetteki ""Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu hak yoldan çıkmışlar toplumunun arasını ayır"" şeklindeki serzenişine göre bunların da savaştan kaçmış oldukları anlaşılıyor. Ayette konu edilen "korkanlardan iki kişi", işte bunlardır; yani Nun oğlu Yeşu’ ile Yefunne oğlu Kalev’dir. Ayetteki " يَخَافُونَyehafûne" sözcüğünü Mücahid ve İbn Cübeyr, " يُخَافُونَ yühâfûne" diye okumuşlardır (Kurtubi). Bu okuyuşa göre cümlenin anlamı "korkulanlardan iki kişi" şeklinde olur. Bu durumda cesaret veren iki kişi, Musa’nın fethetmek istediği ülkenin halkından Musa’ya inanmış ve bağlanmış kişiler olur. Ülkeleri ile ilgili bilgi vermiş ve oranın Musa tarafından kolayca fetih edilebileğini bildirmiş olurlar. Mûsâ’nın, "Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına mâlik değilim [söz geçiremiyorum]. Artık bizimle bu fâsıklar toplumunun arasını ayır" şeklindeki niyazına karşı Allah, "Artık o [mukaddes arz] onlara kırk sene haram kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O nedenle sen, o fâsık toplum için tasalanma!" diye Mûsâ'yı teselli etmektedir: 61Ve hani bir zamanlar siz, "Ey Mûsâ! Biz, tek yemeğe asla dayanamayız, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın" demiştiniz. Mûsâ da size, "O, üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır" demişti. Ve üzerlerine aşağılık ve meskenet damgalandı ve sonunda Allah'tan bir hoşnutsuzluğa uğradılar. İşte bu, küfretmiş; Allah'ın âyetlerini bilerek reddetmiş olmaları ve peygamberleri haksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir. (Bakara/61) Burada işaret edilen olayların detayı Kitab-ı Mukaddes'te Sayılar/13 ve 14. Bablarda yer alır. Oradan ayrıntılı olarak okumak mümkündür. 20. âyetteki, Ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi ifadesiyle, o devirde yaşayan hiçbir topluma verilmeyen nimetlerin İsrâîloğulları'na verilmesi kastedilmiştir. Bu nimetler ise şu âyetlerde beyân edilmiştir: 5Biz ise istiyoruz ki, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere armağan verelim, onları önderler yapalım ve onları mirasçılar yapalım. 6Ve onları yeryüzünde sağlamca yerleştirelim, Firavun, Haman ve bu ikisinin askerlerine, onlardan çekinmekte oldukları şeyleri gösterelim. (Kasas/5-6) 77Ve andolsun, Mûsâ'ya "Yetişilmekten korkmayarak ve saygıyla, sevgiyle ürpermeden/Firavuna minnet duymadan kullarımı geceleyin yürüt de kendileri için bol suda/nehirde kuru bir yol aç!" diye vahyettik. [Tâ-Hâ/77] 80Ey İsrâîloğulları! Sizleri düşmanınızdan kurtardık ve dağın sağ yanında size söz verdik/dağın sağ yanını size buluşma yeri olarak belirledik. Üzerinize de kudret helvası ve bıldırcın/bal indirdik. –81Sizi rızıklandırdığımız şeylerin temizlerinden yiyin ve bunda aşırı gitmeyin, sonra üzerinize gazabım iner. Kimin üzerine de gazabım inerse, kesinlikle o iner [düşer, mahvolur]. 82Ve şüphe yok ki Ben, tevbe eden, iman edip sâlihi işleyen, sonra da kılavuzlandığı doğru yolu bulan kimse için çok bağışlayıcıyım.– [Tâ-Hâ/80] 5Ve andolsun ki Mûsâ'yı, "Toplumunu karanlıklardan aydınlığa çıkar, onlara Allah'ın günleri ile öğüt ver" diye âyetlerimizle elçi gönderdik. Şüphe yok ki bunda çok sabreden ve kendisine verilen nimetlerin karşılığını çok çok ödeyen herkes için nice alâmetler/göstergeler vardır. [İbrâhîm/5]
27,28,29) Onlara iki Âdemoğlunun haberini de hakkıyla oku. Hani her ikisi, Allah'ın rızasını kazanmak için bir araç edinmişlerdi de birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. O: "Seni kesinlikle öldüreceğim" dedi. Diğeri: "Allah, yalnız Kendisinin koruması altına girmiş kişilerden kabul eder. Sen, beni öldürmek için elini bana uzatsan da, ben, elimi, seni öldürmek için uzatacak değilim [ben, elimi seni etkisiz kılmak için uzatırım]. Şüphesiz ben, âlemlerin Rabb'i Allah'tan korkarım. Şüphesiz ben, isterim ki sen, beni öldürmen nedeniyle oluşacak zaman kaybına neden olan şeyleri/hayırda ağırda almayı/zarar vermeyi/kusur oluşturmayı ve kendi zaman kaybına neden olan şeylerini/hayırda ağırda almanı/zarar vermeni/kusur oluşturmanı yüklenip de Ateş'in ashâbından olasın! Şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapanların da cezası budur!" dedi.
30) Bunun üzerine kurbanı kabul edilmeyenin egosu kendisine, kardeşini öldürmeyi kolay gösterdi, sonra da onu öldürdü. Kendisi de zarara uğrayanlardan oluverdi.
31) Sonra Allah, hemen ona kardeşinin cesedini nasıl gömmekte olduğunu göstermek için toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. O, "Yazıklar olsun bana, ben, şu karga gibi olmaklığımla âciz mi oldum da kardeşimin cesedini gömüyorum." dedi. Sonra da pişman olanlardan oldu.
32) İşte bunların cereyan edişinden dolayı Biz, İsrâîloğulları'na: "Şüphesiz her kim bir zat veya yeryüzünde bozgunculuk karşılığı olmadan bir zatı öldürürse artık bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir zatın yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur" şeklinde farz kıldık. Ve kesinlikle onlara elçilerimiz açık deliller ile geldiler. Sonra da şüphesiz onların birçoğu, kesinlikle yeryüzünde gerçeği eksik gösteren kimselerdir.
Bu âyetlerde, geçmişten örneklerle Rasûlullah'ın muhatabı olan Kitap Ehli ve onların şahsında da insanlık uyarılmaktadır. Bu âyetler, Kitab-ı Mukaddes'teki şu kıssaya endekslenerek yanlış anlaşılmıştır: Âdem karısı Havva ile yattı. Havva hamile kaldı ve Kayin'i doğurdu. "Rabbin yardımıyla bir oğul dünyaya getirdim" dedi. Daha sonra Kayin'in kardeşi Hâbil'i doğurdu. Hâbil çoban oldu, Kayin ise çiftçi. Günler geçti. Bir gün Kayin toprağın ürünlerinden Rabbe sunu getirdi. Hâbil de sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi. Rabb Hâbil'i ve sunusunu kabul etti. Kayin'i ve sunusunu ise reddetti. Kayin çok öfkelendi, suratını astı. Rabb Kayin'e, "Niçin öfkelendin?" diye sordu, "Niçin surat astın? Doğru olanı yapsan, seni kabul etmez miyim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor. Ona egemen olmalısın." Kayin kardeşi Hâbil'e, "Haydi, tarlaya gidelim" dedi. Tarlada birlikteyken Kayin kardeşine saldırıp onu öldürdü. Rabb Kayin'e, "Kardeşin Hâbil nerede?" diye sordu. Kayin, "Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?" diye karşılık verdi. Rabb, "Ne yaptın?" dedi, "Kardeşinin kanı topraktan Bana sesleniyor. Artık döktüğün kardeş kanını içmek için ağzını açan toprağın laneti altındasın. İşlediğin toprak bundan böyle sana ürün vermeyecek. Yeryüzünde aylak aylak dolaşacaksın." Kayin, "Cezam kaldıramayacağım kadar ağır" diye karşılık verdi, "bugün beni bu topraklardan kovdun. Artık huzurundan uzak kalacağım. Yeryüzünde aylak aylak dolaşacağım. Beni kim bulsa öldürecek." Bunun üzerine Rabb, "Kim seni öldürürse, ondan yedi kez öç alınacaktır" dedi. Kimse Kayin'i bulup öldürmesin diye onun üzerine bir nişan koydu. Kayin Rabbin huzurundan ayrıldı. Aden bahçesinin doğusunda, Nod topraklarına yerleşti. [Tekvin, 4:1-16.] Yüce Allah'ın, Sonra Allah ona... yeri eşeleyen bir karga gönderdi buyruğu ile ilgili olarak Mücâhid şöyle demiştir: "Allah iki karga gönderdi. Bunlar birbirleriyle kavga ettiler. Sonunda biri diğerini öldürdü, sonra da yeri eşeleyerek bir çukur kazıp onu gömdü. Hz. Âdem'in bu oğlu, ilk öldürülen kişi olmuştu." Yine şöyle denilmiştir: "Karga yeri, yiyeceğini ihtiyaç duyacağı zamana kadar gizlemek üzere eşelemişti. Çünkü böyle yapmak kargaların âdetlerindendir. Kâbil de bunu görünce kardeşini nasıl saklayıp gömeceğini anlamış oldu." Rivâyet olunduğuna göre Kâbil, Hâbil'i öldürdükten sonra onu bir çuvala koymuş ve omuzunda yüz yıl süreyle durmaksızın taşıyıp yol almıştır. Bunu Mücâhid söylemiştir. İbnu'l-Kâsım ise Mâlik'ten bir sene taşıdığını rivâyet etmektedir. İbn Abbâs da böyle demiştir. Onun, kardeşinin cesedini kokuncaya kadar taşıdığı da söylenmiştir. O, –önceden de geçtiği üzere– bu hususta kargaya uyuncaya kadar ona ne yapacağını bilemiyordu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.] Mâide/27'nin iyi anlaşılabilmesi için Mâide/32-34'ün bir bütünlük içerisinde ele alınması gerekir. Konunun tamamı ele alınmadan, konu içindeki bir âyetten hüküm çıkarılmaya çalışılması olumlu netice vermez. Ne yazık ki genellikle böyle yapılmıştır. Konunun tümünü ele aldıktan sonra, şimdi 27. âyetin tahlilini yapalım:Onlara iki Âdemoğlu'nun haberini de hakkıyla oku... Âyette geçen ibney Âdeme tamlaması, neredeyse bütün meal ve tefsirlerde "Âdemin iki oğlu" (belirtili isim tamlaması) şeklinde anlaşılmıştır. Hâlbuki, 12. âyetten 34. âyete kadar İsrâîloğulları'ndan bahsedildiğine; ve 15 âyette, İsrâîloğulları'nın ilâhî vahiyler hakkındaki olumsuz tavırlarına dikkat çekilip sonra, "Onlara gerçeği oku" denilerek İsrâîloğulları muhatap alındığına göre bu iki kişinin Âdem'in iki oğlu değil, İsrâîloğulları'nın tanıyıp bildikleri, ama gizledikleri iki kişi olması gerekir. Bu durumda, ibney Âdeme tamlamasının, belirtisiz isim tamlaması olarak "herhangi iki Âdem oğlu" şeklinde anlaşılması gerekir. Âyette, bilgin ve takvâ sahibi olan bir kişi ile câhil, zâlim ve kıskanç bir kişinin karakterleri ortaya konduğuna ve kimlikleri dikkate alınmadığına göre bu anlam daha uygundur. Kur’ân'da 7 yerde [A‘râf/26, 27, 31, 35, 272; İsrâ/70 ve Yâ-Sîn/60] geçen benî Âdem [Âdemoğulları] ifadesinin, "Âdem'in oğulları, Âdem'in üç oğlu, dört oğlu..." anlamında olmayıp, "insanlar, insan soyu" anlamında olduğu gibi, ibney Âdeme tamlaması da, "iki Âdem oğlu" anlamındadır. Kurban ise, Allah'a yaklaşmak amacıyla yapılan secde, salât, salâtı ikâme, cihad, yetimin ikramı, sâlihâtı işleme, işsize iş verme vs. gibi her türlü güzel davranışın adı olmasına rağmen, anlamı daraltılarak sadece "Allah'a yaklaşabilmek için kesilen hayvan olarak" anlaşılmıştır. Kurban, sadece hayvan kesmek demek olmayıp Allah'a yaklaşmak için yapılan her türlü davranış olduğuna göre, bu iki insanın [iki Âdemoğlunun], hakklılık ya da hakksızlıklarının Allah tarafından bildirilmesi isteğiyle ne yaptıklarını, isteklerine cevap alıp almadıklarını araştıralım: 60Bu gerçek, senin Rabbindendir, öyleyse şüphecilerden olma. 61Sana bilgiden geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışırsa hemen: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da birbirimizi dışlayıp gözden çıkaralım da Allah'ın dışlayıp gözden çıkarmasını yalancılar üzerine kılalım" de. [Âl-i İmrân/60,61] 186Ve kullarım sana Benden sordukları zaman, biliniz ki şüphesiz Ben çok yakınımdır. Bana yakarınca, yakaranın yakarışına cevap veririm. O hâlde rüşte ermeleri için, onlar da Bana karşılık versinler ve Bana inansınlar. [Bakara/186] 60Ve sizin Rabbiniz: "Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Şüphesiz Bana kulluk etmekten büyüklenen kimseler yakında horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir" dedi. [Mü’min/60] 65Ve eğer Kitap Ehli iman etmiş ve Allah'ın koruması altına girmiş olsalardı, kesinlikle onların kötülüklerini örter ve kesinlikle nimeti bol olan cennetlere koyardık. 66Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i ve kendilerine Rablerinden indirilen Kur’ân'ı ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından [her yönden] besleneceklerdi. Onlardan bir kısmı orta yol tutan; bazısına inanıp bazısına inanmayan, inanmadığı hâlde inanmış gözüken önderli bir toplumdur. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür! [Mâide/65-66] Bu âyetlerden anlaşıldığına göre iyilik ya da kötülük için Allah'a başvurulduğunda, olumlu-olumsuz karşılık alınmaktadır. Nitakim Kur’ân’ımızda peygamberler ve bazı kulların yaptıkları yaklaştırıcı; Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik yakarışların (Dua, Nezir ve İnfak gibi) kabul edildiğini de görmekteyiz. Sad/35, Al-i Imran/35, 37, 38, Meryem/1-7, 53, İbrahim/40, Yunus/98, Enbiya/90, Ankebut, 27/Tevbe/52- 54. Bu konunun bir başka açıdan izahı: tevbe 52-54’deki ifadelere göre rasülüllah münafıkların infakınıkabul etmemiştir. Bu iki kişiden birinin de takva sahibi olmadığını dikkate alırsak. O kişinin yaptığı infak o günkü yönetici tarafından uygun bulunmamış ve reddedilmiştir. O yüzden kıskançlığı kabarmış ve diğer arkadaşını öldürmeye cüret etmiştir. Felak taki vemin şerri hasidin iza haset. Gibi. Razi Kurtubi Tevbe 52-54 Mezkur ayet-i kerime Ced bin Kays isimli bir münafık hakkında nazil olmuştur. Bu münafık savaşa katılmamak için Hz. Peygamber'den (s.a) izin isteyip, O'na «Ben sana malımı vereceğim, kendim gelmeyeceğim» deyince Allah Teâlâ onun aleyhine olmak üzere bu ayeti nazil etmiştir. Yani Ey Muhammed! Bu münafığa ve benzerlerine de ki: «İster gönüllü ister gönülsüz malınızı harcayın. Bu harcadığınız malın hiçbiri sizden kabul edilmeyecek. Çünkü bu harcama Allah için yapılmamıştır.» İkinci Mesele İbn Abbas (r.a), bu ayetin, Ced b. Kays'in, Hz. Peygamber (s.as)'e, "Bana müsaade et, savaşa katılmayayım. Sana şu malımla yardım ederim" dediği zaman, onun hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Bil ki, ayetin nüzul sebebi hususî ise de, hükmü umumidir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Sizden hiçbir şey kabul olunmayacak" buyurmuştur. Bu ifade ile, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onlardan infak edecekleri mallan kabul etmemesi kastedilmiş olabileceği gibi, infâk edilen o malların Allah katında makbul olmayacakları manası da kastedilmiş olabilir. İşte bu iki insanın yaptıkları da bundan ibarettir. Bu niyetle yapabilecekleri şey ise, her türlü ihlaslı ve takvâlı amel olabilir, sadece hayvan kesmiş olmaları gerekmez. Bu âyetleri, "Âdem'in iki oğlu [Hâbil ile Kâbil] kız yüzünden kavga ettiler. Bunun üzerine kurban kestiler, kurbanı kabul olan kızı alacaktı vs." gibi Yahûdi masallarıyla açıklamak ve kurbanın, Âdem şeriatından beri var olduğuna bu âyetleri delil göstermek çok yanlıştır. Âyetteki, Allah, yalnız takvâlı davrananlardan kabul eder ifadesiyle, mağdur kişinin diğerini ilâhî ilkeler doğrultusunda uyardığı görülmektedir. Kısaca kıskanç olana, "Senin kurbanının kabul edilmemesi benim suçum değildir; takvâ sahibi olmadığından kurbanın kabul edilmiyor. Bu yüzden beni öldürmeye çalışmak yerine, takvâlı olmaya çalış" diyor. Yine âyetteki, Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da, ben elimi seni öldürmek için uzatacak değilim ifadesinden de bu kişinin, kardeşi canına kastetse de, kendisinin onu öldürmeyi düşünmediği, karşı koyarsa da nefsini korumaya, onun zararını engellemeye yönelik hareket edeceği bildirilmektedir. Düelloda öldüren kadar öldürülen de suçludur; zira o, öldürülmeseydi, ötekini öldürecekti. Âyetteki, Şüphesiz ben isterim ki sen, benim günahımı ve kendi günahını yüklenip de ateş'in ashâbından olasın! Zâlimlerin de cezası budur ifadesindeki benim günahımı... yüklenip de... ifadesiyle, öldürülenin günahlarının, öldüren tarafından yüklenileceği kastedilmemiştir. Zira kimsenin başkasının günahını yüklenmeyeceği onlarca âyette bildirilmiştir. Bu ifade, "eski günahlarınla beraber beni öldürme günahını da yüklenip de..." anlamındadır. Bu âyetteki "Sonra Allah hemen ona kardeşinin cesedini nasıl gömmekte olduğunu göstermek için toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. O, "Yazıklar olsun bana, ben, şu karga gibi olmaklığımla âciz mi oldum da kardeşimin cesedini gömüyorum." dedi. Sonra da pişman olanlardan oldu." ifadelerden açıkça Rabbimizin bu suç işleyen kişinin ancak karga kadar aklının olduğu; yani bu katil kişinin, zavallının, beyinsizin teki olduğu kendisine itiraf ettirdiği ve hiçbir zaman suç unsurlarının kapatılamayacağı gerçeği anlaşılmaktadır. 32. âyette, Şüphesiz her kim bir zat veya yeryüzünde bozgunculuk karşılığı olmadan bir zatı öldürürse, artık bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir zatın yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur ifadesiyle de, Allah'ın insan hayatına verdiği değer ortaya konulmakta ve insan hayatının korunması için herkesin, başkasının hayatının kutsallığını kabul edip onun korunmasına yardım etmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Hakksız yere birini öldüren kimse, bütün insanları öldürebileceği görünümünü veren bir canavar hükmündedir. Buna karşılık, bir tek insanın hayatının korunmasına yardım eden kimse, tüm insanlığı yaşatmış gibidir.
33,34) Allah'a ve Elçisi'ne karşı savaşan; bozum yapmaya teşebbüs etmiş olan ve yeryüzünde kargaşa çıkarmaya çalışanların -siz onlar üzerine güçlü olmazdan/onları yakalayıp denetim altına almazdan önce hatalarından dönenler hariç- karşılığı, ancak öldürülmeleri/eğitime öğretime tabi tutup dönmelerinin sağlanması veya kent yaşamından uzaklaştırılıp çiftliklerde tarım işçiliği yaptırılması, taş ocaklarında çalıştırılmaları yahut sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkilerinin kesilmesi, ya da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir aşağılıktır. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır. Artık iyi bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
Bu âyet, 32. âyetin tefsiri niteliğinde olup insanları dininden döndürmeye çalışmanın zararlarının boyutları açıklanmaktadır. Allah ve Rasûlü'ne savaş açmak ve insanları şirke-küfre yöneltmek, imandan döndürme faaliyetleridir. Bir insanın dinden döndürülmesi, öldürülmesinden daha beterdir. Bakara/191'de, Ve fitne [dinden döndürme], öldürmeden daha şiddetlidir buyurulmaktadır. Bu âyetlerde, Allah'a savaş açan –kontrol altına alınmadan önce tevbe edenleri hariç– bu küstahların, öldürülmesi veya asılması yahut sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkilerinin kesilmesi ya da bulundukları yerden sürgün edilmesi gerektiği bildirilmektedir. Âyetteki "Hılaf" sözcüğü ile ilgili açıklama A’râf/124- 126. Âyetler açıklamasında verilmiştir. "Salb" sözcüğü ile ilgili ayrıntılı açıklama Ta Ha/71’de yapılmıştır. Hâkim, ictihadını kullanarak, suçun niteliğine ve boyutuna göre bu cezalardan birini verebilir. Bu âyet grubunun sebeb-i nüzûlü ile ilgili kaynaklarda şu bilgiler aktarılmıştır: İnsanlar, bu âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi hususunda farklı görüşlere sahiptir. Cumhurun kabul ettiği görüş ise, bu âyet-i kerîmenin Uranîler hakkında nâzil olduğudur. Lafız Ebû Dâvûd'un olmak üzere, hadis imamları Enes b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Ukl'den –veya Ureynelilerden demiştir– bir topluluk, Rasûlullah'ın (s.a) huzuruna geldi. Medîne'nin havası kendilerini rahatsız etti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) onlar için süt veren birtakım develeri tahsis etti. O develerin sidiklerinden ve sütlerinden içmelerini emretti. Bunun üzerine onlar da kalkıp gittiler. Sağlıklarına kavuştukları vakit, Peygamber'in (s.a) çobanını öldürdüler. Davarları önlerine katıp götürdüler. Sabah erken vakitte onların bu yaptıkları Peygamber'e (s.a) ulaşınca, o da arkalarına takipçi gönderdi. Gün yükseldiği sırada yakalanıp getirildiler. Hz. Peygamber'in verdiği emir üzerine el ve ayakları kesildi, gözleri çıkarıldı. Medîne'nin kara taşlığına bırakıldılar. Su istiyorlar, onlara su verilmiyordu. Ebû Kılabe (hadisi Enes b. Mâlik'ten rivâyet edendir) dedi ki: "İşte bunlar, hırsızlık yaptılar, adam öldürdüler, iman ettikten sonra kâfir oldular, Allah'a ve Rasûlü'ne karşı savaş açtılar." Bir rivâyette de şöyle dinilmektedir: (Hz. Peygamber) emir vererek, çiviler kızdırılıp gözlerine mil çekildi. Ellerini ve ayaklarını kestirdi ve (kestirdiği yerlerinden akan kanın kesilmesi için) onları dağlamadı. Yine bir rivâyette şöyle denilmektedir: Rasûlullah (s.a) onları takip edip yakalamak üzere iz sürmeyi bilen birtakım kimseleri gönderdi ve onlar yakalanıp getirildiler İşte bunun üzerine yüce Allah, Allah'a ve Rasûlü'ne karşı savaşanların ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak... âyeti nâzil oldu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.] Âyetteki, yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanlar ifadesinden, sosyal açıdan her türlü kargaşayı çıkaranlar anlaşılacağı gibi, doğal dengeyi bozacak hareketlerde bulunanlar da anlaşılabilir. Zira Allah'ın elçi göndermesinin bir sebebi de doğayı korumaktır. Her mü’min, Allah'ın şeairi olan yaratıkları koruyup kollamakla da görevlidir. 2Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın alâmetlerine, haram aya, hedye/hac yapanlara yiyecek yollamaya, hediye etmeye, gerdanlıklarına [hac yapanların/orada yüksek ilâhîyat eğitimi için bulunanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretlerine] ve Rablerinden lütuf ve rıza bekleyerek Beytü'l-Haram'a/hac görevi yapmak isteyenlere saygısızlık etmeyin. Dokunulmazlığınız kalktığında/hac göreviniz bittiğinde de avlanın. Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve "iyi adam"lık ve Allah'ın koruması altına girme üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Hiç şüphesiz Allah, azabı/kovuşturması çok çetin olandır. [Mâide/2] 32,33İşte böyle! Her kim Allah'ın varlığına işaret olan şeylere saygı gösterirse, –ki şüphesiz bu saygı gösterme, kalplerin Allah'ın koruması altına girmesindendir– sizin için onlarda belli bir süreye kadar birtakım yararlar vardır. Sonra, bunların varış yeri; Beyt-i Atik'e/eski eve/özgür eve/Ka‘be'yedir. [Hacc/32-33] 41İnsanlar dönerler diye; kendilerinin elleriyle kazandıkları şeyler yüzünden, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırmak için karada ve denizde kargaşa ortaya çıktı. [Rûm/41] 72Şüphesiz Biz, emaneti [bütünlüğü, kusursuzluğu, mükemmelliği] göklerin, yerin ve dağların üzerine yaydık, yaygınlaştırdık da, onlar, onu taşımaya yanaşmadılar, bütünlüğün, kusursuzluğun, mükemmelliğin alıp götürülmesinden korktular. Ve onu insan taşıdı [onu aldı götürdü, ona ihanet etti]. Şüphesiz insan, çok yanlış davranan; kendi zararlarına iş yapan ve çok cahildir. [Ahzâb/72] Bu yetteki "öldürülmeleri" ifadesini Bakara/54. âyetteki anlamıyla ele alırsak, burada Allah’a ve elçisine karşı savaşanların eğitilerek, öğretilerek tevbe etmeleri; düşünce ve eylemlerini değiştirmelerinin sağlanması anlamı da çıkarılabilir. Bakara/54’teki açıklamalarımız: 54Hani bir zamanlar Mûsâ toplumuna, "Ey toplumum! Şüphesiz siz altına tapmakla kendi kendinize haksızlık ettiniz. Gelin hemen Yaratıcınıza tevbe edin de benliklerinizi değiştirin. Böylesi, Yaratıcınız nezdinde sizin için hayırlıdır" demişti. Sonra da Yaratıcınız tevbenizi kabul etti. Şüphesiz Yaratıcınız, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, engin merhamet sahibinin ta kendisidir. Bu âyette Medîneli Yahûdilere, ataları İsrâîloğulları'nın yaşadığı önemli hâdiseler hatırlatılarak, atalarının başlarına gelenlerin kendi başlarına da gelmemesi için uyarı yapılmaktadır. Âyette yer alan, فاقتلوا انفسكم[faqtulû enfusekum] ifadesi, genellikle "kendinizi, öldürün" veya "birbirinizi öldürün" şeklinde anlaşılmıştır. ... Katâde, Nefislerinizi öldürün buyruğunu, "nefislerinizi geri çevirin, durumunu değiştirin" anlamına gelecek şekilde okumuştur. Yani, öldürmek sûretiyle bu tökezlemesinden nefislerinizi kurtarın demektir. [İbn Kesîr.] Âyetin orijinalindeki ifade, فاقتلوا فتوبوا الى بارئكم[fetûbû ilâ bâri’ikum faqtulû] şeklinde olup, nefislerin öldürülmesi'nin, tevbe ile gerçekleşeceğini bildirmektedir. Nefis, tevbe ile nasıl öldürülür? قتل [QATL] Qatl sözcüğü, hakikat anlamıyla "öldürmek" demektir. Burada "tevbe ile qatl" söz konusu olduğuna göre, قتل[qatl] sözcüğünün hakikat manasına alınması mümkün değildir. O nedenle qatl kelimesi, mecâzî anlama hamledilmelidir. قتل[qatl] sözcüğü, mecâzen "tahavvül" [değişim, hâlden hâle geçme] demektir. Şaraba su katan kimseye, قتل الشّراب[qatele'ş-şerâbe/şarabı katletti] denir. Çünkü şaraba su katarak, onun sertliğini ve sarhoş edici özelliğini değiştirmiştir. Âşık olup da aşkın serserileştirdiği kimseye ve işlerde deneyim kazanmış, acemiliği üzerinden atmış kişiye de رجل مقتّلة[racülün muqattelün] denir. [Lisânu'l-Arab; c. 7, s. 241-245, "Qtl" mad.; Tâcu'l-Arûs, c. 15, s. 607-606, "Qtl" mad.; Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, "Qtl" mad.] Âyetten anlaşılan o ki, burada İsrâîloğulları'ndan istenen, tevbe ederek Allah'ın istediği gibi olgun kul olmalarıdır.
35) Ey iman etmiş olan kişiler! Kurtulmanız, zafer kazanmanız için, Allah'ın koruması altına girin, O'na, yaklaştıracak/ulaştıracak şeyleri arayın ve O'nun yolunda gayret gösterin.
36) Şüphesiz, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimseler; bütün yeryüzündekiler ve onunla birlikte bir o kadarı daha, kıyâmet gününün azabından kurtulmalık vermek için kendilerinin olsa, onlardan kabul edilmez. Ve onlar için can yakıcı bir azap vardır.
37) Onlar, Ateş'ten çıkmak isterler. Ama oradan çıkanlar değillerdir. Ve onlar için devamlı bir azap vardır.
Bu âyetlerde de uyarılar devam etmektedir: • Mü’minler, felâha ermek [kurtulmak, zafer kazanmak, durumlarını koruyabilmek] için, Allah'a takvâlı davranmalıdır. • Allah'a yaklaştıracak şeyleri aramalı, O'nun rızasını kazandıracak her türlü aracın peşinden koşmalı ve O'nun yolunda gayret göstermelidirler. • Yeryüzündekilerin tümü ve onunla birlikte bir o kadarı daha küfredenlerin olsa ve kıyâmet gününün azabından kurtulmak için fidye olarak verseler, onlardan kabul edilmez ve onlar için can yakıcı bir azap vardır. • Onlar, ateş'ten çıkmak isterler. Ama oradan çıkanlar değillerdir. Ve onlar için devamlı bir azap vardır. وسيلة [vesîle], "kendisiyle bir başkasına ulaşılan, yaklaşılan şey" demektir. [Lisânu'l-Arab, "Vsl" mad.] Burada, mü’minlerden, kendilerini Allah'a yaklaştıracak ameller işlemeleri istenmektedir. Kişiyi Allah'a yaklaştıracak amelleri de şu âyetlerden öğrenebilmekteyiz: 19Kesinlikle senin düşündüğün gibi değil! Sen salât eden; mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmaya çalışmayı engelleyen o kişiye itaat etme. Sen Rabbine boyun eğip teslim ol ve yaklaştırıl/Rabbin seni Kendine yaklaştırsın. [Alak/19] 37Ve sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlatlarınız değildir. Ancak kim iman eder ve düzeltmeye yönelik işleri yaparsa, işte onlar; kendileri için yaptıklarına karşı kat kat karşılık olanlardır. Ve onlar, yüksek köşklerinde güven içindedirler. [Sebe/37] 99Yine bedevi Araplardan kimi de vardır ki onlar, Allah'a ve âhiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklar ve Elçi'nin destekleri sayar. Gözünüzü açın! Şüphesiz bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah, onları yakında rahmetine girdirecektir. Şüphesiz Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir. [Tevbe/99] 57-61Şüphesiz Rablerine duydukları derin hayranlık ve saygı sonucu O'ndan uzaklaşma korkusundan tir tir titreyen şu kimseler, Rablerinin âyetlerine inanan kimseler, Rablerine ortak tanımayan kimseler, şüphesiz kendileri, Rablerine dönecekler diye verdiklerini kalpleri ürpererek veren kimseler; işte onlar, iyiliklerde yarışanlardır ve iyilikler için önde gidenlerdir. [Mü’minûn/57-61] 100Muhacir ve Ensar'dan ilk önce öne geçenler ve iyileştirme-güzelleştirme ile onları izleyen kimseler; Allah onlardan razı oldu, onlar da O'ndan razı oldular. Ve Allah onlara, içlerinde temelli kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, büyük bir kurtuluştur. [Tevbe/100] 10Öne geçenler de, öne geçenlerdir. 11İşte öne geçenler, yaklaştırılanlardır. [Vâkıa/10-11] 26Ve andolsun ki Biz, sizi güçlü kılmadığımız şeylerde onları güçlü kılmıştık; size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik. Onlara da kulaklar, gözler ve duygular vermiştik. Buna rağmen kulakları, gözleri ve duyguları onlara hiçbir yarar sağlamadı/kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştıramadı. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de onları sarıp kuşatıverdi. [Ahkâf/26] 18-21Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! "Ebrar"ın/iyi adamların kaydı, kesinlikle Illıyyin'dedir. –Illıyyin'in ne olduğunu sana ne bildirdi? Yaklaştırılmışların tanık olduğu rakamlanmış/yazılmış bir kayıttır!– 22-28Şüphesiz ki "Ebrar/iyi adamlar", elbette, Naim'in içindedirler, tahtlar üzerinde beklenti içindedirler. Yüzlerinde nimetin aydınlığını görürsün. Onlar, mühürlü saf bir içkiden sulanırlar. Ki onun mühürü/neticesi misktir. Karışımı Tesnim'dendir. Yaklaştırılmışların içecekleri bir pınardandır. –Artık yarışanlar, işte bunda yarışmalıdırlar.– [Mutaffifîn/18-28] Bazıları, buradaki vesîle sözcüğüne, "Allah'a götürecek, Allah ile kul arasında aracı olacak mürşit" manası vermektedirler, ki bu, tevhid ile bağdaşmayan, şirk içeren bir anlayıştır: 3Dikkatli olun, halis din sadece Allah'a aittir. O'nun astlarından birtakım yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinenler: "Allah'ın astlarından edindiğimiz yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsın diye biz onlara tapıyoruz." Şüphesiz kendilerinin ayrılığa/anlaşmazlığa düşüp durdukları şeylerde, onların arasında Allah hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk etmez. [Zümer/3] Ölü veya diriyi, peygamber veya sâlih kulu Allah'a aracı yapmaya kalkmak şirktir. Şurası da unutulmamalıdır ki, Allah'a vesile arama yükümlülüğü, sadece Müslümanlar için değil, Peygamber için de geçerlidir. Zira Peygamber de bu âyetin muhatabıdır. Kişiler vesile oluyorsa, peygamberler kimi vesile edineceklerdir?
38) Hırsız erkek ve hırsız kadın; bunların yaptıklarına karşılık, Allah'tan bir engelleyici uygulama olarak hemen ikisinin de yollarını/güçlerini kesin. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
39,40) Sonra kim yaptığı haksızlıktan sonra tevbe eder ve düzeltirse, bilsin ki şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Göklerin ve yerin sahipliğinin, yönetiminin Allah'a ait olduğunu bilmedin mi? O, dilediğine azap eder, dilediğini de bağışlar. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.
Bu âyetlerde toplumda vukû bulabilecek olan hırsızlık hâdisesine karşı tedbirler öngörülmektedir. 33. âyette, yeryüzünde fesat çıkaranların cezalandırılması konu edilmişti. Burada ise, yeryüzünde fesat çıkarma kapsamındaki hırsızlık konu edilmekte ve hırsızlığa karşı önlemler ve hırsızlara uygulanması gereken yaptırımlar bildirilmektedir. Ayette geçen " ايدىeydiye" sözcüğü " يَدْyed (aslı " يَدْىٌyedyün")" sözcüğünün çoğuludur. Sözcüğün anlamı "eller" demektir. Tesniye " هماhüma" zamiriyle izafet tamlama halinde gelmiştir. Tamlama halinde olunca "her ikisinin de ellerini (üç veya daha çok el)" demektir. Hırsızın ikiden fazla eli olmadığına göre, sözcüğün hakikat manasını murat etmemiz mümkün olmaz. O nedenle buradaki "eller" sözcüğü, mecazî olarak anlaşılmalıdır. Yed sözcüğü mecazen, "kuvvet, kudret, zenginlik, iktidar, hacır, vakar, topluluk, saltanat, nimet, yay, elle yapılan işlerin tümü, ..." anlamında kullanılır. (Tacü’l Arus; ydy Mad.) Kur’an’ın birçok ayetinde de bunu görebiliriz: Sad 45, Tevbe 29, Fetih/10. Ve daha birçoğu. Böyle mecaza bir örnek de Tahrim/4 teki " فقد صغت قُلوُبُكُمَاfekat sağat kulübüküma (ikinizin kalbleri kaymıştır)" ifadesidir. Burada " قلوبkulüp (kalpler)" çoğul olarak, tesniye (ikil) " كماküma (ikiniz)" zamiriyle tamlama halinde gelmiştir. Kişide kalp bir tane olup üç veya daha fazla olmadığından ve göğüsteki kalpler kayıp, yer değiştirmediğinden buradaki kalpler sözcüğü de mecaz olarak; iman, izan, inanç, anlayış, vicdan gibi kalbi hasletler anlamında gelmiştir. Anlaşılan o ki, Mâide/38’deki O ikisinin ellerini kesin ifadesi, "onların hırsızlık yapma güçlerini, gerekçelerini ortadan kaldırın" anlamındadır. Burada kesme işini, – Yûsuf Sûresinin 31. Âyetinin delâletiyle– elinde bir iz bırakmak üzere kesme şeklinde yorumlamaya gerek olmadığı gibi, Âyetin metni de buna izin vermez. Hırsızlık, "kendine ait olmayan bir şeyi gizlice almak"tır. İnsanlık târihi kadar eski olan hırsızlığı, şekli ve niteliği çağlara göre değişebilir. Bir bahçeden gizlice meyve koparmak, okulda bir kalem-silgi araklamak hırsızlık olduğu gibi, banka soymak, hortumlamak, vergi kaçırmak vs. gibi davranışlar da hırsızlıktır. Hayatî tehlike durumunda ihtiyaç miktarı yiyecek çalmak, hırsızlık sayılmaz. Buradaki, ellerini/YOLLARINI kesin ifadesi, en geniş kapsamıyla, "önce onları hırsızlığa iten açlık ve muhtaçlık gibi gerekçeleri ortadan kaldırın, malı-mülkü kontrol altına alın, teşhir ederek kimsenin iştahını kabartmayın, kapınızı-pencerenizi açık bırakmayın, eğitim, rehabilite merkezleri kurun; keyfî olarak hırsızlık yapanlara karşı da hapis, sürgün vs. gibi caydırıcı cezalar tayin edin, büyük soygun ve vurgunlara karşı hukukî boşlukları doldurun" şeklinde anlaşılabilir. Bu açıklamalardan sonra bir de bu konuyu Kur’an’ın bütünlüğü konusu çerçevesinde inceleyelim. Şüphesiz Allah nezdinde din, İslâm'dır. Kendisine Kitap verilen kimseler de, ancak, kendilerine o bilgi geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı ayrılığa düştüler. Kim de Allah'ın âyetlerini örtbas ederse; artık şüphesiz Allah, hesabı çabuklaştırandır. [Al-i Imran/19] Ve kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o takdirde hiçbir zaman ondan kabul edilmeyecektir. Ve İslâm'dan başka din arayan kimse, âhirette zarar edenlerden olacaktır. [Al-i Imran/85] Allah, dinden Nuh'a yükümlülük olarak ulaştırdığı şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Mûsâ’ya ve İsa'ya yükümlülük olarak ulaştırdığımız şeyi yaşam yolu yaptı: "Dini hayata geçirin, ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin." Senin kendilerini davet ettiğin şey, ortak koşan kimselere ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve kalpten yöneleni de o davet edilene kılavuzlar. [Şura/13] Şüphesiz Biz, Nûh'a ve o'ndan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a, torunlarına, Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a, daha önce kendilerini sana anlattığımız elçilere, kendilerini sana anlatmadığımız elçilere, elçilerden sonra insanların Allah'a karşı bir delilleri olmasın diye, müjdeciler ve uyarıcılar olarak vahyetmiştik. Dâvûd'a da Zebur'u verdik. Ve Allah Mûsâ'ya söz söyledikçe söyledi. Ve Allah en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır,en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Nisa/163] Deyin ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrâhîm'e ve İsmâîl'e ve İshâk'a ve Ya'kûb'a ve torunlarına indirilene, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya verilene ve peygamberlere Rablerinden verilene iman ettik; onlardan hiç birini diğerinden ayırmayız ve biz ancak O'nun için islâmlaştıranlarız [sağlamlaştıran/esenlik-mutluluk kazandıran birileriyiz]." [Bakara/136] Sonra sana: "Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini örtmekten, ortak koşmaktan dönmüş bir kişi olan ve ortak koşanlardan olmayan İbrâhîm'in dinine/yaşam tarzına tâbi ol" diye vahyettik. [Nahl/123] Arınan, Rabbinin adını anıp da salât eden; mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olan kimse kesinlikle kendini kurtarmıştır. Fakat siz şu basit dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve devamlı kalıcıdır. Şüphesiz bu kurtuluş reçetesi, ilk sahifelerde; İbrâhîm ve Mûsâ'nın sahifelerinde vardı. [A’la/18, 19] Peki, o yüz çeviren kişiyi gördün mü/hiç düşündün mü? Azıcık verdi ve inatla sıkıca tuttu. Geçmişin geleceğin bilgisi onun yanında mı da, o da onu görüyor? Ya da bilgilenmedi mi Mûsâ'nın sayfalarındakiler ile? Ve de, o çok vefalı İbrâhîm'in sayfalarındakiler ile; "Gerçek şu ki, hiçbir günahkâr bir başka günahkârın günahını çekmez. Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka şey yoktur. Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. Sonra karşılığı kendisine hiç eksiksiz verilecektir. Hiç kuşkusuz, son varış yalnızca Rabbinedir. Hiç kuşkusuz, güldüren de O'dur, ağlatan da... Hiç kuşkusuz, öldüren de O'dur, dirilten de... Hiç kuşkusuz, Allah yaratmayı plâna koyduğu zaman iki çifti; erkeği ve dişiyi bir nutfeden/spermden yaratan da O'dur. Hiç kuşkusuz, öteki yaratılış da sadece O'nun işidir. Hiç kuşkusuz, zenginlik veren de O'dur, nimete boğan da... Hiç kuşkusuz, bilginin, bilincin Rabbi de O'dur." [Necm/33- 39] Bu âyetler, Kur’an’daki ilkelerin diğer peygamberlerin tebliğ ettiği vahylerde; eskiden gönderilmiş kitaplarda da var olduğunu bildirir. Bu demektir ki, Rabbimizin koyduğu ilkeler elçiye göre değişmemiştir. Öyleyse hırsızlık suçunun cezasının eski peygamberlerde de var olacağını düşünmek durumundayız. Ve Yûsuf'un yanına girdikleri vakit, Yûsuf, kardeşini yanına aldı: "Şüphesiz ben, senin kardeşinin ta kendisiyim! İşte bundan dolayı onların yapmış olduklarına üzülme!" Sonra Yûsuf onlara önemli eşyalarını, malzemelerini hazırlayınca, su kabını kardeşinin yükünün içine koydu. Sonra bir müezzin seslendi: "Hey kervan! Şüphesiz siz kesinlikle hırsızsınız!" Kafile onlara dönerek, "Ne kaybettiniz?" dediler. Görevliler dediler ki: "Hükümdarın su kabını kaybettik ve onu getirene bir yük zahire var. Ben de buna kefilim." Kafile: "Allah'a yemin ederiz ki kati sûrette, siz de bildiniz ki, biz yeryüzünde/burada kargaşa çıkarmak için gelmedik. Biz hırsızlar da değiliz" dediler. Görevliler: "Eğer yalancılar iseniz, hırsızlık edenin cezası nedir?" dediler. Kafile dediler ki: "Onun cezası, kimin yükünde çıkarsa, işte o kendisi, onun cezasıdır/o, kontrol altına alınır. Biz yanlış yapanlara işte böyle ceza veririz." Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin kabından önce onların kaplarını aramaya başladı. Sonra su kabını kardeşinin kabının içinden çıkardı. İşte Yûsuf'a Biz böyle bir oyun öğrettik. Melikin dininde/ülkenin yasalarında, kardeşini alıkoymasına imkân yoktu. –Ancak Allah dilerse o başka. Biz dilediğimiz kişileri derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde bir daha iyi bilen vardır.– [Yusuf/69- 76] Bu pasajda geçen "Eğer yalancılar iseniz, hırsızlık edenin cezası nedir?", "Onun cezası, kimin yükünde çıkarsa, işte o kendisi, onun cezasıdır/o, kontrol altına alınır. Biz yanlış yapanlara işte böyle ceza veririz" ve "Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin kabından önce onların kaplarını aramaya başladı. Sonra su kabını kardeşinin kabının içinden çıkardı. İşte Yûsuf'a Biz böyle bir oyun öğrettik. Melikin dininde/ülkenin yasalarında, kardeşini alıkoymasına imkân yoktu" ifadeleri dikkate alındığında Yakub’un dininde hırsızlığın cezasının "hırsızın kontrol altına alınması" olduğu anlaşılır. Kur’an’daki bu anlatım, hırsıza verilecek cezanın da açıkça gösterimidir; aynı zamanda yanlış anlamalara karşı konulan bir engeldir. Bizim dinimiz de Yakub’un diniyle aynı olduğundan Kur’an’daki "güçlerin kesilmesi", el kesmek değil hırsızın kontrol altına alınması ve hırsızlığa neden olan illetlerin toplumdan giderilmesidir. Ayrıca Yüce Allah, dünyaya ait cezalandırmalarda "Kısas, misliyle ceza (Adil karşılık)" ilkesini koymuş ve bunu şu âyetler ile de tafsilatlandırmıştır: 160Kim iyilik getirirse, artık ona getirdiğinin on misli vardır. Kim de kötülük getirirse, artık o, sadece onun misliyle cezalandırılır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. [Enam/160] 40Ve bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder ve düzeltirse, artık onun ücreti Allah'a aittir. Şüphesiz ki O, şirk koşarak yanlış;kendi zararlarına iş yapanları sevmez. [Şura/40] 27Kötülük kazanmış olan kimseler de, kötülüğün cezası, bir benzeri iledir. Ve onları bir aşağılık kaplar. Onlar için Allah'tan, hiçbir koruyucu yoktur. Sanki onların yüzleri karanlık gecelerden bir parçaya bürünmüş gibidir. İşte onlar ateşin ashâbıdırlar. Onlar orada sonsuza dek kalacaklardır. [Yunus/27] 126Ve eğer ceza verecek olursanız da, sizin cezalandırıldığınızın misli ile ceza verin. Ve eğer sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır. [Nahl/126] Demek oluyor ki, Maide/38’deki "ellerini/yollarını kesin" ifadesi, en geniş kapsamıyla, "önce onları hırsızlığa iten açlık ve muhtaçlık gibi gerekçeleri ortadan kaldırın, malı-mülkü kontrol altına alın, teşhir ederek kimsenin iştahını kabartmayın, kapınızı-pencerenizi açık bırakmayın, eğitim, rehabilite merkezleri kurun; keyfî olarak hırsızlık yapanlara karşı da hapis, sürgün vs. gibi caydırıcı cezalar tayin edin, büyük soygun ve vurgunlara karşı hukukî boşlukları doldurun, hırsızlık yapanları da kontrol altına alın" şeklinde anlaşılabilir. Bu durumda hırsızlık yapan kimsenin elinin kesilmesi, bu âyetlerin verdiği mesaja uymayacak, zulme, haksızlığa; bir karşı suça dönüşecektir. İslâm, câhiliye Araplarının hırsızlık için uyguladıkları el kesme cezasını farklı bir boyuta çekmiş; hırsızlığa karşı tedbirler alınmasını emretmiş ve hırsıza verilecek cezanın şeklini toplumlara bırakmıştır.
41) Ey Elçi! Kalpleri iman etmediği hâlde ağızlarıyla "İnandık" diyen kimseler ve Yahudileşmişlerden, durmadan yalana kulak veren ve sana gelmeyen kimseler için dinleyen/casusluk eden, küfür; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddediş içinde koşuşan şu kimseler seni üzmesin. Onlar, kelimeyi yerlerinden kaydırıp değiştirirler. "Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!" derler. Allah, bir kimseyi dinden çıkma ateşine düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve âhirette onlara çok büyük bir azap vardır.
42) Yalana çok kulak verenler, haramı çok yiyenler; artık onlar, eğer sana gelirlerse, aralarında hükmet ya da onlara mesafeli dur. Ve eğer onlara mesafeli durursan, artık sana hiçbir zaman zarar veremezler. Ve eğer hükmedersen, o zaman aralarında hakkaniyetle hükmet. Şüphesiz Allah, hakkaniyetle davrananları sever.
43) İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrât yanlarında iken seni nasıl hakem yapıyorlar da ondan sonra da geri duruyorlar? Onlar, inanan kimseler değillerdir.
44) İçinde doğru yol rehberi ve ışık bulunan Tevrât'ı, şüphesiz Biz indirdik. Müslümanlaşmış kişiler olan peygamberler onunla Yahudilere hükmederler, kendilerini Allah'a adamış kişiler ve hahamlar da, Allah'ın kitabından kendilerinden korumaları istenilen ve kendilerinin de üzerine tanıklık ettikleri şeylerle hükmederler. İnsanlara saygı duyup ürpermeyin, Bana saygı duyup ürperin. Benim âyetlerimi de az bir paraya satmayın. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselerin ta kendileridir.
45) Ve Biz, Tevrât'ta onlara, zata zat, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş yazdık. Yaralara kısas vardır. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendisi için kefaret olur. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar yanlış; kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir.
Gâyet açık olan bu âyetlerde, Allah'ın koyduğu ilkelerin önemine dikkat çekilip, Allah'ın âyetlerini dikkate almayanlarla ilgili bilgiler verilmekte ve onların davranışları yüzünden Rasûlullah'ın üzülmemesi istenmektedir. Rasûlullah'ın Medînelilerle yaptığı sözleşmeye göre Yahûdiler, iç işlerinde serbest olup aralarında kendi kanunlarına göre işlerini yürüteceklerdi. Pasajdan anlaşıldığına göre Yahûdiler, kendi kanunlarındaki hüküm işlerine gelmediği zaman, lehlerine bir hüküm verir ümidiyle Rasûlullah'a müracaat ediyorlardı. 42. âyetteki, Yalana çok kulak verenler, haramı çok yiyenler; artık onlar, eğer sana gelirlerse, aralarında hükmet ya da onlardan mesafeli dur. Ve eğer onlardan mesafeli durursan, artık sana hiçbir zaman zarar veremezler. Ve eğer hükmedersen o zaman aralarında hakkaniyetle hükmet. Şüphesiz Allah, hakkaniyetle davrananları sever ifadeleriyle Rasûlullah, onların davasına bakıp bakmamakta serbest bırakılmıştır. Kaynaklarda bu âyetlerin iniş sebebine dair şu bilgiler yer almıştır: Bu âyet, zinâ eden iki Yahûdi hakkında nâzil olmuştur. Yahûdiler, kendi elleriyle Allah'ın kitabını değiştirmişler ve evli kişilerin recmedilmesi emrini te’vîl ve tahrif ederek, yüz sopa ve yüzü karaya boyayıp ters-yüz olarak merkebe bindirme şekline çevirmişlerdi. Hz. Peygamber'in Medîne'ye hicretinden sonra, bu vaka cereyan edince, kendi aralarında dediler ki: "Gelin, Muhammed'in hükmüne başvuralım. Eğer sopa ve yüzü siyaha boyama hükmü verirse, onu alalım. Ve Allah ile kendi aramızda hüccet kılalım. Allah'ın peygamberlerinden bir peygamber, bizim aramızda böylece hüküm vermiş olur. Eğer recm kararı verirse, ona uymayalım." Mâlik de, Nâfi kanalıyla Abdullah ibn Ömer'in şöyle dediğini nakletmiştir: Yahûdiler, Hz. Peygamber'e geldiler ve kendilerinden bir kadınla bir erkeğin zinâ ettiğini söylediler. Rasûlullah (s.a) onlara, "Tevrât'ta recm konusunda ne görüyorsunuz?" diye sordu. Onlar, "Biz, zinâ edenleri sopalatırız" dediler. Abdullah ibn Selâm dedi ki: "Yalan söylüyorsunuz, Tevrât'ta recm vardır." Tevrât'ı getirdiler, ortaya yaydılar. Birisi elini recm bölümünün üzerine koydu. Bölümün öncesini ve sonrasını okudu. Abdullah ibn Selâm dedi ki: "Elini kaldır." O elini kaldırınca, bu kısımda recmle ilgili bölüm bulunduğu görüldü. Yahûdiler, "Muhammed doğru söylüyor. Tevrât'ta recm bölümü vardır" dediler. Rasûlullah (s.a) onlara emretti ve zinâ eden kişiyi recmettirdi. Ben, adamın kadının üzerine eğilip, atılan taşlardan onu korumaya çalıştığını gördüm. Bu hadisi, Buhârî ve Müslim tahric etmişlerdir. Ancak lafız Buhârî'nindir. Buhârî'nin bir başka ifadesinde ise metin şöyledir: Hz. Peygamber Yahûdilere, "Zinâ edenlere ne yaparsınız?" diye sordu. Onlar, "Yüzlerini karaya boyar ve rezil ederiz" dediler. Rasûlullah (s.a), "Eğer doğru söylüyorsanız, Tevrât'ı getirin de size okuyayım" dedi. Onlar Tevrât'ı getirdiler. Ve şaşı olan beğendikleri bir adama, "Oku" dediler. Adam Tevrât'ı okudu. Nihâyet bir noktaya gelince, elini üzerine koydu. Rasûlullah, "Elini kaldır" dedi. Adam kaldırdı ve görüldü ki, burada recm emri vardır. Adam dedi ki: "Ey Muhammed! Burada recm bölümü bulunmaktadır. Ancak biz onu kendi aramızda gizleriz." Rasûlullah emretti ve zinâ edenlerin her ikisi de recmedildi. Müslim'in ifadesi de şöyledir: "Rasûlullah'a (s.a) zinâ eden erkek ve kadın iki Yahûdi getirildi. Hz. Peygamber, Yahûdilerin yanına gelerek dedi ki: — Sizin Tevrât'ta zinâ eden hakkında ne görüyorsunuz? Onlar şöyle karşılık verdiler: — İkisinin de yüzlerini karalar, merkebin üzerine ters bindirir ve gezdiririz. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: — Eğer doğru söylüyorsanız, getirin Tevrât'ı da onu size okuyayım. Tevrât getirildi ve okundu. Recm bölümüne gelince; Tevrât'ı okuyan delikanlı elini recmle ilgili kısmın üzerine koydu ve bu bolümün başını ve sonunu okudu. Bu sırada Hz. Peygamber'le beraber bulunan Abdullah ibn Selâm dedi ki: "Yâ Rasûlullah! Emir buyur da, elini kaldırsın." Delikanlı elini kaldırınca görüldü ki; altında recm bölümü bulunmaktadır. Rasûlullah (s.a) emir verdi ve her iki Yahûdi de recmedildi. Abdullah ibn Ömer der ki: "Ben, o iki Yahûdiyi recmedenler arasında bulunuyordum. Kendisini taştan koruduğunu görmüştüm." [İbn Kesîr.] Müfessirler şöyle demektedirler: "Hayber ahalisinin soylularından bir erkek ve bir kadın zinâ etmişlerdi. Tevrât'ta zinâ haddi ise, recm idi. Bunun üzerine Yahûdiler, onları recmetmeyi uygun bulmadılar ve evli oldukları hâlde zinâ edenlerin hükmünün ne olduğunu sormak için bazı kimseleri Allah'ın Rasûlü'ne gönderdiler ve onlara şu tembihte bulundular: "Eğer Muhammed, bunların cezasının sopa olduğunu söylerse bunu kabul edin; yok eğer, size onları recmetmeyi emrederse, sakın bunu kabul etmeyin!..." Onlar, bu meseleyi Allah'ın Rasûlü'ne sordukları sırada Cebrâîl, onların recmedileceği hükmünü indirdi. Ama onlar bunu kabule yanaşmadılar. Bunun üzerine Cebrâîl (a.s) Hz. Rasûl'e, "Seninle onlar arasında İbn Sûriyâ'yı (hakem) yap" dedi. Bunun üzerine de Hz. Peygamber (s.a), "Tüysüz, beyaz tenli, şaşı, Fedek'te oturan ve kendisine İbn Sûriyâ denilen bir genç var; onu tanıyor musunuz?" deyince, onlar, "Evet, o yeryüzündeki Yahûdilerin en âlimidir" dediler ve onun hükmüne razı olacaklarını belirttiler. Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü İbn Sûriyâ'ya, "Kendisinden başka ilâh olmayan; Hz. Mûsâ'nın geçmesi için denizi yaran; üzerinize Tûr dağını kaldıran; sizi Firavun ve hanedanından kurtarıp. Firavun ve hanedanını suya garkeden; size kitabını, helâl ve haram hükümlerini indiren o Allah aşkına söyle: Evli kimselerin zinâ etmeleri hâlinde, onların recmedileceklerine dair kitabınız Tevrât'ta bir hüküm var mıdır? Böyle bir hüküm biliyor musun?" dedi. İbn Sûriyâ, "Evet, var!" deyince, Yahûdilerin ayak takımı İbn Sûriyâ'nın üzerine atıldılar. Bunun üzerine de İbn Sûriyâ, "Eğer O'na yalan söylemiş olsaydım, üzerimize ilâhî azabın ineceğinden endişelendim..." deyip müteakiben Allah'ın Rasûlü'ne, bildiği alâmetlerden bazılarını sordu. Bunun üzerine İbn Sûriya, "Allah'tan başka ilâh olmadığına, senin Allah'ın Rasûlü ve daha önceki peygamberlerin müjdelediği Arap soyuna mensup ümmî peygamber olduğuna şehâdet ederim..." dedi. Daha sonra Allah'ın Rasûlü, zinâ edenlerin recmedilmesi hükmünü verdi; onlar da Mescid-i Nebevî'nin kapısının önünde recmolundular. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.] Ey Peygamber! Seni kederlendirmesin âyetinin nüzûl sebebiyle ilgili olarak üç görüş vardır: Denildiğine göre bu âyet-i kerîme, Kurayza ve Nadîroğulları hakkında inmiştir. Kurayzalı birisi, Nadîroğulları'ndan birisini öldürdü. Nadîroğulları, Kurayzalılardan birisini öldürdükleri vakit kısas uygulamalarına fırsat vermezlerdi. İleride açıklanacağı üzere onlara [Kurayzalılara] sadece diyet vermekle yetinirlerdi. Bunun üzerine Peygamber'in (s.a) hakemliğine başvurdular. Hz. Peygamber, Kurayzalı ile Nadîroğulları'na mensup iki kişi arasında eşitlik sağlanması gerektiği hükmünü verdi. Bu ise, Nadîroğulları'nın hoşuna gitmedi ve kabul etmediler. Bir diğer görüşe göre bu âyet-t kerîme, Peygamber'in (s.a) Ebû Lubâbe'yi Kurayzaoğulları'na gönderip kendilerine uygulanacak cezanın boğazlarının kesilmesi olduğuna işaret etmesi dolayısıyla Ebû Lubâbe hakkında inmiştir. Bir diğer görüşe göre bu âyet-i kerîme, Yahûdi erkek ve kadının zinâsı ile recim olayı hakkında nâzil olmuştur. Bu, konu ile ilgili görüşlerin en sahih olanıdır. Bunu, hadis imamları, Mâlik, Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Ebû Dâvûd rivâyet etmişlerdir. Ebû Dâvud'un, Câbir b. Abdullah'tan rivâyetine göre, Peygamber (s.a) onlara [Yahûdilere], "Aranızdan en bilgili iki kişiyi yanıma getirin" demiş, bunun üzerine onlar da Sûriyâ adındaki birinin iki oğlunu getirmişlerdi. Hz. Peygamber onlara yüce Allah adına yemin verdirerek sordu: — Bu iki kişinin durumunu Tevrât'ta nasıl bulmaktasınız? Şöyle cevap verdiler: — Bizim Tevrât'ta bulduğumuz şudur: Dört kişi erkeğin organını kadının fercinde sürmedanlıktaki mil gibi görecek olurlarsa ikisi de recm olunurlar. Hz. Peygamber sordu: — Peki, sizi bunları recmetmekten alıkoyan nedir? Şöyle cevap verdiler: — Otoritemiz elden gitti, o bakımdan biz de öldürmekten hoşlanmadık. Peygamber (s.a) şâhitleri çağırdı. Şâhitler gelip, erkeğin organının kadının fercinde sürmedanlıktaki mil gibi gördüklerine dair şâhitlik ettiler. Peygamber (s.a), ikisinin de recm edilmesi emrini verdi. Buhârî ile Müslim'in dışındaki eserlerde de eş-Şa‘bî'den, Câbir b. Abdullah'tan nakledilerek Câbir'in şöyle dediği kaydedilmektedir: Fedeklilerden bir erkek zinâ etti. Bunun üzerine Fedekliler, Medîne'de bulunan bazı Yahûdilerden, Muhammed'e bu hususu sormalarını; celde vurmayı emrederse kabul etmelerini, recmedilmelerini emrederse kabul etmemelerini istediler. Durumu Hz. Peygamber'e sordular, o da İbn Sûriyâ'yı çağırdı. Aralarında en bilgin kişi oydu. Bir gözü de görmüyordu. Rasûlullah (s.a) ona şöyle sordu: "Sana Allah adına yemin verdiriyorum. Kitabınızda zinâ edenin cezasını ne şekilde buluyorsunuz?" İbn Sûriyâ o'na şöyle dedi: "Allah adına bana and verdirdiğine göre, şunu söyleyeyim: Biz Tevrât'ta, bakmanın bir zinâ, kucaklaşmanın bir zinâ, öpmenin bir zinâ olduğunu görüyoruz. Eğer dört kişi erkeğin organını kadının fercinde sürmedanlıktaki mil gibi gördüklerine dair şâhitlik edecek olurlarsa, o takdirde (erkeği) recmetmek icap eder. Bunun üzerine Peygamber (s.a), "İşte bu böyledir" buyurdu. Müslim'in Sahîh'inde de el-Berâ b. Âzib'den şöyle dediği nakledilmektedir: Peygamber'in (s.a) yanına yüzü kömürle karartılmış bir Yahûdi getirildi. Hz. Peygamber Yahûdileri çağırıp şöyle dedi: "Sizler Kitabınızda zinâ edenin cezasının böyle olduğunu mu görüyorsunuz?" Onlar, "Evet" deyince, Hz. Peygamber ilim adamlarından birisini çağırdı ve şöyle buyurdu: "Tevrât'ı Mûsâ'ya indiren Allah adına bana söyle. Kitabınızda zinâ edenin haddini böyle mi buluyorsunuz?" Kişi, "Hayır" dedi, "eğer bu şekilde bana yemin verdirmeseydin sana bildirmeyecektim. Biz, cezanın recm olduğunu görüyoruz. Fakat zinâ, soylularımız arasında çoğaldı O bakımdan soylu bir kimseyi yakaladık mı, onu bırakırdık. Zayıf birisini yakaladık mı, ona had uygulardık. Bu sefer şöyle dedik: ‘Gelin ortaklaşa bir ceza tesbit edelim ve bunu, soyluya da böyle olmayana da uygulayalım.’ Sonunda recm yerine yüzü kömürle karartmayı ve sopa vurmayı tesbit ettik." Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Allahım! Kendilerinin öldürdükleri bir zamanda Senin emrini ihya eden ilk kişi ben oluyorum" dedi ve recm edilmesini emretti. Bunun üzerine yüce Allah da, Ey Peygamber! Küfür içinde koşuşup duranlar seni kederlendirmesin buyruğunu, Eğer size şu verilirse onu alın (yani, diyorlar ki: "Muhammed'e gidin. Eğer o size yüze kömür çalmayı ve sopa vurmayı emrederse onu kabul edin. Şâyet size recm cezası uygulanması fetvasını verirse, ondan sakının") buyruğuna kadar indirdi. Bunun üzerine şanı yüce Allah, Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir (Mâide/44); Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir (Mâide/45); Kim Allah'ın, indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir (Mâide/47) âyetlerini indirdi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.] Kitab-ı Mukaddes'teki hükümler ise şöyledir: Bir adam bir kadın alır, yattıktan sonra ondan hoşlanmazsa, ona suç yükler, adını kötüler, "Bu kadınla evlendim, ama onunla yatınca erden olmadığını gördüm" derse, kadının annesiyle babası kızlarının erden olduğuna ilişkin kanıtı alıp kapıda görevli kent ileri gelenlerine getirecekler. Kadının babası ileri gelenlere, "Kızımı bu adamla evlendirdim, ama o kızımdan hoşlanmıyor" diyecek, "şimdi kızımı suçluyor, onun erden olmadığını söylüyor. İşte kızımın erden olduğunun kanıtı!" Sonra anne-baba kızlarının erden olduğunu kanıtlayan yatak çarşafını ileri gelenlerin önüne serip gösterecekler. Kent ileri gelenleri de adamı cezalandıracaklar. Ceza olarak ondan 100 gümüş alıp kadının babasına verecekler. Çünkü adam İsrâîlli bir erden kızın adını kötülemiştir. Kadın adamın karısı kalacak ve adam yaşamı boyunca onu boşayamayacaktır. Ancak bu sav doğruysa, kızın erden olduğuna ilişkin bir kanıt bulunamazsa, kızı baba evinin kapısına çıkaracaklar. Kent halkı taşlayarak kızı öldürecek. Babasının evindeyken fuhuş yapmakla İsrâîl'de iğrençlik yapmıştır. Aranızdaki kötülüğü içinizden atacaksınız. Eğer bir adam başka birinin karısıyla yatarken yakalanırsa, hem kadınla yatan adam, hem kadın, ikisi de öldürülecek. İsrâîl'den kötülüğü atacaksınız. Eğer bir adam kentte başka biriyle nişanlı erden bir kızla karşılaşır ve onunla yatarsa, ikisini de kentin kapısına götürecek, taşlayarak öldüreceksiniz. Çünkü kız kentte olduğu hâlde yardım istemek için bağırmadı; adam da komşusunun karısıyla ilişki kurdu. Aranızdaki kötülüğü içinizden atacaksınız. Eğer bir adam kırda nişanlı bir kızla karşılaşır, onu yakalayıp tecavüz ederse, yalnız tecavüz eden adam öldürülecek. Kıza hiçbir şey yapmayacaksınız. Çünkü kızın ölümü hakk edecek bir günahı yoktur. Bu, komşusuna saldırıp onu öldüren adamın davasına benzer. Adam kızı kırda gördüğünde nişanlı kız bağırmışsa da onu kurtaran olmamıştır. Eğer bir adam nişanlı olmayan erden bir kızla karşılaşır, tutup onunla yatarsa ve bu ortaya çıkarsa, kızla yatan adam kızın babasına 50 gümüş verecek. Kıza tecavüz ettiği için onu karı olarak alacak ve yaşamı boyunca onu boşayamayacaktır. Kimse babasının karısını almayacak, babasının evlilik yatağına leke sürmeyecektir. [Tesniye, 22:13-30.] Kim birini vurup öldürürse, kendisi de kesinlikle öldürülecektir. Ama olayda kasıt yoksa, ona ben izin vermişsem, size adamın kaçacağı yeri bildireceğim. Eğer bir adam komşusuna düzen kurar, kasıtlı olarak saldırıp onu öldürürse, sunağıma bile kaçmış olsa, onu çıkarıp öldüreceksiniz. Kim annesini ya da babasını döverse, kesinlikle öldürülecektir. Kim adam kaçırırsa, onu ister satmış olsun, ister elinde tutsun, kesinlikle öldürülecektir. Annesine ya da babasına lanet eden kesinlikle öldürülecektir. Kavga çıkar, bir adam komşusuna taşla ya da yumrukla vurur, vurulan adam ölmeyip yatağa düşer, sonra kalkıp değnekle dışarıda gezebilirse, vuran adam suçsuz sayılacaktır. Yalnız yaralının kaybettiği zamanın karşılığını ödeyecek ve tamamen iyileşmesini sağlayacaktır. Bir adam erkek ya da kadın kölesini değnekle döverken öldürürse, kesinlikle cezalandırılacaktır. Ama köle hemen ölmez, bir iki gün sonra ölürse, köle sahibi ceza görmeyecektir. Çünkü köle onun malı sayılır. İki kişi kavga ederken gebe bir kadına çarpar, kadın erken doğum yapar ama başka bir zarar görmezse, saldırgan, kadının kocasının istediği ve yargıçların onayladığı miktarda para cezasına çarptırılacaktır. Ama başka bir zarar varsa, cana karşılık can, göze karşılık göz, dişe karşılık diş, ele karşılık el, ayağa karşılık ayak, yanığa karşılık yanık, yaraya karşılık yara, bereye karşılık bere ödenecektir. Bir adam erkek ya da kadın kölesini gözüne vurarak kör ederse, gözüne karşılık onu özgür bırakacaktır. Eğer erkek ya da kadın kölesinin dişini kırarsa, dişine karşılık onu özgür bırakacaktır. [Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 21:12-27.]
46) Ve Biz o peygamberlerin izleri üzerine, yanlarındaki Tevrât'tan içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak Meryem oğlu Îsâ'nın gelmesini sağladık. Ve o'na Tevrât'tan içinde konu edilenleri doğrulamak, Allah'ın koruması altına girmiş kişilere yol gösterme ve öğüt olmak üzere içinde yol gösterme olan İncîl'i verdik.
47) İncîl ehli de Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, artık işte onlar, hak yoldan çıkanların ta kendileridir.
48) Sana da Tevrât'ın bir bölümünden kendisinin içinde konu edilenleri doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hak ile Kitab'ı/Kur'ân'ı indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen haktan saparak onların arzu ve heveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir yol haritası/toplu yaşam ilkeleri ve geniş, aydınlık bir yol belirledik. Ve eğer Allah dileseydi sizi tek bir önderli toplum yapardı, fakat size verdiklerinde sizi yıpratmak/denemek için böyle yapmadı. Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah'adır. Sonra O, kendisi hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.
49) Sen, yine aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların tutkularına uyma. Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından; seni davandan vazgeçirerek ateşe atmalarından sakın. Artık sırt çevirirlerse, artık bil ki şüphesiz Allah, bir kısım günahları sebebiyle/günahlarının acısıyla onları musibete uğratmak istiyor. Ve şüphesiz insanlardan pek çoğu kesinlikle hak yoldan çıkan kimselerdir.
50) Yoksa cahiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesinlikle bilen bir toplum için, hüküm yönünden Allah'tan daha güzel kim olabilir?
Bu paragrafta, Mûsâ'dan sonra İsrâîloğulları'ndaki gelişmeler; Hristiyanların ilâhî ilkelere karşı takındıkları tavırlar nakledilerek mü’minler uyarılmaktadır: • Allah o peygamberlerin izleri üzerine, Tevrât'ın tahrif edilen yerlerini yeniden ortaya koymak, tahrif edilmemiş bölümlerini de hayata geçirmek için Meryem oğlu Îsâ'yı peygamber olarak göndermiş ve o'na Tevrât'tan iki eli arasındakileri doğrulamak, muttakilere yol gösterme ve öğüt olmak üzere içinde yol gösterme olan İncîl'i vermiştir. • İncîl ehli de Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetmelidirler. Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, artık işte onlar fâsıkların ta kendileridir. • Bunlardan sonra da Muhammed'e, Tevrât'ın tahrif edilen kısımlarını ortaya koymak, tahrif edilmemiş bölümlerini de yaşama geçirmek için Kur’ân indirilmiştir. Öyleyse Rasûl, onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmetmeli; hakktan saparak onların arzu ve heveslerine uymamalıdır: * Hiç şüphesiz ki, bu Kur’ân İsrâîloğulları'na, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin birçoğunu aktarıp anlatmaktadır. Ve hiç şüphesiz gerçekten Kur’ân, kesinlikle mü’minler için bir kılavuz ve bir rahmettir. [Neml/76-77] • Allah, tüm toplumlar için bir şeriat ve yol kılmıştır. Eğer Allah dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı, fakat sizi denemek için böyle yapmadı. • İnananlar iyiliklerde yarışmalıdır. Herkes Allah'a dönecek, O da, hakkında ihtilafa düşülen şeyleri haber verecektir. • Elçi, aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmetmelidir, onların hevâlarına uymamalıdır. Allah'ın Elçiye indirdiğinin bir kısmından kendisini vaz geçirmelerinden sakınmalı, tedbirli olmalıdır. • Bunlara rağmen sırt çevirirlerse, artık Allah'ın, bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratması kaçınılmazdır. Şüphesiz insanlardan pek çoğu kesinlikle fâsık kimselerdir. • Yoksa câhiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesinlikle bilen bir toplum için, hüküm yönünden Allah'tan daha güzel kim olabilir? Bu âyet grubunun iniş sebebine dair şu olay nakledilmiştir: Mukâtil şöyle demiştir: Allah, Hz. Muhammed'i (s.a) peygamber olarak göndermeden önce, Benî Kurayza ile Benî Nadîr arasında bir kan davası bulunmaktaydı. Cenâb-ı Hakk Hz. Muhammed'i peygamber olarak gönderince, bunlar Hz. Muhammed'in hakemliğine başvurdular. Kurayzaoğulları şöyle demişti: "Nadîroğulları bizim kardeşlerimizdir. Babamız, dinimiz ve kitabımız birdir. Binâenaleyh, şâyet Nadîroğulları bizden birisini öldürürse bize 70 vesak [ölçek] hurma verirler. Eğer biz onlardan birisini öldürürsek, onlar bizden, 140 vesak hurma alırlar. Bizi yaraladıkları zaman verecekleri diyet [erş], onların yaralanmalarına mukabil verilecek olan diyetin yarısıdır. Binâenaleyh sen, bizimle onlar arasında hükmet." Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), "Ben, Kurayzalı olan birisinin kanının, Nadîrli olan birisinin kanına; Nadîrli birisinin kanının, Kurayzalı birisinin kanına denk ve müsavi olduğuna hükmediyorum.. Bunlardan birisinin diğerine ne kan, ne diyet, ne de "erş" [yaralama diyeti] hususunda bir üstünlüğü yoktur" dedi. Bunun üzerine Nadîroğulları kızarak, "Biz senin hükmüne razı olmuyoruz; çünkü sen bizim düşmanımızsın..." dediler. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hakk, Onlar hâlâ, câhiliye hükmünü mü (yani, câhiliyedeki ilk hükümlerini mi) arıyorlar? âyetini indirdi. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]
51) Ey iman etmiş kimseler! Yahudileri ve Nasara'yı/Hristiyanları yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmeyin. Onlar birbirlerinin koruyucu, yol gösterici yakınıdırlar. Sizden kim onları mütevelli [koruyucu, gözetici, yönetici] yaparsa, artık o, şüphesiz onlardandır. Şüphesiz Allah, şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar topluluğunu kılavuzlamaz.
52) Bundan sonra kalplerinde hastalık bulunan; zihniyeti bozuk kimselerin: "Bize bir felaket gelmesinden ürperiyoruz" diyerek, onların içinde koşuştuklarını göreceksin. Artık umulur ki Allah, bir fetih veya katından bir emir getirir de içlerinde gizlediklerine pişman olan kimseler olurlar.
53) Ve iman etmiş kişiler: "Kesinlikle, sizinle beraber olduklarına dair, Allah'a bütün güçleriyle yemin edenler bunlar mı?" derler. Onların amelleri boşa gitmiştir ve onlar kaybedenler olmuşlardır.
Bu paragrafta, mü’minlere, Yahûdi ve Hristiyanlara karşı uygulamaları gereken ilkeler bildirilmiştir. Âyetlerin ifadeleri gâyet açıktır: • İman edenler, Yahûdi ve Hristiyanları velîler edinmemelidir. Onlar birbirlerinin velîsidirler. Mü’minlerden kim onları mütevelli [koruyucu, gözetici, yönetici] yaparsa, o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğunu kılavuzlamaz. • Kalplerinde hastalık bulunan kimselerin, "Bize bir felaket gelmesinden ürperiyoruz" diyerek, onların içinde koşuştukları görülecektir. Umulur ki Allah, bir fetih veya katından bir emir getirir de içlerinde gizlediklerine pişman olurlar. • İman edenler, onlarla ilgili, "Kesinlikle, sizinle beraber olduklarına dair, Allah'a bütün güçleriyle yemin edenler bunlar mı?" derler. Onların amelleri boşa gitmiş ve onlar kaybetmişlerdir. Bu pasajın iniş sebebine dair şunlar aktarılmıştır: Muhammed ibn İshâk der ki: Yahûdilerden Rasûlullah'la olan anlaşmalarını ilk bozan kabile, Kaynûka oğulları'dır. Âsım ibn Ömer ibn Katâde'nin bana naklettiğine göre; Rasûlullah (s.a) onları kuşatmıştı da en sonunda onlar, Rasûlullah'ın emrine boyun eğmişlerdi. Hz. Peygamber onları mağlup edince, Abdullah ibn Ubey ibn Selûl kalkarak, "Yâ Muhammed! Benim dostlarıma iyi davran" dedi. Çünkü Kaynuka oğulları, Hazreclilerin müttefikiydi. Rasûlullah (s.a) ona doğru eğildi. O, "Ey Muhammed! Benim dostlarıma iyi davran" dedi. Hâkim der ki: Rasûlullah (s.a) ondan yönünü döndürdü. Abdullah İbn Ubey elini Rasûlullah'ın (s.a) zırhının cebine soktu. Rasûlullah (s.a) bırak beni dedi ve kızdı. Öyle ki, yüzünde gölgeler belirdi. Sonra, "Yazıklar olsun sana, bırak beni" dedi. Abdullah ibn Ubey, "Hayır, Allah'a andolsun ki, benim dostlarıma iyi davranıncaya kadar seni bırakmam" dedi, "400 zırhsız, 300 zırhlı beni siyah ve kırmızıya karşı korudular. Sen onları bir sabahta bitirip tüketecek miydin? Ben, olacaklardan korkarım" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), "Onlar senin olsun" dedi. Muhammed ibn İshâk der ki: Ebû İshâk ibn Yessâr Ubâde ibn Sâmit'in oğlu Velîd'in oğlu, Ubâde'den nakletti ki, Ubâde ibn Sâmit şöyle demiş: Rasûlullah (s.a) Kaynuka oğulları'yla savaşa tutuşunca; Abdullah ibn Ubey onlarla ilgilendi ve önlerine durdu. Ubâde ibn Sâmit, Rasûlullah'ın (s.a) yanına doğru yürüdü. Avf ibn Hazrec oğulları, Abdullah ibn Ubey gibi Kaynuka oğulları'nın müttefikiydiler. Ubâde ibn Sâmit, Rasûlullah'ın huzurunda onların ittifakını reddederek, Allah ve Rasûlü'ne durumlarım bildirdi ve dedi ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Onların ittifakından Allah ve Rasûlü'ne güvenirim ve Allah ve Rasûlü ile mü’minlerin dostluğunu kabul eder, kâfirlerin dostluk ve ittifaklarından uzaklaşırım." İşte bu âyet-i kerîme, Ubâde ibn Sâmit ile Abdullah ibn Ubey hakkında nâzil olmuştur. [İbn Kesîr.] Âyetin Ebû Lubâbe hakkında nâzil olduğu da İkrime'den bir görüş olarak nakledilmiştir. es-Süddî der ki:" Âyet-i kerîme, Müslümanların Uhud günü korkuya kapılarak sonunda aralarından bazılarının Yahûdi ve Hristiyanları velî edinmeyi içinden kararlaştırmaları şeklinde meydana gelen olay hakkında nâzil olmuştur." Yine bu âyet-i kerîmenin Ubâde b. es-Sâmit ile Abdullah b. Ubey b. Selul hakkında nâzil olduğu da söylenmiştir. Ubâde (r.a), bunun üzerine Yahûdileri velî edinmekten vazgeçmiş, buna karşılık İbn Ubey onları dost edinmeye devam ederek, "Ben, zamanla birtakım musibetlerin ortaya çıkmasından korkuyorum" demişti. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.] Mü’minler, gayr-i müslimleri velî, mütevelli edinmemeleri hususunda onlarca kez uyarılmıştır. Burada birkaçını hatırlatıyoruz: * Ve Allah'ın ortağı olduğunu kabul ederek yanlış, kendi zararlarına iş yapan kimselere meyletmeyin, sonra size ateş dokunuverir. Ve sizin için Allah'ın astlarından yardım eden, yol gösteren, koruyan yakınlar yoktur. Sonra yardım göremezsiniz. [Hûd/113] * Mü’minler, kendilerinden seviyesiz, kâfirleri; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseleri yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmesinler/yönetici yapmasınlar, yaşamlarını onların ellerine teslim etmesinler. Artık onu her kim yaparsa, Allah'tan hiçbir şeyi yoktur. Ancak onlardan bir k [Âl-i İmrân/28] * Ey iman etmiş kimseler! Kendi seviyenizde olmayanlardan sırdaş/sıkı arkadaş edinmeyin. Onlar, size fenalık etmekten geri kalmazlar. Onlar, sıkıntıya düşmenizi istediler. Kesinlikle kinleri ağızlarından dışa vurmuştur. Göğüslerinde gizledikleri şeyler de daha büyüktür. Eğer siz, aklınızı kullanacaksanız, Biz, sizin için âyetleri/alâmetleri/göstergeleri kesinlikle açığa koymuşuzdur. [Âl-i İmrân/118]
54) Ey iman etmiş kimseler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında mü'minlere karşı yumuşak, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselere karşı da onurlu ve şiddetli bir toplum getirir ki Allah, onları sever, onlar da O'nu severler; onlar, Allah yolunda çaba harcarlar ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bir armağandır. Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, çok iyi bilendir.
55) Sizin yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınınız, sadece Allah'tır, O'nun Elçisi'dir, bir de Allah'ı birleyerek salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan, ayakta tutan], zekat'ı; Allah'ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergiyi veren iman etmiş kimselerdir.
56) Allah'ı, O'nun Elçisi'ni ve iman edenleri kendine yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakın kabul edenler bilsinler ki, kesinlikle Allah'ın taraftarları, galip olanların ta kendileridir.
57) Ey iman etmiş kimseler! Sizden önce kendilerine Kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerden, dininizi alay ve eğlence edinen kimseleri yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmeyin. Eğer mü'minler iseniz de Allah'ın koruması altına girin.
58) Ve siz, onları salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmaya; toplumu aydınlatmaya] çağırdığınız zaman, onlar, onu alay ve eğlence edinirler. Bu, onların, akıllarını kullanmayan bir toplum olmalarındandır.
Bu âyet grubunda, dinden dönenler ve İslâm düşmanları hakkında kurallar konulmaktadır: • Dinlerinden dönecek olurlarsa –ki bunun kendilerinden başka kimseye zararı olmaz– mü’minler bilmelidirler ki, Allah yakında mü’minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetli bir toplum getirir, Allah, onları sever, onlar da Allah'ı severler; onlar Allah yolunda çaba harcarlar ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. • Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah, vâsi'dir, çok iyi bilendir. • Mü’minin velîsi Allah, O'nun Elçisi ve rükû eder bir hâlde salâtı ikâme eden, zekâtı veren kimselerdir. • Allah'ı, Elçisi'ni ve iman edenleri velî edinenler bilsinler ki, Allah'ın taraftarları kesinlikle gâlip olacaklardır. • Mü’minler, kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden, dinlerini alay ve eğlence edinenleri velîler edinmemeli ve Allah'a takvâlı davranmalıdırlar. • Mü’minler tarafından salâta çağırılanlar, –akıllarını kullanmayan bir toplum olmalarından dolayı– onu alay ve eğlence edinirler. Akıllı bir toplum olsalar bunu yapmazlar. 55. âyetteki, "rükû hâlinde zekât vermek" –rükû sözcüğünün yanlış anlaşılmasından dolayı– ifadesi çarpıtılarak birtakım masallar üretilmiştir. İbret-i âlem için bunları teşhir ediyoruz: Dilencinin biri, Peygamber'in (s.a) mescidinde bir şeyler dilendiği hâlde kimse ona bir şey vermemişti. O sırada Hz. Ali namazda ve rükû hâlinde bulunuyordu. Sağ elinde de bir yüzük vardı. Dilenciye eliyle işaret etti ve nihâyet dilenci de o yüzüğü aldı el-Kiya et-Taberî der ki: "İşte bu, az amelin namazı iptal etmediğine delalet etmektedir. Çünkü, rükû hâlinde iken yüzüğünü sadaka olarak vermek, namazda yapılan bir iş olup, bundan dolayı namazını iptal etmedi." Yüce Allah'ın, Ve rükû hâlinde iken zekâtını veren mü’minler buyruğu ise, nafile sadakaya da zekât adının verileceğine delâlet etmektedir. Çünkü, Hz. Ali rükû hâlinde iken yüzüğünü sadaka olarak vermişti. Bu da yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: Fakat, kendisi ile Allah'ın rızasını istemek kastıyla verdiğiniz zekât ise, işte onlar kat kat artırılanlardır (Rûm/39). İşte burada farz ve nafile de zekâtın kapsamına girmektedir. Buna göre zekât adı, hem farzı hem de nafile sadakayı kapsayan bir isim olmaktadır. Tıpkı, sadaka ve salât isimlerinin her ikisini de [farz olanı da nafile olanı da] kapsaması gibi. Derim ki: Buna göre, burada zekâttan kasıt, yüzüğünü sadaka olarak vermektir. Zekât lafzının, yüzüğü sadaka olarak vermek şeklinde yorumlanması ise uzak bir ihtimaldir. Çünkü zekât, ancak kendisi için has olan lafzı ile kullanılır. Bu da, daha önce Bakara sûresi'nin baş taraflarında geçtiği gibi, farz olan zekâttır Aynı şekilde bundan önce geçen, Namazını kılan ifadesinin anlamı da böyledir. Namazın ikâme edilmesinin anlamı ise, namazı vakitlerinde ve bütün hukukuna riâyet ederek kılmaktır. Bundan kasıt da farz olan namazdır. Daha sonra yüce Allah, Ve rükû hâlinde iken buyurmaktadır. Bundan maksat ise, nafile namazdır. Şöyle de denilmiştir: Rükû'un tek başına zikredilmesi, onun şerefine dikkat çekmek içindir. Yine denildiğine göre mü’minler, bu âyetin nüzûlü esnasında kimileri namazını tamamlamış, kimileri ise rükû hâlinde bulunuyordu. İbn Huveyzimendâd der ki: Yüce Allah'ın, Ve rükû hâlinde iken zekâtını veren mü’minler buyruğu, namaz esnasında amel-i yesir diye bilinen az miktardaki amelîn caiz olduğu hükmünü ihtiva etmektedir. Çünkü, burada bu ifade övgü sadedindedir. Övgü ile ilgili asgari hüküm ise, övülen şeyin mübah oluşudur. Ali b. Ebî Tâlib'in (r.a) dilenciye kendisi namazda iken bir şeyler verdiği rivâyet edilmektedir. Bunun, nafile namazda iken yapılmış olması da mümkündür. Zira, farz namazda böyle bir şey yapmak mekruh görülmüştür. Övgünün, her iki hâlin bir arada olmasına yönelik olma ihtimali de vardır. Adeta namaz ve zekâtın vücubuna inanan kimseyi nitelendirerek, namazdan rükû diye söz etmiş, bunların farz oluşuna inanmayı da bunların fiilen yapılması diye ifade etmiştir. Nitekim, "Müslümanlar namaz kılanlardır" derken, onların bu hâlde iken namaz kılan kimseler olduklarını kastetmediğin gibi, yalnızca namaz hâlinde iken onlar övülmüş olmuyor. Bu ifade ile, bu davranışı yapıp, onun farziyetine inanan kimseler kastedilmektedir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.] Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi rükû, "şirk koşmadan kulluk etmek"tir. Burada ise, "tam, mükemmel bir imana sahip olarak zekâtını verenler" demek olup münâfıklara karşılık gerçek mü’minler övülmektedir.
59) De ki: "Ey Kitap Ehli! Bizim, sadece Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilene inanmamız ve şüphesiz sizin çoğunuzun hak yoldan çıkmış kimse olması yüzünden mi bizden hoşlanmıyorsunuz?"
60) De ki: "Allah katında cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah, kimleri dışlamış ve kimlerden razı olmamışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve tağûta tapanlar yapmışsa, işte bunlar, mekânca kötüdür ve yolun doğrusundan daha çok kaybolmuşlardır."
61) Onlar, size geldikleri zaman da, "İman ettik" dediler. Hâlbuki küfür; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddediş ile girdiler ve onlar kesinlikle küfürle çıkmışlardır. Ve Allah, onların gizlemiş olduklarını en iyi bilendir.
62) Onlardan pek çoğunun, zaman kaybına neden olan şeylerde/hayırda ağırda almada/zarar vermede/kusur oluşturmada, düşmanlıkta ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Bu yaptıkları şeyler ne kadar da kötüdür!
63) Kendilerini Allah'a adamış kişilerin ve din bilginlerinin onları, zaman kaybına neden olan şeyleri/hayırda ağırda almayı/zarar vermeyi/kusur oluşturmayı söylemekten ve haramı yemekten men etmeleri gerekmez miydi? Yapıp ürettikleri şeyler ne kötüdür!
64) Ve Yahudiler, "Allah'ın eli sıkıdır" dediler. -Söyledikleri şeyler nedeniyle kendi elleri bağlandı ve onlar dışlandı.- Tam tersi Allah'ın iki eli açıktır; dilediği gibi harcar. Ve andolsun ki Rabbinden sana indirilen, onların çoğunda azgınlık ve küfür; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetme açısından artış yapar. Ve Biz, o Yahudilerin aralarına kıyâmete kadar düşmanlık ve kin attık. Ne zaman savaş/bozum yapmak için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Ve onlar, yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Oysa Allah, bozguncuları sevmez.
65) Ve eğer Kitap Ehli iman etmiş ve Allah'ın koruması altına girmiş olsalardı, kesinlikle onların kötülüklerini örter ve kesinlikle nimeti bol olan cennetlere koyardık.
66) Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i ve kendilerine Rablerinden indirilen Kur'ân'ı ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından [her yönden] besleneceklerdi. Onlardan bir kısmı orta yol tutan; bazısına inanıp bazısına inanmayan, inanmadığı hâlde inanmış gözüken önderli bir toplumdur. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür!
Bu âyet grubunda Ehl-i Kitab'a, köşeye sıkıştıran sorular yöneltilmekte, ayrıca onların mü’minlere kin duymalarının nedeni açıklanmakta, onların durumu ortaya konarak yapmaları gerekenler, onlardan beklenenler bildirilmektedir: • Ey Kitap Ehli! Bizim, sadece Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilene inanmamız ve şüphesiz sizin çoğunuzun fâsık olması yüzünden mi bizden hoşlanmıyorsunuz? • Allah katında cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah, kimlere lanet etmiş ve kimleri gazabına uğratmışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytâna tapanlar yapmışsa, işte bunlar, mekanca kötüdür ve yolun doğrusundan daha çok kaybolmuşlardır. Bu hitaplardan sonra onların durumları açıklanmaktadır: • Onlar, Müslümanlara, "İman ettik" derler. Hâlbuki küfürle girip küfürle çıkmışlardır. Allah, onların gizlediklerini en iyi bilendir. • Onlardan pek çoğu, günah işlemede, düşmanlıkta ve haram yemede yarışır. Bu yaptıkları şeyler ne kötüdür! Bu açıklamalardan sonra onlara, "Rabbaniler ve din bilginlerinin, onları günahı söylemekten ve haramı yemekten men etmeleri gerekmez miydi? Yapıp ürettikleri şeyler ne kötüdür!" Buyurularak, onların sözde bilginleri, –toplumlarını uyarmadıkları için– kınanmışlar; ardından da Yahûdilerle ilgili çarpıcı açıklamalar yapılmıştır: Yahûdiler, "Allah'ın eli sıkıdır" dediler. –Söyledikleri şeyler sebebiyle kendi elleri bağlandı ve onlar lanetlendi.– Aksine O'nun [Allah'ın] iki eli açıktır; dilediği gibi harcar. Kur’ân, onların çoğunda azgınlık ve küfürce artış yapar. Allah, onların aralarına kıyâmete kadar düşmanlık ve kin attı. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Ve onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez. Ve eğer Kitap Ehli iman etmiş ve takvâ sahibi olsalardı, kesinlikle Allah, onların kötülüklerini örter ve kesinlikle nimeti bol olan cennetlere koyardı. Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i, ve kendilerine Rabb'lerinden indirileni [Kur’ân'ı] ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından [her yönden ] yiyeceklerdi [besleneceklerdi]. Onlardan bir kısmı orta yol tutan [bazısına inanıp bazısına inanmayarak orta yol tutan] bir ümmettir. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür! 60 ve 66. âyetlerde Mûsâ'nın daha evvel İsrâîloğulları'na verdiği öğütlere işaret edilmektedir. Konu, Kitab-ı Mukaddes’in Levililer/26 ve Tesniye/28. Bölümlerinde ayrıntılı olarak yer alır. 64. âyette Yahûdilerin, "Allah'ın eli sıkıdır" sözleriyle ilgili şu bilgi verilmiştir: Muhammed ibn İshâk der ki: Bize Muhammed ibn Ebû Muhammed, Sa‘îd veya İkrime kanalıyla Abdullah ibn Abbâs'ın şöyle dediğini nakletti: Şeys ibn Kays isimli bir Yahûdî dedi ki: "Senin Rabbın cimridir, harcamaz." Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'yi indirdi. [İbn Kesîr.] Allah onların ithamlarını reddetmiş, onların gayr-i insanî karakterlerini, "söyledikleri şeyler sebebiyle kendi elleri bağlandı ve onlar lanetlendi. Aksine O'nun [Allah'ın] iki eli açıktır; dilediği gibi harcar. Ve andolsun ki, Rabbinden sana indirilen, onların çoğunda azgınlık ve küfürce artış yapar. Ve Biz, onların aralarına kıyâmete kadar düşmanlık ve kin attık. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Ve onlar, yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Oysa Allah, bozguncuları sevmez" ifadeleriyle teşhir etmiştir. Yahûdilerin bu âyette konu edilen karakterlerine daha evvel de değinilmiştir: 52İşte onlar, Allah'ın dışladığı kimselerdir. Allah kimi dışlayıp gözden çıkarırsa, artık ona asla bir yardımcı bulamazsın. 53Yoksa onlar için dünya yönetiminden bir pay mı vardır. Eğer öyle olsaydı, insanlara bir hurma çekirdeğinin oyuğunu bile vermezlerdi. 54Yoksa onlar insanları, Allah'ın onlara armağan olarak verdiği şey için kıskanıyorlar mı? Bakın, şüphesiz Biz, İbrâhîm soyuna da kitap ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri vermiştik. Hem de onlara büyük bir hükümranlık verdik. [Nisâ-52-54] 61Ve hani bir zamanlar siz, "Ey Mûsâ! Biz, tek yemeğe asla dayanamayız, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın" demiştiniz. Mûsâ da size, "O, üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır" demişti. Ve üzerlerine aşağılık ve meskenet damgalandı ve sonunda Allah'tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, küfretmiş; Allah'ın âyetlerini bilerek reddetmiş olmaları ve peygamberleri haksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir. [Bakara/61] Rabbimizin ihsanı ise gerçekten sayılamayacak ölçüdedir: 32-34Allah, gökleri ve yeri oluşturan, gökten su indirip de onunla size rızık olarak çeşitli meyveler çıkarandır. Ve Allah, emri gereğince denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi/sizin yararlanacağınız özelliklerde yarattı, ırmakları da emrinize verdi. Sürekli olarak dönüş hâlinde olan güneşi ve ayı da emrinize verdi/onları da yararlanacağınız özelliklerde yarattı. Geceyi ve gündüzü de sizin emrinize verdi. Ve O, Kendisinden istediğiniz her şeyden size verdi. Allah'ın nimetini saymak isterseniz de sayamazsınız! Şüphesiz insan kesinlikle çok yanlış; kendi zararına iş yapan, çok iyilikbilmez biridir. [İbrâhîm/32-34]
67) Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Ve eğer bunu yapmazsan, o zaman O'nun verdiği elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumuna kılavuzluk etmez.
Gâyet net ve anlaşılır bir ifadeye sahip olan âyette Kitap Ehlinin tavırları nakledildikten sonra Rabbimiz, Elçisi'ne, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Ve eğer bunu yapmazsan, o zaman O'nun verdiği elçilik görevini iletmemiş [yerine getirmemiş] olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler toplumuna hidâyet etmez buyurarak, o'nun görevini yapıp gerisine karışmamasını istemektedir. Bu tarz ifadeler birçok âyette [A‘râf/62, 79, 93, 68; Hûd/57; Ahkâf/23; Cinn/28] geçmişti. Elçiler her türlü şart altında tebliğ görevlerini yapmakla yükümlüdür; mesajları saklayamazlar, uhdelerinde tutamazlar, mesaja ekleme yapamazlar. Kendi aleyhine bile olsa mesajı tebliğ etme zorundadır. Âyetteki, Allah da seni insanlardan koruyacaktır ifadesiyle, Elçi'nin hem şahsının hem de elçiliğinin korunacağı garantisi verilmiş ve nitekim Rasûlullah'ın tebliğ ettiği vahiyler ve şahsı her türlü saldırıya rağmen korunmuştur: * Hiç kuşkusuz Biz, o Öğüt'ü/Kur’ân'ı Biz indirdik, Biz. Ve kesinlikle Biz, onun için koruyucularız. [Hicr/9] * Ve Biz, senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna bir şeyler atmış olmasın. Bunun üzerine Allah, şeytanın/İblis'in attığı şeyleri giderir. Sonra da Allah, şeytanın bıraktığını, kalplerinde hastalık bulunan; zihniyeti bozuk ve kalpleri kaskatı olan kimseler için dinden çıkarmak için, –şüphesiz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar da kesinlikle uzak bir ayrılık içindedirler–, kendilerine bilgi verilmiş olan kimseler, Kur’ân'ın şüphesiz Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilsinler de ona iman etsinler, sonra da kalpleri ona saygı duysun diye âyetlerini güçlendirir, korur. Ve Allah, çok iyi bilendir, en iyi yasalar koyan, güçlendirendir. Ve şüphesiz Allah, iman eden kimseleri dosdoğru yola kılavuzlayandır. [Hacc/52-54] * O nedenle, sen onların söylediklerine karşı sabret. Ve güneşin doğmasından önce ve batmasından önce ve geceden bir bölümde; her fırsatta Rabbinin övgüsü ile birlikte arındır. Ve boyun eğip teslim oluşların/ikna oluşların arkalarında; inkârcıya iman ettirdikten sonra da O'nu arındır. [Kaf/39-40]
68) De ki: "Ey Kitap Ehli! Tevrât'ı, İncîl'i ve Rabbinizden size indirilen kuralları hayata geçirmedikçe hiçbir şey üzerinde değilsiniz." Şüphesiz ki Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunda azgınlığı ve küfürü; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeyi artırıyor. Öyleyse kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumu için üzülme!
69) Şüphesiz şu iman etmiş kişiler, Yahudileşmiş kişiler, Sabiîler/Yahya peygamberin dininden olanlar ve Nasraniler; kim Allah'a ve âhiret gününe iman eder ve sâlihi işlerse, artık onlar için bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.
70,71) Andolsun ki Biz, İsrâîloğulları'nın sözleşmesini aldık ve kendilerine elçiler gönderdik; ne zaman ki onlara elçi, nefislerinin hoşlanmadığı bir şeyi getirdi, bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürüyorlar. Ve onlar, bir sosyal yangın olmayacağını sandılar da körleştiler ve sağırlaştılar. Sonra Allah, onların tevbesini kabul etti. Sonra yine onlardan çoğu körleşti, sağırlaştı. Ve Allah, onların yaptıkları şeyleri en iyi görendir.
72) Andolsun, "Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir" diyen kimseler kesinlikle kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri olmuşlardır. Hâlbuki Mesih, "Ey İsrâîloğulları! Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz Allah'a kulluk edin. Şüphesiz kim Allah'a ortak koşarsa kesinlikle Allah ona cenneti haram eder, onun barınağı da Ateş'tir. Ve şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için yardımcılardan kimse yoktur" demişti.
73) Andolsun, "Allah üçün üçüncüsüdür" diyen kimseler kesinlikle kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri olmuşlardır. Oysa tek ilâh'tan başka ilâh yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, kesinlikle onlardan kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kimselere acı veren bir azap dokunacaktır.
74) Hâlâ onlar, Allah'a hatalardan dönüş yapmaz ve O'ndan af dilemezler mi? Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
75) Meryem'in oğlu Mesih, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Anası da dosdoğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara âyetleri nasıl açığa koyuyoruz. Sonra yine bak, onlar nasıl döndürülüyorlar!
76) De ki: "Allah'ın astlarından sizin için zarar vermeye ve yarar sağlamaya gücü yetmeyen şeylere mi kulluk ediyorsunuz? Oysa Allah, çok iyi işitendir, çok iyi bilendir."
77) De ki: "Ey Kitap Ehli! Dininizde hakkın dışında aşırılığa gitmeyin. Daha evvel sapmış, birçoklarını saptırmış ve hak yolun ortasından sapmış bir toplumun tutkularına da uymayın."
78) İsrâîloğulları'ndan şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kimseler, Dâvûd ve Meryem'in oğlu Îsâ diliyle dışlanmışlardır. Bu, onların isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri sebebiyledir.
79) Onlar, yaptıkları kötülüklerde birbirlerine engel olmuyorlardı. Elbette, yapıp durdukları şey ne kötü idi!
Bu âyetlerde de konunun merkezinde olan Ehl-i Kitabın yanlışları sayılmakta, doğru yola gelmeleri istenmektedir. Onlara önce, Ey Kitap Ehli! Tevrât'ı, İncîl'i ve Rabbinizden size indirileni ikâme etmedikçe hiçbir şey üzerinde değilsiniz çağrısı yapılarak, Tevrât ve İncîl'de yer alan ilkeleri hayata geçirmedikçe bir değerlerinin olmayacağı açıklanmıştır. Bu mesaj, Cum‘a sûresi'nde şöyle yer almıştı: 5Kendilerine Tevrât yükletilip de sonra onu taşımayan kimselerin durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan toplumun örneği ne kötüdür! Ve Allah, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar toplumuna doğru yolu göstermez. [Cum‘a/5] Bu çağrının mesajı daha evvel detaylıca kendilerine iletilmişti: 109Kitap Ehlinden birçoğu, gerçek kendileri için ortaya konduğu hâlde, benliklerindeki kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler olmaya çevirmek isterler. Buna rağmen siz, Allah'ın emri gelinceye kadar af ile, hoşgörüyle davranın. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir. 110Ve siz, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun-ayakta tutun] ve zekâtı/vergiyi verin! Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir. 111Bir de inananları Yahûdileştirmek, Hristiyanlaştırmak isteyenler, "Yahûdi ve Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek" dediler. Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: "Eğer doğru kimseler iseniz, delilinizi getirin." 112Hayır, aksine kim iyileştiren-güzelleştiren biri olarak kendisini Allah için islâmlaştırırsa, işte onun, Rabbi katında ödülü vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de. 113Ve Yahûdiler, "Hristiyanlar, bir şey üzerinde değillerdir/onların kayda değer bir yanları yoktur" dediler. Hristiyanlar da, "Yahûdiler, bir şey üzerinde değillerdir/onların kayda değer bir yanları yoktur" dediler. Oysa onlar, kitabı okuyorlar. Bilmeyen kimseler de onların sözü gibisini dediler. Artık içinde anlaşmazlık edip durdukları şeylerde, kıyâmet günü aralarında Allah hüküm verecektir. [Bakara/109-113] Bu çağrıdan sonra Rasûlullah, Şüphesiz ki, Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunda azgınlık ve küfrü artırıyor. Öyleyse kâfirler toplumu için üzülme! denilerek teselli edilmiş, sonra da onların geçmişine ve âkıbetlerine dair birtakım bilgiler verilmiştir: Şüphesiz şu iman etmiş kişiler, Yahûdileşmiş kişiler, Sâbiiler ve Nasraniler; kim Allah'a ve âhiret gününe iman eder ve sâlihi işlerse, artık onlar için bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Andolsun ki Biz, İsrâîloğulları'nın sözleşmesini aldık ve kendilerine elçiler gönderdik; ne zaman ki onlara elçi, nefislerinin hoşlanmadığı bir şeyle geldi; bir kısmını yalanladılar bir kısmını da öldürdüler. Ve onlar, bir fitne olmayacağını sandılar da körleştiler ve sağırlaştılar. Sonra Allah onların tevbesini kabul etti. Sonra yine onlardan çoğu körleşti, sağırlaştı. Ve Allah, onların yaptıkları şeyleri en iyi görendir. Andolsun "Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir" diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih, "Ey İsrâîloğulları! Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz Allah'a kulluk edin. Şüphesiz kim Allah'a ortak koşarsa kesinlikle Allah ona cenneti haram eder onun barınağı da Ateş'tir. Ve zâlimler için yardımcılardan kimse yoktur." demişti. Andolsun "Allah, üçün üçüncüsüdür" diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Oysa tek ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, kesinlikle onlardan kâfir olan kimselere acı veren bir azap dokunacaktır. Bu açıklamalardan sonra sitemkâr ifadelerle, "Hâlâ onlar, Allah'a tevbe etmez ve O'ndan af dilemezler mi? Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Meryem'in oğlu Mesih, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Anası da dosdoğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak onlara âyetleri nasıl açığa koyuyoruz. Sonra yine bak, onlar nasıl döndürülüyorlar!" buyurularak kınanmışlar, ardından da, "Allah'ın astlarından sizin için zarar ve fayda vermeye gücü yetmeyen şeylere mi kulluk ediyorsunuz? Oysa Allah, çok iyi işitendir, çok iyi bilendir. Ey Kitap Ehli! Dininizde hakkın dışında aşırılığa gitmeyin. Daha evvel sapmış, birçoklarını sapıtmış ve Yol'un ortasından sapmış bir toplumun tutkularına da uymayın" denilerek hakka davet edilmişler, sonra da hem Ehl-i Kitaba hem de başkalarına ibret olmak üzere, İsrâîloğulları'ndan küfreden kimselerin, isyan etmeleri, aşırı gitmeleri, yaptıkları kötülüklerden birbirlerini men etmemeleri nedeniyle Dâvûd ve Meryem'in oğlu Îsâ diliyle lanetlendiği bildirilmiş, en sonunda da isyanları, aşırı gitmeleri ve nemelazımcılıkları, Elbette, yapıp durdukları şey ne kötü idi! ifadeleriyle kınanmıştır. 72. âyetteki, Hâlbuki Mesih, "Ey İsrâîloğulları! Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz Allah'a kulluk edin. Şüphesiz kim Allah'a ortak koşarsa kesinlikle Allah ona cenneti haram eder onun barınağı da ateş'tir. Ve zâlimler için yardımcılardan kimse yoktur" demişti ifadesiyle, ellerindeki İncîl nüshalarına da işaret edilmiştir: Îsâ İblis'e şu karşılığı verdi: "‘Tanrın olan Rabbi sınama’ diye de yazılmıştır." İblis aynı şekilde Îsâ'yı çok yüksek bir dağa çıkarıp o'na tüm görkemleriyle dünyanın bütün ülkelerini gösterdi. "Yere kapanıp bana taparsan, bütün bunları sana vereceğim" dedi. Îsâ ona şöyle karşılık verdi: "Çekil git, Şeytân! ‘Tanrın olan Rabbe tap, yalnız O'na kulluk et’ diye yazılmıştır." Bunun üzerine İblis Îsâ'yı bırakıp gitti. Melekler de gelip Îsâ'ya hizmet ettiler. [Matta, 4:7-11.] Ayrıca bu sûrenin 116-117. âyetlerinde de şöyle ifade buyurulmuştur: Ve hani Allah demişti ki: "Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara, ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?" O [Îsâ], "Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben, onu demiş olsam, Sen, bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsindeolanı bilmem. Şüphesiz Sen, ğaybları en iyi bilenin ta kendisisin! Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, Sen onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, azîz ve hakîm'in ta kendisisin" dedi. Burada, Hristiyanların inançlarına dair Merhum Mevdûdî'nin açıklamalarını aynen aktarıyoruz: Bu âyet Hz. Îsâ'yı (a.s) tanrı kabul eden Hristiyan doktrinini açıkça reddeder. Eğer bir kişi o'nun ne olduğunu içtenlikle bilmek isterse, burada verilen işaretlerin yardımıyla kolayca insandan başka bir şey olmadığı yargısına varacaktır. İncîl de o'nun bir insan ve normal insanların istek ve ihtiyaçlarına tâbi olduğuna tanıklık etmektedir: "Bir kadından [Meryem] doğmuştur o. Diğer insanlar gibi o'nun da bir soy kütüğü vardır; başka insan bedenleri gibi aynı özellik ve sınırları taşıyan bir bedeni vardı; uyur, yer, soğuğu ve sıcağı hissederdi; şeytânın kışkırtmasına bile maruz kaldı." Bütün bunlar o'nun ilâh ve Allah'a ilâhlığında ortak olamayacağını açıkça göstermektedir. Hristiyanların kendi İncîlleri o'nu sadece bir insan olarak nitelerken, ilâhlığı Hz. Îsâ'ya (a.s) vermekte ısrar etmeleri zihnî sapıklığın tuhaf bir marifetidir. Bu, onların İncîl'lere değil de, kendilerinin icat edip, ilâhlığa yükselttikleri hayalî bir Hz. Îsâ'ya (a.s) inandıklarının açık bir delilidir. Burada, Hristiyanların kendilerinden sapık itikat ve yollar edinmiş oldukları yanlış yoldaki uluslara telmihte bulunulmaktadır. Telmih, fantezileri Hristiyanları başlangıçta kendilerine gösterilmiş olan Doğru Yol'dan saptıran Yunan filozoflarındandır özellikle. Mesih'in ilk izleyicilerinin inançları, büyük ölçüde şâhit oldukları gerçeğe ve peygamberlerinin kendilerine öğrettiğine uygun düşüyordu. Fakat, daha sonra Hristiyanlar Mesih'e saygı ve bağlılık göstermede sınırları öylesine aştılar ve inançlarının felsefî yorumlarından ve fantezilerinden öylesine etkilendiler ki, Mesih'in gerçek öğretileriyle ortak hiçbir yanı olmayan yeni bir din icat ettiler. Bu bağlamda, Charles Anderson Scott'un Jesus Chrıst'tinden alınan şu satırlar (s. 677-678) (Encyclopadia Britannica, 14. baskı) okunmaya değer: "Matta, Markos ve Luka'nın (bu noktada taşıdığı gerçek anlam ve önem kuşkuludur) başlangıcındaki doğuş hikayelerinden ayrı olarak, bu üç İncîl'de yazarlarının Îsâ'yı, insandan, özellikle Allah'ın rûhuyla donanmış ve Allah'la kendisinden ‘Allah'ın oğlu’ olarak söz edilen varlığını hakklılayan kopmaz ilişki içinde bulunan bir insandan başka bir şey olarak düşündüklerini gösteren hiçbir şey yoktur. Matta bile o'na, bir marangozun oğlu olarak değinir ve Petrus'un o'nu Mesih olarak tasdik etmesinden sonra, ‘kendisini alıp sert sözler sarfetmeye başladığını’ anlatır (Matta, XVI:22) ve Luka'da iki mürit Emmaus yolunda o'ndan hâlâ ‘Allah ve tüm insanlar önünde amelde ve sözde sağlam bir peygamber’ olarak söz etmektedirler (Luka, XXIV:19). Oldukça ilginçtir ki, Markos yazılmadan önce "Rabb"in Hristiyanlar arasında yaygın biçimde Îsâ'yı tanımlamak için kullanılmakta olduğu gerçeğine rağmen ikinci İncîl'de hiçbir zaman bu isimle anılmaz. (Kelime Allah için serbestçe kullanılırken, Îsâ hakkında birinci İncîl'de de görülmez.) Üçü de taşıdığı büyük önemi vurgulayarak ve bütünüyle Îsâ'nın çektiği işkenceyi ve ölümünü anlatır, fakat ‘kefaret’ bölümü (Markos, X:45) ve Son Yemek'teki bazı sözler dışında, bu kelimeye sonradan eklenen anlamla ilgili hiçbir işaret yoktur. Îsâ'nın ölümünden günah veya afla herhangi bir ilgisinin bulunduğu bile ima edilmez. Pavlos ‘kefaret’ sözünü etmeseydi, yalnızlığı ve muğlaklığı içinde yaptığını da yapmayacaktı." Aynı yazar yine şöyle diyor: "Onun kendisini bir peygamber olarak gördüğü, ‘Bugün, yarın veya yarından sonra yoluma gitmeliyim, çünkü bir peygamberin Kudüs'ten yok olup gitmesi olmaz’ gibi birkaç sözünde belli olmaktadır" (Luka, 13:39). O sık sık kendisine ‘insanoğlu’ der. Hatta göğe çıkışından sonra bu çıkış olayı nedeniyle Îsâ'nın ‘Allah'ın oğlu’ yapılıp tam bir güçle donatıldığını açıklayanın azîz Pavlos olduğunu söyler. "Îsâ hiçbir zaman kendisine ‘Allah'ın oğlu’ demez" der o ve bu ismin kendisine başkaları tarafından verildiği zaman, bununla herhâlde ancak o'nun mesih olduğunun itiraf edildiğini belirtir. "Fakat Îsâ kendisini her zaman mutlak anlamda "oğul" olarak tarif eder... Bunun da ötesinde, Allah'la olan ilişkisini tarif etmek için yine mutlak olarak "Baba" kelimesini kullanır. Onun bu ilişkinin eşsizliğini her zaman farketmediği düşünülebilir; öyle ki, hayatının ilk döneminde ilk ayrıcalığını başka insanlarla paylaştığı bir ayrıcalık sanıyordu; fakat edindiği hayat tecrübesi ve insan tabiatı hakkındaki derin bilgi, kendisini bu ayrıcalıkta yalnız olduğunu görmeye zorladı. Petrus'un Pentrikos'ta söylenmiş ‘Allah'tan razı olmuş kişi’ sözleri, çağdaşlarının Îsâ'yı nasıl tanıyıp kabul ettiklerini gösterir... İncîller bu sözlerin kabul edilmesi gerektiği hakkında hiçbir kuşkuya yer bırakmaz. Onlardan öğrendiğimize göre, Îsâ fizikî, zihnî ve tabiî gelişme aşamalarından geçmiş, acıkmış, susamış, yorulmuş ve uyumuştu; şaşırtılabilir ve bilgi isteyebilirdi; acı çeker ve ölürdü. Hiç bir zaman sonsuz bilgi iddiasında da bulunmadı. "Böyle bir iddia, kuşkusuz yalnızca İncîllerin yarattığı izlenime ters düşmekle kalmayacak, aynı zamanda, başlıca günaha teşvik, ‘Gethsemane’ ve Çarmıha Gerilme tecrübeleriyle de uzlaştırılamayacaktı. Bu tür tecrübeler tümden gerçek dışı görülmedikçe, Îsâ bunları yaşamış ve insanî bilgideki peygamberî basirete ve marifete dayalı birtakım değişikliklere tâbi insan bilgisinin sınırları içerisinde bu tecrübelerden geçmiş olmalıdır. Îsâ'yı her şeye gücü yeter görmek için de öyle pek neden yoktur. Onun Allah'tan bağımsız veya bağımsız bir ilâh olarak davrandığına dair hiçbir gösterge yoktur. Gerçekte, ibâdet alışkanlığının ve böylesi ancak ibâdetle gider gibi sözlerinin de ortaya koyduğu üzere, Allah'a olan bağımlılığını itiraf etmektedir kendisi. Hatta kendisine mutlak anlamda yalnızca Allah'a ait olan iyiliği ve hayrı da yakıştırmamıştır o. Son şekilleriyle Hristiyan Kilisesi, doğmuş Îsâ'yı ilâhî varlık düzeyine çıkarıncaya değin yazıya geçirilmemiş olmalarına rağmen, bir yanda kayıtların Îsâ'nın gerçek insanlığıyla ilgili tüm delilleri barındırması, öte yandan hiçbir yerde o'nun kendisini Allah olarak gördüğüne dair herhangi bir şeyin bulunmaması İncîllerin gerçek târihî karakterleri konusunda dikkat çekici bir şehâdettir... "Allah'ın oğlu ismine, Îsâ ile ilgili olarak kullanıldığı şekliyle ilk olarak tümden dinî bir muhteva verenin, ilk Hristiyan toplumu mu yoksa bizzat Pavlos'un kendisi mi olduğunu kestirmek mümkün olmayabilir. Herhâlde birincisi, yani toplumun kendisi olsa gerektir. Fakat havari Pavlos şüphesiz bu ismi tüm anlamıyla benimsemiş ve ‘Oğul Îsâ/Krist'e Ahd-i Atik'te özellikle Rabb Yehova'ya verilen pek çok fikir ve deyim aktararak anlamı açıklığa kavuşturmak için çok şeyler yapmıştır. Her ismin üstünde bu ismi, ‘Rabb’ ismini vermiştir o'na. Aynı zamanda Krist'i Allah'ın hikmeti ve Allah'ın şanı ile eşleştirip, o'na mutlak anlamda Oğul'luk da vermekle Pavlos, Îsâ [Krist] için Allah'la miras yoluyla gelen eşsiz, ahlâkî kişisel ve sonsuz bir ilişki iddia etmiş oluyordu. Öte yandan, Pavlos çoğu biçim ve yollarla Îsâ'yı Allah'la eşleştirmişse de, kendisi o'ndan Allah olarak söz etmekten kaçınmıştır..." (s. 22-25, Enc. c. 13, 1946). "(Üçleme) düşüncesi biçimleri Yunan filozoflarına ait olup, onlardan Yahûdi öğretilerine girmiştir. Böylece, tipik bir bileşimle karşılaşıyoruz. Îsâ'nın kişiliğinde olgunlaşan Kitab-ı Mukaddes'in dinî doktrinleri yabancı bir felsefenin içinden geçmektedir... "Üçleme Doktrini'nde Yahûdi kaynağı, Baba, Oğul ve Rûh terimlerini donattı. Îsâ son terimi nadiren kullandığı gibi, Pavlos'un onu kullanışı da o kadar açık değildir. Yahûdi edebiyatında ise bu bütünüyle şahıslaştırılmıştır. Görüldüğü üzere Yunan etkisiyle değişikliğe uğramışsa da, malzeme Yahûdi'ye aittir; fakat sorun Yunan'ındır ve öncelik ahlâkî hatta dinî bile değil, metafizikîdir. Nedir bu üç faktör arasındaki ontolojik ilişki? Kilisenin cevabı İznik formülündedir ve Yunan karakteri taşımaktadır..." (Enc. Britanicca, c: 5, s. 633 son satır, "Christianity" maddesi.) [Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân.] Pasajın son âyetlerinde "İsrâîloğulları'ndan şu küfreden kimseler, Dâvûd ve Meryem'in oğlu Îsâ diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri sebebiyledir. Onlar, yaptıkları kötülüklerden birbirlerini men etmiyorlardı. Elbette, yapıp durdukları şey ne kötü idi!" buyurularak, İsrâîloğulları'nın isyan, aşırı gitme ve nemelazımcılıkları yüzünden Davut ve Îsâ peygamber tarafından lanetlendikleri de açıklanmıştır. Bu lanetlenme olayını Kitab-ı Mukaddes'te (Mezmur/10, 50, Matta/23) görebilmekteyiz. Onların sapmaları Kur’ân'da birçok yerde konu edilmiştir: 60De ki: "Allah katında cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah, kimleri dışlamış ve gazabına uğratmışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana tapanlar yapmışsa, işte bunlar, mekânca kötüdür ve yolun doğrusundan daha çok kaybolmuşlardır." [Mâide/60] 44Kendilerine Kitap'tan bir nasip verilmiş olan kimseleri görmüyor musun? Onlar, sapıklığı satın alıyorlar ve sizin hak yoldan sapmanızı istiyorlar. 45Ve Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Ve yol gösterici, koruyucu yakın olarak, Allah yeter. Yardımcı olarak da Allah yeter. [Nisâ/44-45]
80) Onlardan birçoğunu, kâfirleri; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişileri; kollayıcı, gözetici, yönetici yaptıklarını görürsün. Benliklerinin kendilerinin önüne getirdiği şey; Allah'ın kendilerinden hoşlanmaması ne kadar kötüdür! Onlar, azap içinde de sürekli kalıcıdırlar.
81) Ve eğer onlar, Allah'a, Peygamber'e ve o'na indirilene inanmış olsalardı, onları koruyucu, yol gösterici yakınlar edinmezlerdi. Velâkin onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.
Ehl-i Kitabın genel durumuyla ilgili bilgilerden sonra Rasûlullah'a o devirdeki Yahûdilerle ilgili açıklamalar yapılmakta, bilgiler verilmektedir: • Onlardan birçoğunun, küfredenleri mütevelli [kollayıcı, gözetici, yönetici] yaptıkları, savaşlarda mü’minlere karşı müşriklerin yanında yer aldıkları görülür. Bu hareketleri, Allah'ın kendilerinden hoşlanmamasına sebeptir. Onlar, azap içinde sürekli kalıcıdırlar. • Onlar, Allah'a, Peygamber'e ve o'na indirilene inanmış olsalardı, onları velîler edinmezlerdi. Allah'a inanan kimse, kâfiri velî edinmez. Ancak yoldan çıkmış kimseler bunu yapar.
82) Sen, kesinlikle iman eden kişilere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak, o Yahudileri ve o ortak koşan kimseleri bulursun. Ve kesinlikle iman eden kimselere sevgi bakımından en yakın olarak da, "Şüphesiz biz, Nasraniyiz/Hristiyanlarız" diyen kimseleri bulursun. Bu, kendi içlerinde keşişler ve yontulmuşlar/adam olmuşlar olduğundan ve onlar büyüklük taslamadıklarından dolayıdır.
83,84) Ve onlar, Elçi'ye indirilen Kur'ânı dinledikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar: "Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şâhitler ile birlikte yaz!" ve "Biz, Rabb'imizin bizi sâlihler toplumu ile birlikte girdirmesini umarken, Allah'a ve haktan bize gelen şeylere neden inanmayalım!" derler.
85,86) Allah da, onların böyle demeleri nedeniyle, onları, içinde sürekli kalanlar olarak, altlarından ırmaklar akan cennetler ile ödüllendirmiştir. Ve işte bu, iyilik-güzellik üretenlerin karşılığıdır. İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayan kimseler; işte onlar, cehennemin ashâbıdır.
Bu âyetlerde de Ehl-i Kitap ile ilgili bilgiler verilmektedir: • İman edenlere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi, Yahûdiler ve ortak koşan kimselerdir. • İman edenlere sevgi bakımından en yakın olanlar da, "Şüphesiz biz Nasraniyiz [Hristiyanlarız]" diyenlerdir. Bu ise, içlerinde keşişler ve yontulmuşlar, adam olmuşlar olduğundan ve onların büyüklük taslamamalarından dolayıdır. Onlar Elçi'ye indirileni [Kur’ân'ı] dinledikleri zaman, onun hakk olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözleri yaşla dolar ve "Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şâhitler ile birlikte yaz!" ve "Biz, Rabbimizin bizi sâlihler toplumu ile birlikte girdirmesini umarken, neden Allah'a ve hakktan bize gelen şeylere inanmayalım!" derler. Allah da, böyle demeleri sebebiyle onları, içinde sürekli kalanlar olarak, altlarından ırmaklar akan cennetler ile mükâfâtlandırmıştır. İşte bu, muhsinlerin [iyilik-güzellik üretenlerin] karşılığıdır. İnkâr eden ve Allah'ın âyetlerini yalanlayanlar ise, cehennemin ashâbıdır. Kur’ân'ın değişik âyetlerinde Ehl-i Kitabın hepsinin aynı olmadığı, içlerinde ehl-i insaf kimselerin bulunduğu da vurgulanmıştır: * Şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah'a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene –Allah'a samimiyetle saygı duyanlar olarak– inananlar da vardır. Onlar, Allah'ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rableri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. [Âl-i İmrân/199] * Sözden [vahiyden/Kur’ân'dan] önce kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler; onlar, Söz'e [vahye/Kur’ân'a] de inanırlar. Ve onlara o Söz [vahy/Kur’ân] okunduğu zaman onlar, "Biz, ona inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz, ondan önce müslüman olanlardık" dediler. [Kasas/52-55] * De ki: "Siz Kur’ân'a ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine bilgi verilenler; Kur’ân onlara okunduğunda onlar, boyun eğip teslimiyet göstererek çeneleri üstü kapanırlar. Ve "Rabbimiz her türlü kusurdan arınıktır. Rabbimizin vaadi kesinlikle gerçekleşecektir" derler." Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve Kur’ân, onların saygılarını, alçak gönüllüğünü artırır. [İsrâ/107-109] Ayrıca Âl-i İmrân/114, Bakara/62, Ahkâf/10, En‘âm/114 âyetlerinde de açıklama yapılmıştır. Bu âyet grubunun inişi ile ilgili şu nakiller mevcuttur: İbn İshâk'ın Sîret'inde ve diğerlerinde meşhur olduğuna göre bu âyet-i kerîme, müşriklerden ve onların işkencelerinden korkarak Müslümanların "I. Habeşistan Hicreti" diye bilinen hicretleri esnasında Necaşî'nin ve arkadaşlarının yanına gitmeleri üzerine; onlar hakkında nâzil olmuştur. Sayıca az değillerdi. Daha sonra Rasûlullah (s.a) Medîne'ye hicret etti, fakat kendileri Hz. Peygamber'e ulaşamadılar. Çünkü Rasûlullah (s.a) ile kendileri arasına (yani, yanına gitmelerine) ortadaki savaş hâli engel olmuştu. Bedir vakasında Allah'ın takdiri ile kâfirlerin ileri gelenleri öldürülünce, Kureyş kâfirleri şöyle dediler. "Siz, intikamınızı Habeşistan topraklarında alabilirsiniz. Necaşî'ye birtakım hediyeler ile aranızdaki görüş sahibi kimselerden iki kişi gönderin. Belki yanında bulunanları size verir ve siz de Bedir'de sizden öldürülenlere karşılık onları öldürürsünüz." Bunun üzerine Kureyş kâfirleri, Amr b. el-Âs ile Abdullah b. Ebî Rebia'yı birtakım hediyelerle gönderdiler. Peygamber (s.a) de bunu işitince, Amr b. Umeyye ed-Damrî'yi (Habeşistan'a) gönderdi ve onunla birlikte Necaşî'ye verilmek üzere bir mektup verdi. Amr b. Umeyye, Necaşî'nin yanına vardı. Ona Rasûlullah'ın (s.a) mektubunu okudu. Daha sonra da Ca‘fer b. Ebî Tâlib ile Muhâcirleri çağırdı. Ayrıca, rahiplere ve keşişlere de haber göndererek onları bir araya topladı. Arkasından Ca‘fer'e, bunlara Kur’ân-ı Kerîm okumasını emretti. O da Meryem sûresi'ni okudu. Yerlerinden gözleri yaşla dola dola kalktılar. İşte yüce Allah, İman edenlere sevgi beslemeleri bakımından en yakınlarını da, "Biz Hristiyanlarız" diyenleri bulacaksın âyetini bunlar hakkında indirdi. Bunu, Artık bizi şâhit olanlarla beraber yaz" (Mâide/83) buyruğuna kadar okudu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân]
87) Ey iman eden kimseler! Allah'ın size helal kıldığı temiz-nefis-güzel şeyleri haram saymayın. Ve aşırı gitmeyin. Şüphesiz Allah, aşırı gidenleri sevmez.
88) Ve Allah'ın size verdiği rızıklardan helal ve temiz olarak yiyin ve siz, inandığınız Allah'ın koruması altına girin.
Bu âyetlerde mü’minlere, Ey iman eden kimseler! Allah'ın size helâl kıldığı tayyibatı [temiz-nefis şeyleri] haram saymayın. Ve aşırı gitmeyin. Şüphesiz Allah, aşırı gidenleri sevmez. Ve Allah'ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yiyin ve siz inandığınız Allah'a takvâlı davranın buyurularak, Allah'ın helâl kıldığı şeyleri mü’minlerin kendilerine haram kılmaları ve haddi aşmaları yasaklanmaktadır. Mü’minler, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği helâl ve güzel şeylerden, savurganlık yapmadan yiyip içmeli ve Allah'a takvâlı davranmalıdırlar. Bu mesaj da Kur’ân'da sıkça vurgulanmaktadır: Furkân/67, A‘râf/31-32, Tahrîm/1, En‘âm/93, Nahl/116. Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır: Taberî'nin, İbn Abbâs'a kadar ulaşan bir senetle naklettiğine göre âyet-i kerîme, Peygamber'e (s.a) gelip şöyle diyen bir kişi hakkında nâzil olmuştur: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben et yedim mi, cinsî isteğim harekete geçer ve şehvetim bana gâlip gelir. O bakımdan et yemeyi haram kıldım." Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Yine denildiğine göre bu âyet-i kerîme, aralarında Ebû Bekr, Ali, İbn Mes‘ûd, Abdullah b. Ömer, Ebû Zer el-Ğıfarî, Ebû Huzeyfe'nin azatlı kölesi Sâlim, el-Mikdad b. el-Esved, Selman-i Farisî ve Ma‘kil b. Mukarrin'in (Allah hepsinden razı olsun) de bulunduğu, Rasûlullah ashâbından bir topluluk dolayısıyla nâzil olmuştur. Bunlar, Osman b. Maz‘un'un evinde bir araya geldiler ve gündüz oruç tutup, gece namaz kılmak, döşek üzerinde uyumamak, et ve yağlı şeyler yememek, kadınlara yaklaşmamak, koku sürünmemek; buna karşılık kıldan elbiseler giyip dünyayı reddetmek, yeryüzünde dolaşmak, rahipliğe yönelmek ve erkeklik organlarını da kesmek üzere ittifak ettiler, Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi indirdi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân]
89) Allah, sizi, kasıtsız olarak yaptığınız/ağız alışkanlığı yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Fakat kasıtlı yaptığınız/sözleşmeler oluşturduğunuz yeminlerinizden sizi sorumlu tutar; onun kefareti, ehlinize yedirdiğinizin en hayırlısından/en iyisinden on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin kefaretidir. Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah, karşılığını ödersiniz diye âyetlerini sizin için böyle açığa koyar.
Bu âyette, yapılan yeminlerle ilgili ilkeler konulmuştur: • Allah insanları, kasıtsız olarak/ağız alışkanlığı dolayısıyla yaptıkları yeminlerden sorumlu tutmaz. • Fakat kasıtlı yapılan, sözleşmeler oluşturulan yeminlerden sorumlu tutar. • Yeminin kefareti, aileye yedirilenlerin en hayırlısından/iyisinden on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. • Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. * Ve iyilerden olmanıza, Allah'ın koruması altına girmenize, insanlar arasını düzeltmenize, Allah'ı, yeminleriniz için engel yapmayın; "Yapardım ya Allah'a yemin ettim, artık yeminimi bozamam" demeyin. Ve Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. [Bakara/224]
90) Ey iman etmiş kişiler! Hamr [içki/herhangi bir yolla aklı örtmek], kumar; her türlü kolay kazanç amaçlı şans oyunu, kulluk edilen nesneleri, kişileri temsil eden işaretler; semboller ve fal okları; tüm kehanet araç ve gereçleri ancak şeytan işinden zarar veren şeylerdir. Öyleyse durumunuzu korumanız, kurtulmanız için bu şeytan işinden kaçının.
91) Gerçekten şeytan, hamr ve kumarda sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi, Allah'ın anılmasından, öğüdünden ve salâttan [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmaktan; toplumu aydınlatmaktan] alıkoymak ister. Öyleyse sona erdirmiş kişiler/vazgeçmiş kişiler misiniz?
92) Ve Allah'a itaat edin, Elçi'ye itaat edin ve sakınıp tedbirli olun. Artık eğer uzak durursanız, biliniz ki, Elçimize düşen sadece apaçık tebliğdir.
93) İnanan ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimselere, Allah'ın koruması altına girdikleri, inandıkları, düzeltmeye yönelik işler yaptıkları, sonra Allah'ın koruması altına girdikleri, inandıkları ve sonra Allah'ın koruması altına girdikleri ve iyilik-güzellik ürettikleri zaman, tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Ve Allah, iyilik-güzellik üretenleri sever.
Bu âyette; uyuşturucu, içki, kumar ve falcılık gibi insanın kimyasını bozup insanı zararlı işlere yönelten davranışlardan kaçınılması için ilkeler konuyor. Âyetlerin ifadeleri gâyet açık ve nettir: • خمر [hamr/içki, uyuşturucu ile aklı örtmek], kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytân işlerinden ricstirler [zarar veren şeylerdir]. Bu nedenle mü’minler, felâha ermeleri; zarar görmemeleri için bunlardan kaçınmalıdır. • Şeytân, içki, uyuşturucu ile aklı örtmek ve kumarda insanlar arasında düşmanlık ve kin sokmak ve insanları Allah'ın zikrinden ve salâttan [eğitimden, öğretimden ve sosyal destekten] alıkoymak ister. O nedenle bunu yapanlar bu işe son vermelidirler. • Mü’minler, Allah'a itaat etmeli, elçi'ye itaat etmeli ve takvâlı davranmalıdır. İnsanlar, Allah'tan ve elçi'den uzak dururlarsa bu kendilerinin bileceği bir şeydir. Elçiye düşen sadece apaçık tebliğdir. • İnanan ve sâlihâtı işleyenlere, takvâlı davrandıkları, inandıkları, sâlihâtı işledikleri, sonra takvâlı davrandıkları, inandıkları ve sonra takvâlı davrandıkları ve iyilik-güzellik ürettikleri zaman, tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Ve Allah, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever. 90. âyetteki, خمر[hamr] sözcüğü, "aklı örten şeylerin ortak adı" olup خَمَرَ [hamere] fiilinin de mastarıdır ve anlamı "örtmek" tir. Bu pasajda tercih edilmesi gereken anlam ise, –90. âyetteki "şeytân işleri" ve 93. âyetteki "tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur" ifadesinden hareketle– sözcüğün mastar anlamıdır. Bakara/219'da hamr/içki, uyuşturucu ve kumar konu edilmişti: Sana hamrdan [aklı karıştıran/örten şeylerden/aklı örtmekten] ve şans oyunlarından soruyorlar. 219,220Sana aklı karıştıran/örten şeylerden/aklı örtmekten ve şans oyunlarından soruyorlar. De ki: "Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat dünya ve âhirette günahları, menfaatlerinden daha büyüktür." Yine sana neyi Allah yolunda harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "İhtiyaçtan fazlasını harcayın." Allah, iyiden iyiye düşünürsünüz diye âyetlerini işte böyle sizin için ortaya koyuyor. Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: Onlar için, "iyileştirme", en iyisidir. Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi birbirinden ayırt eder. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Bakara/219-220] Âyetteki ifadeler, bu şeytân işlerini; içki, kumar, ensab [Allah'tan başkalarına tapınmak için adanmış ve içlerinde Allah'tan başka şeylerin adlarına kurbanlar ve hediyeler sunular yerler] ve kehanet araçlarını kesinlikle yasaklamaktadır. Çünkü bunlar, pistir, pisliktir, zararlıdır. Zira, içki ve uyuşturucu alan, kumarda heyecanlanan kimsenin kimyası bozulmakta, akıl, dikkat, hafıza vs. gibi melekeleri çalışmamakta; meydan şeytâna, İblise kalmaktadır. Böylece tefekkürsüz ve kontrolsüz sözler sarf edilmekte, işler yapılmaktadır. Bunun sonucu olarak da düşmanlıklar ve cinâyet gibi kötü sonuçlar meydana gelmektedir. 87-88. âyetlerde, Allah'ın size helâl kıldığı tayyibatı [temiz-nefis şeyleri] haram saymayın. Ve aşırı gitmeyin. Şüphesiz Allah, aşırı gidenleri sevmez. Ve Allah'ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yiyin ve siz inandığınız Allah'a takvâlı davranın buyurulmuştu. İşte içki, kumar kazancı, put adağı, kehanet gelirleri tayyibattan olmadığı için yasaklanmıştır. Bu âyetlerin iniş sebebine dair şu bilgiler nakledilmiştir: Yüce Allah, Muhakkak şeytân, içki ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin bırakmak... ister âyeti ile kullarına, şeytânın düşmanlık ve kini, aramıza içki ve başka şeylerle düşürmek istediğini bildirmektedir. O bakımdan bizi bunlardan sakındırdı ve bunları bize yasakladı. Rivâyete göre, Ensâr'dan iki kabile şarap içtiler ve sarhoş oldular. Biri ötekine hoş olmayan şeyler yaptı. Ayıklıklarında, onlardan birisi yüzünde kendisine yapılanların etkilerini gördü. Bunlar ise kardeş gibiydiler. Kalplerinde kin namına bir şey yoktu. Onlardan birisi, "Eğer kardeşim bana şefkatli olsaydı, bunu bana yapmazdı" dedi. Böylelikle aralarında kin baş gösterdi. Bunun üzerine yüce Allah da, Muhakkak şeytân içki ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin bırakmak... ister âyetini indirdi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.] İbn Abbâs, el-Berâ b. Âzib ve Enes b. Mâlik der ki: İçkiyi haram kılan buyruk nâzil olunca, ashâptan bazıları, "İçki içip kumar parasını yediği hâlde aramızdan ölenlerin durumu nasıl olacak?" gibi bazı sözler söylediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Buhârî, Enes b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet eder: Ebû Talha'nın evinde içki içenlere içki veriyordum. Bunun üzerine içkinin haram kılındığına dair buyruk nâzil oldu. Peygamber de bir münadiye bunu yüksek sesle ilan etmesini emredince, Ebû Talha şöyle dedi: "Dışarı çık da bu sesin ne olduğuna bir bak." Dışarı çıktım, (gelip) şöyle dedim: "Bu, ‘Haberiniz olsun muhakkak içki artık haram kılındı’ diye ilan eden bir münadidir." Bu sefer Ebû Talha şöyle dedi: "Git ve o şarabı dök." O şarap, el-Fadîh'den [yarılmış taze hurmadan yapılıp ateşte pişirilmeyen bir şarap] yapılmıştı. (Enes devamla) der ki: Şarap, Medîne sokaklarında akıp gitti. Kimisi şöyle dedi: "Karınlarında (şarap) bulunduğu hâlde bir topluluk öldürüldü." Bunun üzerine yüce Allah, İman edip sâlih amel işleyenlere... tattıklarından dolayı bir vebal yoktur âyetini indirdi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.] 93. âyetteki, İnanan ve sâlihâtı işlemiş olan kimselere, takvâlı davrandıkları, inandıkları, sâlihâtı işledikleri, sonra takvâlı davrandıkları, inandıkları ve sonra takvâlı davrandıkları ve iyilik-güzellik ürettikleri zaman, tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Ve Allah, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever ifadesi, birtakım tutarsız nakillerden hareketle "önceden tattıklarından sorumlu tutulmayacaklardır" diye çevrilmektedir. Bazıları da buradan, "helâl olan yiyecek ve içeceklerin yenilip içilmesinde sakınca yoktur" anlamı çıkarmaya çalışmışlar, bunu teyit için de şu nakilleri zikretmişlerdir: Rivâyet edildiğine göre, içkiyi haram kılan âyet nâzil olunca, sahabe, "Bizim kardeşlerimiz Uhud günü'nde içki içtiler, sonra da öldürüldüler [şehit düştüler]. Binâenaleyh, onların durumları nasıl olacak?" dedi. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzil oldu ki, bunun manası, "Bu hususta onlara bir günah yoktur. Çünkü onlar içkiyi, helâl olduğu bir sırada içmişlerdi" şeklindedir. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.] İçkinin haramlığını ifade eden âyet nâzil olduğu zaman, Hz. Ebû Bekr (r.a), "Yâ Rasûlallah! Daha önce içki içtiği ve kumar oynadığı hâlde ölmüş olan kardeşlerimizin [mü’minlerin] durumu ne olacak ve yine şu anda bizden uzak beldelerde bulunup, Allah'ın içkiyi haram kıldığını bilmeyen ve içkiyi tatmaya devam edenlerin durumu ne olacak?" demişti de, işte bu âyetler nâzil olmuştu. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.] Eşyada aslolan ibaha olduğuna göre böyle bir hükmün verilmesinin bir mantığı olmasa gerektir. Âyette açıkça, aklı örten yiyecek ve içeceklerin aklı örtmeyecek, salâttan ve Allah'ın zikrinden geri kalmayacak ölçüde yenilip içilmesinde bir sakınca olmadığı bildirilmektedir. Harâm olan ister yiyecek, ister içecek, ister nefesle alınacak bir şey olsun aklın devreden çıkacağı ölçüde yiyip içmektir.
94) Ey iman etmiş kimseler! Kesinlikle Allah, ıssız yerlerde kimin Kendisinden korktuğunu bildirmek için sizi bir şeyle; ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avla sınar. Öyleyse kim bundan sonra sınırı aşarsa artık acıklı azap onun içindir.
95) Ey iman etmiş kimseler! Siz, dokunulmaz iken/hac görevini sürdürürken av hayvanı öldürmeyin. İçinizden kim kasten onu öldürürse, yaptığı işin vebalini tatması için, Ka'be'ye ulaşacak bir hedy/yiyecek olarak hediye edilen hayvan olmak üzere öldürdüğü hayvanın benzeri ona ceza olacak, -buna içinizden iki adaletli kişi hükmeder- yahut kefaret olarak miskinleri doyurmak yahut onun dengi oruç tutmaktır. Allah geçmişi affetmiştir. Fakat kim de tekrarlarsa, Allah yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlar. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, suçluyu yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlama ilkesi sahibidir.
96) Su avı ve onun yenilmesi, size ve yolculara yarar olmak üzere size helal kılındı. Kara avı ise, siz hac görevi sürdürür olduğunuz müddetçe size haram edilmiştir. Ve Kendisine toplanacağınız Allah'ın koruması altına girin.
Bu âyetlerde normal zamanlarda ve hacc görevi ifa edilirken avlanma ilkeleri bildirilmektedir: • Allah mü’minleri, tenha yerlerde, kimin Kendisinden korktuğunu bildirmek için ellerinin ve mızraklarının erişeceği bir avla sınamaktadır. Mü’minler bu konuda dikkatli olup haddi aşmamalıdır. Haddi aşanlar acıklı azap ile azaplandırılırlar. • Mü’minler hacc esnasında av hayvanı öldürmemelidir. Kim kasten av hayvanı öldürürse, yaptığının vebalini tatması için Ka‘be'ye ulaşacak bir hedy olmak üzere öldürdüğü hayvanın benzeri ona ceza olacak, –hayvanın niteliği, mü’minler arasından iki adaletli kişi tarafından belirlenecektir– yahut kefaret olarak miskinleri doyuracaktır yahut onun dengi oruç tutacaktır. Allah geçmişi affetmiştir. Fakat kim de tekrarlarsa, Allah onu yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlar. • Deniz [su] avı ve onun yenilmesi, size ve yolculara yarar olmak üzere helâldir. • Kara avı ise, hacc esnasında haramdır. Mü’minler bu kurala uymalı ve Kendisine toplanılacak olan Allah'a takvâlı davranmalıdır.
97) Allah, Ka'be'yi; o Beyt-i Haram'ı, haram ayı, hac yapanlara yiyecek olarak hayvan hediye etmeyi ve gerdanlıkları/hac yapanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretleri insanlar için bir ayağa kalkış; silkiniş, kendilerini kurtarış yaptı. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir.
Bu âyette Ka‘be'nin fonksiyonu bildirilmektedir. Meseleyi iyi anlayabilmek için daha evvel inmiş olan şu âyetlere de dikkat edilmelidir. 125Ve Biz, bir zaman bu Beyt'i/ilk yapılan okulu, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri yapmıştık. –Siz de İbrâhîm'in görev yaptığı yerden bir salât yeri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan desteğin; toplumun aydınlatılmasının gerçekleştirileceği bir yer] edinin.– Ve Biz, İbrâhîm ile İsmâîl'e, "Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve boyun eğip teslimiyet gösterenler, Allah'ı birleyenler için tertemiz tutun" diye ahit almıştık. [Bakara/125] 96,97Şüphesiz, insanlar için bereketli ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Mekke'dekidir. Onda apaçık alâmetler/göstergeler; İbrâhîm'in görev yaptığı yer [eğitilip, yetiştirilip ortak koşmaya karşı ayaklandığı yer] vardır. Ve oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i/ilâhiyat eğitim merkezini kastetmesi, ilâhiyat eğitimi için oraya gitmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de gerçeği örtbas ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. [Âl-i İmrân/96-97] Yukarıdaki üç âyette yer alan vurgular dikkate alındığında, "Mescid-i Harâm"ın özellikleri hakkında şu tesbitler yapılabilir: • Mescid-i Harâm veya Beytullah veya Ka‘be (üçü de aynı şeyi ifade ediyor), insanlar için (bir tek insan için değil), yeryüzünde hazırlanan evdir [okuldur]. • Orada İbrâhîm peygamberin makamı [ayaklandığı, zâlimlere karşı kıyam ettiği, mücâdele ettiği yer] vardır (Ka‘be'yi yaparken ayağını bastığı taş değil). • Orada herkes güvende, dokunulmaz, hür olmalı, baskı ve zulüm olmamalıdır. • Orada hikmetler [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler] yürürlüğe sokulmalı, herkes bilmediğini öğrenmelidir. • Orası, orada dolaşanlar, âkifler, kâimler, rükû ve secde edenler için tertemiz tutulmalıdır. • Müslümanlar, İbrâhîm'in makamından bir musalla [salâtın ikâme edildiği yer, alan] edinmelidir. • Gidip gelmeye imkân bulanlar da oraya gidip gelmelidir. "Mescid-i Harâm"ın Kur’ân'da bildirilen özellikleri yukarıdaki gibi tesbit edildiğinde; yapılan vurguların Mescid-i Harâm'ın, Beytullah'ın veya Ka‘be'nin fizikî yapısı ile ilgili olmayıp, işlevleriyle ilgili olduğu ve İbrâhîm peygamberin Ka‘be'yi inşa etmesinin de, tevhid okulunu açması ve bu okula işlerlik kazandırması olduğu görülür. Böylece, "Mescid-i Harâm tarafı" ifadesinden ne anlaşılması gerektiği ve "Mescid-i Harâm tarafına yönelmek" için nelerin yapılması lazım geldiği kendiliğinden ortaya çıkar: • Özerk ilâhiyat okulları ("tabii bilimler"in tümü doğal olarak ilâhiyat okuludur) açılmalı ve bu okullarda ilâhiyat ve tevhidi öğreten öğretmenler [rüku edenler] ile öğrenciler [ilâhiyat eğitimi alarak ikna olanlar] gözetilmelidir. • Salâtın ikâmesi için, sosyal destek kurumları kurulmalıdır. • Gerekli askerî güç ve organizasyon kurularak düşmanlardan üstün olunmalıdır. Bu alanda da iyi eğitimciler ve subaylar yetiştirilmelidir. Bu tesbitlere göre, Ka‘be'nin bir "yüksek ilâhiyat okulu" olduğundan hareketle; hacc sözcüğünün isim olarak anlamı, "Ka‘be'de yüksek ilâhiyat öğretim ve eğitimini kafaya koyup oraya gitme, orada İbrâhîmî eğitim ve öğretimle İbrâhîmleşme; bir kurmay tevhid eri olma" demektir. Bunlar, toplumların ayağa kalkmasını ve ayakta durmasını sağlayacaktır. Zira haccda toplumları aydınlatacak eğitimci ve öğretmenler, askerî, siyasî ve idarî alanlarda uzmanlar yetişecektir. Ayrıca Müslümanlar arası ticarî, sınaî alış-verişler ve kültürel etkilenimler sağlanacaktır.
98) Şüphesiz Allah'ın cezasının çok şiddetli olduğunu ve şüphesiz Allah'ın çok bağışlayıcı, çok merhametli olduğunu bilin.
99) Elçi'ye düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, açığa vurduğunuz şeyleri ve gizlediğiniz şeyleri bilir.
100) De ki: "Her ne kadar pisliğin [kötünün, kötülüğün, kötü şeylerin] çokluğu hoşunuza gitse de, pis olan şeyle temiz olan şey bir olmaz." Öyleyse, ey kavrama yetenekleri olanlar! Kurtulmanız için Allah'ın koruması altına girin.
İnsanlık için kısa bir beyânname niteliğinde olan bu âyetlerde, Allah'ın cezasının çok şiddetli ve Allah'ın çok bağışlayıcı, çok merhametli, Elçi'ye düşen görevin sadece tebliğ olduğu, Allah'ın, açık-gizli her şeyi bildiği ifade edilmiş, sonra da, Her ne kadar pisliğin çokluğu hoşunuza gitse de, pis olan şeyle temiz olan şey bir olmaz. Öyleyse, ey kavrama yetenekleri olanlar! Kurtulmanız için Allah'a takvâlı davranın denilerek, akıllı olmaları yönünde mesaj iletilmiştir. 100. âyette, Allah'ın yasakladığı şeylerin –ki bunlar pis ve zararlı şeylerdir– tayyibata göre daha çok olduğu ve bunların da kişinin hoşuna gideceği ifade edilmiştir. Çünkü şeytân tüm kötü şeyleri süsleyecektir: * İblis dedi ki: "Rabbim! Sen beni, insanları azdırmam için yarattığından dolayı kesinlikle ben de yeryüzünde, her şeyi onlara süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini kesinlikle azdıracağım!" [Hicr/39-40] Burada insanlar akıllı olmaya çağırılmaktadır. Hiçbir zaman; kemiyet/çokluk, keyfiyetin/niteliğin yerini tutmaz. Küçük bir elmas tonlarca kömürden, az bir miktar helâl kazanç, yığın yığın haram kazançtan daha hayırlıdır.
101) Ey iman etmiş kimseler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın/istemeyin. Eğer onlardan Kur'ân indirilirken sorarsanız/isterseniz de size açıklanır. Allah, onlardan geçmiştir, onları bağışlamıştır. Ve Allah, çok bağışlayan ve çok yumuşak davranandır.
102) Şüphesiz sizden önce gelen bir toplum bunları sormuştu/istemişti, sonra da onlar Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini kabul etmeyen kimseler oldular.
103) Allah, bahîre'den sâibe'den vasîle'den ve hâm'dan[#403] hiç birini öngörmemiştir. Ancak kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, Allah'a karşı yalan düzüp uyduruyorlar. Ve onların pek çoğu akıl erdirmez.
104) Ve onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye gelin" dendiği zaman: "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" dediler. Ataları bir şey bilmeyen ve kılavuzlanan doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı?
105) Ey iman eden kimseler! Herkes kendinden sorumludur. Siz, kılavuzlandığınız doğru yola girdiğiniz zaman, sapan kimseler size zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Sonra da O, yapmış olduğunuz şeyleri size haber verecektir.
Bu paragrafta mü’minler uyarılmakta, müşrik ve münâfıkların yanlış tutumları eleştirilmekte, sonra mü’minlerin kurtuluşlarını birinci plânda tutmaları öğütlenmektedir. Buradan anlaşıldığına göre câhiliye Arapları, Allah'ın dini üzerinde oldukları kanaatine sahiptiler. O nedenle de atalar dinine ve geleneklerine sahip çıkıyorlardı. Mü’minler, açıklandığı zaman hoşlarına gitmeyecek olan şeylerden sormamalıdır/istememelidir. Zira gelen cevabın sertliği ve ağırlığı dolayısıyla üzülebilirler. Daha önce bir toplum bunları sormuştu/istemişti, istekleri açıklanınca inkâr etmişlerdi. Tirmizî ve Dârakutnî'de Ali'den (r.a) şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Ona yol bulabilenlerin, o evi haccetmeleri Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır (Âl-i İmrân/97) âyeti nâzil olunca, "Ey Allah'ın Rasûlü! Her yıl mı?" diye sordular. Hz. Peygamber sustu. Yine, "Her yıl mı?" diye sordular. Hz. Peygamber bu sefer, "Hayır, ama evet demiş olsaydım, elbette (her yıl) farz olacaktı" dedi. Bunun üzerine yüce Allah'ın, Ey iman edenler! Size açıklanınca üzüleceğiniz birtakım şeyleri sormayınız... âyeti sonuna kadar nâzil oldu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.] Kur’ân'da, geçmiş ümmetlerin gereksiz isteklerinden bazıları zikredilmiştir: Kitap Ehli, Mûsâ'dan Allah'ı apaçık göstermesini istediler: * Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de: "Allah'ı bize açıkça göster" demişlerdi. Sonra da haksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde altını ilâh edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz, Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. [Nisâ/153] Peygamberlerinden, bir hükümdar gönderilmesini istediler: * İsrâîloğulları'nın Mûsâ'dan sonra ileri gelenlerini görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Hani onlar, kendi peygamberlerinden birine, "Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım" demişlerdi. Peygamber, "Size savaş farz kılınırsa, acaba yapmamazlık eder misiniz?" dedi. İsrâîloğulları'nın ileri gelenleri, "Bize ne oldu da yurtlarımızdan ve çocuklarımızdan çıkarılmışken Allah yolunda savaşmayalım?" dediler. Sonra da savaş kendilerine görev olarak verilince de onlardan pek azı hariç, yüz çevirdiler. Ve Allah, o kendi benliklerine haksızlık edenleri en iyi bilendir. [Bakara/246] Hükümdar gönderilince, kendilerinin ondan daha ehil olduklarını söyleyerek onu küçümsediler: * Peygamberleri de onlara, "Şüphesiz Allah, size hükümdar olarak Tâlût'u gönderdi" demişti. İsrâîloğulları, "O, bizim üzerimize nasıl hükümdar olur, oysa hükümdar olmaya biz ondan daha çok hak sahibiyiz, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir" dediler. Peygamberleri, "Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve onu bilgi ve vücut bakımından fazlalıklı kılmıştır" dedi. Allah da, mülkünü dilediği kimseye verir. Ve Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, çok iyi bilendir. [Bakara/247] 103. âyetteki, Allah bahîre'den, sâibe'den, vasîle'den ve hâm'dan hiç birini kılmamıştır. Ancak inkâr eden kimseler, Allah'a karşı yalan düzüp uyduruyorlar. Ve onların pek çoğu akıl erdirmez ifadesiyle de câhiliye Araplarının bazı dinî inançları reddedilmektedir. Câhiliye Araplarının hayvanlar ile ilgili birçok bâtıl inançları bulunuyordu: Şöyle ki: BAHÎRE: Araplar, dişi deve beş kez doğurduğu zaman, ona binmeyi ve sırtına yük yüklemeyi haram sayarlardı. Yünlerini de kesmezlerdi Beşinci yavrusu erkek olursa kurban ederler, dişi olursa kulaklarını yararlardı. Bu onun adandığını gösterirdi. SÂİBE: İçlerinden biri hastalandığında ya da bir şeyi kaybolduğunda veya acı bir durum baş gösterdiğinde bir deveyi salıvermeyi adarlardı. Hasta iyileştiğinde veya kayıp olan şey bulunduğunda yahut acıklı durumdan kurtulduklarında deveyi azat eder; ona yük vurmazlar, sırtına binmezler ve onu kesmezlerdi. Onu başıboş salıverirlerdi. VASÎLE: Koyun biri erkek biri dişi olmak üzere ikiz doğurduğunda erkeğini boğazlamazlar, "Kız kardeşi ona ulaştı" derlerdi. Bu tür koyunlara da vasîle derlerdi. HÂM: Bir erkek devenin sulbünden on tane deve dünyaya geldiğinde ya da bu deve yavrusunun yavrusunu gördüğünde (yani, dede olduğunda), ona yük vurmazlar ve onun sırtına binmez, "Kendini korudu [himaye etti]" derlerdi. Bu hususta farklı tanımlar da vardır: İbn İshâk der ki: Bahîre, Sâibe diye bilinen dişi devenin dişi yavrusudur. Sâibe ise, arada erkek yavrulamaksızın ardı arkasına on dişi yavrulayan devedir. Böyle bir devenin sırtına binilmez, yünü kesilmez ve sütü –misafir dışında– içilmezdi. İşte bundan sonra yine dişi yavrusu olursa, o yavrunun da kulağı yarılır, annesi ile birlikte serbest bırakılır, sırtına binilmez, tüyü alınmaz, misafir müstesna kimse onun sütünü içmezdi. Annesine yapılan ona da yapılırdı. Buna göre Bahîra, Sâibe diye bilinen devenin yavrusudur. İbn Uzeyz der ki: Vasîle koyundan olurdu. Yine İbn Uzeyz der ki: Koyun, yedi defa yavruladı mı, yavrularına bakarlardı. Eğer yedincisi erkek ise, kesilir ve erkeklerle kadınlar müştereken ondan yerlerdi. Eğer dişi ise, diğer koyunlar arasına katılırdı. Şâyet yedinci doğumu erkek ve dişi birlikte [ikiz] ise, "Bu dişi yavru erkek kardeşine yetişti" derler ve bu durumu dolayısıyla kesilmezdi. Ancak, bu dişi yavrunun eti kadınlara haram olduğu gibi, yine o dişi yavrunun sütü de kadınlara haram olurdu. Bu iki yavrudan birisi ölecek olursa, o yavruyu erkekler ve kadınlar da müştereken yerlerdi. Hâm ise, yavrusunun yavrusunun sırtına binilecek hâle gelen erkek devedir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.] Bütün bu uygulamalar din adına yapılıyordu. Bunu yapmakla Allah'a şükrettiklerini, O'na yaklaştıklarını düşünüyorlardı. Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye çağırıldıklarında, "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" diyen kimselere, Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı? denilerek, atalarının yanlış yolda oldukları vurgulanmakta ve doğru yola gelmeleri istenmektedir. Atalar dininin terki konusunda birçok kez uyarı yapılmıştır: * Ve onlara: "Allah'ın indirdiğine tâbi olun!" dendiği zaman: "Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" dediler. Ya şeytan onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse! [Lokmân/21] * Ve onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun" dendiği vakit, "Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız" dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve kılavuzlandıkları doğru yolu bulmaz idiyseler de mi? [Bakara/170] * Ve işte böyle Biz, senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek, kesinlikle oranın şımarık varlıklı kimseleri: "Şüphesiz biz, babalarımızı bir önderli toplum üzerinde bulduk. Biz de kesinlikle onların izlerine uyanlarız" demişlerdi. Gönderilen uyarıcı; "Eğer size babalarınızı üzerinde bulduğunuz şeyden daha doğrusunu getirmişsem de mi?" dedi. Onlar: "Şüphesiz biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi bilerek reddedenleriz/inanmayanlarız" dediler. [Zuhruf/23-24] Müşriklerin akılsız davranışları açıklandıktan sonra 105. Âyetle mü’minlere öğüt verilmektedir: Ey iman eden kimseler! Kendiniz kendiniz üzeresiniz [herkes kendinden sorumludur]. Siz hidâyete erdiğiniz zaman, sapan kimseler size zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Sonra da O, yapmış olduğunuz şeyleri size haber verecektir.
106) Ey iman etmiş kişiler! İçinizden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şâhitlik, kendi içinizden adalet sahibi iki kişidir. Yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, sonra da ölümün musibeti size gelip çatmışsa, sizden olmayan iki kişidir. Eğer şüpheye düşerseniz, salâttan [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma görevinden] sonra onları bekletirsiniz. Sonra da onları, "Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın şâhitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi hâlde zaman kaybına neden olan/hayırda ağırda alan/zarar veren/kusur oluşturan kimselerden oluruz" diye Allah'a yemin ettirirsiniz.
107) Sonra da eğer o iki şâhitin zaman kaybına neden olan şeyleri/hayırda ağırda almayı/zarar vermeyi/kusur oluşturmayı işledikleri anlaşılırsa, ölene daha yakın olan hak sahiplerinden diğer iki kişi onların yerine geçerler de: "Bizim şâhitliğimiz, o önceki iki kişinin şâhitliğinden daha doğrudur ve biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik. Aksi hâlde biz, yanlış davrananlardan; kendi zararlarına iş yapanlardan olurduk" diye Allah'a yemin ederler.
108) İşte böyle bir yemin, şâhitliklerini usulüne göre yapmaları yahut yeminlerinden sonra yeminlerinin kabul edilmemesinden korkmaları için en yakın/en iyi yoldur. Allah'ın koruması altına girin ve kulak verin. Ve Allah, hak yoldan çıkanlar topluluğuna kılavuzluk etmez.
Bu âyetlerde Bakara sûresi'nde konu edilen vasiyetin yapılış şekline dair bazı ilkeler bildirilmektedir. Vasiyet hakkında geçen âyetler: * Sizden birinize ölüm hazır olduğu vakit, eğer bir hayır/mal bıraktıysa, Allah'ın koruması altına girmiş kişiler üzerine bir hak olarak, babası-anası ve en yakın akrabası için, örfe uygun; herkesçe kabul gören bir şekilde vasiyet etmek zorunlu görev kılındı. Artık her kim, bunu duyduktan sonra onu değiştirirse, onun günahı ancak onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. Artık her kim vasiyet edenin, bir hata işlemesinden veya bir günaha girmesinden korkar da onların arasını düzeltirse, ona hiçbir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. [Bakara/180-182] Konumuz olan âyetler ile daha evvel konu edilmiş olan vasiyetin nasıl yapılacağı açıklanmaktadır: • Mü’minlerden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında kendilerinden dindar, muttaki, güvenilir iki şâhit bulundurmalılar. • Vasiyette bulunacak kimse gurbette ise, yakını olmayan iki şâhit bulacaktır. • Şüpheye düşerlerse, salâttan sonra musallada onları alıkoyup, "Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın şâhitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi hâlde günahkârlardan oluruz" diye Allah'a yemin ettirmelidirler. • Bu şâhitlerin yalan veya yanlış söylediği anlaşılırsa ölene daha yakın olan hakk sahiplerinden iki kişi onların yerine geçerler ve "Bizim şâhitliğimiz, o ikisinin şâhitliğinden daha doğrudur ve biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik. Aksi hâlde biz zâlimlerden olurduk" diye Allah'a yemin ederler. İşte bu, şâhitliklerini usulüne göre yapmaları yahut yeminlerinden sonra yeminlerinin kabul edilmemesinden korkmaları için en iyi yoldur. • Sağlam bir vasiyet ile miras taksiminden doğabilecek hakksızlıklar ortadan kalkacaktır.
109) Allah, elçileri toplayacağı gün şöyle diyecek: "Size verilen cevap nedir?" Onlar: "Bizim hiçbir bilgimiz yoktur; şüphesiz ki Sen, görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği en iyi bilenin ta kendisisin" dediler.
Bu âyette işin âkıbetine dikkat çekilmektedir. Elçi ile, elçinin gönderildiği insanlar arasındaki ilişkiye geçmiş sûrelerde, özellikle de bu sûrede sıkça değinilmişti. Burada buna tekrar dikkat çekilip, âhirette elçilerin tanıklığı, elçinin tebligatına duyarsız kalanların aldanmışlığı konu edilmektedir. Elçilerin tanıklığı şu âyetlerde de zikredilmektedir: A‘râf/6, Kasas/63-66, Nisâ/41, Mürselât/11-13. Âhirette elçilerin tanıklığı Kur’ân'da somut olarak sahnelenmiştir. Allah elçisi Muhammed'in Tanıklığı: * İşte o gün gerçek hükümranlık, Rahmân'a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'a] özgüdür. Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler için ise o, pek çetin bir gün olmuştur. Ve o gün, şirk koşmak sûretiyle yanlış; kendi zararına iş yapan o kimse ellerini ısırarak; "Eyvah, keşke elçi ile beraber bir yol tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı iz bırakan bir önder edinmeseydim. Hiç şüphesiz bana geldikten sonra, beni Öğüt'ten/Kitap'tan o saptırdı. Ve şeytan, insan için bir rezil edenmiş!" der. Elçi de: "Ey Rabbim! Hiç şüphesiz benim toplumum şu Kur’ân'ı mehcur/terk edilmiş bir şey edindiler" dedi. [Furkân/26-30] Îsâ'nın tanıklığı da aşağıdaki âyetlerde sahnelenmiştir:
110) Hani Allah demişti ki: "Ey Meryem oğlu Îsâ! Senin üzerinde ve annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben, seni Allah'ın vahyi ile güçlendirmiştim. Yüksek mevkide olan biri olarak ve yetişkin biri olarak insanlara konuşuyordun. Hani sana Kitabı, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri, Tevrât'ı ve İncîl'i öğretmiştim. Hani Benim iznimle/bilgimle çamurdan; kilden (seramikten) kuş şekli gibi bir şey (Buhurdan) yapıyordun. Sonra da onun içine üflüyordun; aerosol oluşturuyordun, onlar da (hastalık yayan; aşılayan haşereler) Benim iznimle kuş oluveriyordu/çabucak gidiyorlardı. Sonradan oluşan körlüğü, yılan, akrep ve keler zehirlenmesini/bağ, bahçe ve tarlalardaki zararlı bitkileri iznimle/bilgimle gideriyordun. Yine Benim iznimle/bilgimle sosyal ölüleri çıkarıyordun/canlandırıyordun. Ve hani İsrâîloğulları'na apaçık kanıtlarla gelip de onlardan Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayanların: 'Bu, ancak apaçık bir sihirdir' dedikleri zaman seni onlardan korumuştum."
111) Ve hani havarilere: "Bana ve Elçime inanın" diye vahyetmiştim. Onlar, "İnandık!" ve "Bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuza tanık ol" demişlerdi.
112) Hani havariler: "Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?" demişlerdi. Îsâ: "Eğer iman edenler iseniz Allah'ın koruması altına girin" demişti.
113) Havâriler: "Biz istiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz iyice yatışsın, senin bize doğru söylediğini bilelim ve biz de buna tanıklardan olalım" dediler.
114) Meryem oğlu Îsâ: "Allah'ım, Rabbimiz! Bizim üzerimize, bizim için, öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bir bayram ve Senden bir alâmet/gösterge olarak gökten bir sofra; ruhumuza gıda indir. Ve bizi rızıklandır. Ve Sen, rızık verenlerin en hayırlısısın!" dedi.
115) Allah dedi ki: "Şüphesiz Ben, onun size indiricisiyim. Artık bundan sonra sizden kim inanmazsa, Ben onu âlemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azapla azaplandıracağım."
116,117,118) Ve hani Allah demişti ki: "Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara: 'Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin' dedin?" Îsâ: "Sen arınıksın, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen, bunu kesinlikle bilmiştin. Sen, benim içimde/özümde olanı bilirsin, ben ise Senin zatında olanı bilmem. Şüphesiz Sen; görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği en iyi bilenin ta Kendisisin! Ben, onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; 'Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin' dedim. Ve ben, içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen, beni vefat ettirdin; geçmişte yaptıklarımı ve yapmam gerekirken yapmadıklarımı bir bir hatırlattırdın/beni öldürdün, Sen, onları gözetleyenin ta Kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar, senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapanın ta Kendisisin" dedi.
119) Allah dedi ki: "Bu, doğru kimselere doğruluklarının yarar sağladığı gündür. Onlar için, içinde sonsuz; ebedi kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler vardır." Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluştur.
120) Göklerin, yeryüzünün ve bunların içinde bulunan şeyin sahipliği, yönetimi yalnızca Allah'ındır. Ve O, her şeye en iyi güç yetirendir.
Bu âyet grubunda elçilerin dünyadaki görevi, insanlar ile ilişkileri ve onlara tanıklığı, dünya ve âhiret sahneleri ile Îsâ peygamber örneklenmek sûretiyle somut olarak anlatılıyor. Ayrıca İsa peygamberin israiloğullarına gönderilişi ve gönderiliş nedenleri açıklanıyor. Musa ve Harun peygamberler, hem israiloğullarına vahyi, tevhidi öğretmek hem de israiloğullarını Mısırdaki esaretten kurtarmak için gönderilmişlerdi. Buradaki pasajda İsa peygamberin vahyi tebliğ etmesiyle birlikte israiloğullarını salgın halde kuşatmış olan hastalıklardan kurtarmak, onlara karşı önceden önlem almak ve onlara rahat bir geçim sağlamak için; koruyucu hekimlik, göz hekimliği, verimli ziraatçılık, cilt hekimliği ve sağlıklı gıda tüketimi ve konserve, turşu, pekmez, salamura yapımı, arpa, buğday, kuru bakliyat stoklaması ve bunların nem ve haşereden korunmasının öğretilmesi gibi görevlerle gönderildiği özet olarak açıklanmaktadır. 110. âyette geçen EKMEH ve EBRAS sözcükleri ile ilgili Âl-i Imran/49. Âyet açıklamalarında bilgi verilmiştir. Bizim "şüphesiz ben, sizin için, çamurdan; kilden; seramikten kuş şekli gibi bir şey; "buhurdan (tütsülük") tasarlarım" diye çevirdiğimiz âyetteki "tasarlarım" fiilinin tümleci âyetin orijinalinde yer almamış bu paragrafın söz akışı içinde okurun takdirine bırakılmıştır. Âyette "kuş figürü" kuş maketi" yaparım denilmeyip "kuş şekli, kuş figürü, kuş maketi gibi bir şey" yaparım denilmektedir. Ki burada İsa’nın kuş şeklinde kilden buhurdanlık yapıp, içerisine koyduğu baharata (......) üfleyerek, çıkan duman ve koku ile sivrisinek, karasinek gibi göz hastalığı vs.ye neden olan böcekleri çevreden uzaklaştırdığı açıklanmaktadır. Bu gün mevcut olan seramik buhurdanların çoğunun kuş şeklinde olduğu aşikardır. Yine âyette "feyekünü (oluverir)" fiilinin öznesi de yer almamış bu da söz akışından anlaşılmaya bırakılmıştır. Âyetlerin lafzi manalarından anlaşılan bu gerçekler yakın zamanda deşifre edilen Esseniler’e ait Kumran yazıtlarıyla da teyit edilmektedir. [KUMRAN YAZITLARInın konuya ait bölümleri incelenebilir] 112. âyette zikri geçen "sofra" yemek sofrası değil ruhların gıdası olan vahy’dir. Yani o güne göre İncil ayetleridir. Öyle bir kitaba sahip olmak Bayram etmektir. Kadir gecesi yaşamaktır. Bu ifade Kadr suresinde "SELÂM!" diye konu edilmişti. Ama rivâyet mekanizması burada da devreye girer ve üretimine devam eder: "Sofra indi. Sofrada pulsuz ve kılçıksız bir balık vardı. Yanında da tuz, sebze, sirke, üzeri yağlı ekmek, bal, peynir, zeytin ve pastırma vardı", "Sofrada, yedi çörek ve yedi balık vardı", "Sofra, dünyadaki tüm yiyeceklerin lezzetini veren bir balıktı", "Sofra, cennet nimetlerindendi", "Sofra, ekmek, pirinç pilavı ve sebzeden ibaretti", "Havariler hep bu sofradan beslenirlerdi. Sonra birisi hırsızlık etti, sofra ondan sonra inmez oldu." vs. gibi daha birçok asılsız ve mesnetsiz sözler ortaya atılmıştır. 114. ayetteki "öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bir bayram olsun" ifadesindeki "öncekiler", İsrailoğullarından İsa peygamber gelmezden önceki dini sürdürüp gelen Yahudilerdir. Ki bunlar da İsa peygambere gelen vahyden yararlanarak doğru yolu bulacaklar; Müslüman olacaklar ve bayram edeceklerdir. "Sonrakilelerimiz" ile de kastedilen İsa peygamberi izleyecek Müslümanlardır. Burada dikkat çeken ikinci nokta da, Îsâ'nın insanlara, kendisini ve annesini kutsallaştırmaları yönünde bir telkininin olmadığıdır. Hristiyanlıkta Îsâ ve Meryem'in kutsallaştırılması, çıkarcı sözde din bilginleri tarafından sonradan dayatılmıştır. Bu konu 68- 79. âyetin tahlili kapsamında detaylı olarak sunulmuştu.