Ayetlerin Tahlili
İnsanların Rabbi!
İnsanların hükümdarı.
İnsanların ilâhı.
Surenin ikinci ve üçüncü ayetleri, birinci ayetin Atf-u beyan'ı [açıklayanı] olup bu ayete açıklık getirmektedir. Bu üç ayetin daha iyi anlaşılması için ayetlerde geçen sözcükler üzerinde teker teker durmakta yarar görüyoruz:
Melik
Allah'ın güzel isimlerinden biri olan "Melik", "hükümdar, kral" demektir. "Melik" sözcüğü, "Me-Le-Ke" fiilinden türemiştir. "Me-le-ke", "malik ve sahip olmak [yönetim gücü]" demektir. Kelime, hem bir şeye sahip olmayı, hem de kuvvetli olmayı çağrıştırır. Sahip ve malik anlamında "melik, malik, melîk" kelimeleri kullanılır. Mastarı olan "mülk" veya "milk", sahip olunan ve üzerinde tasarrufta bulunulan şeyi ifade ettiği gibi, tasarrufta bulunmayı da ifade eder. Bu tasarruf öncelikle insanlar, daha sonra da mallar üzerindeki tasarruftur. Nitekim Yüce Allah için "İnsanların Meliki" denilirken, O'nun insanlar üzerinde mutlak tasarruf sahibi olduğu anlatılmak istenir.
Melik ya da malik olma, malik olunan şey üzerinde istenildiği gibi tasarrufta bulunmayı gerektirir. Bu anlamda, mutlak melik ancak ve ancak Allah'tır; çünkü Kur'an'da mülkün yalnızca Allah'a ait olduğu defalarca tekrarlanmaktadır. Bütün kâinat Allah'ın mülküdür ve Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf sahibidir. Ne var ki, Allah adil, hak ve tek ilâh olduğu için kâinatta hiçbir dengesizlik ve haksızlık olmaz.
İnsan mükerrem kılınarak yeryüzü ve yeryüzündeki varlıklar kendisinin hizmetine verilmiş, Allah'ın indirdiği ile yeryüzünde tasarrufta bulunacağı için yeryüzü mülkü üzerinde kendisine izafî bir meliklik yetkisi tanınmıştır. Bu yetki mutlak anlamda bir yetki olmadığı gibi, insanın keyfine de bırakılmamıştır. Allah'ın yeryüzündeki hayatın gereği olarak çeşitli biçimlerde, renklerde, yeteneklerde ve çeşitli mesleklere sahip olacak şekilde yarattığı insanlar bu meliklik yetkisine hep birlikte sahiptirler. Dolayısıyla herkesin belli bir tasarruf sahası vardır. Fakat bu tasarruf hiç bir zaman mutlak olmayıp Allah'ın insana tanıdığı alanla sınırlıdır. Bir anlamda sadece bir emanettir. Öte yandan, tek tek insanların nasıl mülk sahibi olacaklarını ve mülklerinde nasıl tasarruf edeceklerini belirten kuralları da Allah her insana ayrı ayrı değil, insanlar arasından seçtiği elçiler vasıtasıyla tüm insanlığa bildirmiş ve genel anlamda yeryüzündeki mülkiyetinin bu elçiler aracılığıyla bildirdiği kurallar doğrultusunda yürütülmesini emretmiştir.
Böylece gerçek Melik olan Allah, yeryüzündeki melikliğini kendi belirlediği sınırlar içinde ve kendi seçtiği elçiler aracılığıyla bildirdiği kurallara uygun olmak üzere, insanlar vasıtası ile kullanır. Allah'ın melikliğini yine O’nun belirlediği sınırlar içinde ve emaneten kullanan insanların görevi, kısmen de olsa kendi tasarruflarına verilen yeryüzünde [Allah'ın mülkünde], Allah'ın iradesinin hâkim olmasını sağlayacak sistemler kurmak, yöneticiler seçmektir. Eğer insanlar bu görevi lâyıkıyla yerine getiremezlerse, Yüce Allah, insanların hak ettikleri özelliklere sahip kişilerin melik/yönetici olmalarına izin vermek suretiyle, yanlış yapan insanları bu dünyada da cezalandırmış olur. Nitekim Musa peygamber ile uğraşan Firavun ve İbrahim peygamber ile uğraşan Nemrut, bu tip cezalandırmanın iki tipik örneğini teşkil etmektedirler.
"Melik" sözcüğünün "hükümdar" veya "devlet başkanı" anlamında kullanılmasına İslâmiyet'in ortaya çıkışından önce de rastlanmakla birlikte, İslâmiyet'i kabul eden devletlerdeki hükümdarlar bu unvanı İslâmiyet'ten önceki dönemlerde genellikle kullanmamışlardır. O zamanlar bu sözcük, yabancı ülkelerin hükümdarlarını ifade etmek için kullanılıyordu. "Melik" sözcüğü İslâm tarihinde ilk olarak Emevî devletinin kurucusu Muaviye tarafından kullanılmıştır. Ancak bu sözcük, peygamberimiz yönetimindeki dönemden [Asr-ı saadetten], Dört Halife [Hulefa-i râşidin] Döneminin sonuna kadar olan zaman içinde, icra edilen yönetim ilkelerine aykırı bir idareyi akıllara getirdiği için, Muaviye'nin "melik" unvanını alması iyi karşılanmamış, hatta bazı âlimler tarafından şiddetle kınanmıştır.
İlâh
Sözlük anlamı "örtünmek, gizlenmek, alışmak ve kulluk" demek olan "ilâh" sözcüğü, genelde "ibadet edilen, tapınılan, ululanan" nesnelerin ortak adı olmuştur. "İlâh" sözcüğünün "ibadet edilen varlık" anlamında kullanılmasının sebebi olarak; bu sözcüğe "ihtiyaçları gideren, işlenen amelin karşılığını veren, sükûnet bahşeden [huzur, rahatlık veren], yücelik, hükmü altına alıp koruyan, musibet anında koruyan" anlamlarının yüklenmiş olması gösterilebilir.
İslâmiyet'in saf tevhit akidesi, tapılacak, ibadet edilecek ve ululanacak olanın; kâinatı ve eşyayı yaratanın, yoktan var edenin sadece Allah olduğunu kabul eder.
Görüldüğü gibi İslâmiyet'teki "Allah" kavramı ile diğer dinlerdeki "ilâh" kavramı arasında tartışmaya yer bırakmayacak nitelikte büyük farklar vardır. Diğer dinlerdeki ilâhlar, bu dinlere mensup olan insanların korkularının, ihtiyaçlarının ürünü olup insanların isteklerine göre şekillenmişlerdir. Hüküm koyma özellikleri olmayan ve insanların korkularının, ihtiyaçlarının ortadan kalkması hâlinde fonksiyonlarını kaybedecek olan bu ilâhlar, insanlarla birlikte var olup insanlarla birlikte yok olurlar.
Oysa İslâm'da kişi, ilâhını kendi ihtiyaçları doğrultusunda edinemez. Zira İslâm, ibadet edilecek ilâhın tek, mutlak yaratıcı [her şeyi yaratan] ve tek hüküm koyucu olduğu esası üzerine oturtulmuştur. İslâm, insanları işte bu ilâha, yani Allah'a iman ve ibadet etmeye çağırmaktadır. İslâm'daki ilâh olan Allah, mutlak yaratıcı olduğundan her şeyden önce de vardır. Varlığı zatı ile kaimdir. Varlığını ayakta tutmak için kendisinden başka hiçbir desteğe ihtiyaç duymaz ve ebedî olduğu için de insanla birlikte yok olmaz.
"İlâh" sözcüğü Kur'an'da hem "Hak olsun batıl olsun, ayırım yapılmaksızın, insanların tapındığı varlık" anlamında, hem de "Gerçekten ibadete lâyık olan Hakk mabut" anlamında kullanılmıştır.
İlâh Edinmek
Yeryüzünde bilgilendirilen ilk insan ve ilk peygamber olan Âdem'le başlayan tevhit inancı, gönderilen her peygamberle birlikte devam etmiş ve peygamberimiz ile kemale ermiştir.
Bütün peygamberler kendilerinden önceki peygamberleri tasdik edici özellikte olan tevhit yolunda mücadelelerini sürdürmüşler, gönderildikleri kavimleri Allah'tan başka ilâhlar edinmemeleri hususunda uyararak onları Allah'a kulluk etmeye çağırmışlardır. Ancak peygamberler bu mücadeleleri sırasında kendilerinin yanında yer alan pek az mümin bulabilmişlerdir. Hatta bazıları içinde bulundukları toplumun sürekli hakaret ve alaylarına maruz kalmışlar, yaşadıkları yerden uzaklaştırılmışlar veya öldürülmüşlerdir.
Peygamberlerin uyarılarını dikkate almayan toplumlar kendi inançlarında ısrar etmişler, kendileri için ilâh olabileceğine inandıkları şeylerin korkulu ve sıkıntılı anlarda kendilerini koruyabileceğini zannederek Allah'tan başka ilâhlar edinmişler ve onlara tapınmaya devam etmişlerdir. Kur'an, bu insanları bize şu şekilde tanıtmaktadır:
81Ve onlar, kendileri için bir güç, şan, şeref olsun diye Allah'ın astlarından ilâhlar edindiler. [Meryem/81]
74Bir de onlar, kendileri yardım olunmaları için Allah'ın astlarından ilâhlar/tanrılar edindiler. [Ya Sin/74]
101Ve onlara Biz haksızlık etmedik; fakat onlar kendilerine haksızlık ettiler, yanlış; kendi zararlarına iş yaptılar. Onun için Rabbinin emri geldiğinde, Allah'ın astlarından taptıkları tanrıları, onlara hiçbir şey sağlamadı ve onlara ziyandan başka bir şey arttırmadılar. [Hud/101]
20,21Ve onların Allah'ın astlarından yakardıkları şeyler herhangi bir şey oluşturamazlar, kendileri oluşturulmuşlardır, ölülerdir, diri değildirler. Ne zaman dirileceklerini de tam bilemezler.
22Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Artık âhirete inanmayan şu kimseler; onların kalpleri, tanıtmamaya çalışmaktadır ve onlar, kendilerinin büyük olduğuna inanan kimselerdir. [Nahl/20, 22]
66Gözünüzü açın! Göklerde olan kimseler ve yeryüzünde olan kimseler kesinlikle Allah'ındır. Ve Allah'ın astlarından istekte bulunan kimseler, eş tuttuklarına tâbi olmuyorlar. Onlar sadece zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan söylüyorlar. [Yunus/66]
88Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'nun Zatından başka her şey yok olacaktır. Yasa-ilke, yalnızca O'nundur. Siz de ancak O'na döndürüleceksiniz. [Kasas/88]
Bu ayetlerden şu neticeleri çıkarmak mümkündür:
- Cahiliye devri insanları kendilerine korkulu ve sıkıntılı anlarında dua edip yardıma çağırdıkları ilâhlar ediniyorlardı.
- Bu ilâhlar sadece cinler, melekler ve putlardan ibaret değildi. Daha önce yaşayıp ölmüş olan şahıslar da tapınılan ilâhlar arasında idi. Nitekim "Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler" (Nahl 21) ayeti bunu ispatlamaktadır.
- Müşrikler, ilâh edindikleri putların kendilerinin dua ve yakarışlarını işittiklerini ve kendilerine yardım edebilecek güçlere sahip olduklarına inanıyorlardı.
Bu neticelerden yola çıkılarak ilâh edinmenin dua ve yakarışları işitebilecek ve gereğini yapabilecek bir gücün varlığına inanmak ve o gücü benimsemek olduğu söylenebilir. Bu tarife göre, insan bu gücün sadece Allah'ta olduğuna inanıyor ve buna göre davranıyorsa Allah'ı ilâh edinmiş olmaktadır. Eğer bu güce sahip başka "şey"lerin de varlığına inanıyor ve buna göre davranıyorsa, Allah'tan başka "şey"leri de ilâh edinmiş sayılmaktadır.
Ancak, hayatın içindeki sebep-sonuç yasaları gereğince insanların birbirlerinden aldıkları yardımların bu anlama gelmeyeceği tabiîdir. Meselâ bir insanın aç karnını doyurmak üzere başka birinden talepte bulunması ya da hastalığını iyileştireceğini umduğu bir doktordan yardım istemesi, yardım istediği bu kişileri ilâh edindiği anlamına gelmez. Çünkü bu şartlarda istenen yardımlar, hayatın doğal akışı içinde, bazı insanların sahip oldukları imkânlar ve bilgiler sayesinde başkalarına yapabilecekleri yardımlardır. Zaten Yüce Allah bu durumu, işlerini birbirlerine gördürmek için insanları farklı yarattığını söylemek suretiyle Kur'an'da açıkça belirtmiştir. Ama yukarıdaki örneğe göre, karnı acıkan veya hasta olan insan, ihtiyaçlarını gidermek üzere bir ölüden, bir nesneden [puttan] veya bu ihtiyaçları karşılayacak imkân ve bilgisi bulunmayan herhangi birisinden doğaüstü yollarla yardım umarsa, o "şey"i ilâh edinmiş olur.
Günümüzde pek sık rastlanan şekli ile; bir ölüden veya bir diriden ihtiyaçlarının karşılanması [para, ev, araba, iş], bozuk sağlığının iyileştirilmesi veya iyi olan sağlığının bozulmaması gibi konularda talepte bulunmak, talepte bulunulanın ilâh edinilmesinden başka bir şey değildir. Keza, yeni evlenen çiftlerin kendilerine mutluluk getireceğine inanarak çeşitli şahısların mezarlarını ziyaret etmeleri ve adaklar adamaları da Allah'tan başka ilâhlar edinmenin ve Allah'a ortak koşmanın en belirgin örneklerindendir.
Aslında insanın ilâh edindiği nesnelere dua etmesine ve onlardan yardım dilemesine sebep olan düşünce, o nesnelerin tabiat kanunları üzerinde hükmünü geçirmeye ve tabiat kanunlarının nüfuzu dışında bir kuvvete sahip olduğunu zımnen kabul etmesidir.
Yüce Allah, kendisinden başka ilâh edinenlerin durumlarını Kur'an'da şu şekilde açıklamaktadır:
27,28Kesinlikle, Biz kendi komşularınız olan memleketleri değişime/yıkıma uğrattık. Âyetleri, onlar dönsünler diye tekrar tekrar açıkladık. Öyleyse Allah'ın astlarından güya O'na yakınlığa vesile edindikleri düzme tanrılar, onların azabını savmaya yardım etmeli değil miydi? Tersine o düzme tanrılar kendilerinden ayrılıp kayboldular. Bu, onların yalanlarıdır/uydurmakta oldukları şeydir. [Ahkâf/27, 28]
İnsanların gerçek yaratıcıyı bırakıp kendi elleriyle yaptıkları putları ilâh edinmelerinin başlangıcı ise Kur'an'da şöyle bildirilmiştir:
21-24Nûh: "Rabbim! Şüphesiz toplumum bana isyan etti. Malı ve evladı kendisine zarardan başka bir şey vermeyen kimseye uydular. Ve onlar büyük tuzaklar kurdular. Ve ‘Sakın ilâhlarınızı bırakmayın. Ve sakın Vedd, Suvâ, Yagûs, Yeûk ve Nesr'i bırakmayın’ dediler. Kesinlikle birçoklarını da saptırdılar. Sen de o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlara sadece sapıklığı arttır" dedi. [Nuh/21-24]
Ayette bahsi geçen bu putlar, tarihî belgelerden öğrendiğimize göre, daha sonraları Arabistan yarımadasının değişik yerlerinde yeniden dikilmiştir.
Eski çağlarda yaşamış, tevhit inancından habersiz kavimler de insan davranışları gösteren pek çok ilâh edinmişlerdir. Meselâ; Eski Mısır'ın mitolojik dinlerinde, bir kaynağa göre zaman, bir başka kaynağa göre yeryüzü ilâhı Keb [veya Geb] ile gökyüzü tanrıçası Nut'un [Neuth, Nuit] evlenmesinden meydana gelen Osiris, kıskançlık yüzünden Seth [Set] tarafından öldürülerek on iki [ya da on dört] parçaya bölünmüştü. Eski Çin dini olan Sinizm'e göre tanrı Çang-Ti'nin soyundan gelen Çin hükümdarları, göğün oğulları idi. Hint dinlerindeki ilâhlar da, her türlü beşerî eksikliklerden uzak değillerdi. Meselâ, gök gürültüsü, yağmur, fırtına gibi olayların ilâhı olan ve yıldırım ile şimşeği silâh olarak kullanan İndra, çok zalim ve gaddar bir ilâhtı. Keza Sümerlerin ilâhı olan Marduk, ulûhiyyeti diğer tanrılarla savaşarak tıpkı insanlar arasındaki krallar gibi elde etmişti. İran dini Mecusîlik'te ise bir kaynağa göre iyilik tanrısı olan Hürmüz ile kötülük tanrısı Ehrimen, başka bir kaynağa göre Bilge Tanrı Ahura Mazda'nın kendi iradesi ile yarattığı ve sonradan iyilik ve kötülük ilkelerine dönüşen iki ruh Ormazd [Hürmüz] ile Ehrimen, devamlı savaşırlardı. Hangisi galip gelirse ona bağlı olarak yeryüzünde iyilik veya kötülük galip gelmekte idi. Bugünkü Avrupalıların ataları olan Keltlerin dininde, insanlar vahşîce ilâhlara kurban edilirdi. Azteklerin, bir kaynağa göre harp tanrısı olarak kabul ettikleri Çiçli-Puçli, başka bir kaynağa göre ise Savaş ve Güneş Tanrısı Huitzilopochtli, insan yüreği yemekten hoşlanan zalim ve savaşçı bir ilâhtı. Yahudilerin millî ilâhı olan Yehova [YHVH, YAHVE, YeHoVah], kendi kavmi olan İsrailoğullarının dışında kalan kavimlere karşı son derece zalim ve gaddardı. Bunların yanında Eski Yunan'ın mitolojik Olimpos tanrılarını da unutmamak gerekir. Ayrıca orta Asya Türklerinin çeşitli nesneleri, özellikle kendilerini kurtardığına inandıkları bir kurdu nasıl ilâhlaştırdıkları bilinmektedir. [İslâm Ansiklopedisi ve Ana Britannica]
Bugünkü Batı dünyası, Yunan ve Roma çoktanrıcılığını, ismi dışında her şeyi ile aynen almıştır. Batı dillerinde ilâh karşılığı olarak kullanılan kelimeler [İngilizce "God", Almanca "Gott", Fransızca "Dieu", İtalyanca "Dio"], temelde Yunanca Theos ve Lâtince Deivo kelimelerine, bu kelimeler de Yunan mitolojisinin insan şeklindeki tanrı anlayışına dayanmaktadır. Eski Yunan'dan kaynaklanan ve genellikle beşerî zaaf ve eksiklik taşıyan bu ilâh anlayışı, önce Roma'ya, oradan da Hıristiyanlığa geçmiş ve İsa ile Meryem heykelleri, mabetlerin vazgeçilmez putları hâline getirilmiştir.
Görüldüğü gibi İslâm ile diğer dinlerin ilâh anlayışı birbirinden çok farklı olup İslâm dışındaki dinler, saf tevhide ve tevhitte var olan her şeyden arındırılmış Allah anlayışına bir türlü yaklaşamamışlardır. Bu dinler İslâmiyet'in ilâh anlayışına kavram olarak yaklaşamadıkları gibi isim olarak da yaklaşamamışlar, ilâhlarına "Tanrı", "Rab", "İlâh", "Huda", "Çalap" gibi isimler vermişler ama "Allah" ismini hiç vermemişler, belki de verememişlerdir.
İslâmiyet'teki ilâh inancı, 3. ayetin bildirdiği gibi, O'nun sadece Müslümanların değil, tüm insanların ilâhı olduğu gerçeğine dayanmaktadır.
Rabbünnâs [İnsanların Rabbi]
"Rabb" sözcüğünün "Terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak birtakım hedeflere götüren, tekâmülü programlayıp yöneten" anlamına geldiği ve "Yaratıcı", "ilâh" gibi kavramlarla karıştırılmaması gerektiği daha önce ifade edilmişti. Yüce Allah da bu surenin 1. ayetinde "insanların Rabbine", 3. ayetinde de "insanların İlâhına" ibarelerini aynı cümle içinde kullanmak suretiyle "Rabb" ve "İlâh" sözcüklerinin farklı anlamlar taşıdığını göstermiştir.
Hiç şüphesiz Allah bütün varlıkların Rabbidir. Fakat görüldüğü gibi, ayette "Rabbünnas/insanların Rabbi" denilmiştir. Bunun nedenleri hakkında şunlar söylenebilir:
- Evrende yaratıkların üstünü insanlardır.
- Burada sığınması emredilen, insanlardır. İnsan bu suredeki ifadeler ile sığınma yaptığı vakit "Ey Rabbim, Ey İlâhım, Ey Melikim sana sığınıyorum" demiş olur.
- Buradaki sığınma, insanların göğüslerindeki [kalplerindeki, zihinlerindeki] vesvese veren "hannas"ın şerrinden sığınmadır. "İnsanlara vesvese veren hannasın şerrinden, insanların işlerine hâkim olan Rablerine sığınırım. O Rabb, insanların ilâhıdır, mabududur" denilerek yapılan bir sığınmadır. Bu sığınma, tıpkı bir kölenin, tehlikeye maruz kaldığında hizmetinde bulunduğu velisine yönelip yardım istemesi gibidir.
Dikkat edilirse, Rabbimiz Felâk suresinde sığınılması gereken dört şey için tek bir sıfatını zikretmişti. Burada işin ciddiyetine binaen sığınılması gereken tek bir şey için üç sıfatını zikretmektedir. Buradan da "hannas"ın insanlara ne derece zarar verebileceği anlaşılmaktadır.
Hannasın kötü fısıltılarının şerrinden,
Ki o, insanların göğüslerinde vesvese verir.
Gerek cinlerden gerekse insanlardan.
Allah'a sığınılması gereken haricî [dış] düşmanlar, Felâk suresinde tanıtılmıştı. Bu surede ise içimizdeki düşman tanıtılmaktadır. Bu düşman geri plânda gizlenmiş olarak durmakta, kötülüğe sürüklemek için sürekli vesvese vermekte, sinsi telkinlerde bulunarak zarar vermek istemektedir.
1 - 3. ayetler grubunda olduğu gibi, bu ayetler grubunda da bazı sözcüklerin anlamları üzerinde teker teker durmakta yarar görüyoruz:
Vesvâs
Vesvese "alçak bir sesle, fısıltı ile gizli bir düşünce aşılamak, bir işe, eyleme yöneltmek" demektir. Kur'an'da bu sureden başka A'râf suresinin 20. ayetinde, Kaf suresinin 16. ayetinde ve Ta Ha suresinin 120. ayetinde geçmektedir.
Hannâs
"Hannas" sözcüğü, "hunus" kökünden türemiş mübalâğa ism-i faili olup, "Çok sinsi, gizlenen, gizlilik siyaseti güden" anlamındadır. Bu sözcüğün farklı bir kalıbı olan "hunnes" sözcüğünü Tekvir suresinin 15. ayetinde görmüştük.
"Hannas" sözcüğünü "gizli düşman, derin düşman" olarak da ele alabilir ve buradan yola çıkarak bu gizli düşmanı iki grupta inceleyebiliriz:
- Birinci grup gizli düşman, içimizdeki gizli düşmandır. Bu bizim içimizdeki şeytanımızdır; ham düşüncemiz, İblistir. Yani hevamızdır, kötü huylarımızdır, egomuzdur, nefsimizdir. Nitekim Rabbimiz bunu bize şöyle bildirmiştir:
16Ve andolsun insanı Biz oluşturduk. Nefsinin kendisine neler fısıldadığını da biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız. [Kaf/16]
Gizli düşmanın dışarıda değil de insanın içinde olduğunun vurgusu 5. ayette "fi suduri’n-nâs [insanların göğüslerinde; kalplerinde, akıllarında, zihinlerinde] denilmek suretiyle yapılmıştır. Bu ayeti bilgisizce "göğüslerine/kalplerine, akıllarına, zihinlerine" şeklinde çevirenler kesinlikle büyük bir yanlış içindedirler. Çünkü ayetin bu şekilde çevrilmesi için orijinalinin "ilâ sudurinnas" olması gerekmektedir. Hâlbuki ayet "fi suduri’n-nâs" şeklindedir. Yani 4. ayette sözü edilen "hannas", işlevini dışarıda değil, göğüslerde [kalplerde, akıllarda, zihinlerde] yapmaktadır. Dolayısıyla gizli düşman kendi içimizde faaliyet göstermektedir.
- İkinci grup gizli düşman ise toplum içindeki hannastır. Bunlar, toplumun beyni konumundaki kurumlara yerleşip oradan toplumun fesadı için vesvese verirler, toplumun zararına neden olurlar. Yine bunlar, çevremizdeki şeytanlaşmış kişiler, güçler ve kurumlardır. Toplumda kendilerini doğrudan hiç göstermezler, sürekli piyon kullanırlar. Ya da değişik etkileme yollarıyla [şiir, resim, müzik, sinema, tiyatro, televizyon, kitap, okul gibi araçlarla] zehirlerini zerk ederler, akıl ve fikirleri çelerek kişileri ve kuruluşları yönlendirir, türlü fenalıklara düşürürler. Bunlar insanları Allah yoluna gitmekten alıkoyar, hatta din ve imandan çıkarır, ya da din ve imana gelmelerine engel olur, onları ebedî felâkete sürüklerler. Bu ikinci grup "hannas", En'âm suresinde bize şöyle açıklanmıştır:
121Ve üzerine Allah'ın adı anılmayan şeylerden yemeyin. Ve şüphesiz o, tam bir yoldan çıkıştır. Ve şüphesiz şeytanlar kendi yakın kimselerine sizinle mücâdele etmeleri için gizlice telkinde bulunurlar. Ve eğer onlara boyun eğerseniz şüphesiz siz ortak koşan kimseler oldunuz demektir. [En'âm/121]
112,113Böylece Biz, her peygamber için gizli-açık şeytanlarını düşman yaptık: Ki dünya malına aldanmaktan dolayı, âhirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan hoşnut olsun ve yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü gizlice telkinde bulunur/fısıldar. –Ve şâyet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve uydurdukları şeyleri bırak!– [En'âm/112, 113]
Ayette geçen "vahyeder" sözcüğü, "gizli gizli, sinsi sinsi telkinde bulunur, bilgi verir" demektir. Tam karşılığı olmasa da "fısıldar" diye de açıklanabilir. Aynı sözcüğü 121. ayette de görmek mümkündür.
En’âm suresinin 112. ayetinden anlaşılmaktadır ki, peygamberlerin açık ve gizli düşmanları vardır. Bunlar birbirleriyle gizli gizli iş birliği yapmaktadırlar. Birbirlerine cazibeli sözler öğretmektedirler. Bu sinsi plânlarının gerekçeleri ise şunlardır:
- Dünya malına, menfaatine aldanmak: Çünkü onlar toplumun asalakları olup dünya malına her şeyin üstünde değer vermektedirler. Peygamberler ise onların düzenlerini bozmakta, çıkarlarına engel olmaktadırlar.
- Ahirete inanmayanların [henüz Müslüman olmamışların] kalplerini Kur'an'a alternatif olarak ürettikleri süslü sözlere yöneltmek.
- Bu sözlerle ahirete inanmayanları [henüz Müslüman olmamışları] memnun etmek.
- Böylece işlemekte oldukları suçu işlemeye devam ederek dümenlerini döndürmek, gemilerini yüzdürmek, saltanatlarını sürdürmek, sömürü düzenini devam ettirmek. Kısaca çıkarlarını devam ettirmek.
Bu sinsi şer yöntemlerinden biri de çağımızda icat edilmiş olan "Subliminal Advertising" yöntemidir. Bu deyim Türkçe'ye "Bilinçaltına Gömülen/İşlenen Reklâmlar" diye çevrilmektedir.
Bu tip reklâmlara ve imgelere maruz kalanlar, gerçekte bilinçli algı seviyesinin çok altındaki uyarıcılara maruz kalmaktadırlar. Bu tip uyarıcıların insanlar tarafından algılandığını kanıtlayan en önemli deney 1957 yılında James M. Vicarı tarafından yapılmıştır. Kısaca anlatılacak olursa; bir filmi izleyen deneklere "kola için ve patlamış mısır yiyin" yazıları her 5 saniyede bir ve saniyenin 1/3000'i gibi kısacık sürelerde gösterilmiş ve sonuç olarak kola satışlarının %18.1, mısır satışlarının ise %57.5 oranında arttığı gözlenmiştir.
Bir araştırmaya göre bu tip mesajlar kişilerin ilgi alanına girmeyen konularda uygulanınca sonuçsuz kalmakta, meselâ koladan nefret eden kişiler bu şekilde güdülenememektedir.
Sigarayı bıraktırma, çevreyi koruma kampanyaları gibi olumlu amaçlar için kullanılabilen bu yöntem, olumsuz amaçlar için de kullanılabilmektedir. Meselâ bu yöntemle "annenize saldırın" mesajı alan deneklerde depresif hâller oluştuğu gözlenmiştir. Etkilerinin kısa süreli olduğu deneylerle anlaşılmış olan bu yöntemle yapılan reklâmlar, bazı ülkelerde ahlâkî gerekçelerle yasaklanmıştır.
Cinn
Bu sure vasıtası ile Kur'an'da yeni tanıştığımız bir diğer kavram da "cinn" kavramıdır. Ancak "cinn" kavramının iyi anlaşılabilmesi için, bu kavramla birlikte, aralarındaki yakın bağ dolayısıyla, "ins" kavramına, "ins ve cinn" ifadesinin ne anlama geldiğine, daha sonra da kısaca "şeytan" ve "İblis" kavramlarına değinmek gerekmektedir.
"Cinn", halk kültüründe "İnsan gibi yiyip içen, üreyen, inanan, bazen ehil insanlarca işçi gibi çalıştırılan, olağanüstü güç ve bilgilere sahip, insanları çarpan, istediklerine zarar veren, erdirici, yüksek değerler ilham eden gizli destekçi güç, görünmeyen yaratık" olarak bilinmektedir.
"Cinn" sözcüğü "cenn" kökünden türemiş bir sözcük olup sözcüğün asıl anlamı "bir şeyi duyulardan saklamak"tır. Arapça'da "Cennehülleylü [gece onu örttü], ecennehü [onu örttürdü], cenne aleyhi [üzerine örttü]" şekillerinde kullanılır. [Lisanü’l Arab, "c n n" mad.] Nitekim Kur'an'da, İbrahim peygamberi konu alan bir pasajda "felemma cenne aleyhilleylü [ne zaman ki gece kendisini sakladı, yani iyice karanlık çöktü]" şeklinde yer almıştır (En'âm; 76).
Aşağıdaki sözcükler de "cenn" kökünden türemiştir:
Cennet: "Toprağı ağaç yapraklarıyla saklanmış yer" demektir.
Cinnet: "Aklı, fikri saklanmak, delirmek" demektir.
Cenin: Ana karnında saklandığı için bu adı almıştır.
Cünnet: "Savaşta kullanılan kalkan"; kişiyi oktan mızraktan sakladığı için bu ad verilmiştir.
Netice olarak bütün eski ve yeni sözlüklerde "İnsanın beş duyusuyla kavrayamadığı, algılamaya kapalı, mevcudiyeti kesin olan varlıklara veya güçlere cinn dendiği" yer alır.
Kur'an bu sözcüğü "mikrop, elektrik, mıknatıs, ışın, radyasyon, ajan [casus], yabancı, kimliği belirsiz kimse" anlamlarında kullanmıştır. Bu kullanımların detayı Cinn suresinin tahlilinde karşımıza çıkacaktır.
İns, İnsan
"İnsan" sözcüğü, "fi'liyan" kalıbında olup "ens" sözcüğünden türemiştir ve aslı "insiyan"dır.
Sözcük anlamı "beş duyu ile hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran" demektir. [Lisanü’l Arab, " e n s" mad.]
Sözcüğün anlamı bu olmasına ve evrendeki tüm görünebilen varlıkları kapsamasına rağmen bu sözcüğün sırf insana isim olarak verilmesinin nedeni, insanın yaratılışı itibariyle karşılıklı ünsiyete muhtaç oluşudur. Yani insanın sosyal bir varlık olması, başka varlıklar ile ve özellikle de insanlar ile ilişki kurmadan yapamamasıdır.
İbni Abbas gibi bazı tefsirciler "insan" sözcüğünün "nisyan" sözcüğünden türemiş olduğunu ve insan verdiği sözleri unuttuğu için bu isimle isimlenmiş olduğunu söylemiş olsalar da, bu görüş hem dil bilimciler tarafından itibar görmemiştir, hem de Kur'an'daki kullanımına terstir.
"İns ve Cinn"
Cinn konusu kapsamı içerisinde, hassas ve Kur'an'ı doğru anlamak için çok önemli bulduğumuz bir noktayı açıklamak zorundayız. Bu mesele "ins" ve "cinn" sözcüklerinin "ins ve cinn" şeklinde bir arada ve bir takım hâlinde kullanılmasıdır. Bu birleşik ifade genellikle "İnsanlar ve Cinler" olarak çevrilmektedir. Hâlbuki bu birleşik ifadelerde sözcüklerin anlamı farklılaşmakta, başkalaşmakta ve zenginleşmektedir.
Bu durumu, Kur'an'dan örnek vererek açıklamakta yarar vardır:
- Mağrib [batı] ve meşrik [doğu] sözcükleri, "batı-doğu" şeklinde söylendiğinde anlam, sadece iki yönü kapsamaz, bütün yönleri kapsar. Örnek olarak Müzzemmil suresinin 9. ayetinde "Rabbu’l-Meşrikı ve’l-Mağribi [Doğunun, Batının Rabbi]" ifadesi, sadece doğu ile batıyı anlatmayıp tüm yönleri ve mekânları ifade etmektedir. Bu da "Allah her yerin Rabbidir" demektir. Bu iki sözcüklü birleşik ifade ile ilgili diğer örnekler şunlardır: Nur 35, Bakara 115, 142, 177, Şuara 28, Rahman 17.
- Dünya ve ahiret sözcükleri beraber söylendikleri zaman "her yer ve her zaman" anlamını ifade eder. Bu sözcükler ile ilgili Kur'an ayetleri şunlardır: Bakara 217, 220, Âl-i Imran 22, 45, 56, Nisa 134, Tövbe 69, 74, Yunus 64, Yusuf 101, Hacc 15, Nur 14, 19, 23 ve Ahzab 57.
- Yaş, kuru sözcükleri beraberce kullanıldıkları zaman "her şey, her ne varsa" anlamını içerir. Örneğin En'âm suresinin 59. ayetindeki "... Yaş ve kuru hiçbir şey yok ki, apaçık bir kitapta bulunmasın" ifadesi sadece yaşı ve kuruyu değil, canlı veya cansız her şeyi ifade etmektedir.
- Sabah, akşam sözcükleri de Kur'an'da farklı ifadeler içinde sıkça yer almakta ve "daima, her zaman" anlamına gelmektedir. Bu sözcükler ile ilgili ayetler de şunlardır: A'râf 205, Ra'd 15, Nur 36, Mümin 46, 55, En'âm 52, Kehf 28, Meryem 11, 62, Fetih 9, Furkan 5, Ahzab 42, İnsan 25, Âl-i Imran 41.
Görüldüğü gibi, birbirinin zıt anlamlısı olan sözcükler birlikte bir kalıp hâlinde kullanıldığında, kalıbın anlamı sözcüklerin özel anlamlarından farklılaşmakta, zenginleşmektedir.
Konumuz olan "ins ve cinn" kalıbında da durum aynıdır. Kalıbı oluşturan sözcüklerin anlamlarına bakıldığında, "cinn"in algılanamayan varlık, "ins"in ise algılanabilen varlık olması dolayısıyla, "cinn" ve "ins" sözcüklerinin birbirlerinin karşıtı olan sözcükler olduğu görülmektedir.
Bu karşıtlık, "insan" ve "cin"in yaratılışları konusunda bizi bilgilendiren Kur'an ayetlerinde de görülmektedir:
14,15O, görünen, bilinen varlıkları pişmiş çamur gibi kuru balçıktan/değişken bir maddeden oluşturdu. Görünmez varlıkları, güçleri de ateşin dumansızından/enerjiden oluşturdu. [Rahman/14, 15]
26,27Ve andolsun ki Biz, insanı; görünen, bilinen varlıkları çınlayan kilden, işlenebilen çamurdan/hâlden hâle giren bir maddeden oluşturduk. Ve cânnı; görünmez varlıkları da daha önce, en ince delikten bile geçebilen yakıcı bir esintinin ateşinden/engel tanımayan enerjiden oluşturmuştuk. [Hicr/26, 27]
Öyleyse ayetlerdeki "cann ateşten yaratılmıştır" ifadesinin anlamı, "elektrik, manyetik dalgalar, şua gibi gözükmez güçler enerjiden yaratılmıştır" demektir. "İnsan topraktan yaratılmıştır" demenin anlamı da "beş duyuyla hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran varlıklar maddeden yaratılmıştır" demektir.
Anlamlarının birbirlerine zıt olduğunu gördüğümüz "ins" ve "cinn" sözcükleri, birlikte bir kalıp hâlinde kullanıldıklarında, "gördüğünüz-görmediğiniz, bildiğiniz-bilmediğiniz, tanıdığınız-tanımadığınız, yani herkes ve her şey" anlamına gelmektedir. Bunun Kur’an’daki örnekleri ise şunlardır:
56,57Ben, bilmediğiniz ve bildiğiniz, gelmiş geçmiş herkesi yalnızca, Bana kulluk etsinler diye oluşturdum. Ben, onlardan herhangi bir rızık istemiyorum. Ben, onların Beni yedirmelerini de istemiyorum. [Zariyat/56]
88De ki: "Andolsun ki bugünün, yarının tüm insanları, bu Kur’ân'ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, onun benzerini kesinlikle getiremezler." [İsra/88]
5Doğrusu biz, bildik-bilmedik her kişinin Allah'a karşı asla yalan söylemeyeceğine inanıyorduk. [Cinn/5]
33Ey cin ve ins toplulukları! Eğer göklerin ve yerin kenarlarından aşıp geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşın, ancak üstün bir güç olmadan aşamazsınız. [Rahman/33]
56Oralarda, daha önce bildik, bilmedik, geçmiş, gelecek hiç kimse tarafından dokunulmamış; el ve göz değmemiş, bakışlarını dikenler vardır. [Rahman/56]
Bu konudaki diğer örnekler şunlardır: En'âm 112, 130, A'râf 38, 179, Fussilet 25, 29, Ahkâf 18, Neml 17, Rahman 39, 74, Nass 6, Hud 119 ve Secde 13.
Şeytan
Şeytan Kur'an'da kötülüğün sembolü olup kötülük ve şer telkin eden her şey "şeytan" olarak isimlendirilir. Kötülük telkin eden bir insana "şeytan" dendiği gibi, kıskançlık, öfke gibi kötü duygulara da "şeytan" denilmiştir. Dolayısıyla şeytan görünmez ve müstakil bir varlık değildir. Kur'an'dan uzak kalmış halk kültürü şeytanı bağımsız, görünmez, insanların başına musallat edilmiş bir düşman varlık olarak benimsemiştir. Aslında Kur'an ile yakın olan bir kimsenin şeytanı böyle bir varlık olarak anlaması ve kabul etmesi mümkün değildir. Çünkü Kur'an, aşağıdaki ayette görüldüğü gibi insanlara da "şeytan" demiştir:
48,49Hani o münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunan; zihniyeti bozuk kimseler, "Şu adamları dinleri aldattı" dedikleri sırada, o kötü niyetli komutan, onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara, "Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım" demişti. Sonra da, ne zaman ki iki topluluk birbirini görür oldu, o, iki topuğu üstünde geri döndü ve: "Şüphesiz ben sizden uzağım. Şüphesiz ben, sizin görmediğinizi görmekteyim, şüphesiz ben, Allah'tan korkmaktayım" dedi. Ve Allah, sonuçlandırması/cezalandırması pek şiddetli olandır. Ve her kim Allah'a işin sonucunu havale ederse bilsin ki şüphesiz Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Enfal/48, 49]
Görüldüğü gibi Kur'an, insanlarla içlerinden biri olarak konuşan bir insandan "şeytan" olarak bahsetmiştir. Bu ayette şeytan olarak nitelenen kişinin kimliği hakkında tarihî bilgiler ve tüm rivayetler aynı bilgiyi vermektedir. Ne var ki, şeytanı mutlaka bağımsız ve görünmez olarak görmek isteyen bazı eski tefsirciler, ayette şeytan olarak nitelenen kişinin aslında o kişinin kılığına girmiş şeytan olduğunu ileri sürmüşlerdir. İttifakla "şeytan"ın, kılığına girdiği söylenen kişi Ben-i Kenâne kabilesi, Müdlic oğullarından Sürâka b. Mâlik b. Cu'şum'dur. Mekkelilerin Bedir yenilgisini, Sürâka'nın ayette belirtilen davranışına bağlamaları karşısında, eski tefsirciler, Sürâka'nın savaşa gitmediğini hatta savaştan haberi dahi olmadığını, ayette sözü edilenin ise Sürâka kılığına girmiş "şeytan" olduğunu söyleyerek yukarıdaki ayette geçen şeytanı kafalarındaki "şeytan" anlayışına uydurmaya çalışmışlardır. Oysa iddialarını dayandırdıkları ihtimal [Sürâka'nın savaştan habersiz olma ihtimali], inanılması mümkün olmayan ve mantıksız bir ihtimaldir. Çünkü birkaç bin hanelik bir kentte yaşayan ve askerî otorite olduğu söylenen birisinin savaştan habersiz kalması söz konusu olamaz.
Kur'an'da insanlar için "şeytan" nitelemesinin yapıldığı bir diğer örnek Bakara suresindedir:
14Onlar, inanmış kimselere rastladıkları zaman da, "İnandık" dediler. Kötü niyetli elebaşlarıyla başbaşa kaldıklarında ise, "Şüphesiz biz sizinle beraberiz, biz sadece alay edenleriz" dediler. [Bakara/14):]
14-16Onlar, toplu olarak sizinle savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından savaşırlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri, kendilerinden az önce, işlerinin günahını tatmış olan, âhirette de kendileri için acı bir azap bulunan kimselerin durumu gibi pek çetindir. Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalpleri, tıpkı, hani insana "Küfret; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddet" deyip de küfredince; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedince de "Kesinlikle ben, senden uzağım; şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım" diyen o şeytanın örneğinde olduğu gibi darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar, aklını kullanmayan bir topluluktur. [Haşr/14-16]
175Şüphesiz ki o şeytan/kötü niyetli insan, kendi yakınlarını korkutur. Onlardan korkmayın, eğer mü’min iseniz Benden korkun. [Al-i ımran/175]
Bu ayette "şeytan" olarak nitelenenler, "görünmez varlık şeytan" değil, münafıkları ayartan ve onlar gibi insan olan akıl hocalarıdır.
Kur'an'da "şeytan"dan bahseden tüm ayetler dikkate alındığında:
- Haramın yenmesini, haksız kazanç elde edilmesini emreden ve öneren,
- Kötülük, hayâsızlık ve Allah'a karşı bilmediğimiz şeyleri söylememizi emreden,
- Bizi fakirlikle korkutan,
- Bizi kuruntulara düşüren,
- Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emreden,
- Bizleri kandırmak için yaldızlı sözler fısıldayan,
- Bize vesvese verip zihin bulandıran,
- Yaptığımız amellerimizle bizi şımartan,
- Bizi azdıran,
- İçki, uyuşturucu ve kumar ile aramıza düşmanlık ve kin sokmak isteyen,
- Allah'ı anmaktan ve salattan geri bırakmak isteyen
kişilerin, güçlerin ve huyların hepsi birer şeytandır.
"Şeytan" başlığı altında çok kısa olarak değinilmesi gereken bir husus da "şeytan-ı racim" kavramıdır. Bu konuda da ne yazık ki Kur'an öğretilerinin dışında bir kabul yaygınlaşmış ve "şeytan" ile "şeytan-ı racim [kovulmuş, lânetlenmiş şeytan]" arasında fark gözetilmeden her iki kavram da aynı olarak kabul edilmiştir. Hâlbuki "Eşşeytanirracim [Kovulmuş Şeytan]", genel şeytandan farklı özel bir şeytandır. Kovulmuş, lânetlenmiş şeytan "İblis"tir. Konunun detaylı incelemesi "İblis" başlığı altında Tekvir suresinde verilmiştir.
Surenin 6. ayeti dilbilgisi tekniği açısından incelendiğinde, ayetin başındaki "min" edatının değerlendirilmesine göre ayetin anlamının değiştiği görülür. "Min" edatının "beyan" için kullanıldığının kabul edilmesi hâlinde, ayetten "hannas"ın "cinn"lerden ve "ins"ten [tanımadıklarımızdan ve iyi tanıdıklarımızdan] istisnasız her insanın içine vesvese verdiği anlaşılır. "Min" edatının "iptida-i gaye" için kullanıldığının kabul edilmesi hâlinde ise "hannas"ın "cinn"ler ve "ins" [tanımadığımız ve iyi tanıdığımız herkes] hakkında vesvese verdiği anlaşılır. "Min" edatının iki şekilde de değerlendirilmesi mümkün olup ayete verilen her iki anlam da doğru ve uygundur. Her iki anlama göre de üzerinde durulması gereken nokta, "ins ve cinn" şeklinde kullanılan bileşik kavramın iki ayrı yaratık grubunu değil, insanların tanınanını-tanınmayanını, bilinenini-bilinmeyenini, kısaca herkesi ifade ettiğidir.
Surenin 6. ayeti için verilen bir başka anlam da eski tefsircilerden Keşşaf sahibinin verdiği anlamdır. Ona göre "suduri’n-nas" ifadesindeki "nas" sözcüğü, bizim "insan" olarak çevirdiğimiz sözcük değildir. Bu sözcük, "unutan kişi" anlamındaki "en-nâsî" sözcüğü olup sözün akışı gereği sonundaki "ye" harfi düşmüştür. Bu takdirde ayetin anlamı "O vesveseci unutanların göğüslerine vesvese verir ki, unutanlar cinn ve instendir" demek olur. Böylece bildik bilmedik herkesin Allah'ı unutabileceği, Allah’ı unutanların da vesvesecilerin vesvesesiyle yoldan çıkarılacağı vurgulanmış olur.
Felâk ve Nass surelerinden oluşan iki sığınma suresi [Muavvezeteyn] birlikte değerlendirildiğinde, toplam beş grubun şerrinden [zararlarından] Rabbimize sığınılmasının emredildiği görülmektedir. Allah’a sığınılmalıdır, çünkü bu beş grupta belirtilen şeylere karşı tedbir alma imkânı yoktur. Bunlar görünmez ve bilinmez düşmanlardır. Bu düşmanlar Allah'a havale edilmeli ve zararlarının Rabbimiz tarafından giderilmesi istenmelidir. Kur'an'da bize bildirilmiş olan geçmiş ümmetlerin sığınma örnekleri de bu beş grupta belirtilenler kapsamındadır.
Sığınılması gereken beş şer/kötülük gurubu ve bu kötülüklerle ilgili ayetler şunlardır:
1- Yaratılanların [afetler] şerri:
Felâk 2;
2- Karanlığın [cehaletin] şerri:
Bakara 67, Hud 47, Mümin 56, Meryem 18, Cinn 6, Duhan 20;
3- Sözleşmelerini bozanların [hainlerin] şerri:
Yusuf 23, 79;
4- Hasetçinin şerri:
Mümin 27, Duhan 19-21;
5- Hannas'ın şerri:
Müminun 97, 98, Meryem 18, Âl-i Imran 36, Fussılet 36, Nahl 98,
A'râf 200, Mümin 56 ve Nâs suresi.
Bu ayetler bize, Rabbimize hangi konularda sığınmamız gerektiğini örnekleriyle öğretmektedir. Rabbimize sığınmamız gereken hususlara bakarak kendimiz için bir dua adabı geliştirebilir, talepte bulunurken de O’nun o anki talebimize uygun olan isim ve sıfatlarını kullanabiliriz.
Mesela; günahlarımızın affını isteyecek isek: "Ya Ğaffara’z-zünûb! [ey günahları Bağışlayan] Bizi bağışla!"
Rızık isteyecek isek: "Ya Rezzâk [Ey Rızık veren]! Bize bol rızk ihsan eyle!"
Ayıplarımızın örtülmesini isteyecek isek: "Ya Settâra’l-uyûp! [Ey ayıpları Örten] Ayıplarımızı ört!" diyebiliriz.
Felâk ve Nass sureleri bize Rabbimize sığınacağımız konuları bildirdiğine göre, başlarındaki "qul [de ki]" sözcüğünü kaldırmak suretiyle bu sureleri de birer dua olarak dile getirebiliriz.
İnsanların Rabbi!
İnsanların hükümdarı.
İnsanların ilâhı.
Surenin ikinci ve üçüncü ayetleri, birinci ayetin Atf-u beyan'ı [açıklayanı] olup bu ayete açıklık getirmektedir. Bu üç ayetin daha iyi anlaşılması için ayetlerde geçen sözcükler üzerinde teker teker durmakta yarar görüyoruz:
Melik
Allah'ın güzel isimlerinden biri olan "Melik", "hükümdar, kral" demektir. "Melik" sözcüğü, "Me-Le-Ke" fiilinden türemiştir. "Me-le-ke", "malik ve sahip olmak [yönetim gücü]" demektir. Kelime, hem bir şeye sahip olmayı, hem de kuvvetli olmayı çağrıştırır. Sahip ve malik anlamında "melik, malik, melîk" kelimeleri kullanılır. Mastarı olan "mülk" veya "milk", sahip olunan ve üzerinde tasarrufta bulunulan şeyi ifade ettiği gibi, tasarrufta bulunmayı da ifade eder. Bu tasarruf öncelikle insanlar, daha sonra da mallar üzerindeki tasarruftur. Nitekim Yüce Allah için "İnsanların Meliki" denilirken, O'nun insanlar üzerinde mutlak tasarruf sahibi olduğu anlatılmak istenir.
Melik ya da malik olma, malik olunan şey üzerinde istenildiği gibi tasarrufta bulunmayı gerektirir. Bu anlamda, mutlak melik ancak ve ancak Allah'tır; çünkü Kur'an'da mülkün yalnızca Allah'a ait olduğu defalarca tekrarlanmaktadır. Bütün kâinat Allah'ın mülküdür ve Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf sahibidir. Ne var ki, Allah adil, hak ve tek ilâh olduğu için kâinatta hiçbir dengesizlik ve haksızlık olmaz.
İnsan mükerrem kılınarak yeryüzü ve yeryüzündeki varlıklar kendisinin hizmetine verilmiş, Allah'ın indirdiği ile yeryüzünde tasarrufta bulunacağı için yeryüzü mülkü üzerinde kendisine izafî bir meliklik yetkisi tanınmıştır. Bu yetki mutlak anlamda bir yetki olmadığı gibi, insanın keyfine de bırakılmamıştır. Allah'ın yeryüzündeki hayatın gereği olarak çeşitli biçimlerde, renklerde, yeteneklerde ve çeşitli mesleklere sahip olacak şekilde yarattığı insanlar bu meliklik yetkisine hep birlikte sahiptirler. Dolayısıyla herkesin belli bir tasarruf sahası vardır. Fakat bu tasarruf hiç bir zaman mutlak olmayıp Allah'ın insana tanıdığı alanla sınırlıdır. Bir anlamda sadece bir emanettir. Öte yandan, tek tek insanların nasıl mülk sahibi olacaklarını ve mülklerinde nasıl tasarruf edeceklerini belirten kuralları da Allah her insana ayrı ayrı değil, insanlar arasından seçtiği elçiler vasıtasıyla tüm insanlığa bildirmiş ve genel anlamda yeryüzündeki mülkiyetinin bu elçiler aracılığıyla bildirdiği kurallar doğrultusunda yürütülmesini emretmiştir.
Böylece gerçek Melik olan Allah, yeryüzündeki melikliğini kendi belirlediği sınırlar içinde ve kendi seçtiği elçiler aracılığıyla bildirdiği kurallara uygun olmak üzere, insanlar vasıtası ile kullanır. Allah'ın melikliğini yine O’nun belirlediği sınırlar içinde ve emaneten kullanan insanların görevi, kısmen de olsa kendi tasarruflarına verilen yeryüzünde [Allah'ın mülkünde], Allah'ın iradesinin hâkim olmasını sağlayacak sistemler kurmak, yöneticiler seçmektir. Eğer insanlar bu görevi lâyıkıyla yerine getiremezlerse, Yüce Allah, insanların hak ettikleri özelliklere sahip kişilerin melik/yönetici olmalarına izin vermek suretiyle, yanlış yapan insanları bu dünyada da cezalandırmış olur. Nitekim Musa peygamber ile uğraşan Firavun ve İbrahim peygamber ile uğraşan Nemrut, bu tip cezalandırmanın iki tipik örneğini teşkil etmektedirler.
"Melik" sözcüğünün "hükümdar" veya "devlet başkanı" anlamında kullanılmasına İslâmiyet'in ortaya çıkışından önce de rastlanmakla birlikte, İslâmiyet'i kabul eden devletlerdeki hükümdarlar bu unvanı İslâmiyet'ten önceki dönemlerde genellikle kullanmamışlardır. O zamanlar bu sözcük, yabancı ülkelerin hükümdarlarını ifade etmek için kullanılıyordu. "Melik" sözcüğü İslâm tarihinde ilk olarak Emevî devletinin kurucusu Muaviye tarafından kullanılmıştır. Ancak bu sözcük, peygamberimiz yönetimindeki dönemden [Asr-ı saadetten], Dört Halife [Hulefa-i râşidin] Döneminin sonuna kadar olan zaman içinde, icra edilen yönetim ilkelerine aykırı bir idareyi akıllara getirdiği için, Muaviye'nin "melik" unvanını alması iyi karşılanmamış, hatta bazı âlimler tarafından şiddetle kınanmıştır.
İlâh
Sözlük anlamı "örtünmek, gizlenmek, alışmak ve kulluk" demek olan "ilâh" sözcüğü, genelde "ibadet edilen, tapınılan, ululanan" nesnelerin ortak adı olmuştur. "İlâh" sözcüğünün "ibadet edilen varlık" anlamında kullanılmasının sebebi olarak; bu sözcüğe "ihtiyaçları gideren, işlenen amelin karşılığını veren, sükûnet bahşeden [huzur, rahatlık veren], yücelik, hükmü altına alıp koruyan, musibet anında koruyan" anlamlarının yüklenmiş olması gösterilebilir.
İslâmiyet'in saf tevhit akidesi, tapılacak, ibadet edilecek ve ululanacak olanın; kâinatı ve eşyayı yaratanın, yoktan var edenin sadece Allah olduğunu kabul eder.
Görüldüğü gibi İslâmiyet'teki "Allah" kavramı ile diğer dinlerdeki "ilâh" kavramı arasında tartışmaya yer bırakmayacak nitelikte büyük farklar vardır. Diğer dinlerdeki ilâhlar, bu dinlere mensup olan insanların korkularının, ihtiyaçlarının ürünü olup insanların isteklerine göre şekillenmişlerdir. Hüküm koyma özellikleri olmayan ve insanların korkularının, ihtiyaçlarının ortadan kalkması hâlinde fonksiyonlarını kaybedecek olan bu ilâhlar, insanlarla birlikte var olup insanlarla birlikte yok olurlar.
Oysa İslâm'da kişi, ilâhını kendi ihtiyaçları doğrultusunda edinemez. Zira İslâm, ibadet edilecek ilâhın tek, mutlak yaratıcı [her şeyi yaratan] ve tek hüküm koyucu olduğu esası üzerine oturtulmuştur. İslâm, insanları işte bu ilâha, yani Allah'a iman ve ibadet etmeye çağırmaktadır. İslâm'daki ilâh olan Allah, mutlak yaratıcı olduğundan her şeyden önce de vardır. Varlığı zatı ile kaimdir. Varlığını ayakta tutmak için kendisinden başka hiçbir desteğe ihtiyaç duymaz ve ebedî olduğu için de insanla birlikte yok olmaz.
"İlâh" sözcüğü Kur'an'da hem "Hak olsun batıl olsun, ayırım yapılmaksızın, insanların tapındığı varlık" anlamında, hem de "Gerçekten ibadete lâyık olan Hakk mabut" anlamında kullanılmıştır.
İlâh Edinmek
Yeryüzünde bilgilendirilen ilk insan ve ilk peygamber olan Âdem'le başlayan tevhit inancı, gönderilen her peygamberle birlikte devam etmiş ve peygamberimiz ile kemale ermiştir.
Bütün peygamberler kendilerinden önceki peygamberleri tasdik edici özellikte olan tevhit yolunda mücadelelerini sürdürmüşler, gönderildikleri kavimleri Allah'tan başka ilâhlar edinmemeleri hususunda uyararak onları Allah'a kulluk etmeye çağırmışlardır. Ancak peygamberler bu mücadeleleri sırasında kendilerinin yanında yer alan pek az mümin bulabilmişlerdir. Hatta bazıları içinde bulundukları toplumun sürekli hakaret ve alaylarına maruz kalmışlar, yaşadıkları yerden uzaklaştırılmışlar veya öldürülmüşlerdir.
Peygamberlerin uyarılarını dikkate almayan toplumlar kendi inançlarında ısrar etmişler, kendileri için ilâh olabileceğine inandıkları şeylerin korkulu ve sıkıntılı anlarda kendilerini koruyabileceğini zannederek Allah'tan başka ilâhlar edinmişler ve onlara tapınmaya devam etmişlerdir. Kur'an, bu insanları bize şu şekilde tanıtmaktadır:
81Ve onlar, kendileri için bir güç, şan, şeref olsun diye Allah'ın astlarından ilâhlar edindiler. [Meryem/81]
74Bir de onlar, kendileri yardım olunmaları için Allah'ın astlarından ilâhlar/tanrılar edindiler. [Ya Sin/74]
101Ve onlara Biz haksızlık etmedik; fakat onlar kendilerine haksızlık ettiler, yanlış; kendi zararlarına iş yaptılar. Onun için Rabbinin emri geldiğinde, Allah'ın astlarından taptıkları tanrıları, onlara hiçbir şey sağlamadı ve onlara ziyandan başka bir şey arttırmadılar. [Hud/101]
20,21Ve onların Allah'ın astlarından yakardıkları şeyler herhangi bir şey oluşturamazlar, kendileri oluşturulmuşlardır, ölülerdir, diri değildirler. Ne zaman dirileceklerini de tam bilemezler.
22Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Artık âhirete inanmayan şu kimseler; onların kalpleri, tanıtmamaya çalışmaktadır ve onlar, kendilerinin büyük olduğuna inanan kimselerdir. [Nahl/20, 22]
66Gözünüzü açın! Göklerde olan kimseler ve yeryüzünde olan kimseler kesinlikle Allah'ındır. Ve Allah'ın astlarından istekte bulunan kimseler, eş tuttuklarına tâbi olmuyorlar. Onlar sadece zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan söylüyorlar. [Yunus/66]
88Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'nun Zatından başka her şey yok olacaktır. Yasa-ilke, yalnızca O'nundur. Siz de ancak O'na döndürüleceksiniz. [Kasas/88]
Bu ayetlerden şu neticeleri çıkarmak mümkündür:
- Cahiliye devri insanları kendilerine korkulu ve sıkıntılı anlarında dua edip yardıma çağırdıkları ilâhlar ediniyorlardı.
- Bu ilâhlar sadece cinler, melekler ve putlardan ibaret değildi. Daha önce yaşayıp ölmüş olan şahıslar da tapınılan ilâhlar arasında idi. Nitekim "Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler" (Nahl 21) ayeti bunu ispatlamaktadır.
- Müşrikler, ilâh edindikleri putların kendilerinin dua ve yakarışlarını işittiklerini ve kendilerine yardım edebilecek güçlere sahip olduklarına inanıyorlardı.
Bu neticelerden yola çıkılarak ilâh edinmenin dua ve yakarışları işitebilecek ve gereğini yapabilecek bir gücün varlığına inanmak ve o gücü benimsemek olduğu söylenebilir. Bu tarife göre, insan bu gücün sadece Allah'ta olduğuna inanıyor ve buna göre davranıyorsa Allah'ı ilâh edinmiş olmaktadır. Eğer bu güce sahip başka "şey"lerin de varlığına inanıyor ve buna göre davranıyorsa, Allah'tan başka "şey"leri de ilâh edinmiş sayılmaktadır.
Ancak, hayatın içindeki sebep-sonuç yasaları gereğince insanların birbirlerinden aldıkları yardımların bu anlama gelmeyeceği tabiîdir. Meselâ bir insanın aç karnını doyurmak üzere başka birinden talepte bulunması ya da hastalığını iyileştireceğini umduğu bir doktordan yardım istemesi, yardım istediği bu kişileri ilâh edindiği anlamına gelmez. Çünkü bu şartlarda istenen yardımlar, hayatın doğal akışı içinde, bazı insanların sahip oldukları imkânlar ve bilgiler sayesinde başkalarına yapabilecekleri yardımlardır. Zaten Yüce Allah bu durumu, işlerini birbirlerine gördürmek için insanları farklı yarattığını söylemek suretiyle Kur'an'da açıkça belirtmiştir. Ama yukarıdaki örneğe göre, karnı acıkan veya hasta olan insan, ihtiyaçlarını gidermek üzere bir ölüden, bir nesneden [puttan] veya bu ihtiyaçları karşılayacak imkân ve bilgisi bulunmayan herhangi birisinden doğaüstü yollarla yardım umarsa, o "şey"i ilâh edinmiş olur.
Günümüzde pek sık rastlanan şekli ile; bir ölüden veya bir diriden ihtiyaçlarının karşılanması [para, ev, araba, iş], bozuk sağlığının iyileştirilmesi veya iyi olan sağlığının bozulmaması gibi konularda talepte bulunmak, talepte bulunulanın ilâh edinilmesinden başka bir şey değildir. Keza, yeni evlenen çiftlerin kendilerine mutluluk getireceğine inanarak çeşitli şahısların mezarlarını ziyaret etmeleri ve adaklar adamaları da Allah'tan başka ilâhlar edinmenin ve Allah'a ortak koşmanın en belirgin örneklerindendir.
Aslında insanın ilâh edindiği nesnelere dua etmesine ve onlardan yardım dilemesine sebep olan düşünce, o nesnelerin tabiat kanunları üzerinde hükmünü geçirmeye ve tabiat kanunlarının nüfuzu dışında bir kuvvete sahip olduğunu zımnen kabul etmesidir.
Yüce Allah, kendisinden başka ilâh edinenlerin durumlarını Kur'an'da şu şekilde açıklamaktadır:
27,28Kesinlikle, Biz kendi komşularınız olan memleketleri değişime/yıkıma uğrattık. Âyetleri, onlar dönsünler diye tekrar tekrar açıkladık. Öyleyse Allah'ın astlarından güya O'na yakınlığa vesile edindikleri düzme tanrılar, onların azabını savmaya yardım etmeli değil miydi? Tersine o düzme tanrılar kendilerinden ayrılıp kayboldular. Bu, onların yalanlarıdır/uydurmakta oldukları şeydir. [Ahkâf/27, 28]
İnsanların gerçek yaratıcıyı bırakıp kendi elleriyle yaptıkları putları ilâh edinmelerinin başlangıcı ise Kur'an'da şöyle bildirilmiştir:
21-24Nûh: "Rabbim! Şüphesiz toplumum bana isyan etti. Malı ve evladı kendisine zarardan başka bir şey vermeyen kimseye uydular. Ve onlar büyük tuzaklar kurdular. Ve ‘Sakın ilâhlarınızı bırakmayın. Ve sakın Vedd, Suvâ, Yagûs, Yeûk ve Nesr'i bırakmayın’ dediler. Kesinlikle birçoklarını da saptırdılar. Sen de o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlara sadece sapıklığı arttır" dedi. [Nuh/21-24]
Ayette bahsi geçen bu putlar, tarihî belgelerden öğrendiğimize göre, daha sonraları Arabistan yarımadasının değişik yerlerinde yeniden dikilmiştir.
Eski çağlarda yaşamış, tevhit inancından habersiz kavimler de insan davranışları gösteren pek çok ilâh edinmişlerdir. Meselâ; Eski Mısır'ın mitolojik dinlerinde, bir kaynağa göre zaman, bir başka kaynağa göre yeryüzü ilâhı Keb [veya Geb] ile gökyüzü tanrıçası Nut'un [Neuth, Nuit] evlenmesinden meydana gelen Osiris, kıskançlık yüzünden Seth [Set] tarafından öldürülerek on iki [ya da on dört] parçaya bölünmüştü. Eski Çin dini olan Sinizm'e göre tanrı Çang-Ti'nin soyundan gelen Çin hükümdarları, göğün oğulları idi. Hint dinlerindeki ilâhlar da, her türlü beşerî eksikliklerden uzak değillerdi. Meselâ, gök gürültüsü, yağmur, fırtına gibi olayların ilâhı olan ve yıldırım ile şimşeği silâh olarak kullanan İndra, çok zalim ve gaddar bir ilâhtı. Keza Sümerlerin ilâhı olan Marduk, ulûhiyyeti diğer tanrılarla savaşarak tıpkı insanlar arasındaki krallar gibi elde etmişti. İran dini Mecusîlik'te ise bir kaynağa göre iyilik tanrısı olan Hürmüz ile kötülük tanrısı Ehrimen, başka bir kaynağa göre Bilge Tanrı Ahura Mazda'nın kendi iradesi ile yarattığı ve sonradan iyilik ve kötülük ilkelerine dönüşen iki ruh Ormazd [Hürmüz] ile Ehrimen, devamlı savaşırlardı. Hangisi galip gelirse ona bağlı olarak yeryüzünde iyilik veya kötülük galip gelmekte idi. Bugünkü Avrupalıların ataları olan Keltlerin dininde, insanlar vahşîce ilâhlara kurban edilirdi. Azteklerin, bir kaynağa göre harp tanrısı olarak kabul ettikleri Çiçli-Puçli, başka bir kaynağa göre ise Savaş ve Güneş Tanrısı Huitzilopochtli, insan yüreği yemekten hoşlanan zalim ve savaşçı bir ilâhtı. Yahudilerin millî ilâhı olan Yehova [YHVH, YAHVE, YeHoVah], kendi kavmi olan İsrailoğullarının dışında kalan kavimlere karşı son derece zalim ve gaddardı. Bunların yanında Eski Yunan'ın mitolojik Olimpos tanrılarını da unutmamak gerekir. Ayrıca orta Asya Türklerinin çeşitli nesneleri, özellikle kendilerini kurtardığına inandıkları bir kurdu nasıl ilâhlaştırdıkları bilinmektedir. [İslâm Ansiklopedisi ve Ana Britannica]
Bugünkü Batı dünyası, Yunan ve Roma çoktanrıcılığını, ismi dışında her şeyi ile aynen almıştır. Batı dillerinde ilâh karşılığı olarak kullanılan kelimeler [İngilizce "God", Almanca "Gott", Fransızca "Dieu", İtalyanca "Dio"], temelde Yunanca Theos ve Lâtince Deivo kelimelerine, bu kelimeler de Yunan mitolojisinin insan şeklindeki tanrı anlayışına dayanmaktadır. Eski Yunan'dan kaynaklanan ve genellikle beşerî zaaf ve eksiklik taşıyan bu ilâh anlayışı, önce Roma'ya, oradan da Hıristiyanlığa geçmiş ve İsa ile Meryem heykelleri, mabetlerin vazgeçilmez putları hâline getirilmiştir.
Görüldüğü gibi İslâm ile diğer dinlerin ilâh anlayışı birbirinden çok farklı olup İslâm dışındaki dinler, saf tevhide ve tevhitte var olan her şeyden arındırılmış Allah anlayışına bir türlü yaklaşamamışlardır. Bu dinler İslâmiyet'in ilâh anlayışına kavram olarak yaklaşamadıkları gibi isim olarak da yaklaşamamışlar, ilâhlarına "Tanrı", "Rab", "İlâh", "Huda", "Çalap" gibi isimler vermişler ama "Allah" ismini hiç vermemişler, belki de verememişlerdir.
İslâmiyet'teki ilâh inancı, 3. ayetin bildirdiği gibi, O'nun sadece Müslümanların değil, tüm insanların ilâhı olduğu gerçeğine dayanmaktadır.
Rabbünnâs [İnsanların Rabbi]
"Rabb" sözcüğünün "Terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak birtakım hedeflere götüren, tekâmülü programlayıp yöneten" anlamına geldiği ve "Yaratıcı", "ilâh" gibi kavramlarla karıştırılmaması gerektiği daha önce ifade edilmişti. Yüce Allah da bu surenin 1. ayetinde "insanların Rabbine", 3. ayetinde de "insanların İlâhına" ibarelerini aynı cümle içinde kullanmak suretiyle "Rabb" ve "İlâh" sözcüklerinin farklı anlamlar taşıdığını göstermiştir.
Hiç şüphesiz Allah bütün varlıkların Rabbidir. Fakat görüldüğü gibi, ayette "Rabbünnas/insanların Rabbi" denilmiştir. Bunun nedenleri hakkında şunlar söylenebilir:
- Evrende yaratıkların üstünü insanlardır.
- Burada sığınması emredilen, insanlardır. İnsan bu suredeki ifadeler ile sığınma yaptığı vakit "Ey Rabbim, Ey İlâhım, Ey Melikim sana sığınıyorum" demiş olur.
- Buradaki sığınma, insanların göğüslerindeki [kalplerindeki, zihinlerindeki] vesvese veren "hannas"ın şerrinden sığınmadır. "İnsanlara vesvese veren hannasın şerrinden, insanların işlerine hâkim olan Rablerine sığınırım. O Rabb, insanların ilâhıdır, mabududur" denilerek yapılan bir sığınmadır. Bu sığınma, tıpkı bir kölenin, tehlikeye maruz kaldığında hizmetinde bulunduğu velisine yönelip yardım istemesi gibidir.
Dikkat edilirse, Rabbimiz Felâk suresinde sığınılması gereken dört şey için tek bir sıfatını zikretmişti. Burada işin ciddiyetine binaen sığınılması gereken tek bir şey için üç sıfatını zikretmektedir. Buradan da "hannas"ın insanlara ne derece zarar verebileceği anlaşılmaktadır.
Hannasın kötü fısıltılarının şerrinden,
Ki o, insanların göğüslerinde vesvese verir.
Gerek cinlerden gerekse insanlardan.
Allah'a sığınılması gereken haricî [dış] düşmanlar, Felâk suresinde tanıtılmıştı. Bu surede ise içimizdeki düşman tanıtılmaktadır. Bu düşman geri plânda gizlenmiş olarak durmakta, kötülüğe sürüklemek için sürekli vesvese vermekte, sinsi telkinlerde bulunarak zarar vermek istemektedir.
1 - 3. ayetler grubunda olduğu gibi, bu ayetler grubunda da bazı sözcüklerin anlamları üzerinde teker teker durmakta yarar görüyoruz:
Vesvâs
Vesvese "alçak bir sesle, fısıltı ile gizli bir düşünce aşılamak, bir işe, eyleme yöneltmek" demektir. Kur'an'da bu sureden başka A'râf suresinin 20. ayetinde, Kaf suresinin 16. ayetinde ve Ta Ha suresinin 120. ayetinde geçmektedir.
Hannâs
"Hannas" sözcüğü, "hunus" kökünden türemiş mübalâğa ism-i faili olup, "Çok sinsi, gizlenen, gizlilik siyaseti güden" anlamındadır. Bu sözcüğün farklı bir kalıbı olan "hunnes" sözcüğünü Tekvir suresinin 15. ayetinde görmüştük.
"Hannas" sözcüğünü "gizli düşman, derin düşman" olarak da ele alabilir ve buradan yola çıkarak bu gizli düşmanı iki grupta inceleyebiliriz:
- Birinci grup gizli düşman, içimizdeki gizli düşmandır. Bu bizim içimizdeki şeytanımızdır; ham düşüncemiz, İblistir. Yani hevamızdır, kötü huylarımızdır, egomuzdur, nefsimizdir. Nitekim Rabbimiz bunu bize şöyle bildirmiştir:
16Ve andolsun insanı Biz oluşturduk. Nefsinin kendisine neler fısıldadığını da biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız. [Kaf/16]
Gizli düşmanın dışarıda değil de insanın içinde olduğunun vurgusu 5. ayette "fi suduri’n-nâs [insanların göğüslerinde; kalplerinde, akıllarında, zihinlerinde] denilmek suretiyle yapılmıştır. Bu ayeti bilgisizce "göğüslerine/kalplerine, akıllarına, zihinlerine" şeklinde çevirenler kesinlikle büyük bir yanlış içindedirler. Çünkü ayetin bu şekilde çevrilmesi için orijinalinin "ilâ sudurinnas" olması gerekmektedir. Hâlbuki ayet "fi suduri’n-nâs" şeklindedir. Yani 4. ayette sözü edilen "hannas", işlevini dışarıda değil, göğüslerde [kalplerde, akıllarda, zihinlerde] yapmaktadır. Dolayısıyla gizli düşman kendi içimizde faaliyet göstermektedir.
- İkinci grup gizli düşman ise toplum içindeki hannastır. Bunlar, toplumun beyni konumundaki kurumlara yerleşip oradan toplumun fesadı için vesvese verirler, toplumun zararına neden olurlar. Yine bunlar, çevremizdeki şeytanlaşmış kişiler, güçler ve kurumlardır. Toplumda kendilerini doğrudan hiç göstermezler, sürekli piyon kullanırlar. Ya da değişik etkileme yollarıyla [şiir, resim, müzik, sinema, tiyatro, televizyon, kitap, okul gibi araçlarla] zehirlerini zerk ederler, akıl ve fikirleri çelerek kişileri ve kuruluşları yönlendirir, türlü fenalıklara düşürürler. Bunlar insanları Allah yoluna gitmekten alıkoyar, hatta din ve imandan çıkarır, ya da din ve imana gelmelerine engel olur, onları ebedî felâkete sürüklerler. Bu ikinci grup "hannas", En'âm suresinde bize şöyle açıklanmıştır:
121Ve üzerine Allah'ın adı anılmayan şeylerden yemeyin. Ve şüphesiz o, tam bir yoldan çıkıştır. Ve şüphesiz şeytanlar kendi yakın kimselerine sizinle mücâdele etmeleri için gizlice telkinde bulunurlar. Ve eğer onlara boyun eğerseniz şüphesiz siz ortak koşan kimseler oldunuz demektir. [En'âm/121]
112,113Böylece Biz, her peygamber için gizli-açık şeytanlarını düşman yaptık: Ki dünya malına aldanmaktan dolayı, âhirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan hoşnut olsun ve yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü gizlice telkinde bulunur/fısıldar. –Ve şâyet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve uydurdukları şeyleri bırak!– [En'âm/112, 113]
Ayette geçen "vahyeder" sözcüğü, "gizli gizli, sinsi sinsi telkinde bulunur, bilgi verir" demektir. Tam karşılığı olmasa da "fısıldar" diye de açıklanabilir. Aynı sözcüğü 121. ayette de görmek mümkündür.
En’âm suresinin 112. ayetinden anlaşılmaktadır ki, peygamberlerin açık ve gizli düşmanları vardır. Bunlar birbirleriyle gizli gizli iş birliği yapmaktadırlar. Birbirlerine cazibeli sözler öğretmektedirler. Bu sinsi plânlarının gerekçeleri ise şunlardır:
- Dünya malına, menfaatine aldanmak: Çünkü onlar toplumun asalakları olup dünya malına her şeyin üstünde değer vermektedirler. Peygamberler ise onların düzenlerini bozmakta, çıkarlarına engel olmaktadırlar.
- Ahirete inanmayanların [henüz Müslüman olmamışların] kalplerini Kur'an'a alternatif olarak ürettikleri süslü sözlere yöneltmek.
- Bu sözlerle ahirete inanmayanları [henüz Müslüman olmamışları] memnun etmek.
- Böylece işlemekte oldukları suçu işlemeye devam ederek dümenlerini döndürmek, gemilerini yüzdürmek, saltanatlarını sürdürmek, sömürü düzenini devam ettirmek. Kısaca çıkarlarını devam ettirmek.
Bu sinsi şer yöntemlerinden biri de çağımızda icat edilmiş olan "Subliminal Advertising" yöntemidir. Bu deyim Türkçe'ye "Bilinçaltına Gömülen/İşlenen Reklâmlar" diye çevrilmektedir.
Bu tip reklâmlara ve imgelere maruz kalanlar, gerçekte bilinçli algı seviyesinin çok altındaki uyarıcılara maruz kalmaktadırlar. Bu tip uyarıcıların insanlar tarafından algılandığını kanıtlayan en önemli deney 1957 yılında James M. Vicarı tarafından yapılmıştır. Kısaca anlatılacak olursa; bir filmi izleyen deneklere "kola için ve patlamış mısır yiyin" yazıları her 5 saniyede bir ve saniyenin 1/3000'i gibi kısacık sürelerde gösterilmiş ve sonuç olarak kola satışlarının %18.1, mısır satışlarının ise %57.5 oranında arttığı gözlenmiştir.
Bir araştırmaya göre bu tip mesajlar kişilerin ilgi alanına girmeyen konularda uygulanınca sonuçsuz kalmakta, meselâ koladan nefret eden kişiler bu şekilde güdülenememektedir.
Sigarayı bıraktırma, çevreyi koruma kampanyaları gibi olumlu amaçlar için kullanılabilen bu yöntem, olumsuz amaçlar için de kullanılabilmektedir. Meselâ bu yöntemle "annenize saldırın" mesajı alan deneklerde depresif hâller oluştuğu gözlenmiştir. Etkilerinin kısa süreli olduğu deneylerle anlaşılmış olan bu yöntemle yapılan reklâmlar, bazı ülkelerde ahlâkî gerekçelerle yasaklanmıştır.
Cinn
Bu sure vasıtası ile Kur'an'da yeni tanıştığımız bir diğer kavram da "cinn" kavramıdır. Ancak "cinn" kavramının iyi anlaşılabilmesi için, bu kavramla birlikte, aralarındaki yakın bağ dolayısıyla, "ins" kavramına, "ins ve cinn" ifadesinin ne anlama geldiğine, daha sonra da kısaca "şeytan" ve "İblis" kavramlarına değinmek gerekmektedir.
"Cinn", halk kültüründe "İnsan gibi yiyip içen, üreyen, inanan, bazen ehil insanlarca işçi gibi çalıştırılan, olağanüstü güç ve bilgilere sahip, insanları çarpan, istediklerine zarar veren, erdirici, yüksek değerler ilham eden gizli destekçi güç, görünmeyen yaratık" olarak bilinmektedir.
"Cinn" sözcüğü "cenn" kökünden türemiş bir sözcük olup sözcüğün asıl anlamı "bir şeyi duyulardan saklamak"tır. Arapça'da "Cennehülleylü [gece onu örttü], ecennehü [onu örttürdü], cenne aleyhi [üzerine örttü]" şekillerinde kullanılır. [Lisanü’l Arab, "c n n" mad.] Nitekim Kur'an'da, İbrahim peygamberi konu alan bir pasajda "felemma cenne aleyhilleylü [ne zaman ki gece kendisini sakladı, yani iyice karanlık çöktü]" şeklinde yer almıştır (En'âm; 76).
Aşağıdaki sözcükler de "cenn" kökünden türemiştir:
Cennet: "Toprağı ağaç yapraklarıyla saklanmış yer" demektir.
Cinnet: "Aklı, fikri saklanmak, delirmek" demektir.
Cenin: Ana karnında saklandığı için bu adı almıştır.
Cünnet: "Savaşta kullanılan kalkan"; kişiyi oktan mızraktan sakladığı için bu ad verilmiştir.
Netice olarak bütün eski ve yeni sözlüklerde "İnsanın beş duyusuyla kavrayamadığı, algılamaya kapalı, mevcudiyeti kesin olan varlıklara veya güçlere cinn dendiği" yer alır.
Kur'an bu sözcüğü "mikrop, elektrik, mıknatıs, ışın, radyasyon, ajan [casus], yabancı, kimliği belirsiz kimse" anlamlarında kullanmıştır. Bu kullanımların detayı Cinn suresinin tahlilinde karşımıza çıkacaktır.
İns, İnsan
"İnsan" sözcüğü, "fi'liyan" kalıbında olup "ens" sözcüğünden türemiştir ve aslı "insiyan"dır.
Sözcük anlamı "beş duyu ile hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran" demektir. [Lisanü’l Arab, " e n s" mad.]
Sözcüğün anlamı bu olmasına ve evrendeki tüm görünebilen varlıkları kapsamasına rağmen bu sözcüğün sırf insana isim olarak verilmesinin nedeni, insanın yaratılışı itibariyle karşılıklı ünsiyete muhtaç oluşudur. Yani insanın sosyal bir varlık olması, başka varlıklar ile ve özellikle de insanlar ile ilişki kurmadan yapamamasıdır.
İbni Abbas gibi bazı tefsirciler "insan" sözcüğünün "nisyan" sözcüğünden türemiş olduğunu ve insan verdiği sözleri unuttuğu için bu isimle isimlenmiş olduğunu söylemiş olsalar da, bu görüş hem dil bilimciler tarafından itibar görmemiştir, hem de Kur'an'daki kullanımına terstir.
"İns ve Cinn"
Cinn konusu kapsamı içerisinde, hassas ve Kur'an'ı doğru anlamak için çok önemli bulduğumuz bir noktayı açıklamak zorundayız. Bu mesele "ins" ve "cinn" sözcüklerinin "ins ve cinn" şeklinde bir arada ve bir takım hâlinde kullanılmasıdır. Bu birleşik ifade genellikle "İnsanlar ve Cinler" olarak çevrilmektedir. Hâlbuki bu birleşik ifadelerde sözcüklerin anlamı farklılaşmakta, başkalaşmakta ve zenginleşmektedir.
Bu durumu, Kur'an'dan örnek vererek açıklamakta yarar vardır:
- Mağrib [batı] ve meşrik [doğu] sözcükleri, "batı-doğu" şeklinde söylendiğinde anlam, sadece iki yönü kapsamaz, bütün yönleri kapsar. Örnek olarak Müzzemmil suresinin 9. ayetinde "Rabbu’l-Meşrikı ve’l-Mağribi [Doğunun, Batının Rabbi]" ifadesi, sadece doğu ile batıyı anlatmayıp tüm yönleri ve mekânları ifade etmektedir. Bu da "Allah her yerin Rabbidir" demektir. Bu iki sözcüklü birleşik ifade ile ilgili diğer örnekler şunlardır: Nur 35, Bakara 115, 142, 177, Şuara 28, Rahman 17.
- Dünya ve ahiret sözcükleri beraber söylendikleri zaman "her yer ve her zaman" anlamını ifade eder. Bu sözcükler ile ilgili Kur'an ayetleri şunlardır: Bakara 217, 220, Âl-i Imran 22, 45, 56, Nisa 134, Tövbe 69, 74, Yunus 64, Yusuf 101, Hacc 15, Nur 14, 19, 23 ve Ahzab 57.
- Yaş, kuru sözcükleri beraberce kullanıldıkları zaman "her şey, her ne varsa" anlamını içerir. Örneğin En'âm suresinin 59. ayetindeki "... Yaş ve kuru hiçbir şey yok ki, apaçık bir kitapta bulunmasın" ifadesi sadece yaşı ve kuruyu değil, canlı veya cansız her şeyi ifade etmektedir.
- Sabah, akşam sözcükleri de Kur'an'da farklı ifadeler içinde sıkça yer almakta ve "daima, her zaman" anlamına gelmektedir. Bu sözcükler ile ilgili ayetler de şunlardır: A'râf 205, Ra'd 15, Nur 36, Mümin 46, 55, En'âm 52, Kehf 28, Meryem 11, 62, Fetih 9, Furkan 5, Ahzab 42, İnsan 25, Âl-i Imran 41.
Görüldüğü gibi, birbirinin zıt anlamlısı olan sözcükler birlikte bir kalıp hâlinde kullanıldığında, kalıbın anlamı sözcüklerin özel anlamlarından farklılaşmakta, zenginleşmektedir.
Konumuz olan "ins ve cinn" kalıbında da durum aynıdır. Kalıbı oluşturan sözcüklerin anlamlarına bakıldığında, "cinn"in algılanamayan varlık, "ins"in ise algılanabilen varlık olması dolayısıyla, "cinn" ve "ins" sözcüklerinin birbirlerinin karşıtı olan sözcükler olduğu görülmektedir.
Bu karşıtlık, "insan" ve "cin"in yaratılışları konusunda bizi bilgilendiren Kur'an ayetlerinde de görülmektedir:
14,15O, görünen, bilinen varlıkları pişmiş çamur gibi kuru balçıktan/değişken bir maddeden oluşturdu. Görünmez varlıkları, güçleri de ateşin dumansızından/enerjiden oluşturdu. [Rahman/14, 15]
26,27Ve andolsun ki Biz, insanı; görünen, bilinen varlıkları çınlayan kilden, işlenebilen çamurdan/hâlden hâle giren bir maddeden oluşturduk. Ve cânnı; görünmez varlıkları da daha önce, en ince delikten bile geçebilen yakıcı bir esintinin ateşinden/engel tanımayan enerjiden oluşturmuştuk. [Hicr/26, 27]
Öyleyse ayetlerdeki "cann ateşten yaratılmıştır" ifadesinin anlamı, "elektrik, manyetik dalgalar, şua gibi gözükmez güçler enerjiden yaratılmıştır" demektir. "İnsan topraktan yaratılmıştır" demenin anlamı da "beş duyuyla hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran varlıklar maddeden yaratılmıştır" demektir.
Anlamlarının birbirlerine zıt olduğunu gördüğümüz "ins" ve "cinn" sözcükleri, birlikte bir kalıp hâlinde kullanıldıklarında, "gördüğünüz-görmediğiniz, bildiğiniz-bilmediğiniz, tanıdığınız-tanımadığınız, yani herkes ve her şey" anlamına gelmektedir. Bunun Kur’an’daki örnekleri ise şunlardır:
56,57Ben, bilmediğiniz ve bildiğiniz, gelmiş geçmiş herkesi yalnızca, Bana kulluk etsinler diye oluşturdum. Ben, onlardan herhangi bir rızık istemiyorum. Ben, onların Beni yedirmelerini de istemiyorum. [Zariyat/56]
88De ki: "Andolsun ki bugünün, yarının tüm insanları, bu Kur’ân'ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, onun benzerini kesinlikle getiremezler." [İsra/88]
5Doğrusu biz, bildik-bilmedik her kişinin Allah'a karşı asla yalan söylemeyeceğine inanıyorduk. [Cinn/5]
33Ey cin ve ins toplulukları! Eğer göklerin ve yerin kenarlarından aşıp geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşın, ancak üstün bir güç olmadan aşamazsınız. [Rahman/33]
56Oralarda, daha önce bildik, bilmedik, geçmiş, gelecek hiç kimse tarafından dokunulmamış; el ve göz değmemiş, bakışlarını dikenler vardır. [Rahman/56]
Bu konudaki diğer örnekler şunlardır: En'âm 112, 130, A'râf 38, 179, Fussilet 25, 29, Ahkâf 18, Neml 17, Rahman 39, 74, Nass 6, Hud 119 ve Secde 13.
Şeytan
Şeytan Kur'an'da kötülüğün sembolü olup kötülük ve şer telkin eden her şey "şeytan" olarak isimlendirilir. Kötülük telkin eden bir insana "şeytan" dendiği gibi, kıskançlık, öfke gibi kötü duygulara da "şeytan" denilmiştir. Dolayısıyla şeytan görünmez ve müstakil bir varlık değildir. Kur'an'dan uzak kalmış halk kültürü şeytanı bağımsız, görünmez, insanların başına musallat edilmiş bir düşman varlık olarak benimsemiştir. Aslında Kur'an ile yakın olan bir kimsenin şeytanı böyle bir varlık olarak anlaması ve kabul etmesi mümkün değildir. Çünkü Kur'an, aşağıdaki ayette görüldüğü gibi insanlara da "şeytan" demiştir:
48,49Hani o münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunan; zihniyeti bozuk kimseler, "Şu adamları dinleri aldattı" dedikleri sırada, o kötü niyetli komutan, onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara, "Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım" demişti. Sonra da, ne zaman ki iki topluluk birbirini görür oldu, o, iki topuğu üstünde geri döndü ve: "Şüphesiz ben sizden uzağım. Şüphesiz ben, sizin görmediğinizi görmekteyim, şüphesiz ben, Allah'tan korkmaktayım" dedi. Ve Allah, sonuçlandırması/cezalandırması pek şiddetli olandır. Ve her kim Allah'a işin sonucunu havale ederse bilsin ki şüphesiz Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Enfal/48, 49]
Görüldüğü gibi Kur'an, insanlarla içlerinden biri olarak konuşan bir insandan "şeytan" olarak bahsetmiştir. Bu ayette şeytan olarak nitelenen kişinin kimliği hakkında tarihî bilgiler ve tüm rivayetler aynı bilgiyi vermektedir. Ne var ki, şeytanı mutlaka bağımsız ve görünmez olarak görmek isteyen bazı eski tefsirciler, ayette şeytan olarak nitelenen kişinin aslında o kişinin kılığına girmiş şeytan olduğunu ileri sürmüşlerdir. İttifakla "şeytan"ın, kılığına girdiği söylenen kişi Ben-i Kenâne kabilesi, Müdlic oğullarından Sürâka b. Mâlik b. Cu'şum'dur. Mekkelilerin Bedir yenilgisini, Sürâka'nın ayette belirtilen davranışına bağlamaları karşısında, eski tefsirciler, Sürâka'nın savaşa gitmediğini hatta savaştan haberi dahi olmadığını, ayette sözü edilenin ise Sürâka kılığına girmiş "şeytan" olduğunu söyleyerek yukarıdaki ayette geçen şeytanı kafalarındaki "şeytan" anlayışına uydurmaya çalışmışlardır. Oysa iddialarını dayandırdıkları ihtimal [Sürâka'nın savaştan habersiz olma ihtimali], inanılması mümkün olmayan ve mantıksız bir ihtimaldir. Çünkü birkaç bin hanelik bir kentte yaşayan ve askerî otorite olduğu söylenen birisinin savaştan habersiz kalması söz konusu olamaz.
Kur'an'da insanlar için "şeytan" nitelemesinin yapıldığı bir diğer örnek Bakara suresindedir:
14Onlar, inanmış kimselere rastladıkları zaman da, "İnandık" dediler. Kötü niyetli elebaşlarıyla başbaşa kaldıklarında ise, "Şüphesiz biz sizinle beraberiz, biz sadece alay edenleriz" dediler. [Bakara/14):]
14-16Onlar, toplu olarak sizinle savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından savaşırlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri, kendilerinden az önce, işlerinin günahını tatmış olan, âhirette de kendileri için acı bir azap bulunan kimselerin durumu gibi pek çetindir. Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalpleri, tıpkı, hani insana "Küfret; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddet" deyip de küfredince; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedince de "Kesinlikle ben, senden uzağım; şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım" diyen o şeytanın örneğinde olduğu gibi darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar, aklını kullanmayan bir topluluktur. [Haşr/14-16]
175Şüphesiz ki o şeytan/kötü niyetli insan, kendi yakınlarını korkutur. Onlardan korkmayın, eğer mü’min iseniz Benden korkun. [Al-i ımran/175]
Bu ayette "şeytan" olarak nitelenenler, "görünmez varlık şeytan" değil, münafıkları ayartan ve onlar gibi insan olan akıl hocalarıdır.
Kur'an'da "şeytan"dan bahseden tüm ayetler dikkate alındığında:
- Haramın yenmesini, haksız kazanç elde edilmesini emreden ve öneren,
- Kötülük, hayâsızlık ve Allah'a karşı bilmediğimiz şeyleri söylememizi emreden,
- Bizi fakirlikle korkutan,
- Bizi kuruntulara düşüren,
- Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emreden,
- Bizleri kandırmak için yaldızlı sözler fısıldayan,
- Bize vesvese verip zihin bulandıran,
- Yaptığımız amellerimizle bizi şımartan,
- Bizi azdıran,
- İçki, uyuşturucu ve kumar ile aramıza düşmanlık ve kin sokmak isteyen,
- Allah'ı anmaktan ve salattan geri bırakmak isteyen
kişilerin, güçlerin ve huyların hepsi birer şeytandır.
"Şeytan" başlığı altında çok kısa olarak değinilmesi gereken bir husus da "şeytan-ı racim" kavramıdır. Bu konuda da ne yazık ki Kur'an öğretilerinin dışında bir kabul yaygınlaşmış ve "şeytan" ile "şeytan-ı racim [kovulmuş, lânetlenmiş şeytan]" arasında fark gözetilmeden her iki kavram da aynı olarak kabul edilmiştir. Hâlbuki "Eşşeytanirracim [Kovulmuş Şeytan]", genel şeytandan farklı özel bir şeytandır. Kovulmuş, lânetlenmiş şeytan "İblis"tir. Konunun detaylı incelemesi "İblis" başlığı altında Tekvir suresinde verilmiştir.
Surenin 6. ayeti dilbilgisi tekniği açısından incelendiğinde, ayetin başındaki "min" edatının değerlendirilmesine göre ayetin anlamının değiştiği görülür. "Min" edatının "beyan" için kullanıldığının kabul edilmesi hâlinde, ayetten "hannas"ın "cinn"lerden ve "ins"ten [tanımadıklarımızdan ve iyi tanıdıklarımızdan] istisnasız her insanın içine vesvese verdiği anlaşılır. "Min" edatının "iptida-i gaye" için kullanıldığının kabul edilmesi hâlinde ise "hannas"ın "cinn"ler ve "ins" [tanımadığımız ve iyi tanıdığımız herkes] hakkında vesvese verdiği anlaşılır. "Min" edatının iki şekilde de değerlendirilmesi mümkün olup ayete verilen her iki anlam da doğru ve uygundur. Her iki anlama göre de üzerinde durulması gereken nokta, "ins ve cinn" şeklinde kullanılan bileşik kavramın iki ayrı yaratık grubunu değil, insanların tanınanını-tanınmayanını, bilinenini-bilinmeyenini, kısaca herkesi ifade ettiğidir.
Surenin 6. ayeti için verilen bir başka anlam da eski tefsircilerden Keşşaf sahibinin verdiği anlamdır. Ona göre "suduri’n-nas" ifadesindeki "nas" sözcüğü, bizim "insan" olarak çevirdiğimiz sözcük değildir. Bu sözcük, "unutan kişi" anlamındaki "en-nâsî" sözcüğü olup sözün akışı gereği sonundaki "ye" harfi düşmüştür. Bu takdirde ayetin anlamı "O vesveseci unutanların göğüslerine vesvese verir ki, unutanlar cinn ve instendir" demek olur. Böylece bildik bilmedik herkesin Allah'ı unutabileceği, Allah’ı unutanların da vesvesecilerin vesvesesiyle yoldan çıkarılacağı vurgulanmış olur.
Felâk ve Nass surelerinden oluşan iki sığınma suresi [Muavvezeteyn] birlikte değerlendirildiğinde, toplam beş grubun şerrinden [zararlarından] Rabbimize sığınılmasının emredildiği görülmektedir. Allah’a sığınılmalıdır, çünkü bu beş grupta belirtilen şeylere karşı tedbir alma imkânı yoktur. Bunlar görünmez ve bilinmez düşmanlardır. Bu düşmanlar Allah'a havale edilmeli ve zararlarının Rabbimiz tarafından giderilmesi istenmelidir. Kur'an'da bize bildirilmiş olan geçmiş ümmetlerin sığınma örnekleri de bu beş grupta belirtilenler kapsamındadır.
Sığınılması gereken beş şer/kötülük gurubu ve bu kötülüklerle ilgili ayetler şunlardır:
1- Yaratılanların [afetler] şerri:
Felâk 2;
2- Karanlığın [cehaletin] şerri:
Bakara 67, Hud 47, Mümin 56, Meryem 18, Cinn 6, Duhan 20;
3- Sözleşmelerini bozanların [hainlerin] şerri:
Yusuf 23, 79;
4- Hasetçinin şerri:
Mümin 27, Duhan 19-21;
5- Hannas'ın şerri:
Müminun 97, 98, Meryem 18, Âl-i Imran 36, Fussılet 36, Nahl 98,
A'râf 200, Mümin 56 ve Nâs suresi.
Bu ayetler bize, Rabbimize hangi konularda sığınmamız gerektiğini örnekleriyle öğretmektedir. Rabbimize sığınmamız gereken hususlara bakarak kendimiz için bir dua adabı geliştirebilir, talepte bulunurken de O’nun o anki talebimize uygun olan isim ve sıfatlarını kullanabiliriz.
Mesela; günahlarımızın affını isteyecek isek: "Ya Ğaffara’z-zünûb! [ey günahları Bağışlayan] Bizi bağışla!"
Rızık isteyecek isek: "Ya Rezzâk [Ey Rızık veren]! Bize bol rızk ihsan eyle!"
Ayıplarımızın örtülmesini isteyecek isek: "Ya Settâra’l-uyûp! [Ey ayıpları Örten] Ayıplarımızı ört!" diyebiliriz.
Felâk ve Nass sureleri bize Rabbimize sığınacağımız konuları bildirdiğine göre, başlarındaki "qul [de ki]" sözcüğünü kaldırmak suretiyle bu sureleri de birer dua olarak dile getirebiliriz.