Bu ayetlerde, kimliği bildirilmeyen bir kişinin "kâfirler için olan, mutlaka gelecek olan, kimsenin de engelleyemeyeceği azab"ı istediğinden bahsedilmektedir.
"İSTEYEN KİŞİ" KİMDİR?
Rabbimiz, engellenemez azabı isteyenin kim olduğunu bildirmediği halde klasik kaynaklarda söz konusu kişinin kimliği ile ilgili şu bilgilere yer verilmiştir:
Bu isteyen-soran kişi en-Nadr b. cl-Hârs'dir. O şöyle demişti: "Ey Allah! Eğer bu Senin katından gelen hakkın kendisi ise, durma, bizim üzerimize gökten taş yağdır! Yahut bize acıklı bir azap gönder!" (Enfal/32) Onun bu istediği kendine gelmiştir. Bedir günü, o ve Ukbe b. Ebi Muayt, esir alındıktan sonra öldürülmüşlerdir. Bunu İbn Abbas ve Mücahid söylemiştir.
Burada azabın gelmesini isteyenin el-Hâris b. Kuman el-Fihrî olduğu da söylenmiştir. Şöyle ki: O, Peygamber (sav]in Ali (r.a) hakkında: "Ben her kimin mcvlâsı [dostu ve yakını] isem, Ali de onun mevlâsıdır [dostu ve yakınıdır]" dediğini haber alınca, devesine binerek geldi ve el-Ebtah denilen yerde devesini çöktürdükten sonra "Ey Muhammed!" dedi, "Sen bize Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına, senin Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik etmemizi emrettin, senin bu emrini kabul ettik. Beş vakit namaz kılmamızı emrettin, senin bu emrini de kabul ettik. Mallarımızın zekâtını vermemizi emrettin, bu emrini de kabul etlik. Her sene ramazan ayında oruç tutmamızı emrettin, bunu da kabul ettik. Hac etmemizi emrettin, bunu da kabul ellik. Sonra bununla da yetinmeyerek bu sefer amcanın oğlunu bizden üstün kıldın. Bu senin bizzat kendinin yaptığı bir iş mi, yoksa Allah'tan gelen bir şey mi?" Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin olsun ki; bu ancak Allah'tan gelen bir iştir."
El-Hârîs: "Allah'ım, eğer Muhammed'in dediği gerçek ise Sen üzerimize ya semadan bir taş yağdır yahut bize çok acıklı bir azabı getir!" diyerek geri dönüp gitti. Allah'a yemin ederim, henüz daha devesine varmadan Allah onun üzerine bir taş attı, bu taş beyninin üzerine düştü, makadından çıktı ve onu öldürdü. Bunun üzerine de "İsteyen biri inecek azabı istedi" ayeti nazil oldu.
İsteyen kişinin Ebu Cehil olduğu ve bu sözleri onun söylediği de söylenmiştir. Bu da er-Rabi'in görüşüdür. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an, Neseî, Hakim]
Nadr b. el-Haris, "Allah’ım, eğer bu senin katından bir hak ise, üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elim bir azap ver" (Enfal/32) deyince, Allah Teâlâ bu ayeti indirdi. Buna göre, ayetteki ifadesi, "Gelecek azabı, çağıran birisi çağırdı [istedi]" şeklinde olur. [‘Razi; el Mefatihu’l Gayb]
"Esbab-ı Nüzul" kayıtlarında Şuara/185-187’de "Onlar: ‘Sen, kesinlikle büyülenmişlerden birisin. Sen de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin. Biz senin kesinlikle yalancılardan biri olduğundan eminiz. Şayet doğrulardan isen, üstümüze gökten bir parça düşürüver!’ dediler." diye konu edilen şahsın Ebucehil; Enfal/32’de "Bir vakit de, "Ey Allah’ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hak/gerçek ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver’ demişlerdi" diye konu edilen şahsın da النضر بن الحرث Nadr b. Hars olduğu nakledilmiştir. Bize göre bütün bu iddialar birer yakıştırmadan ibarettir.
Ayrıca ayetin iniş sebebinin Resulullah’ın kuzeni ve damadı Ali ile ilişkilendirilmesi de hiç uygun düşmemektedir. Zira bu ayetler indiği dönemde Ali henüz "mevla"lıkla nitelenecek bir konumda değildi.
Bizim sureden anladığımıza göre, engellenemez azabı isteyen bizzat Resulullah’tır. Kur’an’ın edebî üslubu gereği, Abese suresinin başında olduğu gibi, ikinci şahıs yerine üçüncü şahıs ile kelam edilmiştir. Anlaşıldığına göre, peygamberimiz inkârcıların tavırları yüzünden çok bunalmış ve Allah’tan kendisine ve inananlara zulmedenlerin cezalandırılmasını istemiştir. Peygamberimizin bu isteğine 5-7. ayetlerde şöyle cevap verilmiştir: "O halde sen, güzel bir sabır ile sabret! Şüphesiz Biz onu [olacak azabı] çok yakın görürken, onlar onu çok uzak görüyorlar."
AZABIN ÖZELLİĞİ, ONU DEFEDECEK KİMSENİN OLMAYIŞI
Konumuz olan ayetleri doğru anlamamız, metindeki " ذى المعارجzi’l-mearic" sözcüklerini iyi anlamamıza bağlıdır.
Önce bu sözcükle ilgili klasik kabulleri naklediyoruz:
1- Kelbi'nin rivayetine göre İbn Abbas, ayetteki " ذى المعارجzi’l-mearic" ifadesine "Göklerin sahibi" manasını vermiştir. Melekler oraya doğru yükselip çıktıkları için göklere "me'âric" denilmiştir.
2- Katade bu ifadeye "FazI, ikram, lütuf ve nimetler sahibi" manasını vermiştir. Bu böyledir. Çünkü Allah'ın nimet ve ihsanlarının birçok derecesi vardır ve bunlar insanlara farklı mertebelerde ulaşırlar.
3- "Me'âric" sözcüğü Cenâb-ı Hakk'ın velî kullarına, cennette verdiği dereceler manasınadır.
Bana göre bu hususta bir dördüncü izah da şu şekilde yapılabilir: Gökler nasıl yükseklik-alçaklık ve büyüklük-küçüklük bakımlarından farklı ise, melekî ruhlar da kuvvet-zaaf ve kemal-noksanlık bakımından ilahi bilgilerin çokluğu, kuvveti ve bu alemi tedbirde kuvvetli veya zayıf olmak bakımlarından farklı farklıdırlar. Belki de, Allah Teâlâ'nın nimetlerinin inamının nuru ve rahmetinin feyzinin eseri, bu âleme ancak bu ruhlar vasıtasıyla ulaşırlar. Bu ulaşma da ya alışılmış şekilde olur veya alışılmışın dışında olur. Nitekim Hak Teâlâ da "(Dünyanın) içini idare edenlere yemin olsun ki..." (Naziat/5) ve "(Dünyanın) işini taksim edenlere yemin olsun ki" (Zariyat/4) buyurmuştur. O halde bu ayetteki "O, meâric sahibi Allah'tandır" ifadesi ile, bu âlemin çeşitli ihtiyaçlarının, oraya doğru yükselmesi açısından, tıpkı bir asansör gibi olan; Allah'ın rahmetinin eserinin o âlemden burada olanlara inmesi açısından da tıpkı bir merdiven gibi olan o çeşitli ruhlara bir işaret kastedilmiştir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]
Bizim tahlilimiz ise şöyledir:
Ayette Rabbimiz Kendisini " ذى المعارجzi’l-Mearic" olarak nitelemiştir. Bu sözcük " ذىzi" ve " معارجmearic" sözcüklerinden oluşmuş bir tamlamadır. " ذىZi" edatı, tartışmasız olarak "sahip" anlamındadır. Bu sözcük cümledeki konumuna göre " ذوzü" diye de yazılıp okunabilmektedir.
" معارجMearic" sözcüğü ise çoğuldur. Bu sözcüğün tekilinin " مِعرَج mi’rac" veya " مَعرَجMe’rac" olması teknik olarak mümkündür.
" مِعرجMi’rac" sözcüğü, "uruc" mastarının "İsm-i Alet" kalıbı olup anlamı "yükselme aleti [merdiven, asansör]" demektir. Nitekim Zuhruf suresinde bu kalıptan olan anlamıyla yer almıştır:
33-35Ve eğer insanlar, bir tek önderli, gerçeği bilerek reddeden toplum olmayacak olsalardı, Biz, Rahmân'ı [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ı] bilerek reddeden /inanmayan kimselerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler, onların evleri için kapılar, üzerine yaslanacakları koltuklar ve altından süs eşyaları yapardık. Bunların hepsi basit dünya hayatının kazanımından başka bir şey değildir. Âhiret ise Rabbinin katında, Allah'ın koruması altına girmiş olan kişiler içindir. [Zuhruf/33- 35]
" مَعرجMe’rac" sözcüğü ise "İsm-i Zaman ve İsm-i Mekân" kalıbı olup eylemin yer ve zamanını bildiren bir anlam taşımaktadır. Sözcüğün bu kalıptan olduğunu varsaydığımızda, anlamı da "yükselme yeri, yükselme zamanı" şeklinde olmaktadır. Hangi anlamın verilmesi gerektiği konusunda bir sorunla karşılaşıldığında, sözcüğün zaman anlamına mı yoksa mekân anlamına mı alınacağı cümledeki söz akışına bakılarak tespit edilir.
4. âyetteki "Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl olan bir gün içinde O’na yükselir [yeryüzünden çekilir]" ifadesi, bu sözcüğün "İsm-i Zaman" anlamında ele alınmasına dair bize ipucu olmaktadır. Bu nedenle biz, ayetteki " ذى المعارج zi’l-Mearic" sözcüğünü "İsm-i Zaman" kalıbının çoğulu olarak "Yükselme zamanları" anlamında çevirmiş bulunuyoruz.
"İSTEYEN KİŞİ" KİMDİR?
Rabbimiz, engellenemez azabı isteyenin kim olduğunu bildirmediği halde klasik kaynaklarda söz konusu kişinin kimliği ile ilgili şu bilgilere yer verilmiştir:
Bu isteyen-soran kişi en-Nadr b. cl-Hârs'dir. O şöyle demişti: "Ey Allah! Eğer bu Senin katından gelen hakkın kendisi ise, durma, bizim üzerimize gökten taş yağdır! Yahut bize acıklı bir azap gönder!" (Enfal/32) Onun bu istediği kendine gelmiştir. Bedir günü, o ve Ukbe b. Ebi Muayt, esir alındıktan sonra öldürülmüşlerdir. Bunu İbn Abbas ve Mücahid söylemiştir.
Burada azabın gelmesini isteyenin el-Hâris b. Kuman el-Fihrî olduğu da söylenmiştir. Şöyle ki: O, Peygamber (sav]in Ali (r.a) hakkında: "Ben her kimin mcvlâsı [dostu ve yakını] isem, Ali de onun mevlâsıdır [dostu ve yakınıdır]" dediğini haber alınca, devesine binerek geldi ve el-Ebtah denilen yerde devesini çöktürdükten sonra "Ey Muhammed!" dedi, "Sen bize Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına, senin Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik etmemizi emrettin, senin bu emrini kabul ettik. Beş vakit namaz kılmamızı emrettin, senin bu emrini de kabul ettik. Mallarımızın zekâtını vermemizi emrettin, bu emrini de kabul etlik. Her sene ramazan ayında oruç tutmamızı emrettin, bunu da kabul ettik. Hac etmemizi emrettin, bunu da kabul ellik. Sonra bununla da yetinmeyerek bu sefer amcanın oğlunu bizden üstün kıldın. Bu senin bizzat kendinin yaptığı bir iş mi, yoksa Allah'tan gelen bir şey mi?" Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin olsun ki; bu ancak Allah'tan gelen bir iştir."
El-Hârîs: "Allah'ım, eğer Muhammed'in dediği gerçek ise Sen üzerimize ya semadan bir taş yağdır yahut bize çok acıklı bir azabı getir!" diyerek geri dönüp gitti. Allah'a yemin ederim, henüz daha devesine varmadan Allah onun üzerine bir taş attı, bu taş beyninin üzerine düştü, makadından çıktı ve onu öldürdü. Bunun üzerine de "İsteyen biri inecek azabı istedi" ayeti nazil oldu.
İsteyen kişinin Ebu Cehil olduğu ve bu sözleri onun söylediği de söylenmiştir. Bu da er-Rabi'in görüşüdür. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an, Neseî, Hakim]
Nadr b. el-Haris, "Allah’ım, eğer bu senin katından bir hak ise, üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elim bir azap ver" (Enfal/32) deyince, Allah Teâlâ bu ayeti indirdi. Buna göre, ayetteki ifadesi, "Gelecek azabı, çağıran birisi çağırdı [istedi]" şeklinde olur. [‘Razi; el Mefatihu’l Gayb]
"Esbab-ı Nüzul" kayıtlarında Şuara/185-187’de "Onlar: ‘Sen, kesinlikle büyülenmişlerden birisin. Sen de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin. Biz senin kesinlikle yalancılardan biri olduğundan eminiz. Şayet doğrulardan isen, üstümüze gökten bir parça düşürüver!’ dediler." diye konu edilen şahsın Ebucehil; Enfal/32’de "Bir vakit de, "Ey Allah’ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hak/gerçek ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver’ demişlerdi" diye konu edilen şahsın da النضر بن الحرث Nadr b. Hars olduğu nakledilmiştir. Bize göre bütün bu iddialar birer yakıştırmadan ibarettir.
Ayrıca ayetin iniş sebebinin Resulullah’ın kuzeni ve damadı Ali ile ilişkilendirilmesi de hiç uygun düşmemektedir. Zira bu ayetler indiği dönemde Ali henüz "mevla"lıkla nitelenecek bir konumda değildi.
Bizim sureden anladığımıza göre, engellenemez azabı isteyen bizzat Resulullah’tır. Kur’an’ın edebî üslubu gereği, Abese suresinin başında olduğu gibi, ikinci şahıs yerine üçüncü şahıs ile kelam edilmiştir. Anlaşıldığına göre, peygamberimiz inkârcıların tavırları yüzünden çok bunalmış ve Allah’tan kendisine ve inananlara zulmedenlerin cezalandırılmasını istemiştir. Peygamberimizin bu isteğine 5-7. ayetlerde şöyle cevap verilmiştir: "O halde sen, güzel bir sabır ile sabret! Şüphesiz Biz onu [olacak azabı] çok yakın görürken, onlar onu çok uzak görüyorlar."
AZABIN ÖZELLİĞİ, ONU DEFEDECEK KİMSENİN OLMAYIŞI
Konumuz olan ayetleri doğru anlamamız, metindeki " ذى المعارجzi’l-mearic" sözcüklerini iyi anlamamıza bağlıdır.
Önce bu sözcükle ilgili klasik kabulleri naklediyoruz:
1- Kelbi'nin rivayetine göre İbn Abbas, ayetteki " ذى المعارجzi’l-mearic" ifadesine "Göklerin sahibi" manasını vermiştir. Melekler oraya doğru yükselip çıktıkları için göklere "me'âric" denilmiştir.
2- Katade bu ifadeye "FazI, ikram, lütuf ve nimetler sahibi" manasını vermiştir. Bu böyledir. Çünkü Allah'ın nimet ve ihsanlarının birçok derecesi vardır ve bunlar insanlara farklı mertebelerde ulaşırlar.
3- "Me'âric" sözcüğü Cenâb-ı Hakk'ın velî kullarına, cennette verdiği dereceler manasınadır.
Bana göre bu hususta bir dördüncü izah da şu şekilde yapılabilir: Gökler nasıl yükseklik-alçaklık ve büyüklük-küçüklük bakımlarından farklı ise, melekî ruhlar da kuvvet-zaaf ve kemal-noksanlık bakımından ilahi bilgilerin çokluğu, kuvveti ve bu alemi tedbirde kuvvetli veya zayıf olmak bakımlarından farklı farklıdırlar. Belki de, Allah Teâlâ'nın nimetlerinin inamının nuru ve rahmetinin feyzinin eseri, bu âleme ancak bu ruhlar vasıtasıyla ulaşırlar. Bu ulaşma da ya alışılmış şekilde olur veya alışılmışın dışında olur. Nitekim Hak Teâlâ da "(Dünyanın) içini idare edenlere yemin olsun ki..." (Naziat/5) ve "(Dünyanın) işini taksim edenlere yemin olsun ki" (Zariyat/4) buyurmuştur. O halde bu ayetteki "O, meâric sahibi Allah'tandır" ifadesi ile, bu âlemin çeşitli ihtiyaçlarının, oraya doğru yükselmesi açısından, tıpkı bir asansör gibi olan; Allah'ın rahmetinin eserinin o âlemden burada olanlara inmesi açısından da tıpkı bir merdiven gibi olan o çeşitli ruhlara bir işaret kastedilmiştir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]
Bizim tahlilimiz ise şöyledir:
Ayette Rabbimiz Kendisini " ذى المعارجzi’l-Mearic" olarak nitelemiştir. Bu sözcük " ذىzi" ve " معارجmearic" sözcüklerinden oluşmuş bir tamlamadır. " ذىZi" edatı, tartışmasız olarak "sahip" anlamındadır. Bu sözcük cümledeki konumuna göre " ذوzü" diye de yazılıp okunabilmektedir.
" معارجMearic" sözcüğü ise çoğuldur. Bu sözcüğün tekilinin " مِعرَج mi’rac" veya " مَعرَجMe’rac" olması teknik olarak mümkündür.
" مِعرجMi’rac" sözcüğü, "uruc" mastarının "İsm-i Alet" kalıbı olup anlamı "yükselme aleti [merdiven, asansör]" demektir. Nitekim Zuhruf suresinde bu kalıptan olan anlamıyla yer almıştır:
33-35Ve eğer insanlar, bir tek önderli, gerçeği bilerek reddeden toplum olmayacak olsalardı, Biz, Rahmân'ı [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ı] bilerek reddeden /inanmayan kimselerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler, onların evleri için kapılar, üzerine yaslanacakları koltuklar ve altından süs eşyaları yapardık. Bunların hepsi basit dünya hayatının kazanımından başka bir şey değildir. Âhiret ise Rabbinin katında, Allah'ın koruması altına girmiş olan kişiler içindir. [Zuhruf/33- 35]
" مَعرجMe’rac" sözcüğü ise "İsm-i Zaman ve İsm-i Mekân" kalıbı olup eylemin yer ve zamanını bildiren bir anlam taşımaktadır. Sözcüğün bu kalıptan olduğunu varsaydığımızda, anlamı da "yükselme yeri, yükselme zamanı" şeklinde olmaktadır. Hangi anlamın verilmesi gerektiği konusunda bir sorunla karşılaşıldığında, sözcüğün zaman anlamına mı yoksa mekân anlamına mı alınacağı cümledeki söz akışına bakılarak tespit edilir.
4. âyetteki "Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl olan bir gün içinde O’na yükselir [yeryüzünden çekilir]" ifadesi, bu sözcüğün "İsm-i Zaman" anlamında ele alınmasına dair bize ipucu olmaktadır. Bu nedenle biz, ayetteki " ذى المعارج zi’l-Mearic" sözcüğünü "İsm-i Zaman" kalıbının çoğulu olarak "Yükselme zamanları" anlamında çevirmiş bulunuyoruz.