Şuarâ

1) Tâ/9, Sîn/60, Mîm/40.[#156]
Henüz rakamların kullanılmadığı ve sayıların harflerle ifade edildiği Kur’an’ın iniş döneminde, bu harflerin EBCD tablosundaki değerleri sırasıyla 9, 60 ve 40 sayılarıdır. Daha evvel birçok kez açıkladığımız gibi, "kesik harfler [bağımsız harfler]" de denilen ve bizim "bir uyarı ünlemi" ya da yapı itibariyle -anlam itibariyle değil- "Kur’an’ın korunmasına yönelik veya bir mucize izharına ait çok önemli bir öge" olduğunu düşündüğümüz bu harflerin bir anlamı yoktur. Bugüne kadar üzerinde ciddî bir çalışma yapılmamış olan ve böyle bir çalışmayı yapacak bilgi ve dirayet sahibi Kur’an erlerini bekleyen bu konu, maalesef burada da istismar edilmiş ve bu ayetle ilgili olarak gerçeklerden uzak birtakım asılsız yakıştırmalar yapılmıştır:

İbn Abbas dedi ki: "Tâ, Sîn, Mîm" bir kasemdir ve bu, yüce Allah'ın isimlerinden bir isimdir. Hakkında yemin olunan ise: "Eğer istesek gökten üzerlerine bir mucize indiririz" buyruğudur.

Katâde dedi ki: Bu Kur'ân'ın isimlerinden bir isim olup yüce Allah buna yemin etmiştir. Mücahid ise: Bu sûrenin ismidir. Sûrenin başlangıcını güzelleştirmektedir.

er-Rabî' dedi ki: Bu bir kavmin süresinin hesabını ifade eder. Bir diğer açıklamaya göre bu bir kavmin başına gelecek musibeti anlatmaktadır.

el-Kurazî dedi ki: Yüce Allah, tavline [kudretine], senasına [yücelik ve üstünlüğüne] ve mülküne yemin etmektedir.

Abdullah b. Muhammed b. Akîl dedi ki: "Tâ", Tur-u Sina, "Sin", İskenderiye, "Mîm" de Mekke demektir.

Cafer b. Muhammed b. Ali de dedi ki: "Tâ" Tûğba ağacı, "Sîn" Sidre-i Münteha, "Mîm" de Muhammed (sav)'dır. Bir diğer açıklamaya göre; "Tâ" Tahir'den, "Sîn" Kuddüs'den (es-Semi'den ve es-Selam'dan da denilmiştir) "Mîm" de el-Mecid'den (rumuzdur). er-Rahim'den ve el-Melik'den olduğu da söylenmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/1-2. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l Kur’an]

"Tâ", ariflerin kalbinin "tarb"ına [coşkusuna]; "Sin", aşıkların sürûruna; "Mim" de müridlerin münacaatına bir işarettir. [Razi; el-Mefatihu’l- Gayb]

Nakledilen bu açıklamalar gerçeği ifade etmeyip sadece birer yakıştırmadan ibarettir.
2) Bunlar, apaçık/açıklayıcı kitabın âyetleridir.
Bu ayetteki "kitap" sözcüğünden sadece "Kur’an" anlaşılabileceği gibi, Kur’an’dan önce indirilmiş kitapların anlaşılması da mümkündür. Nitekim Kur’an’ın birçok ayetinde "الكتاب el-Kitap" ve "الذّكر ez-Zikr" sözcükleriyle Kur’an’dan evvelki kitaplar kastedilmiştir. Bu kabul, Şuara suresindeki ayetlerin ve bu surede verilen bilgilerin, daha önce indirilmiş olan kitaplarda da bulunduğu anlamına gelmektedir.

Kur’an’ın sıfatlarından birisi olan "المبين mübîn" sözcüğü "apaçık" ve "açıklayıcı" anlamında olup bundan başka daha birçok ayette geçmektedir. Gerçekten de Kur’an, inançlı-inançsız herkes için apaçıktır, açıklayıcıdır. Onu her okuyan ve dinleyen, onun neye çağırdığını, neyi emredip neyi yasakladığını, neyi iyi neyi kötü kabul ettiğini kolayca anlar. Yani hiç kimse "Ben bu kitabı anlayamadım, ne demek istediği belli değil" diyemez. Kişilerin inanmaları veya işlerine gelmeyip de inanmamaları ayrı bir konudur.
3,91) Onlar; Kur'ân'ı sihir, şiir, esatir (mitolojik söylentiler), uydurulmuş söz gibi birtakım parçalar, kötü sözler kabul eden kimseler, iman edenler olmuyorlar diye sen kendini yıkıma uğratacaksın!
3- 6. Ayetler:

3Onlar; Hıcr 91Kur’ân'ı sihir, şiir, esatir (mitolojik söylentiler), uydurulmuş söz gibi birtakım parçalar, kötü sözler kabul eden kimseler, 3iman edenler olmuyorlar diye sen kendini yıkıma uğratacaksın!

4Eğer Biz dilersek, Hıcr 90o yemincilere indirdiğimiz şey gibi 4onlara gökten bir alâmet [gösterge; ışın, radyasyon ve meteorlar, tayfun, sel] indiririz de onların boyunları, ona boyun eğenler oluverirdi. 5Ve kendilerine Rahmân'dan [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tan] yeni bir öğüt geldi mi, kesinlikle ondan mesafeli duran kimseler oldular. 6Sonra da, kesinlikle yalanladılar. İşte alay edip durdukları şeyin haberleri yakında onlara gelecektir. Hıcr 92,93İşte, andolsun Rabbine ki, Biz, kesinlikle onların hepsini yaptıkları şeylerden hesaba çekeceğiz.

Hıcr suresinin 90-93. ayetleri, teknik ve anlam olarak, bulundukları yer ile alakalı değildirler. Bu ayetlerin bulunması gereken yerin Şuara suresinin giriş paragrafı olduğu, uzun araştırmalarımız sonucunda acizane tarafımızdan tespit edilmiştir. Dolayısıyla bu ayetleri Şuara suresinin ilk paragrafı içinde değerlendirmiş bulunuyoruz. Bunun gerekçelerini detaylı olarak Hıcr suresinin tahlilinde arz edeceğiz.

Bu ayetlerde peygamberimizin tebliğ görevini sürdürürken inkârcıların tavırları karşısında duyduğu üzüntü, sıkıntı dile getirilmiş, inkârcılardan hesap sorulacağı bildirilerek peygamberimiz teselli edilmiştir. Bu ayetlerde inkarcılar "Kur’an’ı bir takım parçalar/(sihir, şiir, esatir, uydurulmuş söz gibi) kötü sözler kılan kimseler" olarak nitelenmiş ve Kur’an’ı parça parça yapanlara /Kur’an’ın sihir, şiir, kötü söz, esatir olduğunu ileri süren iftiracılara geçmişte olduğu gibi hak ettikleri cezanın verileceği beyan edilmiştir.

Bir taraftan da Rabbimiz Peygamber’i teselli etmeye devam etmektedir.

"
عضينIDIYN" SÖZCÜĞÜ

" عضينIdıyn" sözcüğü Kur’an’da sadece burada yer almıştır. Bu sözcüğün kökü ve anlamı üzerinde farklı görüşler vardır:

1 Bu sözcüğün " عضوّuduv" kökünden geldiği kabul edilirse, çoğul olan bu sözcüğün anlamı Türkçedeki gibi "uzuvlar [parçalar]" anlamındadır.

2 Sözcüğün " عضهadah" kökünden geldiği kabul edilirse, sözcük "yalan, iftira, dedikodu gibi kötü söz" anlamındadır.

3 Ferra bu sözcüğün "sihir" anlamında olduğunu söylemiştir. [Lisanü’l-Arab; c. 6, s. 305- 306 Udh mad. Ragıp; El-Müfredat, Udv mad]

Dikkat edilirse, konumuz olan ayette yukarıdaki anlamların hepsinin de bir arada mevcut oldukları görülür. Böylece bu ifade ile hem Bakara/85’de açıklandığı gibi, işine gelene inanarak, işine gelmeyene inanmayarak Kur’an’ı parça parça ayıranlar; hem de birçok ayette belirtildiği gibi, Kur’an’a "sihir, şiir, efsane ve yalan söz" gibi kötü nitelikler yakıştırarak iftira atanlar kastedilmiş olur.

" المقتسمينMUKTESİMÎN"

Hıcr/90’da yer alan "muktesimîn" sözcüğü, Sarf ilmi kurallarına göre " قسِم kısım [bölüm]" veya " قسَمkasem [yemin]" sözcüğünden türetilmiş bir sözcük olarak değerlendirilebilir. Buna engel hiçbir şey yoktur. Önemli olan bu pasajda hangi anlamın tercih edilmesi gerektiği konusunda doğru karar vermektir.

Ayetlerin doğru anlamına ulaşabilmek için yapılması gereken, Kur’an’da başlarına bela indirildiği bildirilen bir "yeminci" veya "taksimci" bulmaktır. Bu ayetlerin indiği dönem itibariyle Kur’an’da geçmişte belalandırıldığı bildirilen bir "taksimci" söz konusu edilmediğine göre, geçmişte belalandırılmış, cezalandırılmış bir "yeminci" bulmak gerekmektedir.

Kur’an’a müracaat edildiğinde geçmişte iki tane cezalandırılmış "yeminci" gurup görülmektedir. Bunlar:

1- Salih peygambere tuzak kuranlar:

48Ve o şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan, Dokuz kişilik bir grup vardı. 49Allah'a yeminleşerek, "Gece o'na ve ailesine baskın yapacağız, sonra da velîsine/haklarını koruyacak yakınlarına, ‘Biz, o ailenin yok edilişine şâhit olmadık/olay sırasında orada değildik ve biz kesinlikle doğru olanlarız’ diyeceğiz" dediler. 50Ve onlar, böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir ceza ile cezalandırdık. [Neml/49, 50]

2- Cennet sahipleri:

17-24Şüphesiz Biz, o çiftlik sahiplerine belâ verdiğimiz gibi onlara belâ vereceğiz: Hani onlar, sabah olunca kesinlikle çiftliğin ürünlerini devşireceklerine yemin etmişlerdi. Bir istisna da yapmıyorlardı. Ama onlar uyurken Rabbin tarafından bir tayfun çiftliğin üzerinden dolaşıverdi. Sabaha, çiftlik, biçilmiş/devşirilmiş gibi oluverdi. Sabahladıkları vakit birbirlerine seslendiler: "Haydi, devşirecekseniz sabahleyin erkence gidin!" dediler. Hemen yola koyuldular, aralarında fısıldaşıyorlardı: Sakın bugün aranıza bir yoksul sokulmasın!

25-29Sadece engelleme gücüne sahip/şiddete güçleri yeten bir tavırla erkenden gittiler. Ama çiftliği gördüklerinde: "Biz şüphesiz biz şaşırmışız/yanlış yere gelmişiz; yok yok, biz yoksun bırakılmışız; Allah bizi cezalandırmış!" dediler. En hayırlı olanları: "Ben size ‘Allah'ı noksanlıklardan arındırmıyor musunuz?’ dememiş miydim?" dedi. Onlar: "Rabbimiz Seni tenzih ederiz, doğrusu bizler yanlış; kendi zararlarına iş yapan, haksız davranan kimselermişiz!" dediler.

30-32Sonra döndüler, birbirlerini kınıyorlardı: "Yazıklar olsun bizlere! Bizler gerçektenkendini firavun gibi görenazgınlarmışız, umarız ki Rabbimiz bize onun yerine daha hayırlısını verir; gerçekten biz bütün ümidimizi Rabbimize çeviriyoruz."

33Dünyadaki azap işte böyledir! Elbette âhiret azabı daha büyüktür, keşke bilenlerden olsalardı! [Kalem/17- 33]

Konumuz olan sözcüğün, " المقتسمينel-Muktesimin" şeklinde " ال[belirteç]" ile gelmesi, bu "yeminciler"in daha evvel bize öğretilmiş, bildirilmiş birileri olduğunu göstermektedir. Surelerin iniş sırası dikkate alındığında, Hıcr suresinden önce indikleri için "el-muktesimin" sözcüğü ile her iki suredeki "yeminciler"in de ifade edilmiş olması mümkündür. Ancak bizim tercihimiz Kalem suresinde konu edilen "yeminciler"in olduğudur. Zira yukarıda da bahsettiğimiz gibi, konumuz olan ayetler Hıcr suresinin ayetleri olmayıp Şuara suresinin ayetleridir. Neml suresinin Şuara suresinden daha sonra indiğini göz önünde tutarak buradaki "yeminciler"in Salih peygambere tuzak kuranlar olması ihtimalini uzak görüyoruz.

Şuara/1-6 + Hıcr/92, 93. ayetlerde bu suçlu kesimin mutlaka cezalandırılacağı üzerinde durulmuştur. Bilindiği üzere Rabbimiz, A’raf/136, Hıcr/79, Rum/47, Zuhruf/25, 41, 55, Maide/95, Al-i Imran/4, İbrahim/47, Zümer/37, Secde/22, Duhan/16’da suçluları mutlaka yakalayıp cezalandırmak suretiyle adaleti sağlayacağını beyan buyurmuştur.

Peygamberimizin bu sıkıntısı başka surelerde de konu edilmektedir:

7Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimseler; onlar için şiddetli bir azap vardır. İman etmiş ve düzeltmeye yönelik işleri yapmış kişiler; onlar için bir bağışlanma ve büyük bir ödül vardır. 8Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel gören kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini/dileyeni şaşırtır, dilediğine/dileyene de kılavuzluk eder. Onun için canın onlara karşı hasretlerle/üzüntülerle sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir. [Fatır/8]

6Sonra da sen onlar bu Kur’ân'a inanmazlarsa, onların yaptıklarından dolayı, üzüntüden neredeyse kendini harap edeceksin! [Kehf/6]

Peygamberimizin ilettiği mesajlara kulak asmayan, tavır alan ve birçoğu da akrabası olan hemşerilerinin küfür ve şirklerinde ısrarcı olmaları, inanmayanların ahiretteki akıbetlerine ait bilgiler geldikçe peygamberimizi daha da üzmektedir. Zira verilecek korkunç cezalar sebebiyle o kişiler için üzülmemek, bir müminin değil, ancak bir münafığın tavrıdır:

120Size bir iyilik dokunsa fenalarına gider ve eğer size bir kötülük isabet etse onunla sevinirler. Ve eğer sabreder ve Allah'ın koruması altına girerseniz, onların hileleri size hiçbir şekilde zarar vermez. Şüphesiz Allah onları kendi yaptıkları şeylerle kuşatmıştır. [Âl-i Imran/120]

50Eğer sana bir iyilik dokunursa fenalarına gider. Eğer sana bir musibet dokunursa, "Biz kesinlikle tedbirimizi önceden almıştık" derler. Ve onlar, sevinenler olarak yan çizip giderler. [Tövbe/50]

Bu ayette peygamberimize yönelik olarak verilen mesaj, toplum yararına çalışıp da olumsuz tepkiler, hatta saldırılar ile karşılaşan tüm sosyal destekçiler için de geçerlidir. Onlar sadece görevlerini yapmalı ve işlerini yılmadan devam ettirmelidirler. Üzülerek çalışmalarını kesintiye uğratmamalıdırlar. Gayret göstermeli, gerisini Allah’a havale etmelidirler.

Doksan ikinci âyette "andolsun Rabbine ki, Biz, kesinlikle onların hepsini yaptıkları şeylerden hesaba çekeceğiz" buyrularak Yüce Allah’ın Rabblik sıfatı referans verilmiştir. "Rabb", "terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak birtakım hedeflere götüren, gelişmeyi programlayıp yöneten" demek olduğuna göre insanların hesaba çekilmesi, Allah’ın Rabb sıfatının gereği ve tecellilerindendir.
4,90,5,6,92,93) Eğer Biz dilersek, o yemincilere[#157] indirdiğimiz şey gibi onlara gökten bir alâmet [gösterge; ışın, radyasyon ve meteorlar, tayfun, sel] indiririz de onların boyunları, ona boyun eğenler oluverirdi. Ve kendilerine Rahmân'dan [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tan] yeni bir öğüt geldi mi, kesinlikle ondan mesafeli duran kimseler oldular. Sonra da, kesinlikle yalanladılar. İşte alay edip durdukları şeyin haberleri yakında onlara gelecektir. İşte, andolsun Rabbine ki, Biz, kesinlikle onların hepsini yaptıkları şeylerden hesaba çekeceğiz.
3- 6. Ayetler:





15. sure

90

91

92 – 93. Ayetler Şuara/3-6. Ayetler ile beraber tertip edildiğinden burada yer verimemiştir.

Meallerinin Şuara suresinin 3-6. ayetleri arasında gösterilmesine rağmen bu ayetlerin tahlilinin burada yapılmış olmasının sebebi, ayetlerin asıl yeri ile ilgili kanaatimizin gerekçesini ifade edebilmektir.

Bu ayetler, aşağıda sıraladığımız sorunlar sebebiyle, bizde, hem teknik hem de anlam olarak bulundukları yere ait olmadıkları yönünde bir kanaat uyandırmıştır.

1- Teşbih edatından kaynaklanan sorun:

90. ayet, "teşbih edatı" olan " كkaf" ile başladığından, edatın ifadesi olan "gibi" sözcüğü mealde mutlaka yer almak durumundadır. Böyle olunca da, Allah’ın bu taksimcilere/yemincilere indirdiği gibi kime ne indirdiğinin bu ayetten evvel zikredilmiş olması gerekmektedir. Zira "kaf" edatının varlığı, 90. ayeti başka bir ayetin [ana cümlenin] öğesi durumuna getirmektedir. Ama Hıcr suresinin bu bölümünde, 90. ayetin ana cümlesi olmaya uygun bir ayet bulunmamaktadır.

Bu husus maalesef meal ve tefsir yazanlar tarafından görmezden gelinmiş ve ayet bir takım zorlama ifadelerle geçiştirilmiştir. Biz yine de bu durumun onların vicdanlarını rahatsız ettiğini düşünmekteyiz.

Bu sorun klasik kaynaklarda da ya ayetteki "kaf" edatını zait [fazlalık] saymak ya da ayete mahzuf [gizli] sözcükler takdir etmek suretiyle çözülmeye çalışılmıştır:

Bu ifadede hazfedilmiş sözler vardır. Yani: "Ben bir azap ile apaçık uyaran bir kimseyim" anlamında olup "azap" kelimesi hazfedilmiştir. Çünkü "uyarmak " zaten buna delildir. Nitekim bir başka yerde de şöyle buyrulmaktadır: "Ben Ad ve Semud'un yıldırımı gibi bir yıldırımla sizi korkutup uyarırım" (Fussilet/13) diye buyrulmaktadır. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

"Nitekim" anlamındaki kâf’ın fazladan geldiği de söylenmiştir. Yani "ben sizi bölüşenlere indirdiğimiz şeyler ile açıkça uyarıcıyım demek olur. Yüce Allah'ın: "Onun benzeri hiçbir şey yoktur" (Şûrâ/11) buyruğunda olduğu gibi. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

2- 91. ayetin 90. ayetin devamı olmasından kaynaklanan sorun:

Mevcut sıralamada 91. ayet, 90. ayetin devamı ve açılımı durumunda olduğundan, 91. ayetteki "ellezine [o kimseler]" ism-i mevsulü de 90. ayetteki "muktesimîn [taksimciler/yeminciler]" sözcüğü ile tefsir edilmektedir. Yani 90. ayette sözü edilen "taksimciler/yeminciler"in, 91. ayette sözü edilen "Kur’an’ı parça parça edenler /Kur’an’a sihir, şiir, esatir ve yalan söz gibi iftira atanlar, kötü söz söyleyenler" oldukları anlaşılmaktadır. Nitekim klasik eserlerdeki nakiller de hep bu yöndedir:

"Bölüşenler"in anlamı ile ilgili olarak yedi farklı görüş vardır:

1- Mukatil ve el-Ferra der ki: Bunlar Hac döneminde Velid b. el-Muğıre'nin gönderdiği on bir kişidir. Bunlar Mekke'nin dar yollarını, geniş yollarını, dağlardaki yollarını kendi aralarında paylaştırarak bu yollardan geçenlere köle diyorlardı: ‘Aramızda çıkan ve peygamberlik iddiasında bulunan bu kimseye sakın aldanmayın! O bir delidir’, bazen ‘o bir sihirbazdır’, bazen ‘o bir şairdir’, bazen de ‘o bir kahindir’ diyorlardı. Onlara bu şekilde "bölüşenler" adının verilmesi bu yolları kendi aralarında paylaştırmalarıdır. Allah bunların hepsinin canlarını en kötü şekilde aldı. Bunlar ayrıca Velid b. el-Muğire'yi mescidin kapısında hakem olarak tayin etmişlerdi. Peygamber (sav) hakkında ona soru soranlara da: ‘O adamlar doğru söylediler’ diye cevap verirdi.

2- Katade der ki: Bunlar Kureyş kafirlerinden bir topluluk olup Allah'ın kitabını bölüştürerek, bir kısmına şiir, bir kısmına büyü, bir kısmına kehânet, bir kısmına da öncekilerin efsaneleri adını vermişlerdi.

3- İbn Abbas der ki: Bunlar kitabın bir bölümüne iman edip bir bölümünü inkâr eden kimselerdir.

4- İkrime de şöyle demiştir: Bunlar ehl-i kitap kimselerdir. Onlara "bölüşenler" adının veriliş sebebi, alay eden kimseler oluşları ve onların kimisinin ‘Bu sûre benimdir, bu sûre de senin olsun’ demeleridir. İşte dördüncü görüş de budur.

5- Katade der ki: Bunlar kitaplarını bölüştüler, darmadağın ve parçalara ayırdılar ve tahrif ettiler.

6- Zeyd b. Eslem der ki: Burada kastedilenler, Hz. Salih'in kavmidir. Bunlar onu öldürmek üzere kasem ettiklerinden dolayı onlara el-muktesimîn" [yemin eden, kasem eden kimseler] adı verilmiştir. Nitekim Yüce Allah: "Kendi aralarında Allah adına yemin ederek dediler ki: Ona ve aile halkına gece baskın yapalım" (Neml/49) buyruğuyla buna işaret etmektedir.

7- el-Ahfeş der ki: Bunlar karşılıklı olarak yemin ile kendi aralarında bazı hususları bölüşen bir topluluktu. Denildiğine göre, bunlar As b. Vail, Rabia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Ebu Cehil b. Hİşam, Ebu’l-Bahteri b. Hişam, en-Nadr b. Haris, Ümeyye b. Halef ve Münebbih b. Haccac'dırlar. Bunu da el-Maverdi nakletmektedir. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

Bu konuda Razi de Kurtubi’nin naklettiği çözümler doğrultusunda nakiller yapmıştır.

Yukarıdaki nakillerde görüldüğü gibi, 90. ayette sözü edilen "muktesimîn [taksimciler/yeminciler]" sözcüğü ile kimlerin kastedildiği konusu iki şekilde çözümlenmek istenmiştir:

*Bu muktesimîn Mekkelilerdir.

*Bunlar [bölüşenler], ehl-i kitaptır.

Ancak her iki çözüm de gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Çünkü "muktesimîn" sözcüğü ile Mekkelilerin kastedildiği varsayıldığında, Mekkelilere daha önce azap inmemiş olması; ehl-i kitabın kastedildiği varsayıldığında ise onların Kur’an’la herhangi bir ilgilerinin bulunmaması, yani Kur’an’ı parça parça etmediklerinin bilinmesi, bulunan bu çözümleri geçersiz kılmaktadır.

Mevdudi ise "muktesimîn" sözcüğü ile kimlerin kastedildiği konusuna, ayetteki Kur’an’ı Tevrat yaparak bir çözüm bulmaya çalışmıştır:

Bölücüler, dinlerini birçok bölüme ayıran ve onda ayırıcılık yapan Yahudilerdi. Onlar, dinin bir bölümüne inanıyor, bir bölümünü reddediyor, dine bazı şeyleri ekliyor, bazı şeyleri de dinden çıkarıyorlardı. Bu şekilde hepsi birbirine düşman birçok gruplara ayrılmışlardı. Onların Kur'an'dan muradı Tevrat'tır. Onlara Tevrat nazil olmuştur. Hz. Muhammed (s.a)'in ümmetine nazil olan Kur'an gibi. "Onlar Kur'an'larını çeşitli bölümlere ayırdılar." "Onlar kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmazlar." Aynı şey Bakara suresi 85. ayette de ele alınmıştır: "Siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?" "Bu, bizim bölücülere [Yahudiler] gönderdiğimiz uyarının aynısıdır." Burada müminler Allah tarafından yapılan uyarıyı dikkate almayan ve işledikleri günahta ısrar eden Yahudilerin durumundan ders almaları için uyarılmaktadırlar: "Yahudilerin düştüğü rezaleti görmektesiniz. Bu uyarıyı dikkate almayarak aynı sonla karşılaşmak ister misiniz?" [Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an]

" المقتسمينMUKTESİMîN" NE DEMEKTİR?

"Sarf İlmi"nin kurallarına göre, bu sözcüğün "kısım [bölüm]" veya "kasem [yemin]" sözcüklerinden türemiş olmasında herhangi bir engel bulunmamaktadır. Ancak sözcük "المقتسمين el-muktesimîn" şeklinde belirteç ile geldiğinden, bu kişilerin daha evvel bildirilmiş birileri olması gerekmektedir. O halde sözcüğün burada hangi anlama geldiğini anlayabilmek için yapılacak iş, Kur’an’da bu ayetten önceki ayetler içinde, başlarına bela indirildiği bildirilen "yeminciler" ya da "taksimciler" bulmaktan ibarettir.

Bu amaçla Kur’an’a bakıldığında, başlarına bela indirilmiş, cezalandırılmış iki grup görülmektedir. Bunlar, Neml suresinde bahsi geçen "Salih peygambere tuzak kuranlar" ile Kalem suresinde bahsi geçen "cennet [bahçe] sahipleri"dir:

48Ve o şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan, Dokuz kişilik bir grup vardı. 49Allah'a yeminleşerek, "Gece o'na ve ailesine baskın yapacağız, sonra da velîsine/haklarını koruyacak yakınlarına, ‘Biz, o ailenin yok edilişine şâhit olmadık/olay sırasında orada değildik ve biz kesinlikle doğru olanlarız’ diyeceğiz" dediler. 50Ve onlar, böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir ceza ile cezalandırdık. [Neml/48- 50]

17-24Şüphesiz Biz, o çiftlik sahiplerine belâ verdiğimiz gibi onlara belâ vereceğiz: Hani onlar, sabah olunca kesinlikle çiftliğin ürünlerini devşireceklerine yemin etmişlerdi. Bir istisna da yapmıyorlardı. Ama onlar uyurken Rabbin tarafından bir tayfun çiftliğin üzerinden dolaşıverdi. Sabaha, çiftlik, biçilmiş/devşirilmiş gibi oluverdi. Sabahladıkları vakit birbirlerine seslendiler: "Haydi, devşirecekseniz sabahleyin erkence gidin!" dediler. Hemen yola koyuldular, aralarında fısıldaşıyorlardı: Sakın bugün aranıza bir yoksul sokulmasın!

25-29Sadece engelleme gücüne sahip/şiddete güçleri yeten bir tavırla erkenden gittiler. Ama çiftliği gördüklerinde: "Biz şüphesiz biz şaşırmışız/yanlış yere gelmişiz; yok yok, biz yoksun bırakılmışız; Allah bizi cezalandırmış!" dediler. En hayırlı olanları: "Ben size ‘Allah'ı noksanlıklardan arındırmıyor musunuz?’ dememiş miydim?" dedi. Onlar: "Rabbimiz Seni tenzih ederiz, doğrusu bizler yanlış; kendi zararlarına iş yapan, haksız davranan kimselermişiz!" dediler.

30-32Sonra döndüler, birbirlerini kınıyorlardı: "Yazıklar olsun bizlere! Bizler gerçektenkendini firavun gibi görenazgınlarmışız, umarız ki Rabbimiz bize onun yerine daha hayırlısını verir; gerçekten biz bütün ümidimizi Rabbimize çeviriyoruz."

33Dünyadaki azap işte böyledir! Elbette âhiret azabı daha büyüktür, keşke bilenlerden olsalardı! [Kalem/17-33]

İlk bakışta, Hıcr suresinden evvel inmiş olmalarından dolayı "muktesimin" sözcüğü ile Kalem ve Neml surelerinde anlatılan gruplardan her ikisinin de kastedildiği düşünülebilir. Bizim tercihimiz, kast edilenin Kalem suresindeki "yeminciler" grubu olduğu yönündedir. Zira yukarıda da bahsettiğimiz gibi, hem teknik hem de anlam bakımından, 90-93. ayetlerin, bulundukları yere ait olmamaları söz konusudur. Yaptığımız uzun araştırmalar bize bu ayetlerin yerinin Şuara suresinde olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, Şuara suresinde geçmesi gereken "muktesimîn" ifadesiyle, Şuara suresinden sonra inmiş olan Neml suresindeki "Salih peygambere tuzak kuranlar"ın kastedilmiş olması mümkün olamayacağından, biz, "muktesimîn" olarak Kalem suresindeki "yeminciler"i görüyoruz.

" عضينIDIYN" SÖZCÜĞÜ

Kur’an’da sadece 91. ayette geçen "Idıyn" sözcüğünün anlamı, -dolayısıyla sözcüğün kökü- hakkında bazı farklı görüşler ileri sürülmüştür:

*Sözcüğün عضوّ ّuduv" kökünden geldiği kabul edildiğinde, çoğul olan bu sözcük -Türkçedeki gibi- "uzuvlar [parçalar]" anlamındadır.

*Sözcüğün " عضهadah" kökünden geldiği kabul edildiğinde, bu sözcük "yalan, iftira, dedikodu" gibi "kötü söz" anlamındadır.

*Ferra ise sözcüğün "sihir" anlamında olduğunu söylemiştir. [Lisanü’l-Arab, c: 6, s: 305- 306 "Udh" mad.; İsfehani, el-Müfredat, "Udv" mad.]

Anlaşılan o ki, konumuz olan ayette yukarıdaki anlamların hepsi birden kastedilmiştir. Yani Kur’an’ı parça parça ayıranlar, Bakara/85’de açıklandığı gibi, işine gelene inanıp işine gelmeyene inanmayanları ve Kur’an’a sihir, şiir, esatir ve yalan söz gibi iftira atanları, kötü söz söyleyenleri kapsamaktadır.

92, 93. ayetlerde Rabbimizin tüm insanların kendisi tarafından hesaba çekileceğini bildirmesinden, sorgulamayı ve cezalandırmayı da bizzat O’nun yapacağı anlaşılmaktadır. Bu durumda elçiye sadece "uyarı" işi kalmaktadır.

Bunun böyle olduğu birçok ayette bildirilmiştir:

59Görünmezin, duyulmazın, geçmişin, geleceğin anahtarları da yalnızca O'nun katındadır. O'ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. [En’am/59]

53Sonra insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup, kendinde bulunan ile sevinip böbürlenmektedir.

54Sen, şimdi onları bir zamana kadar sapkınlıkları ile başbaşa bırak! [Mü’minun/53, 54]

7,8,9) Ve onlar yeryüzüne bakmadılar mı? Biz orada her güzel eşten nicelerini bitirdik. Şüphesiz ki bunda kesinlikle alâmet/gösterge vardır; ama onların çoğu iman edenler olmadılar. Ve şüphe yok ki Rabbin, kesinlikle en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, engin merhamet sahibinin ta kendisidir.
Bu ayet grubunda Rabbimiz dolaylı olarak herkesin seçme hakkının, inanıp inanmama özgürlüğünün bulunduğunu ve kimsenin zorlanmadığını ifade etmektedir. Bu ifadeden aynı zamanda peygamberimizin de niçin üzülmemesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bir teselli mahiyetinde zımnen şöyle denilmektedir: "Eğer Allah dileseydi onları mucizelerle imana zorlardı. Onlar da zoraki inanırlardı. Bu, Allah’ın gücü çerçevesindedir. Ama Allah onları serbest bıraktı." Bu ilke, Rabbimizin Kur’an’da tekrar tekrar (Yunus/99, Hud/118, 119, Yusuf/103, Ya Sin/30, Müminun/44) bildirdiği bir ilkedir:

7. ayette "Ve onlar yeryüzüne bakmadılar mı? Biz orada her güzel eşten niceleri bitirdik" denilmek suretiyle aklı başında kimseler için uzaklarda ayet aramaya gerek olmadığı, Allah’ı tanımak için yakın çevredeki bitkilerin incelenmesinin yeterli olacağı vurgulanmıştır. Yakınlarındaki onca ayeti görmemek için kör ve aptal olmaları gereken inkârcılar da bu vurgulamayla sanki şöyle kınanmaktadır: "Kâfirler burunlarının ucunu bile görmüyorlar. Çevrelerine, yeryüzüne hiç bakmıyorlar, oradaki mucizelerimizi algılamıyorlar."

Bu ayetlerde verilen mesaj, ilk surelerden olan Abese suresinde de konu edilmişti:

24Hadi, bakıversin insan kendi yiyeceğine!

25Biz suyu döktükçe döktük. 26Sonra toprağı yardıkça yardık.

27-32Böylece yeryüzünde, size ve hayvanlarınıza geçimlik olarak daneler/hububat, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar, gür çimenli, sık ağaçlı bahçeler, meyve ve otlak bitirdik. [Abese/24–32]

Bizim "Biz orada her güzel eşten nicelerini bitirdik" şeklinde çevirdiğimiz 7. ayetteki ifadesinde Rabbimiz, bitkiler için "
كريم kerim" sıfatını kullanmıştır. "Kerim" sözcüğü, kendi türünde ve konusunda beğenilen ve övülen her şey için kullanılabilen bir sıfattır. Nitekim beğenilen yüze, yani kadına "güzellik" erkeğe "yakışıklılık" niteliği kazandıran yüze; " وجه كريم vech-i kerim", faydaları ve içerdiği manalar bakımından beğenilen kitaba da " كتاب كريم kitab-ı kerim" denilir. Buradaki " نبات كريم nebat-ı kerim" de "kendisinde bulunan faydalardan dolayı beğenilen bitki" demektir. Yani burada Rabbimiz, insanların "yararlı" ve "zararlı" olarak ikiye ayırdığı bitkileri "kerim" diye nitelemiştir. Bize göre Rabbimizin bu ifadesinden şu anlaşılmalıdır: İnsanların "zararlı" olarak nitelediği bitkilerde henüz tespit edilememiş nice yararlar bulunmaktadır. Çünkü Yüce Allah hiçbir şeyi gereksiz ve amaçsız yaratmamıştır. Nitekim eskiden faydasız olarak görülen birçok bitkinin ekolojik sistemdeki denge sağlayıcı önemi veya insanların dertlerine deva olduğu henüz şimdilerde anlaşılmıştır.

3–9. ayetlerin oluşturduğu paragrafın "Şüphesiz ki bunda kesinlikle ayet vardır; ama onların çoğu iman edenler olmadılar. Ve şüphe yok ki Rabbin, kesinlikle Aziz ve Rahîm’in ta kendisidir" şeklindeki son iki cümlesi, surede, peygamberlere ait her kıssanın sonunda bir nakarat gibi tam sekiz kez geçmektedir. Ancak her biri farklı konulara işaret ettiği için bu cümleler "tekrar" sayılamazlar. Allah’ın " العزيز Aziz" ve " الرّحيمRahîm" sıfatları ile anıldığı bu cümlelerdeki "Aziz" adı yalanlayıcılara tehdit, "Rahîm" adı da inananlara ve inanacaklara müjde ve güven unsuru olmaktadır.

10,11) Bir vakit de Rabbin, Mûsâ'ya: "Git o yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluma; Firavun toplumuna, hâlâ Allah'ın koruması altına girmeyecekler mi?" diye nida etmişti.
6. Âyetteki İşte alay edip durdukları şeyin haberleri yakında onlara gelecektir ifadesiyle sözü edilmiş olan önemli haberler, çarpıcı bilgiler, bu Âyetlerden itibaren verilmeye başlanmıştır. Önemli haberlerin ilki, Mûsâ peygamber, Firavun ve İsrâîloğulları ile ilgili bilgilerdir. 10-68. Âyetlerden oluşan bu pasajda, Mûsâ'nın peygamber yapılışından Firavun'un nehirde boğuluşuna kadar olan olaylar özet halinde verilmiştir. Daha evvel A'râf ve Tâ-Hâ Sûrelerinde ayrıntılı olarak anlatılmış olan olaylar burada bazı ek bilgiler verilmek sûretiyle tekrarlanmakta ve böylece kıssa gayet beliğ ve veciz bir şekilde hafızalara kazınmış olmaktadır.
12,13,14) Mûsâ: "Rabbim! Şüphesiz ben, beni yalanlamalarından korkarım. Göğsüm de daralır, dilim konuşmaz, onun için Hârûn'a da elçilik ver. Hem onlara ait benim üzerimde bir suç var. Ondan dolayı beni öldürmelerinden korkarım" dedi.
15,16,17) Allah: "Kesinlikle senin düşündüğün gibi değil! Haydi, ikiniz alâmetlerimizle/göstergelerimizle gidin. Şüphesiz ki, Biz sizinle beraberiz, işitenleriz. Haydi, ikiniz Firavun'a gidin de 'Biz kesinlikle, İsrâîloğulları'nı bizimle beraber gönderesin diye' âlemlerin Rabbinin elçisiyiz deyin" dedi.
Bu Âyet grubunda anlatılanların çoğu, daha önce farklı bir üslupla A'râf ve Tâ-Hâ Sûrelerinde de dile getirilmişti. Meselâ Mûsâ peygamberin burada beni yalanlamalarından korkarım şeklinde verilen ifadesi, korkunun farklı anlatımı olarak Tâ-Hâ Sûresi'nin 45. Âyetinde Rabbimiz! Onun bizim aleyhimize aşırı gitmesinden veya azgınlığından korkarız şeklinde verilmiştir. Mûsâ peygamberin kendisine inanılmayacağından duyduğu endişe, Kitab-ı Mukaddeste de şöyle geçmektedir:

Mûsâ, "Ya bana inanmazlarsa?" dedi, "Sözümü dinlemez, 'RAB sana görünmedi' derlerse, ne olacak?" RAB, "Elinde ne var?" diye sordu. Mûsâ, "Değnek" diye yanıtladı. RAB, "Onu yere at" dedi. Mûsâ değneğini yere atınca, değnek yılan oldu. Mûsâ yılandan kaçtı. RAB, "Elini uzat, kuyruğundan tut" dedi. Mûsâ elini uzatıp kuyruğunu tutunca yılan yine değnek oldu. RAB, "Bunu yap ki, ataları İbrâhîm'in, İshâk'ın, Yakup'un Tanrısı RAB'bin sana göründüğüne inansınlar" dedi. Sonra, "Elini koynuna koy" dedi. Mûsâ elini koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli bir deri hastalığına yakalanmış, kar gibi bembeyaz olmuştu. RAB, "Elini yine koynuna koy" dedi. Mûsâ elini yine koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli eski hâline dönmüştü. [Çıkış; 4: 1–7,1-]

Mûsâ peygamberin daha önce bir suç işlediğine dair 14. Âyetteki ifadesi, Firavun'un 18-19. Âyetlerdeki, Biz seni çocukken içimizde terbiye etmedik mi? Hayatının birçok yıllarından içimizde kalmadın mı? Sonunda o yaptığın işi de yaptın. Sen inkârcılardan/nankörlerden birisin de... şeklindeki sözleri ile teyit edilmektedir. Bu olayın ayrıntıları Kasas Sûresinde yer almaktadır:

15Ve Mûsâ, şehir halkının habersiz olduğu bir anda şehre girdi. Sonra orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından, birbirlerini öldürmeye çalışan iki adam buldu. Sonra kendi tarafı olan, düşmana karşı Mûsâ'dan yardım diledi. Mûsâ da ötekine hemen bir yumruk indirdi, o da hemen ölüverdi. Mûsâ, "Bu, şeytanın işindendir, şüphesiz o, saptırıcı, apaçık bir düşmandır" dedi.

16Mûsâ, "Rabbim! Şüphesiz kendime haksızlık ettim. Artık beni bağışla!" dedi de Allah o'nu bağışladı. Şüphesiz O, çok bağışlayıcının, çok merhamet edicinin ta kendisidir.

17Mûsâ, "Rabbim! Bana nimet olarak verdiğin şeylere andolsun ki artık hiçbir zaman suçlulara arka olmayacağım" dedi.

18Sonra da Mûsâ, şehirde korku içinde, etrafı kontrol ederek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse, feryat ederek o'ndan yardım istiyor. Mûsâ ona: "Şüphesiz sen, apaçık bir azgınsın!" dedi.

19Mûsâ, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam; "Ey Mûsâ! Dün bir kişiyi öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? Sen sadece yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun ve sen düzelticilerden olmak istemiyorsun" dedi.

20Ve şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi. Dedi ki: "Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için senin hakkında görüşme yapıyorlar. Derhal çık! Şüphesiz ki ben öğüt verenlerdenim."

21Sonra da Mûsâ korka korka, kontrol ederek oradan çıktı. "Rabbim! Beni şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar toplumundan kurtar!" dedi. [Kasas/15–21]

33,34Mûsâ dedi ki: "Rabbim! Şüphesiz ben onlardan bir kişi öldürdüm, şimdi onların beni öldürmelerinden korkuyorum. Kardeşim Hârûn'u da benimle gönder; o, dil bakımından benden daha iyi, güzel ve etkilidir. O nedenle o'nu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Şüphesiz ben, beni yalanlamalarından korkuyorum." [Kasas/33–34]

Mûsâ peygamberin endişesini dile getirmesi karşısında 15-17. Âyetlerde yer alan Rabbimizin sözleri, Tâ-Hâ Sûresinde şöyle ifade edilmiştir:

46Allah: "Korkmayınız, şüphesiz Ben ikinizle beraberim, işitirim ve görürüm. 47Hemen ona gidin de ona; ‘Şüphesiz biz Rabbinin iki elçisiyiz. Artık İsrâîloğulları'nı bizimle gönder ve onlara azap etme; kesinlikle biz sana Rabbinden bir alâmet/gösterge ile geldik. Selâm kılavuza uyanlaradır. 48Şüphesiz biz; kesinlikle bize, kesinlikle azabın yalanlayana ve sırt çevirene olduğu vahyedildi’ deyiniz." 46dedi [Tâ-Hâ/46–48]

Mûsâ peygamberin dile getirdiği endişe ve talepler ile Rabbimizin 15. Âyetteki Şüphesiz ki, Biz sizinle beraberiz, işitenleriz vurgusu, Tâ-Hâ Sûresinde aşağıdaki gibi yer almaktadır:

25Mûsâ: "Rabbim! 33Seni tüm noksanlıklardan çok arındırmamız 34ve Seni çok çok anmamız için 25göğsümü aç, 26işimi bana kolaylaştır. 27Dilimden de düğümü çöz 28ki sözümü iyi anlasınlar. 29Ve ehlimden; 30kardeşim Hârûn'u 29benim için bir vezir kıl, 31o'nunla arkamı kuvvetlendir. 32İşimde o'nu bana ortak et. 35Şüphe yok ki Sen bizi görüp duruyorsun" 20dedi. [Tâ-Hâ/25–35]

Bu vurgu ile Yüce Allah Mûsâ peygambere, olup biteceklerin hepsini duyduğunun, bildiğinin ve onlara yardım edeceğinin güvencesini vermiş olmaktadır.

15-17. Âyetlerden, bir topluma iki elçinin birden gönderildiği anlaşılmaktadır. Hatırlanacağı üzere Yâ-Sîn Sûresinde de aynı kente üç elçinin gönderildiği konu edilmişti. Hûd Sûresinde de İbrâhîm ve Lût peygamberlere sayıları üçten fazla olan
[bir takım] elçilerin uğradığı görülecektir.
18,19) Firavun: "Biz seni çocukken içimizde terbiye etmedik mi? Hayatından birçok yıllar içimizde kalmadın mı? Sonunda o yaptığın işi de yaptın. Sen nankörlerden birisin de..." dedi.
20,21,22) Mûsâ: "Ben, o işi şaşkınlardan olduğum zaman yaptım. Sizden korkunca da hemen sizden kaçtım. Sonra Rabbim bana yasalar-ilkeler bahşetti ve beni elçilerden biri yaptı. O başıma kaktığın nimet de İsrâîloğulları'nı kendine köle edinmiş olmandır" dedi.
23) Firavun: "Âlemlerin Rabbi dediğin de nedir ki?" dedi.
24) Mûsâ: "Eğer yakinen bilmiş olsanız, O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir."
Bu Âyet grubunda, Mûsâ ve Hârûn peygamberlerin Allah'ın elçileri olarak Firavun ile yaptıkları ilk konuşmalar anlatılmaktadır. Karşılıklı konuşma şeklinde verilen bu sahnede Mûsâ peygambere ait O başıma kaktığın nimet de İsrâîloğullarını kendine köle edinmiş olmandır cümlesi dikkat çekmektedir. Bazı tarihî bilgilere dayanılarak yapılan tahminlere göre İsrâiloğullarının Mısır'daki kölelik dönemi 430 yıl kadar sürmüştür. Dolayısıyla Mûsâ peygamber bu uzun kölelik dönemini bilerek bu sözleri söylemiştir. Bu sözleriyle neyi kastetmiş olabileceği hakkında şu yorumları yapmak mümkündür:

* Eğer bize ve milletimize karşı uyguladığın o zulmü yapmamış olsaydın, senin barındırmana ihtiyacım olmazdı.

* Bu, daha sonra yapılan iyilik, milletimize yapılan o büyük zulme karşılık olmuştur. Bunlar karşılaştırılınca, hiç yokmuş gibi olurlar.

* Sen, onları köle edindin, mallarını aldın ve bana o mallardan harcadın. Dolayısıyla beni besleyip büyütmenden dolayı üzerimde bir hakkın yoktur.

* Sen, İsrâîloğullarının kendine ait köleler olduklarını iddia ettin. Efendi, kendi kölelerini yedirip içirdiği ve ihtiyaçlarını karşıladığı için bunu onların başına kakamaz.
25) Firavun, yanı başında bulunanlara "İşitmiyor musunuz?" dedi.
Bu Âyet, kavmi tarafından "tek yüce rabb" olarak kabul edilen Firavun'un alaycı üslûbunu yansıtmaktadır. Firavun, bu alaycı üslubuyla Mûsâ peygamberin "Âlemlerin Rabbi" ifadesine şaştığını ve yanında hazır bulunan ileri gelenlerin de bu ifadeye şaşırdıklarını açığa vurmaları gerektiğini ima etmektedir.
26) Mûsâ: "O, sizin Rabbiniz ve daha önceki atalarınızın da Rabbidir" dedi.
Firavun'un alaycı bir üslûp ile çevresindeki kurmaylarından destek alma girişiminde bulunmasına karşılık, Mûsâ peygamber de âdeta Firavun'un bu gününü de geçmişini de tanımadığını, onun hem atalarının hem de kendisinin şimdiye kadar hep yanlış üzerinde geldiklerini açıklamaktadır.

Mûsâ peygamberin 24. Âyette geçen O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir şeklindeki ifadesini bu Âyetle bağdaştırarak buradaki sözlerin "Hadi Allah'ı çevreden tanımıyorsunuz, peki kendi varlığınızdan da mı tanımıyorsunuz? Her tarafınız O'nun imzasını taşıyor" anlamında değerlendirmek de mümkündür. Bu takdirde Mûsâ peygamber, ilâhlık ve rabblık konusunda sadece Firavun'un değil, çevresinde bulunanların da yanılgı içinde olduğunu bir kez daha ifade etmiş olmaktadır.
27) Firavun: "Size gönderilen bu elçiniz kesinlikle gizli güçlerce desteklenen/delinin biridir" dedi.
28) Mûsâ: "Şâyet aklınızı kullansanız, O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir" dedi.
29) Firavun: "Benden başka ilâh edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan yaparım" dedi.
30) Mûsâ: "Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?" dedi.
31) Firavun: "Haydi hemen getir onu, eğer doğrulardan isen" dedi.
Bu Âyet grubundaki konuşmalardan anlaşıldığına göre; Firavun, alaycı üslûpla yaklaştığı Mûsâ peygamberin korkusuzca ve ciddiyetle uyarılarına devam etmesi karşısında onun deli olduğunu ileri sürmüş, ondan "size gelen elçi" şeklinde bahsederek onun elçiliğini kendi üstüne almadığını ifade etmiştir.

Bunun üzerine Mûsâ peygamber onları akılsız davranmakla itham etmiş, eğer akıllarını kullanırlarsa Allah'ın her şeyin Rabbi olduğunu anlayıp O'nu tanıyabileceklerini söylemiştir. Firavun'un bu açık uyarı karşısında öfkelendiği anlaşılmaktadır. Öyle ki, bütün zorbaların her zaman başvurduğu yöntemi uygulamaya koyulmuş ve pervasızca tehditler savurmuştur. Mûsâ peygamber bu tehditlere kulak asmayıp tebliğini sürdürmüş ve bu sayede onlara göstergeleri sunma fırsatı elde etmiştir.

FİRAVUN'UN İLÂHLIĞI:

A'râf Sûresi'nin 127. ve Tâ-Hâ Sûresi'nin 49–55. Âyetlerinin tahlillerinde de belirttiğimiz gibi, Firavun Allah'ı ve melekleri inkâr etmemekte, aksine Allah'ı göklerin hâkimi olarak kabul etmektedir:

51-53Ve Firavun, toplumunun içinde seslendi: "Ey toplumum! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yahut ben, şu zavallının ta kendisi olan; nerede ise meramını anlatamayan kişiden daha hayırlı değil miyim? Hem o'nun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar hâlinde melekler gelmeli değil miydi?" dedi. [Zuhruf/51–53]

28,29Ve Firavun ailesinden imanını saklayan bir babayiğit adam: "Bir adamı, Rabbim Allah dediği için öldürecek misiniz? Hâlbuki o, kesinlikle size Rabbinizden delillerle gelmiştir. Ve eğer o, bir yalancı ise bir bakarsın ki o'nun yalanı kendi aleyhine oluvermiştir. Ve eğer doğru ise size yaptığı tehditlerin bir kısmı size isabet eder. Şüphesiz Allah, aşırı giden bir yalancı kişiye kılavuz olmaz. Ey toplumum! Yeryüzünde açığa çıkmış olarak bugün yönetim sizindir. Peki, eğer gelecek olursa Allah'ın hışmından bizi kim yardım edip kurtarır?" dedi.

Firavun: "Ben size görüşümden başkasını göstermiyorum ve ben sadece size reşitliğin/akıllı olmanın yoluna kılavuzluk ediyorum" dedi.

30-35Yine o iman etmiş olan kimse: "Ey toplumum! Şüphesiz ben, sizin hakkınızda Ahzâb'ın günü benzerinden; Nûh toplumunun, Âd'ın, Semûd'un ve daha sonrakilerin maceralarının benzerinden korkuyorum. Ve Allah, kulları için bir haksızlık, yanlışlık istemez. Ey toplumum! Şüphesiz ben, size gelecek o çağrışma-bağrışma/kaçışma gününden; arkanıza dönüp kaçacağınız günden korkuyorum. Sizin için Allah'tan koruyan biri yoktur. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur. Ve andolsun ki, bundan önce size Yûsuf delillerle gelmişti. O zaman da o'nun size getirdiği şeylerde şüphe edip durmuştunuz. Sonunda o öldüğünde de, "Bundan sonra Allah, asla elçi göndermez" dediniz. Allah, şu kendilerine gelmiş bir güç olmaksızın, Allah'ın âyetleri/alâmetleri/göstergeleri hakkında mücâdele eden, aşırı giden, şüpheci olan kişileri işte böyle şaşırtır. Bu durum, Allah katında ve iman edenler yanında buğz olarak büyüktür. İşte Allah, her böbürlenen zorbanın kalbi üzerine damga basar" dedi. [Mü’min/28–35]

Yukarıdaki Âyetlerin delâletiyle, Firavun'un konumuz olan 29. Âyetteki sözlerinden, onun kendisini Allah yerine koyduğu anlamını çıkarmak mümkün değildir. Kendisini insanların hâkimi
[rabbi] olarak görmekte ve bu görüşünü de kendisinin Güneş Tanrısının insan şeklindeki sûreti olduğu iddiasına dayandırmakta olduğu için Firavun'un bu sözleri, yeryüzünde kendisinden başka kimsenin emirler veremeyeceği ve kendi hükümranlığına müdahaleye kalkışamayacağı anlamına gelmektedir. Diğer taraftan, Firavun'un "ilâh" sözcüğü ile kast ettiğini İslâmiyet'teki "Allah" kavramı ile bağdaştırmak doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü Nâs Sûresi'nin tahlilinde de belirttiğimiz gibi, İslâmiyet'in saf tevhîd akidesine göre; her şeyi yoktan var eden ve ibadet edilecek yegâne varlık olduğu kabul edilen "Allah" ile diğer dinlerdeki "ilâh" kavramı arasında tartışmaya yer bırakmayacak nitelikte büyük farklar vardır. Diğer dinlerdeki ilâhlar, bu dinlere mensup insanların korkuları, ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmişlerdir ve varlıklarının sebebi olan korkuların, ihtiyaçların ortadan kalkması durumunda, bu ilâhların hiçbir fonksiyonları kalmaz. Ayrıca, insanla birlikte var olan ve onlarla birlikte yok olan bu ilâhların "hüküm koyma" özellikleri de yoktur. Bu sebeple, kendilerine dualar edilen, tapınılan, kurbanlar ve hediyeler sunulan bu ilâhların yasal ve siyasal alanda hükmetme yetkilerinin bulunduğu, dünyevî işlerde istediklerini emretme hakkına sahip oldukları ve buyruklarına teslim olunması gerektiği beşerî dinler tarafından asla kabul edilmemiştir. Bu beşerî dinler, kendilerinin koydukları kanunlara, çizdikleri politikalara karışma hakkını hiçbir ilâha tanımamışlar, yeryüzündeki mutlak otoritenin her zaman sadece kendilerine ait olduğunu savunmuşlardır. Zaten Allah'ın elçileri ve onların izleyicileri ile dünyevî hükümdarlar ve yönetimler [beşerî dinler] arasındaki çatışmanın asıl sebebi de bundan kaynaklanmaktadır.

Firavun'un sözleri bu temel gerçekler dikkate alınarak değerlendirildiğinde, sorunun sadece basit bir tapınma ve takdim sorunu olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Bütün ilâhları terk ederek sadece âlemlerin Rabbi olan Allah'ı bu haklara sahip gören Mûsâ peygamber, eğer Firavun'dan sadece Allah'a inanıp O'na ibadet etmesini isteseydi muhtemelen Firavun da kendisini saldırıya uğramış hissetmeyecek ve Mûsâ peygamberi pek fazla rahatsız etmeyecekti. Olsa olsa atalarının inancını bırakmayı reddetmek sûretiyle tepkisini gösterecek ve Mûsâ peygamberi kendi bilginleriyle tartışmaya çağıracaktı. Fakat Mûsâ peygamberin kendisini "
Âlemlerin Rabbi"nin elçisi olarak tanıtması ve bu üstün otorite adına Firavun'dan buyruğa itaat etmesini istemesi, Firavun'un kendini ikinci derecede bir hükümdar hissetmesine yol açmış ve Firavun siyasal alanda yeni bir otoritenin ortaya çıkmasına izin vermek istememiştir.

Bu aşamada Mûsâ peygamberin
Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı sözleriyle köşeye sıkışan Firavun'un artık Haydi hemen getir onu, eğer doğrulardan isen diyerek Mûsâ peygamberin getirdiğini göstermesini kabul etmekten başka çaresi kalmamıştır. Firavun'un bu cevabı, onun eski ve günümüz müşriklerinden hiçbir farkının olmadığını göstermektedir. Çünkü Kur'ân'dan öğrendiğimize göre, Nûh peygamberin kavminden Mekkeli müşriklere kadar tüm kâfirler aynı yolu izlemişlerdir.
32) Bunun üzerine Mûsâ, birikimini[#158] ortaya koyuverdi; bir de bakmışsın ki Mûsâ'nın birikimi, apaçık bir "silip süpüren"dir.[#159]
33) Gücünü de çekti çıkardı; bir de bakmışsın ki o güç, izleyenlere çok mükemmel, hiç kusursuzdur.[#160]
A‘râf ve Tâ-Hâ sûrelerinde, yed-i beyzâ'nın [kusursuz güc'ün], Mûsâ'ya yardımcı/vezir olarak verilen "Hârûn" olduğu genişçe açıklanmıştır.
34,35) Firavun, yanı başındaki ileri gelenlere: "Şüphesiz bu, kesinlikle çok bilgili bir etkin bilgin! Sizi etkin bilgisiyle topraklarınızdan çıkarmak istiyor. Şimdi ne buyurursunuz?" dedi.
36,37) İleri gelenler dediler ki: "Onu ve kardeşini alıkoy, şehirlere de toplayıcılar gönder. Bütün büyük ve çok etkin bilginleri sana getirsinler."
38) Böylece, etkin bilginler belli bir günün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi.
39) İnsanlara da, "Siz toplanıyor musunuz?" denildi.
40) -"Bizim etkin bilginlere uymamız için, kendilerinin galip gelen kimseler olmaları gerekir!"-
41) Etkin bilginler geldiklerinde Firavun'a: "Şâyet biz üstün gelirsek, kesinlikle bize bir ücret var mı?" dediler.
42) Firavun: "Evet, o takdirde siz, hiç şüphe yok ki, yakınlardan olacaksınız" dedi.
Mûsâ peygamberin iki büyük ve apaçık mu’cize getirmesinden sonra bu Âyet grubunda, Firavun ve ileri gelenlerin Mûsâ peygambere karşı yaptıkları plânlar anlatılmaktadır. Anlaşıldığına göre daha önce fütursuzca Benden başka ilâh edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan kılarım! diye meydan okuyan, kendini ilâh, rabb kabul eden Firavun, getirilen mu’cizeleri ve halkın bilgiçlerinin bu mu’cizelere iman edişini gördükten sonra başına gelecekleri tahmin etmiş ve dehşete düşmüştür. Bu şaşkınlık anında temsil ettiği makamı unutup Mûsâ peygamberin sahte, göz boyayıcı birtakım bilgilerle halkını oradan götürmeyi plânladığını söylemiş ve akılların kabul etmeyeceği ölçüde saçmalamıştır. Çünkü ülkesinde usta sahte, göz boyayıcı birtakım bilgiler örnekleri sergileyen pek çok etkili bilgin bulunan Firavun, bunların yalnızca mükâfat ve ücret için bu işi yaptıklarını gayet iyi bilmesine rağmen, sahte, göz boyayıcı birtakım bilgilerle halkı aldatan biri olarak ilân ettiği Mûsâ peygamberin bu gücü ile siyasî bir devrim yapacağını ileri sürmüştür.

BELLİ GÜN, TAYİN EDİLEN VAKİT:

38. Âyette geçen belli günün tayin edilen vaktinde ifadesinin Mısırlıların ulusal bayram günü olan "ziynet günü" ve "kuşluk vakti" anlamına geldiği Tâ-Hâ Sûresinde açıklanmıştır:

* Mûsâ: "Sizinle buluşma zamanı, tören, şenlik günü ve insanların toplanacağı kuşluk vaktidir" dedi. [Tâ-Hâ/59]

Yapılan plâna göre; Mûsâ peygamber ile ülkenin sahte, göz boyayıcı birtakım bilgilerle halkı aldatan etkili bilginleri arasındaki müsabakayı büyük bir kalabalığın seyretmesini sağlamak için her tarafa çığırtkanlar gönderilecek, müsabakada da herhangi bir olağanüstülük olmadığı, bunun ülkedeki tüm sihirbazlar tarafından yapılabildiği herkese açıkça gösterilecekti. Böylece Mûsâ peygamberin sarayda sergilediği ve muhtemelen halka da yayılmış olan mu’cizenin haberinden halkın etkilenmemesi sağlanmış olacaktı.

Mûsâ peygamberin getirdiği ayetler dolayısıyla Firavun'un ne büyük bir endişe içinde olduğunu kanıtlayan bir diğer gösterge de, Firavun'un bilginlerine Mûsâ peygamberi alt etmeleri hâlinde çok büyük bir şeref anlamına gelen "yakınlar" payesi vereceğini vaat etmesidir.
43) Mûsâ onlara, "Ortaya koyun ne koyacaksanız!" dedi.
44) Bunun üzerine onlar, birikimlerini, eski inanç ve tezlerini/çer-çöplerini; eften püften bilgilerini[#161] ortaya koydular ve "Firavun'un gücü hakkı için şüphesiz elbette bizler galip olanlarız" dediler.
45) Sonra Mûsâ birikimini ortaya koydu; bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuyor da yutuyor!
46,47,48) Sonra etkin bilginler boyun eğip teslimiyet gösterenler olarak bırakıldılar: "Biz, Âlemlerin Rabbine; Mûsâ ve Hârûn'un Rabbine iman ettik" dediler.
Şu‘arâ/44 ve Tâ-Hâ/66 âyetlerinde Firavun'un bilginlerinin tezleri "ip ve değnek" olarak nitelenmiştir. Bu husustaki âyetlerin delâletiyle –TâHâ sûresi'nde de açıkladığımız gibi– buradaki "ip ve deynek" ifadelerini, Türkçe'deki "çer-çöp, ipsiz-sapsız; temelsiz" deyimlerine benzetebiliriz. Burada denilmek istenen Firavun'un bilginlerinin görüş ve tezlerinin değersizliği, işe yaramazlığıdır.

Bu âyetlerde kısaca anlatılan müsabaka, A'râf ve Tâ-Hâ Sûrelerinde aşağıdaki gibi nakledilmişti:

117Biz de Mûsâ'ya, "Sen de birikimini ortaya atıver" diye vahyettik. Bir de ne görsünler, onların uydurup düzdükleri şeyleri süratle yakalayıp yutuyor. 118Böylece hak yerini buldu ve Firavun ve ileri gelenlerin bütün yaptıkları boşa gitti, işe yaramadı.

119Firavun ve ileri gelenler, artık orada mağlup oldular ve küçük düşmüş bir toplum olarak geri döndüler.

120-122Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler ise boyun eğip teslim olmuş kimseler hâlinde bırakıldılar. "Âlemlerin Rabbine; Mûsâ'nın ve Hârûn'un Rabbine iman ettik" dediler. [A'râf/117–122]

65Etkili bilginler: "Ey Mûsâ! Ya sen ortaya koyacaksın veyahut ilk ortaya koyan kişiler biz olalım" dediler.

66Mûsâ: "Tam tersi, siz ortaya koyun" dedi. Bir de ne görürsün! Onların birikimleri, eski inançları ve tezleri/çer-çöpleri/eften püften bilgileri, yaptıkları sihirden/hünerli gösterimden ötürü gözünde büyüdü.67Bu yüzden Mûsâ, içinde bir korku hissetti.

68,69Biz: "Korkma, şüphesiz sen; en üstün olan sensin: Sen sahibi olduğun birikimi ortaya koy; o, onların yapıp ürettiklerini yutsun dursun. Şüphesiz onların yaptıkları ancak bir göz boyayıcısı hilesidir. Göz boyayıp etkileyen kişi ise, her nereye giderse gitsin zafer kazanamaz, başarılı olamaz" dedik.

70Sonunda bütün etkili bilginler, "Mûsâ ile Hârûn'un Rabbine iman ettik" demek sûretiyle boyunlarını uzatıp teslim olmuş durumda bırakıldılar. [Tâ-Hâ/65–70]

Görüldüğü gibi, müsabakaya Firavun'un gücüne sığınarak, yemin ederek başlayan ve kendilerine çok güvenen etkili bilginler, Mûsâ peygamberin getirdiği ayetler karşısında kendi düzmece hünerlerinin hiçbir değeri olmadığını anlamışlar ve müsabakadan mağlûp çıktıklarını hemen kabul etmişlerdir. Çünkü onlar sıradan göz bağlayıcılar değil, sihir [gözbağlayıcılık, illüzyon] bilgisinin zirvesine çıkmış ve bu bilgi ile varılacak son noktayı çok iyi bilen kimselerdir. Nitekim Mûsâ peygamberin getirdiği ayetlerin göz boyamacılığı aştığını anlamışlar ve akıllarını kullanarak imana gelmişlerdir. Böylece Rabbimizin Tâ-Hâ Sûresi'nin 46. Âyetin ve bu Sûrenin 15. Âyetlerinde Mûsâ ve Hârûn peygamberlere verdiği sizi koruyacağım, sizinle beraberim vaadi yerine gelmiş olmaktadır. Yüce Allah, elçilerini her zaman koruduğunu ve hakkı üstün kıldığını başka Âyetlerde de bildirmiştir:

81Ve de ki: "Hak geldi, bâtıl yok oldu. Şüphesiz bâtıl yok olup gider." [İsrâ/81]

18Tam tersi Biz, hakkı bâtılın başına çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın bâtıl yok olup gitmiştir. Ve Allah'a yakıştırdığınız niteliklerden dolayı size yazıklar olsun! [Enbiya/18]

21Allah: "Elbette, Ben ve elçilerim galip geleceğiz" diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır. [Mücâdele/21]
49) Firavun dedi ki: "Ben size izin vermeden o'na iman mı ettiniz? Şüphesiz ki o, elbette size sihri öğreten büyüğünüzdür! Peki, yakında bileceksiniz! Andolsun, sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkinizi kestireceğim ve kesinlikle hepinizi rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım, taş ocaklarında çalıştıracağım, zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim!"
50,51) Etkin bilginler: "Zararı yok, şüphesiz biz Rabbimize dönenleriz. Biz mü'minlerin ilkleri olduğumuzdan dolayı, Rabbimizin bize hatalarımızı bağışlayacağını umuyoruz" dediler.
Bu âyetlerde, müsabakadan yenik çıkan Firavunun bilginlerinin imana gelmeleri üzerine Firavun'un onlara nasıl tehditler savurduğu, artık birer inanmış kişi olan eski bilginlerin ise Firavun'un bu tehditlerini hiç umursamadıkları anlatılmaktadır. Daha evvel -A'râf ve Tâ-Hâ Sûrelerinde- de belirttiğimiz gibi, Firavun'un bu inanmış kişilere Firavun’un bilginlerine] neler yaptığı Kur'ân'da açıklanmamıştır. Rivâyetler Firavun'un tehditlerini hemen yerine getirdiği yönündedir.

Müsabakadan sonraki olaylar burada kesilmiş ve buradan itibaren kıssanın Mûsâ peygamberin yeni görevi ile ilgili olan bölümüne geçilmiştir. Bu arada olan bitenlerin bir kısmı A'râf (127–135), bir kısmı Yûnus (83–89), bir kısmı Mü’min (23–46), bir kısmı da Zuhruf (46–56) Sûresinde yer almaktadır:

Ayetteki "Hılaf" sözcüğü ile ilgili açıklama A’raf/124-16. Ayetler açıklamasında verilmiştir.

"Salb" sözcüğü ile ilgili ayrıntılı açıklama Ta Ha/71. âyetin tahlilinde verilmiştir.
63) Sonra Mûsâ'ya: "Vur birikimini o bol suya/nehire!" diye vahyettik. Sonra o bol su/nehir yarıldı/barajlar yapıldı da, her bir parça baraj, ulular ulusu bir dağ gibi oluverdi.[#162]
52) Ve Biz, Mûsâ'ya: "Kullarımı geceleyin yola çıkar, şüphesiz siz takip edilenlersiniz" diye vahyettik.
53,54,55,56,60) Derken Firavun da şehirlere toplayıcıları gönderdi: "Şüphesiz bunlar, sayıları azar azar, bölük pörçük bir topluluktur. Ve onlar bizim için elbette öfkelidirler. Biz ise, elbette hazırlıklı, tedbirli bekleyen bir cemaatiz." Sonra Firavun ve adamları güneş doğarken onların ardına düştüler.
61) İki topluluk birbirini görünce, Mûsâ'nın ashâbı "Şüphesiz biz, kesinlikle kıstırıldık" dediler.
62) Mûsâ: "Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Şüphesiz Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir" dedi.
64) Ötekilerini de oraya yaklaştırdık.
65,66) Ve Mûsâ ve beraberindekilerin hepsini kurtardık, sonra da ötekileri suda boğduk.
57,58,59,67,68) Sonunda Biz, Firavun ve toplumunu bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve şerefli makamdan çıkardık. İşte böyle! Ve sonra onlara İsrâîloğulları'nı mirasçı/son sahip yaptık. Şüphesiz bunda kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır. Ama çokları iman etmiş değillerdi. Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle en üstün olanın, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, engin merhamet sahibinin ta kendisidir.[#163]
Diğer âyetlerden de anlaşıldığı üzere Mûsâ, Mısır'da kaldığı süre içinde esas niyetini saklayarak nehri barajlarla kesmiş, ovada kanallar oluşturmuş ve eski su yataklarını tarıma açmıştır. Bu nedenledir ki Firavun, "Bu altımdaki nehirler benim değil mi" demektedir:

51-53Ve Firavun, toplumunun içinde seslendi: "Ey toplumum! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yahut ben, şu zavallının ta kendisi olan; nerede ise meramını anlatamayan kişiden daha hayırlı değil miyim? Hem o'nun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar hâlinde melekler gelmeli değil miydi?" dedi. [Zuhruf/51-53]

Şuara/53-56 ayetlerde Firavun’un hazırladığı orduya İsrailoğulları ile ilgili "Şüphesiz bunlar, sayıları azar azar, bölük pörçük bir topluluktur. Ve onlar bizim için elbette öfkelidirler. Biz ise, elbette hazırlıklı, tedbirli bekleyen bir cemaatiz." demektedir. Kasas/4’te Rabbimiz "4Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı; onlardan bir grubu güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiriyor, kadınlarını da utanca boğuyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi" diye bilgi vermektedir. Demek oluyor ki Firavun daha evvel israiloğullarını kamplara, partilere, kliklere, hiziplere ayırmış onların birlik olamayacaklarını ummaktadır.

Daha sonra Mûsâ, kavmi ve Kıptilerden kendisine inananları yanına alarak buralardan geçirmiş, kendilerini takip eden Firavun ve ordusunu bu tarım arazilerine çekmiş, onlar arazide iken barajları yıkarak Firavun ve ordusunun boğulmasını sağlamıştır.

Asa ile denizin yarılması

63Sonra Mûsâ'ya: "Vur birikimini o bol suya/nehire!" diye vahyettik. Sonra o bol su/nehir yarıldı/barajlar yapıldı da, her bir parça baraj, ulular ulusu bir dağ gibi oluverdi.

Not: Bu ayet Mushaf’ta aslında 50, 51. ayetlerin arkasında tertip edilmelidir. Altmış üçüncü sırada tertibi hem ayetin yanlış anlaşılmasına hem de yanlış inançların oluşmasına sebep olmaktadır.

50Hani bir zamanlar da Biz, bol suyu/nehiri sizin için yarıp da sizi kurtarmış, siz bakıp dururken Firavun'un yakınlarını da suda boğmuştuk. [Bakara/50]

Bu ayetlerde Musa’ya bilgi birikimini kullanarak Nil nehri üzerinde barajlar kurmasının vahyedildiği, sonra da suyun dağlar gibi parçalara ayrıldığı; yani yüksek barajların yapıldığı açıklanmaktadır. Yani Musa mucize olarak kızıl denizi yararak iki tarafta dağ gibi sular oluşmamıştır. Musa birikimiyle Nil nehri üzerine barajlar kurmuş ve her bir baraj dağ gibi yüksek imiş. Burada açıklanan işte budur. Daha sonra bu baraj patlatılarak Firavun ve yakınları baraj selinde öldürüleceklerdir.

Bilinen en eski baraj İ.Ö. 2900 yılında Nil nehri üzerinde kurulmuş 15 m. yüksekliğindeki barajdır. Kur’an’ın açık ifadesine göre baraj birden çoktur.

Diğer ayetlerden de anlaşıldığı üzere Musa, Mısır’da kaldığı süre içinde esas niyetini saklayarak nehri barajlarla kesmiş ovada kanallar oluşturmuş ve eski su yataklarını tarıma açmıştır. Bu nedenledir ki Firavun "Bu altımdaki nehirler benim değil mi" demektedir.

Bu ayette İsrail oğullarının geçmişinden başka safhalar hatırlatılmaktadır. Bu dönemler:

Suyun yarılması; baraj kurulması, İsrail oğullarının kurtulması, Firavunun yakınlarının, İsrail oğullarının gözü önünde suda boğulmasıdır. Daha sonra Musa, kavmini ve Kıptilerden kendisine inananları yanına alarak bu yerlerden toplumunu geçirmiş kendilerini takip eden Firavun ve ordusunu bu tarım arazilerine çekmiş, onlar arazide iken barajları yıkarak Firavun ve ordusunun boğulmasını sağlamıştır.

Burada bu olaylar kısa bir cümle ile ifade edilmiştir. Biz bunları hemen birkaç saat içinde olup bittiğini sanmıyoruz. Bu olay yıllarca süren bir süreçte gerçekleşmiştir.

Burada dikkat çeken bir nokta, Firavunun yakınlarının boğuluşunu İsrail oğullarının, seyretmiş ve görmüş olmalarıdır ki bu Kitab-ı mukaddeste şöyle anlatılır.

25
Arabalarının tekerleklerini çıkardı; öyle ki, arabalarını zorlukla sürdüler. Mısırlılar, "İsraillilerden kaçalım!" dediler, "Çünkü RAB onlar için bizimle savaşıyor."

26 RAB Musa'ya, "Elini denizin üzerine uzat" dedi, "Sular Mısırlıların, savaş arabalarının, atlılarının üzerine dönsün."

27 Musa elini denizin üzerine uzattı. Sabaha karşı deniz olağan haline döndü. Mısırlılar sulardan kaçarken RAB onları denizin ortasında silkip attı.

28 Geri dönen sular, savaş arabalarını, atlıları, İsraillilerin peşinden denize dalan Firavun'un bütün ordusunu yuttu. Onlardan bir kişi bile sağ kalmadı.

29 Ama İsrailliler denizi kuru toprakta yürüyerek geçmişlerdi. Sular sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturmuştu.

30 RAB o gün İsraillileri Mısırlıların elinden kurtardı. İsrailliler deniz kıyısında Mısırlıların ölülerini gördüler.

31 RAB'bin Mısırlılara gösterdiği büyük gücünü görünce korkan İsrail halkı, RAB'be ve kulu Musa'ya güvendi. [Çıkış 14. Bab. 25-31. Cümleler]

Buradan da anlaşılıyor ki bu boğulma olayı Kızıldeniz’de olmamıştır. Çünkü yüz kilometre civarındaki bir mesafeden; denizin bir ucundan diğer ucunda olanların boğuluşunu ve cesetlerini görme imkanı yoktur.

İsrail oğullarının sudan geçirilmesi--Firavun ile yakınlarının selde sürüklenerek boğulmaları--Denizi hızlı bırakmak

17-21Ve andolsun ki Biz onlardan önce Firavun toplumunu imtihan ettik. Ve onlara çok saygın bir elçi gelmişti: "Allah'ın kullarını bana geri verin. Şüphesiz ben sizin için gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'a karşı üstünlük taslamayın. Şüphesiz ki ben size apaçık bir güç getiriyorum. Ve Şüphesiz ben, beni taşlayarak öldürmenizden benim Rabbime, sizin Rabbinize sığındım. Ve eğer siz bana inanmazsanız hemen yanımdan uzaklaşın."

22Sonra da Mûsâ: "Şüphesiz ki bunlar, suçlu bir toplumdur" diyerek Rabbine yalvardı.

–"23,24Hadi kullarımı geceleyin yürüt. Şüphesiz siz izlenen kimselersiniz, tedbirli olun. Bol suyu/nehiri çok hızlı bırak. Şüphesiz onlar suda boğulmuş bir ordudur.– [Duhan/17- 24]

Bu ayetlerde Musa peygambere, İsrail oğullarını Mısır’dan çıkarma planlarının genel olarak verildiği görülmektedir. Ayrıntıları yoktur. Musa, suda kuru yolları yapacak, firavun ve adamlarını suda boğup öldürecektir. Musa daha evvel de bir cinayet işlemiş onun da vicdan azabını çekmektedir. İşte bu noktada Musa çıkmaza girmiştir; bunalıma girmiştir.

Zihnindeki sıkıntıları gidermek için de yollara düşecek, bunalımdan kurtulmak için çare arayacaktır.

Bu bölümü Kehf suresinde görmekteyiz. Musa ve Alim kul kıssası bunları bildirmektedir.

O kıssa da görmekteyiz ki Musa "Gemi olayı"ndan zalimlerin dikkatini çekmemenin; "delikanlı öldürme olayı"ndan Allah ile savaşanların öldürülebileceği, "Duvar olayı"ndan da çıkışta uzun süren yolculukta geçimlerini sağlayacak birikim yapmalarını, birikimlerini evlerinin duvarları içinde saklamalarını öğrenmiştir. Bu birikimi ile bunları Allah’ın izniyle gerçekleştirecektir.

90-92Ve İsrâîloğulları'nı bol sudan/nehirden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri azgınlık ve düşmanlıkla onları hemen izledi. Sonunda boğulma ona yetişince, "Gerçekten, İsrâîloğulları'nın inandığı Tanrı'dan başka tanrı olmadığına ben de inandım, ben de teslim olanlardanım" dedi. –Şimdi mi? Hâlbuki daha önce isyan etmiştin ve de bozgunculardan olmuştun. Artık Biz senden sonra geleceklere ibret olasın diye, bugün seni zırhınla birlikte kurtaracağız.– Ve şüphesiz insanlardan birçoğu kesinlikle Bizim âyetlerimize/alâmetlerimize/göstergelerimize karşı duyarsız/ilgisizdirler. [Yunus/90- 92]

50Hani bir zamanlar da Biz, bol suyu/nehiri sizin için yarıp da sizi kurtarmış, siz bakıp dururken Firavun'un yakınlarını da suda boğmuştuk. [Bakara/50]

Bu ayetlerde İsrail oğullarının geçmişinden başka safhalar hatırlatılmaktadır. Bu dönemler:

Suyun yarılması; baraj kurulması, İsrail oğullarının su arasındaki kuru alanlardan geçmesi ve firavun ve yakınlarının boğulması safhalarıdır. Burada bu olaylar kısa bir cümle ile ifade edilmiştir. Biz bunların yukarıda da belirttiğimiz gibi hemen birkaç saat içinde olup bittiğini sanmıyoruz. Bu olay yıllarca süren bir süreçte gerçekleşmiştir.

Kur’an’dan bu boğulma olayının nasıl gerçekleştiğini açıkça anlayabilmekteyiz. Daha evvel Musa’nın nehir üzerinde barajlar kurarak nehir sularını dağlar gibi ayırdığını görmüştük. İşte Musa bu barajları patlattırmış, Sebe halkının "Arim seli (baraj seli)" ile helak edildiği gibi (Sebe; 15- 19. ayetler) Firavun ve ordusu da baraj suyunda önce sürüklenmişler sonra da su tarafından örtülerek boğulmuşlardır.

22Sonra da Mûsâ: "Şüphesiz ki bunlar, suçlu bir toplumdur" diyerek Rabbine yalvardı.

–"
23,24Hadi kullarımı geceleyin yürüt. Şüphesiz siz izlenen kimselersiniz, tedbirli olun. Bol suyu/nehiri çok hızlı bırak. Şüphesiz onlar suda boğulmuş bir ordudur.– [Duhan/23, 24]

40Biz de onu ve askerlerini yakalayıp o bol suda/nehirde fırlatıp atıverdik. Şimdi, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanların sonunun nasıl olduğuna bir bak! [Kasas/40]

40Sonra da Biz, onu ve ordularını yakalayıverdik de onları bol suda/nehirde fırlatıp atıverdik. O ise ayıplanan/kınayan biridir. [Zariyat/40]

Duhan; 24. ayetin orijinalindeki "rehven" sözcüğü Ezdat’tan olup, "Sükünet ve aşırı hareket" anlamlarının her ikisini de içerir. Bizim te’vilimiz "Aşırı hareket; hızlı akıtma" anlamından yana olmuştur.

Zira şu ayetlerde, Firavun ve yakınları boğulmazdan evvel bir müddet suda sürüklenmişlerdir.

77Ve andolsun, Mûsâ'ya "Yetişilmekten korkmayarak ve saygıyla, sevgiyle ürpermeden/Firavuna minnet duymadan kullarımı geceleyin yürüt de kendileri için bol suda/nehirde kuru bir yol aç!" diye vahyettik.

78Firavun ordularıyla hemen onları takip etti de bol sudan/nehirden kendilerini kaplayan şey kaplayıverdi.

79Ve Firavun toplumunu saptırdı ve doğru yolu göstermedi. [Ta Ha/77- 79]

Burada dikkat çeken bir nokta da Bakara; 50’deki "ve siz bakıp dururken Firavun'un yakınlarını suda boğmuştuk" ifadesidir. Buradan anlaşıldığına göre, Firavunun ve yakınlarının boğuluşunu İsrail oğullarının, seyretmiş ve görmüş olmalarıdır. Bu konu Kitab-ı mukaddes’te şöyle anlatılır.

30 RAB o gün İsraillileri Mısırlıların elinden kurtardı. İsrailliler deniz kıyısında Mısırlıların ölülerini gördüler. [Çıkış 14. Bab, 30. cümle:]

Buradan da anlaşılıyor ki bu boğulma olayı Kızıldeniz’de olmamıştır. Çünkü yüz kilometre civarındaki bir mesafeden; denizin bir ucundan diğer ucunda olanların; firavun ve avenesinin boğuluşunu ve cesetlerini görme imkanı yoktur.

Özetle Musa’ya; elçiliğinin kanıtı olarak sadece kitap verilmiş ve kardeşi Harun vezir yapılmıştır.

Buradaki 20- 23. ayetlerde konu edilen Musa’ya verilen iki alamet; gösterge Furkan suresinde de şöyle özet olarak verilmiştir:

25Mûsâ: "Rabbim! 33Seni tüm noksanlıklardan çok arındırmamız 34ve Seni çok çok anmamız için 25göğsümü aç, 26işimi bana kolaylaştır. 27Dilimden de düğümü çöz 28ki sözümü iyi anlasınlar. 29Ve ehlimden; 30kardeşim Hârûn'u 29benim için bir vezir kıl, 31o'nunla arkamı kuvvetlendir. 32İşimde o'nu bana ortak et. 35Şüphe yok ki Sen bizi görüp duruyorsun" 25dedi.

36Allah: "Ey Mûsâ! İstediğin sana verildi." dedi. [TA Ha/25-36]

35Ve andolsun ki Mûsâ'ya Kitab'ı verdik, kardeşi Hârûn'u da o'nunla birlikte yardımcı, destekçi verdik.

36Sonra da, "Haydi âyetlerimizi yalanlayan o topluma gidin!" dedik. Sonunda da onları parçalayıp yok ettik. [Furkan/35, 36]

Bu Âyetlerde, İsrâiloğullarının Mûsâ peygamber önderliğinde Mısır'dan ayrılma hazırlıklarına karşılık, bu hareketi engelleyebilmek için çevreden güç toplamak sûretiyle kendine göre tedbir alan Firavun'un sözleri yer almaktadır.

Tarihten öğrenildiğine göre, İsrâiloğulları Mısır'da tek bir kentte toplu olarak değil, çoğunlukla Memfis ile Ramises arasındaki Goşen denilen bölgede olmak üzere çeşitli yerleşim alanlarında yaşamaktaydılar. Nitekim Firavun'un İsrâiloğulları hakkında, onların "
bölük pörçük bir topluluk" olduklarına dair sözleri de bu tarihî bilgileri teyit etmektedir.

İsrâiloğullarının o günkü sayısı hakkında sağlam bir bilgi mevcut olmamasına rağmen birçok eserde rivâyetlere dayanılarak 600.000 kişi oldukları, aralarında yirmi yaşın altında ve altmış yaşın üstünde kimsenin bulunmadığı ileri sürülmüştür. A'râf ve Tâ-Hâ Sûrelerinde de belirttiğimiz gibi Rabbimiz, Firavun'un ağzından sayılarını değil onların küçük guruplara ayrılmış gruplar olduğunu nakletmiştir.

Pasajdaki 57–59. ayetlerin "57-59.Sonunda Biz, onları [Firavun ve kavmini] bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve şerefli makamdan çıkardık. İşte böyle! Ve sonra onlara İsrâîloğulları'nı mirasçı yaptık." İfadeleri, bir parantez içi ifade olup, Firavun ve toplumunun ileri gelenlerinin âkıbetlerine dikkat çekmektedir. Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, onlar, yüce makamları, bahçeleri, nehirleri, malları, rızkları, hükümranlığı ve dünyanın bolluk içindeki mekânlarını terk etmişler, her şeyden mahrum bırakılmışlar, sanki nimetler denizinden çıkıp cehenneme girmişlerdir.

136Biz de, şüphesiz âyetlerimizi yalanladıkları ve onlardan gâfil olmaları nedeniyle onları cezalandırıp adaleti sağladık. Ve onları bol suda/nehirde boğduk. 137O zaafa uğratıla gelmiş/güçsüzleştirilmiş olan toplumu da bereketlendirdiğimiz yerin her tarafına mirasçı yaptık. Ve böylece Rabbinin, İsrâîloğulları'na olan o pek güzel sözü, sabretmeleri nedeniyle yerine geldi. Biz de Firavun ile toplumunun yapageldikleri sınâî eserlerini ve yükseltmekte oldukları şeyleri yerlebir ettik. [A'râf/136, 137]

5Biz ise istiyoruz ki, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere armağan verelim, onları önderler yapalım ve onları mirasçılar yapalım. 6Ve onları yeryüzünde sağlamca yerleştirelim, Firavun, Haman ve bu ikisinin askerlerine, onlardan çekinmekte oldukları şeyleri gösterelim. [Kasas/5–6]

Pasajdaki 60–62. ayetlerdeki "Sonra onlar [Firavun ve adamları] güneş doğarken onların ardına düştüler.İki topluluk birbirini görünce, Mûsâ'nın ashâbı, "Şüphesiz biz, kesinlikle kıstırıldık" dediler.O [Mûsâ], "Hayır, hayır... Şüphesiz Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir" dedi." ifadelerinden anlaşıldığına göre, İsrâiloğulları Mûsâ peygamber önderliğinde Mısır'dan ayrılmış, Firavun da askerleriyle onları takip etmektedir.

Peşlerindeki askerleri gören ve panikleyen İsrâiloğulları, Mûsâ peygambere karşı güvenlerini kaybettiklerini belirten yakışıksız sözler sarf etmekte, Mûsâ peygamber ise Yüce Allah'tan daha önce aldığı güvenceyi aktararak onları teskin etmektedir. Hatırlanacak olursa, Rabbimizin bu güvencesi yukarıda 15. Âyette ve Tâ-Hâ Sûresinde de bildirilmiş idi:

15Allah: "Kesinlikle senin düşündüğün gibi değil! Haydi, ikiniz alâmetlerimizle/göstergelerimizle gidin. Şüphesiz ki, Biz sizinle beraberiz, işitenleriz. 16,17Haydi, ikiniz Firavun'a gidin de ‘Biz kesinlikle, İsrâîloğulları'nı bizimle beraber gönderesin diye’ âlemlerin Rabbinin elçisiyiz deyin" dedi. [Şu'arâ/15–17]

46Allah: "Korkmayınız, şüphesiz Ben ikinizle beraberim, işitirim ve görürüm. 47Hemen ona gidin de ona; ‘Şüphesiz biz Rabbinin iki elçisiyiz. Artık İsrâîloğulları'nı bizimle gönder ve onlara azap etme; kesinlikle biz sana Rabbinden bir alâmet/gösterge ile geldik. Selâm kılavuza uyanlaradır. 48Şüphesiz biz; kesinlikle bize, kesinlikle azabın yalanlayana ve sırt çevirene olduğu vahyedildi’ deyiniz." 46dedi [Tâ-Hâ/46]

Pasajdaki 67–68. ayetlerdeki "Şüphesiz bunda kesinlikle bir alâmet, gösterge vardır. Ama çokları iman etmiş değillerdi.Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle Azîz [mutlak galip] ve Rahîm'in [engin merhamet sahibinin] ta kendisidir." ifadelerinden , bu olayın sadece İsrâîloğullarına değil, hem Mekkeli müşriklere hem de tüm insanlığa yönelik bir âyet olduğunu göstermektedir. Ancak bu ifadesinin arkasından Rabbimiz bu olayın kendi kudretine delâlet eden en büyük delillerden olmasına rağmen insanların çoğunun inanmadığını [ve inanmayacağını] beyan etmektedir.

Mûsâ peygamberin doğruluğunu gösteren bu olayın, olaya şâhit olan İsrâiloğullarının akıllarında ömür boyu silinmeyecek bir iz bıraktığı kesindir. Dolayısıyla o günün toplumunda, Allah'ın elçisine karşı kurulmaya çalışılan direnç kırılmış ve toplumun Mûsâ peygambere bağlılığı büyük ölçüde bu olayla sağlanmıştır.

Bu olayın Kureyş'e yönelik bir âyet oluşu ise Firavun ve ordusu bakımındandır. Kendilerine yıllarca apaçık ayetler gösterilmiş olan Firavun, yakınları ve yandaşları, bol suyun/nehirin yarıldığını ve İsrâiloğullarının önünde geçmeleri için kuru bir yol açıldığını görmelerine rağmen Mûsâ peygamberin arkasında Allah'ın gücünün ve yardımının olduğunu anlayamamışlar ve savaşmak üzere onları takibe devam etmişlerdir. Sonunda kendilerine gelip iman ettiklerinde ise vakit çok geçtir. Çünkü artık imanları iradî bir iman değil, bir korku ve çaresizlik imanıdır. İmanın bu türü ile ilgili geniş açıklamamız Kıyâmet Sûresi'nin tahlilindedir.

90-92Ve İsrâîloğulları'nı bol sudan/nehirden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri azgınlık ve düşmanlıkla onları hemen izledi. Sonunda boğulma ona yetişince, "Gerçekten, İsrâîloğulları'nın inandığı Tanrı'dan başka tanrı olmadığına ben de inandım, ben de teslim olanlardanım" dedi. –Şimdi mi? Hâlbuki daha önce isyan etmiştin ve de bozgunculardan olmuştun. Artık Biz senden sonra geleceklere ibret olasın diye, bugün seni zırhınla birlikte kurtaracağız.– Ve şüphesiz insanlardan birçoğu kesinlikle Bizim âyetlerimize/alâmetlerimize/göstergelerimize karşı duyarsız/ilgisizdirler. [Yûnus/90–92]

Bu olayın tüm zamanlara mesajı da şudur:

imdilik şer güçler egemen görünseler de, Allah, uzun vadede lütfüyle hakkı hâkim kılar ve bâtılı yok eder."

Rabbimizin Mûsâ peygamber kıssasının hemen ardından kendisinin "Azîz" ve "Rahîm" olduğunu bildirmesi, inanmayanların Allah tarafından mutlaka alt edilip cezalandırılacağı, inanmış olanların da Allah'ın engin rahmetinden istifade edeceği mesajını vermektedir.
69) Ve onlara İbrâhîm'in haberini oku!
Musa peygambere ait önemli haberlerin verilmesinden sonra ikinci önemli haber olarak İbrahim peygamberin haberlerine sıra geldiği görülmektedir. Daha önce ayrıntı verilerek Meryem suresinde bahsi geçmiş olan İbrahim peygamberle ilgili haberler, bu surede 69. ayetten başlayıp 104. ayete kadar devam etmekte ve olaylar farklı bir edebî üslûpla anlatılmaktadır. Ancak İbrahim peygamberin hayat hikâyesinin tamamı anlatılmamaktadır. Burada anlatılanlar, onun elçilik görevi almasından sonraki hayatında, tevhit konusundadır ve şirk içinde olan kavmi ile arasında geçen çatışmanın naklinden ibarettir.

Bize göre, İbrahim peygamberin buradaki haberleri ile birlikte diğer haberlerini içeren Bakara/258,260, En’âm/75–83, Meryem/41–50, Enbiya/51–70, Saffat/83–113, Mümtehine/4–5 ve Âl-i İmran/67–68 de dikkate alınmalıdır.

Araplar, özellikle de Kureyş kabilesi, kendilerini İbrahim peygamberin torunu saydıkları ve inançlarının ondan geldiğini kabul ettikleri için Kur’an’da onun haberleri ile uyarılmışlardır. Araplardan, Yahudi ve Hıristiyan olmayan, Müslüman bir hanif olan dedeleri İbrahim gibi olmaları istenmektedir. Ama müşrik olmayan İbrahim’in dini, şirk içinde yüzen Araplardan çok uzaktır.
70) Hani o, babasına ve toplumuna "Siz neye kulluk[#164] ediyorsunuz?" demişti.
71) Onlar: "Birtakım putlara kulluk ediyoruz. Onlara kulluk etmeye devam edeceğiz" dediler.
72,73,74) İbrâhîm: "Yalvarıp yakardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı veya size yarar sağlıyorlar mı yahut zarar veriyorlar mı?" dedi. Onlar, "Tam tersi, biz atalarımızı böyle yapar bulduk" dediler.
75,76,77,78,79,80,81,82,83,84,85,86,87,88,89,90,91) İbrâhîm: "Peki, siz ve en eski atalarınızın nelere tapmış olduğunuzu hiç düşündünüz mü? İşte onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi ayrı. O, beni oluşturandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yedirenin, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, kusurumu bağışlayacağını umduğumdur. Rabbim! Bana 'hüküm' ver ve beni iyilere kat! Ve beni, sonra gelecekler için doğrulukla anılanlardan kıl! Ve beni nimeti bol cennetin mirasçılarından kıl! Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu. Ve yeniden diriltilen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple/gerçek imanla Allah'a gelenlerden başkasına yarar sağlamadığı ve cennetin Allah'ın koruması altına girenlere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme!" dedi.
70–77. Ayetler:

70Hani o, babasına ve toplumuna "Siz neye kulluk ediyorsunuz?" demişti.

71Onlar: "Birtakım putlara kulluk ediyoruz. Onlara kulluk etmeye devam edeceğiz" dediler.

72-74İbrâhîm: "Yalvarıp yakardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı veya size yarar sağlıyorlar mı yahut zarar veriyorlar mı?" dedi. Onlar, "Tam tersi, biz babalarımızı böyle yapar bulduk" dediler.

75, 76İbrâhîm: "Peki, siz ve en eski babalarınızın nelere tapmış olduğunuzu hiç düşündünüz mü? 77İşte onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi ayrı.

Bu ayet grubunda İbrahim peygamberin kavmini sorgulayışı ve onların akılsız davranışlarını kendi yüzlerine vuruşu dile getirilmektedir. Böylece hem Allah’ın astlarından rabbler edinen Mekkeli ve tüm zamanların müşrikleri kınanmakta, hem de gerçek Rabb, âlemlerin Rabbi Allah tanıtılmaktadır.

İbrahim peygamberin bu sorgulaması başka ayetlerde farklı ifadelerle dile getirilmiş ve benzer sorgulamalar başka elçiler tarafından da yapılmıştır:

80-81Ve toplumu o'nunla tartıştı. İbrâhîm; "Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O'na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. –Ancak Rabbimin dilediği şey hariç.– Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünmez misiniz? Ve Allah, haklarında hiçbir güç-kuvvet indirmediği hâlde, siz O'na ortak koşmaktan korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha layıktır?" dedi. [En’âm/80, 81]

25Bunun üzerine Biz de onları yakaladık, cezalandırmak sûretiyle adaleti sağladık. Hadi, yalanlayanların sonu nasıl oldu bir bak! –26,27Ve hani bir zamanlar İbrâhîm babasına ve toplumuna: "Şüphesiz ben sizin taptığınız şeylerden uzağım.Beni yoktan yaratan ayrı. Şüphesiz ki artık O, beni doğru yola iletecektir" dedi.28İbrâhîm bu sözü, onların dönmesi için ardından gelecek olanlara devamlı kalacak bir söz yaptı.– [Zühruf/25–28]

70O şeyler, dünyada bir kazanımdır. Sonra dönüşleri yalnızca Bizedir. Daha sonra da küfrettikleri; bilerek reddedip kabul etmedikleri şeyler nedeniyle kendilerine o çetin azabı tattıracağız.

71,72Bir de onlara Nûh'un önemli haberlerini oku: Hani o toplumuna: "Ey toplumum! Eğer benim makamım; görevli oluşum, size karşı çıkışım ve Allah'ın âyetleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa, şunu bilin ki, ben, işin sonucunu yalnızca Allah'a bırakmışımdır. Artık siz ve ortaklarınız her ne yapacaksanız toplanıp bütün gücünüzle karar veriniz. Sonra bu işiniz size dert olmasın. Sonra bana gerçekleştirin, bana süre de tanımayın. Sonra da eğer yüz çevirirseniz; zaten ben sizden bir ücret istemedim! Benim ücretim sadece Allah'ın üzerinedir. Ve ben Müslümanlardan olmakla emrolundum" demişti. [Yunus/70- 72]

53-57Onlar dediler ki: "Ey Hûd! Bize bir açık kanıt ile gelmedin. Ve biz, senin sözünle ilâhlarımızı terk edecek değiliz. Biz, sana inananlar da değiliz. Ancak ‘Tanrılarımızdan bazısı seni fena çarpmış’ diyebiliriz." Hûd dedi ki: "Şüphesiz ben Allah'ı şâhit tutuyorum, siz de şâhit olun ki, ben, Allah'ın astlarından O'na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Hadi öyleyse hepiniz bana tuzak kurun, sonra beni hiç bekletmeyin. Şüphesiz ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a işin sonucunu havale ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir irili-ufaklı hareket eden canlı yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerinedir. Buna rağmen yine de sırt çevirirseniz, ben size ne ile gönderilmiş isem, işte onu tebliğ ettim. Ve benim Rabbim, başka bir toplumu sizin yerinize getirir. Ve siz O'na hiçbir şekil ve yolla zarar veremezsiniz. Hiç şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir." [Hud/53–57]



78–82. Ayetler:

78-82O, beni oluşturandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yedirenin, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, kusurumu bağışlayacağını umduğumdur.

Bu ayetlerde İbrahim peygamber, 77. ayette "Âlemlerin Rabbi" olarak nitelediği Allah’ı tanıtmaya çalışmaktadır. Tanıtmaya, Rabbimizin "yaratan", "kılavuzluk eden", "rızık veren", "şifa veren" gibi bazı sıfatlarını sayarak başlayan İbrahim peygamber, kendisini öldürecek ve sonra da diriltip hesap soracak olanın "Allah" olduğunu ve o gün bağışlanmayı da Allah’tan umduğunu söyleyerek yaratılışından mahşerin son noktasına kadar Allah’la olan ilişkisini gözler önüne sermiş, böylece de İlâhlığa sadece Allah’ın lâyık olduğunu ve sadece O’na kulluk edilmesi gerektiğini ortaya koymuştur.

İbrahim peygamberin 82. ayetteki sözleri dikkat çekicidir. Burada, meselâ "beni bağışlayacak olan..." gibi bir ifade yerine, her zaman her işi Allah’ın irade ve meşiyyetine havale etme ilkesini hatırlatan "beni bağışlamasını umduğum..." şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Böylece mutlak etki gücünün tamamen ve sadece Allah’a ait olduğu, eşyadaki etkinin Allah’ın dilemesi ve iznine bağlı bulunduğu bir kere daha vurgulanmıştır. Elçilerin sorgulanması hakkındaki detay, A’râf suresinin 6. ayetinin tahlilindedir.

İbrahim peygamberin 82. ayetteki, bağışlanma umduğunu dile getiren sözleri, bazıları tarafından onun "bağışlatmak istediği suçları olduğu" şeklinde algılanmış ve bu kişiler, İbrahim peygambere Kur’an’dan ve Kitab-ı Mukaddes’ten suç ayarlama çabasına girmişlerdir.

İbrahim peygambere Kur’an’dan ayarlanmaya çalışılan suçlar için, Enbiya suresinin 63, Saffat suresinin 88, 89. ve En’âm suresinin 76. ayetler kullanılmıştır. Oysa bu ayetlerde İbrahim peygamberin yalan söylediğine dair herhangi bir beyan yoktur. Bu konu, ilgili ayetlerin tahlilinde ayrıntılı olarak açıklanmıştır.

İbrahim peygamberin Kitab-ı Mukaddes’e dayandırılan suçu ise, onun eşi için "kız kardeşim" demesidir. Konu, Tekvin, Bab; 20’de ayrıntılı olarak mevcuttur.

83–91. Ayetler:

83Rabbim! Bana ‘hüküm’ ver ve beni iyilere kat! 84Ve beni, sonra gelecekler için doğrulukla anılanlardan kıl! 85Ve beni nimeti bol cennetin mirasçılarından kıl! 86Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu. 87-91Ve yeniden diriltilen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple/gerçek imanla Allah’a gelenlerden başkasına yarar sağlamadığı ve cennetin Allah'ın koruması altına girenlere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme!" dedi.

İbrahim peygamberin dileklerinin sıralandığı bu ayet grubu, duanın nasıl yapılacağını, Allah’tan nelerin isteneceğini göstermektedir.

قلب سليمKALB-İ SELİM

" قلبKalp" sözcüğü ile ilgili ayrıntılar Kaf suresinin tahlilinde verilmişti.

İbrahim peygamberin duasında geçen "kalb-i selim"; "sağlam, hastalıksız, evrendeki mucizeler karşısında hiçbir şüphesi ve zihinsel sancısı kalmamış, tamamen mutmain olmuş kalp" demektir. Bu ifade ile konumuz olan ayette "gerçek iman" kastedilmiştir. Çünkü "kalp hastalığı" Kur’an’da "nifak, münafıklık" olarak tanımlanmıştır:

10Onların kalplerinde hastalık vardır; onların zihniyetleri bozuktur da Allah, onlara hastalığı; sapkınlığı artırdı. Yalan söylemekte olduklarından dolayı da onlar için acı bir azap vardır. [Bakara/10]

60-62Andolsun ki eğer o münâfıklar ve kalplerinde bir hastalık olan; zihniyeti bozuk şu kimseler ve Medîne'de ortalığı karıştıranlar, bu yaptıklarından vaz geçmezlerse, kesinlikle seni onlara, onlar dışlanarak musallat ederiz. Sonra onlar, seninle orada az bir zamandan fazla komşu kalamazlar; Allah'ın önceki geçen kimseler hakkındaki uygulaması olarak nerede bulunurlarsa yakalanırlar ve acımadan, kıyasıya öldürülürler. Ve sen Allah'ın yasası/uygulaması için asla bir değişiklik bulmayacaksın! [Ahzab/60]

İbrahim peygamber Allah’ın huzuruna "kalb-i selim" ile gelmeyi başarmış ve Rabbimiz de bunu Kur’an’da bildirmiştir:

84Hani o Rabbine selim bir kalple gelmişti.

Saffat 84:

İBRAHİM PEYGAMBERİN RABBİNDEN DİLEDİKLERİ:

*Hüküm sahibi olmak

*Salihlere katılmak

*Lisan-ı sıdk [sonrakiler arasında iyi anılmak]

*Cennete vâris olmak

*Babasının affedilmesi

*Mahşerde rezil olmamak

Kişilerin mahşerde rezil olmaları Kur’an’da şöyle açıklanmıştır:

27Sonra kıyâmet günü Allah, onları rezil-rüsva edecek ve "Hani uğrunda düşmanlık ettiğiniz ortaklarım nerede?" diyecektir. Kendilerine bilgi verilmiş olan kimseler: "Şüphesiz ki bugün rezillik-rüsvalık ve kötülük, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler üzerinedir" diyecekler. [Nahl/27]

Rabbimizin İbrahim peygamber ve sonra gelenler ile ilgili lütuflarından bazıları şunlardır;

108Ve sonradan gelenler içinde o'nun hakkında devamlı kalacak [hayırla anılacak, örnek alınacak] bir söz bıraktık. [Saffat/108]

50Ve Biz onlara rahmetimizden armağanlarda bulunduk. Ve onlar için yüce bir doğruluk dili yaptık. [Meryem/50]

90. ayette, cennetin muttakilere yaklaştırıldığını, tabir yerinde ise muttakilerin ayağına getirildiğini bildiren ifade Kaf suresinde de geçmektedir:

31Cennet de, Allah'ın koruması altına girmiş kişilere uzak olmayıp yaklaştırılmıştır. [Kaf/31]
92,93) Ve onlara: "Allah'ın astlarından taptığınız şeyler nerede? Size yardım ediyorlar mı veya kendilerine yardımları dokunuyor mu?" denilmiştir.
94,95) Sonra da putlar ve azgınlar ve İblisin/düşünce yetisinin askerleri; iyiden iyiye düşünmeden hareket edenler toptan cehennemin içine fırlatılmışlardır.
96,97,98,99,100,101,102) Onlar, onun içinde birbirleriyle çekişirlerken dediler ki: "Vallahi biz, gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idik. Çünkü biz sizi, âlemlerin Rabbi ile bir seviyede tutuyorduk. Ve bizi yalnızca o günahkârlar saptırdı. Artık bizim için yardımcılardan, torpilcilerden hiçbir kimse ve candan bir yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakın yoktur. Ah keşke bizim için bir geri dönüş olsaydı da biz de mü'minlerden olsaydık!"
92–102. Ayetler:

Bu ayet grubunda mahşerle ilgili bilgiler verilerek bazı mahşer sahneleri canlandırılmıştır.

92, 93. ayetlerdeki "
Ve onlara ‘Allah’ın astlarından taptığınız şeyler nerede? Size yardım ediyorlar mı veya kendilerine yardımları dokunuyor mu?’ denilmiştir" ifadesi, İbrahim peygamber tarafından müşriklere söylenen sözleri içermektedir. İbrahim peygamberin bu sözlerinden anlaşıldığına göre, burada söz konusu edilen sahte ilâhlar, yeryüzündeki ilâhlaştırılmış insanlardır. Zira taştan, topraktan, tunçtan yapılmış putların cehenneme atılmaları ve cezalandırılmaları söz konusu değildir.

66,67İbrâhîm: "O hâlde, Allah'ın astlarından size hiçbir şekilde fayda vermeyen ve size zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Size de, Allah'ın astlarından taptıklarınıza da yazıklar olsun! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?" dedi. [Enbiya/66, 67]

96–102. ayetlerde, bazı kimselerin dünyada iken ilâh gibi sayıp hizmet ettikleri, sözlerini ve davranışlarını kanun saydıkları, her türlü arz ve takdimde bulundukları dinî önderlerine ahirette nasıl davranacakları anlatılmaktadır. Ahirette bu önderlere uyduklarından dolayı cehenneme atıldıklarının farkına varacak olan bu kişiler, kendilerini saptırdıkları gerekçesiyle o önderleri sorumlu tutacaklar ve onlara lânetler yağdıracaklardır. Bu ahiret manzarası ile Rabbimiz, önderlerini körü körüne izleyen bu tür insanları uyarmakta, bu önderlerin kendilerini doğruya mı, yoksa yanlışa mı götürdüklerini iyi değerlendirmeleri gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu dehşetli manzara Kur’an’ın başka surelerinde de tekrarlanmaktadır:

38Allah, "Sizden önce geçmiş tanıdığınız-tanımadığınız ateş içindeki önderli toplumların içine girin!" der. Her toplum girdikçe kardeşini dışlayıp gözden çıkarır. Sonunda hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında, "Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver" derler. Allah, "Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz" der. [A’râf/38]

29Ve o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kişiler: "Rabbimiz! Bildiğimiz-bilmediğimiz herkesten bizi doğru yoldan saptıranları bize göster. Onlar en aşağıdakilerden olsunlar diye biz onları ayaklarımızın altında tutalım" dediler. [Fussılet/29]

67,68Ve dediler ki: "Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini tam anlamıyla dışla/rahmetinden mahrum bırak." [Ahzab/67, 68]

Kâfirler arasında ahirette cereyan edecek bu çekişme, onlar dünyada iken dostluk yemini etmiş olsalar bile gerçekleşecektir. Çünkü Kur’an, ahirette ancak müminlerin birbirlerine dost olmaya devam edeceklerini, kâfirlerin ise birbirlerine düşman kesileceklerini bildirmektedir:

67O gün Allah'ın koruması altına girmiş kişiler hariç tüm önderler/birbirinin izinden gidenler, birbirlerine düşmandırlar. [Zühruf/67]

64Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması/davalaşması gerçektir. [Sad/64]
103) Şüphesiz bunda bir alâmet/gösterge vardır. Ama onların çoğu iman edenler değillerdi.
104) Ve şüphe yok ki Rabbin, kesinlikle en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, engin merhamet sahibinin ta kendisidir.
103, 104. Ayetler:

İbrahim peygamber ile ilgili bu anlatılanların "bir ayet [ibret, öğüt]" olduğu bildirilerek akıl sahiplerini düşünmeye davet eden, inanmayanları tehdit eden, inanan ve inanacak olanlara ise umut ve güven veren bu ayetlerdeki uyarı, başta Mekkeliler olmak üzere yine tüm zamanların insanlarına yöneliktir.

İbrahim peygamberin kıssasının bir "ayet [ibret, öğüt]" olması, bize göre iki yönlüdür. Bu kıssa, her şeyden önce, İbrahim peygamberin soyundan geldiklerini kabul eden ama kendilerini dedelerinin dinine çağıran elçiye uymayan Mekkeli müşriklere yönelik bir ayetti. Buna göre, Mekkeli müşriklerin önce bunu algılayıp inadı bırakmaları ve dedelerinin saf, hanif dinine bağlanmaları gerekirdi. İkinci olarak da İbrahim peygamberin azgın kavminin helâk edilip İbrahim’in soyunun sadece İsmail, İshak, Yakup ... olarak devam edişinden ibret almalıydılar.

70Onlara, kendilerinden önceki kişilerin; Nûh'un toplumunun, Âd'ın, Semûd'un, İbrâhîm'in toplumunun, Medyen ashâbı'nın ve alt-üst olmuş kentlerin haberi gelmedi mi? Onlara elçileri açık delillerle gelmişlerdi. Ve sonra Allah, onlara haksızlık eden biri değildi. Velâkin onlar, şirk koşmak sûretiyle kendilerine haksızlık ediyorlardı. [Tövbe/70]
105) Nûh toplumu gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.
Bu surede konu edilen önemli haberlerin üçüncüsü Nuh peygamberle ilgili olup onunla ilgili bilgiler 120. ayete kadar devam etmektedir.

Daha evvel Kamer ve A’râf surelerinde yer verilmiş olan Nuh peygamber ve kavmi ile ilgili haberlere, bu sureden başka ayrıntılı olarak Hud ve Nuh suresinde de yer verilmiştir.

Elçi olarak Nuh kavmine bir tek Nuh peygamber gelmiş olmasına rağmen ayette çoğul olarak "gönderilmişler" ifadesinin kullanılmış olması dikkat çekicidir. Bize göre bu ifade, o kavme birçok elçi gelip de o kavmin bu elçilerin hepsini yalanladığı anlamında değil, kavmin doğrudan elçilik müessesini yalanladığı, hiçbir elçiyi tanımadığı, tanımamakta da kararlı olduğu anlamındadır. Ayrıca "gönderilmişler" ifadesinin kapsamı içine "mesajlar" anlamı da girmektedir. Bu sebeple, verdiğimiz mealde her iki anlamı da göstermiş bulunuyoruz.
106,107,108,109,110) Bir zamanlar kardeşleri Nûh onlara demişti ki: "Siz Allah'ın koruması altına girmez misiniz? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık, Allah'ın koruması altına girin ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Artık, Allah'ın koruması altına girin ve bana itaat edin!"
111) Onlar: "Sana çok düşük kimseler uyarken, biz sana inanır mıyız?" dediler.
112,113,114,115) Nûh dedi ki: "Onların yaptıklarına dair bir bilgim yoktur. Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Eğer düşünürseniz! Ve ben iman edenleri kovucu değilim. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım."
116) Onlar dediler ki: "Ey Nûh! Eğer vazgeçmezsen, iyi bil ki, kesinlikle sen taşlanarak öldürülenlerden olacaksın!"
117,118) Nûh: "Rabbim! Toplumum beni yalanladı. Artık benim aramla onların arasında sen hükmet. Ve beni ve mü'minlerden benimle beraber olan kimseleri kurtar!" dedi.
119,120) Bunun üzerine Biz de o'nu ve beraberindekileri, o dolu geminin içinde kurtardık. Sonra da arkalarından arta kalanları suda boğduk.
106–120. ayetlerde yer alan Nuh kıssası Kur’an’da başka ayetlerde (A’râf /59–64, Yunus/71–73, Hud/25–48, İsra/2, 3, Enbiya/76, 77, Müminun/23–28, Furkan/37, Ankebut/14, 15, Saffat/75–82, Kamer/9–15 ve Nuh/suresi ) de dile getirilmiştir. Kıssa ile ilgili ayetlerin topluca okunmasında yarar vardır.

Kur’an’daki Nuh As.dan bahseden ayetlerin tümü ve Nuh suresi göz önüne alınarak Nuh peygamber kıssasına bakıldığında, Nuh peygamber ve kavmi arasında yaşananlar ile peygamberimiz ve Mekkeli müşrikler arasında geçen olayların birbirine tıpatıp benzedikleri görülmektedir. Nuh peygamber, kendisine inanılmasını sağlamak için iki husus ileri sürmüştür. Bunlardan birincisi; elçilik görevi verilmeden önce kavmi tarafından güvenilir bir kişi olarak tanınmasıdır. Bu husus, kıssanın diğer surelerde yer alan kısmında olmayıp sadece konumuz olan 107. ayette belirtilmiştir. İkinci husus da Nuh peygamberin her türlü itiraz ve saldırıya rağmen gece gündüz demeden, herhangi bir ücret istemeden ve hiçbir çıkar gözetmeden tebliğde bulunmuş olmasının dikkate alınmasıdır. Ayrıca Nuh peygambere ilk inananların, tıpkı peygamberimize inanıp ilk Müslüman olanlar gibi sıradan, hatta toplumun aşağı kesiminden kişiler olması da diğer bir benzerliktir.

Nuh peygamberin kıssası Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin; 6, 7, 8. Bablarında geçmektedir.
121,122) Şüphesiz ki bunda kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır. Ama onların çoğu iman ediciler değillerdi. Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, engin merhamet sahibinin ta kendisidir.
Yine bu ayetlerle Mekkelilere ve tüm zamanların insanlarına bir gönderme yapılarak akıllarını başlarına almayanlar tehdit edilmekte, inananlara ve inanacaklara umut verilmektedir.

Bu ayetler indiğinde, peygamberimiz ile Mekkeli kâfirler arasında aynı şeyler yaşanıyor, peygamberimizden çevresindeki Bilal, Ammar, Süheyb gibi
köle ve fakir kişileri kovması isteniyordu. Ancak bu konuda Rabbimizin özel ihtarı söz konusu idi:

52Ve Allah'ın rızasını dileyerek sabah-akşam; sürekli Rablerine dua eden kimseleri kovma! Onların hesabından sana hiçbir sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara hiçbir şey yoktur. Ki onları kovarsan yanlış; kendi zararlarına iş yapanlardan olursun!

53Ve Biz, "Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu?!" desinler diye, onlardan bazısını bazısı ile böyle ateşlere sürükledik, imtihan ettik. Allah, kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenleri daha iyi bilen değil midir? [En’âm/52, 53]

3,4Ne bilirsin, belki o da arınıp temizlenecek, belki öğütlenir ve de öğüt kendisine yararlı olur.

5-7Kendini her türlü ihtiyacın üstünde gören o kişiye gelince de; onun arınmamasından sana bir sorumluluk olmadığı hâlde sen ona yöneliveriyorsun. 8-10Amma! Bilgiyle, sevgiyle, saygıyla ürpererek koşa koşa sana gelen var ya; sense yapmakta olduğun işi daha iyi sanarak, ondan rahatlıkla uzaklaşıyorsun.–

11-16Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! Kur’ân, değerli sayfalar içinde, yüceltilmiş, tertemiz temizlenmiş, saygın, iyi yazıcıların ellerinde bir düşündürücüdür. Dileyen onu düşünüp öğüt alır. [Abese/5–16]
123) Âd, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.
Bu suredeki önemli haberlerin, çarpıcı bilgilerin dördüncüsü, Ad kavmi ile onlara elçi olarak gönderilen Hud peygambere ait haberlerdir. Hud peygamber ile kavmi arasında geçen bu olaylar da peygamberimiz ile Mekkeli müşrikler arasındaki olaylara benzemektedir. Bu sebeple, Mekkeli müşriklerden bu kıssadan ibret alarak akıllarını başlarına toplamaları istenmektedir.

Ad kavmi hakkında daha önceki surelerin tahlilinde ayrıntılı bilgi verilmiş olduğundan, ilgili ayetlerden birkaçını vererek kısa bir hatırlatma ile yetiniyoruz:

6-13Âd toplumuna, sütunların sahibi İrem'e –ki, beldeler içinde bir benzeri oluşturulmamıştı–, vadilerde kayaları kesen Semûd toplumuna, o kazıkların sahibi; muhteşem orduları olan/görülmemiş işkenceler eden Firavun'a Rabbinin ne yaptığını görmedin mi/düşünmedin mi? Onlar ki, o ülkelerde azıtmışlardı. Dolayısıyla da oralarda bozgunculuğu çoğaltmışlardı. Onun için de Rabbin üzerlerine azap kamçısı yağdırdı. [Fecr/6–13]

67-69Hûd, "Ey toplumum! Bende akıl hafifliği/câhillik yok, velâkin ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderilerini tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyarması için içinizden bir adam üzerine Rabbinizden, size bir öğüt/kitap gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nûh toplumundan sonra, halîfeler, sonradan gelen nesiller yaptı ve oluşturuluşta boy-pos itibariyle sizi arttırdı. Kurtulmanız için Allah'ın nimetlerini hatırlayın" dedi.

70Onlar dediler ki: "Demek sen Allah'a; başkasını karıştırmadan kulluk edelim ve atalarımızın kulluk ettiklerini bırakalım diye mi bize geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir!" [A’râf/67–70]

15Âd'a gelince de onlar, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: "Güç bakımından bizden daha çetin kim vardır?" dediler. Onlar şüphesiz kendilerini oluşturan Allah'ın güç olarak kendilerinden daha çetin olduğunu görmediler mi? Ve onlar Bizim âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı. [Fussilet/15]

59,60Ve işte bu, Rablerinin âyetlerine kafa tutan, O'nun elçilerine isyan eden ve her inatçı zorbanın emrine uyan Âd toplumudur. Bu dünyada ve kıyâmet günü arkalarına dışlanma takıldı. Haberiniz olsun! Âd toplumu, Rablerine inanmadılar. Haberiniz olsun! Hûd'un toplumu olan Âd toplumuna kahrolmak/tarihten silinmek verildi. [Hud/59, 60]
124,125,126,127,128,129,130,131,132,133,134,135) Hani kardeşleri Hûd onlara demişti ki: "Siz Allah'ın koruması altına girmez misiniz? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'ın koruması altına girin ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbi üzerinedir. Her yüksek tepeye, alâmet bir bina kurarak mı eğleniyorsunuz? Sonsuzlaşmanız için/sanki sonsuzlaşacakmışsınız gibi sanayi üreten yerler [fabrikalar/kaleler] mi edinirsiniz? Yakaladığınız vakit de zorbaca mı yakaladınız? Artık Allah'ın koruması altına girin ve bana itaat edin. Size o bildiğiniz şeyleri verenin [davarlar, oğullar, bağlar, bahçeler, pınarlar verenin] koruması altına girin. Şüphesiz ki ben, sizin hakkınızda büyük bir günün azabından korkuyorum."
136,137,138) Onlar dediler ki: "Sen, öğüt versen de yahut öğüt verenlerden olmasan da bizim için değişmez. Bu, sadece öncekilerin hayat tarzlarıdır. Ve biz azaba uğratılacaklar değiliz."
124–138. Ayetler:

128–130. ayetlerdeki "Her yüksek tepeye alâmet bir bina kurarak mı eğleniyorsunuz? Sonsuzlaşmanız için /sanki sonsuzlaşacakmışsınız gibi sanayi üreten yerler [fabrikalar /kaleler] mi edinirsiniz?" ifadesi, çağımızdaki gökdelenleri, şehir girişlerinde yol kenarlarına sıralanmış plazaları akla getirmektedir. Bu, çağımızdaki toplumlar ile Ad kavmi arasındaki yaşam tarzı benzerliklerini hatırlatmaktadır. Gerçekten de, şehirlerin yüksek tepeleri üzerine inşa edilen gösterişli binalar, Ad kavmindekiler gibi sırf servet ve güç gösterimini sergileyen yapılardır. Mimaride bir trend hâline gelmiş olan bu gösterişçi tarz, insanlığın bencil kazançlar uğruna kapıldığı tekasür hastalığının bir sonucudur.

İstifçiliğin ve göz boyamaya yönelik gereksiz israfın göstergeleri olan bu ihtişamlı yapılara harcanan paralarla sürekli değer üretecek yatırımlar yapmak ve pek çok kişiye iş imkânı sağlamak mümkündür. Eğer akıllar başlara toplanmazsa, Ad kavminin akıbeti, aynı davranışları gösteren günümüz toplumları için de kaçınılmaz olacaktır.

129. ayette geçen " لعلّكمlealleküm" sözcüğü Ubeyy mushafında " كأنّكم keenneküm" şeklindedir. [Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

Bu birleşik sözcük Arapçada "sanki siz" anlamında kullanılmaktadır. Bu nedenle, ayet için yaptığımız mealde her iki okunuşun anlamını da vermiş bulunuyoruz.

Hud peygambere karşı gösterilen tepkilerin anlatıldığı 136–138. ayetler, tüm zamanların müşriklerinin birbirlerinden pek farklı olmadığını göstermektedir. Hatırlanacak olursa, Mekkeli müşrikler de peygamberimize benzer tepkiler vermişlerdi:

4Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kimseler, "Bu Kur’ân, o'nun/Muhammed'in uydurduğu yalandan başka bir şey değildir. Ona başka bir topluluk da bunun için yardım etmiştir" dediler. Böylece onlar kesinlikle haksızlık ettiler ve asılsız bir iddia getirdiler.

5Ve "O Kur’ân, yazılı duruma getirilmiş öncekilerin masallarıdır; şimdi de o, sabah-akşam/sürekli kendisine okunmaktadır" dediler. [Furkan/4, 5]

24,25Ve onlara: "Rabbiniz ne indirdi?" denildiği zaman, onlar, kıyâmet günü, kendi günahlarını tam olarak yüklenmek ve bilgisizlikleri yüzünden saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yüklenmeleri için, "Öncekilerin efsaneleri" dediler. Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür! [Nahl/24]
139) Bunun üzerine o'nu yalanladılar da Biz kendilerini değişime/yıkıma uğrattık. Şüphesiz ki bunda kesinlikle mutlak bir alâmet/gösterge vardır, ama onların çoğu iman ediciler değillerdi.
140) Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, engin merhamet sahibinin ta kendisidir.
139, 140. Ayetler:

Bu kez Hud peygamber ile Ad kavmi arasında geçenler anlatıldıktan sonra Mekkelilere ve tüm zamanların insanlarına yine kıssadan ders çıkarmaları hatırlatılmakta, daha evvel de yapıldığı gibi inatçılar ceza ile tehdit edilirken inançlılara da rahmet müjdesi verilmektedir.
141) Semûd, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.
Bu surede anlatılan önemli haberlerin ve çarpıcı bilgilerin beşincisi, Semud kavmine ait olanlardır. Tarihte yer almış önemli kavimlerden birisi olan Semud kavmi, kıssaları yukarıda nakledilmiş olan Nuh kavmi ve Ad kavmi gibi, kendilerine içlerinden seçilmiş bir elçi vasıtasıyla gönderilen mesajları yalanlamış ve elçilik müessesini toptan inkâr etmiş bir kavimdir.

Nuh ve Ad kavminde olduğu gibi, Semud kavmindeki elçi-kavim ilişkileri de peygamberimiz ile Mekkeliler arasındaki ilişkilere benzemektedir. Salih peygamber ile kavmi arasındaki ilişkilerin dile getirildiği Semud kavmine ait kıssa 159. ayete kadar devam etmekte ve daha evvelki surelerde yer almayan bazı bilgiler kıssanın bu suredeki anlatımında verilmektedir.

Semud kavminin bahsi şimdiye kadar Fecr, Necm, Şems, Büruc, Kaf, Kamer, Sad ve A’râf surelerinde geçmiş ve bu surelerin tahlillerinde bu kavim hakkında ayrıntılı bilgiler verilmişti.

Salih peygamber ile Semud kavminin kıssası, İsrailoğulları veya Uzakdoğu kıssalarından olmayıp bir Arap kıssasıdır. Bize göre, Arapların bu kıssayı iyi bilmeleri ve aralarında sıkça anlatmaları sebebiyle Rabbimiz bu kıssaya Kur’an’da birçok kez yer vermiştir.
142,143,144,145,146,147,148,149,150,151,152) Hani kardeşleri Sâlih, onlara demişti ki: "Allah'ın koruması altına girmez misiniz? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'ın koruması altına girin ve bana itaat edin. Ben sizden hiçbir ücret istemiyorum da. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Siz burada; bahçelerde, pınarlarda ve ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacak mısınız? Ve siz, dağlardan ustaca evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın koruması altına girin ve benim dediklerimi yapın. Ve yeryüzünde bozgunculuk yapıp ıslah etmeyen o gerçeği eksik gösteren kimselerin emrine uymayın."
153,154) Onlar dediler ki: "Sen, kesinlikle büyülenmişlerdensin! Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir alâmet/gösterge getir."
155,156) Sâlih: "İşte bu Destek Kurumu'dur, onun yaşaması için desteklenmesi gerekir; kazancınızın bir bölümü onun için ayrılmalıdır. Onu ayakta tutun. Yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalayıverir" dedi.
157) Buna rağmen onlar Destek Kurumu'nu, gelir kaynaklarını kurutarak yok ettiler de pişman olanlar olarak sabahladılar.[#165]
142–157. Ayetler:

Kıssada geçen "dişi deve" ifadesi ile ilgili olarak Şems suresinde yaptığımız açıklamaları oradan okunmasında yarar görüyoruz.

Söz konusu deve için ayette "ناقة اللّه Allah'ın devesi" ifadesi kullanılmıştır. Devenin Allah'a izafe edilişi, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir husustur. Burada konu edilen, devenin Allah tarafından yaratılması veya devenin Allah'ın varlık ve birliğine kanıt olması değildir. Zaten evrendeki her şeyin yaratıcısı Allah'tır ve zerreden küreye canlı-cansız her yaratık Allah'ın varlığına ve birliğine kanıttır.

Ayetteki "en-Nakah" ifadesi, o güne göre toplumun fakirlerinin, yetimlerinin, miskinlerinin, kısaca ihtiyacı olan herkesin, ortak ve serbestçe sütünden, gücünden ve yavrusundan istifade edeceği, kamu malı, beş yaşında güçlü bir dişi devedir. Günümüzde ise bu deyim hayır kurumlarına, sosyal yardım vakıflarına, sosyal güvenlik kuruluşlarına karşılık gelmektedir.

Aç, fakir insanların bu kurum [النّاقة en-nakah] sayesinde açlıktan, sefaletten, kula kulluktan kurtulmaları, o günkü Semud kavmi ileri gelenlerinin hoşuna gitmemiştir. Çünkü kendilerine kulluk edenlerin kulluktan kurtulması, kendilerini bütün ihtiyaçların üzerinde gören bu tağutların işine gelmemiştir.
158) Bunun üzerine onları azap yakalayıverdi. Doğrusu bunda, büyük bir ders vardır, ama onların çoğu iman etmediler.
159) Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, engin merhametlinin ta kendisidir.
158, 159. Ayetler:

Semud kavmi ile ilgili kıssanın ardından bu kavmin acıklı akıbeti bildirilmiş ve yine inkârcılara bir tehdit, inanan ve inanacaklara da umut ve mutluluk mesajı verilmiştir.
160) Lût'un toplumu, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.
Bu surede verilen önemli haberlerin, çarpıcı bilgilerin altıncısı, Lut peygamber ile kavmi arasında yaşanan olaylara ilişkindir. Lut kavmi de kendilerine gelen elçi ve mesajları yalanlamışlar, elçilik müessesini reddetmişler ve bu yüzden de cezalandırılmışlardır.
161,162,163,164,165,166) Hani kardeşleri Lût onlara demişti ki: "Siz Allah'ın koruması altına girmez misiniz? Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Gelin artık, Allah'ın koruması altına girin ve benim dediklerimi yapın. Ve buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Rabbinizin sizler için oluşturduğu eşlerinizi bırakarak âlemler içinden erkeklere mi gidiyorsunuz? İşin aslı siz sınırı aşan bir toplumsunuz."
173. ayete kadar devam eden kıssanın buradaki anlatımı daha evvelki anlatımlara atıfta bulunarak başlamıştır ve öncekilerden farklı olarak elçinin elçiliği karşılığında hiçbir ücret istemeyişi gibi yeni bilgiler içermektedir.
167) Onlar: "Ey Lût! Vazgeçmezsen, kesinlikle çıkarılanlardan olacaksın" dediler.
168) Lût: "Şüphesiz ben, sizin işiniz için buğz edenlerdenim" dedi.
169) -Rabbim! Beni ve ailemi onların yapageldiklerinden kurtar!-
170,171,172,173) Bunun üzerine Biz de o'nu ve ailesinin -geride kalanların içindeki zavallı karı hariç- tamamını kurtardık, sonra da geridekilerin hepsini değişime/yıkıma uğrattık. Ve üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki! Bak işte uyarılanların yağmuru ne kötüdür!
161–173. Ayetler:

Lut kavminin sadece homoseksüellik yüzünden helâk edildiği yönünde toplumlarda yanlış ve yaygın bir kanaat vardır. Lut kavminin helâk sebebinin sadece homoseksüellik olduğu sanılmamalıdır. Bu kavmin temel suçu "şirk ve peygamberi tanımamak"tır. Bu, hem A’râf/81. ayetteki "Aslında siz sınırı aşan bir kavimsiniz" ifadesinden, hem homoseksüelliğin cezasının "helâk edilmek" olmamasından, hem de Şuara suresinin 160. ayetinden anlaşılmaktadır:

160Lût'un toplumu, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı. [Şuara/160]

HOMOSEKSÜELLİĞİN CEZASI

Homoseksüelliğin cezası üzerinde bilginler ihtilâf etmişler; kimi uçurumdan atalım, kimi diri diri gömelim, kimi taşlayarak öldürelim, kimi de zinadaki gibi yüz sopa vuralım cinsinden değişik cezalar öngörmüşlerdir.

Hâlbuki Rabbimiz, homoseksüelliğin cezasını Kur’an’da bildirmiştir:

15Kadınlarınızdan aşırılığa gidenlere/cinsel sapıklık edenlere, kendinizden onların aleyhine hemen dört şahit getirin; şayet onlar şahitlik ederlerse, artık o kadınları, bu zillet, cahillik, düşkünlük, sıkıntılı, mutsuz hâl, kendilerini üst mertebeye ulaştırana, şerefli, yüksek, üstün ahlak sahibi yapıncaya kadar ya da Allah onlara bir yol kılıncaya kadar evlerde tutun.

16Sizlerden cinsel sapıklık eden iki er kişi, hemen her ikisine de eziyet edin. Eğer tevbe ederler de düzeltirlerse artık onlardan mesafeli durun. Şüphesiz Allah, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verendir, çok merhamet edendir. [Nisa/15, 16]

Görüldüğü gibi bu suça öngörülen ceza, faillere el ve dil ile yapılacak eziyettir. Eziyetin niteliği belirtilmediği için ceza şeklinin günün koşullarına göre kamu tarafından ayarlanması söz konusudur. Ayetten anlaşılan, bu çirkin davranışın toplumlardan silinmesi görevinin kamuya ait olduğudur. Dolayısıyla bu aşırılığın ortadan kaldırılması için gerekli çabayı devletler göstermeli, fizikî yapılarında anormallik olanlar tedavi edilmeli, değişik zevkler peşinde olup tutkularının esiri olarak bu işi yapanlar ise cezalandırılmalıdır.

173. ayette Lut kavmi üzerine yağdırılan yağmura dikkat çekilmiş ama bu konuda başka bilgi verilmemiştir. Aslında bu yağmur su yağmuru değil, taş yağmurudur. Kur’an’ın başka yerlerinde verilen ayrıntılara göre, Lut peygamber gecenin son saatlerinde ehliyle birlikte memleketinden ayrılınca, şafak vakti korkunç bir patlama ve şiddetli bir deprem olmuş, bu kötü kavmin tüm evlerinin altı üstüne getirildikten sonra, volkanik patlama ve rüzgârın etkisiyle pişmiş çamurdan oluşan taşlar yağmur gibi kentin üzerine inmiştir.

Lut kavminin yaşadığı bölge ile ilgili olarak Kitab- Mukaddes’i, antik Yunan ve Latin yazılarını ve modern jeolojik araştırmalar ile arkeolojik gözlemleri değerlendiren Mevdudi, bu konuda şunları aktarmaktadır:

"Ölü Deniz'in doğusunda ve güneyinde uzanan çöllük ve boş topraklarda bulunan yüzlerce harabe, burasının geçmişte bir zamanlar müreffeh ve sık nüfuslu bir bölge olduğunu göstermektedir. Arkeologlar, bu bölgenin yaşadığı refah döneminin İ.Ö. 2300-1900 yılları arasında geçtiğini tahmin ediyorlar. Tarihçilere göre İbrahim İ.Ö. 2000 yıllarında yaşamıştır. O halde, arkeolojik deliller bu bölgenin Hz. İbrahim ve yeğeni Lut (as) zamanında helâke uğradığını teyid etmektedir.

Bölgenin en kalabalık ve verimli yöresi, Kitabı Mukaddes'te anıldığına göre "Sidim Deresi" idi: "Ve Lut gözlerini kaldırdı ve bütün Erden Havzası'nın Sodom ve Gomorra'yı Rabb helâk etmeden evvel Rabb'in bahçesi gibi, Tsoara giderken Mısır diyarı gibi, her yerde suyu bol olduğunu gördü." (Tekvin: 13/10). Günümüz bilginleri, bu havzanın şimdi Ölü Deniz'in altında bulunduğu görüşündedirler ve bu görüşü sağlam arkeolojik deliller desteklemektedir: Eski zamanlarda Ölü Deniz bugünkü kadar güneye uzanmıyordu. Bugünkü Ürdün şehirlerinden el-Kerek'in batısında ve tam karşısında el-Lisan adında küçük bir yarımada vardır. Burası eskiden Ölü Deniz'in ucuydu. Bunun güneyinde kalan ve şimdi deniz sularının altında bulunan yöre, Hz. Lut'un (as) kavminin ünlü şehirleri Sodom, Gomore, Edmah, Zeboyim, Zoar'ın yer aldığı "Sidim Deresi" denilen verimli bir vadiydi. İ.Ö. 2000 yıllarında bu vadi, şiddetli bir depremin etkisiyle çöktü ve deniz sularının altında kaldı. Bugün bile burası Deniz'in en sığ parçasıdır. Romalılar zamanında daha da sığdı ve batı sahilindeki el-Lisan'a yürünerek geçilebiliyordu. Güney kıyılarında, hâlâ su altındaki ormanlar görülebilmekte ve aynı şekilde su altında binaların bulunması ihtimali de kuvvetli görülmektedir.

Kitabı Mukaddes ile eski Yunan ve Latin yazılarına göre, yöre petrol çukurları ve asfalt bakımından da zengin olup şurada burada alev almayan gaz vardı. Jeolojik gözlemlerden, şiddetli deprem şokuyla petrol, asfalt ve gazların yüzeye fırlayıp alev aldığı ve tüm yörenin bir bomba gibi infilak ettiği anlaşılmaktadır. Kitabı Mukaddes'te, Hz. İbrahim'in (as) haberi alınca Hibran'dan felakete uğrayan vadiye gittiği ve "yerin dumanının ocak dumanı gibi çıktığını" (Tekvin: 19/28) gördüğü anlatılmaktadır." [Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an]

174) Şüphesiz ki bunda bir alâmet/gösterge vardır. Ama onların çoğu iman ediciler değillerdi.
175) Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, engin merhamet sahibinin ta kendisidir.
174, 175. ayetlerde yine o günün Mekkelilerine ve tüm zamanların insanlarına özel bir mesaj verilmektedir.
176) Eyke Ashâbı,[#166] gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.
Önemli haberlerin, çarpıcı bilgilerin yedincisi, Eyke ashabı ve Şuayb peygamber hakkında olup bu bilgiler 189. ayete kadar sürmektedir. A’râf suresinin 86. ayetinde "Medyen ashabı" olarak anılmış olan Şuayb peygamberin elçi olarak görevlendirildiği toplum, bu surede "Eyke ashabı" olarak anılmaktadır. Bu durum her iki ismin de aynı kavmi işaret ettiğini göstermektedir.
177,178,179,180,181,182,183,184) Hani Şu'ayb onlara demişti ki: "Siz Allah'ın koruması altına girmeyecek misiniz? Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Bu nedenle Allah'ın koruması altına girin ve benim dediklerimi yapın. Buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız âlemlerin Rabbi üzerinedir. Ölçeği tam ölçün ve hak yiyenlerden olmayın. Ve doğru terazi ile tartın. Halkın eşyalarını değerinden düşürmeyin ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Ve, sizi ve sizden önceki nesilleri oluşturan o Zat'ın koruması altına girin."
185,186,187) Onlar: "Sen, kesinlikle büyülenmişlerden birisin. Sen de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin. Biz senin kesinlikle yalancılardan biri olduğundan eminiz. Şâyet doğrulardan isen, üstümüze gökten bir parça düşürüver!" dediler.
188) Şu'ayb: "Rabbim, yaptıklarınızı en iyi bilendir" dedi.
189) Bunun üzerine o'nu yalanladılar da kendilerini o gölge gününün azabı yakalayıverdi. Şüphesiz o büyük bir günün azabı idi.
177–189. Ayetler

Ayetlerde bildirildiğine göre Şuayb peygamberin kavminden istedikleri şunlardı:

*Ölçeği tam ölçün!

*Doğru terazi ile tartın!

*İnsanların hakkından hiçbir şeyi kısmayın! [Bu madde, beşeri dinlerdeki ücret ve geçim standartlarındaki hakları ortaya koymaktadır. Kimsenin geçim sıkıntısı çekmemesi istenmektedir.]

*Yeryüzünde fesatçılar olarak bozgunculuk etmeyin!

*Sizi ve evvelki ümmetleri yaratandan korkun!

Kavminin Şuayb peygambere verdiği cevap, zaten inançları da birbirine benzeyen Semud kavminin Salih peygambere verdiği cevap ile aynıdır. Hatırlanacak olursa, Semud kavminin elçileri Salih peygambere cevapları şu olmuştu:
"Sen, kesinlikle büyülenmişlerdensin! Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir ayet getir."

Müşrik toplumlardan olan Mekkelilerin de kendilerine yapılan çağrıya gösterdikleri tepki yukarıdakilerden farklı değildir:

90-93Ve "Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız" dediler. Sen de ki: "Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!" [İsra/90–93]

32Bir vakit de onlar, "Ey Allah'ım! Eğer bu, Senin katından gelmiş bir hakkın/gerçeğin ta kendisi ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver" demişlerdi. [Enfal/32]

Kıssanın diğer surelerindeki anlatımlarında bazı farklı bilgiler de verilmiştir:

88,89Toplumundan büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: "Ey Şu‘ayb! Ya seni ve seninle beraber inananları kentimizden kesinlikle çıkarırız, ya da bizim dinimize/yaşam tarzımıza dönersiniz!" Şu‘ayb, dedi ki: "İstemesek de mi! Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize/yaşam tarzınıza dönersek, kesinlikle Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah'ın dilemesi dışında ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimiz bilgisi ile her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah'a güvenip dayandık." –Ey Rabbimiz! Bizimle toplumumuz arasında hak ile hükmet. Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın!– [A’râf/88, 89]

94Ve ne zaman ki, emrimiz geldi, Şu‘ayb'ı ve o'nunla birlikte inanmış olan kişileri, tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık. Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kişileri korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında çöküp kaldılar. 95Sanki onlar orada hiç yaşamadılar. Haberiniz olsun! Semûd toplumu nasıl uzaklaştı ise Medyen'e de öyle kahrolmak/tarihten silinmek vardır. [Hud/94, 95]

87Onlar dediler ki: "Ey Şu‘ayb! Atalarımızın taptıklarını veya mallarımızda dilediğimizi yapmayı terk etmeyi sana senin salâtın mı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı içeren dinin mi] emrediyor? Şüphesiz sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir adamsın." [Hud/87]

Yüz seksen dokuzuncu ayette geçen "
Gölge Günü Azabı" ifadesi dikkat çekicidir. Ayette geçen "gölge günü azabı" ile ilgili olarak klasik eserlerde bir hayli nakil yer almıştır. Bu bilgiler söylenti ve tahminlere dayanmaktadır. Konuyu iyi anlayabilmek için bunlara göz atmakta yarar vardır:

Rivayet olunduğuna göre, Cenâb-ı Hak onlara yedi gün hep rüzgâr estirdi ve onlara kum, toz-toprak musallat etti ve nefeslerini ne bir gölgenin ne bir suyun fayda veremeyeceği şekilde tuttu [kesti]. Böylece onlar çöle çıkmaya mecbur oldular. Allah onları, serinliğini ve tatlı rüzgârını hissettikleri bir bulutla gölgeledi. Hepsi o bulutun altına toplandılar. Bulut onlara öyle bir ateş yağdırdı ki, yanıp gittiler. Rivayet olunduğuna göre, Şuayb [a.s], Ashab-ı Medyen ve Ashab-ı Eyke denen iki ümmete peygamber olarak gönderilmiştir. Bunlardan Medyenliler Cebrail [a.s]'in bir nârasıyla, Eykelller de "O gölgeli-bulutlu günün azabıyla" helak oldular. [Razi; el-Mefatihu’l-Gayb]

Derken onu yalanladılar. Bunun üzerine onları "yevmu'z-zulle azabı" gelip yakaladı." İbn Abbas dedi ki: Çok şiddetli bir sıcak oldu. Yüce Allah da bir bulut gönderdi, altında gölgelenmek üzere ona doğru kaçtılar. Gölgenin altında toplandıktan sonra onların üzerine bir çığlık koptu ve hep helâk oldular.

Bir diğer açıklamaya göre; Yüce Allah bu bulutu başlarının üzerinde tuttu. Sıcaktan adeta alev saçıyordu. Sonunda helak olup öldüler. O gün dünyada görülmüş en büyük günlerden bir gün idi.

Denildiğine göre; yüce Allah onların üzerine çok sıcak bir rüzgâr gönderdi, Ağaçların gölgelerine çekildiler. Yüce Allah, ağaçlığı tutuşturdu ve hepsi de yandılar.

Yine İbn Abbas ve başkalarından rivayete göre, Yüce Allah, üzerlerine cehennem kapılarından bir kapı açtı, üzerlerine son derece şiddetli bir sıcak gönderdi. Nefes alamaz oldular, evlerine girdiler, gölgenin onlara bir faydası olmadı, suyun da bir faydası olmadı. Sıcaktan piştiler, sıcaktan kaçmak için ovaya çıktılar. Yüce Allah üzerlerine bir bulut gönderdi ve bu bulut onları gölgelendirdi. Orada bir miktar serinlik, rahatlık ve hoş rüzgâr buldular, Biri diğerini çağırmaya başladı, hepsi o bulut altında toplanınca yüce Allah, o bulutu alevle tutuşturdu. Altlarından yer sarsıldı, kavrulan çekirgelerin yandığı gibi yandılar ve küle döndüler. İşte Yüce Allah'ın "... yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar. Sanki orada kalmamışlardı" (Hud, 11/67) buyruğu ile "Bunun üzerine onları yevmu'z-zulle azabı gelip yakaladı. Gerçekten o büyük bir günün azabı idi" buyruğunda anlatılan budur.

Yine denildiğine göre; Yüce Allah yedi gün süreyle onları rüzgarsız bıraktı. Üzerlerine sıcağı musallat etti, nefes alamaz oldular. Ne bir gölgenin, ne bir suyun onlara faydası oldu. O bakımdan serinlemek maksadıyla dehlizlere giriyorlardı, fakat oranın dışardan daha sıcak olduğunu görüyorlardı. Nihayet çöle kaçtıiar. Bir bulut onları gölgelendirdi. İşte "ez-zullet" budur. Altında bir serinlik ve bir esinti buldular. Üzerlerine ateş yağdırdı ve yandılar.

Yezid el-Cüreyrî dedi ki: Yüce Allah, geceli gündüzlü yedi gün onlara sıcağı musallat kıldı. Daha sonra uzaklardaki bir dağı yükseltti. Bir adam oraya vardı, altında nehirler, pınarlar, ağaçlar ve soğuk su olduğunu gördü. Hepsi o dağın altında toplandılar. Dağ üzerlerine düştü. İşte "ez-zulle" denilen budur. [Kurtubi, el Camiu li Ahkami’l-Kur’an; Zemahşeri, el-Keşşaf]

Bize göre "Gölge Günü Azabı"nı A’raf ve Hud surelerinde bu kavmin helakini anlatan ayetlerden anlamak mümkündür.

91,92Bunun üzerine o müthiş sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. Şu‘ayb'ı yalanlayanlar, sanki orada hiç oturmamış/zenginlik sürmemiş gibi oldular. Şu‘ayb'ı yalanlayanlar var ya, işte ziyana uğrayanlar, kendileri oldular. [A’raf/91, 92]

94Ve ne zaman ki, emrimiz geldi, Şu‘ayb'ı ve o'nunla birlikte inanmış olan kişileri, tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık. Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kişileri korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında çöküp kaldılar. 95Sanki onlar orada hiç yaşamadılar. Haberiniz olsun! Semûd toplumu nasıl uzaklaştı ise Medyen'e de öyle kahrolmak/tarihten silinmek vardır. [Hud/94]

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, ya bir yanardağın harekete geçmesiyle lavlar püskürmüş ve yerden kalkan taş toprak büyük bir toz tabakası halinde yükselip bulutumsu bir gölge meydana getirmiştir, ya da müthiş bir depremden önce ortalığı kesif bir sis tabakası kaplamış ve deprem ile birlikte büyük bir toz bulutu oluşmuştur.
190) Şüphesiz bunda bir alâmet/gösterge vardır. Ama onların çoğu iman ediciler değillerdi.
191) Ve şüphesiz Rabbin, kesinlikle en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, engin merhametli olanın ta kendisidir.
190, 191. Ayetler:

Şuayb peygamber ve kavmi de insanlar için bir ibret tablosudur. Dünyada Şuayb peygamberin kavmi gibi yaşayan toplumlar da helâk olacaklardır. İman eden ve salihatı işleyen, kötülere karşı duranlar ise Allah’ın rahmetine nail olacaklardır.



KISSALAR ÜZERİNE GENEL BİR YORUM

Anlatılan kıssalarda peygamberlerin tümünün kendi kavimlerine hep aynı sözü söyledikleri görülmektedir: "Ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum, benim ecrim yalnız âlemlerin Rabbi üzerinedir."

Elçilerin yaptıkları görev karşılığında herhangi bir ücret istememeleri, onların elçiliğinin gerçek bir kanıtıdır. Zira elçiler görevlerini sadece hiçbir çıkar gözetmeden yapmakla kalmamakta, bunun da ötesinde, rahat hayatlarını bırakarak bütün işlerini terk etmekte; adlarının deliye, yalancıya, sihirbaza çıkmasına göğüs germekte; inanmayan yakınlarıyla ilişkilerinin kopmasını göze almakta ve üstüne üstlük bir sürü işkenceye de katlanmak zorunda kalmaktadırlar. Gerçek elçi olmayan birinin geçici çıkarları uğruna bütün bunları göze alması mümkün değildir. Tam aksine, gerçek elçi olmadığı hâlde bu yolla hükümdar ve önder olmak için hareket eden bir kişi, toplumun hoşuna gitmek için onların geleneklerini, önyargılarını kabullenir ve bunlardan yararlanma yoluna gider.

PEYGAMBERİMİZ DE KİMSEDEN BİR ÜCRET İSTEMEMİŞTİR

Yukarıdaki ayetlerden başka daha pek çok ayette görülmektedir ki, Rabbimiz hiçbir peygamberine, yaptığı görev karşılığında herhangi bir ücret istetmemiş ve aldırtmamıştır. Nitekim Hud ve Zariyat surelerinde belirtildiği gibi, İbrahim peygambere müjde getiren elçiler, görevleri karşılığında İbrahim peygamber tarafından yapılmak istenen ikramı reddetmişlerdir. Bu konuda peygamberimize de Furkan, Sad, Kalem ve Sebe surelerinde defalarca aynı şey emredilmiştir. Dolayısıyla peygamberimizin kimseden herhangi bir ücret istemiş olması mümkün değildir. Buna akrabalarının gözetilmesini, sevilmesini istemek de dâhildir. Zira netice itibariyle böyle bir istek de bir çıkardır, menfaat sağlamaktır.

Böyle olmasına rağmen, peygamberimizin yakınlarına, ehlibeytine sevgi duyulmasını istediği yönünde iddiaların bulunduğu yüzlerce rivayetin etkisiyle Furkan suresinin 57. ve Şûra suresinin 23. ayetlerine birer istisna ilâvesi yapılmış ve pek çok mealde Şûra suresinin 23. ayetindeki "yakınlarda sevgi istiyorum" ifadesi, "yakınlarımı, ehlibeytimi sevmenizi istiyorum" şeklinde yorumlanmıştır. Hâlbuki ayette iyelik belirten herhangi bir sözcük ve işaret yoktur. Oradaki ifade de yine "Allah’a giden yolu istemeniz, Allah’a yakınlık için sevgi oluşturmanız" anlamındadır. Aksi durum, yani peygamberimizin yakınları için bir talepte bulunması hâli ise mümkün değildir, zira böyle bir istek elçilik ilkelerine aykırı düşmektedir. Zaten bu ayetlerin siyak ve sibaklarında hitabın hep kâfirlere olmasından anlaşılacağı üzere, muhatap kâfirlerdir ve onlardan bir karşılık, bir mükâfat beklemek anlamsızdır. Çünkü kâfirler peygamberi kabul etmemekte ve onunla kıran kırana mücadele etmektedirler. Böylesi bir çekişmenin olduğu ortamda taraflardan birinin karşı taraftan kendi yakınlarının sevilmesini istemesi ise son derece mantıksızdır.
192,193,194,195,196) Ve şüphesiz ki bu apaçık kitap, kesinlikle âlemlerin Rabbinin indirmesidir. O apaçık kitapla, uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Güvenilir Can [ilâhi mesajlar, güvenilir bilgi] indi. Ve şüphesiz Güvenilir Can [güvenilir bilgi], kesinlikle öncekilerin kitaplarında da vardı.
Surenin başında Kur’an ile ilgili anlatıma büyük bir parantez olarak giren önemli haberler bölümünün tamamlanmasından sonra, tekrar asıl konu olan Kur’an ile ilgili açıklamalara dönülmüştür. 192. ayetin başındaki "ve" bağlacı, bu paragrafı surenin başına bağlamakta, yine aynı ayette geçen " إنّهinnehü" sözcüğündeki "bu" zamiri de 2. ayetteki "apaçık, açıklayıcı kitap"ı göstermektedir. Dolayısıyla bu paragraf, surenin 1, 2. ayetleri ile birlikte aşağıdaki gibi anlaşılmalıdır:

1, 2, 192–196. ayetler:

Ta, Sin Mim.

Bunlar, apaçık /açıklayıcı kitabın ayetleridir. Ve şüphesiz ki bu [apaçık kitap], kesinlikle âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onunla [apaçık, açıklayıcı kitapla], uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Emin Ruh [Güvenilir Can, sağlam bilgi] indi. Ve şüphesiz o [er-Ruhu’l-Emin, sağlam bilgi], kesinlikle öncekilerin kitaplarında da vardı.



ER-RUHÜ’L-EMÎN

Bu ifade Kur’an’da sadece bu pasajdaki 193. ayette geçmektedir. Bu ayette bir sıfat tamlaması olarak "er-Ruhü’l-Emîn" şeklinde yer alan bu ifade, bir isim tamlamasıymış gibi "Ruhü’l-emin" şeklinde telâkki edilmekte ve böylece büyük yanlışlıklara sebebiyet verilmektedir. Nitekim Kur’an’ın Cebrail adındaki melek tarafından indirildiği yolundaki peşin kabule dayanan geleneksel anlayış, 193. ayeti "Onu Ruhü’l-Emin [Cebrail] indirdi" diye yanlış meallendirmiş ve zihinlerde bu yanlışla yer etmesine yol açmıştır. Oysa bu meal, ayetin lâfzî manasına uygun olmadığı gibi, hem 192. ayetteki "O, âlemlerin Rabbinin [Allah’ın] indirmesidir" ifadesiyle hem de Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğini bildiren yüzlerce ayetle çelişmektedir. Bir çelişki de yine "nezele [indi]" fiilinin geçişsiz olmasına rağmen geçişli anlama gelecek şekilde "indirdi" olarak ifade edilmesinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yüzlerce ayetin anlamıyla oluşturulan bu çelişkinin ortadan kaldırılması için, ayette geçen "bihi" ifadesindeki "be" harf-i cerrinin "ilsak" için değil de "musahabe" için alınması yeterlidir. Bu takdirde "nezele" fiili geçişsiz anlamı ile "onunla indi" olarak ifade edilir ve diğer ayetlerle oluşturulmuş olan çelişki de ortadan kalkmış olur.

Netice olarak, 193. ayette geçen "er-Ruhü’l-Emin" ifadesinin kişileştirilerek "Cebrail" olarak yorumlanması yanlıştır. Burada "emin, güvenilir, sağlam" olarak nitelenmiş olan ve uyarıcılardan olmasını sağlamak için peygamberimizin kalbine Allah tarafından indirilmiş olan "ruh, bilgi, vahiy", Mücadele suresinin 22. ayetinde de açıkça ifade edildiği gibi, inananları güçlendirmek üzere yine Allah tarafından indirilmiştir.
197) Ve İsrâîloğulları bilginlerinin kendi kitaplarında güvenilir bilginin varlığını bilmesi, onlar için bir alâmet/gösterge olmadı mı?
Surenin giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, bu ayetin Medenî olduğu ileri sürülmüştür. Bu iddianın sebebi, ayetin önündeki ve arkasındaki ayetlerle anlam irtibatının kurulamaması olsa gerektir. Hâlbuki ayetteki "onu" zamiri, "[kendi kitaplarında] sağlam bilginin varlığı" anlamına raci olunca bu iddia yersiz hâle gelmektedir. Aksi hâlde bu ayetin, önündeki ve arkasındaki ayetlerle anlam olarak bir bağlantısı kurulamaz ve ayetin Medenî olduğu ileri sürülebilir. Ne var ki, bu takdirde de ayetin Medine’de inen ayetler arasında nereye konulması lâzım geldiği sorunu ortaya çıkmaktadır.

Bu ayette, Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğine İsrailoğullarının bilginleri tanık gösterilmektedir. Zira İsrailoğullarının bilginleri Araplar gibi olmayıp vahiy, kitap gibi konularda bilgilidirler ve Kur’an kendilerine götürüldüğü takdirde Kur’an’ın önceki kitaplar gibi olduğunu söyleyebilecek durumdadırlar.

Bu ayet, Kasas suresinin 52–55. ayetleri ile tefsir edilmiştir:

52Sözden [vahiyden/Kur’ân'dan] önce kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler; onlar, Söz'e [vahye/Kur’ân'a] de inanırlar.

53Ve onlara o Söz [vahy/Kur’ân] okunduğu zaman onlar, "Biz, ona inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz, ondan önce müslüman olanlardık" dediler.

54İşte onlar; sabrettikleri için onların ödülleri iki kere verilecektir. Ve onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden harcamada bulunurlar.

55Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve "Bizim işlerimiz yalnızca bizim için, sizin işleriniz de yalnızca sizin içindir. Size selâm olsun! Biz cahilleri aramıyoruz" derler. [Kasas/52–55]

Bu konu ile ilgili olarak ayrıca aşağıdaki ayetleri de hatırlatmakta yarar görüyoruz:

156,157Allah diyor ki: "Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah'ın koruması altına girenlere, zekâtını; vergisini verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları Anakentli/Mekkeli Peygamber, o Elçi'ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O'na iman eden, O'na kuvvetle saygı gösteren, O'na yardımcı olan ve O'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." [A’râf/156, 157]

10De ki: "Hiç düşündünüz mü? Eğer Kur’ân, Allah tarafından ise ve siz de onu bilerek reddetmişseniz, bununla birlikte İsrâîloğulları'ndan bir şâhit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa, siz de büyüklük tasladıysanız ... Şüphesiz ki, Allah şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar topluluğuna kılavuzluk etmez." [Ahkaf/10]

106Ve Kur’ân'ı, Biz onu insanlara ağır ağır öğrenip öğretesin diye parça parça ayırdık ve Biz onu indirdikçe indirdik!

107,108De ki: "Siz Kur’ân'a ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine bilgi verilenler; Kur’ân onlara okunduğunda onlar, boyun eğip teslimiyet göstererek çeneleri üstü kapanırlar. Ve "Rabbimiz her türlü kusurdan arınıktır. Rabbimizin vaadi kesinlikle gerçekleşecektir" derler."

109Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve Kur’ân, onların saygılarını, alçak gönüllüğünü artırır. [İsra/106–109]

198,199) Ve Biz apaçık kitabı yabancılardan/Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik de, bunu o, onlara okusaydı, onlar, buna iman ediciler değillerdi.
Kur’an’a ait bilgilerin ve açıklamaların devam ettiği bu ayetlerde; Arapça indirildiği bildirilen Kur’an’ın Arapça bilmeyen birine indirilmesi ve onun da Kur’an’ı Arapça okuması hâlinde, yani bir yabancının Kur’an’ı bilmediği bir dilde okuması gibi bir mucizeyi görmeleri hâlinde bile kâfirlerin inanmayacakları bildirilmektedir.

Burada anlaşılan o ki, inkârcılar tarafından peygamberimizin Arapça bildiği ileri sürülerek Kur’an’ın mucizülbeyan oluşu hafife alınmış ve bu ayet de onlara cevap olmuştur.

Kur’an’ın ilk olarak Araplara, iyice anlamaları için Arapça olarak indirildiğinin bildirilmesi, Kur’an’ın insanlar tarafından anlaşılmasının ön plânda tutulduğunu göstermektedir. Çünkü eğer Kur’an Arapça olmasaydı Araplar onu anlamayacaklardı. Şu hâlde, Kur’an’a inanabilmek için mutlaka onun anlaşılması gerekmektedir. Arapça bilmeyenlerin Kur’an’ı anlamadan Arapça telâffuz etmeleri ise, Rabbimizin Kur’an’ı anlaşılmak üzere indirdiğini bildiren ayetlerine ters düşmektedir:

2Şüphesiz ki, Biz onu akledersiniz diye Arapça bir Kur’ân olarak indirdik. [Yusuf/2]

155-157Ve Kur’ân, "Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa; Yahudi ve Hristiyanlara indirildi; biz ise, o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk" veya "Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk" demeyesiniz diye Bizim indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. O nedenle, rahmet olunmanız için ona uyun ve Allah'ın koruması altına girin. İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah'ın âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha yanlış, kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız. [En’âm/155–157]

200,201) Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk. Onlar acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmezler.
202) İşte bu onlara, kendileri farkında olmadan, ansızın geliverecektir.
203) Sonra da onlar, "Biz süre tanınanlardan mıyız?" diyeceklerdir.
204) Onlar, Bizim azabımızı oldukça çabuklaştırmak mı istiyorlar?
205,206,207) Gördün mü/hiç düşündün mü, onlara senelerce kazanç sağlatsak, sonra kendilerine vaat edilen gelip çatıverse, o kazandıkları şeylerin kendilerine hiçbir yararı olmayacaktır.
208) Ve Biz, sadece kendileri için uyarıcılar olan kenti değişime/yıkıma uğrattık.
209) Öğüt! Ve Biz, haksızlık edenler değiliz.
200–209. Ayetler:

Bu ayet grubunda, kâfirlerin Kur’an karşısındaki akılsız ve inatçı tutumları ile akıbetleri bildirilmektedir. Ancak bu şüpheci akılsızlar her ne kadar peygamberimizden tehdit edildikleri azabı hemen getirmesini isteyerek inanmaz görünseler de, kafalarının içinde daima bir "acaba?" taşımaktadırlar. Yani, görünüşte kabul etmez, inanmaz bir tavır sergileyen bu inkârcılar, aslında içlerinden "Ya doğruysa, ya varsa!" diye şüpheye düşmekte ve huzursuz olmaktadırlar:

* Küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kişiler de, kendilerine ansızın kıyâmetin kopuş anı veya kısır [yararsız, verimsiz] bir günün azabı gelinceye kadar, Kur’ân'dan kuşku duymaya devam edeceklerdir. [Hacc/55]

200. ayetteki "Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk" ifadesi de bunu desteklemekte olup bu ifade şu şekilde takdir edilebilir: "Biz Kur’an’ı kendi dillerinde indirmek suretiyle gayet iyi anlaşılır kılmakla onların kalplerine öyle soktuk ki ..." Bu ifade ileride Hicr suresinde tekrar karşımıza çıkacaktır:

* Elif/1, Lâm/20, Râ/200. Bunlar, Kitab'ın ve apaçık/açıklayıcı bir Kur’ân'ın âyetleridir. Zaman zaman kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişiler, ‘Keşke Müslüman olsaydık!’ temennisinde bulunacaklar. [Hicr/1,2]

* Böylece Biz Kur’ân'ı, suçluların kalplerine sokarız. [Hicr/12]
210) Ve apaçık, açıklayıcı kitabı şeytanlar senin kalbine sokmadı.
211) Bu onlara yaraşmaz, onlar güç yetiremezler de.
212) Şüphesiz onlar duyumdan/vahiyden kesinlikle uzak tutulmuşlardır.
210–212. Ayetler:

Bu ayet grubunda ana konuya dönülmüş ve Apaçık Kitab’ın [Kur’an’ın] Allah’ın indirmesi olduğu, kitabın indirilişinde kesinlikle kötü kişilerin [şeytanların] bir rolünün bulunmadığı açıklanmıştır.

Hatırlanacak olursa daha evvel şeytanın;

*Haramın yenmesini, haksız kazanç elde edilmesini emreden ve öneren,

*Kötülük, hayâsızlık ve Allah’a karşı bilmediğimiz şeyleri söylememizi emreden,

*Bizi fakirlikle korkutan,

*Bizi kuruntulara düşüren,

*Allah’ın yarattıklarını değiştirmeyi emreden,

*Bizleri kandırmak için bizlere yaldızlı sözler fısıldayan,

*Bize vesvese verip, kışkırtıp kafa bulandıran,

*Yaptığımız amellerimizle bizi şımartan,

*Bizi azdıran,

*İçki/uyuşturucu ve kumarda, aramıza düşmanlık ve kin sokmak isteyen,

*Allah’ı anmaktan ve sosyal destekten bizi geri durdurmak isteyen, kişiler ve güçler olduğunu açıklamıştık.

İşte burada "şeytanlar" ile kastedilen, yukarıdaki özellikleri taşıyan kötü kişilerdir. Bu kötü kişilerin Kur’an’a herhangi bir müdahalede bulunmaları söz konusu değildir. Çünkü Kur’an Allah tarafından korunmakta ve elçi Muhammed’in kalbine Allah tarafından bırakılmaktadır:

9Hiç kuşkusuz Biz, o Öğüt'ü/Kur’ân'ı Biz indirdik, Biz. Ve kesinlikle Biz, onun için koruyucularız. [Hicr/9]

Kur’an’ın Allah tarafından korunduğu ve korunacağı konusu, daha evvel Burûc suresinin tahlilinde detaylı olarak işlenmişti.

Konunun öneminden dolayı ilgili bölümün tekrar okunmasının yararlı olacağı kanısındayız.

212. ayetteki "sem’a" sözcüğü "vahiy" anlamındadır. Sözcüğün bu anlamda kullanıldığının, Mülk suresinin 10. ve Hicr suresinin 18. ayetleri gibi örnekleri de mevcuttur. Ancak Hicr suresinin 16–18. ayetleri çarpıtılmış ve bu çarpıtma sonucu şeytanların göklere çıkıp melekler ile konuştuğu veya Allah ile melekler görüşürken şeytanların gizlice ve sinsice yaklaşarak Allah ile meleklerin konuşmasından bazı bölümleri çaldığı ve bunları yeryüzündeki kâhinlere bildirdiği gibi inançlar ortaya çıkmıştır. Fakat bu gibi inançlar çok eski bir anlayışa dayanmaktadır ve Hicr suresinin ayetleri ile hiç alâkası yoktur. Bu konu inşallah Hicr suresinin tahlilinde ayrıntılı olarak işlenecektir.
213,214,215,216,217,218,219,220) O hâlde sakın Allah ile beraber başka ilâha yalvarma, sonra azaplandırılmışlardan olursun. Ve en yakın oymağını uyar. Ve mü'minlerden sana uyan kimselere kanadını indir. Şâyet sana isyan ederlerse, "Şüphesiz ben sizin yaptıklarınızdan kesinlikle uzağım" de. Ve sen kalktığın/elçilik görevini yapmak için ortaya çıktığın ve boyun eğip teslimiyet gösterenler arasında dolaştığın zaman seni gören en üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, engin merhamet sahibine sonucu havale et. Şüphesiz ki O, en iyi işiten, en iyi bilendir.
Bu ayet grubunda peygamberimize, elindeki temiz ve güçlü malzemeyle [Kur’an ile] hizmetine devam ederek kulluğunu sürdürmesi talimatı verilmekte, bunu yaparken de nazik olması, kötü davrananlardan bile yumuşak bir şekilde ayrılması, her zaman ve her yerde işi Aziz ve Rahîm Allah’a havale etmesi istenmektedir.

* Ve sen, hangi işi yaparsan yap, Kur’ân'dan onun hakkında ne okursan oku ve siz ne işte çalışırsanız çalışın, unutmayın ki, siz ona dalıp gitmişken, Biz, sizin üzerinizde şâhitiz. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinizden uzak kalmaz. Ve bundan küçüğü ve daha büyüğü ancak apaçık bir kitaptadır. [Yunus/61]

* Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere; mal ve servete heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında üzülme de... Sen kanatlarını mü’minler için indir. Ve: "Şüphesiz ben, apaçık bir uyarıcının ta kendisiyim" de. [Hicr/88,89]

Konumuz olan ayet grubunda yer alan "Ve boyun eğenler arasında dolaştığın zaman seni gören Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’e [engin merhamet sahibine] güvenip dayan!" ifadesi ile ilgili olarak acayip uydurmalar üretilmiştir. Bu uydurma anlatımlarda peygamberimiz annesinden doğuncaya kadar Âdem ile Havva’dan olma tüm secde eden mümin kadınların rahimlerinde ve mümin erkeklerin sulblerinde dolaştırılmış, tüm peygamberlerin sulbünde taşınmıştır. Hatta öylesine ileri gidilmiştir ki, bazı dedelerinin sulbünde dolaşırken peygamberimizin yaptığı tesbih ve hacc telbiyesinin ["lebbeyk, lebbeyk" demesinin] başkaları tarafından duyulduğu bile iddia edilmiştir. [Kurtubi; Mücahid ve Katade’den naklen]
221,222,223,6) Şeytanların kime inip durduğunu/kimlerin kafasına bir şeyler soktuğunu size haber vereyim mi? Şeytanlar, tüm iftiracı zaman kaybına uğrayan/hayırda ağırda alan/zarar veren/kusur oluşturan kimselere iner dururlar/onların kafasına bir şeyler sokarlar. Onlar, duyum bırakırlar, hâlbuki onların çoğu yalancıdır. -Şüphesiz bu Kur'ân ise sana, yasalar koyan ve en iyi bilen Allah tarafından senin içine işletilmektedir.-[#167]
Görüldüğü gibi bu ayet grubunun içine Neml suresinin 6. ayetini de koymuş bulunuyoruz. Bizim kanaatimize göre, sahabe tarafından Neml suresinin 6. ayeti olarak tasnif edilen ayet aslında buraya aittir. Neml suresinde de değinileceği gibi, bu ayetin Neml suresindeki pasajla anlam ve teknik itibariyle uygunluğu söz konusu değildir.

Bu ayetlerde Kur’an ile ilgili açıklamalara devam edilerek kötü kişilerin [şeytanların] kimleri kandırıp vahiy olmayan şeyi vahiy imiş gibi söyletebilecekleri açıklanmakta, bu kötü kişilere ancak iftiracıların, yalancıların, günahkârların alet olacakları bildirilmektedir. Peygamberimiz ise bir yalancı değil, aksine büyük ahlâk sahibi, zihinsel yönden sağlıklı, emin birisidir. Ona ancak Allah indirmektedir.
224) Ve şu şairler, şüphesiz onlara azgın sapıklar uyar.
225,226,227) Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekten yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Ancak iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar, Allah'ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar müstesna. Haksızlık edenler, hangi dönüşüme döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.
224–226. Ayetler:

224Ve şu şairler, şüphesiz onlara azgın sapıklar uyar.

225,226Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekten yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi/hiç düşünmedin mi?

Burada şairlerin düşünce ve sözlerinde hiç sınır tanımadıkları, her vadide başıboş gezinip durdukları [her konuda doğru yanlış demeden fikir ileri sürdükleri] ve genellikle süslü sözlerle kötülük işledikleri bildirilmektedir. Gerçekten de şairler, özellikle de geçmişin şairleri, dalkavuklukla bir şeyler koparmanın yollarını ararlar, bunu yaparken yalan ve iftiradan çekinmezler, diledikleri kişileri yerin dibine batırırlar, dilediklerini de yüceltirlerdi. Böylece halka yalan yanlış fikirler aşılayarak kamuoyu oluştururlardı. Bu sebeple eski devirlerden beri şiir silâhtan daha etkili, şair de silâhşordan daha güçlü olarak kabul edilegelmiştir. [Eski dönemde şairler tarafından oluşturulan kamuoyu, günümüzde medya tarafından oluşturulmaktadır.]

O dönem Arap şiiri cinsellik, aşk hikâyeleri, içki, kabilesel nefretler ve kan davaları, atalarla övünme gibi konular üzerineydi. Bu konularda yazılan şiirler yalan, abartma, yersiz suçlama, gereksiz övgü, boş söz, övünme, hiciv, çok tanrıcılık ve müstehcenlikle doluydu. Şairler ise hep yalan söylerler, şiirlerinde söylediklerinin aksini yaparlardı. Meselâ şiirlerinde cömertlik, dünyalığa ilgi göstermeme, kanaat ve saygı temalarını işlerlerken, kendileri günlük hayatlarında bütünüyle cimri, korkak, servet düşkünü ve bencil bir tutum sergilerlerdi. Başkalarının gözündeki çöpü büyütürler, fakat kendi gözlerindeki merteği görmezlerdi.

Esbab-ı nüzul kayıtlarına göre bu ayet gurubu, şiirleriyle peygamberimize ve inananlara saldıran, sağda solda onlar için olumsuz propagandalar yapan Abdullah b. ez-Ziba’rî, Müsaı b. Abd Menaf ve Umeyye b. Ebi’s-Salt hakkında inmiştir. Bazıları ise bu ayetlerin Ebu Azze el-Cumahî’nin bir sözlü saldırısı üzerine indiğini ileri sürmüşlerdir. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

Şiirin etkisi Kur’an’da başka ayetlerde de işlenmiştir:

112,113Böylece Biz, her peygamber için gizli-açık şeytanlarını düşman yaptık: Ki dünya malına aldanmaktan dolayı, âhirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan hoşnut olsun ve yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü gizlice telkinde bulunur/fısıldar. –Ve şâyet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve uydurdukları şeyleri bırak!– [En’âm/112, 113]

Yukarıdaki ayetlerden de anlaşıldığına göre, ins ve cinn şeytanlar [bildik bilmedik tüm kötü kişiler];

*Ahirete inanmayanların [henüz Müslüman olmamışların] kalplerini bu kendi ürettikleri, Kur’an’a alternatif süslü sözlere yöneltmek,

*Bu sözlerle ahirete inanmayanları [henüz Müslüman olmamışları] memnun etmek,

*Böylece işlemekte oldukları suçu işlemeye devam etmek [bu sayede de dümenlerini döndürmek, gemilerini yüzdürmek, saltanatlarını sürdürmek, halkı sömürmeyi devam ettirmek, çıkarlarını devam ettirmek]
için süslü, yaldızlı sözlerle girişimde bulunmaktadırlar.

İslâm tarihine bakıldığı zaman İslâm’a sokulan tüm hurafelerin, yozlaşmaların bu şair kılıklı heriflerin yaldızlı sözleriyle [şiirleriyle] İslam’a sokulduğu görülecektir.

ŞİİR NEDİR?



Yüzlerce tanımı yapılmış olan şiir kısaca "bir benzetme sanatı"dır. Şiir hiçbir zaman "gerçek" değildir. Dolayısıyla şiir, bir nesnenin veya olayın gerçeğinin değil, benzerinin [taklidinin, sahtesinin] sunumu olan "süslü söz"dür [zuhrufu’l-kavl]. Şiirin görece en iyi irdelemesi, M.Ö. 427–347 yılları arasında yaşamış olan Platon tarafından yapılmıştır. Platon’a göre şairler, gerçekler yerine görünüşle uğraşmakta, kopyanın kopyasını yaparak insanları gerçekten uzaklaştırmaktadırlar. [Platon; Devlet, 10. Bölüm] Bu yaklaşıma göre, tıpkı çocukların oyuncaklarla aldatılması gibi toplumlar da şiirle [benzetme ile] aldatılabilir, yanıltılabilir ve ideolojiler sulandırılabilir. Tarihte, özellikle de İslâm tarihinde bunun yüzlerce örneği mevcuttur. Meselâ, Celalettin-i Rumî bu örneklerden bir tanesidir.

224–226. Ayetler:



227. Ayet:

227Ancak iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar, Allah'ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar müstesna. Haksızlık edenler, hangi dönüşüme döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.

224–226. ayetlerde kötülenen şairlerin iyileri, bu ayetle istisna edilmektedir. Çünkü şairlerin hepsi aynı değildir ve söylenmiş nice güzel şiirler vardır. Akıl ve bilgi sahiplerinin bunu reddetmesi, şiirin iyisine, yararlısına karşı çıkması düşünülmez. Ayete göre istisna edilen şairler aşağıdaki vasıflarda olanlardır:

*İman edenler,

*Salihatı işleyenler,

*Şiirleri, tevhit, nübüvvet ve insanları hakka davet konusunda olanlar, [Allah’ı çok zikredenler],

*Kendilerini hicvedenlere karşılık vermeleri durumu dışında hiç kimseyi hicvetmeyenler [zulme uğratıldıktan sonra öçlerini alanlar].

Ayetteki "
ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar müstesna" ifadesinden ancak zulme uğrandığı zaman kötü söz söylenebileceği anlaşılmaktadır. Normal şartlarda Rabbimiz kötü söze, saldırıda bulunmaya izin vermemektedir.

148Allah, haksızlığa uğrayanların dışında, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Ve Allah, en iyi işiten, en iyi bilendir.

Nisa 148:

194Dokunulmazlık ayı, harâm aya karşılıktır. Ve bütün dokunulmazlıklar/bağlayıcı hükümler, birbirine karşılıktır. O hâlde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynıyla saldırın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Ve bilin ki Allah, Kendi koruması altına girmiş kişiler ile beraberdir. [Bakara/194]

227. ayette istisna edilen şairler, Abdullah b. Ravaha, Hassan b. Sabit, Ka’b b. Malik, Ka’b b. Züheyr gibi şairlerdir. Bunlar, iftiracı kâfirlerin yalanlarını onların yüzlerine vurmuşlar, peygamberimizi ve inananları yapılan saldırılara karşı savunmuşlardır

Ayetin son cümlesi olan "Haksızlık edenler, hangi dönüşüme döndürüleceklerini yakında bileceklerdir" ifadesi uyarı mahiyetinde açık bir tehdittir. Bu tehdidin muhatapları, aklî delillerin, elçilerin açıklamalarının ve geçmiş peygamberlerin kıssalarının defalarca anlatılmasına rağmen bunlara itibar etmeyenler ve Kur’an ile şiirin, elçi ile şairin ayırımını yapamayan, anlatılmış olmasına rağmen hâlâ Kur’an’ı şiir, elçiyi de şair veya kâhin olarak gören akılsızlardır. Bu zavallılar, yakında büyük bir değişime uğrayacakları bildirilmek suretiyle uyarılmışlardır.