Mümin - Gafir

1) Hâ/8, Mîm/40.[#254]
Surenin birinci ayeti "ح ha" ve "م mim" kesik harflerinden oluşmuştur. Kesik harfler ile ilgili detaylı bilgiyi ve bu konudaki kanaatimizi bundan evvel geçen mukatta’ harfleri açıklarken dile getirmiştik. Kısaca hatırlatmak gerekirse; bu harflerin anlamı henüz kesin olarak tespit edilmiş değildir. Bir anlamları olabileceği gibi, Kur’an’ın korunmasına yönelik birer öge veyahut dikkat çekmek için kullanılmış birer edat olmaları da mümkündür.

Diğer kesik harfler hakkında olduğu gibi, "Ha, Mim" kesik harfleri ile ilgili olarak da geçmişte bir takım yakıştırmalar yapılmıştır. Bu konudaki en geniş açıklama Kurtubi tarafından yapılmıştır:

"Hâ, Mîm" harflerinin anlamı hakkında farklı görüşler vardır. İkrime dedi ki: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Hâ, Mîm Yüce Allah'ın isimlerinden bir isimdir. Bunlar Rabbinin hazinelerinin anahtarlarıdır."

İbn Abbas dedi ki: "Hâ, Mîm" Allah'ın İsm-i Azam’ıdır. Yine ondan rivayete göre "Elif, Lam, Ra", "Hâ, Mîm" ile "Nun" er-Rahman isminin mukatta' harfleridir. Yine ondan rivayete göre "Hâ, Mîm" Yüce Allah'ın isimlerinden bir isim olup onunla yemin etmiştir.

Katade: Hâ, Mîm Kur'ân isimlerinden bir isimdir; Mücahid: Sûrelerin başlangıcıdır, demişlerdir. Ata el-Horasanî de der ki: Ha, Yüce Allah'ın Hamîd, Hannan, Halim ve Hakim isimlerinin başıdır. Mim ise Yüce Allah'ın Melik, Mecid, Mennan, Mütekebbir ve Musavvir isimlerinin başıdır.

Buna şu rivayet de delil teşkil etmektedir: Enes'ten rivayete göre bedevî bir Arap, Peygamber (sav)'e: "Hâ, Mîm nedir? Biz dilimizde böyle bir şey bilmiyoruz" diye sormuş. Peygamber (sav) ona şöyle demiştir: "Birtakım isimlerin başı ve bazı sûrelerin de başlangıcıdır. "

ed-Dahhak ve el-Kisaî dedi ki: Bu, olacak olan şeyler hükme bağlanmıştır, demektir. O bununla sanki "Hâ, Mîm"in hece harfi olduklarına işaret etmektedir. Çünkü bu harfler "ha" harfi ötreli, "mim" harfi de şeddeli okunduğu takdirde "حُمّ Humme" şeklini alır ki; bu da "hükme bağlandı ve meydana geldi" demektir. Ka'b b. Malik dedi ki:

"Karşı karşıya gelip de aramızda savaş başlayınca, Allah'ın hükme bağladığı bir işi kimse geri çeviremez."

Yine ondan gelen rivayete göre: "Allah'ın emri yakındır" anlamındadır. Şairin şu beytinde olduğu gibi:

"Benim günüm yaklaştı, sevindi birtakım kimseler... Gaflet içinde ve uykuda olan kimseler."

"Humma" ismi de buradan gelmektedir. Çünkü bu ölüme yakın gelir. Bu Bedir gününde olduğu gibi, Allah'ın dostlarına yardım ve zaferi, düşmanlarından da intikam alması zamanı yakındır, demektir. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]

Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi, bu konudaki görüşler birer yakıştırmadan ibaret olup ciddi dayanaktan yoksundurlar.
2,3) Bu kitabın indirilişi, Çok Güçlü, En İyi Bilen, günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı çok çetin olan, bol nimet; ikram sahibi Allah tarafındandır. O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Dönüş yalnızca O'nadır.
Sure, kesik harflerden sonra Kur’an’ın ön plânda tutulduğu bu ayetlerle başlamaktadır. Bu iki ayette Kur’an’ı peygamberin yazmadığına işaret edilerek onun Azîz, Alîm, Gâfir, tövbeleri kabul eden, azabı çok çetin, nimeti bol, kendisinden başka ilah diye bir şey olmayan ve dönüş sadece kendisine olan Allah tarafından indirildiği vurgulanmıştır. Kur’an’a sarılanların veya karşı duranların, Kur’an’ın arkasındaki bu nitelikli gücü akıllarından kesinlikle çıkarmamaları gerekmektedir.

Ve hep birlikte Allah'ın ipine sıkıca sarılın, ayrılmayın ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O [Allah], kalpleriniz arasında ülfet oluşturdu. Sonra da siz O'nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah doğru yolu bulasınız diye ayetlerini sizin için böyle ortaya koyar. [Al-i Imran/103]

YÜCE ALLAH'IN BURADA KONU EDİLEN SEKİZ SIFATI

1 El Azîz (Çok Güçlü)

2 El AlÎM (En İyi Bilen)

3-
غافر الذّنبGâfirü'z-Zenb [Günahları Bağışlayan]

Surenin bir ismi de Rabbimizin bu ayette yer alan bu sıfatından gelmektedir. Rabbimiz bu sıfatı ile günahların bağışlayıcısı olduğunu bildirerek herkesi doğru yoluna davet etmektedir. Bir insan şirk koşmadığı takdirde bir takım hatalar işlemiş olsa da Rabbimiz onu affedicidir.

48Şüphesiz Allah, Kendisine ortak kabul edilmesini asla bağışlamaz. Bunun altındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a ortak tanırsa, şüphesiz pek büyük bir günah işlemiş olur. [Nisa/48]

116Hiç şüphesiz, Allah, Kendisine ortak kabul edenleri bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları ise, onlardan dilediğini bağışlar. Kim, Allah'a ortak kabul ederse elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır. [Nisa/116]

53De ki: "Ey nefislerine karşı sınırı aşmış olan kullar! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. [Zümer/53]

4-
قابل التّوبKabilü't-Tevb [Tevbeyi Kabul Eden]

Yüce Allah, tevbeyi kabul edendir.

" التّوبةTevbe", "dönüş" demek olup şirk, küfür, fisk, fücur gibi her türlü negatif inanç ve amelden dönmeyi kapsamaktadır. Rabbimiz, geçmişte ne yapmış olursa olsun, kötü geçmişinden dönenlerin dönüşlerini kabul eder. Kur’an’da tevbeyi konu eden birçok ayet vardır.

5- شديد العقابŞedidu'l-İkab [Azabı Çok Çetin Olan]

Bu sıfat, Rabbimizin inatçı müşriklere, batıl inanç ve amel sahiplerine yönelik bir celâl sıfatıdır. Konumuz olan ayette Rabbimiz celâl ve cemal sıfatlarını kul "ümit" ve "korku" arasında kalsın diye bir arada zikretmiştir.

49,50Kullarıma, hiç şüphesiz Benim çok bağışlayıcı ve pek merhamet edicinin ta kendisi olduğumu, Benim azabımın da, çok acıklı bir azabın ta kendisi olduğunu önemle haber ver! [Hıcr/49, 50]

6- Zi't-Tavl [Bol Nimet, İkram Sahibi]

7-
Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan

8-
اليه المصيرİleyhi'l-Masîr [Dönüş Kendisine Olan]

Rabbimiz bu sıfatını Kur’an’da yüzlerce kez ön plâna çıkararak insanları imana davet etmiş ve uyarı yapmıştır. Herkes mutlaka ölecek, ister istemez Rabbine dönecek ve yaptıklarının hesabını verecektir.

32-34Allah, gökleri ve yeri oluşturan, gökten su indirip de onunla size rızık olarak çeşitli meyveler çıkarandır. Ve Allah, emri gereğince denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi/sizin yararlanacağınız özelliklerde yarattı, ırmakları da emrinize verdi. Sürekli olarak dönüş hâlinde olan güneşi ve ayı da emrinize verdi/onları da yararlanacağınız özelliklerde yarattı. Geceyi ve gündüzü de sizin emrinize verdi. Ve O, Kendisinden istediğiniz her şeyden size verdi. Allah'ın nimetini saymak isterseniz de sayamazsınız! Şüphesiz insan kesinlikle çok yanlış; kendi zararına iş yapan, çok iyilikbilmez biridir. [İbrahim/32,34]

41Ve onlar, şüphesiz Bizim yeryüzüne geldiğimizi, onu etrafından noksanlaştırdığımızı görmediler mi? Allah hükmeder. O'nun hükmünü engelleyecek hiçbir kimse yoktur. Ve O, hesabı çok hızlı görendir. [Ra'd/41]
4) Allah'ın âyetleri hakkında sadece, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş kimseler tartışır. O hâlde onların beldeler içinde dönüp dolaşmaları seni aldatmasın.
Önceki ayetlerde Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği, Kur’an’ın sahibinin yenilmez, baş edilemez bir güç olduğu bildirildikten sonra, bu ayetlerde de böyle bir güç tarafından gönderilen mesajın aslında kulların yararına olduğu mesajı verilmekte ve Kur’an’a "sihirdir", "şiirdir", "kâhinlerin sözüdür", "evvelkilerin masallarıdır", "onu bir beşer talim etmiş ve uydurmuştur" gibi yersiz ve anlamsız itirazlar yönelterek karşı duranların, saldırmaya kalkışanların sadece küfredenler olduğu bildirilmektedir. Yani normal bir insanın böyle içerikli, böyle özellikli bir mesajı inkâr etmesinin ya da görmezlikten gelmesinin mümkün olmadığı; bunu ancak gerçeği örtmeye çalışan inkârcı birinin yapabileceği açıklanmaktadır.

Kur’an’da Allah’ın ayetleri hakkında tartışanların sadece küfredenler [gerçeği görmezden gelenler] olduğuna birçok yerde (Bakara/258, Bakara/176, Zuhruf/58, Kehf/56, En’am/121) değinilmiştir.

Allah’ın ayetleri hakkında ancak inkârcıların tartışabileceği açıklandıktan sonra, peygamberimize onların ortalıkta gezip durmalarının yani hemen cezalandırılmamış olmalarının kendisini aldatmaması gerektiği mesajı verilmiştir. İnkârcılar şimdi ortalıkta gezip dursalar, çeşitli şekillerde tasarruflarda bulunsalar bile, vakti geldiğinde mutlaka cezalandırılacaklardır.

* Kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kişilerin beldelerde dolaşmaları, çok az bir kazanım, sakın seni aldatmasın. Sonra onların varacakları yer cehennemdir ve o, ne kötü bir yataktır! [Al-i Imran/196, 197]

* Biz onları biraz yararlandırırız. Sonra kendilerini yoğun bir azaba doğru zorlarız. [Lokman/24]


Konumuz olan ayet aynı zamanda peygamberimizi teselli, kâfirleri ise şiddetli bir şekilde tehdit etmektedir.
5) Onlardan önce Nûh toplumu ve onlardan sonraki birtakım karşıt grup yalanladı. Her ümmet, kendi elçilerini yakalamak için girişimde bulundu; onunla hakkı bâtılla iptal etmek için mücâdele ettiler. Ben de onları yakalayıverdim. İşte, azabım nasıl oldu?
6) Ve işte böylece kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimseler üzerine Rabbinin "Şüphesiz onlar ateşin ashâbıdır" sözü hak oldu.
Bu ayetler, 4. ayette geçen "O halde onların beldeler içinde dönüp dolaşmaları seni aldatmasın" ifadesinin açıklamasıdır. Allah’ın ayetlerini saklayan ve Allah’ın ayetleri hakkında tartışmaya yeltenen kimselerin akıbetlerinin nasıl olduğu, geçmişteki benzerleri ile açıklanmıştır. Gerek Nuh kavmi, gerekse onun arkasından gelen nice gruplar elçilik misyonunu yalanladılar, elçiyi etkisiz kılmak için var güçleriyle karşı koydular fakat sonları daima kötü oldu. Allah onları yakalayıp cezalandırdı, hepsi de cehennemin ashabı oldular.

Ayetteki "Her ümmet, kendi elçilerini yakalamak için teşebbüste bulundu; onunla hakkı batılla iptal etmek için mücadele ettiler" ifadesi, toplumların kendi elçilerini hapse atmak, işkence etmek veya taşlayarak öldürmek gibi kötü niyetlerle hareket ettiklerine işaret etmektedir.

Ayetin sonundaki "Ben de onları yakalayıverdim. İşte, azabım nasıl oldu?" ifadesi ise yalanlayan ümmetlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna dikkat çekmektedir.

* Onlardan önce Nûh'un toplumu, Âd, kazıklar sahibi; muhteşem orduları olan/görülmemiş işkenceler eden Firavun, Semûd, Lût'un toplumu ve Eyke ashâbı da yalanladılar. İşte onlar, ayrı ayrı baş çeken gruplardır. [Sad/12,13]

* Ve eğer onlar, seni yalanlıyorlarsa bil ki onlardan önce Nûh'un toplumu, Âd, Semûd, İbrâhîm'in toplumu, Lût'un toplumu, Medyen ashâbı da yalanlamışlardı. Mûsâ da yalanlandı da Ben, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimselere bir süre verdim. Sonra da onları yakalayıverdim. Peki, Beni tanımamak nasılmış! [Hac/42-44]
7,8,9) En büyük tahtı[#255] taşıyan, bir de en büyük tahtın dış kenarından olan kimseler,[#256] Rablerinin övgüsüyle birlikte Kendisini noksan sıfatlardan arındırırlar ve O'na inanırlar. İman etmiş kimseler için bağışlanma dilerler: "Rabbimiz! Sen rahmet ve bilgice her şeyi kuşattın. Onun için tevbe eden ve Senin yoluna uyan kimseleri bağışla ve onları cehennemin azabından koru! Rabbimiz! Onları ve onların atalarından, zevcelerinden ve soylarından sâlih olan kimseleri kendilerine vaat ettiğin Adn cennetlerine girdir. Şüphesiz Sen en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan ve en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapanın ta kendisisin. Onları kötülüklerden de koru. Ve Sen her kimi kötülüklerden korursan, artık o gün elbette ona rahmet etmişsindir. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir."
Bilindiği gibi, Rabbimiz Kur’an’da kendisini birçok kez Arap örfü üzerine tanıtmıştır. Arş sahibi, arşa istiva, kürsü sahibi, melik, muktedir (Kasas 55) gibi... Arş, Rabbimizin yönetim gücünün simgesidir. O’nun Rabliğini, "yerin göğün tek hâkimi ve yöneticisi" olduğunu simgelemektedir. Arş ve Arş’a istiva ile ilgili olarak A’râf/54’ün tahlilinde daha evvel de bilgi verilmişti.

ARŞ’I TAŞIYANLAR

Burada bu ifade ile kastedilenler, "Allah ile ilgili bilgileri taşıyanlar"dır. Bunlar, Arş’ın sahibi tarafından görevlendirilmek suretiyle Allah bilgisini, "tevhid"i bir yerden bir yere götürenler, Allah’ı tanıtıp öğreten peygamberlerdir. Çünkü sürekli Rablerini tesbih eden, inanan ve inananlar için bağışlanma dileyen, onların ve yakınlarının cennetlere girmesini isteyenlerin bir bölümü bunlardır:

26-28Ve Nûh dedi ki: "Bu yerde dolaşan kâfirlerden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerden bir tek kişi bırakma. Şüphesiz ki Sen onları bırakırsan, kullarını yoldan çıkarırlar ve sadece din-iman tanımayıp kötülüğe batan ve kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden çocuklar doğururlar. Rabbim! Benim için, anam-babam için, mü’min olarak evime giren kişiler için ve mü’min erkekler ve mü’min kadınlar için mağfiret et/bağışla hepimizi! Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlara da sadece yok oluşu arttır." [Nuh/26-28]

64Ve Biz, her elçiyi sadece, Allah'ın izniyle/bilgisi ile itaat olunsun diye gönderdik. Ve eğer onlar şirk koşmak sûretiyle kendilerine haksızlık ettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmalarını isteselerdi, sen de onlar için bağışlanma isteseydin, kesinlikle Allah'ı tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı veren, çok merhamet eden olarak bulurlardı. [Nisa/64]

24Dâvûd dedi ki: "Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle o sana haksızlık etmiştir. Gerçekten de ortakların, bir toplulukta yaşayanların çoğu kesinlikle birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler haksızlık etmezler. Ama onlar da ne kadar azdır!" Ve Dâvûd, Bizim kendisini birtakım sıkıntılarla imtihan ederek arı-duru hâle getirdiğimize/olgunlaştırdığımıza kesin kanaat getirdi ve anladı. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi, ortak koşmaktan uzak olarak yere kapandı ve döndü. [Sad/24]

Ve Yusuf/97, Münafikun/5, Maide/118, İbrahim/41.

Klasik eserlerde Arş’ı taşıyanlar ile ilgili olarak şu görüşler serdedilmiştir:

Yine denildiğine göre, Arş’ın etrafında yetmiş bin saf melek vardır. Bunlar tehlil ve tekbir getirerek Arş’ın etrafında tavaf ederler. Onların arkasında da yetmiş bin saf ayakta dururlar, ellerini omuzlarına koymuşlar, seslerini tehlil ve tekbir ile yükseltmişlerdir. Onların arkasında yüz bin saf sağ ellerini, sol ellerine koymuşlar ve onların her biri mutlaka diğerinden ayrı bir tesbih ile tesbih edip dururlar.

İbn Abbas "Arş"ı ayn harfini ötreli olarak "el-urş" diye okumuştur. Bütün bunları ez-Zemahşerî zikretmiş bulunmaktadır.

Denildi ki: Kâfirlerden söz edildikten sonra Arş'tan söz edilmesi -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- anlamın şöyle oluşundan dolayıdır: "Şu Arş'ı yüklenenler ve etrafında bulunanlar" kâfirlerin söylediklerinden Yüce Allah'ı tenzih ederler. "Ve mü'minlere de mağfiret dilerler." Yani Allah'tan onlar için günahlarının bağışlanmasını isterler. Tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre, Arş, serir [taht] ile aynı şeydir. O Yüce Allah tarafından yaratılmış mücessem bir cisimdir. Meleklere onu taşımalarını emretmiş, onu tazim etmek, etrafında dolaşmakla kendisine ibadet etmelerini dilemiştir. Nitekim yeryüzünde bir Beyt [Kâbe] yaratıp Âdemoğullarına etrafını tavaf etmelerini emredip namazda da ona dönmelerini istediği gibi.

İbn Tahman, Musa b. Ukbe'den rivayet ediyor. O Muhammed b. el-Mün-kedir'den, o Cabir b. Abdillah el-Ensarî'den dedi ki: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Bana Arş'ın taşıyıcılarından olup Allah'ın meleklerinden bir melek hakkında (sizlere) sözetmem için izin verildi. Onun kulağının yumuşağı ile omuzu arasındaki mesafe yedi yüz yıldır." Bunu el-Beyhakî zikretmiş olup daha önceden Bakara Sûresi'nde (2/255) yer alan Ayete'l-Kürsî'de, Arş'ın büyüklüğü ve onun yaratılmışların en büyüğü olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Sevr b. Yezid, Halid b. Ma'dan'dan, o Ka'b el-Ahbar'dan rivayetine göre, Ka’b şöyle demiştir: Yüce Allah Arş'ı yaratınca "Allah benden daha büyük bir yaratık yaratmayacaktır" dedi ve sarsıldı. Yüce Allah onun etrafına bir yılan doladı. O yılanın yetmiş bin kanadı vardır. Her bir kanatta yetmiş bin tüy vardır. Her bir tüyde yetmiş bin yüz vardır. Her bir yüzde yetmiş bin ağız vardır. Her bir ağızda da yetmiş bin dil vardır. Onun dillerinden her gün yağmur damlaları sayısınca, ağaç yapraklan sayısınca, çakıl ve toprak taneleri sayısınca, dünya günleri sayısınca ve bütün melekler sayısınca tesbihler dökülmektedir. Bu yılan Arş'ın etrafına dolandı, Arş bu yılanın yarısına kadar ulaşıyor ve bu yılan onun etrafını sarmış bulunuyor.

Mücahid dedi ki: Yedinci sema ile Arş arasında yetmiş bin hicab vardır. Bir hicap nur ve bir hicap karanlık, bir hicap nur ve bir hicap karanlıktır.

Derler ki: "Rabbimiz! Rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır." Rahmetin ve ilmin her şeyi kapsamıştır. Fiil, rahmet ve ilim üzerinde amel etmeyince bunlar temyiz olarak nasbedilmişlerdir.

"
Tevbe edenlere" şirk ve masiyetlerden dönenlere "ve senin yolunu" İslâm dinini "izleyenlere mağfiret buyur ve onları cehennem azabından koru!" Bu azabı onlardan çevir ki, onlara ulaşmasın.

İbrahim en-Nehaî dedi ki: Abdullah b. Mesud'un arkadaşları şöyle diyorlardı: Melekler İbnu'l-Kevva’dan [şeytandan] hayırlıdırlar. Çünkü onlar yeryüzünde bulunanlar için mağfiret dilerler. İbnu'I-Kevvâ ise onların aleyhine kâfirlik ile şahitlik eder. İbrahim dedi ki: Yine diyorlardı ki: Kıble ehlinden olan hiçbir kimseden mağfiret dilemeyi esirgemezler.

Mutarrif b. Abdillah dedi ki: Biz Allah'ın kulları arasında Allah'ın kullarının iyiliğini en çok isteyenlerin melekler olduğunu gördük. Allah'ın kulları arasında da Allah'ın kullarını en çok aldatan kimsenin şeytan olduğunu görüyoruz; deyip bu âyet-i kerimeyi okumuştur.

Yahya b. Muaz er-Razî de arkadaşlarına bu âyet-i kerime hakkında şöyle demiştir: Bu âyeti iyi kavrayınız, çünkü dünyada bu âyetten daha çok ümit verici bir kalkan yoktur. Şüphesiz tek bir melek Yüce Allah'tan bütün mü'minlere mağfiret buyurmasını dileyecek olursa, onlara mağfiret eder. Hele bütün melekler ve Arş'ı taşıyanlar mü'minlere mağfiret diliyorlarsa durum ne olur!

Halef b. Hişam el-Bezzar el-Karî' dedi ki: Ben Süleym b. İsa'ya Kur'ân okuyordum. Yüce Allah'ın: "Mü'minlere de mağfiret dilerler" buyruğuna ulaşınca ağladı ve sonra da "Ey Halef!" dedi, "Mü'min Allah katında ne kadar da değerlidir. O döşeğinde uyurken melekler onun için mağfiret diliyorlar. "Ve ey Rabbimiz, onları da babalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanları da kendilerine vaadettiğin Adn cennetlerine girdir." Rivayet olunduğuna göre Ömer b. el-Hattab, Kab el-Ahbar'a: Adn cennetleri nedir? diye sormuş, o da şöyle demiş: Bunlar cennette altından köşklerdir. Bunlara peygamberler, sıddîklar, şehitler ve âdil devlet yöneticileri girecektir. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]

Arş'ı Taşıyan Melekler:

Birinci Kısım: Arş'ın taşıyıcısı olan melekler... Cenâb-ı Hak, Kıyamette, Arş'ı taşıyanların sekiz melek olduğunu bildirmiştir. Binaenaleyh, "Şu anda Arş'ı taşıyan melekler, Kıyamet gününde onu taşıyacak olan meleklerdir" denilmesi mümkündür. Arş'ı taşıyanların, meleklerin en kıymetlileri ve en büyüklerinden olduklarında ise şüphe yoktur. Keşşaf sahibi şunu rivayet etmiştir: "Arş'ı taşıyan o meleklerin ayakları, yedi kat yerin altında olup başları da Arş'ın üzerindedir. Bunlar, gözkapaklarını hiç kaldırmaksızın, huşu ve hudû içindedirler. Hz. Peygamber (s.a.s)'in de "Rabbinizin azameti hususunda düşünmeyin! Fakat siz, Rabbinizin yarattığı melekler hakkında düşünün. Çünkü meleklerden, kendisine İsrafil adı verilen bir yaratık vardır ki, Arş'ın köşelerinden birisi onun omuzları üzerinde olup, onun iki ayağı yedi kat yerin altında, başı da yedi kat gökleri delip geçmiştir. Ama buna rağmen o, Allah'ın azameti karşısında âdeta küçük bir kuş olacak denli küçülür buyurduğu rivayet edilmiştir. " الوضعel Vaz’u" kelimesinin küçük kuş anlamına geldiği söylenmiştir. Rivayet olunduğuna göre, Allah Teâlâ, bütün meleklere, onların diğer meleklerden üstün olduğunu belirtmek için, Arş'ı taşıyan meleklere, sabah akşam bol bol selâm vermelerini emretmiştir. Yine, Allah'ın, Arş'ı, yeşil bir cevherden yarattığı; onun iki sütunu arasının, hızlı uçan kuşlara nispetle seksen bin yıllık bir mesafe olduğu da söylenmiştir. Yine, Arş'ın etrafında, Cenâb-ı Hakk'a tehlil ve tekbirde bulunarak [Lâ İlahe illallah; Allahu Ekber diyerek] tavaf eden yetmiş bin saf meleğin; bunların arkasında da, ayakta oldukları halde, ellerini öncekilerin omuzlarına koymuş olan tehlîl ve tekbir getirerek seslerini yükselten ve nihayet bunların arkasında da, sağ ellerini sol elleri üzerine koymuş, yüz bin saf meleğin bulunduğu; onlardan herbirinin de, diğerinin yaptığı tesbihten başka bir tesbihle tesbihatta bulunduğu ileri sürülmüştür. Bu haberleri Keşşaftan naklettim.

İkinci Kısım: Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette zikrettiği meleklerin ikinci kısmı ise, Cenâb-ı Hakk'ın "bir de onun etrafında bulunanlar" ayetinin ifade ettiği husustur. Oldukça açık ve zahir olan şudur ki, bunlardan murad edilen, Cenâb-ı Hakk'ın, "Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır (Zümer/75)" ayetinde zikrettiğidir. Ben derim ki: Akıl, Arş'ı taşıyan melekler ile Arş'ın etrafını kuşatmış olan meleklerin, meleklerin en üstünleri olduğuna delâlet eder. Bu böyledir, çünkü ruhların ruhlara nispeti, bedenlerin bedenlere nispeti gibidir. Arş, maddî-cismanî varlıkların en kıymetlisi ve üstünü olunca, Arş'ın tedbir ve idaresiyle ilgilenen ruhların da, bedenleri yöneten ruhlardan daha faziletli ve üstün olması gerekir. Yine burada, Arş'ın cismini taşıyan başka ruhlar da var gibidir. Sonra ise, Arş'ın cismini istilâ etmiş olan bu kâhir ve ezici ruhlardan, aynı cinsten olmak üzere, başka ruhlar meydana gelir. Bunlar da, Arş'ın etraf ve kenarlarına tutunmuşlardır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Melekleri görürsün ki, ... Arş'ın etrafını kuşatmışlardır (Zümer/75)" hitabıyla da bunlara işaret edilmektedir. Kısaca, gerek yakînî delillerle, gerekse gerçek ve sadık mükaşefe yoluyla şu hakikat açık ve aşikâr olmuştur: Bedenler âlemi, ruhlar âlemine nispet edilemez. Binâenaleyh, müşahede ettiğin her şey, bedenler âleminin, farklı farklı mertebelerinde olarak, şu maddî görme gözüyledir. O halde senin bunu, ruhlar âleminin farklı farklı mertebelerinde olarak, basîret gözüyle müşahede etmen gerekir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

ARŞIN DIŞ KENARINDAN OLAN KİMSELER

7. ayette bu sanatsal ifadeyle tanıtılan kimseler, "ulülelbab [akıllı, bilinçli]" olma niteliğine ulaşmış müminlerdir. Bunlar arşın sahibi tarafından elçi olarak gönderilmedikleri halde müminler için istiğfarda bulunmakta, dua etmektedirler. Bunu iman borcu olarak yapmaktadırlar:

10Ve Peygamber dönemindeki inananlardan sonra gelen kimseler, "Rabbimiz! Bizi ve iman ile bizi öne geçmiş kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde iman etmiş kimseler için kin oluşturma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen çok şefkat ve merhamet gösteren, çok esirgeyen, kolaylık sağlayansın,engin merhamet sahibisin!" derler. [Haşr/10]

109Şüphesiz Benim kullarımdan bir grup: "Rabbimiz! Biz iman ettik; artık bizi bağışla, bize merhamet et, Sen merhametlilerin en iyisisin" diyorlardı. [Müminun/109]

190-194Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu üzerinde: "Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş'in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına yapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, "Rabbinize inanın!" diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi "iyi adamlar" ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, verdiğin sözden dönmezsin" diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır. [Al-i Imran/190- 194]

10) Şüphesiz kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimselere seslenilir: "Elbette Allah'ın buğzu, kendinize buğzunuzdan daha büyüktür. Zira siz imana davet olunurdunuz da küfrederdiniz; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeder dururdunuz."
11) Kâfirler dediler ki: "Rabbimiz! Sen, bizi iki kere öldürdün, iki kere dirilttin. Artık günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkışa bir yol var mı?"
12) İşte bu, şu sebeptendir: Siz, "bir ve tek" olarak Allah'a davet edildiğiniz zaman küfrettiniz; inanmadınız. O'na ortak koşulunca da inandınız. Artık hüküm, o çok yüce ve çok büyük Allah'ındır.
Bu ayet gurubunda, 4. ayette konu edilen "Allah’ın ayetleri hakkında mücadele edenler"in [müşriklerin] ahirette yaşayacakları bir sahne canlandırılmaktadır.

Bir ses onlara:

— "Elbette
Allah'ın buğzu, kendinize buğzunuzdan daha büyüktür. Zira siz imana davet olunurdunuz da küfreder dururdunuz"diye seslenmektedir.

Onlar da, günahlarını ve başlarına gelen o azabı hak ettiklerini itiraf ederek:

— "Rabbimiz! Sen bizi iki kere öldürdün, iki kere dirilttin. Artık günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkışa bir yol var mı?" diyerek yapamadıkları şeyleri telafi etmek üzere yeniden dünyaya dönmeyi istediklerini ifade etmektedirler.

Bu talepleri kabul edilmemekte ve onlara:

— "İşte bu, şu sebeptendir: Siz, ‘bir ve tek’ olarak Allah'a davet edildiğiniz zaman inkâr ettiniz. O'na ortak koşulunca da inandınız. Artık hüküm, o çok yüce ve çok büyük Allah'ındır" diye karşılık verilmektedir.

Bilindiği üzere, Allah’ın ayetlerini bile bile inkâr eden ve onlar hakkında herhangi bir bilgi ve belgeye dayanmadan mücadele eden o kâfirler, dünyadaki yaşamlarındayken öldükten sonra dirilmeyi kabul etmiyorlardı. Ahirette ise ölümü ve dirilmeyi bizzat yaşamış olduklarından, artık öldükten sonra dirilmeyi kabul etmek, buna inanmak onlar için herhangi bir bahane bulunamayacak bir gerçeklik haline gelmiştir. Onun için itiraf etmek suretiyle "Rabbimiz! Sen bizi iki kere öldürdün, iki kere dirilttin. Artık günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkışa bir yol var mı?" diye sormaktadırlar.

Aslında bu sorularına kısaca "var" veya" yok" diye cevap verilmesi gerekirken Rabbimiz, onlara cehennemden çıkmalarının imkânsız olduğuna da delalet eden gerekçeli bir cevap vermektedir. Bu cevapla hem çıkışlarının olmayacağı, hem de neden çıkamayacakları kendilerine bildirilmiş olmaktadır.

Kâfirlerin çıkışının olmayacağı birçok ayette (Zuhruf/77, İbrahim/21, 22, Fatır/37, Zümer/55- 58, Şura/44, 45, Secde/12, En’am/27, 28, Mü'minun/107, 108) yer almıştır:

11. ayette kâfirlerin "Rabbimiz! Sen bizi iki kerre öldürdün, iki kere dirilttin" dedikleri nakledilmektedir. Bu ifade geçmişte farklı şekillerde yorumlanmıştır. Kimisi "Bunlar önce babalarının sulplerinde ölü idiler. Sonra Allah onları diriltti, sonra dünyada kaçınılmaz olan ölüm ile onları öldürdü. Sonra ahiret hayatı için onları diriltti. İşte iki hayat ve iki ölüm bunlardır"; kimisi de "Kabirde de dirildiler, sonra öldürülüp tekrar mahşerde diriltildiler" demiştir. Bu yorumlarla ortaya bir de "kabir hayatı" denen bir hayat çıkarılmıştır.

Bu ayeti iyi anlayabilmemiz için önce şu ayetlere dikkat edilmelidir.

28Siz, nasıl küfredersiniz; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini nasıl bilerek reddedersiniz? Oysa siz, ölüler idiniz de sizlere O hayat verdi. Sonra O, sizleri öldürecek, sonra canlandıracaktır. Sonra da Kendisine döndürüleceksiniz. [Bakara/28]

2O, hanginizin amelce daha iyi-güzel olduğunu sınamak için ölümü ve hayatı oluşturdu. O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır. [Mülk/2]

Dikkat edilirse, Allah’ın önce ölümü yarattığı, sonra da hayatı yarattığı bildirilmektedir. İlk ölüm, insanın ilk "toprak [cansız madde]" hali olup, ikinci ölüm bu dünyadaki ölümüdür. İlk dirilme insanın dünyaya gelmesi, ikinci dirilme de ahiretteki "ba’s" [yeniden dirilme] halidir. Bunlar, iki ölüm ve iki hayattır. Kâfirler, her şeyi açıkça görünce, bizzat yaşayınca ve de karşılarında azabı açıkça görünce, merhamet dileme ve Allah'ın rızasına tevessül yoluyla böyle yalvarmaktadırlar.
13) Allah, size alâmetlerini/göstergelerini gösteren, sizin için gökten bir rızık indirendir. Ve ancak gönülden yönelenler öğüt alırlar.
14) Öyleyse, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler hoşlanmasa da dini sadece Kendisine ait kılarak Allah'a dua edin.
15) O, dereceleri yükseltendir, en büyük tahtın/en yüksek mevkiin sahibidir: O, buluşma günü hakkında uyarmak için Kendi emrinden/Kendi işinden olan vahyi kullarından dilediğine bırakır.
Müşrikleri tehdit ettikten sonra, Rabbimiz, bu ayet gurubunda birkaç sıfatını ön plana çıkararak bir takım gerçekleri açıklamaktadır. Buna göre, Allah:

* Ayetler gösterendir

* Rızk indirendir

* Dereceleri yükseltendir.

Rabbimiz insanlar arasındaki fiziksel, zihinsel ve ekonomik dereceleri de yükseltendir. Bununla insanların birbirlerine göre değişik açılardan fazlalıklı yaratıldığı gerçeği vurgulanmaktadır. Çünkü insanların gerek zihinsel, gerek ekonomik, gerekse sosyal bakımlardan birbirlerine göre eksikli veya fazlalıklı yaratılması Rabbimizin bir sünnetidir ve dünyadaki düzenin sağlığı açısındandır.

* Arşın sahibidir.

Bu ifade Allah’ın mutlak yönetim gücünü elinde tuttuğunu belirtmektedir. Rabbimiz bunu çok farklı şekillerde onlarca ayette açıklamıştır.

* Buluşma günü için vahiy indirendir.

Kur’an’da geçen "ruh" sözcüklerinin "vahy" demek olduğu, daha evvel Kadr suresinin tahlilinde detaylı olarak verilmişti. Rabbimiz burada çok önemli bir konuya dikkat çekmektedir. Kendi emrinden olan yani bizzat Kendi işi olan ruh [vahy] indirmeyi dilediği kimseye yapmaktadır. Yani peygamber olarak göndereceği kimseyi kendisi seçmekte, bu konuya kimseyi müdahale ettirmemektedir. Bunu bir başka ayetinde daha açıklamaktadır:

32Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit dünya hayatında, onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz, onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. [Zuhruf/32]

Konumuz olan ayet grubunda Rabbimiz bu sıfatlarını zikrederek insanlardan sadece kendisine kulluk etmelerini, birtakım nesnelere kulluktan uzak durmalarını istemektedir.

14. ayette "Öyleyse, inkarcılar hoşlanmasa da dini sadece kendisine ait kılarak Allah’a dua edin" buyrulmaktadır. Ayetteki "inkârcılar hoşlanmasa da" ifadesinden, dini Allah’a has kılarken bir kesimin buna karşı koyacakları anlaşılmaktadır.

32Onlar, Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Hâlbuki Allah, sadece, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler hoş görmeseler de Kendi nûrunu tamamlamaya dayatıyor. [Tevbe/32]

"Dinin Allah’a has kılınması" konusu, bu sure indiği dönemlerde Kur’an’ın üzerinde sıkça durduğu bir konudur. Hatırlanacağı üzere bundan evvelki surede bu konuda vurgu üzerine vurgu yapılmıştı:

2Şüphesiz ki, Biz bu kitabı sana gerçekle indirdik. Öyleyse Din'i sadece O'nun için arındırarak Allah'a kulluk et.

3Dikkatli olun, halis din sadece Allah'a aittir. O'nun astlarından birtakım yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinenler: "Allah'ın astlarından edindiğimiz yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsın diye biz onlara tapıyoruz." Şüphesiz kendilerinin ayrılığa/anlaşmazlığa düşüp durdukları şeylerde, onların arasında Allah hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk etmez. [Zümer/2- 3).]

11,12De ki: "Ben, kesinlikle dini yalnızca Kendisine özgü kılarak Allah'a kulluk etmekle emrolundum. Ve bana Müslümanların ilki olmam için emir verildi."

13De ki: "Şüphesiz Rabbime karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım."

14-16De ki, "Dinimi yalnız Kendisine arındırarak Allah'a kulluk ediyorum. Buna rağmen siz, O'nun astlarından dilediğinize kulluk yapınız." De ki: "Şüphesiz asıl kaybedenler, kıyâmet gününde kendilerini ve ailelerini ve yakınlarını kayba uğratanlardır." –Dikkatli olun! İşte bu, apaçık bir kaybın ta kendisidir. Onların üstlerinden ateşten tabakalar, altlarından da tabakalar vardır. İşte Allah, kullarını bununla korkutuyor: Ey kullarım! Benimkorumam altına girin.– [Zümer/11- 16]
16) O buluşma günü, onlar, meydana çıkarlar. Kendilerinden hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz. -'Bugün mülk kimindir?', 'Sadece tek ve kahredici olan Allah'ındır!'-
17) Bugün her kişi kazandığının karşılığını alacaktır. Bugün haksızlık diye bir şey yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir.
Bu ayetlerde, 15. ayette uyarısı yapılan "buluşma günü" açıklanmaktadır. Buluşma günü, "herkesin meydana çıkarıldığı, hiç kimsenin bir şeyinin Allah’a gizli kalmadığı, herkesin yaptıklarıyla karşılıklandırıldığı ve haksızlık diye bir şeyin olmadığı gün"dür. Görülüyor ki, "Buluşma Günü" diye adlandırılan gün, bazı farklı nitelikleriyle ortaya konan "Kıyamet Günü"dür.

NEDEN BULUŞMA GÜNÜ?

Kıyamet gününün neden "buluşma günü" olarak nitelendiği şu gerekçelerle açıklanabilir:

* O gün herkes Rabbiyle buluşur.

110De ki: "Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilâhınızın ancak bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Onun için her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa sâlih ameli işlesin ve Rabbine kullukta, hiç kimseyi ortak etmesin." [Kehf/110]

43,44O, sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size destek verendir. O'nun doğadaki güçleri/indirdiği haberci âyetleri destek verirler. Ve O, mü’minlere çok merhametlidir. O'na kavuşacakları gün onların selâmlaşmaları, "Selâm"dır. Allah, da onlar için saygın bir ödül hazırlamıştır. [Ahzab/43,44]

48-51O gün, Allah'ın, her nefsi kazandığı ile karşılıklandırması için, yeryüzü bir başka yeryüzüyle değiştirilecek, gökler de. Ve onlar, Bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah için ortaya çıkacaklardır. O gün, suçluları zincire vurulmuş olarak görürsün. Onların gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş kaplayacaktır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. [İbrahim/48-51]

* O gün herkes dünyada işlediği amelleriyle buluşur.

30O gün her kişi, hayırdan işlediği şeyleri, kötülükten işlediği şeyleri hazırlanmış bulur. Kendisi ile yaptığı kötülükler arasında şüphesiz çok uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah, sizi Kendisinden sakındırıyor. Şüphesiz Allah, kullarına çok şefkatlidir. [Al-i Imran/30]

* O gün herkes birbiriyle buluşur, yüzleşir. Onlarca ayette belirtildiği gibi, tapınılan sahte ilahlar ile onlara tapan akılsızlar bir araya, karşı karşıya getirilirler.

Ayetteki "Kendilerinden hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz" ifadesi, insanların tüm eylem ve davranışlarının orada ortaya konup teşhir edileceği anlamındadır. Allah’tan hiçbir şeyin gizli kalmayacağının vurgulanmasının nedeni, akıllı geçinen nice insanın gaybde yaptıklarından Allah’ın haberinin olmadığını sanmaları, en azından tüm gizli suç ve günahları Allah’ın eksiksiz bildiği konusunda yeterli bilinçte olmamalarıdır.

21-23Ve onlar kendi derilerine, "Niye aleyhimize şâhitlik ettiniz?" dediler. Onlar dediler ki. "Her şeyi konuşturan Allah, bizi konuşturdu ve sizi ilk defa O oluşturdu ve O'na döndürülmektesiniz. Siz, işitme, görme duyularınız ve derileriniz aleyhinize şâhitlik eder diye gizlenmiyordunuz. Velâkin yapmakta olduklarınızdan birçoğunu Allah'ın bilmeyeceğine inandınız. İşte sizin bu inancınız; Rabbiniz hakkında beslediğiniz inancınız, sizi bir yıkıma uğrattı, böylelikle zarara, kayba uğrayıp acı çekenlerden oldunuz." [Fussılet/21,23]

48-51O gün, Allah'ın, her nefsi kazandığı ile karşılıklandırması için, yeryüzü bir başka yeryüzüyle değiştirilecek, gökler de. Ve onlar, Bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah için ortaya çıkacaklardır. O gün, suçluları zincire vurulmuş olarak görürsün. Onların gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş kaplayacaktır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. [İbrahim/48]

108Onlar, insanlardan gizlemek isterler de Allah'tan gizlemek istemezler. Hâlbuki Allah, söz olarak/karar olarak Kendisinin razı olmadığı şeyleri onlar gece plânlarlarken kendileriyle beraberdir. Ve Allah, onların yaptıklarını kuşatıcıdır. [Nisa/108]

Ve Şura/24, 25, Hakka/18, Zilzâl/4, 5, Tarık/8, 9, Âdiyât/9- 11.

Ayette parantez cümlesi olarak yer alan "Bugün mülk kimindir? Sadece tek ve kahhar olan Allah'ındır!" ifadesi, Allah’ın dünyada verdiği nimetler sayesinde şımararak benlikleri kabaran, kendilerini kral, otorite, hükümdar sanan müşriklere karşı bir ilahi tokat mahiyetindedir. Onlar yüzlerine vurulan bu ilahi tokatla rezil rüsva olmaktadırlar.

Konumuz olan 16. ayetle ilgili olarak Mevdudî tarihten şöyle bir anekdot nakletmektedir:

Samanî hanedanından bir hükümdar olan Nasır b. Ahmed [H. 301'den 331'e kadar], Nişabur'u fethettikten sonra meclisin toplanmasını emretti ve tahtına çıktıktan sonra, Kur'an okunarak toplantının açılmasını istedi. Salih bir şahıs öne çıktı ve Kur'an'ın yukarıda sözü edilen bölümünü okudu. Nasır bu ayeti işitince dehşetle irkildi ve titremeye başladı. Hemen tahttan indi ve tacını başından çıkarıp "Ey Allah'ım! Hükümranlık bana değil sana aittir" diyerek secdeye kapandı [Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an].

18) Yaklaşan gün hakkında da onları uyar. O zaman kalpler yutkunarak; dehşetten ürpererek gırtlaklara dayanmıştır. Şirk koşmak suretiyle yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimse için ne sıcak bir dost vardır, ne de itaat edilecek bir destekçi, yardımcı, iltimasçı...
Rabbimiz yaklaşmakta olan ölüm/kıyamet gününün bazı korkunç ve dehşetli niteliklerini ön plana çıkararak elçisinden o zalim müşrikleri, özellikle de bu surenin 4- 6. ayetlerinde konu edilen kimseleri uyarmasını istemektedir. 15. ayette " التّلاق telak [buluşma]" günü ile uyarı yapılmıştı. Bu ayette ise aynı uyarı "Yaklaşan Gün" ifadesiyle yapılmaktadır. O ölüm gününde kimsenin sözü geçmez, korkudan insanın yüreği ağzına gelir, kimse kimseye yardım edemez.

Ayetteki "
yaklaşan gün" ifadesini hem ölüm hem de kıyamet günü olarak anlayabiliriz. Kıyametin saatini Rabbimiz kendi ilminde tutup kimseye bildirmemiştir. Buna karşılık o günün daima çok yakın olduğundan bahsetmiş, insanlara "bir saniye bile kaybetmeden kendinize gelin" diye ihtar etmiştir.

57Yaklaşacak olan; kıyâmet, ölüm yaklaştı. 58Onu Allah'ın astlarından kaldıracak/buna engel olacak kimse yoktur. [Necm/57, 58]

1İnsanlar için hesapları yaklaştı. Onlar ise aldırmazlık içinde, mesafeli duran kimselerdir. [Enbiya/1]

97Ve gerçek vaat yaklaştığı zaman kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kişilerin gözleri dönüverir: "Eyvah bizlere! Kesinlikle biz bundan bilgisizlik/duyarsızlık içindeydik. Aslında biz yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler idik." [Enbiya/97]

1O saat/kıyâmetin kopuş anı yaklaştırıldı. Ve her şey açığa çıkarıldı. [Kamer/1]

Ayetteki "
O zaman kalpler yutkunarak gırtlaklara dayanmıştır" ifadesi, sıkıntı ve bunalımı, aynı zamanda korkuyu ifade eden bir deyimdir. Yoksa gerçekten kalpler kopup ağza gelmez.

Bu ifadeyi pekiştiren birçok ayet vardır:

10Hani onlar, üst tarafınızdan ve sizden daha aşağıdan size gelmişlerdi. Ve hani gözler kaymıştı, yürekler gırtlaklara ulaşmıştı. Ve siz Allah hakkında zan yaptıkça zan yapıyordunuz. [Ahzab/10]

83-85Ancak can boğaza gelip dayandığı zaman, siz de o zaman, onun karşısında bekliyorsunuz, Biz ise ona sizden daha yakınız. Velâkin siz görmezsiniz. [Vakıa/83- 85]

24Ve yüzler de var ki, o gün asıktırlar; 25zannederler ki kendilerine "Belkıran" yapılıyor.

26-30Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! Köprücük kemiklerine dayandığı, "Çare bulan kimdir!" denildiği ve can çekişen kişi bunun o ayrılık anı olduğunu anladığı ve bacak bacağa dolaştığı zaman; işte o gün sürülüp götürülmek, sadece Rabbinedir. [Kıyamet/24- 30]

Ayetin son cümlesindeki "zalimler" ifadesi ile kastedilenler ise müşriklerdir.

19) Allah, gözlerin hainliğini ve göğüslerin gizlediğini bilir.
20) Ve Allah hakkı gerçekleştirir. Onların O'nun astlarından yalvardıkları kimseler hiçbir şeyi gerçekleştiremezler. Şüphesiz Allah, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.
Ölüm ve sonrasında gerçekleşecek olan olaylarla uyarı yapıldıktan sonra Rabbimiz bu iki ayette de gözlerin hainliğini ve akıllarda tasarlanmış ama dışa vurulmamış olanları da bildiğini bildirerek uyarısına devam etmektedir. O’ndan herhangi bir şeyi saklamanın, O’ndan kaçmanın, saklanmanın imkânı yoktur. Öyleyse bu gerçeği göz ardı etmeden hareket etmelidir.

Ayetteki "gözlerin hainliği" ifadesi dikkat çekicidir. İnsanlar açısından en kapalı suç, gözle yapılan suçtur. Öyle ki, bu suçlar başkaları tarafından teşhis ve tespit edilemezler. Allah ise bunları da bilmektedir. Bunları bilen, el ve ayak gibi organlardan ortaya çıkan kusurları, ihanetleri zaten bilir.

"Gözlerin hainliği" ifadesini müşriklerin Resulullah ve müminlere olan kinli ve ihanet içeren bakışları olarak da anlamak mümkündür.

* Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, o öğüdü/Kur’ân'ı işittikleri zaman az daha seni bakışlarıyla gerçekten devirecekler; sana yiyeceklermiş gibi bakacaklar ve "O şüphesiz bir delidir/gizli güçlerin desteklediği biridir" diyecekler. [Kalem/51]

* Ve andolsun insanı Biz oluşturduk. Nefsi kendisine neler fısıldar onu da biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız! [Kaf/16]

Allah’ın göğüslerde olanları da bildiğini ifade eden onlarca ayet mevcuttur.

Müşriklerin Allah’ın astlarından dua edip durdukları varlıklar ise herhangi bir şeyi gerçekleştiremezler. Bu hususu bildiren çok sayıda ayet vardır.

20. ayet Rabbimizin "السّميع Semî’" ve "البصير Basîr" sıfatı ile bitmektedir. Burada sanki insanlara "Allah, sizin veli edindiğiniz ilahlar gibi kör ve sağır değildir. Dolayısıyla bir kimseyi yargılarken O'ndan bazı ayrıntılar gizli kalmaz" şeklinde bir mesaj verilmektedir.
21) Onlar yeryüzünde gezmediler mi ki kendilerinden önceki kişilerin sonları nasıl olmuş görsünler. Onlar, yeryüzünde kuvvetçe ve eserce kendilerinden daha çetin idiler. Yine de Allah onları günahları sebebiyle alıverdi. Ve kendileri için Allah'tan koruyan biri olmadı.
22) İşte bu, şu sebepledir: Kendilerine elçileri apaçık delillerle geliyorlardı da onlar küfrettiler; inanmadılar. Bunun üzerine Allah da kendilerini alıverdi. Şüphesiz O, güçlüdür, cezalandırması çok çetindir.
Bu ayetlerde müşrikler, gelip geçtikleri yerlerde gördükleri eski uygarlıkların kalıntılarından ibret almaya davet edilmektedir. Akıllı insan, tarihi olgulardan ibret alandır. Çünkü geçmiş kâfirler, şimdiki kâfirlerden daha kuvvetli ve yeryüzünde daha tesirli idiler.

21. ayetin başlangıcındaki "Onlar yeryüzünde gezmediler mi?" sorusu bir "istifham-ı inkari" olup "bunları görüp duruyorlar da niçin ibret almıyorlar?" demektir.

* Meskenlerinde gezip durdukları şu kendilerinden önce yok ettiğimiz bunca nesiller, onlar için kılavuz olmadı mı? Şüphesiz ki bunda akıl sahibi olanlar için nice deliller vardır. [Ta Ha/128]

* Peki onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki kendilerinin, akıl edecekleri kalpleri ve işitecekleri kulakları olsun. İşte, şüphe yok ki, gözler kör olmaz, fakat göğüslerin içindeki kalpler kör olur. [Hacc/46]

Kur’an’da eski medeniyetler ile ilgili bilgi edinip onlardan ibret almayı öğütleyen daha pek çok ayet vardır.
23,24) Andolsun Mûsâ'yı Firavun'a, Hâmân'a ve Karun'a âyetlerimizle ve açık bir delil ile elçi olarak gönderdik de onlar: "Bu bir sihirbaz, büyük bir yalancıdır" dediler.
25) Böylece Mûsâ, katımızdan kendilerine bir hak ile geldiği zaman onlar: "Mûsâ ile birlikte iman etmiş kişilerin oğullarını katledin; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştirin, kadınlarını da utanca boğun" dediler. Kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin düzeni, boşa çıkmakta olandan başkası da değildir.
26) Ve Firavun: "Bırakın beni, öldüreyim Mûsâ'yı, o da Rabbini çağırsın. Şüphesiz ben onun sizin dininizi değiştirmesinden veyahut bu yerde/ülkemizdeki kargaşayı ortaya çıkarmasından; bozguncu düzenimizi deşifre etmesinden korkuyorum" dedi.
27) Mûsâ da: "Şüphesiz ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim Rabbim ve sizin Rabbiniz'e sığınırım" dedi.
Geçmiş medeniyetlerin araştırılıp ibret alınması istendikten sonra, ortaya hemen bir ibret tablosu konmuştur. Bu tablo, 23- 46. ayetlerde anlatılan "Musa’nın tebliği, Firavun ve çevresindekilerin Musa’ya karşı koyuşları ve karşı koyanların helaki" tablosudur.

Ayetlerde söz konusu olaylara çok kısa değinilmiştir. Bu olaylarla ilgili detay geçmiş surelerde [A’raf, Ta Ha, Şuara ve Kasas’ta] bulunmaktadır.

Firavun, Musa (as) kendisine gelip de Allah’ın elçisi olduğunu duyurunca, Allah’ın elçisini sihirbazlıkla ve yalancılıkla itham etmiştir. Elçi Allah’ın ayetlerini ulaştırdıktan sonra da Allah’ın gücü karşısında dayanamayacağını hesap etmeden ""Mûsâ ile birlikte iman etmiş kişilerin oğullarını katledin; eğitimsiz- öğretimsiz, mesleksiz bırakarak güçsüzleştirin; kadınlarını ise sağ bırakın" dediler. Bırakın beni, öldüreyim Musa'yı, o da Rabbini çağırsın!" diyerek güçsüzleştirme, direnci kırma planları yapmış, bu şeni planını da "Şüphesiz ben onun sizin dininizi değiştirmesinden veyahut yeryüzünde kargaşa çıkarmasından korkuyorum" sözleriyle gerekçelendirmiştir.

Not:

Firavunun uyguladığı güçsüzleştirme programını ifade eden ayetlerde geçen "katl" ve "zebh" sözcükleri mecazidir. Bu konuda A’raf suresinin 141. Ayetinin tahlilinde ayrıntılı açıklama yapılmıştır. Ayetteki İstihyâ ile ilgili ayrıntılı A’raf suresinin 127. ayeti açıklamalarında verilmiştir.

Sözü edilen bu plan, Firavun yönetiminin İsrailoğulları’na yönelik tasarladığı ikinci güçsüzleştirme planıdır. Birincisi, Kasas/4’te anlatıldığı üzere, Musa’nın (as) doğduğu yıllarda olmuştu. Allah’ın Musa’nın (as) annesine vahyi sayesinde Musa (as) suya bırakılıp Firavun ailesine buldurularak sarayda şehzade olarak yetiştirilmişti.

Firavun’dan nakledilen "Bırakın beni, öldüreyim Musa'yı" ifadesi, Firavun’un Musa’yı (as) öldürmesine adamları tarafından mani olunduğu intibaını vermektedir. Anlaşılan o ki, Firavun’un çevresinde ya Musa’ya (as) inanmış kimseler vardı, ya da en yakınındaki adamları Firavun’a "Musa'yı öldürme, çünkü o, güçsüz bir sihirbazdır. Onun sihri ile sana üstün gelmesi mümkün değildir. Bu nedenle, eğer onu öldürürsen, insanların kafasına ve kalplerine bir şüphe sokmuş olursun. Sonra da onlar, ‘Musa haklı idi. Firavun ve taraftarları ona karşılık veremedikleri için onu öldürdüler’ derler" demekteydiler. Belki de onlar, Firavun’un Musa (as) ile boğuşup durmasının işlerine yarayacağını, ikisi arasındaki mücadele devam ederken yönetimde istedikleri gibi rahat davranacaklarını düşünmüşlerdi.

Firavun’un "Bırakın beni, öldüreyim Musa'yı" demesinin şöyle bir nedeninin olması da ihtimal dâhilindedir: Belki de Firavun Musa’dan (as) korkuyor, ona herhangi bir saldırı anında Allah’ın onu koruyacağına inanıyordu. Bu nedenle de, durumu kurtarmak için etrafındakilerin kendisini engellediği görüntüsünü veriyordu.

Firavun’dan nakledilen "Şüphesiz ben onun sizin dininizi değiştirmesinden veyahut bu yerde/ülkemizdeki kargaşayı ortaya çıkarmasından; bozguncu düzenimizi deşifre etmesinden korkuyorum " ifadesinden, Musa’nın (as) halktan kendine taraftarlar bulacağı, Mısır yöneticilerinin dinini değiştireceğini veya halka Mısır yönetiminin fesat bir düzen olduğunu açığa çıkarmak suretiyle iktidara tehdit oluşturacağı yönünde Firavun’da büyük bir kaygı oluştuğu anlaşılmaktadır.

Ayetin, "اَوْ اَنْ يُظْهِرَ فِي الْاَرْضِ الْفَسَادَ" bölümüyle ilgili bazı açıklamalarımız olacaktır.

Birinci mesele: Ayetteki "اَوْ ev" bağlacı, Küfe, İsam ve Kahire Mushaflarında "اَوْ ev"; Medine, Mekke, Basra, Şam, İstanbul/Topkapı ve San’a Mushaflarında "وve" olarak yazılıdır.

Bağlaç "وve" olarak ele alındığında anlam; "Şüphesiz ben onun sizin dininizi değiştirmesinden ve bu yerde/ülkemizdeki kargaşayı ortaya çıkarmasından; bozguncu düzenimizi deşifre etmesinden korkuyorum" şeklinde olup Firavun Musa’nın iki işi birden yapmasından korkmaktadır.

Edat, "اَوْ ev" olarak ele alınırsa anlam, "Şüphesiz ben onun sizin dininizi değiştirmesinden veya bu yerdeki/ülkemizdeki kargaşayı ortaya çıkarmasından; bozguncu düzenimizi deşifre etmesinden korkuyorum" şeklinde olup Firavun, Musa’nın iki işten birini yapmasından korkmaktadır.

Ayetteki ذَرُون۪ٓي
zeruni, اِنّ۪ٓيinni, يُظْهِر yüzhire ve لْفَسَاد fesat kelimeleri ile ilgili bir takım kıraat farklılıkları da söz konusudur. Biz onları pek önemsemeyip mevcut yazı ve kıraat üzerinden değerlendirme yapıyoruz.

Ayetin bu bölümü yani ""اَوْ اَنْ يُظْهِرَ فِي الْاَرْضِ الْفَسَادَ" kısmı genellikle "Musa’nın yeryüzünde fesat çıkarmasından" şeklinde çevrilmektedir. Bir peygamberin yeryüzünde fesat çıkarması zaten söz konusu olamayacağı gibi bu anlam orijinal metne de aykırıdır. Zira orijinal metnin anlamı, yeryüzünde var olan bir fesadın izharı; açığa çıkarılması, açık hale getirilmesidir. Yani demek oluyor ki o yerde bir fesat var ama herkes bunu bilmiyor, bunun bilincinde değil; Musa, o fesadı topluma gösterecek, gözler önüne seriverecektir. Başka bir deyişle deşifre edecektir.

Not:

"الْاَرْضِ el arz yeryüzü" ifadesinin başındaki lam-ı ta’rif (El edatı), ahd için olup tüm yeryüzü anlamında olmayıp "bu bölge" yani Mısır ülkesi demektir.

Musa’nın izhar edeceği, yani herkese göstereceği; deşifre edeceği Mısır yönetiminin fesadına gelince, bunu şu ayetlerden açıkça anlayabiliriz:

4Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı; onlardan bir grubu güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiriyor, kadınlarını da utanca boğuyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan (müfsitlerden) idi. (Kasas/4)

76,77Şüphesiz Karun, Mûsâ'nın toplumundan idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, şüphesiz onun anahtarları güçlü kuvvetli bir topluluğa ağır gelirdi. Bir zaman toplumu ona demişti ki: "Şımarma! Şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez. Ve Allah'ın sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu iste. Dünyadan da nasibini unutma! Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun. Ve yeryüzünde bozgunculuğu (fesadı) isteme. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları (müfsitleri) sevmez." (Kasas/76, 77)

83İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu (fesadı) arzulamayan kimseler için hazırlarız. Ve âkıbet, Allah'ın koruması altına girmiş kişiler içindir.(Kasas/83)

O kazıkların sahibi Firavun'a Rabbinin ne yaptığını görmedin mi/düşünmedin mi? Onlar ki, o ülkelerde azıtmışlardı.
Dolayısıyla da oralarda bozgunculuğu (fesadı) çoğaltmışlardı.Onun için de Rabbin üzerlerine azap kamçısı yağdırdı.(Fecr/10-12)

Bu ayetlerde açıkça anlaşılıyor ki Firavun’un düzeni bir kargaşa düzenidir. Karun gibi İsrail oğullarından olan çıkarcı kişiler de bu düzenin adamlarıdır. İsrail oğullarından bu fesat düzeninin farkında olanlar da vardır.

İşte ayetin bu bölümünde, Firavun’un Musa’nın bu bozuk düzeni ifşa edeceğinden korktuğu bildirilmektedir.

Ayetin bu bölümünde bir de kıraat farklılığı söz konusudur:

Hamza, Kisâî ve Âsım'ın râvisi Ebu Bekr, yâ'nın ve hâ'nın fethası, fesâd kelimesinin ref'i ile, " اَنْ يَظْهَرَ الْفَسَادُen YEZHERA’L FESADÜ şeklinde okumuşlardır. (Razi: Mefatihu’l Ğayb) Buna göre anlam, "yahut yeryüzünde fesadın ortaya çıkmasından (korkuyorum)" şeklinde olmuş olur.

Fesat ayetlerinin açık ifadeleri nedeniyle biz bu kıraatı tercih etmedik.

DİN NEDİR?

"Din" sözcüğü, yukarıdaki ayette, Mâûn suresinde gördüğümüz "ceza/karşılık" anlamından ayrı olarak "toplum nizamı, yaşam kurallarının bütünü, yani şeriat" anlamında kullanılmıştır. Ancak bu sözcük ile kastedilen düzen, sadece Allah'ın koyduğu ilkeleri kapsayan Hakk Düzen'den ibaret olmayıp insanlar tarafından kurulan beşeri düzenleri de kapsamaktadır. Bu anlamda din, ister hak ister batıl olsun, ister Allah ister insanlar tarafından kurulmuş olsun, her türlü toplum nizamı, yaşam kurallarının bütünü demektir.

Bu durumda gerek Mekkelilerin ve Mısırlıların oluşturdukları düzenler, gerekse bugünkü toplumlarda oluşmuş bulunan kapitalizm, sosyalizm, liberalizm, komünizm gibi ekonomik düzenler de birer din sayılmalıdır.

Kurallarını Allah'ın koyduğu Hakk Din ise Kur'an'da "Allah'a ait din", "Ed-Dinü’l-Hanif", "Ed-Dinü’l-Kayyim", "Muhlisine lehü’d-Din", "Ed-Dinü’l-Halis" ve "İslâm" adlarıyla yer almıştır.

Kelâm bilginleri "Hakk Din"i şöyle tarif etmişlerdir: "Hakk Din, Yüce Allah'ın kullarını hakka ulaştırmak üzere peygamberleri aracılığı ile akıl sahibi insanlara tebliğ ettiği, onları dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşturan sistem, Allah'ın koyduğu hükümlerdir."

Hakk Din ile diğer beşeri dinler, yasama ve yürütme açısından birbirlerinden farklıdırlar, ayrıktırlar; birleşemezler, kesişemezler. Zaten birleşmemeli ve kesişmemelidirler.

Hakk Din'in Allah tarafından belirlenmiş, siyasî, iktisadî, hukukî ana ilkeleri vardır. Doğal olarak beşerî dinlerin de bu konularda ilkeleri vardır. Bu noktada Müslüman kendi dinini, Müslüman olmayan da kendi dinini/düzenini yaşamalıdır. Kimse bir diğerininkine karışmamalıdır. Fitne olmadığı sürece Müslüman, Müslüman olmayana zor kullanmamalıdır. Müslüman da İslam’ın ilkelerinin tamamını kabullenmeli, saf dinine yapay dinlerin ilkelerinden karıştırmamalıdır. Hak Din’deki herhangi bir ilkenin yerine yapay dinlerden bir ilke benimsenmesi, Rabbimizin Bakara/85’deki beyanı gereği kâfirliktir. Herkesin mertçe, sonucuna katlanmak kaydıyla mümin veya kâfir olma özgürlüğü vardır.

Bu konu hakkında Kafirûn suresinin tahlilinde açıklama yapıldığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

28,29) Ve Firavun ailesinden imanını saklayan bir babayiğit adam: "Bir adamı, Rabbim Allah dediği için öldürecek misiniz? Hâlbuki o, kesinlikle size Rabbinizden delillerle gelmiştir. Ve eğer o, bir yalancı ise bir bakarsın ki o'nun yalanı kendi aleyhine oluvermiştir. Ve eğer doğru ise size yaptığı tehditlerin bir kısmı size isabet eder. Şüphesiz Allah, gerçeği eksik gösteren bir yalancı kişiye kılavuz olmaz. Ey toplumum! Yeryüzünde açığa çıkmış olarak bugün yönetim sizindir. Peki, eğer gelecek olursa Allah'ın hışmından bizi kim yardım edip kurtarır?" dedi. Firavun: "Ben size görüşümden başkasını göstermiyorum ve ben sadece size reşitliğin/akıllı olmanın yoluna kılavuzluk ediyorum" dedi.
30,31,32,33,34,35) Yine o iman etmiş olan kimse: "Ey toplumum! Şüphesiz ben, sizin hakkınızda Ahzâb'ın günü benzerinden; Nûh toplumunun, Âd'ın, Semûd'un ve daha sonrakilerin maceralarının benzerinden korkuyorum. Ve Allah, kulları için bir haksızlık, yanlışlık istemez. Ey toplumum! Şüphesiz ben, size gelecek o çağrışma-bağrışma/kaçışma gününden; arkanıza dönüp kaçacağınız günden korkuyorum. Sizin için Allah'tan koruyan biri yoktur. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur. Ve andolsun ki, bundan önce size Yûsuf delillerle gelmişti. O zaman da o'nun size getirdiği şeylerde kesin olmayan, yetersiz bilgiye sahiptiniz. Sonunda o öldüğünde de, "Bundan sonra Allah, asla elçi göndermez" dediniz. Allah, şu kendilerine gelmiş bir güç olmaksızın, Allah'ın âyetleri/alâmetleri/göstergeleri hakkında mücâdele eden, gerçeği eksik gösteren, şüpheci olan kişileri işte böyle şaşırtır. Bu durum, Allah katında ve iman edenler yanında buğz olarak büyüktür. İşte Allah, her böbürlenen zorbanın kalbi üzerine damga basar" dedi.
Bu ayet grubunda, Firavun’un yakınlarından iman etmiş, o güne kadar da imanını gizlemiş mümin bir kişinin Firavun ile Musa’nın (as) mücadelesi anında ortaya çıkarak Firavun ve çevresini uyardığı, çok makul ve mantıklı gerekçeler anlatarak onlara öğütler verdiği, Musa’yı (as) en güzel biçimde savunarak Firavun’dan gelecek sıkıntıları bertaraf etmeye gayret ettiği beyan edilmiştir.

Anlıyoruz ki, Rabbimiz bu aşamada başka bir salih kulunu devreye sokmuştur. Mümin kulun beyanlarından anlaşıldığına göre, bu kul sıradan biri olmayıp ilahiyat konusunda ileri derecede bilgiye ve inanca sahiptir. Dünya ve ahirete dair birçok şey bilmektedir. İyilik ve kötülüğün karşılığının ahirette tastamam alınacağı konusunda son derece bilinçli ve inançlıdır.

Mümin kişinin ağzından nakledilen ifadeler, İslami ilkeleri içeren gayet açık ve beliğ bir hitabe örneğidir.

Firavun’un ehlinden olan bu şahsın kim olduğu açıklanmamıştır. Klasik eserlerde onun Firavun’un amcasının oğlu olduğu, Firavun adına hareket etme yetkisine sahip olduğu ve emniyet müdürlüğü yaptığı, Kıpti bir kimse olduğu, ayrıca Kasas/20’de "Ve şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi. Dedi ki: "Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzakere ediyorlar. Derhal çık! Şüphesiz ki ben öğüt verenlerdenim" şeklinde konuşan kişinin de o olduğu yönünde yorumlar mevcuttur. [Mukatil] Bir başka tarihçi [Taberi] bu kişinin adının "Habrek" olduğunu yazar. Bir başka tefsirci [Zemahşeri; Keşşaf; c. 3 s. 424] ise "Sem'ân" ya da "Habib" olduğunu veya kendisine "Harbil" veya "Hazbil" dendiğini söyler. Ne var ki, bu yorumlardan hiçbirisi de kesin bilgiye dayanmamaktadır. Suredeki pasajdan anlaşılacağı üzere, o, Firavun’un ehlinden ve sarayda divan toplantılarına katılan birisidir. Yusuf suresinde "racül" sözcüğünün mutlak "erkek" demek olmayıp "olgun insan" demek olduğunu açıklamıştık. Buradan hareketle, imanını o safhaya kadar gizleyip de Musa’yı savunmak için ortaya çıkan bu kişinin Firavun’un eşi olması mümkündür.

TENÂD [ÇAĞIRIŞMA-BAĞRIŞMA/KAÇIŞMA]GÜNÜ

"Mümin kul"un Firavun ve avenesine yaptığı hitabede kıyamet günü " التناد Tenâd" günü olarak nitelenmiştir.

"Ninda" kökünden gelmiş olan " التنادtenâd" sözcüğü "bağrışma- çağrışma" anlamına gelir. Kur’an’daki bu sözcük " تنادّtenâdd" şeklinde de okunmuştur. Bu kıraat dikkate alındığında ise kelimenin kökü "ن د د ndd" olup "kaçışma" anlamına gelir. [Lisanü’l Arab, c. 8, s.509 "nida mad.] Asıl kıraate göre kıyamet gününe "tenad" adının verilmesi, insanların o gün birbirlerine yüksek sesle çağrışacaklarından dolayıdır. Kur’an’da insanların birbirine çağırmasını, bağırmasını konu eden birçok ayet (Araf/42, 45, 50, Müddessir/38-48, İsra/71, Furkan/13, 14, Furkan/27-29, Kehf/49, Hakka/19, 20, 25, 26, Enbiya/97,14, 46, Ya sin/52, Saffat/19, 20, Kalem/31, Abese/34, 36) vardır.

"Mümin kul"un yine aynı hitabesinde "İşte Allah, her böbürlenen zorbanın kalbi üzerine damga basar" dediği görülmektedir. Allah’ın kalpleri mühürlemesi, kişilerin hakikate karşı gözlerini ve kulaklarını kapatmaları ve ondan kaçmalarıdır. Bu konudaki açıklamalarımız Tin suresinin tahlilinde verildiğinden, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

Firavun’un ayette nakledilen "ben sadece size reşadın yoluna kılavuzluk ediyorum" şeklindeki ifadesine göre, Firavun Musa’nın (as) tebliğ ettiği yolu "kötü yol" olarak kabul etmekte, kendi yolunun da "doğru yol" olduğunu ileri sürmektedir. Bu, Firavun’un ve çevresindeki şeytanların şakşakçılığından kaynaklanmaktadır. Onlara kendi yollarını şeytan süslü göstermektedir:

43Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta oldukları şeyleri çekici gösterdi. [En’am/43]

48,49Hani o münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunan; zihniyeti bozuk kimseler, "Şu adamları dinleri aldattı" dedikleri sırada, o kötü niyetli komutan, onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara, "Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım" demişti. Sonra da, ne zaman ki iki topluluk birbirini görür oldu, o, iki topuğu üstünde geri döndü ve: "Şüphesiz ben sizden uzağım. Şüphesiz ben, sizin görmediğinizi görmekteyim, şüphesiz ben, Allah'tan korkmaktayım" dedi. Ve Allah, sonuçlandırması/cezalandırması pek şiddetli olandır. Ve her kim Allah'a işin sonucunu havale ederse bilsin ki şüphesiz Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Enfal/48, 49]

103De ki: "Ameller bakımından en çok zarara uğrayanları haber verelim mi? 104Onlar, yapay olarak, güzellik ürettiklerini sanırken, dünyadaki çalışmaları da boşa gitmiş olan kimselerdir." [Kehf/103, 104]

7Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimseler; onlar için şiddetli bir azap vardır. İman etmiş ve düzeltmeye yönelik işleri yapmış kişiler; onlar için bir bağışlanma ve büyük bir ödül vardır. 8Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel gören kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini/dileyeni şaşırtır, dilediğine/dileyene de kılavuzluk eder. Onun için canın onlara karşı hasretlerle/üzüntülerle sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir. [Fâtır/7, 8]

36,37) Ve Firavun: "Ey Hâmân! Sebeplere; göklerin sebeplerine ulaşmam için bana bir kule yap da Mûsâ'nın ilâhının ne olduğunu anlayayım. Ve şüphesiz ben o'nun yalancı olduğu kanısındayım" dedi. İşte böylece Firavun'a amelinin kötülüğü süslü gösterildi ve yoldan çıkarıldı. Ve Firavun düzeni, yalnızca kayba/zarara uğratıp acı çekme içindedir.
İman etmiş kişinin yaptığı uyarıdan sonra çevresindekilerin bu sözlerden etkileneceğinden korkan Firavun, Musa’nın (as) getirdiği tevhidi sınayacağını ve eğer doğru olduğu ortaya çıkarsa bunu çevresindekilerden gizlemeyeceğini; doğru olmadığı ortaya çıkarsa da dinleri üzerinde sabit kalmalarını sağlayacağını hissettirmek maksadı ile aklı sıra saldırmaya başlamış, veziri Haman’a "Ey Hâmân! Sebeplere; göklerin sebeplerine ulaşmam için bana bir kule yap da Musa’nın ilahına muttali olayım [Musa'nın ilâhının ne olduğunu anlayayım]. Ve şüphesiz ben onun yalancı olduğuna kaniyim" diyerek akla aykırı sözler söylemiştir.

Firavunun Haman’dan bu talebi Kasas suresinde şöyle yer almıştı:

* Firavun da, "Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh bilmedim. Ey Haman, benim için çamur üzerine hemen ateş yak; tuğla imal et de Mûsâ'nın ilâhı hakkında bilgilenmem için bana bir kule yap. Ve şüphe yok ki o'nun yalancılardan biri olduğuna kesinlikle inanıyorum" dedi. [Kasas/38]

Burada kısaca değinilen olaylar, Şuara suresinde şöyle anlatılmıştı:

* Firavun: "Âlemlerin Rabbi dediğin de nedir ki?" dedi. Mûsâ: "Eğer yakinen bilmiş olsanız, O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir." Firavun, yanı başında bulunanlara "İşitmiyor musunuz?" dedi. Mûsâ: "O, sizin Rabbiniz ve daha önceki atalarınızın da Rabbidir" dedi. Firavun: "Size gönderilen bu elçiniz kesinlikle gizli güçlerce desteklenen/delinin biridir" dedi. Mûsâ: "Şâyet aklınızı kullansanız, O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir" dedi. Firavun: "Benden başka ilâh edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan yaparım" dedi. [Şuara/23-29]

Firavun Haman’a o sözleri söylerken böyle bir tanrının olmadığını, Musa’nın yalan söylediğini ima etmek istiyordu.

Firavun’un Haman’a böyle bir yapı [rasathane] yaptırıp yaptırmadığı açıklanmamıştır.

Haman ile ilgili açıklamamızı Kasas suresinin tahlilinde yaptığımızdan, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.
38,39,40,41,42,43,44) Yine iman etmiş olan o kimse: "Ey toplumum! Bana uyun ki size akıllı olmanın yoluna kılavuzluk edeyim. Ey toplumum! Bu bayağı hayat ancak geçici bir kazanımdır. Âhiret ise kesinlikle durulacak yurdun ta kendisidir. Her kim bir kötülük yaparsa, ona ancak yaptığının bir misli ile ceza verilir. Ve erkek veya kadın, her kim mü'min olarak düzeltmeye yönelik iş işlerse, artık onlar, orada hesapsızca rızıklanmak üzere cennete girerler." Yine: "Ey toplumum! Bana ne oluyor ki, siz beni ateşe davet ediyorken ben sizi kurtuluşa davet ediyorum! Siz, beni, Allah'a inanmamaya ve benim için hakkında hiç bilgi olmayan şeyleri O'na ortak koşmaya davet ediyorsunuz. Ben ise sizi o çok güçlü ve çok bağışlayıcı olan Allah'a davet ediyorum. Hiç inkâr edilemez ki, gerçekten sizin beni kendisine davet ettiğiniz şey, dünya ve âhirette kendisine bir çağrı olmayan şeydir. Ve şüphesiz dönüşümüz Allah'adır. Ve şüphesiz gerçeği eksik gösterenler, cehennem ashâbının ta kendileridir. Artık siz benim, sizin için söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ve ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını en iyi görendir" dedi.
Firavun’un yakınlarından olup o güne kadar imanlı olduğunu gizlemiş olan kişi yeniden devreye girerek Firavun ve çevresine öğüt vermeye devam etmiştir. Bu ayet grubunda o öğütler nakledilmiştir.

"YAKINDA ANACAKSINIZ!"

İnançlı kişi sözlerini "Artık siz, benim sizin için söylediklerimi yakında anacaksınız" diye bitirmiştir. Bu sözler tehdit içeren bir nitelik taşımaktadır. Gerçekleşeceği belirtilen "anma, hatırlama" olayı Firavun ve avenesinin "boğulma" vakti olabileceği gibi, kıyamette insanın kıyamet dehşetlerini bizzat yaşadığı an da olabilir.
45,46) Sonra Allah o mü'mini onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu. Firavun'un yakınlarını ise, azabın kötüsü; ateş kuşattı. Onlar sürekli olarak ateşe arz olunurlar. Kıyâmet kopacağı gün ise: "Firavun'un yakınlarını azabın en şiddetlisine sokun!"
Bu ayetlerde, işini Allah’a havale eden mümin kişi ile onun karşısındaki Firavun, Haman ve Karun gibi inançsızların akıbetleri hakkında bilgi verilmektedir. Bu ayetler ile Allah yolunda olanların daima kurtulacakları, karşı duranların ise helak olacakları, dünya ve ahirette azaba çarptırılacakları mesajı verilmektedir.

Ayetteki "Allah onu [o mümini], onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu" ifadesinden anlaşıldığına göre, Firavun bu mümin kişiye açıkça bir kötülük yapamamış, ona açıkça zarar vermeyi göze alamamış ve onu hile ile ortadan kaldırmayı düşünmüştür. Buradan da bu kişinin Firavun’a çok yakın bir kimse olduğu anlaşılmaktadır. Allah onların tüm planlarını altüst etmiştir.

Bu ayetler "kabir azabı" inancına malzeme yapılmıştır. Halbuki bu ayetler Firavun’un dünyada çektiği sıkıntıları ve ahirette çekeceği cezayı nakletmektedir.

Not: Sabah-akşam ifadeleri devamlılıktan, süreklilikten kinayedir. Gece-gündüz ifadeleri de aynıdır.
47) Ve onlar, ateş içinde birbirleriyle tartışırlarken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara: "Şüphesiz bizler size uyan kimseler idik. Şimdi siz bizden, ateşten bir bölümü savabiliyor musunuz?" derler.
48) Büyüklük taslayanlar: "Şüphesiz hep onun içindeyiz. Şüphesiz Allah, kullar arasında hükmünü vermiştir" dediler.
49) Ve ateş içindeki kimseler, cehennem bekçilerine: "Rabbinize dua edin de bir gün olsun bizden azaptan biraz hafifletsin" dediler.
50) Bekçiler: "Size elçileriniz açık kanıtları getirmediler miydi?" diye sorarlar. Onlar: "Evet, getirmişlerdi" derler. Bekçiler: "Öyle ise kendiniz yakarın" derler. Kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin yakarması sadece boşa çıkmış gitmiştir.
Bu ayetlerde ahirete ait bir tartışma sahnesi aktarılmaktadır. Sahnede Firavun gibi büyüklük taslayanlar ile İsrailoğulları gibi zayıf düşürülmüşler yer almıştır. Buna benzer sahneler daha önce de birçok kez nakledilmişti. Ancak buradaki anlatım biraz daha detaylıdır. Müstekbirler [kibirli zalimler] ile mustazaflar [ezilenler] kendi aralarında şöyle tartışmaktadırlar:

— Şüphesiz bizler size uyan kimseler idik. Şimdi siz bizden, ateşten bir bölümü savabiliyor musunuz?

—Şüphesiz hep onun içindeyiz. Şüphesiz Allah, kullar arasında hükmünü vermiştir."

Bu tartışmanın detayı A’raf suresinde verilmişti.

38Allah, "Sizden önce geçmiş tanıdığınız-tanımadığınız ateş içindeki önderli toplumların içine girin!" der. Her toplum girdikçe kardeşini dışlayıp gözden çıkarır. Sonunda hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında, "Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver" derler. Allah, "Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz" der.

39Öncekiler de sonrakilere, "Sizin bize karşı fazlalığınız yoktur. O hâlde yaptıklarınızdan dolayı azabı tadın" derler.

40Âyetlerimizi yalanlayan ve onlara karşı büyüklenen şu kimselere, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve deve/halat iğne deliğinden geçmedikçe onlar cennete girmeyeceklerdir. Biz suçluları işte böyle cezalandırırız. 41Onlar için cehennemden yataklar, üstlerinden de örtüler vardır. Ve Biz, zâlimleri işte böyle cezalandırırız. [A’raf/38- 41]

49 ve 50. ayetlerde ise başka bir sahne yer almaktadır. Cehennemin ortasındaki suçlular ile cehennemin bekçileri arasında şu diyalog geçer:

— Rabbinize dua edin de bir gün olsun bizden azaptan hafifletsin.

— Size elçileriniz açık kanıtları getirmediler miydi?" diye sorarlar.

Onlar:

— Evet [getirmişlerdi].

— Öyle ise kendiniz dua edin!

Diyalogdan anlaşıldığına göre, ateş içindeki suçlular doğrudan Allah’a yalvarmayıp bekçilerden Allah’a aracı olmalarını istemektedirler. Bunun nedeni, Allah’a yüzlerinin olmayışı, 52. ayette de görüleceği gibi, Yüce Allah’ın onları lanetlemiş olmasıdır.

101Artık Sûr'a üflendiği zaman, işte o gün aralarında soy-sop ilişkisi yoktur, kimse kimseden bir şey isteyemez de.

102Böylece kimlerin tartıları ağır basarsa, işte onlar asıl kurtuluşa erenlerdir.

103Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; cehennemde sürekli kalıcıdırlar.

104Orada onlar, dişleri sırıtır hâlde iken ateş yüzlerini yalar.

105Benim âyetlerim size okunmadı mı? Siz de onları yalanlıyor muydunuz?

106,107Dediler ki: "Rabbimiz! Azgınlığımız bizi yendi ve biz, bir sapıklar topluluğu olduk. Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha aynısını yaparsak işte o zaman gerçekten biz yanlış; kendi zararlarına iş yapanlarız."

108Allah dedi ki: "Sinin oraya! Bana konuşmayın da. 109Şüphesiz Benim kullarımdan bir grup: "Rabbimiz! Biz iman ettik; artık bizi bağışla, bize merhamet et, Sen merhametlilerin en iyisisin" diyorlardı. 110İşte siz onları alaya aldınız; sonunda da onlar, size Benim anılmamı, öğüdümü unutturdu/terk ettirdi. Ve siz onlara gülüyordunuz. 111Şüphesiz ki bugün Ben, sabretmelerine karşılık, onları ödüllendirdim; onlar, kazançlı çıkanların ta kendileridir." [Müminun/101- 110]

51) Şüphesiz Biz, elçilerimize ve iman etmiş kişilere şu basit dünya yaşamında ve şâhitlerin kalktığı/şâhitlik edecekleri günde kesinlikle yardım ederiz.
52) O gün şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapan kimselere özür dilemeleri yarar sağlamaz. Ve onlara dışlanarak mahrum bırakılma vardır, yurdun en kötüsü de onlar içindir.
Rabbimiz elçilere ve inanmış kişilere dünya hayatında ve şahitlerin kalktığı gün [ahiret günü] yardım edecek, tanıkların ayağa kalktığı gün müşriklerin mazeretleri kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir. Rabbimiz onları rahmetinden uzak tutup kendilerine yurtların kötüsünü [cehennemi] verecektir.

21Allah: "Elbette, Ben ve elçilerim galip geleceğiz" diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır. [Mücadile/21]

7Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz, Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar. [Muhammed/7]

4O, kendi imanları ile birlikte, imanca fazlalaşsınlar diye mü’minlerin kalplerine kalbi teskin eden güven ve yatışma duygusu/moral indirendir. Göklerin ve yerin orduları da yalnızca Allah'ındır. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır. [Fetih/4]

139Ve gevşemeyin, üzülmeyin! Ve eğer inananlar iseniz, en üstün olan sizsiniz. [Al-i Imran/139]

171-173Ve andolsun ki gönderilen kullarımız/elçilerimiz hakkında bizim sözümüz geçmiştir: "Şüphesiz onlar, kesinlikle galip olanların ta kendisidir. Şüphesiz Bizim ordularımız kesinlikle galip gelenlerin ta kendisidir." [Saffat/171- 173]

52. ayette konu edilen "zalimler", birçok yerde ifade ettiğimiz gibi, müşriklerdir. "...
zalimlere özür dilemeleri fayda vermez" ifadesi, müşriklerin orada rahmet edilmeyeceğine, kesinlikle cehennemden çıkarılmayacağına delalet etmektedir.

LÂNET [LA‘NET]: اللعنة [la‘net], "kovmak, uzaklaştırmak, iyilik ve faydadan mahrum bırakmak" anlamındaki la‘n sözcüğünden türemiş bir sözcüktür. Eski Araplar bu sözcüğü "ailenin veya sülalenin bir ferdinin dışlanması" anlamına kullanırlardı. لعين [la‘în] ve ملعون [mel‘ûn] sözcükleri de buradan gelmiştir. La‘net Allah tarafından olursa, "dünyada iyilikten, âhirette de lütuf ve merhametten mahrum bırakma"; insanlar tarafından olursa, "küfür, dışlama, sövme, hakaret ve beddua" anlamında kullanılır. [Lisanü’l Arab; c.8, s. 91, 92]

Rabbimizin insanları sınaması, öğretmek için değil, dünya ve ahırete tanık oluşturmak içindir. Kimse hakkındaki karara itiraz edemesin. Tıpkı okullardaki öğretmenlerin öğrencilerini sıvav yapma amacının, öğrencilerden öğrenmek olmayıp sınava giren öğrencilerin durumunun belirlenmesi, şahitlendirilmesi olduğu gibi.

Kıyamet gününde insanlar için, kendi nefsi, yakınları, toplumu, elçiler ve vahyler tanıklık edecektir.

Bu konuyla ilgili şu ayetlere de bakılabilir.

Bakara/143, Hacc 78, Fecr/21-23,, Nisa/41, 159, Nahl /84, 89, Kaf/21, Mü’min /51, Hud/18, 19, Kasas/75, Fussılet /20-22, Nur/24, Ya Sin/65, Furkan/30, Maide/116-118.
53,54) Ve andolsun ki Biz, temiz akıl sahiplerine bir yol gösterici ve bir hatırlatma olmak üzere Mûsâ'ya "yol gösterme" verdik ve İsrâîloğulları'na o kitabı miras bıraktık.
55) O hâlde sabret. Şüphesiz Allah'ın vaadi haktır. Günahın için bağışlanma iste, sürekli olarak Rabbinin övgüsüyle birlikte Kendisini tüm noksanlıklardan arındır.
Bu ayet gurubunda, Musa peygamber de hatırlatılarak peygamberimiz teselli edilmiş ve kendisinden görevini sabırla sürdürmesi, günahı için affedilme istemesi, sürekli Rabbini överek tesbih etmesi istenmiştir.
56) Şüphesiz kendilerine gelmiş kesin bir delil olmaksızın, Allah'ın âyetleri/alâmetleri/göstergeleri hakkında mücâdele edenler; onların göğüslerinde ancak yetişemeyecekleri bir kibir vardır. Sen hemen Allah'a sığın. Şüphesiz O, en iyi işiten ve en iyi görendir.
Bu ayette müşriklerin ne kadar zavallı oldukları anlatılarak ellerinde hiçbir kanıtları, güçleri olmadan Allah’a karşı çıkmaları kınanmaktadır. Kuru bir kibir sahibidirler ve delilsiz hareket etmektedirler. Kur’an’da bir eksiklik, yetersizlik, tutarsızlık buldukları için değil, kibirlerinden dolayı, Elçi’yi kıskandıkları için böyle yapmaktadırlar.

Bizim baz aldığımız Mushaf'ta bu ayetin Medeni olduğu zikredilir. Bazı müfessirler bu ayetin Yahudilerin büyüklenerek Peygamber'e Mesih Deccal'ın sahipleri olduğunu, sonra onun ortaya çıkarak dünyaya hakim olacağını, düşmanlarını ortadan kaldıracağını, Yahudilerin geçmiş otorite ve krallıklarını geri getireceğini söylemeleri üzerine indirildiğini rivayet ederler. Bunu rivayet eden müfessirler, Allah'ın Peygamber'e, onun fitnesinden kendine sığınmasını emrettiğini söylerler. [Derveze; et-Tefsirü’l Hadis]

Hâlbuki bu ayette verilen mesaj yukarıda 34. ayette de verilmişti. Âyetlerde bahsedilen konu Mekke’de cereyan eden olaylardır. O nedenle bu ayetin Medeni olması uzak bir ihtimaldir.
57) Elbette göklerin ve yerin oluşturulması, insanların oluşturulmasından daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar.
58) Ve kör ile gören eşit olmaz. İman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış olanlar ve kötülük yapanlar da eşit değildir. Ne kadar da az düşünüyorsunuz!
59) Şüphesiz o kıyâmet kopuş anı, elbette gelecektir. Onda hiç şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu inanmıyorlar.
Bu ayet gurubunda inkârcılara ahiretin kesinlikle olacağı delillerle ispat edilmekte ve bu delilleri idrak edemeyenler kör olarak nitelenmektedir.

* Kim Benim anılmamdan/Benim öğüdümden mesafeli durursa, hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim/yaşam vardır. Kıyâmet günü de onu kör olarak kıyâmet günü toplantı alanına toplarız. O der ki: "Rabbim ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak bu yere çıkardın?" Allah der ki: "Bu böyledir, âyetlerimiz sana geldi de sen onları terk etmiştin; bu gün de aynı şekilde sen terk ediliyorsun/cezalandırılıyorsun." [Ta Ha/124-126]

57. ayette, öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere karşı getirilen akli bir delil söz konusudur. Sanki müşriklere: "Göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılışının tekrarlanmasından daha büyüktür, zordur ve karmaşıktır. dolayısıyle gökleri ve yeryüzünü yaratabilen Allah insanı yeniden niye yaratamasın?" denilmektedir.

* Yoksa o insan başıboş bırakılacağını mı sanır? O, ayarlanmış meniden bir nutfe değil miydi? Sonra bir embriyon idi de sonra onu oluşturmuş, sonra da düzene koymuştur; ki ondan da iki eşi; erkek ve dişiyi var etmiştir. Peki, bütün bunları yapan, ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir? [Kıyamet/36-40]
60) Ve sizin Rabbiniz: "Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Şüphesiz Bana kulluk etmekten büyüklenen kimseler yakında horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir" dedi.
Rabbimiz bu ayetinde herhangi bir şarta bağlamadan kullarının kendisine dua ve yalvarışta bulunmalarını istemekte; dua edenlere karşılık vereceğini, kendisine ibadet ve dua etmekten büyüklenenleri ise aşağılanmış olarak cehenneme sokacağını bildirmektedir. Ayette dolaylı olarak verilen diğer bir mesaj da, insanların dua ve ibadetlerinde sadece Allah’a yönelmeleri gerektiğidir.

* Ve kullarım sana Benden sordukları zaman, biliniz ki şüphesiz Ben çok yakınımdır. Bana yakarınca, yakaranın yakarışına cevap veririm. O hâlde rüşte ermeleri için, onlar da Bana karşılık versinler ve Bana inansınlar. [Bakara/186]

* De ki: "Yakarışınız olmasa, Rabbim size değer verir mi ki de siz, kesinkes yakarmadınız, yalanladınız? Artık yakarmama, yalanlama sizin ayrılmazınız olacaktır; kendinizi bu durumdan kurtaramayacaksınız." [Furkan/77]

Görüldüğü gibi, Rabbimiz kullarına vereceği karşılığı "Bana dua edin ki size karşılık vereyim" hükmüyle doğrudan kendisine dua edilmesi, yani kendisinden istenmesi şartına bağlamıştır. Buradan çıkarılması gereken sonuç, duayı ancak Allah’ı hakkıyla takdir edenlerin yapabileceği gerçeğidir. Çünkü kişinin önce nasıl bir ilaha yalvaracağını bilmesi, sonra da O’ndan istemesi gerekmektedir. Böyle yapılmayan dualar yanlış adrese gönderilen dilekçelere benzer. Hem yerine ulaşmaz hem de alan hiçbir şey yapmaz. Allahın dışında hiç kimse; peygamberler, yatırlar, şeyhler, ağabeyler, üstatlar insanın duasını duymaz ve yardımcı olmazlar.
61) Allah, içinde dinlenesiniz diye geceyi, göz açıcı bir aydınlık; düşünce geliştirici olarak da gündüzü sizin için ayarlayandır. Şüphesiz Allah insanlara karşı bir armağan sahibidir. Velâkin insanların çoğu verilen nimetlerin karşılığını ödemezler.
62) İşte, her şeyin oluşturucusu Rabbiniz Allah budur. O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. O hâlde nasıl oluyor da döndürülüyorsunuz!
63) İşte Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr eden kimseler böyle çevriliyorlar.
64) Allah, sizin için yeryüzünü bir karargâh, göğü de bir bina yapan, size şekil veren, -ki şekillerinizi ne de güzel vermiştir- ve sizi temiz şeylerden rızıklandırandır. İşte O, Rabbiniz Allah'tır. -İşte, âlemlerin Rabbi olan Allah ne cömerttir!-
65) O, diridir, O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Bu nedenle, dini sadece O'nun için arındıranlardan olarak O'na dua edin. Tüm övgüler yalnız âlemlerin Rabbi Allah'adır; başkası övülemez.
Bu ayet grubunda Rabbimiz insanlara verdiği nimetlerden bazılarını sayarak kendisini tanıtmaktadır. Pasajı bir önceki ayetle irtibatlandırarak bu tanıtmanın amacının "Niçin sadece Allah’a dua edilmesi gerekir?" şeklindeki zımni bir soruyla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki: Rabbimiz kullarına dua etmeyi emredince kullar da sanki O’na "insanın dua etmeden önce mutlaka dua edeceği gücü tanıması gerekir. Şu halde, Senin Kadir bir ilah olduğuna dair delil nedir?" diye sormuşlar, bunun üzerine Rabbimiz de kendi varlığına, kudretine ve tasarruflarına ait birçok kanıtı orta koymuştur:

- Allah, içinde dinlenesiniz diye geceyi, göz açıcı bir aydınlık olarak da gündüzü sizin için kılandır.

- Allah insanlara karşı lütuf sahibidir

- Her şeyin yaratıcısıdır

- Kendinden başka ilah diye bir şey olmayandır.

- Allah sizin için yeryüzünü bir karargâh, göğü de bir bina yapan, size şekil verendir.

- Sizi temiz şeylerden rızıklandırandır.

- Allah en cömert olandır.

- Allah diridir.

- Allah övgü sadece kendisi için olandır.
66,67,68) De ki: "Bana Rabbimden apaçık deliller geldiği zaman, şüphesiz ben, sizin Allah'ı bırakıp o taptıklarınıza kulluk yapmaktan kesinlikle men edildim ve ben âlemlerin Rabbi için İslamlaşmakla; Müslüman olmakla emrolundum. O, sonra güçlü kuvvetli bir çağa erişmeniz, sonra da ihtiyarlar olmanız, adı konmuş bir süreye ermeniz ve de aklınızı kullanmanız için sizi bir topraktan, sonra bir nutfeden, sonra bir embriyodan oluşturandır. -Sonra O, sizi zayıf, ufak-tefek bir çocuk olarak çıkarır. Sizden kimi de, daha önce vefat[#257] ettiriliyor; geçmişte yaptıklarınız ve yapmanız gerekirken yapmadıklarınız bir bir hatırlatılıyor.- O, yaşatır ve öldürür. Artık O, bir emir gerçekleştirince artık ona sadece 'Ol!' der de o, hemen olur."
Bu ayetlerde sanki şöyle denilmektedir: "Mademki yaratılışınızdan dirilişinize kadar hayatınızın her aşamasının kontrolü Allah’ın elindedir ve bundan kurtulmanız da söz konusu değildir, öyleyse siz de şirk koşmadan, bu gücü, bu otoriteyi tanıyın! İsteklerinizi böyle bir varlıktan isteyin! Ayrıca hayatınızın tüm evrelerini inceleyin de aklınızı kullanın!"

* Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, bilin ki ne olduğunuzu size ortaya koymak için, şüphesiz Biz, sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra bir embriyondan, sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından oluşturmuşuzdur. Ve Biz, dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak, sonra da olgunluk çağına erişmeniz için çıkartırız. Bununla beraber kiminiz geçmişte yaptıkları ve yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırılır/öldürülür. Kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en rezil zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki sönmüştür; sonra Biz, onun üzerine su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir. [Hacc/5]

* Ve andolsun ki Biz, insanı seçilmiş bir çamurdan oluşturduk. Sonra onu çok dayanıklı bir karargâhta bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir embriyon oluşturduk. Sonra o embriyoyu bir et parçası oluşturduk. Sonra o bir et parçasını kemikler olarak oluşturduk. Sonunda o kemiklere de bir et giydirdik. Sonra onu bir başka oluşumda yeniden kurduk. İşte, oluşturanların en güzeli Allah ne cömerttir! Sonra şüphesiz sizler, bunların ardından kesinlikle öleceksiniz. Sonra şüphesiz siz, kıyâmet gününde diriltileceksiniz. [Mü’minun/12- 16]

Not: [Nutfe; hakir görülen sıvı demek olup bunun içinde döllenmiş yumurta; zigot bulunmaktadır]

67. ayetteki "Sizden kimi de daha önce vefat ettiriliyor-" ifadesi "ölüm"ü değil, Rabbimizin ara sıra uyarı için kullarına z raporu çektirmesini ifade ediyor.
69,70,71,72,73,74,75,76) Allah'ın âyetleri üzerinde tartışanları görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Nasıl da döndürülüyorlar? Kitabı ve özellikle onunla elçilerimize gönderdiklerimizi yalanlayanlar elbette ileride, boyunlarında halkalar ve zincirler olarak kaynar suya sürülüp, sonra ateşte yakılırlarken bileceklerdir. Sonra onlara: "Allah'ın astlarından ortaklar koştuğunuz şeyler nerededir?" denir. Onlar: "Bizden kaybolup gittiler; aslında biz zaten önceleri hiçbir şeye yakarmıyorduk" derler. İşte Allah, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenleri böyle saptırır: "İşte bu, yeryüzünde haksız yere şımarmanız ve böbürlenmenizden ötürüdür. Orada sürekli kalmak üzere cehennem kapılarına girin!" -İşte, büyüklenenlerin durağı ne de kötüdür!-
Not: Bu paragrafta yer alan "Kitabı ve özellikle de onunla elçilerimize gönderdiklerimizi yalanlayanlar" ifadesindeki Kitap, Rasülüllah’a vahyedilmiş olan Kur’an’dır. Onunla elçilere gönderilenler ise hem Rasülüllah’a hem geçmiş peygamberlere gönderilmiş vahyler hem de yazı icad edilmezden evvel gönderilmiş elçilere gelen (kitap niteliği olmayan) vahylerdir.

Ayette Itnab yapılmıştır. Arap edebiyatında; Belağat iminde ITNAB diye sanat çeşidi vardır. "Itnâb", "bir noktayı pekiştirmek amacıyla metinde sözcüğün anlamdan fazla tutulması" demektir. Bunun yöntemlerinden bir tanesi de "ZİKRÜL ÂM BA'DEL HÂS (özelden sonra genele yer verilmesi)" kuralıdır. Bu kurala ifadeye "özellikle, hele hele" vurgusu anlamı katar. Kur’an’da örnekleri çoktur. Örneğin Al-i Imran/84, Nur/28, İbrahim/4.

Bir önceki pasajda, kulluk edilecek, dua yapılacak gerçek ilah tanıtılmıştı. Bu ayet grubunda ise akılsız müşriklerin yersiz çabaları aktarılmaktadır. Bu akılsızların ahirette boyunlarında halkalar ve zincirler olarak kaynar suya sürülecekleri, sonra da ateşte yakılacakları bildirildikten sonra, kendileriyle Rabbimiz arasında gerçekleşecek diyalog sahneleştirilmektedir:

— Allah’ın astlarından ortaklar koştuğunuz şeyler nerededir?

— Bizden kaybolup gittiler; aslında, biz zaten önceleri hiç bir şeye yakarmıyorduk

— İşte bu, yeryüzünde haksız yere şımarmanız ve böbürlenmenizden ötürüdür. Orada sürekli kalmak üzere cehennem kapılarına girin!"

Bu ayetler Allah’ı her yönüyle tanıtmakta, verdiği sahneler insanın içini ürpertmektedir. İnkârcıların başlarına geleceklerin bu yöntemle anlatılması, dinleyenlerde korku ve pişmanlık oluşturarak mevcut hallerinden vazgeçmelerini sağlamaya yöneliktir. Ayrıca yalanlayıcıların ve böbürlenenlerin ahiretteki pişmanlıkları ve perişanlıkları anlatılarak peygamberimiz ve müminler teselli edilmektedir.

* "O hâlde içinde sürekli kalanlar olarak cehennemin kapılarına girin!" denir. İşte, büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür! [Nahl/29]

* O gün, yalanlayanların vay hâline! [Mürselât/15]

* İşte bu, suçluların yalanladığı cehennemdir. Onlar, onunla kaynar su arasında dolaşır dururlar. Peki siz ikiniz, Rabbinizin güç yetirdiklerinin; eşsiz gücünün, eşsiz nimetlerinin hangisini yalanlıyorsunuz? [Rahman/43-45]

Ve Saffat/68, Vakıa/41-44, Vakıa/49-56, Duhan/43-50.
77) Artık sen sabret, şüphesiz Allah'ın vaadi haktır. Artık onlara yapıp durduğumuz tehdidin bir kısmını sana göstersek de veya seni vefat ettirsek; geçmişte yaptıklarını ve yapman gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırsak da onlar, yalnızca Bize döndürüleceklerdir.
78) Ve andolsun ki Biz senin önünden nice elçiler gönderdik. Onlardan kimini sana anlattık, onlardan kimini de anlatmadık. Hiçbir elçi, Allah'ın izni/bilgisi olmaksızın bir alâmet/gösterge getiremez. Artık Allah'ın emri gelince de hak ile gerçekleştirilir. Bâtılcılar, işte burada kayba, zarara uğrayıp acı çektiler.
Bu ayetlerde, olaylar nasıl gelişirse gelişsin, peygamberimize sabretmesi ve görevini sabırla sürdürmesi emredilmekte; Allah’ın vaadinin hak olduğu vurgulanıp inkârcıların mutlaka cezalandırılacağı, bu cezalandırmanın elçi hayatta iken ya da onun ölümünden sonra olacağı bildirilerek peygamberimiz teselli edilmektedir. Nitekim bu ayetlerin üzerinden çok geçmeden müşrikler Arabistan yarımadasından uzaklaştırılmış ve o bölgede yok olmuşlardır.

* Artık eğer Biz, seni alıp götürsek bile şüphesiz Biz, onları cezalandırarak adaleti sağlarız. Yahut da onlara vaat ettiğimiz azabı sana gösteririz. Çünkü Biz, onların aleyhlerine güç yetirenleriz. [Zuhruf/41,42]

78. ayette, geçmişte toplumlara birçok elçi gönderildiği, Allah’ın bu elçilerden bazısını bildirdiği, bazılarını ise bildirmediği açıklanmaktadır.

Ayetten anlaşıldığına göre, gönderilen elçilerin kesin sayısına yönelik peygamberimize bir bilgi verilmemiştir. Gönderilen elçilerin sayısının yüz yirmi dört bin, iki yüz yirmi dört bin, yedi bin, dört bin, sekiz bin olduğunu ifade eden nakiller ciddiyetten uzaktır.

* Şüphesiz Biz, Nûh'a ve O'ndan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a, torunlarına, Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a, daha önce kendilerini sana anlattığımız elçilere, kendilerini sana anlatmadığımız elçilere, elçilerden sonra insanların Allah'a karşı bir delilleri olmasın diye, müjdeciler ve uyarıcılar olarak vahyetmiştik. Dâvûd'a da Zebur'u verdik. Ve Allah, Mûsâ'ya söz söyledikçe söyledi/onu yaraladıkça yaraladı, çok sıkıntı çektirdi. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Nisa/163-165]

Ayette geçmiş peygamberlerin hatırlatılması, peygamberimizin de o elçiler gibi sıkıntılara karşı sabırlı davranmasını sağlamaya yöneliktir.
79,80) Allah, onlardan bir kısmına binesiniz diye sizin için hayvanları yaratan, ayarlayandır. Onların bir kısmından da yiyorsunuz. Ve sizin için onlarda daha nice menfaatler vardır. Ve Allah onların üzerinde gönüllerinizdeki bir arzuya erersiniz diye hayvanları yaratandır, ayarlayandır. Ve siz, onlar üzerinde ve gemiler üzerinde taşınırsınız.
81) Ve Allah size alâmetlerini/göstergelerini gösteriyor. Peki, şimdi Allah'ın alâmetlerinin/göstergelerinin hangisini tanınmaz hâle getirirsiniz?
Bir önceki pasajda olduğu gibi bu ayetlerde de yine Rabbimizin nimetleri hatırlatılmaktadır. Bu nimetlerin bir kısmı insanın yemek, içmek suretiyle, bir kısmı da çeşitli şekillerde istifade edip durduğu nimetlerdir. İnsan sürekli iç içe olduğu bu mucizevî nimetleri her an hatırlamalıdır ki, düşünsün de aklını başına alsın. Mesela yeryüzünde insanın hizmetinde bulunan muhtelif hayvanlar bu cümledendir. İnek, manda, keçi, koyun, deve, at ve diğer evcil hayvanlar hem sağladıkları gıdalar, hem yük taşıma özellikleri ve hem de derilerinin ve yünlerinin giyimde kullanılması cihetiyle insana ihsan edilmiş büyük nimetlerdendir. Allah bu hayvanları insanlara kolayca alışabilecek yapılarda yaratmıştır. Develere binilir, etleri yenir, sütleri sağılır, uzak ülkelere ve bölgelere yolculuklarda ve taşınmalarda üzerlerine yükler yüklenir. Sığırların etleri yenir, sütleri içilir ve onlarla ziraat yapılır. Koyunların etleri yenir, sütleri içilir. Yünleri kırpılarak onlardan ev eşyaları, elbiseler yapılır.

* Şüphesiz Biz, Nûh'a ve O'ndan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a, torunlarına, Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a, daha önce kendilerini sana anlattığımız elçilere, kendilerini sana anlatmadığımız elçilere, elçilerden sonra insanların Allah'a karşı bir delilleri olmasın diye, müjdeciler ve uyarıcılar olarak vahyetmiştik. Dâvûd'a da Zebur'u verdik. Ve Allah, Mûsâ'ya söz söyledikçe söyledi/onu yaraladık ça yaraladı, çok sıkıntı çektirdi. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Nisa/163-165]

* Ve Allah, kendilerine binesiniz, hem de zînet olsun diye, atları, katırları ve eşekleri oluşturdu. Bilmediğiniz şeyleri de O oluşturuyor. [Nahl/8]

* Ve onlar görmediler mi ki, Biz şüphesiz onlar için kudretimizin meydana getirdiklerinden birtakım hayvanlar oluşturduk da onlar, onlara sahip bulunuyorlar. Ve onları, kendileri için aşağı tutulan varlıklar yaptık. Bu yüzden binekleri onlardandır. Onlardan yiyip duruyorlar da. Ve onlarda daha birçok menfaatler ve içecekler var. Hâlâ kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödemeyip nankörlük mü edecekler? [Ya Sin/71-73]


Nimetlerin bütün bu özellikleri, Allah’ın onları belirlenmiş bir plana göre yarattığını göstermektedir.

Pasajın sonundaki "Peki, şimdi Allah’ın âyetlerinin hangisini inkâr edersiniz?" sorusu, insanların kibirden ve tutkulardan uzak durarak gerçeği görmesini sağlamaya yönelik bir sorudur. Çünkü akıllı insanların tüm bu ayetleri görmezden gelmesi, inkar etmesi mümkün değildir.
82) Daha yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş bir bakmazlar mı? Onlar kendilerinden hem daha çok, hem de kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerinin sağlamlığı bakımından daha çetin idiler. Öyle iken o kazandıkları şeyler, kendilerine yarar sağlamadı.
83) Ne zaman ki elçileri onlara açık delillerle geldi, kendilerinde bulunan bilgiden dolayı şımarıklık etmişlerdi. Hâlbuki o, alay ettikleri şey onları kuşatmıştı.
84) Sonra da ne zaman hışmımızı gördüler: "Allah'ın birliğine inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri kabul etmedik" dediler.
85) Ama hışmımızı gördükleri zamanki imanları kendilerine yarar sağlayacak değildi. -Allah'ın, kulları hakkındaki sürüp giden tutumu...- İşte kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler burada kaybettiler, zarara uğradılar.
Bu ayetlerde insanlık geçmiş tarihi bilgi ve belgelere dikkat çekilerek uyarılmaktadır. Güçlü ve varlıklı nice topluma o varlık ve kazançları fayda vermemiştir. Kendilerine gelen elçileri ve ilettikleri mesajları ciddiye almamışlar, kendi zanlarına itibar ederek şımarıp durmuşlardı. Ne var ki, hışım; ölüm, kıyamet karşılarına dikilince yüz seksen derece dönüp Allah’a inanma ve şirki terk etme yolunu tutmuşlardı. Ancak geç kalınan bu inanç ve yönelim değişikliği hiçbir işe yaramamıştı. Çünkü gazap geldiğinde benimsenen iman zoraki bir imandır. Zorunlu kalınarak kabul edilen iman ise faydasızdır. İman ancak aksini yapabilmeye muktedir olunduğu anda, hür ve irade sahibiyken yapılırsa geçerli ve sahih olur.

17Allah'ın üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerinkidir. İşte bunlar, Allah'ın tevbelerini kabul ettikleridir. Allah, en iyi bilendir, en iyi hüküm koyandır.

18Ve tevbe, kötülükleri yapıp edip de onlardan birine ölüm çatınca: "Ben, şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenler ve de kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri olarak ölenler için değildir. İşte bunlar, Bizim, kendileri için acı bir azap hazırladıklarımızdır. [Nisa/17, 18]

88Ve Mûsâ: "Rabbimiz! Şüphesiz Sen Firavun'a ve ileri gelenlerine basit dünya hayatında zînet ve mallar verdin. –Rabbimiz! Senin yolundan saptırsınlar diye– Rabbimiz! Onların mallarını sil-süpür ve kalplerine sıkıntı düşür. Çünkü onlar o acıklı azabı görmedikçe iman etmeyecekler" dedi.

89Allah "Her ikinizin de duası kesinlikle kabul olundu. Öyleyse ikiniz doğru yolda devam edin. Ve bilmeyen kişilerin yolunu sakın izlemeyin!" dedi.

90-92Ve İsrâîloğulları'nı bol sudan/nehirden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri azgınlık ve düşmanlıkla onları hemen izledi. Sonunda boğulma ona yetişince, "Gerçekten, İsrâîloğulları'nın inandığı Tanrı'dan başka tanrı olmadığına ben de inandım, ben de teslim olanlardanım" dedi. –Şimdi mi? Hâlbuki daha önce isyan etmiştin ve de bozgunculardan olmuştun. Artık Biz senden sonra geleceklere ibret olasındiye, bugün seni zırhınla birlikte kurtaracağız.– Ve şüphesiz insanlardan birçoğu kesinlikle Bizim âyetlerimize/alâmetlerimize/göstergelerimize karşı duyarsız/ilgisizdirler. [Yunus/88- 92]

Zor karşısında iman etmeye "İman-ı Ye’s" ve "İman-ı Be’s" denir. Bu konu Kıyamet suresinin tahlilinde ele alındığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

Surenin bu son ayeti, buraya kadar işlenen konunun özetidir. Bu özetin iyice anlaşılabilmesi için surenin 4-5 ve 21. ayetlerine bir kez daha göz atmak yararlı olur.