Tâhâ

1) Tâ/9, Hâ/5.[#138]
ط Ta (9), ه Ha (5),

Sûrenin birinci Âyeti, daha evvel "Kesik Harfler" olarak ifade ettiğimiz bu iki harften oluşmuştur. Tek başlarına herhangi bir anlamları bulunmayan bu harfler, Kur'ân'ın indiği ve Araplar arasında henüz rakamların kullanılmayıp sayıların harflerle ifade edildiği dönemde 9 [dokuz] ve 5 [beş] sayılarını temsil etmekteydi. Kesik harflerle başlayan önceki sûrelerde de açıkladığımız gibi, biz bu harflerin ya Kur'ân'ın maddî yapısı bakımından önemli birer unsûr ya da uyarı niteliği taşıyan ifadeler olduklarını düşünüyoruz. Bu harfler, tam olarak ne anlama geldiklerini ortaya koyacak Kur'ân erlerini beklemektedir.

ط - tâ ve ه - hâ harfleri ile ilgili olarak geçmişte birçok açıklamalar yapılmış ve denmiştir ki:

• Bunlar Allah'ın güzel isimlerinden birer isimdir.

• Peygamberin adıdır.

• Tâ harfi cennetteki "Tuba ağacı'nı", hâ harfi de هاوية - hâviye'yi [cehennemi] temsil eder.

• "Ey insan!" demektir

• وطا - vetâ filinin emir kipidir ve "bas oraya" anlamına gelir. [Kurtubi, el-Câmiu liahkami'l Kur'ân; Râzi, Mefatihu'l-Gayb; Zemahşeri, Keşşâf]

Ancak bu görüşler arasında üzerinde durulmaya değer tek açıklama Tâ-Hâ ifadesinin "Ey insan" demek olduğu şeklindeki görüştür. Çünkü klâsik kaynaklarda Habeş Uk kabilesi ve Süryani dillerinde Tâ-Hâ ifadesinin "ey insan" anlamına geldiği yolunda dil araştırmacılarının yaptığı bazı tespitler yer almaktadır. Ancak Kur'ân'da yabancı dillerden gelen ve Arapçalaşmış yüzlerce sözcük bulunmasına rağmen Tâ-Hâ ifadesinin bu anlamı taşıması mümkün değildir. Zira yapılan tespitler, Kur'ân indiği dönemde bu sözcüğün henüz Arapçalaşmamış olduğu yönündedir. Kur'ân'ın da "Arapça indirildiği" bildirildiğine göre, Kur'ân'ın içinde Arapçalaşmamış bir sözcüğün bulunduğu söz konusu edilemez. Dolayısıyla, Tâ-Hâ ifadesi ile ilgili olarak bugüne kadar yapılmış olan açıklamalar, itibar edilmeyecek, gerçeklerden uzak yakıştırmalardır.
2,3,4) Biz, Kur'ân'ı sana sıkıntıya düşesin/mutsuz olasın diye değil, ancak saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan kimse için bir öğüt olmak üzere, yeryüzünü ve yüce gökleri oluşturandan bir indirilişle indirdik.
Görüldüğü gibi, bu Âyetler Meryem Sûresi'nin sonlarında yer alan İşte şüphesiz Biz onu, [Kur'ân'ı] kendisiyle takvâ sahiplerini müjdeleyesin, inat eden kavmi de uyarasın diye senin lisanın üzere kolaylaştırdık ifadesinin devamı mahiyetindedir.

Burada peygamberimize Kur'ân'ın kendisine bir sıkıntı vermek, onu mutsuz etmek için indirilmediği bildirilmekte ve kendisinden tebliğ ve tebyin görevini yaparken başarısız olduğu hissine kapılarak sıkılıp üzülmemesi veya yalanlayıcıların âkıbetlerine üzülerek sıkıntı duymaması istenmektedir.

Bu Âyetlerden ayrıca Kur'ân'ın kimseye sıkıntı vermek üzere inmediği, dolayısıyla peygamberimizin de onu kimseyi üzmeden, kimseyi sıkmadan, yumuşak sözlerle, tatlı dille, güzel yöntemlerle tebliğ ve tebyin etmesi gerektiği anlamı da çıkmaktadır.

Bu Âyetlerin inişiyle ilgili olarak
esbâb-ı Nüzûl'de şöyle bir olay nakledilmektedir:

Âlimler, bu âyetin sebe-i nüzûlü ile ilgili bir kaç vecih zikretmişlerdir:

1- Mukâtil şöyle demiştir: Ebû Cehil, Velİd b. Muğire, Mut'im b. Âdiyy ve Nadr b. el- Haris, Hz. 1- 1- Peygamber (s.a)'e: "Şüphesiz ki sen, atalarının dinini terk ettiğin için bir meşakkat ve sıkıntı içindesin" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), "Aksine ben, âlemlere rahmet olmak üzere gönderildim" dedi. Onlar da: "Hayır, aksine sen zahmet çekiyor, zahmet veriyorsun" deyince, Cenâb-ı Hak, onları reddetmek ve Hz. Muhammed (s.a)'e de İslâm'ın sırf barış ve esenlik olduğunu; bu Kur'ân'ın bütün kazançları elde etmeye götüren bir selamet ve bütün mutlulukları elde etmeye bir sebep olduğunu; kâfirlerin içinde bulunduğu durumun ise pür bedbahtlık olduğunu bildirmek üzere bu Âyeti indirdi.

2- Hz. Peygamber (s.a), ayakları şişinceye kadar gece namazı kılmıştı. Bunun üzerine Cebrâîl (a.s) ona, "(Biraz da) nefsine (zaman) bırak. Çünkü onun da senin üzerinde bir hakkı var" dedi. Buna göre Âyetin manası, "Biz, Kur'ân'ı sana, hep ibadet ede ede nefsini helâk etmen ve ona büyük bir meşakkat vermen için indirmedik. Sen ancak dosdoğru, lekesiz ve hoşgörülü bir din ile gönderildin" şeklinde olur. Yine Hz. Peygamber (s.a)'in gece namazına kalktığı zaman, uyumamak için göğsünü bir ipe bağladığı rivayet edilmiştir. Bazıları ise şöyle demişlerdir: "O, tek bir ayağı üzerinde durup ibadet ederdi." Diğer bazıları ise, "O, bütün gece boyunca uykusuz kalırdı. İşte Cenâb-ı Hak, "Zahmet çekesin diye" ifadesi ile bunu kastetmiştir" demişlerdir. Kâdi, "Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Peygamber (s.a) bir şeyi yaptığı zaman, şüphesiz onu Allah'ın emri ile yapar. Hz. Peygamber (s.a) bunu, Allah'ın emriyle yapınca, mutluluk babından bir şey olmuş olur. Dolayısıyla da ona, "Biz bunu sana emretmedik" denilmesi doğru olmaz" demiştir.

3- Bazı alimler de şöyle demişlerdir: "Bu Âyetten muradın, "Kendine eziyet etme ve nefsine, şu kâfirlerin küfrüne üzülerek, azâb etme. Şüphesiz ki Biz, Kur'ân'ı sana, ancak onunla öğüt veresin [uyarasın] diye indirdik. Binaenaleyh kim iman eder ve kendisini düzeltirse, kendisi içindir. Kim de inkâr ederse, onun inkârı seni hüzünlendirmesin. Sana düşen ancak tebliğ etmektir" manası olması muhtemeldir. Bu, "Onlar mümin olmayacaklar diye neredeyse kendine kıyacaksın" Şu'arâ Sûresi'nin 3. Âyetinde ve "Onların sözleri seni hüzünlendirmesin" Ya Sin Sûresi'nin 76. Âyetlerinde anlatıldığı gibidir.

4- Âyet, "Şüphesiz ki sen, kavminin küfründen ötürü kınanacak değilsin" manasınadır. Bu, "Onların üzerine Mûsâllat (bir adam) değilsin" Gâşiye Sûresi'nin 22. Âyeti ve "Sen onlar üzerine (görevli) bir vekîl değilsin" En'am Sûresi'nin 107. Âyetlerinde olduğu gibidir. Yani, "Sen onlara tebliğ ettikten sonra, onların küfürlerinden sorumlu değilsin, günahlarından dolayı sorgulanmazsın" demektir.

5- Bu sûre Mekke'de ilk nazil olan sûrelerdendir. Bu dönemde, Hz. Peygamber (s.a) de, düşmanların eziyeti ve hükümranlığı altında idi. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki ona, "Ebediyyen bu durumda kalacağını zannetme. Aksine peygamberliğin galib gelecek, kadr-u kıymetin ortaya çıkacak. Çünkü bu Kur'ân'ı sana, o müşrikler arasında mutsuz kalasın diye indirmedik. Aksine onunla yücelesin ve şereflere nail olasın diye indirdik" demektir. [RAZİ, 2-4. Âyetler ile ilgili açıklamalar]

Bizim kanaatimize göre bu nakillerin tümü sonradan uydurulmuştur. Dikkat edilirse, 3. Âyette Kur'ân'ın haşyet duyanlara bir öğüt olduğu bildirilmiş ve öğüt ile haşyet arasında bir ilişki kurulmuştur. Hatırlanacağı gibi,
Furkân ve Yâ-Sîn Sûrelerinde de peygamberin ancak haşyet duyanları uyaracağı bildirilmişti. Bu, ilim sahibi olmayanların haşyet duyamayacakları, -çünkü haşyet, ilimden kaynaklanan bir saygı ve ürperti duygusudur-, öğüt almayacakları ve uyarı kabul etmeyecekleri anlamına gelmektedir. Peygamberimiz ise tebliğde bulunduğu her kişinin öğüt almasını, imana gelmesini ummakta, umduğu gibi olmayınca da üzülüp kahrolmakta, sıkıntı çekmektedir. Rabbimizin Kur'ân'ı sıkıntı versin diye indirmediğini vurgulayan sözleri, peygamberimize bir teselli olmakta, içine düştüğü psikolojik sıkıntıyı gidererek onu rahatlatmaktadır. Nitekim bu mealdeki rahatlatıcı uyarılar peygamberimize sık sık yapılmıştır:

3Onlar; Hıcr 91Kur’ân'ı sihir, şiir, esatir (mitolojik söylentiler), uydurulmuş söz gibi birtakım parçalar, kötü sözler kabul eden kimseler, 3iman edenler olmuyorlar diye sen kendini yıkıma uğratacaksın! [Şu'arâ/3]

76O hâlde onların sözü seni üzmesin. Şüphesiz ki Biz, onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını da biliyoruz. [Yâ-Sîn/76]

21,22Haydi, öğüt ver/hatırlat, şüphesiz sen, sadece bir öğütçüsün/hatırlatıcısın. Sen, onların üzerinde bir zorba değilsin. [Ğaşiye/21, 22]

6Sonra da sen onlar bu Kur’ân'a inanmazlarsa, onların yaptıklarından dolayı, üzüntüden neredeyse kendini harap edeceksin! [Kehf/6]

106,107Sen Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Rabbinden sana vahyedilene uy. Ortak koşanlardan da yüz çevir. Ve eğer Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz, seni onlar üzerine bir bekçi yapmadık, sen onlar üzerine işleri belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan biri de değilsin! [En'âm/106, 107]

4. Âyetteki
yeryüzünü ve yüce gökleri yaratandan bir indirilişle indirdik ifadesinde, Allah'ın azametine dikkat çeken bir vurgu mevcuttur. Böylece hem peygamberimizin arkasındaki güç ortaya konmuş olmakta, hem de verilen bu bilgi ile müşriklerin haşyet duymalarına imkân sağlanmaktadır.
5,6) Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], en büyük taht üzerine egemenlik kurmuştur.[#139] Göklerde olan şeyler, yeryüzünde olan şeyler, bu ikisinin arasında olan şeyler ve nemli toprağın altında bulunan şeyler yalnızca Rahmân'ındır.
Bu Âyetlerde de Rabbimiz, Meryem Sûresi'nin son bölümünde olduğu gibi Rahmân adını ön plâna çıkararak beyanlarda bulunmaktadır.

ARŞ'A İSTİVÂ:

Müteşâbih bir anlatım olan
arş'a istivâ ifadesi, lâfzen "arşın üstüne kurulmak", mecazen de "en büyük makama sahip olmak, en büyük gücü elinde bulundurmak" anlamına gelir. Allah'ın mekândan münezzeh olduğu hem birçok Âyetle bildirilmiş ve hem de aklen sabit olduğuna göre, bu ifadede sözcüklerin "hakikat" manalarının murat edilmiş olması mümkün değildir. Dolayısıyla Allah'ın arşa istivâ etmesi, Allah'ın en büyük makama sahip olduğu ve en büyük gücü elinde bulundurduğu anlamına gelmektedir.

Necm Sûresi'nin tahlilinde de ifade ettiğimiz gibi, pek çok Âyette Allah'ın sıfatları "istivâ etti" ifadesine benzeyen Müteşâbih ifadelerle tanıtılmıştır. Meselâ, o günkü Araplar arasında kullanımı yaygın olan "gökte olan, tahtta oturan" gibi ifadeler, Kur'ân'da hep Allah'ın gücünü ve kuvvetini anlatmak için kullanılmıştır. Allah'ın gelmesi, inmesi, yaklaşması, eli olması, Âdem ve İblis'le bire bir konuşması, görmesi, işitmesi gibi ifadelerin lâfzî anlamlarıyla anlaşılması Kur'ân'ın rûhuna aykırı bir davranıştır. Dolayısıyla buradaki istivâ etti ifadesi de mecaz anlamdadır ve aşağıdaki Âyetlerde olduğu gibi "egemenlik kurdu, kontrolaltına aldı" demektir:

54Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı evrede oluşturan, sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran, gündüzü, durmadan kovalayan gece ile bürüyen ve güneş, ay ve yıldızları emrine boyun eğmiş olarak yaratan Allah'tır. İyi biliniz ki oluşturma ve sistemler kurup yürütme sadece O'na özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah, ne cömerttir! [A'râf/54]

29O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için oluşturandır. Sonra da O, semaya egemenlik kurdu; onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi en iyi bilendir. [Bakara/29]

إستوى
- İstivâ sözcüğü, yukarıdakilerden başka şu Âyetlerde de aynı anlamda kullanılmıştır:

Necm Sûresi'nin 6; Yûnus Sûresi'nin 3; Ra'd Sûresi'nin 2; Furkân Sûresi'nin 59; Secde Sûresi'nin 4. Âyetleri.

6. Âyet, her nerede olursa olsun Yüce Allah'ın her şeyi bildiğini ve dikkate aldığını anlatmaktadır. Bu husus başka Âyetlerde de dile getirilmiştir:

16Ey oğulcuğum! Şüphesiz ortak koşmak; işlenen kötülük bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah, en latif, hakkıyla haberdar olandır. [Lokmân/16]

6De ki: "Onu, göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirmiştir. Şüphesiz O, bağışlayandır, merhamet edendir." [Furkân/6]
7,8) Sen sesini yükseltirsen, Rahmân şüphesiz gizliyi ve gizlinin gizlisini bilir. Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. En güzel isimler sadece O'nundur.
7. Âyeti oluşturan Sen sesini yükseltirsen; O [Rahmân] şüphesiz gizliyi ve gizlinin gizlisini bilir ifadesi, peygamberimize şu mesajı vermektedir:

"
Senin ve arkadaşlarının çektiği işkenceler ve düşmanlarınızın sizi yenmek için yaptığı oyunlar nedeniyle Allah'a sesli olarak şikâyet etmeniz gerekmez. Çünkü Allah her şeyden haberdardır ve O sizin kalplerinizden geçirdiğiniz şikâyetleri bile duyar."

GİZLİNİN GİZLİSİ:

Deyim, gelecekte yapılması plânlanan ve herkesten gizli olan sırları veya plânlı olmasa da insanın içinden geçirdiği ve zihninin bir köşesine attığı düşünceleri yahut da çeşitli sebeplerle farkında olunmadan bilinçaltına itilmiş etkilenmeleri ifade etmektedir. Yani Allah, fiiliyata geçmediği için sorumlu tutmasa da, insanların her türlü tasarımlarını ve kendilerine bile itiraf etmedikleri gizli eğilimlerini hep bilmektedir.

EN GÜZEL İSİM ve SIFATLAR
(ESMÂÜ'L-HÜSNÂ) ALLAH'INDIR:

Genellikle birer anlam ifade eden isimlerin "
güzel" veya "çok güzel" olarak nitelenmesi, anlamlarının "güzel" veya "çok güzel" olmasına bağlıdır.

Rabbimiz kendisini, kimliğini ve sıfatlarını Kur'ân'da birçok güzel isimle anmıştır. Bunların bir kısmı sadece O'nun zatına ait olan, bir kısmı da O'nun yarattıkları ile ilişkisini yansıtan isimlerdir. Bu isimlerin tümü de anlam ve nitelik itibariyle O'na yakışan isimlerdir. Allah'ı kullarına tanıtan bu isimler, varlık âlemindeki "
en güzel" isimlerdir.

Esmâü'l-Hüsn'a = en güzel isimler ifadesi, konumuz olan Âyet grubundaki 8. Âyet de dâhil olmak üzere Kur'ân'da dört yerde geçmektedir. Diğerleri A'râf Sûresi'nin 180; İsrâ Sûresi'nin 110 ve Haşr Sûresi'nin 24. Âyetleridir. Bu ifadenin yer aldığı cümleler yapı itibariyle Kasr ifade etmektedir. Yani esmâü'l-hüsn'a deyimi cümlelere hep "en güzel isimler sadece Allah içindir" vurgusu kazandırmaktadır. Bu, kullara ait olan isimlerin "en güzel" nitelemesi ile nitelenemeyeceği anlamına gelmektedir. Şu hâlde insanlar için ancak "güzel isimler" söz konusu olabilir. Meselâ, bir insan "bilen" olabilir ama "en iyi bilen" sadece Allah'tır. Bu nedenle, Allah'a ait tüm isim ve sıfatlar, "en iyi bilen", "her şeyi bilen" şeklinde mübalâğa kalıplarıyla ifade edilmiştir.

Esmâü'l-hüsn'a ile ilgili geniş bilgi, A'râf Sûresinin 180. Âyetinin tahlilinde verilmiştir.
9) Mûsâ ile ilgili bilgiler kesinlikle sana ulaştı.
Bu Âyetten itibaren Mûsâ Peygamber ile ilgili kıssa başlamaktadır. Diğer sûrelerde detaylıca açıklanmış olan Mûsâ olgusu Tâ-Hâ/9-99'da kısa değinilerle özet hâlinde verilmiştir. Bu pasaj, hemen bir çırpıda oluvermiş gibi algılamamalıdır. 9–36. Âyetlerde Mûsâ'nın peygamberlikle görevlendirilişi, 37–40. Âyetlerde Mûsâ peygamberin peygamber olmadan önceki hayatına dair yapılan hatırlatma, 41–98. Âyetlerde de Mûsâ peygamberin Firavun ve İsrâîloğulları ile yaşadığı olaylar nakledilmektedir. Burada nakledilen olaylar kronolojik değildir. Bu pasajın, resmi mushafta, tertip heyeti tarafından düzgün tertip edilmediği kanaatiyle bazı ayet sıralarını farklı olarak tertip etmiş bulunuyoruz.

Daha önceki Sûrelerde kısaca değinilen Mûsâ peygamberin hayat hikâyesine daha ayrıntılı olarak ilk kez bu Sûrede yer verilmiştir. Doğumu ile peygamber olması arasındaki hayat hikâyesi ise Kasas Sûresinde yer almaktadır.

Bu Sûrede geçen olaylarda, Allah'ın Mûsâ peygambere mesaj gönderirken uyguladığı yöntem ile Mûsâ peygamberin yaşadığı gelişmeler karşısındaki tutumu sergilenmektedir. Dolayısıyla bu kıssadan öncelikle hisse almış olan ilk muhatap peygamberimiz, sonra da onun görevini devam ettiren ve ettirecek olan mücahitlerdir.

Ulaştı mı sana Mûsâ'nın haberi? şeklindeki soru, cevap almak üzere değil, dikkat çekmek için sorulmuş bir sorudur. Ve bu cümle, "Sana Musa’nın haberi kesinlikle geldi" demektir.
10) Hani o bir ateşi; israiloğullarının perişan halini düşünmüştü de ehline (ailesine, yakınlarına): "Kesinlikle ben bir ateş; israiloğullarının perişan halini sezdim. Ondan size bir az da olsa kurtuluş yolu, bilgisi getirmem yahut o ateş; İsrailoğullarının perişanlıktan kurtarmaya yönelik bir kılavuz bulmam için siz beklentide olun!" demişti.
Âyette geçen ehil [aile ve yakınlar] ifadesinden anlaşıldığına göre Mûsâ peygamber bu seyahatte yalnız değildir. Daha sonra -Kasas Sûresinden- öğrenileceği üzere, bu olay Mûsâ ve ehlinin Medyen'den Mısır'a dönmesi sırasında gerçekleşmiştir.

Olay esnasında ateşin görülebilmesi vaktin gece olduğunu, kora ihtiyaç duyulması havanın soğuk olduğunu, ateşin yanında bir kılavuz bulma ümidi de Mûsâ peygamber ve ehlinin yollarını kaybettiğini göstermektedir.
11,12,13,14,15,16) Sonra ona geldiğinde; bu sıkıntıyı gidermeye karar verdiğinde seslenildi: "Mûsâ! Ben, senin Rabbin olan Benim. Hemen yakınlarını ve mallarını burada bırak,[#141] şüphesiz sen temizlenmiş vadide, Tuva'dasın/iki kere temizlenmiş bir vadidesin. Ve Ben seni seçtim; O hâlde vahyedilecek olan şeye; "Hiç şüphesiz ki Ben, Allah'ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikame et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluştur-ayakta tut]. Şüphesiz ki o saat/kıyâmet gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim. O nedenle kıyâmete inanmayan ve kendi boş iğreti arzusuna uyan kimse seni, kıyâmete iman etmekten alıkoymasın; sonra değişime/yıkıma uğrarsın” uyarısına kulak ver.[#142]
Not: Diğer sûrelerde ayrıntılı olarak açıklanmış olan Mûsâ olgusu, Tâ-Hâ/9-99'da (120. necm), kısa değinilerle özet hâlinde verilmiştir. Bu sûredeki anlatımın hemen bir çırpıda oluverdiği zannedilmemelidir. Burada nakledilen olaylar, bir kronoloji de takip etmez.

Âyette geçen ehil[aile ve yakınlar] ifadesinden anlaşıldığına göre Mûsâ peygamber bu seyahatte yalnız değildir. Daha sonra -Kasas Sûresinden- öğrenileceği üzere, bu olay Mûsâ ve ehlinin Medyen'den Mısır'a dönmesi sırasında gerçekleşmiştir.

Musa ile ilgili bu pasajda da Meryem/52. ayetin tahlilinde açıkladığımız gibi yine Tur Dağı esas alınmış, burada konu edilen Musa’nın ateş görmesi ve yakınlarına söyledikleri ifadeler Tur Dağı’nda cereyan etti şeklinde bir anlayış yerleşmiştir.

Genel kabulde bu ayetler, konu ve sözcükler iyi tahlil edilmeden "Hani o bir ateş görmüştü de ehline [ailesine, yakınlarına]: "Kesinlikle ben bir ateş gördüm. Ondan size bir kor parçası getirmem yahut ateş üzerinde bir kılavuz bulmam için siz bekleyin!" demişti." şeklinde anlaşılır. Bu ara Musa’nın ailesi ile birlikte yola çıkarken tedbirsiz davranması, yani yanlarına ateş yakacak malzeme almaması akıl alır şey değildir.

Halbuki burada başka şeylerden; Musa’nın elçi yapılmasına neden olan özelliklerden bahsedilmektedir.

Ayeti doğru anlamamız için ayette yer alan bazı sözcüklerin (Nar, Raa anese ve müks) incelenmesinin yararı olacaktır.

Biz önce sözcükleri tek tek ele alarak sonra ayetteki mesajı verelim.

رَأَى Raâ (görmek anlamı)

"رَأَى Raâ" fiili genellikle "görmek" anlamıyla ele alınır ama Kur’an incelendiğinde bu sözcüğün salt gözle görmek değil, "tahmin etmek, hayal etmek, iyi düşünmek ve akıl ile görme" anlamlarında da kullanıldığı görülür. İşte örnekler:



رَأَى Raâ (tahmin tahayyül anlamı)

* Ve sen, görevli güçlerin, kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimselerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak, "Tadın bakalım kızgın ateşin azabını! İşte bu, sizin kendi ellerinizle meydana getirdiğiniz şeyler sebebiyledir. Ve şüphesiz Allah, kullara hiçbir şekilde haksızlık eden biri değildir" diye onları geçmişte yaptıklarını ve yapmaları gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırırken bir görseydin. [Enfal/50,51]

Bu ayette "tera (görme)" fiili tahmin etme, tahayyül etme anlamında kullanılmıştır.



رَأَى Raâ (Tefekkür anlamı)

* Hani o münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler, "Şu adamları dinleri aldattı" dedikleri sırada, o kötü niyetli komutan, onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara, "Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım" demişti. Sonra da, ne zaman ki iki topluluk birbirini görür oldu, o, iki topuğu üstünde geri döndü ve: "Şüphesiz ben sizden uzağım. Şüphesiz ben, sizin görmediğinizi görmekteyim, şüphesiz ben, Allah'tan korkmaktayım" dedi. Ve Allah, sonuçlandırması/ cezalandırması pek şiddetli olandır. Ve her kim Allah'a işin sonucunu havale ederse bilsin ki şüphesiz Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Enfal/48,49]

Bu ayetteki "اَرٰى era ve تَرَوْنَ teravne" fiilleri de "tefekkür (düşünce)" anlamında kullanılmıştır.



رَأَى Raâ (Akıl ile görme anlamı)

* Kulun gönlü, gördüğünü yalanlamadı. 12Onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz?/ Onun gördüğü şey hakkında o'nunla mücâdele mi ediyorsunuz? Andolsun onu, başka bir inişte daha gördü. [Necm/11-13]

Bu ayetlerdeki "رَأَى raâ (görme)" fiilleri de "akıl ile görme" anlamında kullanılmıştır.



نار Nar (Ateş)

Bu ayetteki "نار nar (ateş)" sözcüğü de mecazen "büyük sıkıntı"yı ifade eder. Bu sıkıntı, İbranilerin Mısır’daki sıkıntılarını düşünerek Musa’nın vicdanını ateşin sarması; onları esaretten kurtarmanın zorluğudur.

Bilindiği üzere Musa, Medyen’de 8- 10 hacc süresinde kaldı, orada mal -mülk, evlat edindi. O günün şartlarına göre gayet varlıklı; tabiri caizse tuzu kuru bir kişi oldu. Kendi soyu olan İsrailoğulları, akraba- hısımları ise esarette; erkekleri niteliksiz olarak yetiştiriliyor, kadınları ise utanç içerici işlerde çalıştırılıyorlardı. Hani derler ya buna can dayanmaz. Musa kavmine aşırı düşkün bir kişi idi. Musa’nın kavmine olan düşkünlüğünü Kasas/ 15’te görebiliriz. Bu durumu düşününce Musa’nın vicdanı sızladı. İçine ateş düştü. Musa’nın gördüğü; düşündüğü ateş işte bu ateştir. Bu ayette dağ sözcüğü filan da geçmez.

Bu tip sıkıntıların, "نار nar (ateş)" olarak nitelenmesini şu ayetlerde de görmekteyiz:

* Ve hep birlikte Allah'ın ipine sıkıca sarılın/Allah'ın ipi ile korunun, ayrılmayın ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz, birbirinize düşmanlar idiniz de, Allah, kalpleriniz arasında ülfet oluşturdu. Sonra da siz, O'nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah, kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız diye alâmetlerini/ göstergelerini sizin için böyle ortaya koyar. [Al-i Imran/103]

* Toplumu: "Eğer yapanlarsanız, şunu yandırın [ateşe verin, sıkıntıya sokun] ve tanrılarınıza yardım edin" dediler. Biz: "Ey ateş! İbrâhîm'e karşı soğuk ve güvenli ol" dedik. [Enbiya/68,69]

* Ve Yahudiler, "Allah'ın eli sıkıdır" dediler. –Söyledikleri şeyler nedeniyle kendi elleri bağlandı ve onlar dışlandı.– Tam tersi Allah'ın iki eli açıktır; dilediği gibi harcar. Ve andolsun ki Rabbinden sana indirilen, onların çoğunda azgınlık ve küfür; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetme açısından artış yapar. Ve Biz, o Yahudilerin aralarına kıyâmete kadar düşmanlık ve kin attık. Ne zaman savaş/ bozum yapmak için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Ve onlar, yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Oysa Allah, bozguncuları sevmez. [Maide/64]




مكث Müks (intizar beklentide olmak)

Bu ayet ve Kasas/29’da geçen "امْكُثُوا" sözcüğü, "intizar; beklentide olmak" anlamında olmasına rağmen "bir yerde, bir noktada beklemek" anlamında değerlendirilmiş "Musa yakınlarına burada beni bekleyin" dedi şeklinde anlaşılmıştır. Halbuki "مكث müks" beklemek değil "intizar; beklentide olmak" demektir (lügatlar). Kur’an’da (İsra/106, Ra’d /17, Kehf/3, Zuhruf/77, Neml/22) da bu anlamda kullanıldığı görülecektir.



آنس Anese (hissetmek)

Ayette "نار nar" sözcüğünün fiili "آنس ânese" olarak yer almıştır. Bu fiil genellikle "görmek" olarak çevrilse de sözcüğün öz anlamı "hissetmek, kanaat getirmek"tir. Aynısını Nisa/6’da da görebiliriz:

* Ve bu yetimlerinizi nikâha ulaşıncaya kadar sıkı bir eğitim vererek olgunlaştırınız. Sonra da eğer kendilerinde rüşt/erginlik çağına ULAŞMIŞLIK اٰنَسْتُمْ HİSSEDERSENİZ, mallarını kendilerine hemen teslim ediniz. [Nisa/6]



قبس GABES- CEZVE

"قبس Gabes" sözcüğü, "ateşin verdiği aydınlık" demektir. Araplar "ondan ateş kabsettim" derler. Bununla mecaz olarak birisinden bilgi aldıklarını ifade ederler. (Lügatlar) Türkçemizde de kullandığımız "İKTİBAS" sözcüğü buradan gelir ve "alıntılamak, az bilgi almak" anlamında kullanılır. Sözcük Neml/8’de "şihaptan bir parça", Ta Ha/ 11’de "nardan (ateşten) bir parça" olarak yer alır. Konunun Kasas/ 29’daki yer alışında ise "جَذْوَةٍ مِنَ النَّار cezvetün minannar" diye "cezve" ifadesiyle yer alır. Cezve, ise "kor parçası" demektir.

Bu ayetlerde anılan küçücük aydınlık ile israiloğullarını ateşten kurtaracak, Musa’nın sıkıntılarını giderecek, derdine derman olacak azıcık da olsa bir bilgi ve bir ipucu kastedilmektedir. Musa bunun arayışındadır.

Kıssanın bu bölümünün diğer sûrelerdeki anlatımlarına da bakmakta yarar vardır:

* Bir zaman Musa ehli için "Ben bir ateş; israiloğullarının perişan halini hissettim. Umarım ki size o sıkıntıdan bir haber getiririm veya ibranilere destek olmanız, onları ateşten kurtarmanız için o sıkıntıdan bir parçacık getiririm" demişti. Sonra ona ateşe: sıkıntıya varınca; Bu sıkıntıyı gidermeye karar verdiğinde, sıkıntı içinde olan kişiler; ve sıkıntının dışında olan kişiler bolluklu kılınmıştır. Ve alemlerin rabbi Allah eksikliklerden arınıktır. Ey Mûsâ! Şüphesiz Ben, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah'ım! Ve birikimini ortaya koy!" –Onu sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görüverince, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. -Ey Mûsâ korkma! Şüphesiz ki Ben; Benim yanımda elçiler korkmaz. Ancak, kim yanlış; kendi zararlarına iş yapar, sonra kötülüğün ardında iyiliğe çevirirse, şüphesiz Ben, çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.– Ve koynundaki gücünü devreye sok, dokuz âyet [alâmet/gösterge] içinde Firavun'a ve onun toplumuna hiç kusursuz, mükemmel çıkacaksın. Şüphesiz onlar yoldan çıkmış bir toplum olmuşlardır." diye seslenildi. Sonra da âyetlerimiz/alâmetlerimiz/göstergelerimiz onlara parlak bir şekilde gelince, "Bu apaçık bir göz boyama, insan kandırmadır" dediler. Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!– [Neml/7–14]

* Artık Musa süreyi doldurup yakınlarıyla gece yürüyünce peygamberlik aşamasının dışındayken (henüz elçi yapılmamışken) ateşi; İsrailoğulları’nın perişan halini, onları bu halden kurtarmanın zorluğunu sezdi. Yakınlarına "Siz beklentide olun şüphesiz ben, bir ateş; SIKINTI sezdim. Umarım ki size o SIKINTIDAN bir haber getiririm veya İBRANİLERE DESTEK OLMANIZ, ONLARI ATEŞTEN KURTARMANIZ için o SIKINTIDAN bir parçacık getiririm" dedi. Sonra ona vardığında; Bu sıkıntıyı gidermeye karar verdiğinde ağaçtan bolluklu bir toprak parçasının içinde (kendisini bekleyen yüzlerce vahyin içinde) peygamberlik yolunun filizinden; ilk, taze vahylerden olmak üzere kendisine seslenildi: "Ey Musa hiç şüphesiz ki Ben, alemlerin rabbi Allah’ın ta Kendisiyim!" Ve birikimini ortaya at! –Birikimini sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görünce de dönüp arkasına bakmadan kaçtı.– Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Kesinlikle sen emniyette olanlardansın. Koynundaki gücünü devreye sok, kusursuz, mükemmelce çıkacaksın. Yeninden kanadını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Şüphesiz ki onlar, yoldan çıkan bir toplum olmuşlardır" diye seslenildi. [Kasas/29–32]

* Mûsâ'nın haberi sana geldi mi? Hani, Rabbi ona iki kez temizlenmiş vadide; (elçilik görevini sürdürürken) seslenmişti: " Firavun'a git! Şüphesiz o azdı." [Nâziât/15–17]

11–16. Âyetler, Mûsâ peygambere yapılan ilk hitabı, ilk vahyi ve sonraki aldığı vahiylerinin tümünün özetini bildirmektedir. Mûsâ peygambere olan bu ilk vahyinde Yüce Allah Kendisini Mûsâ peygamberin ve âlemlerin Rabbi olarak tanıtmakta, Kendisinden başka ilâh olmadığını, vaktini açığa vurmamakla birlikte kıyâmetin mutlaka geleceğini bildirmektedir. Ayrıca Mûsâ peygamberin tertemiz bir vadîde [yolda, doğrultuda] olduğunu ve onu Elçi seçtiğini açıklamakta, ona bazı emirler vermektedir:

• Nalınlarını çıkar.

• Vahyedileceklere kulak ver.

• Allah'a kul ol.

• Allah'ı anmak için salâtı ikame et.

• Hevasına uyan kimse iman etmene engel olmasın diye dikkat et.



NALINLARI ÇIKARMAK:

12. Âyette geçen nalınlarını çıkar emrinin ne anlama geldiği hakkında aşağıdakilere benzer birçok yorum yapılmıştır:

• Mûsâ peygamberin pabuçları ölmüş eşek derisinden imiş de böyle bir pabuçla mukaddes vâdiye girilmezmiş.

• Mûsâ peygamberin iki ayağı da vâdiye iyi tutunsun diye Allah ona pabuçlarını çıkarmasını emretmiş.

• Allah, Mûsâ peygamberin üzerinde bulunduğu vâdiye saygı için ondan -bu zamanda camilere girerken ayakkabı çıkarıldığı gibi- pabuçlarını çıkarmasını istemiş. [Kutubi; el-Câmiu li Ahkami'l-Kur'ân] Biz bu konuda farklı bir kanaate sahibiz. Şöyle ki:

Mûsâ peygambere verilen nalınlarını çıkar emri, Türkçede kullandığımız "kolları sıva, paçaları sıva, yola koyul" şeklindeki tabirlerimize benzemektedir. Mûsâ peygamberden artık kendisini tamamen peygamberlik görevine adaması; görevini yaparken ehlinin, malının, mülkünün, kısaca hiçbir şeyin kendisine ayak bağı olmamasını sağlaması istenmektedir. Bu emre göre Mûsâ peygamber bütün benliğiyle elçilik görevine koşacak, görevini yapmak için gerekirse eşinden, çocuklarından ayrılacaktır. Tasavvufçuların "nalınları çıkarmak" tabirini "hanımı boşamak" anlamında yorumlamalarının kaynağı da, Mûsâ peygambere verilen ve eşinden ayrılmayı da kapsayan bu emir olsa gerektir. Bu emir, askerlik çağı gelen gençlerin malını, eşini, işini, çocuklarını bırakıp vatan bekçiliğine gitmelerine benzemektedir. Aynı durumu Saffat suresinde İbrahim peygamber ile ilgili olarak göreceğiz. O da ölü toprağı serpilmiş beldede de karısını çocuğunu mağdur olmaları pahasına bırakıp Allah’a hizmete koşmuştur.

Bu emir sonrasında Mûsâ peygamberle ehli arasındaki ilişkiler ve mal varlığındaki gelişmeler Kur'ân'da yer almamıştır. Ancak Kitab- Mukaddes’e göre Mûsâ peygamber ehlini ve mal varlığını orada bırakmış, ehli ile daha sonra Mısır'da buluşmuştur:

Mûsâ kayınbabası Yitro'nun yanına döndü. Ona, "İzin ver, Mısır'daki soydaşlarımın yanına döneyim" dedi, "Bakayım, hâlâ yaşıyorlar mı?" Yitro, "Esenlikle git" diye karşılık verdi. [Çıkış; 4/18:18]

Mûsâ peygamberin kayınbabası Midyanlı Kâhin Yitro, Tanrı'nın Mûsâ peygamberin ve halkı İsrâil için yaptığı her şeyi, RABB'in İsrâilliler'i Mısır'dan nasıl çıkardığını duydu. Mûsâ peygamberin kendisine göndermiş olduğu karısı Sippora'yı ve iki oğlunu yanına aldı. Mûsâ,peygamber "Garibim bu yabancı diyarda" diyerek oğullarından birine Gerşom adını vermişti. Sonra, "Babamın Tanrısı bana yardım etti, beni Firavun'un kılıcından esirgedi" diyerek öbürüne de Eliezer adını koymuştu. Yitro Mûsâ peygamberin karısı ve oğullarıyla birlikte Tanrı Dağı'na, Mûsâ peygamberin konakladığı çöle geldi. Mûsâ'ya şu haberi gönderdi: "Ben, kayınbaban Yitro, karın ve iki oğlunla birlikte sana geliyoruz." Mûsâ peygamber kayınbabasını karşılamaya çıktı, önünde eğilip onu öptü. Birbirinin hatırını sorup çadıra girdiler. Mûsâ peygamber İsrâilliler uğruna RABB'in Firavun'la Mısırlılara bütün yaptıklarını, yolda çektikleri sıkıntıları, RABB'in kendilerini nasıl kurtardığını kayınbabasına bir bir anlattı. [Çıkış; 18/1–8:]

15. Âyette geçen onu (kıyâmeti) neredeyse gizleyeceğim ki herkes emeğinin karşılığını alsın ifadesi, kıyâmetin kopmasının ve âhiret hayatının başlamasının bu dünya hayatındaki imtihanın gereği olduğuna işaret etmektedir. Çünkü her insan bu dünyada yaptıklarının karşılığını tam olarak ancak âhirette alabilecek, orada tam bir adaletle karşılaşacaktır.

* İnsanlar sana kıyâmetin kopuş vaktinden soruyorlar. De ki: "Onun bilgisi, Allah'ın; münâfık erkekleri, münâfık kadınları, ortak koşan erkekleri, ortak koşan kadınları azap etmesi; ve Allah'ın, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların tevbelerini kabul etmesi için ancak Allah'ın nezdindedir. Ne bilirsin belki kıyâmetin kopuş vakti yakında olur. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir." [Ahzab/63,73]

Kıyâmetin kopma belirtilerinin açıkça gösterilmemesi, aslında insanların inançlarındaki samimiyeti ortaya çıkarmaktadır. Çünkü samimî bir şekilde âhirete inanan kimse, kıyâmetin ne zaman kopacağını bilmese de her an takvâ üzerinde yaşamaya devam edecek, âhirete inanmayan kimsenin devam edeceği şey ise kıyamet belirtilerini açıkça görmediğinden hayatını fıskla, fücurla sürdürecektir.

16. Âyetin muhatabı aslında tek tek mükelleflerdir. Akıl sahibi herkese zımnen şöyle denmektedir: "Kıyâmeti yalanlayan, dünyada kendilerine lezzet veren şeylere yönelen, Mevlâ'sına isyan eden, arzularına uyan kimsenin peşinden gitmeyin. Kim onlara bu tavırlarında muvafakat ederse, mutlaka kaybeder, helâk olur. Malı mülkü kendisine fayda vermez."

* Kim de cimrilik ederse ve kendisini tüm ihtiyaçların üstünde görürse ve en güzeli yalanlarsa, Biz ona en zor olan için kolaylık vereceğiz. Aşağı yuvarlanıp değişime, yıkıma uğradığında/öldüğünde malı onu kurtaramayacaktır. [Leyl/8–11]



طوى - TÛVÂ:

Bu sözcüğün geçtiği cümle genellikle Şüphesiz sen temizlenmiş vadîdesin; Tûvâ'dasın şeklinde çevrilerek Tûvâ sözcüğü özel bir vadînin adı olarak açıklanmıştır. Ancak Zebidi, en önemli Arap kaynakları arasında yer alan Tacü'l-Arus adlı eserinde böyle bir vadîden hiç bahsetmemiştir. Aynı konu üzerinde emek harcayanlardan biri olan Zemahşeri ise tûvâ sözcüğünün anlamının iki kere demek olduğundan yola çıkarak cümleye "sen iki kere temizlenmiş bir vadîdesin" anlamını vermiştir. [Zemahşeri, el-Keşşaf; c:2, s:531]



الوادى - VÂDİ:

Vâdi "dağların, tepelerin arasındaki her yarık, çukur yer" demektir. [Tacü'l-Arus; c: 20, s: 283]

Türkçedeki koyak sözcüğü de yukarıdaki "vadî" anlamının yanı sıra, "akarsuların karalarda oluşturduğu, bir yöne doğru meyilli, uzunlamasına çukur" demektir.

Âyette geçen vâdi sözcüğünü yukarıdaki gerçek anlamlarında kabul etmek mümkün değildir. Zira aynı olayı anlatan başka Âyetlerde bir dağdan bahsedilmekte ve Mûsâ peygamberin uzaktan oradaki ateşi gördüğü bildirilmektedir. Eğer Âyette geçen vâdi sözlüklerdeki anlamına uygun olarak çukur bir yer olsa idi, ne Mûsâ peygamber oradaki ateşi görebilir, ne de Rabbimiz orada bir dağın varlığından söz ederdi. Dolayısıyla burada vâdi sözcüğü ile mecazî olarak "yol" kastedilmiştir. Bu "yol", iki kere temizlenmiş peygamberlik yoludur; peygamberlerin geçmiş ve gelecek günahları affedilir (Fetih/1-3). Mûsâ peygambere "Artık sen peygamberlik yolundasın. Kolları sıva, artık çoluk-çocuk, mal-mülk düşünme, vahye kulak ver, yeni işine başla!" denilmiştir.



Dikkat edilirse, Mûsâ peygambere de tıpkı peygamberimize Mescid-i Aksa'daki son sidre ağacının yanında yapılan hitap gibi aracısız hitap edilmiştir. Yani her iki peygambere de birbirine benzer şekillerde vahye dilmiş ve ikisine de Şûrâ Sûresi'nin 51. Âyetinde bildirilen Allah'ın beşer ile konuşma şekillerinden perde arkası usulü uygulanmıştır.

* Ve müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan, en yüksek ufkun sahibidir. Sonra da O; müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan nitel olarak yaklaştı ve hemen art arda kova sarktı/öbek öbek âyetler indi. Birinde iki yay uzunluğu kadar, diğerinde de nitel olarak daha yakın olmuştu. Hemen O; müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan, en yüksek ufkun sahibi olan, kuluna, son kiraz ağacının yanında -ki yanında oturmaya değer konaklama yeri vardır- vahyettiğini vahyetti. O zaman kiraz ağacını kaplayan kaplıyordu. Kulun gönlü, gördüğünü yalanlamadı. Onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz?/Onun gördüğü şey hakkında o'nunla mücâdele mi ediyorsunuz? Andolsun onu, başka bir inişte daha gördü. Göz şaşmadı ve azmadı. Andolsun, Rabbinin alâmetlerinin/göstergelerinin en büyüğünü gördü. [Necm/6–18]

* Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vâdinin sağ tarafından, bir ağaçtan seslenildi: "Ey Mûsâ! Hiç şüphesiz ki Ben, âlemlerin Rabbi Allah'ın ta kendisiyim! Ve birikimini ortaya at! –Birikimini sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görünce de dönüp arkasına bakmadan kaçtı.– Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Kesinlikle sen emniyette olanlardansın. Koynundaki gücünü devreye sok, kusursuz, mükemmelce çıkacaksın. Korkudan kanadını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Şüphesiz ki onlar, yoldan çıkan bir toplum olmuşlardır." [Kasas/30-32]
17) Ve sağ elindeki nedir ey Mûsâ?
17. Âyetteki soru bilgi almak için sorulmuş bir soru değildir. Çünkü Allah onun elinde bir asa tuttuğunu bilmektedir. Soru, Mûsâ peygamberin dikkatini asaya çekerek kendisine verilecek göreve hazırlama amacına yöneliktir.
18) Mûsâ: "O, benim asamdır, ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim ve onda benim için başka yararlar da var" dedi.
ASANIN DİĞER YARARLARI:

Mûsâ peygamberin 18. Âyetteki onda benim için başka yararlar da var şeklindeki ifadesi, asasını Âyette sayılanlar dışında başka işlerde de kullandığını göstermektedir. Meselâ dağda bayırda çobanlık yapan bir kişi yiyecek içecek torbasını asasının ucunda taşır, bitki köklerini topraktan asasıyla çıkartır, su bulmak için toprağı kazarken asasından yararlanır, sürüsünü asasıyla güder, vahşî hayvanlara ve saldırganlara karşı asasını silâh olarak kullanır. Ancak Mûsâ peygamberin bu sözlerinden sonraki gelişmeler göstermektedir ki, artık çoban Mûsâ peygamberin asasının işi bitmiştir, yani asa eski işlevleri için Mûsâ peygambere artık lâzım değildir. Bundan sonraki sağ elinde tutacağı Asa başka bir şeydir, tüm bâtıl olan şeyler o şey ile yok edilecek ve insanların gerçekleri görmesi o şey ile sağlanacaktır.

Bazıları Mûsâ peygamberin asasının ona sağladığı faydaları sayıp dökmekle bitirememişler ve asa ile ilgili birçok kerametler nakletmişlerdir. Bunlara inanan zavallılar da kerameti hep asada aramışlar ve kutsiyet izafe ederek onu günümüze kadar taşımışlardır. Nitekim bazı kişiler asayı peygamberlerin sünneti olarak kabul etmekte ve bu çağda bile asa ile dolaşmaktadır.
19,24) Allah: "Ey Mûsâ! Onu bırak/çobanlığı bırakıp yerleşik hayata geç! Firavun'a git, şüphesiz o azdı" dedi.[#143]
Bu Âyette, elçilik görevi verilen Mûsâ peygambere tuğyan hâlindeki Firavun'a gitmesi bildirilmektedir. Çünkü kibirli Firavun öylesine azmıştır ki, kendini ilâh, [Rabb] çevresindekileri de kulları olarak görmektedir. Bu kıssanın anlatıldığı Şu'arâ Sûresi'nin 10-11. ve başka yerdeki Âyetlerden anlaşıldığı üzere Mûsâ peygamber sadece Firavun'a değil aynı zamanda "zâlimler kavmine, Firavun'un kavmine" de gönderilmiştir. Burada sadece Firavun'un zikredilmesi, onun kendi toplumunun doğru yoldan çıkışına liderlik etmesi, toplumunun da bu yoldan çıkışta ona karşı bir irade gösterememesi sebebiyledir:

* Firavun da, "Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh bilmedim. Ey Haman, benim için çamur üzerine hemen ateş yak; tuğla imal et de Mûsâ'nın ilâhı hakkında bilgilenmem için bana bir kule yap. Ve şüphe yok ki o'nun yalancılardan biri olduğuna kesinlikle inanıyorum" dedi. [Kasas/38]

* Sonra da Firavun, yalanladı ve karşı geldi. Sonra çabucak arka döndü. Sonra toplayıp seslendi de: "Ben, sizin en yüce Rabbinizim!" dedi. [Nâziât/21-24]
20) O da onu hemen bıraktı/yerleşik hayata geçti, bir de ne görürsün! Artık sağ elindeki; kendisine vahyedilen Kitap, koşan bir candır; sosyal hayatın kaynağıdır.[#144]
25,33,34,26,27,28,29,30,31,32,35) Mûsâ: "Rabbim! Seni tüm noksanlıklardan çok arındırmamız ve Seni çok çok anmamız için göğsümü aç, işimi bana kolaylaştır. Dilimden de düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Ve ehlimden; kardeşim Hârûn'u benim için bir vezir kıl, o'nunla arkamı kuvvetlendir. İşimde o'nu bana ortak et. Şüphe yok ki Sen bizi görüp duruyorsun" dedi.
Not: bu pasaj, Teknik ve anlam bilgisi nedenleriyle resmi mushaftan farklı dizilmiştir.
36) Allah: "Ey Mûsâ! İstediğin sana verildi." dedi.
21,23,22) Allah: "Sana en büyük alâmetlerimizden/göstergelerimizden göstermemiz için tutun ona, korkma! Biz onu ilk yürüyüş yoluna geri çevireceğiz; o işleri yoluna koyacağız, sana sıkıntı verdirmeyeceğiz. Diğer bir alâmet; gösterge olmak üzere de gücünü/kanadına ekle, çirkinlik olmadan hiç kusursuz, mükemmelce çıkacaksın" dedi.[#145]
20-23. âyetlerde, Mûsâ'ya verilen iki âyetten bahsedilmektedir. Bunlardan ilki, sağ eline çoban asâsının yerine verilen vahiy/kitap/Tevrât; ikincisi ise gücüne güç katacak olan Hârûn'dur. Aşağıdaki âyetlerde Mûsâ'nın ifade yeteneğinin yeterli olmadığı, meramını iyi anlatması için kardeşi Hârûn'un kendisine yardımcı yapılmasını istediği ve bu isteğinin de verildiği görülecektir.

Bu konu, yani asâ ve yed [kusursuz güç] hakkında A‘râf sûresi'nde detay verilmiştir. Burada başka sözcükler üzerinde duracağız.

الحية [HAYYE]

Hayye sözcüğü de, Mûsâ pasajının doğru anlaşılmasındaki kilit sözcüklerden biridir. Bu nedenle bu sözcük üzerinde durmak istiyoruz:

Hayat sözcüğünden gelen hayye sözcüğü, "bir kere yaşam" demektir. Araplar bu sözcüğü birçok şekilde kullanırlar:

Uzun ömürlü olmasından dolayı yılana,
hayye denir.

Gözü keskin olana, "O,
hayye'den daha iyi görür" derler.

Hain, sinsi olana, "O,
hayye'den daha zâlim" derler.

Çevresine, toplumuna yararlı olanlara, onları koruyanlara, "O, bölgenin, yeryüzünün
hayye'si" denir.

Kadın-erkek uzun yaşayana, "O,
hayye'nin tekidir" derler.

Kişi akıl, zeka ve dehada zirvede olduğu zaman, "O, vâdinin
hayye'sidir" denir.

Hayye, teşbihen Büyük Ayı yıldız kümesinin ikizleri ile Alkaid [ölü sönük yıldız] arasındaki yıldızlara denir. [Lisânu'l-Arab; Tâcu'l-Arûs, "Hayye" mad.]

Tahiyye [selâmlama/Allah sana ömür versin] sözcüğü de aynı kökten gelir.

Özetlersek, bu sözcüğün anlamı, "hayat ve canlılık"tır. Dolayısıyla
hayye sözcüğü, "yılan" demek olmayıp, "varlığın uzun ömürlü oluşu"nu nitelemektedir. Tâ-Hâ sûresi'ndeki حية تسعى[hayyetun tes‘â/koşup duran tes‘â] ifadesinin, Türkçe'deki tam karşılığı, "yedi canlı" deyimi olup bu da, "defalarca ölüm tehlikesiyle karşılaşmasına rağmen her seferinde sağ kurtulmak" anlamına gelir. Bu sözcük, birçok hastalıktan, bela ve felaketten kurtulan kişiler için kullanıldığı gibi, kedi ve yılan için de kullanılır.

Bu âyetteki
hayye sözcüğünü anlamak için, Mûsâ'nın sağ elindekinin diğer bir nitelenmesini de dikkate almak gerekir. Allah Neml/10 ve Kasas/31'de, Mûsâ'nın sağ elindekini, Sanki görünmeyen bir varlık gibi hareket ettirir diye nitelemiştir. Yani, Mûsâ'nın sağ elindeki şey, "hareket ettiren görünmez bir varlığa" benzemektedir. Bu hareket sağlayan görünmez varlık ise, insanların ve hayvanların canıdır.

Bu ifade, vahyin/ilâhî kitapların "rûh" niteliğidir. Kur’ân'ın bir adının da rûh olduğu gibi, Mûsâ'nın sağ elindekinin [Kitabının] adı da rûh'tur:

15O, dereceleri yükseltendir, en büyük tahtın/en yüksek mevkiin sahibidir: O, buluşma günü hakkında uyarmak için Kendi emrinden/Kendi işinden olan vahyi kullarından dilediğine bırakır. [Mü’min/15]

52,53İşte böylece Biz, sana da Kendi emrimizden/Kendi işimizden olan ruhu/Kur’ân'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nûr/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar Kendisi için olan Allah'ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın, bütün işler yalnız Allah'a döner. [Şûrâ/52-53]

20. âyetteki
hayye sözcüğü, "yılan" olarak anlaşılınca, doğal olarak 21. âyetteki korkmak sözcüğü de "yılandan korkmak" olarak anlaşılmıştır. Hâlbuki buradaki korku, bu sûrenin 45-46. âyetleri ile Şu‘arâ/10-15, Neml/10 ve Kasas/30. âyetlerde konu edilen Mûsâ'nın görevden korkması, kaçmasıdır.

10Bir vakit de Rabbin, Mûsâ'ya: "Git o yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluma; 11Firavun toplumuna, hâlâ Allah'ın koruması altına girmeyecekler mi?" diye nida etmişti.

12Mûsâ: "Rabbim! Şüphesiz ben, beni yalanlamalarından korkarım. 13Göğsüm de daralır, dilim konuşmaz, onun için Hârûn'a da elçilik ver. 14Hem onlara ait benim üzerimde bir suç var. Ondan dolayı beni öldürmelerinden korkarım" dedi.

15Allah: "Kesinlikle senin düşündüğün gibi değil! Haydi, ikiniz alâmetlerimizle/göstergelerimizle gidin. Şüphesiz ki, Biz sizinle beraberiz, işitenleriz. 16,17Haydi, ikiniz Firavun'a gidin de ‘Biz kesinlikle, İsrâîloğulları'nı bizimle beraber gönderesin diye’ âlemlerin Rabbinin elçisiyiz deyin" dedi. [Şu‘arâ/10-17]

8-12Sonra oraya geldiği zaman seslenilmişti: "Ateşin içindeki ve yanı başındaki kişi bolluklu kılınmıştır! Ve âlemlerin Rabbi olan Allah, eksikliklerden arınıktır!

"Ey Mûsâ! Şüphesiz Ben, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah'ım!

"Ve birikimini ortaya koy!"
–Onu sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görüverince, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. -Ey Mûsâ korkma! Şüphesiz ki Ben; Benim yanımda elçiler korkmaz. Ancak, kim yanlış; kendi zararlarına iş yapar, sonra kötülüğün ardında iyiliğe çevirirse, şüphesiz Ben, çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.–

"Ve koynundaki gücünü devreye sok, dokuz âyet [alâmet/gösterge] içinde Firavun'a ve onun toplumuna hiç kusursuz, mükemmel çıkacaksın. Şüphesiz onlar yoldan çıkmış bir toplum olmuşlardır." [Neml/8-12]

30-32Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vâdinin sağ tarafından, bir ağaçtan seslenildi: "Ey Mûsâ! Hiç şüphesiz ki Ben, âlemlerin Rabbi Allah'ın ta kendisiyim! Ve birikimini ortaya at! –Birikimini sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görünce de dönüp arkasına bakmadan kaçtı.– Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Kesinlikle sen emniyette olanlardansın. Koynundaki gücünü devreye sok, kusursuz, mükemmelce çıkacaksın. Korkudan kanadını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Şüphesiz ki onlar, yoldan çıkan bir toplum olmuşlardır." [Kasas/30-32]

45Mûsâ ile Hârûn: "Rabbimiz! Onun bizim aleyhimize aşırı gitmesinden veya azgınlığından korkarız" dediler.

46Allah: "Korkmayınız, şüphesiz Ben ikinizle beraberim, işitirim ve görürüm. 47Hemen ona gidin de ona; ‘Şüphesiz biz Rabbinin iki elçisiyiz. Artık İsrâîloğulları'nı bizimle gönder ve onlara azap etme; kesinlikle biz sana Rabbinden bir alâmet/gösterge ile geldik. Selâm kılavuza uyanlaradır. 48Şüphesiz biz; kesinlikle bize, kesinlikle azabın yalanlayana ve sırt çevirene olduğu vahyedildi’ deyiniz." 46dedi [Tâ-Hâ/45-46]

BEMBEYAZ EL

22. âyetetteki,
tahrücü [çıkacak] filinin öznesi "el" değil, "sen"dir. Bu ifade, fiil kalıbının "ikinci eril tekil şahıs" kalıbı ile, "üçüncü dişil tekil şahıs" kalıplarının aynı kalıp olmasından karıştırılmıştır. Burada kastedilen de kendisine yedek güç olarak verilmiş olan vezir Hârûn'u devreye sokması, o'nun sayesinde ifadeleri kusursuz, lekesiz ve eksiksiz olarak tebliğ etmesidir.

Burada 20-23. âyetlerde zikri geçen Mûsâ'ya verilen iki ayet; alamet, gösterge, Furkân sûresi'nde şöyle zikredilmiştir:

35Ve andolsun ki Mûsâ'ya Kitab'ı verdik, kardeşi Hârûn'u da o'nunla birlikte yardımcı, destekçi verdik.

36Sonra da, "Haydi âyetlerimizi yalanlayan o topluma gidin!" dedik. Sonunda da onları parçalayıp yok ettik. [Furkân/35-36]

19, 24.
O [Allah], "Ey Mûsâ! Onu bırak/çobanlığı bırakıp yerleşik hayata geç! Firavun'a git, şüphesiz o azdı" dedi.



Bu Âyette, elçilik görevi verilen Mûsâ peygambere tuğyan hâlindeki Firavun'a gitmesi bildirilmektedir. Çünkü kibirli Firavun öylesine azmıştır ki, kendini ilâh,
[Rabb] çevresindekileri de kulları olarak görmektedir. Bu kıssanın anlatıldığı Şu'arâ Sûresi'nin 10-11. ve başka yerdeki Âyetlerden anlaşıldığı üzere Mûsâ peygamber sadece Firavun'a değil aynı zamanda "zâlimler kavmine, Firavun'un kavmine" de gönderilmiştir. Burada sadece Firavun'un zikredilmesi, onun kendi toplumunun doğru yoldan çıkışına liderlik etmesi, toplumunun da bu yoldan çıkışta ona karşı bir irade gösterememesi sebebiyledir:

38Firavun da, "Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh bilmedim. Ey Haman, benim için çamur üzerine hemen ateş yak; tuğla imal et de Mûsâ'nın ilâhı hakkında bilgilenmem için bana bir kule yap. Ve şüphe yok ki o'nun yalancılardan biri olduğuna kesinlikle inanıyorum" dedi. [Kasas/38]

21-24Sonra da Firavun, yalanladı ve karşı geldi. Sonra çabucak arka döndü. Sonra toplayıp seslendi de: "Ben, sizin en yüce Rabbinizim!" dedi. [Nâziât/21- 24]

36Allah: "Ey Mûsâ! İstediğin sana verildi." dedi.

21Allah: "23Sana en büyük alâmetlerimizden/göstergelerimizden göstermemiz için 21tutun ona, korkma! Biz onu ilk yürüyüş yoluna geri çevireceğiz; o işleri yoluna koyacağız, sana sıkıntı verdirmeyeceğiz. 22Diğer bir alâmet; gösterge olmak üzere de gücünü/kanadına ekle, çirkinlik olmadan hiç kusursuz, mükemmelce çıkacaksın" dedi.

Bu Âyet gurubunda, verilen görevi yerine getirebilmek için Mûsâ peygamberin kendisine gerekli gördüğü ve Allah'tan talep ettiği maddî ve manevî unsûrlar yer almaktadır. Bu talepler;

• Göğsünün açılması,

• İşinin kolaylaştırılması,

• Dilindeki düğümün çözülmesi ve

• Vezir olarak kendisine Hârûn'un verilmesidir.

GÖĞSÜNÜN AÇILMASI:

İnşirah Sûresi'nin tahlilinde de belirttiğimiz gibi, göğsün açılması "ferahlık, rahatlık, metanet ve cesaret sahibi olmak" anlamına gelmektedir.

Mûsâ peygamber de, malını mülkünü terk edip ehlinden ayrı olarak yapacağı bu görevin kendisine doğuracağı sıkıntıları, göğüs darlığını tahmin ettiği için Rabbinden bu talepte bulunmuştur.

DİLİNDEKİ DÜĞÜMÜN ÇÖZÜLMESİ:

Elçilik görevini alan bir kişinin Firavun ve saray adamlarını etkilemek için güzel konuşma yeteneğine sahip olması gerektiğini bilen Mûsâ peygamber, aynı zamanda bu yeteneğin kendisinde olmadığını da biliyordu:

51-53Ve Firavun, toplumunun içinde seslendi: "Ey toplumum! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yahut ben, şu zavallının ta kendisi olan; nerede ise meramını anlatamayan kişiden daha hayırlı değil miyim? Hem o'nun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar hâlinde melekler gelmeli değil miydi?" dedi. [Zühruf/51- 53]

33,34Mûsâ dedi ki: "Rabbim! Şüphesiz ben onlardan bir kişi öldürdüm, şimdi onların beni öldürmelerinden korkuyorum. Kardeşim Hârûn'u da benimle gönder; o, dil bakımından benden daha iyi, güzel ve etkilidir. O nedenle o'nu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Şüphesiz ben, beni yalanlamalarından korkuyorum." [Kasas/33–34]

Firavun ve kavmiyle olan konuşmalarına bakıldığında, Mûsâ peygamberin dilindeki bağın çözüldüğü anlaşılmaktadır. Zira söylemlerinin tümü gayet beliğdir. Bu güzellik, yedek güç olarak kendisine vezir verilen kardeşi Harun sayesinde oluşmaktadır. Bu konu A’raf suresinin tahlilinde "Yed-i Beyza" ifadesininin açıklamasında verilmiştir.

Mûsâ peygamberin dilindeki sorun, Kitab-ı Mukaddeste şöyle geçmektedir:

Mûsâ, "Aman, ya Rab!" dedi, "Ben kulun ne geçmişte, ne de benimle konuşmaya başladığından bu yana iyi bir konuşmacı oldum. Çünkü dili ağır, tutuk biriyim." [Çıkış, 4; 10]

Fakat Talmut, Mûsâ peygamberin konuşmasındaki yetersizliği çok garip bir şekilde açıklamıştır:

Mûsâ, çocuk iken, Firavun'un sakalını tutup onu yoldu. Firavun da, onu öldürmeyi kafasına koyarak, "Elinde mülkümün ve kudretimin zail olacağı kimse budur" dedi. Bunun üzerin Asiye: "O, akıl edemeyen bir çocuktur. Bunun emaresi ise, senin ona hurma ve ateşi yaklaştırmanda" dedi. Sonra da, bu iki şey onun önüne konuldu; o, ateşi aldı ve ağzına koydu... [Talmut]

Ne yazık ki, bu saçma hikâye birçok klâsik kaynakta sanki gerçekmiş gibi yer almıştır.

HÂRÛN'UN VEZİRLİĞİ:

Hârûn ile ilgili olarak, Mûsâ peygamberin kardeşi olmasından başka Kur'ân'da herhangi bir ayrıntı verilmemiştir.

Kitab-ı mukaddes, Hârûn'un büyük kardeş olduğunu söylemektedir:

Firavunla konuştuklarında Mûsâ seksen, Hârûn seksen üç yaşındaydı. [Çıkış, 7:7]

Mûsâ peygamberin Hârûn'un vezirliğini istemesi, kendisi dağa gittiği sırada Hârûn'un da ehli arasında bulunduğunu düşündürmektedir. Çünkü Hârûn yanında olmasa, kendisi yıllardır Medyen'de bulunduğundan Hârûn'un sağ olduğunu bile bilemeyecek, dolayısıyla da onu vezir olarak isteyemeyecekti. Ayrıca Âyette geçen
ehli sözcüğünün, aile efradı yanında kan bağı yakınlıklarını ve sıhrî yakınlıkları da kapsaması, Hârûn'un da orada bulunduğunu desteklemektedir.

الوزير- VEZîR:

Vezîr sözcüğünün anlamı, türediği sözcüğe göre şu şekillerde açıklanabilir:

• Eğer وزر
- vizr = yük kökünden türediği kabul edilirse, "yük çeken" anlamına gelir. Zaten vezirler de krallara yardımcı olmak sûretiyle onun yükünü çeken kimselerdir.

• Eğer Kıyâmet Sûresi'nin 11. Âyetinde geçen وَزَرَ - vezer = sığınak sözcüğünden türediği kabul edilirse, "kendisiyle korunulan dağ" anlamına gelir. Zaten vezirler de bir bakıma kendilerine başvurulan, danışılan, sığınılan kimselerdir.

Bu Âyet grubundaki olaylar Kasas Sûresinde şöyle anlatılmıştır:

30-32Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vâdinin sağ tarafından, bir ağaçtan seslenildi: "Ey Mûsâ! Hiç şüphesiz ki Ben, âlemlerin Rabbi Allah'ın ta kendisiyim! Ve birikimini ortaya at! –Birikimini sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görünce de dönüp arkasına bakmadan kaçtı.– Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Kesinlikle sen emniyette olanlardansın. Koynundaki gücünü devreye sok, kusursuz, mükemmelce çıkacaksın. Korkudan kanadını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Şüphesiz ki onlar, yoldan çıkan bir toplum olmuşlardır."

33,34Mûsâ dedi ki: "Rabbim! Şüphesiz ben onlardan bir kişi öldürdüm, şimdi onların beni öldürmelerinden korkuyorum. Kardeşim Hârûn'u da benimle gönder; o, dil bakımından benden daha iyi, güzel ve etkilidir. O nedenle o'nu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Şüphesiz ben, beni yalanlamalarından korkuyorum."

35Allah dedi ki: "Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve ikiniz için bir güç, iktidar oluşturacağız. Sonra da onlar alâmetlerimiz/göstergelerimiz sebebiyle size erişemeyecekler. Siz ikiniz ve ikinizi izleyenler üstün olanlarsınız." [Kasas/30–35]

Otuz altıncı ayetteki "O [Allah] dedi: "Ey Mûsâ! İstediğin sana verildi." ifadesinden, Mûsâ peygamberin taleplerinin Allah tarafından kabul edildiği anlaşılmaktadır. Yani Mûsâ peygamberin göğsü açılacak, işi kolaylaştırılacak, dilindeki bağ çözülecek ve kardeşi Hârûn da veziri olacaktır. Kısacası, görevinde başarılı olması için Mûsâ peygamberin gerekli gördüğü maddî ve manevî imkânların tümü kendisine verilmiştir.

SİYRET

Ta Ha21Allah: "23Sana en büyük alâmetlerimizden/göstergelerimizden göstermemiz için 21tutun ona, korkma! Biz onu ilk yürüyüş yoluna geri çevireceğiz; o işleri yoluna koyacağız, sana sıkıntı verdirmeyeceğiz. 22Diğer bir alâmet; gösterge olmak üzere de gücünü/kanadına ekle, çirkinlik olmadan hiç kusursuz, mükemmelce çıkacaksın" dedi.

" سيرةSiyret" sözcüğü, "gece/gündüz yürümek" anlamındaki " س ى رsyr" kökünden gelir. İsm-ün Nev’i kalıbında olup "yürüyüş, yürüyüş yolu" demektir. Bu sözcük, "Vali halkının içinde güzel bir yürüyüşle ( سيرة حسنةsiyreten haseneten) yürüdü" deyiminden gelir. (TAC- LİSAN)

Bu ifade, valinin halkın işlerini yoluna koyduğundan, halkın problemlerinin çözüldüğünden kinayedir. Sözcüğün "seyr" ve "Mesire" kalıpları Türkçemize de aynen geçmiştir.

" س ى ر s y r" kökünden türemiş farklı sözcükler Kur’an’da yirmi yedi kez yer alır. " سيرةSiyret" formuyla Kur’an’da sadece bir kez Ta Ha/21. âyette yer alır.

Ta Ha/21’deki "سنعيدها سيرتها الاولى senüıyduha siyretehal ula (Biz onları ilk yürüyüş yoluna geri çevireceğiz)" ifadesi de Musa’nın sayıp döktüğü problemlerin, Bizzat Allah tarafından çözüleceğinin, o işlerin Allah tarafından yoluna koyulacağının bildirimidir. Musa’nın güvencede olacağının teminatıdır. Tıpkı Rasülüllah’a Maide/67’de "Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Ve eğer bunu yapmazsan, o zaman O'nun verdiği elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumuna kılavuzluk etmez"ve Duha/3’te "Rabbın seni terk etmeyecek ve sana darılmayacak" şeklinde verilen teminata benzemektedir.

Ayette açıkça Musa’ya "Sen o hayat veren vahye tutun, korkma, Biz o işleri yoluna koyacağız, senin o problemlerini çözeceğiz, sana sıkıntı verdirmeyeceğiz, her şey güllük gülistanlık olacak" denilmektedir.

Nitekim Musa Bizzat Allah tarafından kendisine verilen bu güvence sayesinde Mısır’a döndüğünde hiç problem yaşamadı, korktuklarının hiçbiri başına gelmedi, işleri yolunda gitti. Gayet güzel bir ortamda çalışmalarını sürdürdü.

Kadim lügatlerde " سيرةsiyret" sözcüğüne " هيئةhey’et (şekil)" anlamının verildiği; nedenin de bu ayete geleneksel anlamına yönelik "elindeki yılanı ilk şekli olan odundan asaya dönüştüreceğiz" anlamını sağlamak olduğu bildirilmektedir. Oysa Arap dilinde, sağlanmak istenileni destekleyen " سيرةsiyret" sözcüğünün هيئةhey’et (şekil)" anlamında kullanıldığını gösteren başka bir örneği daha bulunmamaktadır. Böyle bir anlam verilmesi, kesinlikle akıl ve kural dışıdır.
37,38,39,40) Ve andolsun Biz, sana diğer bir defa daha iyilik yapmıştık: "Hani bir vakit vahyolunan şeyleri annene vahyetmiştik, 'Mûsâ'yı sandık içine koy da bol suya/nehre bırak, sonra da bol su/nehir[#146] o'nu sahile atsın. Onu Bana düşman olan ve o'na düşman olan birisi alsın.' Ve Ben tarafımdan senin üzerine bir muhabbet bıraktım ve Benim gözetimim altında yetiştirilmen için, hani kız kardeşin yürüyordu da 'Sizi o'nun bakımını üstlenecek birine götüreyim mi?' diyordu. Böylece gözü aydın olsun ve kederlenmesin diye seni annene geri döndürdük. Ve sen, bir can öldürmüştün de seni gamdan kurtarmıştık. Ve Biz seni potada eritip saflaştırdıkça saflaştırdık/seni olgunlaştırdık. Bir de yıllarca Medyen halkı içinde kaldın. Sonra bir ölçü; plan üzerine geldin, ey Mûsâ!
41) Ve Ben, seni Kendim için yetiştirdim.
41Ve Ben, seni Kendim için yetiştirdim.

***

42Sen ve kardeşin alâmetlerim/göstergelerim ile gidin ve Beni anmakta gevşeklik etmeyin.

43Her ikiniz gidin Firavun'a. Şüphesiz o azdı. 44Sonra ona öğüt alması ve saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürpermesi için yumuşak söz söyleyin."

Mûsâ peygambere geçmişine yönelik hatırlatmalarda bulunulan bu Âyetlerdeki özet olaylar, Kasas Sûresinde ayrıntılı olarak anlatılmıştır:

3Biz, iman edecek bir toplum için Mûsâ ve Firavun'un önemli haberlerinden bir kısmını sana hak ile okuyoruz/takip ettiriyoruz.

4Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı; onlardan bir grubu güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiriyor, kızlarını da sağ bırakıyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi.

5Biz ise istiyoruz ki, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere armağan verelim, onları önderler yapalım ve onları mirasçılar yapalım. 6Ve onları yeryüzünde sağlamca yerleştirelim, Firavun, Haman ve bu ikisinin askerlerine, onlardan çekinmekte oldukları şeyleri gösterelim.

7Ve Biz Mûsâ'nın anasına vahyettik: "Onu emzir. Eğer o'nun için korkarsan o'nu nehre bırakıver, korkma ve üzülme. Şüphesiz Biz o'nu sana döndüreceğiz ve kendisini elçilerden biri yapacağız."

8Sonra da Firavun ailesi o'nu, kendileri için bir düşman ve üzüntü olmak üzere "buluntu" olarak aldı. Şüphesiz Firavun, Haman ve bu ikisinin askerleri hata edenler idiler.

9Ve Firavun'un karısı: "Benim ve senin için göz aydınlığı! Onu katletmeyin; Musa’yı diğer israiloğulları çocukları gibi niteliksiz; eğitimsiz- öğretimsiz, mesleksiz bırakmayın", belki bize bir yararı dokunur, ya da o'nu evlat ediniriz" dedi. Ve onlar, işin farkında olmuyorlar.

10Mûsâ'nın anasının yüreği bomboş sabahladı. –Eğer Biz, inananlardan olması için onun kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse o'nu açığa vuracaktı.–11Ve Mûsâ'nın annesi Mûsâ'nın kız kardeşine, "Onun izini takip et" dedi. O da hemen, onlar farkına varmazken uzaktan o'nu gözetledi.

12Ve Biz daha önce, o'na sütanalarını haram ettik. Bunun üzerine Mûsâ'nın kız kardeşi, "Size, o'nun bakımını sizin adınıza üstlenecek ve o'na öğüt verip eğitecek bir aile göstereyim mi?" dedi.

13Böylelikle Biz o'nu, gözü aydın olsun, gam çekmesin ve Allah'ın verdiği sözün gerçek olduğunu bilsin diye annesine geri verdik. –Velâkin onların pek çoğu bilmezler.–

14Ve Mûsâ yiğitlik çağına girip oturaklaşınca, Biz o'na yasa ve bilgi verdik. Ve Biz güzel davrananları işte böyle karşılıklandırırız.

15Ve Mûsâ, şehir halkının habersiz olduğu bir anda şehre girdi. Sonra orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından, birbirlerini öldürmeye çalışan iki adam buldu. Sonra kendi tarafı olan, düşmana karşı Mûsâ'dan yardım diledi. Mûsâ da ötekine hemen bir yumruk indirdi, o da hemen ölüverdi. Mûsâ, "Bu, şeytanın işindendir, şüphesiz o, saptırıcı, apaçık bir düşmandır" dedi.

16Mûsâ, "Rabbim! Şüphesiz kendime haksızlık ettim. Artık beni bağışla!" dedi de Allah o'nu bağışladı. Şüphesiz O, çok bağışlayıcının, çok merhamet edicinin ta kendisidir.

17Mûsâ, "Rabbim! Bana nimet olarak verdiğin şeylere andolsun ki artık hiçbir zaman suçlulara arka olmayacağım" dedi.

18Sonra da Mûsâ, şehirde korku içinde, etrafı kontrol ederek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse, feryat ederek o'ndan yardım istiyor. Mûsâ ona: "Şüphesiz sen, apaçık bir azgınsın!" dedi.

19Mûsâ, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam; "Ey Mûsâ! Dün bir kişiyi öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? Sen sadece yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun ve sen düzelticilerden olmak istemiyorsun" dedi.

20Ve şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi. Dedi ki: "Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için senin hakkında görüşme yapıyorlar. Derhal çık! Şüphesiz ki ben öğüt verenlerdenim."

21Sonra da Mûsâ korka korka, kontrol ederek oradan çıktı. "Rabbim! Beni zalimler; yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar toplumundan kurtar!" dedi. [Kasas/3–21]

MÛSÂ'NIN ANNESİNE VAHYEDİLMESİ:

Mûsâ peygamberin annesine vahyedilmesi, ona ilham edilmesi, onun içine doğmasının sağlanması anlamındadır. Vahiy sözcüğünün Kur'ân'da hangi anlamlarda kullanıldığı geniş olarak Necm Sûresi'nin tahlilinde açıklanmıştı. Bu sebeple burada sözcüğün 38. Âyetteki ile aynı anlamda kullanıldığı Âyetlerden birkaçını örnek vermekle yetiniyoruz:

68,69Ve Rabbin bal arısına dağlarda, ağaçlarda ve yapacakları çardaklarda evler/yuvalar edinmesini, sonra ‘Meyvelerin hepsinden ye de, Rabbinin kolaylaştırdığı yollara gir’ diye vahyetti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir içecek çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz ki bunda iyiden iyiye düşünen bir toplum için, kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır. [Nahl/68]

111Ve hani havarilere: "Bana ve Elçime inanın" diye vahyetmiştim. Onlar, "İnandık!" ve "Bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuza tanık ol" demişlerdi. [Mâide/111]

12Böylece Allah, onları iki evrede yedi gök olmak üzere gerçekleştirdi ve her göğün kendi işini içine yükledi. Biz en yakın göğü kandillerle ve korumayla süsledik. İşte bu, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, çok iyi bilenin ayarlamasıdır. [Fussılet/12]

En’âm/112, 113’te şeytanların birbirlerine vahyi; Meryem/11’de Zekeriyya’nın toplumuna vahyi konu edilir.

FİTNELENDİRDİKÇE FİTNELENDİRMEK:

40. Âyette geçen
Ve Biz seni fitnelendirdikçe fitnelendirdik ifadesinin anlamı, "Biz seni nice badirelerden geçirdik, seni eğittik, cürufunu temizleyip saf hâle getirdik" demektir. Buradan da Mûsâ peygamberin uzun süre eğitildikten sonra peygamber yapıldığı anlaşılmaktadır.

Fitne sözcüğü ile ilgili geniş açıklama için Sâd Sûresi'nde verilmiştir.

Kur'ân'da İbrâhîm peygamberin de aynı yollardan geçirildiği bildirilmiştir:

124Ve hani Rabbi İbrâhîm'i, birtakım kelimeler/yaralar, sıkıntılar ile sınamış, o da onları tam olarak yerine getirmişti. Rabbi, "Ben, seni insanlara önder yapanım" demişti. İbrâhîm, "Soyumdan da önderler yap!" dedi. Rabbi, "Benim ahdim/tutulmak üzere verdiğim söz, kendi benliğine haksızlık eden kimselere ulaşmaz!" dedi. [Bakara/124]

41. Âyette geçen اصطناع
- istınâ' sözcüğü, صنع - sun' mastarından "İftial" kalıbı üzerine olup "bir sanat edinmek ve bir sanayi mamulü yapmak" anlamına gelir. Buna göre, aynı Âyette Rabbimizin Mûsâ peygambere yönelik olarak kullandığı, Seni kendim için yetiştirdim ifadesi iki şekilde açıklanabilir:

1- Rabbimiz, topluma göndereceği elçiyi seçip onu doğumundan itibaren bir sanat eseri veya bir sınaî mamul yaparcasına -özel bir itina ile- yetiştirdiği için ona "
Seni kendim için yetiştirdim" demiştir.

Bu noktada şu hususu tekrar hatırlatmakta yarar vardır: Yüce Allah'ın toplumlara elçi ve kitap göndermesi, insanlara rahmeti ve hidâyeti kendi üzerine borç yazması sebebiyledir. Tıpkı yarattıklarını rızıklandırması gibi, elçi göndermesi ve kitap indirmesi de rahmeti ve hidâyeti kendi üzerine almasındandır:

12De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kim içindir?" De ki: "Allah içindir." Allah, rahmeti Kendi zâtı üzerine yazmıştır. Sizi kesinlikle, kendisinde asla şüphe olmayan kıyâmet gününe toplayacaktır. Kendi kendilerini zarara sokan kimseler, işte onlar iman etmezler. [En'âm/12]

54Ve âyetlerimize inanan kimseler sana geldikleri zaman hemen: "Selâm olsun size! Rabbiniz rahmeti Kendi üzerine yazdı. Şüphesiz sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tevbe eder ve düzeltirse; şüphesiz ki Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir" de! [En'âm/54]

12Doğruya ve güzele kılavuzlamak sadece Bizim üzerimizedir. 13Sonrası da öncesi de sadece Bizimdir. [Leyl/12]

9Yolun doğrusu yalnızca Allah'a borçtur. Yolun eğrisi de vardır. Ve eğer Allah dileseydi, sizi topluca doğru yola kılavuzlardı. [Nahl/9]

2- Rabbimizin buradaki
Seni kendim için yetiştirdim ifadesi, "Ben seni sırf Benim işimi yapasın diye yetiştirdim" anlamına da gelebilir. Buradan da elçi seçilmiş kişinin özel bir işinin olamayacağı, elçilik görevi alanın bütün diğer işleri bırakması gerektiği anlaşılır. Nitekim aynı anlam yukarıdaki hemen nalınlarını çıkar ifadesinde de mevcuttur.

42-44. ayetlerdeki " Sen ve kardeşin Âyetlerim ile gidin ve Beni anmakta gevşeklik etmeyin. Her ikiniz gidin Firavuna. O gerçekten azdı. Sonra öğüt alması ve haşyet duyması için ona yumuşak söz söyleyin." ifadeleriyle Mûsâ peygambere ve kardeşi Hârûn'a beraberce Firavun'a gitmeleri, görevlerinde gevşeklik göstermemeleri emredilmekte, bu emri yerine getirirlerken de yumuşak ve tatlı bir dil kullanmaları tembih edilmektedir.

YUMUŞAK SÖZ SÖYLEMEK:

Rabbimiz, bildirdiği bu tebliğ metoduna uygun olarak Mûsâ peygamberin nasıl konuşması gerektiğini Nâziât Sûresinde örneklendirmiştir:

18,19Sonra de ki: "Arınmaya var mısın? Ve de seni Rabbine kılavuzlayayım da O'na saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyasın!" [Nâziât/18, 19]

Aslında yumuşak davranma ve güzel söz söyleme, Rabbimizin herkese önerdiği bir davranış tarzıdır:

83Ve hani Biz, İsrâîloğulları'nın ‘kesin söz’ünü almıştık: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzelliği söyleyiniz, salâtı ikame ediniz [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturunuz-ayakta tutunuz] ve zekâtı/vergiyi veriniz." Sonra çok azınız müstesnâ olmak üzere yüz çevirdiniz. Ve siz yüz çeviren kimselersiniz. [Bakara/83]

159İşte sen, sırf Allah'ın rahmeti sebebiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için bağışlanma dile. İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a işin sonucunu havale et. Şüphesiz Allah, işin sonucunu Kendisine havale edenleri sever. [Âl-i İmrân/159]

125Rabbinin yoluna, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Şüphesiz Rabbin Kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, kılavuzlandıkları doğru yolda olanları da en iyi bilendir. [Nahl/125]

FİRAVUN'UN DA HAŞYET DUYABİLECEĞİ:

44. Âyetin sonundaki
öğüt alması ve haşyet duyması için ifadesi, Mûsâ peygamberin hangi düşünce ile Firavun'a yaklaşması gerektiğini bildirmektedir. Bu, "Firavun'un nasihat dinleyeceğini yahut Allah'tan korkacağını umarak yumuşak konuşun" demektir. Bilindiği gibi, kullar ne kadar tuğyan ederse etsin, Allah elçi göndermeden o azgınlara azap etmemektedir. Rabbimiz, bu ilkesinin gereği olarak toplumunu temsilen Firavun'a da elçi göndermiş, hesap günü bir mazeret ileri sürememesi için de ona sanki öğüt alacakmış gibi nezaketle davranılmasını buyurmuştur.
42) Sen ve kardeşin alâmetlerim/göstergelerim ile gidin ve Beni anmakta gevşeklik etmeyin.
42Sen ve kardeşin alâmetlerim/göstergelerim ile gidin ve Beni anmakta gevşeklik etmeyin.



41'le birlesecek
43,44) Her ikiniz gidin Firavun'a. Şüphesiz o azdı. Sonra ona öğüt alması ve saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürpermesi için yumuşak söz söyleyin."
43Her ikiniz gidin Firavun'a. Şüphesiz o azdı. 44Sonra ona öğüt alması ve saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürpermesi için yumuşak söz söyleyin."

Mûsâ peygambere geçmişine yönelik hatırlatmalarda bulunulan bu Âyetlerdeki özet olaylar, Kasas Sûresinde ayrıntılı olarak anlatılmıştır:



41'le birlesecek
45) Mûsâ ile Hârûn: "Rabbimiz! Onun bizim aleyhimize aşırı gitmesinden veya azgınlığından korkarız" dediler.
Görüldüğü gibi, görevi alan her iki elçi de başlarına kötü şeylerin gelmesinden, Firavun'un kendilerini işkence veya ölümle cezalandırmasından korkmuşlardır.
46,47,48) Allah: "Korkmayınız, şüphesiz Ben ikinizle beraberim, işitirim ve görürüm. Hemen ona gidin de ona; 'Şüphesiz biz Rabbinin iki elçisiyiz. Artık İsrâîloğulları'nı bizimle gönder ve onlara azap etme; kesinlikle biz sana Rabbinden bir alâmet/gösterge ile geldik. Selâm kılavuza uyanlaradır. Şüphesiz biz; kesinlikle bize, kesinlikle azabın yalanlayana ve sırt çevirene olduğu vahyedildi' deyiniz." dedi
Dikkat edilirse, bu Âyetlerin içeriği kıssanın A'râf Sûresindeki anlatımında yoktur.

46. Âyette Rabbimiz korkuya kapılan elçilerine hiç korkmamalarını, her şeyi işiten ve gören olarak daima onlarla beraber olacağını bildirmiştir. Bu himaye Kasas Sûresinde de açıklanmıştır:

35Allah dedi ki: "Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve ikiniz için bir güç, iktidar oluşturacağız. Sonra da onlar alâmetlerimiz/göstergelerimiz sebebiyle size erişemeyecekler. Siz ikiniz ve ikinizi izleyenler üstün olanlarsınız." [Kasas/35]

Mûsâ peygamberin başlangıçtan buraya kadar olan hikâyesi, Kitab-ı Mukaddes’te bir hayli ilginç ayrıntılarla yer almaktadır. Bir karşılaştırma yapılması için bu konunun Kitab’ı Mukaddes’in Çıkış/1, 2, 3, 4. Bablarından okunmasını öneririz.

Firavun'a götürülecek mesajı içeren 47–48. Âyetler aynı zamanda tüm insanlığa da genel bir uyarıda bulunmaktadır:

"
Kılavuza uyanlar esenlik ve mutluluk içinde, kılavuzu yalanlayan, ondan yüz çevirenler ise azap ve sıkıntı içinde olacaklardır." Bu uyarı, ilk elçiden son elçiye kadar tüm peygamberlerin yaptığı bir uyarıdır:

14-16İşte bu nedenle, yalanlayan, yüz çeviren, en çok mutsuz olacak olan kişiden başkasının girmediği, alevlendikçe alevlenen bir ateşe karşı Ben sizi uyardım. [Leyl/14–16]

31Fakat o, ne onayladı, ne destekledi. 32Fakat o, yalanladı ve geri durdu. 33Sonra da gerine gerine yakınlarına gitti.

34,35Yıkım çok yakın sana, hem de çok yakın! Yine, yıkım çok yakın sana, hem de çok yakın! [Kıyâmet/31–35]

Misaklar:

A’raf/35, 36, Bakara/37, 39, Ta Ha/122-124’da görülebilir.

Dikkat edilirse Firavun'a yollanan mesajda kendisinden İsrâîloğullarına azap etmemesi istenmektedir. Firavun'un İsrâîloğullarına yaptığı eziyet Kur'ân'da değişik yerlerde açıklanmıştır:

141Hani bir zaman Biz, size azabın kötüsünü yapan; oğullarınızı katleden; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiren, kadınlarını utanca boğan Firavun ailesinin elinden de sizi kurtarmıştık. Bunda da sizin için Rabbiniz tarafından büyük sınav vardır. [A'râf/141]

6,7Ve hani Mûsâ toplumuna demişti ki: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani O, sizi işkencenin kötüsüne çarptıran, oğullarınızı boğazlayan; eğitimsiz- öğretimsiz, mesleksiz bırakarak güçsüzleştiren ve kadınlarınızı utanca boğan Firavun ailesinden kurtardı. Ve işte bunda Rabbiniz tarafından, size, çok büyük yıpranarak vereceğiniz bir sınav vardır. Ve hani Rabbiniz ilan etmişti: "Andolsun ki sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını öderseniz, elbette size artırırım ve eğer iyilikbilmezlik ederseniz hiç şüphesiz azabım çok çetindir." [İbrâhîm/6, 7]

49Ve hani Biz, bir zaman sizi, sizi azabın en kötüsüne çarptıran, oğullarınızı boğazlayan; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiren, kadınlarınızı utanca boğan Firavun'un yakınlarından kurtarmıştık. –Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir bela vardı.– [Bakara/49]

Bu eziyetler Kitab-ı Mukaddes’in Çıkış/1: 8-22. Cümlelerinde biraz farklı biçimde yer almaktadır.
49) Firavun: "Öyleyse sizin Rabbiniz kimdir ey Mûsâ?" dedi.
50) Mûsâ: "Bizim Rabbimiz her şeye varlık ve özelliklerini veren, sonra yol gösterendir" dedi.
51) Firavun: "Öyleyse ilk asırların durumu nedir?" dedi.
52,53,54,55,56) Mûsâ: "Onların bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim yanlış yapmaz ve unutmaz/terk etmez. O, yeryüzünü sizin için bir beşik yapan, oradan sizin için yollar açan ve gökten bir su indirendir" dedi. -İşte Biz, o su ile türlü türlü bitkilerden çiftler çıkardık. Yiyiniz ve hayvanlarınızı otlatınız. Şüphesiz akıl sahipleri için bunda nice alâmetler/göstergeler vardır! Biz sizi yeryüzünden oluşturduk, sizi ona döndüreceğiz ve sizi bir kere daha ondan çıkaracağız.- Ve andolsun ki Biz, Firavun'a alâmetlerimizi/göstergelerimizi; hepsini gösterdik de o yalanladı ve dayattı.
Yukarıdaki Âyetlerde görüldüğü gibi Mûsâ peygamber Rabbinin mesajını Firavun'a tebliğ etmiş ve aralarında başlayan diyalogda Firavun ilk olarak Mûsâ peygamberden, biraz da hayretle, onun Rabbi hakkında bilgi istemiştir.

Firavun'un inancıyla ilgili olarak A'raf Sûresinin 127. Âyetinin tahlilinde geniş açıklama yapılmıştı.

Mûsâ peygamber ile Firavun arasındaki konuşmanın bu pasajdaki bölümü Şu'arâ Sûresinde şöyle geçmektedir:

24Mûsâ: "Eğer yakinen bilmiş olsanız, O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir."

25Firavun, yanı başında bulunanlara "İşitmiyor musunuz?" dedi.

26Mûsâ: "O, sizin Rabbiniz ve daha önceki atalarınızın da Rabbidir" dedi.

27Firavun: "Size gönderilen bu elçiniz kesinlikle gizli güçlerce desteklenen/delinin biridir" dedi.

28Mûsâ: "Şâyet aklınızı kullansanız, O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir" dedi. [Şu'arâ/24–28]

53. Âyetin son kısmından itibaren Mûsâ peygamberle Firavun'un konuşması bitmiş ve Rabbimiz burada tüm insanlığa yönelik bir mesaj vermiştir. Rabbimizin bu mesaj içinde geçen sıfatları Kur'ân'da değişik sûrelerde yer almıştır:

6,7Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da birer direk yapmadık mı? [Nebe/6]

19,20Ve Allah sizin için yeryüzünü, yeryüzünden geniş geniş yollarda gidesiniz diye bir yaygı kılmıştır." [Nûh/19–20]

10O Allah ki, yeryüzünü sizin için bir beşik yaptı. Orada kılavuzlandığınız doğru yolda gidesiniz diye birtakım yollar da yaptı. [Zuhruf/10]

21,22Ey insanlar! Allah'ın koruması altına giresiniz diye, sizi ve sizden öncekileri oluşturan, yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yapan, gökten su indirip de onunla sizin için rızık olarak ürünlerden çıkaran Rabbinize kulluk edin. Artık siz de, bile bile Allah'a ortaklar koşmayın. [Bakara/21, 22]

164Şüphesiz ki göklerin ve yerin oluşturuluşunda, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde,

insanlara yarayan şeylerle denizde akıp giden gemide,

Allah'ın semadan bir su indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde,

yeryüzünde her deprenen canlılardan yaymasında,

rüzgârları evirip çevirmesinde,

gök ile yeryüzü arasında emre hazır olan bulutta, şüphesiz akıllarını çalıştıran bir toplum için elbette alâmetler/göstergeler vardır. [Bakara/164]

99Ve Allah, gökten suyu indirendir. Böylece Biz onunla her şeyin bitkilerini çıkardık. Ondan da birbirine benzeyen ve birbirine benzemeyen birbiri üzerine binmiş taneler; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımları, üzümden bağları, zeytini ve narı çıkarıyoruz. Bunlar meyvelendikleri zaman meyvelerine ve olgunlaşmasına bakın! İşte bunlarda kesinlikle inanan bir toplum için alâmetler/göstergeler vardır. [En'âm/99]

30Ve şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimseler, gökler ve yer bitişik bir hâlde idi de Bizim o ikisini ayırdığımızı ve hayatı olan her şeyi sudan oluşturduğumuzu görmediler mi? Buna rağmen hâlâ inanmıyorlar mı? [Enbiyâ/31]

Ve Fâtır/27, Neml/60, Ra'd/2- 4.

49. Âyetten anlaşıldığına göre, o esnada iki elçi de orada olmasına rağmen Firavun Mûsâ peygambere hitap etmiştir. Bunu iki ihtimalle açıklamak mümkündür:

1) Firavun, asıl elçinin Mûsâ peygamber olduğunu anlamış ve ona yönelip hitap etmiştir.

2) Firavun, Mûsâ peygamberin dilinin tutuk olduğunu bildiği için, onu aşağılayabilmek amacıyla ona hitap etmiştir. Nitekim bir ara bunu malzeme de yapmıştır:

51-53Ve Firavun, toplumunun içinde seslendi: "Ey toplumum! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yahut ben, şu zavallının ta kendisi olan; nerede ise meramını anlatamayan kişiden daha hayırlı değil miyim? Hem o'nun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar hâlinde melekler gelmeli değil miydi?" dedi. [Zuhruf/51- 53]



56
Ve andolsun ki Biz, Firavun'a alâmetlerimizi/göstergelerimizi; hepsini gösterdik de o yalanladı ve dayattı.

Rabbimizin Firavun'a yönelik bir açıklamasının yer aldığı bu Âyette, Firavun'un tüm göstergeleri görmesine rağmen yalanlayıp dayattığı bildirilmektedir. Firavun'un bu davranışı, bize göre, iktidarını kaybetme korkusundan kaynaklanmaktadır.

Ama Firavun, yalanlayıp dayatmasına karşılık bu göstergelere tam bir kanaat getirmiştir:

14Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!– [Neml/14]
57,58) Firavun: "Ey Mûsâ! Sen etkili bilginle bizi topraklarımızdan çıkarmak için mi geldin bize? O hâlde biz de senin etkili bilgin gibi bir etkili bilgi ile sana geleceğiz.[#147] Şimdi bizimle senin aranda bir buluşma zamanı/yeri belirle ki; bizim ve senin karşı çıkmayacağımız düz ve geniş bir yer olsun" dedi.
59) Mûsâ: "Sizinle buluşma zamanı, tören, şenlik günü ve insanların toplanacağı kuşluk vaktidir" dedi.
60) Bunun üzerine Firavun sırt çevirdi de düzenlerini-planlarını topladı, sonra geldi.
Firavun, Mûsâ peygamberin getirdiği göstergelerin gerçek mu'cize olduğuna kanaat getirmesine rağmen bu kanıtları büyülü söz saymış ve bu kanıtlarla sarayda oluşturduğu etkiyi silmek ve davetini halk önünde fiyasko ile neticelendirmek için Mûsâ Peygambere meydan okumuştur. Aslında bu meydan okuma Firavun'un son çare olarak başvurduğu bir yoldur. Çünkü o gün için ülkesinde gerek Mısırlı, gerekse başka memleketlerden gelmiş yüzlerce etkili bilgiye sahip bilgin vardır ve bu etkili bilgi sahibi bilginlerin çeşitli büyülü söz teknikleriyle Musa’nın takdim ettiği ayetleri basite indirebileceklerini, hatta Mûsâ peygamberin getirdiği ayetleri gölgede bırakabilecek maharetler sergileyebileceklerini ummaktadır. Ancak bu plânına rağmen kafası yine de karışıktır. Onun bu kafa karışıklığı, Mûsâ peygambere önce "Sen bir büyücüsün!" demesi ve sonra da "Sen sihrinle (büyülü sözlerle) bizi arzımızdan [memleketimizden] çıkarmak istiyorsun" şeklinde Mûsâ peygamberi itham etmesinden anlaşılmaktadır. Zira Firavun da gayet iyi bilmektedir ki, etkili bilginler marifetlerini sadece hediye ve ödül almak için sergilemekte, sahip oldukları göz boyama hünerleriyle hiçbiri memleketi fethetmeye kalkmamaktadır. Zaten böyle bir girişime o güne -hatta bugüne- kadar rastlanmamıştır. Oysa Firavun hem Mûsâ peygamberi bir büyülü söz ustası olarak görmekte, hem de böyle birinin yapamayacağını bildiği hâlde onun iktidarı elinden alacağını düşünmektedir. Kafası karışık olmasına karışıktır ama çevresindekilere de kendinden emin olduğu imajını vermek zorundadır. Bu nedenle, etkili bilginlerle günün tarihini ve yerini Mûsâ peygambere bırakmıştır. Mûsâ peygamber ise daha fazla kişinin toplanacağını düşünerek buluşma tarihi ve zamanını bir ziynet [tören, şenlik] gününün kuşluk vakti olarak belirlemiş, Firavun da bu buluşmaya icabet ederek oraya taraftarlarıyla birlikte gelmiştir.

Bize göre Firavun, başına gelecekleri anlamıştır. Çünkü Mûsâ peygamberin ortaya attığı sözler, büyülü söz değil, gerçek göstergelerdir. Ne var ki, bu göstergelerin kelime oyunlarıyla etkisiz hâle getirilebileceğini düşünmek de Firavun'un son çaresidir. İşin gerçeği aslında tam da Firavun'un korktuğu gibidir: Mûsâ'nın peygamber yapılış sebebi, Rabbimizin Mısır'da Firavun'un iktidarına son vermek istemesidir.

5Biz ise istiyoruz ki, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere armağan verelim, onları önderler yapalım ve onları mirasçılar yapalım. 6Ve onları yeryüzünde sağlamca yerleştirelim, Firavun, Haman ve bu ikisinin askerlerine, onlardan çekinmekte oldukları şeyleri gösterelim. [Kasas/5]

Bu Âyet grubunda anlatılan olayların diğer Sûreler'deki anlatımları şöyledir:

109-112Firavun'un toplumundan ileri gelenler, "Kesinlikle bu çok bilgili büyüleyici, etkin bir bilgindir. O, sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor" dediler. Firavun, "O hâlde siz ne emredersiniz?" dedi. Onlar: "Onu ve kardeşini alıkoy, şehirlere de toplayıcılar gönder. Bütün çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginleri sana getirsinler" dediler.

113,114Ve o çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler Firavun'a geldiler: "Eğer galip gelen/yenen biz olursak, gerçekten bizim için büyük bir ödül olacak/olacak mı?" dediler. Firavun, "Evet" dedi, "siz kesinlikle yakınlaştırılmışlardan olacaksınız da." [A'râf/109–114]

34,35Firavun, yanı başındaki ileri gelenlere: "Şüphesiz bu, kesinlikle çok bilgili bir etkin bilgin! Sizi etkin bilgisiyle topraklarınızdan çıkarmak istiyor. Şimdi ne buyurursunuz?" dedi.

36,37İleri gelenler dediler ki: "Onu ve kardeşini alıkoy, şehirlere de toplayıcılar gönder. Bütün büyük ve çok etkin bilginleri sana getirsinler."

38Böylece, etkin bilginler belli bir günün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi.

39İnsanlara da, "Siz toplanıyor musunuz?" denildi.

–"
40Bizim etkin bilginlere uymamız için, kendilerinin galip gelen kimseler olmaları gerekir!"–

41Etkin bilginler geldiklerinde Firavun'a: "Şâyet biz üstün gelirsek, kesinlikle bize bir ücret var mı?" dediler.

42Firavun: "Evet, o takdirde siz, hiç şüphe yok ki, yakınlardan olacaksınız" dedi.

43Mûsâ onlara, "Ortaya koyun ne koyacaksanız!" dedi.

44Bunun üzerine onlar, birikimlerini, eski inanç ve tezlerini/çer-çöplerini; eften püften bilgilerini ortaya koydular ve "Firavun'un gücü hakkı için şüphesiz elbette bizler galip olanlarız" dediler.

45Sonra Mûsâ birikimini ortaya koydu; bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuyor da yutuyor!

46-48Sonra etkin bilginler boyun eğip teslimiyet gösterenler olarak bırakıldılar:

"Biz, Âlemlerin Rabbine; Mûsâ ve Hârûn'un Rabbine iman ettik" dediler.

49Firavun dedi ki: "Ben size izin vermeden o'na iman mı ettiniz? Şüphesiz ki o, elbette size sihri öğreten büyüğünüzdür! Peki, yakında bileceksiniz! Andolsun, sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkinizi kestireceğim ve kesinlikle hepinizi rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım, taş ocaklarında çalıştıracağım, zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim!"

50,51Etkin bilginler: "Zararı yok, şüphesiz biz Rabbimize dönenleriz. Biz mü’minlerin ilkleri olduğumuzdan dolayı, Rabbimizin bize hatalarımızı bağışlayacağını umuyoruz" dediler. [Şu'arâ/34–51]

Kıssanın bu bölümü, ayrıca Yûnus Sûresi'nin 75–89. Âyetlerinde de yer almaktadır:

75Sonra bunların arkasından Mûsâ ve Hârûn'u âyetlerimizle/alâmetlerimizle/göstergelerimizle Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik. Fakat onlar büyüklendiler ve günahkâr bir toplum oldular.

76Kendilerine tarafımızdan gerçek gelince, "Hiç şüphesiz bu, kesinlikle apaçık bir sihirdir" dediler.

77Mûsâ dedi ki: "Siz hak için, o, size gelince, ‘Bu, bir büyülü sözdür?’ mü diyorsunuz? Hâlbuki büyülü söz söyleyenler, umduklarına eremezler."

78Onlar: "Sen atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden bizi çeviresin ve yeryüzünde saltanat ikinizin olsun diye mi bize geldin? Biz ikinize de inanmayız" dediler.

79Ve Firavun, "Bana en bilgili, etkili söz söyleyen bilginlerin tümünü getirin!" dedi.

80Sonunda etkili söz söyleyen bilginler gelince, Mûsâ onlara, "Ne atacaksanız atın!" dedi.

81,82Onlar ortaya atınca da Mûsâ, "Sizin getirdiğiniz şey bir göz boyama/aldatmacadır. Şüphesiz, Allah onun boş ve asılsızlığını ortaya çıkaracaktır. Şüphe yok ki, Allah kargaşacıların işini düzeltmez. Ve Allah, günahkârların hoşuna gitmese de, hakkı, Kendi kelimeleriyle ortaya koyup gerçekleştirir" dedi.

83Sonra Firavun ve adamlarının kendilerini ateşe atacağı korkusundan dolayı Mûsâ'ya kendi toplumundan bir soydan başka kimse iman etmedi. Ve şüphesiz Firavun yeryüzünde çok üstün idi ve o kesinlikle sınırı aşanlardandı.

84Ve Mûsâ, "Ey toplumum! Siz Allah'a iman ettinizse, sadece O'na teslim olan Müslümanlardan oldunuzsa, artık sadece O'na sonucu bırakın!" dedi.

85,86Onlar da, "Biz Allah'a işin sonucunu bıraktık. Ey Rabbimiz! Bizi o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan toplum için ateşlere sürükleme ve bizi rahmetinle kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler toplumundan kurtar!" dediler.

87Ve Biz Mûsâ ile kardeşine, "Toplumunuz için Mısır'da birtakım okullar hazırlayın ve okullarınızı kıble/hedef kılın ve salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun] ve mü’minlere müjde verin!" diye vahyettik.

88Ve Mûsâ: "Rabbimiz! Şüphesiz Sen Firavun'a ve ileri gelenlerine basit dünya hayatında zînet ve mallar verdin. –Rabbimiz! Senin yolundan saptırsınlar diye– Rabbimiz! Onların mallarını sil-süpür ve kalplerine sıkıntı düşür. Çünkü onlar o acıklı azabı görmedikçe iman etmeyecekler" dedi.

89Allah "Her ikinizin de duası kesinlikle kabul olundu. Öyleyse ikiniz doğru yolda devam edin. Ve bilmeyen kişilerin yolunu sakın izlemeyin!" dedi.
61) Mûsâ onlara dedi ki: "Yazıklar olsun size! Allah'a yalan uydurmayın. Sonra bir azap ile kökünüzü keser. Gerçekten, uyduran zarar etmiştir."
Mûsâ peygamberin "karşılaşma"nın Allah ile olduğunu bildiren bu Âyetteki uyarısı hem buluşma yerinde toplanmış olan halka ve bilginlere hem de Firavun ve yakınlarına yöneliktir. Mûsâ peygamber bu sözlerle karşısında olan herkese akıllarını başlarına almaları için ikazda bulunmaktadır.
62,63,64) Bunun üzerine etkili bilginler aralarında işlerini tartıştılar ve "Bu ikisi kesinlikle etkili bilginlerdir; etkili bilgileriyle sizi topraklarınızdan çıkarmak ve de en iyi örnek yolumuzu yok etmek istiyorlar. Onun için bütün tuzaklarınızı bir araya getirin, sonra sıralar hâlinde gelin. Bugün üstün gelen kesinlikle zafer kazanmıştır" dedikleri şeklindeki fısıldaşmalarını gizli tuttular.
Bu Âyetlerden, Mûsâ peygamberin yapmış olduğu uyarıdan sonra Firavun ve adamlarının kafa kafaya verip istişare ettikleri anlaşılmaktadır. Bilginlerin başkalarınca duyulmayan bu konuşmada yaptıkları plânlar Rabbimiz tarafından bizlere ifşa edilmektedir.
65) Etkili bilginler: "Ey Mûsâ! Ya sen ortaya koyacaksın veyahut ilk ortaya koyan kişiler biz olalım" dediler.
66,67) Mûsâ: "Tam tersi, siz ortaya koyun" dedi. Bir de ne görürsün! Onların birikimleri, eski inançları ve tezleri/çer-çöpleri/eften püften bilgileri,[#148] yaptıkları sihirden/hünerli gösterimden ötürü gözünde büyüdü. Bu yüzden Mûsâ, içinde bir korku hissetti.
68,69) Biz: "Korkma, şüphesiz sen; en üstün olan sensin: Sen sahibi olduğun birikimi ortaya koy; o, onların yapıp ürettiklerini yutsun dursun. Şüphesiz onların yaptıkları ancak bir göz boyayıcısı hilesidir. Göz boyayıp etkileyen kişi ise, her nereye giderse gitsin zafer kazanamaz, başarılı olamaz" dedik.
70) Sonunda bütün etkili bilginler, "Mûsâ ile Hârûn'un Rabbine iman ettik" demek sûretiyle boyunlarını uzatıp teslim olmuş durumda bırakıldılar.
Bu âyetlerde, Mûsâ ile Firavun'un bilginlerinin yaptığı müsabakaya ait sahneler yer almaktadır. Önce Firavun'un bilginleri iddia ve görüşlerini ortaya atmışlardır. Onların iddia ve görüşlerini büyük bir başarı ve yaldızlı ifadeler ile ortaya koymaları karşısında Mûsâ endişe duymuştur.

Sihir, "bir şeyi, göz boyayarak, el çabukluğu yaparak veya başka taktiklerle gerçeğinden başka bir şekilde göstermek" demek olup mutlaka göz boyama anlamında değildir. İyi bir anlatım, konferans için de, "Bizi büyüledi, hayran bıraktı" şeklinde ifade edilebilir.

Bu güzel sunum karşısında Mûsâ kendisinin tezlerini onlar gibi anlatamayacağı korkusuna kapılmıştır. Tâ-Hâ/66 ve Şu‘arâ/44'de Firavun'un bilginlerinin tezleri "ip ve değnek" olarak nitelenmiştir. Buradaki "ip ve deynek", –bu konuyla ilgili âyetlerin de delâletiyle– Türkçe'deki "çer-çöp", "ipsiz-sapsız, temelsiz-tutarsız" deyimlerine benzetilebilir. Burada anlatılmak istenen, Firavun'un bilginlerinin görüş ve tezlerinin değersiz, işe yaramaz olduğudur.

Halkın gözleri önünde yapılan karşılaşmada Firavun’un bilginleri Mûsâ peygamberin getirdiği göstergelerin gerçek olduğunu hemen anlamışlar ve iman etmişlerdir. Çünkü bu göstergelerin kelime oyunları olup olmadığını en iyi anlayacak olanlar, bilginlerin bizzat kendileriydi.

Kıssanın bu bölümü diğer Sûrelerde aşağıdaki gibi anlatılmıştır:

116Mûsâ: "Siz tezinizi ortaya atın" dedi. Onlar atınca da insanların gözlerini büyülediler ve onları korkuttular. Ve büyük bir etkin hüner gösterdiler.

117Biz de Mûsâ'ya, "Sen de birikimini ortaya atıver" diye vahyettik. Bir de ne görsünler, onların uydurup düzdükleri şeyleri süratle yakalayıp yutuyor. 118Böylece hak yerini buldu ve Firavun ve ileri gelenlerin bütün yaptıkları boşa gitti, işe yaramadı.

119Firavun ve ileri gelenler, artık orada mağlup oldular ve küçük düşmüş bir toplum olarak geri döndüler.

120-122Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler ise boyun eğip teslim olmuş kimseler hâlinde bırakıldılar. "Âlemlerin Rabbine; Mûsâ'nın ve Hârûn'un Rabbine iman ettik" dediler. [A'râf/116–122]

43Mûsâ onlara, "Ortaya koyun ne koyacaksanız!" dedi.

44Bunun üzerine onlar, birikimlerini, eski inanç ve tezlerini/çer-çöplerini; eften püften bilgilerini ortaya koydular ve "Firavun'un gücü hakkı için şüphesiz elbette bizler galip olanlarız" dediler.

45Sonra Mûsâ birikimini ortaya koydu; bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuyor da yutuyor!

46-48Sonra etkin bilginler boyun eğip teslimiyet gösterenler olarak bırakıldılar: [Şu'arâ/43–48]

68. Âyetteki
onların yaptıklarını yutacak ifadesi, mecazen sihirbazların; ileri derecede, usta bilginlerin yaptıkları sunumun etkisini bozacağı anlamına gelmektedir. Nitekim A'râf Sûresi'nin 117.ve Şu'arâ Sûresi'nin 45. Âyetleribize göre mecazî bir anlama işaret etmektedir.

Karşılaşmanın sonunda etkili bilginlerin hemen tevhidi kabul etmeleri, bu karşılaşmanın Mûsâ peygamberin becerilerinin denendiği bir karşılaşma değil de onun gerçekten Allah'ın elçisi olup olmadığını belirleyecek bir karşılaşma olduğunu etkili bilginlerin bildiğini göstermektedir. Zaten Mûsâ peygamber de karşılaşma öncesinde bunun Allah ile yapılan bir karşılaşma olduğunu ilân etmiştir.

Mûsâ peygamberin getirdiği göstergeleri kelime oyunlarıyla alt ederek onun bir peygamber olmadığını ispatlamak için güçlerini birleştiren ve bütün hünerlerini ortaya koyan bilginler, Musa peygamberin getirdiği göstergelerin bir aldatma oyunu olmadığını anlayınca derhâl iman etmişlerdir. Firavun tarafından Mûsâ peygamberin bilginler karşısındaki yenilgisini teşhir etmeyi umarak düzenlenmiş bu oyun, sonuçta bilginlerin imana geldiklerini söylemeleriyle bir anda Firavun'un aleyhine dönmüştür.
71) Firavun: "Ben size izin vermezden önce mi o'na iman ettiniz? Şüphesiz o, size etkili bilgi öğreten büyüğünüzdür. Andolsun ki sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkinizi keseceğim ve kesinlikle hepinizi rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım, taş ocaklarında çalıştıracağım, zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim. Ve hangimizin azap bakımından daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu kesinlikle bileceksiniz" dedi.
72,73) Etkili bilginler: "Bize gelen bu açık kanıtlar ve bizi yoktan yaratana karşı asla seni üstün tutmayız. Ne hüküm vereceksen hadi ver! Sen, ancak bu iğreti dünya hayatına hükmedersin. Şüphesiz biz, hatalarımıza ve bizi etkili bilgiden zorladığın şeye karşı, bizi bağışlasın diye Rabbimize iman ettik. Ve Allah daha hayırlı ve daha kalıcıdır" dediler.
Firavun ile bilginler arasındaki konuşmaları nakleden bu Âyetlerden, bilginlerin gerçek ayet ile aldatıcı sözler arasındaki farkı çok iyi kavradıkları anlaşılmaktadır. Çünkü bilginler, kendi aldatıcı taktiklerini ortadan kaldıran ayetleri görünce Mûsâ peygamberin kendilerinden daha becerikli bir düzenbaz olduğunu söylememişler, "Mûsâ'nın ve Hârûn'un Rabbine iman ettik!" demişlerdir. Firavun ise son ümidi olan bilginlerin bu çabuk teslimiyetlerini hazmedememiş ve onları birçok yaptırımla tehdit etmiştir.

Firavun'un bu tehditlerini gerçekleştirip gerçekleştirmediği Kur'ân'da bildirilmemiş olmasına karşılık, rivâyetlerde, tehdit edildikleri cezaların bilginlere aynen uygulandığı ileri sürülmüştür.

Ayetteki "Hılaf" sözcüğü ile ilgili açıklama A’raf’124- 126. Ayetler açıklamasında verilmiştir.

صلبSALB- صلابةSALABET

" صلبSalb" (Mastarı " صلابةsalabet"tir) sözcüğünün anlamı, yumuşaklığın karşıtı, "sertliktir, şiddettir.

Bu anlam ekseninde, "iki yağrın arasından kuyruk sokumuna kadar olan kemiklere; omurgaya" " صُلبsulb اصلاب aslab " denir. Bu sözcüğü Tarık/7 ve Nisa/23’te görmekteyiz. Bu ayetlerde ve özellikle Tarık/7 de " صُلبsulb" sözcüğü, insanın üremesine vesile olan hormon ve meninin çıkış noktalarını ifade eder.

Kaba taşları olan yerler ve mekânlar için de bu sözcük kullanılır. Bıçak, ok, mızrak gibi araçların bilenmesini, uçlarının sivriltilmesini sağlayan " bileği taşına da bu sözcüğün türevlerinden " الصلبييةes Sulebiyye" denir; " صلَبتُ السنانsallebtü s sinan" diye ifade edilir.

Ayrıca "kemiklerin toplanıp, yağının çıkarılması" da " صَلَبَsalebe" fiiliyle ifade edilir. (TAC. ve LİSAN.)

Bu açıklamalardan sonra diyeceğimiz o ki bu sözcüğün gerçek anlamı, SERTLİK, ŞİDDET demektir.

Bu sözcük, fiil formuyla Kur’an’da, A’raf/124, Ta Ha/71, Şuara/49,Yusuf/41, Nisa/157 ve Maide/33’te yer alır.

Sözcüğün gerçek anlamı "sertlik ve şiddet" olmasına rağmen bu sözcüğün "insanı öldürmek için asma; çarmıha germe" anlamında (!) kullanılışına gelince:

Bazı suçluların bu şekilde cezalandırılmaları Roma hukukunda mevcut bir cezalandırma şekliydi. Hıristiyanlar, inançlarına göre İsa’nın asıldığı ağaç şekline (HAÇ) " الصليبes saliyb " derler. Hıristiyanlara: İsa’nın asıldığına, çarmıha gerildiğine inananlara da " اهل " الصليب Ehl-i sâlip" denir. Haç şeklinin işlendiği kumaşa, elbiseye de " ثوب مصلّلبSevbün musallebun" denir.

" صلبSalb" sözcüğünün "insanı öldürmek için asma; çarmıha germe" anlamı, sözcüğün öz anlamından değildir. Sözcüğün öz anlamı dışında kullanılması; yukarıda belirtildiği gibi Roma Hukukundaki bir cezalandırma türünden kaynaklanmaktadır. Böylece "şiddeti, sertliği; sert davranmayı; işkenceyi" ifade eden sembol araç; olan çarmıh, isim olmuş ve maalesef " صلب salb" fiili de "öldürmek için adam asmak" anlamına kaydırılmıştır. Kısacası, bu fiile yüklenen, asma, çarmıha germe gibi anlamlar, sözcüğün öz anlamından değildir. Ve bu Kur’an’ın da bir hükmü olmayıp Hristiyan inancının hediyesidir.!

Ta Ha/71. Ayetin teknik yapısı, zaten ""insanı öldürmek için asma, çarmıha germe" anlamına izin vermemektedir.

... وَلَاُصَلِّبَنَّكُمْ ف۪ي جُذُوعِ النَّخْلِۘ ...

Ayetin bu bölümü, " صلبsalb" fiili " فىfi" edatı, " جذوعcüzû’, çoğul ismi ve " نخلnahl" sözcüklerinden oluşmaktadır. " صلبSalb" sözcüğünü "öldürmek için insan asmak" anlamına alarak bu ifadeyi tercüme etsek, "kesinlikle sizi hurma KÜTÜKLERİNİN İÇİNE ASACAĞIM" anlamını elde ederiz. Ki insan, HURMA KÜTÜKLERİNİN İÇİNE ASILMAZ. Ayette " فىFi" edatı yerine " علىAla" edatı olsaydı; bu durumda cümlenin anlamı "sizi hurma kütüklerine asacağım" şeklinde olurdu.

İşin özü kavranılamadığından; "dallara asılan şeylerin orada durması; ya kabında muhafaza edilen bir şeyin durmasına benzetilmiş"; (Keşşaf, Razi) ya da tutarsız ve asılsız olmasına rağmen " فىFi" edatı, " علىala" edatı ile aynı anlamda olup " علىala" edatı yerine de kullanılır" denilerek konuya gereken önem verilmemiş; baştan savma bir tutum sergilenmiştir.

Metne sadakat ve sözcüklerin öz anlamları dikkate alındığında; ayrıca paragrafın ana konusu ve mesajı itibariyle Firavun, Musa’dan yana oluveren yakınlarına, taraftarlarına: "Sizi rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım; taş ocaklarında çalıştıracağım; zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim" diyerek şiddet ve hiddetini göstermektedir.

Netice olarak, diğer ayetlerde konu edilen " صلبSalb (şiddet uygulanması, yağlarının çıkarılması)";
kent yaşamından uzaklaştırılıp çiftliklerde tarım işçiliği yaptırılması, taş ocaklarında çalıştırılmasıdır.

A’raf/124,

123-126Firavun dedi ki: "Ben size izin vermeden önce ona iman mı ettiniz? Şüphesiz bu, halkını şehirden çıkarmak için, şehirde kurduğunuz gizli bir tuzaktır. Yakında bileceksiniz. Kesinlikle sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkinizi keseceğim, sonra da hepinizi kesinlikle rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım; taş ocaklarında çalıştıracağım; zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim. Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler de dediler ki: "Hiç şüphesiz biz sadece Rabbimize dönenleriz. Senin bizi, yakalayıp cezalandırman da sırf Rabbimizin ayetleri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır." –"Ey Rabbimiz! Bize çok çok sabır ver de gevşemeyelim, zaafa düşmeyelim, boyun eğmeyelim. Canımızı da Müslümanlar olarak al!"–

Ta Ha/71,

71Firavun: "Ben size izin vermezden önce mi o'na iman ettiniz? Şüphesiz o, size etkili bilgi öğreten büyüğünüzdür. Andolsun ki sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkinizi keseceğim ve kesinlikle hepinizi rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım, taş ocaklarında çalıştıracağım, zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim. Ve hangimizin azap bakımından daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu kesinlikle bileceksiniz" dedi.

Azabın daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu; etkili bilginlerin bilmeleri için azabın temadi etmesi ve bunun şiddetli olması gerekir. Bir anda uygulanan ve hayata son veren cezanın (öldürmek için asmak) ; diğer cezalardan azap bakımından daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunun; cezaya çarptırılan tarafından; bilinmesi düşünülemez.

Bu durumda "sizi hurma dallarının içine asacağım." anlamında hayata son verecek bir azap söz konusu olmayıp bu azabın,
etkili bilginlerin rahat ortamdan, kentteki işinden, memuriyetten çıkarılıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yapmaları; taş ocaklarında çalıştırılmaları; zorlu işlerde çalıştırılarak iliklerinin sömürülmesi şeklinde bir ceza olmasıdır.

Verilecek cezanın bu türde olacağını Ta Ha/71. ayetinin " Ve hangimizin azap bakımından daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu kesinlikle bileceksiniz" cümlesi de desteklemektedir.

Şuara/49,

49Firavun dedi ki: "Ben size izin vermeden o'na iman mı ettiniz? Şüphesiz ki o, elbette size sihri öğreten büyüğünüzdür! Peki, yakında bileceksiniz! Andolsun, sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkinizi kestireceğim ve kesinlikle hepinizi rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım, taş ocaklarında çalıştıracağım, zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim!"

Yusuf/41,

37-41Yûsuf: "Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun te’vîlini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Şüphesiz ben, Allah'a inanmayan bir toplumun –ki onlar âhiretibilerek reddedenlerin; inanmayanların ta kendileridir– dinini, yaşam tarzını terk ettim. Ve atalarım İbrâhîm, İshâk ve Ya‘kûb'un dinine, yaşam ilkesine uydum. Bizim, Allah'a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara bir armağanıdır. Velâkin insanların çoğu kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödemiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok rabbler mi daha hayırlı, yoksa her şeye hâkim ve galip olan bir tek Allah mı? Sizin, O'nun astlarından o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız konusuna Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah'a aittir: O, size, Kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte bu dosdoğru/koruyan dindir. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Biriniz efendisine yine şarap sunacak. Diğeri de kent yaşamından uzaklaştırılıp çiftliklerde tarım işçiliği yapacak, taş ocaklarında çalışacak da kuşlar onu başından yiyecekler. İşte hakkında fetva istediğiniz iş gerçekleşti" dedi.

Nisa/157

154-158Ve söz vermeleri ile birlikte üstlerini/en değerlilerini/Mûsâ'yı Tûr'a yükselttik. Ve onlara: "O kapıdan boyun eğip teslimiyet göstererek girin" dedik. Yine onlara: "Tefekkür/kulluk gününde sınırları aşmayın" dedik. Sonra da onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın ayetlerine inanmamaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: "Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir" demeleri –aksine Allah, küfretmeleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeleri nedeniyle kalplerine damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar– ve Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmamaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; "Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük" demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa O'nu öldürmediler ve o’na sert davranmadılar. Ama onlar için, Îsâ, benzetildi. Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir yetersiz bilgi içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. O’nu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah o'nu, Kendine yükseltti/derecesini artırdı. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.

Maide/33

33,34Allah'a ve Elçisi'ne karşı savaşan; bozum yapmaya teşebbüs etmiş olan ve yeryüzünde kargaşa çıkarmaya çalışanların –siz onlar üzerine güçlü olmazdan/onları yakalayıp denetim altına almazdan önce hatalarından dönenler hariç– karşılığı, ancak öldürülmeleri veya kent yaşamından uzaklaştırılıp çiftliklerde tarım işçiliği yaptırılması, taş ocaklarında çalıştırılmaları yahut sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkilerinin kesilmesi, ya da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir aşağılıktır. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır. Artık iyi bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Allah'a ve Elçisi'ne karşı savaşan; bozum yapmaya teşebbüs etmiş olan ve

yeryüzünde kargaşa çıkarmaya çalışanların Maide /33 teki cezalarından biri de; meallerde yer alan

öldürmek için asmak (slb) cezası; olmayıp;
kent yaşamından uzaklaştırılıp çiftliklerde tarım işçiliği yaptırılması, taş ocaklarında çalıştırılmasıdır. Bu suçun cezalarından biri olan zilletin (hor görülüş,aşağılık) yaşatılmasi için suçluyu asmak amaca engeldir.Suçlu bu dünyada zillet içinde yaşamalıdır.Nitekim Maide/33 dünyada bu şartlar içinde yaşamanın suçlular için bir zillet olduğunu belirtmiştir.
77) Ve andolsun, Mûsâ'ya "Yetişilmekten korkmayarak ve saygıyla, sevgiyle ürpermeden/Firavuna minnet duymadan kullarımı geceleyin yürüt de kendileri için bol suda/nehirde kuru bir yol aç!" diye vahyettik.
74-76, 80, 81. Ayetler Musa kıssasından sonraya tertip edilmiştir.
78) Firavun ordularıyla hemen onları takip etti de bol sudan/nehirden kendilerini kaplayan şey kaplayıverdi.
79) Ve Firavun toplumunu saptırdı ve doğru yolu göstermedi.[#149]
Bu âyetlerde, Mûsâ'ya, kavmini geceleri çalıştırarak suda/Nil nehrinde –haşyet duymadan ve yakalanma korkusu olmadan– kuru yollar oluşturmasının vahyedildiği, sonra da onları izleyen Firavun'un ordusuyla birlikte o nehirde boğulduğu nakledilmektedir.

Burada dikkat çeken nokta, bol suda/nehirde açılacak yolun gece yürüyüşü sayesinde gerçekleşeceğidir. Bununla Mûsâ'ya, "İnsanları geceleri çalıştırmak sûretiyle kimseye sezdirmeden, göze batmadan bu işi yavaş yavaş hallet" denmiş olmaktadır.

Kur’ân'daki ifadelerden anlaşıldığına göre bu olaylar, birkaç dakika veya saatte değil, uzun bir süreçte gerçekleşmiştir. Mûsâ peygamber Mısır'a döndüğünde toplumu içerisinde yıllarca faaliyet göstermiştir.

Kasas/14'teki,
Ve Mûsâ yiğitlik çağına girip oturaklaşınca, Biz o'na hüküm ve ilim verdik ifadesi ve bu çağın da Ahkâf/15'te "kırk yaş" olarak belirtildiği dikkate alındığında, Muhammed gibi Mûsâ'nın da kırk yaşında peygamber olduğu anlaşılır.

Çıkış, 7:7'ye göre kavmini ve inananları Mısır'dan çıkarmak için Firavun'a başvurduğunda (ki bu, ilk başvurusu değildir) Mûsâ'nın yaşı, 80'dir. Demek oluyor ki Mûsâ'nın Medyen'den dönüşü ile Mısır'dan çıkışı arasında 40 sene vardır. Tesniye, 34:7'ye göre de Mûsâ 120 yaşında vefat etmiştir.

Âyetteki
haşyet duymadan ifadesi, yaptıklarının Firavun'a hainlik olduğunu düşünmemesi yönünde bir ihtardır. Nitekim Şu‘arâ sûresi'nde Firavun Mûsâ'yı nankörlük ve hainlikle suçlamaktadır:

O [Firavun], "Biz seni çocukken içimizde terbiye etmedik mi? Hayatından birçok yıllar içimizde kalmadın mı? Sonunda o yaptığın işi de yaptın. Sen inkârcılardan/nankörlerden birisin de..." dedi. [Şu‘arâ/18-19]

Mûsâ peygamber ile etkili bilginlerin karşılaşmasından sonraki gelişmeler, bu üç Âyette özet olarak verilmiştir. Söz konusu olaylar başka Sûrelerde ayrıntılarıyla anlatılmıştır:

127Firavun toplumundan ileri gelenler de, "Seni ve senin ilâhlarını/seni ilâh edinmeyi terk etsinler de yeryüzünde kargaşa çıkarsınlar diye mi Mûsâ'yı ve toplumunu serbest bırakacaksın?" dediler. Firavun dedi ki: "Onların oğullarını katledeceğiz; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştireceğiz, kadınlarını utanca boğacağız ve biz onlar üzerinde ezici bir güce sahip kimseleriz."

128Mûsâ, toplumuna dedi ki: "Allah'ın yardımını isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı yapar. Mutlu son da Allah'ın koruması altına giren kimseler içindir."

129Mûsâ'nın toplumu dediler ki: "Sen bize gelmeden önce de eziyet gördük, sen geldikten sonra da." Mûsâ dedi ki: "Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı değişime, yıkıma uğratacak ve sizi yeryüzünde onların yerine geçirecektir. Böylece de sizin nasıl davranacağınıza bakacaktır."

130Ve andolsun ki Biz, Firavun sülâlesini, düşünüp öğüt alsınlar diye senelerle kuraklıklarla/senelerce kıtlık ve ürün noksanlığı ile yakaladık. 131Sonra kendilerine iyilik geldiği zaman, "İşte bu bize aittir" dediler. Eğer kendilerine bir kötülük gelirse, Mûsâ ile yanındakilerin uğursuzluğu olarak kabul ederler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındadır. Fakat onların çoğu bilmezler.

132Ve Firavun'un toplumu, "Sen bizi kendisiyle büyülemek için her ne alâmet/gösterge getirsen de, biz sana inananlar değiliz" dediler.

133Biz de belirli aralıklarla âyetler olmak üzere üzerlerine tufanı, çekirgeleri, haşereleri, kurbağaları ve kanı gönderdik. Yine büyüklük tasladılar ve bir suçlular toplumu oldular.

134Ve ne zaman ki, bu azap üzerlerine çöktü: "Ey Mûsâ! Sana olan ahdi/verdiği söz nedeniyle bizim için Rabbine dua et, eğer sen bizden bu cezayı kaldırırsan sana kesinlikle iman edeceğiz. Ve kesinlikle İsrâîloğulları'nı seninle birlikte göndereceğiz" dediler.

135Ne zaman ki, ulaşacakları belli bir süreye kadar onlardan cezayı kaldırdık, derhal sözlerinden cayıveriyorlar.

136Biz de, şüphesiz âyetlerimizi yalanladıkları ve onlardan gâfil olmaları nedeniyle onları cezalandırıp adaleti sağladık. Ve onları bol suda/nehirde boğduk. 137O zaafa uğratıla gelmiş/güçsüzleştirilmiş olan toplumu da bereketlendirdiğimiz yerin her tarafına mirasçı yaptık. Ve böylece Rabbinin, İsrâîloğulları'na olan o pek güzel sözü, sabretmeleri nedeniyle yerine geldi. Biz de Firavun ile toplumunun yapageldikleri sınâî eserlerini ve yükseltmekte oldukları şeyleri yerlebir ettik.

138,139Ve İsrâîloğulları'nı bol sudan/nehirden geçirdik. Derken kendilerine ait putlara tapmakta olan bir topluma rastladılar. Dediler ki: "Ey Mûsâ! Onların nasıl ki tanrıları varsa, sen de bizim için bir tanrı belirle!" Mûsâ dedi ki: "Siz gerçekten câhillik eden bir toplumsunuz. Şu gördüğünüz halkın içinde bulundukları din, yok olmaya mahkûmdur ve bütün yapmakta oldukları da bâtıldır." [A'râf/127–139]

Ve Şu'arâ/52–68, Yûnus/83–92, Zuhruf/46–56 ve Duhân/17–24.

Yine bir karşılaştırma yapılması için, olayın Kitab-ı Mukaddes’in Çıkış/11-14. Bablarının okunmasını öneririz.

79. Âyetteki
Ve Firavun kavmini saptırdı ve doğru yolu göstermedi ifadesi, Firavunun halkına karşı yaptığı bir konuşmaya işaret etmektedir ki bu konuşma Mü'min Sûresi'nin 29. Âyetinde bildirilmiştir:

28,29Ve Firavun ailesinden imanını saklayan bir babayiğit adam: "Bir adamı, Rabbim Allah dediği için öldürecek misiniz? Hâlbuki o, kesinlikle size Rabbinizden delillerle gelmiştir. Ve eğer o, bir yalancı ise bir bakarsın ki o'nun yalanı kendi aleyhine oluvermiştir. Ve eğer doğru ise size yaptığı tehditlerin bir kısmı size isabet eder. Şüphesiz Allah, aşırı giden bir yalancı kişiye kılavuz olmaz. Ey toplumum! Yeryüzünde açığa çıkmış olarak bugün yönetim sizindir. Peki, eğer gelecek olursa Allah'ın hışmından bizi kim yardım edip kurtarır?" dedi.

Firavun: "Ben size görüşümden başkasını göstermiyorum ve ben sadece size reşitliğin/akıllı olmanın yoluna kılavuzluk ediyorum" dedi. [Mü'min/29]

Görüldüğü gibi, Firavun kendi kavmine onları doğru yola kılavuzladığını söylemiştir ama işin sonunda onları saptırdığı ortaya çıkmıştır.

İsrâîloğulları'nın Nil nehrinden geçirilmelerinden Tûr'un eteklerine gelmelerine kadar olan gelişmeler bu Sûrede anlatılmamıştır. Kıssanın bu bölümü A'râf Sûresinde de anlatılmıştı:

138,139Ve İsrâîloğulları'nı bol sudan/nehirden geçirdik. Derken kendilerine ait putlara tapmakta olan bir topluma rastladılar. Dediler ki: "Ey Mûsâ! Onların nasıl ki tanrıları varsa, sen de bizim için bir tanrı belirle!" Mûsâ dedi ki: "Siz gerçekten câhillik eden bir toplumsunuz. Şu gördüğünüz halkın içinde bulundukları din, yok olmaya mahkûmdur ve bütün yapmakta oldukları da bâtıldır."

140Mûsâ dedi ki: "O sizi âlemlere fazlalıklı kılmışken, ben size Allah'tan başka ilâh mı arayayım!"

141Hani bir zaman Biz, size azabın kötüsünü yapan; oğullarınızı katleden; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiren, kadınlarını utanca boğan Firavun ailesinin elinden de sizi kurtarmıştık. Bunda da sizin için Rabbiniz tarafından büyük sınav vardır.

142Ve Mûsâ ile otuz geceye sözleştik ve süreyi bir on gece ile tamamladık. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit tam kırk geceye tamamlandı. Ve Mûsâ, kardeşi Hârûn'a, "Toplumum içinde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yoluna uyma!" dedi.

143Ne zaman ki, Mûsâ, belirlediğimiz vakitte geldi ve Rabbi o'na söz söyledi: Mûsâ, "Ey Rabbim! Göster bana Kendini denazar edeyim Sana; Seni inceleyeyim, Senin ile ilgili geniş ve derin bilgiye sahip olayım!" dedi.

Rabbi o'na dedi ki: "
Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa nazar et; dağı incele, teori geliştir. Eğer nazariyen (teorin/geniş ve derin bilgin), incelemen dağın mekanına tam oturursa; dağın bulunduğu yerin önünü arkasını, altını üstünü, sağını solunu, içini dışını tam ifade ederse işte o zaman sen beni görürsün."

Böylece ne zaman ki Rabbi, Musa’nın Dağ gibi sorunları için Musa’yı aydınlattı; Musa’nın dağ gibi sorunlarını yıkıp attı. Mûsâ da dehşete düşüp heyecanla yere kapandı; Rabbine teslimiyet gösterdi. Ayılıp kendine gelince; heyecanı geçince de, "Seni tenzih ederim, Sana döndüm; tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim" dedi.

144Allah dedi ki: "Ey Mûsâ! Mesajlarımla ve kelâmımla seni insanlar üzerine seçtim. Şimdi sana verdiğimi al ve kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenlerden ol!"

145Ve Biz o'nun için o levhalarda her şeyden, bir nasihat ve her şey için bir ayrıntı yazdık. "Haydi, bunları kuvvetle al, toplumuna da en güzel şekilde almalarını emret. Yakında size o hak yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim. 146Yeryüzünde, bütün âyetleri görseler de onlara iman etmeyen, doğrunun yolunu görseler de o yolu tutup gitmeyen, eğer sapıklığın yolunu görürlerse onu yol edinen haksız yere büyüklük taslayan şu kimseleri, âyetlerimizden uzak tutacağım." –Bu, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil; duyarsız, ilgisiz olan kimseler oluşlarındandır.–147Âyetlerimizi ve âhiretteki karşılaşmayı yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir. Onlar kendi yaptıklarından başka bir şey ile mi cezalandırılırlar? [A'râf/138–147]

83) Seni toplumundan daha çabuklaştıran nedir ey Mûsâ?
84) Mûsâ: "Onlar, benim izim-öğretim üzerinde olanlardır. Ben de Sen hoşnut olasın diye Sana acele ettim Rabbim" dedi.
85) Allah: "Şüphesiz işte, Biz senden sonra toplumunu imtihan ettik. Samirî de onları saptırdı" dedi.
Bu Âyetler aslında 79. Âyetin devamıdır. Yukarıda da söylediğimiz gibi, 80–82. Âyetler kıssanın anlatımına bir parantez olarak girmiştir. Bu parantezde, denizden geçirilen kavmini nimeti bol bir yere iskân eden ve Rabbi ile buluşma hevesiyle vahiy mahalli olan dağa giden Mûsâ peygamberin Allah ile olan konuşması anlatılmaktadır. Anlatılanlara göre, kavminin kendilerine verilen ilâhî öğretilerden vazgeçmeyeceğine güvenen Mûsâ peygamber, onları kardeşi Hârûn'a emanet ederek Rabbini hoşnut etmek için alelacele ilk vahyi aldığı yere gitmiş ama orada durumun hiç de kendi düşündüğü gibi olmadığını, Samirî'nin onları saptırdığını, onların da kendilerini ateşe attığını öğrenmiştir. İsrâîloğulları'nın kendilerini ateşe atması, Biz onları fitnelendirdik cümlesi ile ifade edilmiştir. Rabbimizin fitnelendirme fiilini kendisine nispet etmesi, "fitnelendirme" eyleminin yaratıcısı olması sebebiyledir. Yani İsrâîloğulları aslında kendi kendilerini ateşe atmışlar, ne olduklarını, içyüzlerini açığa vurmuşlardır.

SÂMİRÎ KİMDİR:

السّامرى - Sâmirî sözcüğü, tıpkı الامّى - ümmî = anakentli, مكّى - Mekkî = Mekkeli, الرّومى - rûmî = Romalı sözcükleri gibi Sâmirli demektir. Buna göre "Sâmir" ya bir ülkenin, ya bir kentin, ya da bir kavmin [oymağın] adıdır. Buna dair elimizde kesin bir bilgi bulunmamasına rağmen biz bu sözcüğün "Sümer" sözcüğünden bozulmuş olduğu kanaatine sahibiz. Sâmirî sözcüğü, Kitab-ı Mukaddes’te "Sâmiriye" şeklinde geçmektedir:

Omri, Şemer adlı birinden Samiriye Tepesi'ni iki talant gümüşe satın alıp üstüne bir kent yaptırdı. Tepenin eski sahibi Şemer'in adından dolayı kente Sâmirîye adını verdi. [Kitab-ı Mukaddes/1. Krallar, 16.24]

Sâmirî sözcüğünün "Sümer" sözcüğünden bozulmuş olduğu varsayımına dayanarak ve yukarıdaki Kitab-ı Mukaddes’te cümlesini dikkate alarak İsrâîloğulları'nı yoldan çıkaran Sâmirî hakkında şu yorumu yapmak mümkün olabilir: Sâmirî, İsrâîloğulları arasına karışmış olmasına rağmen, aslen Mezopotamya'dan Mısır'a göçmüş ve hâlâ asaletlerini koruyan Sümerli guruplara mensup birisidir.

86) Bunun üzerine Mûsâ hoşnut olmadan ve üzgün olarak hemen toplumuna geri döndü; "Ey toplumum! Rabbiniz size güzel bir vaat ile söz vermedi mi? Şimdi size bu uzun mu geldi, yoksa Rabbinizden size bir hoşnutsuzluk inmesini mi arzu ettiniz de bana olan vaadinizden cayıverdiniz?" dedi.
87) Onlar dediler ki: "Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden caymadık. Fakat biz o toplumun zînetlerinden birtakım ağırlıklar yüklenmiştik. Sonra onları fırlatıp attık. Sonra da işte böylece Samirî kafamıza soktu."
86. Âyette, güvenerek arkasında bıraktığı kavminin yoldan çıktığını öğrenen ve öfke ile kavmine dönen Mûsâ peygamberin sitemi, 87. Âyette de Mûsâ peygamberin azarına karşılık suçu Sâmirî'nin üzerine atmak sûretiyle kavminin kendisini savunması anlatılmıştır. Hatırlanacak olursa, kıssanın bu bölümü A'râf Sûresinde bu ayrıntıda değildi:

150Ve Mûsâ, öfkeli ve üzüntülü olarak toplumuna döndüğünde, "Bana arkamdan ne kötü bir halef/nesil oldunuz! Rabbinizin emrini çabuklaştırdınız mı?" dedi. Ve levhaları bıraktı ve kardeşi Hârûn'u kendine çekerek başından tuttu. Hârûn: "Ey anamın oğlu! İnan ki, bu toplum beni güçsüz düşürdü, az daha beni öldüreceklerdi. Onun için bana düşmanları sevindirecek bir şey yapma. Ve beni bu zâlimler toplumu ile bir tutma" dedi.

151Mûsâ dedi ki: "Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Ve Sen merhametlilerin en merhametlisisin." [A'râf/150–151]

FIRLATIP ATILAN ZİYNETLER:

87. Âyetteki ifadeler genellikle aşağıdaki nakil esas alınarak yorumlanmış ve Mûsâ peygamberin kavminin fırlatıp attığı ziynetlerin, İsrâîloğulları'nın Mısır'daki komşularını kandırarak onlardan emanet olarak alıp da iade etmedikleri kıymetli eşya ve madenler olduğu ileri sürülmüştür.

Ziynet"ten kasıt, firavun hanedanından aldıkları altın ve gümüşten oluşan süs eşyaları idi. Otuz beş gün sonra Sâmirî -ki o İsrâîloğulları'ndan idi- onlara dedi ki: "Ey Mısır halkı! Mûsâ size geri dönmeyecektir. Siz de şu vizre bakın. O vizr, kadınlarınız ve çocuklarınız üzerindeki pisliğin ta kendisidir. Bunlar sizin gasp yoluyla firavun hanedanından aldığınız süs eşyalarıdır. Haydi, bunlardan temizlenin ve onları ateşe atın!" Onlar da onun dediğini yaptılar. Altın ve gümüşten oluşan bütün süs eşyalarını toplayıp bir araya getirdiler. Sâmirî bunları aldı ve 36.37 ve 38. günlerde -yani, toplam üç günde- işleyerek bir buzağı şekline getirdi. Sonra Cibril'in atının toynağının izinden almış olduğu toprağı ona kattı. Buzağı bir defaya mahsus olmak üzere böğürdü. Fakat bir daha böğürmesini tekrarlamadı. Samiri, 39. gün bu buzağıya tapmalarını emretti. Ertesi günü, yani kırkıncı günde Mûsâ onların yanına döndü. İşte Allah'ın şu buyruğu bunu anlatmaktadır: "Onları attık, Sâmirî de böylece (o süs/ziynet eşyalarını ateşe) attı. [Mukâtil]

Yukarıdaki iddiaların Kitab-ı Mukaddes’teki yanlış anlatımından başka kaynağı yoktur.

İsrâilliler Mûsâ'nın dediğini yapmış, Mısırlılar'dan altın, gümüş eşya ve giysi istemişlerdi. RAB İsrâillilerin Mısırlıların gözünde lütuf bulmasını sağladı. Mısırlılar onlara istediklerini verdiler. Böylece İsrâilliler onları soydular. [Çıkış, 12: 35–36]

Kitab-ı Mukaddes’teki anlatıma göre; İsrâîloğulları Mısır'dan ayrılmadan hemen önceki günlerde Mısırlılardan altın, gümüş eşya ve giysiler istemişler ve almışlar ama bu aldıklarını geri ödeme niyeti taşımadıklarından aslında Mısırlıları soymuşlardır.

87. Âyeti yukarıdaki anlayışa malzeme yapmak ve birtakım eklemelerle çevirmek, muharref Tevrât'ı nakletmekten başka bir şey değildir. Aslında Kitab-ı Mukaddes etkisiyle yapılan bu eklemeli çeviriler, Âyetteki fiillere ve cümlelerin kurulumuna da uygun düşmemektedir.

Bize göre bu yaklaşım tamamen yanlıştır. Bu konuda dikkat edilmesi gereken ilk nokta, 87. Âyette geçen زينة القوم - zîynetü'l-gavm = kavmin ziyneti ile A'râf Sûresi'nin 148. Âyetinde geçen حلّيهم - hulliyhim = kadınlarının süs eşyaları ifadelerinin aynı şeyler olmadığıdır. Dolayısıyla Kitab-ı Mukaddes’te ve Mukâtil'in iddialarında Mısırlılardan alındığı söylenen süs eşyaları ve kıymetli madenler, A'râf Sûresi'nin 148. Âyetinde geçen hulliyhim ifadesi kapsamında olup bu madenlerin konumuz olan 87. Âyette geçen zîynetü'l-gavm ifadesi kapsamında mütalâa edilmesi mümkün değildir. Bize göre buradaki ziynetler, İsrâîloğullarının yüzlerce sene iç içe yaşadıkları Mısırlılardan aldıkları dini ve ahlâkî değerlerdir. İşte, Mûsâ peygambere mazeret beyan eden kavmi, o kavimden [Mısırlılardan] aldıkları yanlış inançları "ziynetlerden yük" olarak nitelemekte ve bu yükü fırlatıp attıklarını söylemektedirler. Fırlatıp atmak deyimi de İsrâîloğulları'nın Mûsâ peygamberin gösterdiği doğru yola uyarak yanlış inançlardan vazgeçtiklerini ve böylece yükten de kurtulduklarını ifade etmektedir.

Sâmirî ise bu noktadan sonra devreye girmiş ve İsrâîloğulları'nın zihinlerine bazı şeyler sokmuştur. Zihinlerine Sâmirî tarafından sokulan bu şeyler 88. Âyette açıklanmıştır.
88,89) Samirî onlara bir aldatan, tuzağa düşüren cesedi/altını[#150] çıkardı da İsrâîloğulları: "İşte bu, sizin ilâhınızdır ve de Mûsâ'nın ilâhıdır. Ama Mûsâ onu terk ediverdi" dediler. -Peki, onlar görmüyorlar mıydı ki, altın kendilerine hiçbir sözle karşılık veremiyor; onlara bir zarara ve bir yarara güç yetiremiyordu!-
90,91) Ve andolsun ki Hârûn daha önce onlara: "Ey toplumum! Şüphesiz siz bununla imtihana çekildiniz/dinden çıkıp kendinizi ateşe attınız. Ve şüphesiz sizin Rabbiniz Rahmân'dır [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tır]. Gelin bana uyun ve emrime uyun" demişti. Hârûn'un toplumu: "Mûsâ bize dönüp gelinceye kadar, biz ona tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz" dediler.
Bu Âyetlerde Hârûn peygamberin nezaretinde iken İsrâîloğullarının Sâmirî'nin ortaya çıkardığı, böğürmesi [çekiciliği] olan ama kendisi işe yaramayan bir buzağıyı ilâh edinmek sûretiyle sapmaları ve işe yaramaz bir nesneye taparak düşüncesiz bir davranış sergilemeleri sebebiyle Yüce Allah tarafından kınanmaları anlatılmaktadır.

BUZAĞI; BÖĞÜRTÜSÜ
ÇEKİCİLİĞİ OLAN CESET:

Hatırlanacak olursa, bu konu daha önce A'râf Sûresi'nin 148. Âyetinde geçmiş ve orada tahlil edilmiştir. Ancak önemine binaen konu burada tekrar ele alınmış ve aynı paralelde bir daha açıklanmıştır.

Bilindiği gibi, buzağı sığır yavrusuna denir. Ancak buzağı sözcüğü burada hakikat anlamıyla, yani yeryüzünde var olan milyonlarca sığır yavrusundan biri kastedilerek kullanılmamıştır. Zaten Rabbimiz de burada buzağı'yı iki ayrı özellikle nitelemek sûretiyle sözcüğün anlamını te'vil etmiş ve dolayısıyla buzağı sözcüğünün Müteşâbih olduğunu göstermiştir. Rabbimizin nitelemelerine göre bu buzağı böğürmesi [çekiciliği] olan bir buzağıdır. Buzağının ikinci niteliği ise bir ceset mesabesinde olmasıdır. Ceset, ölü vücut demektir. Fakat buradaki ceset sözcüğü de bize göre Müteşâbih olup hakikat anlamının dışında kullanılmıştır. Ceset sözcüğünün hakikat anlamı dışında kullanılışının Kur'ân'daki bir diğer örneği de Sâd Sûresi'nin 34. Âyetindedir. Ceset sözcüğü orada kinâye yollu bir anlatımla Süleymân peygamberin iktidarı sırasında bir dönem iyi işler yapmadığını belirtmek için kullanılmıştır. İşte, ceset sözcüğü nasıl Sâd Sûresinde Süleymân peygamberin iyi işler yapmadığını, Arapça deyimi ile meyyit-i müteharrik = hareketli ölü bir tutum sergilediğini anlatmak için kullanıldıysa, burada da söz konusu buzağının hiçbir işe yaramadığını, kendine veya başkalarına yarar veya zarar verebilecek iradeye ve etkinliğe sahip olmadığını belirtmektedir. Nitekim buzağının bu işe yaramaz özellikleri, A'râf Sûresi'nin 148. Âyetinde Onun kendilerine bir söz söylemezliğini ve bir yol göstermezliğini görmediler mi? ifadesiyle; konumuz olan 89. Âyette de Onlar görmüyorlar mıydı ki, o, [buzağı] kendilerine hiçbir sözle karşılık veremiyor; onlara bir zarara ve bir yarara güç yetiremiyordu ifadesiyle vurgulanmıştır. Buzağının bu nitelikleri aslında insanların Allah'ın astlarından edindikleri sözde ilâhların nitelikleridir. Rabbimiz pek çok Âyette tekrarlayarak bu nitelikleri insanlara iyice tanıtmış ve bu nitelikteki şeylerin ilâh edinilmemesini öğütlemiştir: Bu konu için aşağıdaki Âyetlere de bakılabilinir.

Yûnus Sûresi'nin 18, 106; Meryem Sûresi'nin 42; Enbiyâ Sûresi'nin 66; Mâide Sûresi'nin 76; Ra'd Sûresi'nin 16; Şu'arâ Sûresi'nin 73; Furgân Sûresi'nin 3, 55 ve Hacc Sûresi'nin 12. Âyetleri.

BÖĞÜRME: HUVÂR:

وار
- Böğürmesi olan ifadesindeki "böğürme" sözcüğünün orijinali خوار - huvâr sözcüğüdür. Leys tarafından "boğa sesi" olarak, İbn-i Side tarafından "sığır, koyun, geyik ve havada uçan nesnelerin sesi" olarak açıklanan huvâr sözcüğü, Lîsânü'l-Arab'ta şöyle açıklanmıştır:

Huvar'ın aslı: Avcı geyik yavrusunu yakalar, onu bir yere bağlar ve onun kulaklarını ovalar. İşte o zaman geyik yavrusu böğürür (bağırır). Bunu duyan yavrusunu kaybetmiş olan ana geyik, yavrusunun yanına koşar ve avcıya yakalanır. [Lîsân ül Arab; c: 3 s: 245]

Lîsânü'l-Arab'ın verdiği bu bilgiye göre huvâr, bir hayvanın normal böğürmesi değil, bir hayvanı tuzağa düşürmek için başka bir hayvana çıkartılan sestir. Yani "çeken, aldatan bir ses"tir. Nitekim bu, bir yöntem olarak ördek ve keklik avında da yaygın şekilde kullanılmakta, hatta "huvar" bir nevi boru ile taklit bile edilmektedir.

Konumuza bu bilgiler ışığı altında bakıldığında, Âyetlerde
böğürtüsü[çekici, aldatıcı sesi] olan ceset olarak nitelenmiş buzağının [altının] insanları tuzağa düşüren bir özelliğe, aldatıcı bir cazibeye sahip olduğu anlatılmaktadır.

Sonuç olarak bize göre burada konu edilen
buzağı, [böğürmesi, çekici, aldatıcı sesi olan ceset]altın'dır. Nitekim 148. Âyetteki kendi kadınlarının süs takılarından bir buzağı ifadesi de buzağı'nın "ziynet" olduğunu bildirmek sûretiyle bu görüşü doğrulamaktadır. "Altın"ın [ziynetin] insanları nasıl tuzağa düşürdüğü, nasıl onları kendisine köle yaptığı, [insanların "altın"ı ilâh edindiği] günlük hayatın içinde hiç çaba sarf etmeden görülebilecek bir olgu durumundadır. Ayrıca aynı kıssanın Bakara Sûresi'nin 67–71. Âyetlerindeki anlatımında, ilâh edinilen sığır için kullanılan sarı, lekesiz ve bakanlara haz veren ifadeleri de aynen "altın"ın özelliklerini yansıtmaktadır. Bu konu, orada Rabbimizin Bakara[sığır] ifadesinin te'vilini yapışı ile daha iyi anlaşılmış olacaktır.

67Ve hani Mûsâ toplumuna, "Şüphesiz ki Allah, size bir sığır boğazlamanızı emrediyor" demişti. Onlar, "Sen, bizi alaya mı alıyorsun?" dediler. Mûsâ, "Ben, câhillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım" dedi.

68Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, o sığır her ne ise onu bizim için açığa koysun" dediler. Mûsâ, "Rabbim diyor ki: ‘Şüphesiz o sığır, pek yaşlı değil, pek körpe de değil, ikisi arası dinçtir.’ Haydi, emrolunduğunuz şeyi yapınız" dedi.

69Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, onun rengi ne ise onu bizim için açığa koysun" dediler. Mûsâ, "Şüphesiz Rabbim diyor ki": "Şüphesiz o sığır, rengi bakanlara neşe saçan, sapsarı bir inektir" dedi.

70Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, o, nedir; bizim için açığa koysun, şüphesiz ki o sığır, bize müteşâbih geldi ve biz şüphesiz Allah dilerse kesinlikle kılavuzlandığımız doğru yolu bulmuşlarız" dediler.

71Mûsâ, "Şüphesiz Rabbim diyor ki": "O sığır, zelil olmayan/çifte koşulmayan, arazi sürmeyen, ekin sulamayan, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır." Onlar, "İşte tam şimdi gerçeği getirdin" dediler. Sonunda onu boğazladılar. Ama neredeyse yapmayacaklardı. [Bakara/67–71]

Görüldüğü gibi, Bakara Sûresi'nin yukarıdaki Âyetlerinde geçen
bakara[sığır] sözcüğü de mecaz anlamda kullanılmıştır. Çünkü hakikat anlamıyla çifte koşulmayan, tarla sürmeyen, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırın varlığından söz etmek mümkün değildir. Dolayısıyla gerek Bakara Sûresindeki sığır, gerekse A'râf Sûresinde ve bu sûrede konu edilen buzağı, bilinen sığır ve yavrusu değil, te'vilinden anlaşıldığına göre "altın"dır. O hâlde, hem Bakara Sûresindeki bakara, hem de A'râf ve Tâ-Hâ Sûrelerindeki buzağı sözcüklerinden "altın" anlaşılmalıdır. Ancak 88. Âyette geçen buzağı sözcüğünün meallerde parantez içi ekleme şeklinde de olsa "altın buzağı" olarak ifade edilmesi yanlıştır. Sözcük sadece buzağı olarak ifade edilmeli fakat "altın" olarak anlaşılmalıdır.

Buzağı'nın mecazen "altın" anlamında kullanılmış olması, hadiseye İsrâîloğulları'nın sapmasına yol açması bakımından yaklaşıldığında da konu ile tam bir uyum göstermektedir. Çünkü, "altın"ın insanları nasıl tuzağa düşürdüğü, onları nasıl kendisine köle yaptığı, yani insanların "altın"ı nasıl ilâh edindiği, günlük hayatın içinde hiç çaba sarf etmeden görülebilecek bir olgu durumundadır.

Klâsik kaynakların çoğunda söz konusu buzağının canlı bir buzağı olduğu ve Sâmirî'nin kerametiyle gerçekleştirildiği yönünde nakiller yer almaktadır. Güya Samirî, denizden geçerken İsrâîloğulları'na öncülük eden Cebrâîl'in atının bastığı yerden bir avuç toprak almış, o toprağı potada eriyen altınların içine atmış, eriyen altını da kalıba dökerek ondan canlı, böğüren bir buzağı çıkarmıştır.

Kimileri de buzağının canlı olmadığı görüşündedir. Bunlara göre, Sâmirî buzağı şeklinde bir heykel yapmış ve bu heykele rüzgârın gireceği, böylece buzağı sesine benzer bir ses çıkarmasını sağlayacak bazı delikler, kanalcıklar koymuştur. Heykel bu sebeple böğürmektedir.

Bu konudaki yorumlardan en çok kabul gören iki tanesi Esed ve Râzi'ye aittir:

İsrâîloğulları'nın bu altın buzağısı, besbelli, yüzyıllarca süren Mısır etkisinin bir ürünüydü. Mısırlılar Menfis'de tanrı Ptah'ın tecessümü olarak gördükleri kutsal boğa'ya, Apis'e tapınırlardı. Boğa yaşlanıp da ölünce, onun yerine hemen yeni bir Apis'in doğduğu düşünülüyor ve eskisinin ruhunun ölüm ülkesinde Osiris'e hulûl ettiğine inanılıyor ve bu iki başlı tanrıya bundan böyle artık Osiris-Apis (Greco-Egyptian dönemde "Serapis") adıyla tapınılıyordu. Altın buzağının çıkardığı "boğuk ses"e (huvâr) gelince, bunun, Mısır tapınaklarında bulunan ve içine açılmış bir takım oyuklar sayesinde ses çıkardığı bilinen putlarda olduğu gibi rüzgârın etkisiyle çıkan bir ses olması muhtemeldir. [Muhammed Esed; Kur’an Mesajı]

İkrime, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hârûn (a.s), Sâmiri buzağıyı yaptığı bir sırada ona uğrar ve ona "Ne yapıyorsun?" dediğinde o "Ben, ne faydası ne de zararı olmayan bir şey yapıyorum. Binaenaleyh, bana dua et" der. Bunun üzerine Hz. Hârûn (a.s) da, "Allah'ım ona, istediğini ver" der. Hz. Hârûn (a.s) çekip gidince Sâmiri, "Allah'ım, senden onun böğürmesini istiyorum" der, o da böğürür. Böyle olması halinde bu, Hârûn (a.s)'ın bir mu'cizesi olmuş olur. "İşte sizin de, Mûsâ'nın da tanrısı budur" ifadesine gelince, bu hususta şöyle bir problem bulunmaktadır: "O kavim, eğer, o anda yapılan o buzağının, göklerin ve yerin yaratıcısı olduğuna inanacak kadar cahil idiyseler onlar deli demektirler ki, dolayısıyla da mükellef olmazlar! Hâlbuki bu kadar kalabalık bir kitlenin deli ve cahil olması da imkânsızdır. Yok, eğer onlar bunun böyle olduğuna inanmıyor idiyseler, daha nasıl, 'işte sizin de, Mûsâ'nın da tanrısı budur" diyebilmişlerdir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Onlar, belki de "hulul" inancına sahip idiler. Binaenaleyh, böğürme işi, ulûhiyete münasib düşmediğinden her ne kadar bu da uzak bir şey ise de, ilâhın veya onun herhangi bir sıfatının o maddeye hulul ettiğini düşündüler. O topluluk belki de, son derece ahmak ve aptal idiler. [Râzi; Mefâtibu'-l Gayb ilgili Âyetlerin açıklamaları]

Netice olarak tekrar söylüyoruz ki, İsrâîloğulları "
altın buzağı"ya değil "altın"a tapmışlardır. Sâmirî'nin kafalarına soktuğu şey, altına tapmanın Allah'a tapmaktan daha iyi olduğu fikridir. İsrâîloğulları da, altına taptıkları yetmezmiş gibi, İşte bu sizin ilâhınızdır ve de Mûsâ'nın ilâhıdır. Ama o [Mûsâ] onu terk ediverdi şeklindeki sözleriyle bir zamanlar Mûsâ peygamberin de altına taptığını ve sonra onu terk ettiğini ileri sürmüşlerdir.
92,93) Mûsâ: "Ey Hârûn! Bunların sapıklığa düştüğünü gördüğün vakit, seni benim yolumu takip etmekten engelleyen ne oldu? Yoksa benim emrime karşı mı geldin?" dedi.
94) Hârûn: "Ey anamın oğlu! Sakalımı ve başımı tutma. Şüphesiz ben senin 'İsrâîloğulları arasında ayrılık çıkardın ve benim sözüme bakmadın' demenden korktum" dedi.
Bu Âyetler, İsrâîloğulları tarafından Hârûn peygambere çalınan karaları temizlemektedir. Çünkü Kitab-ı mukaddes’e (Çıkış 32, 1-35) göre İsrâîloğulları'nı yoldan çıkaran Sâmirî değil, Hârûn peygamberdir.

HÂRÛN PEYGAMBER ŞİRKE GÖZ MÜ YUMDU:

Hârûn'un peygamber 94. Âyetteki ifadesi ilk bakışta sanki tefrika çıkarmamak için kavminin altına tapmasına göz yummuş olduğu anlamına geliyor gibi görünse de, A'râf Sûresi'nin 150. Âyeti böyle bir anlayışın doğru olmadığını göstermektedir. Zira orada bildirildiğine göre, Hârûn peygamber kavmi tarafından zayıf düşürülmüş, eli kolu bağlanmış hatta ölümle tehdit edilmek sûretiyle etkisiz hâle getirilmiştir. Yani Hârûn peygamberin şirke taviz vermiş gibi görünmesi, sadece "tefrikayı önlemek" sebebiyle açıklanamaz. Kavminin baskısıyla karşı karşıya gelen Hârûn peygamber, zaten yoldan çıkmış olan halkın bir de kendi aralarında tefrikaya düşmesinden korkmuş ve Mûsâ peygamberin döndüğünde kendisini durumu daha da kötüleştirmekle ve kontrolü iyice kaybetmekle suçlamaması için o gelene kadar sessiz kalmıştır. Nitekim A'râf Sûresi'nin 150. Âyetinden anlaşıldığına göre, kavmin içinde Mûsâ peygambere ve Hârûn peygambere düşman olan ve huzursuzluk çıkmasına yol açacak birçok kimse bulunmaktadır.

Mûsâ peygamberin 93. Âyetteki
Benim emrime isyan mı ettin ifadesi, onun oradan ayrılırken Hârûn peygambere bir şeyler emrettiğini göstermektedir. Hârûn'un peygamberin cevabından da bu emrin "Ne olursa olsun, İsrâîloğulları arasında bozgunculuğa sebep olma!" mealinde olduğu anlaşılmaktadır.

95) Sonra da Mûsâ: "Ey Samirî! Senin bu yaptığın nedir?" dedi.
96) Samirî: "Ben onların anlamadıkları bir şeyi anladım da elçinin eserinden bir avuç almıştım, sonra da onu fırlatıp attım. Ve bunu, bana böylece nefsim hoş gösterdi" dedi.
97,98) Mûsâ: "Haydi git. Artık senin için hayat boyunca 'Benimle temas yok' diye söylemen var. Hem senin için asla karşı çıkamayacağın bir buluşma günü daha var. Bir de kulluk edip durduğun ilâhına bak" dedi. -Elbette Biz onu yakacağız, sonra da kesinlikle onu bol suda kökünden yıkacağız. Sizin ilâhınız, ancak Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'tır. Şüphesiz ki O bilgi yönünden her şeyi kuşatmıştır.-
Bu Âyet grubunda, Mûsâ peygamberin Sâmirî'ye İsrâîloğullarını yoldan çıkarma sebebini sormasıyla başlayan konuşmalar yer almaktadır.

Sâmirî, Mûsâ peygambere gayet açık cevap vermiş ve Ben onların anlamadıkları bir şeyi anladım da Elçinin eserinden bir avuç almıştım, sonra da onu fırlatıp attım. Ve bunu, bana böylece nefsim hoş gösterdi diyerek Mûsâ peygamberin dininden vazgeçtiğini, yani irtidat ettiğini beyan etmiştir. Anlaşılan o ki Sâmirî önce Musa’ya gelen vahylere inanmış bunların bir miktarını kabullenmiş sonra da sonra da işine gelmediği için küfre yönelmiştir.

ÂYETTEKİ ELÇİ: Sâmirî'nin cevabında sözü edilen elçi Mûsâ peygamberdir.

ELÇİNİN ESERİ: 96. Âyette geçen اثر - eser sözcüğü genellikle iz anlamıyla ele alınmış ve bunun "ayak izi" olduğu yönünde yorumlar yapılmıştır. Hâlbuki yukarıda 84. Âyette yer alan Mûsâ peygamberin konuşmasına dikkat edilirse, bu sözcüğün "öğreti, risâlet, onlara tebliğ edilenler" anlamında olduğu görülür.

Mûsâ peygamberin Sâmirî'ye yönelttiği Haydi çek git! Artık senin için hayat boyunca, 'Benimle temas yok' diye söylemen var şeklindeki sözleri, Sâmirî'nin sadece kavminden sürgün edilmediğini, aynı zamanda sosyal hayattan da sürgün edildiğini ifade etmektedir. Çünkü Sâmirî, verilen bu ceza ile her gittiği yerde bir sürgün olduğunu bildirmek zorunda bırakılmaktadır. Bu konuda Sâmirî'nin Allah'tan bir azap olarak cüzam hastalığına uğratıldığı yolunda, Kitab-ı Mukaddes’in cüzamlılarla ilgili olarak aşağıdaki cümlelerinden kaynaklanmış olması muhtemel bazı iddialar ileri sürülmüştür:

Böyle bir hastalığa yakalanan kişinin giysileri yırtık, saçları dağınık olmalı; kişi ağzını örtüp, 'Kirliyim! Kirliyim! diye bağırmalı. Hastalığı devam ettiği sürece kirli sayılacaktır, çünkü kirlenmiştir. Halktan uzak, ordugâhın dışında yaşamalıdır. [ Levililer 13: 45-46]

Bize göre burada önemli olan, Sâmirî'nin her gittiği yerde çevresindekilere kendisi ile temas kurulmaması gerektiğini söyleyecek olmasıdır. Bunu hastalık yüzünden veya ahlâkî bakımdan yaftalı olması sebebiyle yapmasının herhangi bir önemi yoktur.

98. Âyetteki
Elbette Biz onu yakacağız, sonra da kesinlikle onu denizde kökünden yıkacağız. Sizin ilâhınız, ancak Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'tır. Şüphesiz ki O ilim yönünden her şeyi kuşatmıştır ifadesinin yer aldığı bölüm kıssaya ait olmayıp Rabbimizin genel bir beyanını içeren parantez içi bir cümledir. Burada Sâmirî inancın bilimsel açıdan da işe yaramazlığı bilimsel olarak benimsenmeyeceği bildiriliyor ayrıca Allah'ın her şeyi kuşattığı, küfrün ve şirkin kökünün kazınacağı bildirilmektedir. Aynı husus başka Âyetlerde de bildirilmektedir:

12Allah, yedi göğü ve yerden de onlar kadarını oluşturandır. Allah'ın her şeye kâdir olduğunu ve Allah'ın bilgisinin, her şeyi kuşattığını bilesiniz diye buyruk gökler ve yer arasında iner durur. [Talâk/12]

25-28De ki: "O tehdit olunduğunuz şey yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi tanıyacak ben bilmiyorum. Rabbim, bütün görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilendir. Ve de elçilerden seçip hoşnut olduğu kişi hariç, göstermediğine, duyurmadığına, sezdirmediğine, geçmişe, geleceğe hiçbir kimseyi bilgi sahibi yapmaz. Çünkü O, Rablerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini bilsin diye onun her tarafından gözetleyiciler salar. O, onların yanında olan her şeyi kuşatmıştır, her şeyi de sayısı ile saymıştır." [Cinn/25- 28]

3,4Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler: "Bize o kıyâmetin kopuş anı gelmeyecektir" dediler. De ki: "Evet, gelecektir. Görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilen Rabbime andolsun ki iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan o kimselere –ki işte onlar kendileri için bir bağışlanma ve hatırı sayılır bir rızık olanlardır– karşılıklarını vermek için size kesinlikle gelecektir. O'ndan göklerde ve yerde zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi kesinlikle açık bir kitaptadır." [Sebe''/3]

59Görünmezin, duyulmazın, geçmişin, geleceğin anahtarları da yalnızca O'nun katındadır. O'ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. [En'âm/59]

6Ve yeryüzünde hiçbir küçük-büyük canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. Allah, onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır. [Hûd/6]
99,100,101,102,103,104) Biz, sana geçmiş olan şeylerin önemli haberlerinden bir kısmını böylece anlatıyoruz. Şüphe yok ki, sana katımızdan bir Öğüt/hatırlatma [Kur'ân] verdik. Kim Bizim verdiğimiz Öğüt'ten [Kitap'tan/Kur'ân'dan] mesafeli durursa, şüphesiz o, kıyâmet günü; Sûr'a üflendiği gün, sürekli içinde kalacakları bir yük yüklenecektir. Ve kıyâmet günü onlar için bu ne fena bir yüktür! Biz suçluları o gün, gözleri gövermiş olarak toplayacağız. Aralarında fısıldaşacaklar: "Siz dünyada sadece 'on gün' kaldınız." -Biz aralarında ne konuşacaklarını daha iyi biliriz.- Yolca en üstün olan "Siz ancak bir gün kaldınız" diyecektir.
Bu ayet grubunda Yüce Allah, geçmişe ait kıssaları bitirdiğini söyledikten sonra peygamberimizi muhatap alarak ona seslenmektedir. İnsanlara öğüt ve kılavuz olan Kur’an ile ilgili bilgilerin yer aldığı bu seslenişte; Kur’an’dan mesafeli duranların kıyamet gününde gözleri göğermiş hâlde toplanacakları, dünyada yüklendikleri şeyler sebebiyle ahirette içinden çıkılmayacak sıkıntılarla, altından kalkılmayacak yüklerle karşılaşacakları bildirilmektedir. Sonra da insanların Zikir [Öğüt] olarak nitelenen Kur’an’dan öğüt almaları istenmektedir. Hatırlanacak olursa, surenin başında da Kur’an’ın öğüt olma özelliği ön plâna çıkarılmıştı:

"Biz Kur’an’ı sana sıkıntıya düşesin /sıkıntı veresin [eşkıyalık yapasın] diye indirmeyip ancak haşyet duyan kimse için bir öğüt olmak üzere; yeryüzünü ve yüce gökleri yaratandan bir indirilişle indirdik."

GÖZLERİN GÖĞERMESİ

Bu ifade bir deyim olup "korkudan ve zayıflıktan dolayı gözlerin donup kalması" demektir. İnkârcıların, yalanlayıcıların, müşriklerin kıyamet günündeki hâlleri, İbrahim suresinde benzer bir ifade ile yer almıştır:

42,43Sakın şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanların yaptıklarından Allah'ın duyarsız/bilgisiz olduğunu sanma! Ancak O, onları, başlarını dikerek koşacakları, gözlerin dışa fırlayacağı bir gün için erteliyor. Onların bakışları kendilerine dönmez ve onların gönülleri bomboştur. [İbrahim/42]

103 ve 104. ayetlerde, mahşerde toplanan insanların kendi aralarında dünyada yeterli süre kalmadıkları hakkında konuşacakları bildirilmektedir. Bu konuşmalarda yer alan "on" ve "bir" ifadeleri genellikle azlıktan kinaye olarak "birkaç" anlamında kullanılır. Çokluktan yapılan kinaye ise 7, 70 ve 1000 sayıları ile ifade edilir. Dolayısıyla ayette geçen "on" sayısı "birkaç sene"yi ifade etmektedir.

Kâfirlerin dünyada geçirdikleri sürenin azlığından yakınmaları, eğer daha fazla süre verilse idi, kendilerinin de iman edip salihatı işleyecekleri yolundaki iddialarına dayanak bulabilme çabası sebebiyledir. Kâfirlerin düşeceği bu durumdan Kur’an’da pek çok yerde söz edilmektedir:

.
37Ve onlar, orada; cehennemde feryat ederler: "Rabbimiz! Bizleri çıkar, yapmış olduklarımızdan başka düzgün amel yapalım." –Size, sürekli düşünüp öğüt alan kişilerin, içindekileri sürekli düşünüp öğüt alacağı şeyi; gönderdiğimiz kitabı tanıyacağınız, düşünüp öğüt alacağınız kadar ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmişti. O hâlde tadın! Artık şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için bir yardımcı da yoktur.– [Fatır/37]

112Allah: "Yeryüzünde yıl sayısı olarak kaç yıl kaldınız?" dedi.

113Onlar: "Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. Haydi, sayanlara sor" dediler.

114Allah: "Siz sadece pek az bir süre kaldınız; keşke siz bilmiş olsaydınız!" dedi. [Müminun/112-114]

Sonra onlar onu görecekleri gün, dünyada bir akşam veya kuşluğundan başka durmamış gibidirler. [Naziat/46]

55Ve kıyâmetin kopacağı gün günahkarlar bir saatten fazla durmadıklarına yemin ederler. Onlar işte böyle döndürülüyorlardı.

56Kendilerine bilgi ve iman verilen kimseler de diyecekler ki: "Andolsun ki Allah'ın yazısında, dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu, ölümden sonra dirilme günüdür. Fakat siz bunu bilmiyordunuz." [Rum/55, 56]

Müminler için ise böyle bir durum söz konusu değildir. Onlar dünyada geçirdikleri zamandan şikâyet etmeden "öldük ve dirildik" demektedirler.

Zikirden, Allah’ın gönderdiği öğütlerden mesafeli duranlar Kur’an’da devamlı uyarılmışlardır:

17Artık dünyayı isteyenler, hiç Rabbinden açık bir belge üzere olan ve kendisini Rabbinden bir şâhitin takip ettiği ve de önünde bir önder ve rahmet olarak Mûsâ'nın kitabı bulunan kimse gibi midir? İşte böyle olanlar, Kur’ân'a inanırlar. Hangi karşıt gruptan olursa olsun kim Kur’ân'ı örtbas ederse, ona vaat edilen yer ateştir. İşte bütün bunlardan dolayı sen de Kur’ân'dan şüphe içinde olma. Kesinlikle o, Rabbinden bir hakktır/gerçektir. Fakat insanların çoğu iman etmiyorlar. [Hud/17]

97,98Ve Allah kime kılavuz olursa, işte o doğru yolu bulmuş olandır. Kimi de saptırırsa, artık bunlar için Allah'ın astlarından hiçbir yardımcı, koruyucu, yol gösterici yakın kimse bulamazsın. Ve Biz, onları kıyâmet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları hâlde, yüzleri üstü toplayacağız. Onların varacakları yer cehennemdir. Ne zaman ki cehennem dindi, onlara ateşi arttırırız. İşte bu, onların, âyetlerimizi/alâmetlerimizi/göstergelerimizi örtbas etmiş olmaları ve "Bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, biz yeni bir oluşturuluşla kesinlikle diriltilmiş mi olacağız?" demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır. [İsra/97]

Ta ha 7124-126

124-126Kim Benim anılmamdan/Benim öğüdümden mesafeli durursa, hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim/yaşam vardır. Kıyâmet günü de onu kör olarak toplantı alanına toplarız. O der ki: "Rabbim ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak bu yere çıkardın?" Allah der ki: "Bu böyledir, âyetlerimiz sana geldi de sen onları terk etmiştin; bu gün de aynı şekilde sen terk ediliyorsun/cezalandırılıyorsun."
74) Gerçek şu ki, her kim Rabbine suçlu olarak varırsa, şüphesiz ki ona cehennem vardır. Orada ölmez ve dirilmez.
75,76) Ve kim Rabbine bir mü'min olarak düzeltmeye yönelik işler yapmış olduğu hâlde varırsa, işte onlar; en yüksek dereceler, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri kendilerinin olacak olanlardır. Onlar, orada sonsuz olarak kalacaklardır. Ve işte bu, arınan kimselerin karşılığıdır.
Bu âyet gurubu, bazı yorumcular tarafından bilginlerin Firavun'a verdikleri cevabın devamı olarak kabul edilmiştir. Biz ise bu âyetlerin konunun akışı içinde Rabbimizin genele hitap eden ayrı bir necm olduğunu düşünüyor, bu sözlerin bilginlere ait olmasını mümkün görmüyoruz. Zira ancak karşılaşmadan sonra imana gelmiş olan bilginlerin bu ilâhî ilkeleri böyle ayrıntılarıyla bilmeleri ve onu burada tebliğ etmeleri söz konusu olamaz.

Âyetlerin mesajına gelince: Bu âyetlerde bağışlanmanın ve cenneti hak etmenin koşulları açıklanmaktadır.

Bu genel mesajlar pek çok âyette verilmiştir:

* Yaşadığınız çağın insanlık hâli kanıttır ki iman eden, düzeltmeye yönelik işler yapan, hakkı tavsiyeleşen; birbirinin olmazsa olmazı sayan/öğütleşen ve sabrı tavsiyeleşenlerin; birbirinin olmazsa olmazı sayanların /öğütleşenlerin dışındaki tüm insanlar, kesinlikle tam bir kayıp, zarar, bunalım, acı içindedir. [Asr/1-3]

* Kesinlikle, inananlar durumlarını korudular/zafer kazandılar. Onlar, salâtlarında [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmalarında; toplumu aydınlatmaya çalışmalarında] gösterişsiz/samimi olan kimselerdir. Ve onlar, boş şeylerden yüz çeviren kimselerdir, Ve onlar, zekâtı işleyen/vergiyi veren kimselerdir, Ve onlar, iffetlerini koruyan kimselerdir, –eşleri veya sözleşmelerinin sahip oldukları ayrı, çünkü bundan dolayı kınanamazlar, oysa bunun ötesine gitmek isteyenler, işte onlar, sınırları aşanların ta kendileridir.– Ve onlar, emanetlerine ve antlaşmalarına riâyet eden kimselerdir. Ve onlar, salâtlarını [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını] koruyan kimselerdir. İşte onlar, içinde temelli kalacakları Firdevs cennetine son sahip olan son sahiplerin ta kendileridir. (Mü’minun/1-11)

* Elif/1, Lâm/30, Mîm/40. İşte bu kitap; kendisinde hiç kuşku yoktur, ıssız yerlerde iman eden, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutan], kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden Allah yolunda harcama yapan/başta yakınları olmak üzere başkalarının nafakalarını sağlayan, sana indirilene ve senden önce indirilene iman eden Allah'ın koruması altına girmiş kişiler –ki bunlar, âhirete de kesinlikle inanırlar– için bir kılavuzdur. İşte bunlar, Rablerinden bir kılavuz üzerindedirler. Yine işte bunlar, kurtulanların, kazançlı çıkanların ta kendileridir. (Bakara/1-5)

* Bundan dolayı sen hemen öğüt ver, eğer öğüt yarar sağlıyorsa/ sağlayacaksa; saygısı olan öğüt alacaktır. En mutsuz olacak olan kişi de ondan kaçınacaktır. O kişi, en büyük ateşe yaslanacaktır. Sonra onun içinde ne ölecek ne de hayat bulacaktır. Arınan, Rabbinin adını anıp da salât eden; mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olan; toplumu aydınlatmaya çalışan kimse kesinlikle kendini kurtarmıştır. Fakat siz şu basit dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve devamlı kalıcıdır. [A'la/9–17)]
80,81,82) Ey İsrâîloğulları! Sizleri düşmanınızdan kurtardık ve Musa aranızda değilken; içinizde elçi yok iken size söz verdik, üzerinize de kudret helvası ve bıldırcın/bal indirdik. –Sizi rızıklandırdığımız şeylerin temizlerinden yiyin ve bunda aşırı gitmeyin, sonra üzerinize hoşnutsuzluğum iner. Kimin üzerine de hoşnutsuzluğum inerse, kesinlikle o iner [düşer, mahvolur]. Ve şüphe yok ki Ben, tevbe eden, iman edip sâlihi işleyen, sonra da kılavuzlandığı doğru yolu bulan kimse için çok bağışlayıcıyım.–[#151]
Kıssanın anlatımı arasına bir parantez olarak girmiş olan bu Âyetler, Firavun'un zulmünden kurtarılan İsrâîloğulları ile yapılan sözleşmenin özetidir. Dolayısıyla Âyetlerin başındaki hitap da Mekke'deki İsrâîloğulları'na yönelik bir hitap değildir. Zira bu Âyetlerde İsrâîloğulları'na verildiği söylenen nimetler, Kur'ân'ın diğer Âyetlerindeki anlatımlardan da anlaşılacağı gibi, nehirden geçirilmiş olan İsrâîloğullarına verilen nimetlerdir. Hatırlanacağı üzere A'râf Sûresi'nin 160. Âyetinde kendilerine المنّ - menne = kudret helvası ve السّلو - selvâ = bıldırcın/ bal bahşedildiği bildirilen, yani bal börekle beslenen, bir eli yağda bir eli balda olan İsrâîloğulları, Mûsâ peygamber ile birlikte olan İsrâîloğulları'dır.



Not: Ayetteki "جَانِبِ الطُّورِ الْأَيْمَنِ Canibe’t Turi’l eymeni" tamlaması ile ilgili Meryem/52’de ayrıntılı bilgi verilmişti.

Burada sözleşme kapsamında olması sebebiyle sadece İsrâîloğulları için bahsedilmiş gibi görünen güzel nimetler, aslında herkesin istifadesine sunulmuştur. Çünkü Yüce Allah kullarına her zaman tayyibattan yemelerini ve haramlardan uzak durmalarını emretmiştir:

* Ey iman etmiş kişiler! Eğer siz yalnızca O'na kulluk ediyorsanız, sizi rızıklandırdığımız şeylerin hoş, temiz ve yararlı olanlarından yiyin ve verdiği nimetlerin karşılığını Allah'a ödeyin. [Bakara/172]

82. Âyette Rabbimiz Kur'ân'da çokça yer alan ve ğaffâr, ğafûr, ğâfir sözcükleriyle ifade edilen "bağışlayıcılık" sıfatını ön plâna çıkarmış ve tövbe ettikten sonra doğru yoldan ayrılmayan kimseler için bağışlama kapılarını açmıştır.
105,106,107) Sana dağlardan soruyorlar, de ki: "Rabbim onları savurdukça savuracaktır. Böylece onları dümdüz boş bir hâlde bırakacak. Orada bir çukur ve bir tümsek görmeyeceksin."
108) O gün, hiçbir eğriliği olmayan O davetçiye uyarlar ve Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah] için sesler kısılmıştır. Artık sadece hafif bir ses duyacaksın.
109) O gün, Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] kendisine izin verdiği ve sözce hoşnut olduğu kimseler hariç, yardım-destek, yarar sağlamaz.
105–109. Ayetler:

Surenin bu bölümünde kıyamet ve ahirete ait sahnelere yer verilmiştir. O gün dünyanın dümdüz hâle geleceği, herkesin ses bile çıkarmadan son derece saygılı biçimde; pürüzsüz çağırıcının [Allah’ın] davetine koşacağı ve Allah’ın izin vermediği, razı olmadığı hiç kimsenin yardım görmeyeceği bildirilmiştir.

105. ayetin "Sana dağlardan soruyorlar" diye başlaması, ahireti kabul etmeyenlerin peygamberimize muhtemelen şöyle bir soru yönelttiklerini düşündürmektedir: "Okuduğun ayetlere göre o gün bütün insanlar dümdüz bir alanda toplanacaklarsa, bu yüksek dağlar kıyamet gününde nereye gidecek?" İşte Rabbimiz 105–107. ayetlerde bu sorunun cevabını vermektedir.

Kıyamet gününde yeryüzünün nasıl bir hâl alacağı Kur’an’da pek çok yerde tarif edilmiş ve Rabbimiz o gün kendi güç ve iradesiyle yapacaklarını değişik yönleriyle açıklamıştır:

İnşikak 1-5gök yarıldığı, Rabbine kulak verdiği ve gerçekleştirildiği zaman; yeryüzü de dümdüz olduğu, içinde ne varsa attığı, boşaldığı ve Rabbine kulak verdiği ve gerçekleştirildiği zaman 19buyruk, Allah'a aittir. [İnşikak/1-5]

48-51O gün, Allah'ın, her nefsi kazandığı ile karşılıklandırması için, yeryüzü bir başka yeryüzüyle değiştirilecek, gökler de. Ve onlar, Bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah için ortaya çıkacaklardır. O gün, suçluları zincire vurulmuş olarak görürsün. Onların gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş kaplayacaktır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. [İbrahim/48-51]

Bu konuda ayrıca şu ayetlere de bakılabilir: Tekvir/6, Kehf/47, Tur/9, 10, Vakıa/4–6, Hakkah/13–15, Mürselat/10, Mearic/9, Kariah/5, Müzzemmil/14, Nebe’/20.

108. ayette geçen "pürüzsüz davetçi" ifadesindeki "pürüzsüz" sıfatı, kıyamet gününde yeryüzünün "dümdüz" hâle gelecek olmasıyla sanatsal bir uyum göstermektedir. Tabiî ki sözü edilen Davetçi, Kaf suresinin 41. ayetinin tahlilinde belirttiğimiz gibi Yüce Allah’ın bizzat Kendisidir.

109. ayette Rabbimiz, kendisine izin verdiği ve sözce hoşnut olduğu kimseler hariç, ahirette şefaatin kimseye fayda sağlamayacağını bildirmiştir. Hatırlanacak olursa, bu ayetin bir benzeri de Meryem suresinin 87. ayetidir. Rabbimiz, orada da Rahman’ın katında bir ahd almış olan kimse hariç, kimsenin şefaate sahip olamayacağını farklı bir üslûpla bildirmiştir. Şefaat kavramı hakkındaki ayrıntılı açıklama Necm suresinin tahlilinde verildiği için bu konuya daha fazla girmiyoruz.

Ancak kuralın istisnaları ile ilgili olarak Rabbimizin bildirdikleri üzerinde bir cümle ile durmak istiyoruz: Şefaatle ilgili olarak Meryem/87’deki "Rahman’ın katında ahd almış olan kimse hariç" şeklindeki istisna, yüzlerce ayette bildirildiği gibi nasıl "iman edenler ve salihatı işleyenler" ise, bu surenin 109. ayetindeki "izin verdiği ve sözce hoşnut olduğu kimseler hariç" şeklindeki istisna da yine yüzlerce ayette bildirildiği gibi "iman edenler ve salihatı işleyenler"dir. Yani Rabbimizin her iki ayetteki istisna cümlelerinden anlaşılan odur ki, "iman eden ve salihatı işleyenler" dışında hiç kimse Allah’tan şefaat beklentisinde olmamalıdır.
110) Allah, yardım görmeyenlerin önlerindeki ve arkalarındaki şeyleri bilir. Onlar ise O'nu bilgice kuşatamazlar.
111) Ve kişiler, diri ve bütün yarattıklarını gözetip duran Allah için baş eğmiştir. Bir şirke bulaşarak yanlış; kendi zararlarına iş taşıyan kimseler gerçekten zarara uğramıştır.
112) Ve her kim iman eden biri olarak düzeltmeye yönelik işlerden yaparsa, artık o, bir haksızlıktan ve hakkının yenileceğinden korkmaz.
110–112. Ayetler:

110 ve 111. ayetlerde, Rahman’ın şefaate izin vermeyeceği kişiler [ahirette yardım görmeyecek olanlar] ile ilgili açıklamalar yer almaktadır. Yüce Allah bu kimselerin ne işlediklerini bildiği gibi, eserleri olarak arkalarından yapılanları da bilmektedir ve cezalandırmayı ona göre yapacaktır. O gün herkes çaresiz olarak baş eğecek, Allah’ın dininden uzak kalıp O’nun koyduğu ilkelere ters davrananlar ve bu ilkeleri yok sayanlar mutlaka cezalandırılacaklardır. Buna karşılık, iman edip salihatı işleyenler ise haklarından mahrum bırakılacakları veya suçsuz oldukları hâlde cezalandırılacakları gibi bir korku ve şüpheye kapılmayacaklardır.

13Ve biz o kılavuzu/Kur’ân'ı dinlediğimizde ona iman ettik. Onun için kim Rabbine inanırsa, o hakkının eksik verilmesinden ve haksızlığa uğramaktan/aptal yerine konmaktan, kendisine aşırı yük yüklenilmesinden korkmaz. [Cinn/13]

Zilzal 7,8Artık her kim, zerre miktarı bir hayır işlerse onu görecek, her kim de zerre miktarı bir şer işlerse onu görecektir. [Zilzal/7, 8]

95Ve Allah'ın ahdini/Allah'a verilen sözleri az bir bedel karşılığında satmayın. Eğer bilirseniz kesinlikle Allah katındaki; o, sizin için daha hayırlıdır.

96Sizin yanınızdaki tükenir, Allah'ın katındaki ise kalıcıdır. Ve Biz kesinlikle sabredenlere ecirlerini, yaptıklarının daha güzeli olarak karşılık vereceğiz.

97Erkek-dişi, mü’min olarak kim iyi amel işlerse kesinlikle onu güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini, yapmış oldukları amellerin daha güzeliyle ödüllendireceğiz. [Nahl/95–97]

İman edip salihatı işleyenlerin korku duymayacaklarını bildiren 112. ayette, dikkat edilmesi gereken bir nokta daha vardır. Ayetin ifadesinden anlaşıldığına göre, amelin yararlı sayılması iman şartına bağlanmıştır. Bu, imansızların ne yaparlarsa yapsınlar cehennemden kurtulamayacaklarını göstermektedir:

91Şüphesiz ki küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve bu durumda oldukları hâlde de ölen şu kişilerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın –onu fidye/kurtulmalık verseler bile– asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. [Âl-i Imran/91]

19Kim de âhireti isterse ve mü’min olarak âhirete yaraşır bir çaba ile âhiret için çalışırsa, işte

öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir. [İsra/19]

94Öyleyse kim inanmış olarak düzeltmeye yönelik işler yaparsa onun emeği için iyilikbilmezlik edilmeyecektir. Biz, hiç şüphesiz onu yazanlarız da. [Enbiya/94]

105İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O'na ulaşmayı bilerek reddetmiş/inanmamış kimselerdi de bu yüzden yaptıkları bütün amelleri boşa gitti. Artık kıyâmet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız/hiç bir değer vermeyiz. [Kehf/105]

16İşte onlar, kendileri için, âhirette ateşten başka bir şey olmayanlardır. Yapıp ürettikleri de orada boşa gitmiştir. Yaptıkları şeyler de kaybolup gitmeye mahkûmdur. [Hud/16]

Bu konuda ayrıca şu ayetlere bakılabilir: Bakara/217, Âl-i Imran/23, Maide/5, 53, En’âm/88, A’râf/147, Tövbe/17, 69, Zümer/65, Ahzab/19, Muhammed/9, 28, 32.

113) Ve işte böylece Biz Allah'ın koruması altına girsinler yahut onlara yeni bir öğüt oluştursun diye onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik. Onda tehditlerden tekrar tekrar açıklama yaptık.
114) İşte hak olan, biricik hükümdar olan Allah ne yücedir! Onun vahyi sana tamamlanmadan evvel, okumayı/öğretmeyi acele etme ve "Rabbim, bana bilgiyi artır!" de.
113, 114. Ayetler:

Bu ayetlerin nüzul sebebi hakkında klasik eserlerde birçok sebep nakledilmiştir. Herhangi bir değeri olmamakla birlikte örnek teşkil etmesi bakımından bu nakillerden birkaçını sunmayı yararlı görüyoruz:

.........

c- Dahhâk şöyle demektedir: "Mekkeliler ve Necef şehrinin Piskoposu: "Ey Muhammed (s.a.s), bize şunu söyle. Biz sana üç gün mühlet tanıyoruz" demişlerdir. Derken, vahiy gecikir. Bunun üzerine etrafta, "Yahudiler Muhammedi mağlup etti" şayiası yayılır. Bu sebepten dolayı, "... Kur'ân'da acele etme" ayeti nazil oldu, bu "Onun Levh-i Mahfuz’dan İsrafil'e, İsrafil’den Cebrail'e, Cebrail'den sana vahyi tamamlanmazdan önce, onun inmesi hususunda acele etme de, ‘Ey Rabbim, ilmimi arttır!’ de!" demektir.

d- Hasan el-Basri: "Bir kadın Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelerek, "Kocam yüzüme tokat attı' dedi. Bunun üzerine de Hz. Peygamber (s.a.s) "Aranızda kısas uygulanır" buyurdu. İşte bunun üzerine, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kur'ân'da acele etme" hitabı nazil oldu da, Hz. Peygamber (s.a.s) kısas uygulamadan vazgeçti. Derken, Cenâb-ı Hakk'ın ayeti (Nisa/34) iniverdi" demiştir. Bu uzak bir ihtimaldir. İtimada şayan olanı ise, ilk izahtır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbim, benim ilmimi arttır' de" ifadesinde gelince, bu, "Allah Subhanehû ve Teâlâ, Hz. Peygamber'e, Kur'ân'ın tamamlanması veyahut ta, kendisine inen vahyin beyanı ile ortaya çıkacak olan ilminin artması hususunda, kendisine, Allah'a sığınmasını emretmiştir" demiştir. [Razi; 113. Ayet ile ilgili açıklamalar]

Kur’an’ın ön plâna çıkarıldığı bu ayetlerde, insanların takva sahibi olmaları veya yeni bir öğüt almaları için tehditlerin tekrar tekrar açıklandığı bildirildikten sonra peygamberimize de Kur’an ile ilgili olarak nasıl davranması gerektiği talim edilmektedir. Buna göre elçi, herhangi bir konuda acele cevap vererek hemen çözüm getirmeye yanaşmamalı, Allah’tan sürekli olarak kendisine bilginin artırılmasını istemelidir.

114. ayet, Kur’an’ı iyi anlamak ve onu doğru yaşamak için gerekli çok önemli bir ilkeyi daha ortaya koymaktadır. Bu ilkeyi daha evvel Müzzemmil ve Furkan surelerinde bildirilmiş olan tertil ilkesiyle [Kur’an’ı iniş sırasına göre ayırma, birbirine karıştırmama yöntemiyle] birlikte mütalâa edersek, ortaya şöyle bir sonuç çıkar: Kur’an’ı tam olarak anlamak isteyen kimse, aceleci davranmaktan, yani bir konuya ait ayetlerin tümünü göz önüne almadan o konu hakkında acele ile sonuçlar çıkarmaktan sakınmalı, daima Kur’an’ı bir bütün olarak ele almalıdır.
115) Ve andolsun Biz, bundan önce Âdem'den söz aldık da o aklından çıkardı, yapmadı ve Biz, onda bir kararlılık bulmadık.
116) Ve Biz bir zaman doğa güçlerine,[#152] "Âdem için boyun eğip teslimiyet gösterin!" dedik de İblis/düşünce yetisi[#153] hariç hepsi boyun eğip teslimiyet gösterdiler, o dayattı.
117,118,119) Sonra da Biz, "Ey Âdem! Şüphesiz İblis sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra bedbaht olursun, kesinlikle senin aç kalıp bunalmaman ve çıplak kalmaman cennettedir. Ve sen orada susuz kalmazsın ve güneşin sıcağında kalmazsın" dedik.
120) Sonunda şeytan ona vesvese verdi. Dedi ki: "Ey Âdem! Sana sonsuzluğun ağacı ve eskimez/çökmez mülk/saltanat için rehberlik edeyim mi?"
121) Bunun üzerine ikisi de mal-mülk, altın tutkunu oldular.[#154] Hemen çirkinlikleri kendilerine açılıp görünüverdi. Ve kendi zararlarına, cennet yaprağından örtüp istifçiliğe başladılar. Âdem, Rabbine asi oldu da şaşırdı/azdı.
122) Sonra Rabbi, onu seçti de tevbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi.
123) Allah, o ikisine: "Birbirinize düşman olmak üzere hepiniz oradan alçalın. Artık Benden size bir kılavuz geldiği zaman, kim Benim kılavuzuma uyarsa, işte o, sapıklığa düşmez ve mutsuz olmaz" dedi.
115-123. ayetler

Bu necmde konu edilen bilgiler ve uyarılar daha evvel Sad ve A’râf surelerinde ayrıntılı olarak tahlil edildiği için, burada sadece o ayetlerin mealini sunmak ve Âdem’in içinde yaşadığı cennetle ilgili açıklamamızı tekrar vermekle yetiniyoruz:

71,72Hani Rabbin bir zaman evrendeki güçlere, "Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer oluşturucuyum. Onu düzgünleştirip bilgili hâle getirdiğim zaman derhal ona boyun eğip teslim olun" demişti.

73,74Bunun üzerine İblis/düşünce yetisi hariç evrendeki güçlerin tümü hep birlikte boyun eğip teslimiyet gösterdiler, İblis büyüklük tasladı ve görmezden gelenlerden oldu.

75Allah, "Ey İblis! O benim iki elimle/kudretimle oluşturduğuma boyun eğip teslim olmana ne engel oldu? Büyüklendin mi? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?" dedi.

76İblis dedi ki: "Ben ondan hayırlıyım. Beni enerjiden oluşturdun, onu ise maddeden oluşturdun."

77,78Allah, "Hemen çık oradan, artık sen kesinlikle kovulmuşsun, /katilin, asılsız söz ve düşünce üretenin, karanlığa taş atanın tekisin, "Elbette hayırdan uzak tutmam da karşılık gününe kadar senin üzerindedir" dedi.

79İblis, "Rabbim! O hâlde tekrar diriltilecekleri güne kadar bana süre ver" dedi.

80,81Allah, "Haydi, sen belirli bir vakte kadar süre verilenlerdensin" dedi.

82,83İblis, "Öyle ise en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan; mutlak galip oluşuna yemin ederim ki ben onların hepsini; –içlerinden arıtılmış kulların hariç– kesinlikle azdıracağım" dedi.

84Allah dedi ki: "Gerçek budur. Ben de şu gerçeği söylüyorum: "85Andolsun ki cehennemi kesinlikle senden ve onların sana uyanlarından; hepinizden dolduracağım." [Sad/71–85]

11Ve hiç kuşkusuz Biz, sizi oluşturduk, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da evrendeki güçlere, "Âdem'e/bilgilenmiş, vahiy almış insana boyun eğip teslim olun" dedik; İblis/düşünce yetisi hariç onlar hemen boyun eğip teslim oldular; o, boyun eğip teslim olanlardan olmadı.

12Allah, "Sana emrettiğim zaman, seni boyun eğip teslimiyet göstermekten ne alıkoydu?" dedi. İblis, "Ben, ondan hayırlıyım; beni ateşten/enerjiden oluşturdun, onu da çamurdan/maddeden oluşturdun" dedi.

13Allah, "Öyleyse oradan hemen alçal, senin için orada büyüklük taslamak olmaz, hemen çık, sen kesinlikle aşağılıklardansın" dedi.

14İblis, "Yeniden diriltilecekleri güne kadar bana süre ver" dedi.

15Allah, "Sen süre verilmişlerdensin" dedi.

16,17İblis, "Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, andolsun ki ben, onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine andolsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenler bulmayacaksın" dedi.

18Allah, "Haydi, sen, yerilmiş ve itilmiş olarak oradan çık. Onlardan sana kim uyarsa, andolsun ki sizin hepinizden cehennemi dolduracağım" 19Ve, "Ey Âdem/bilgilenmiş, vahiy almış insan! Sen ve eşin cennete yerleşin, dilediğiniz yerden de yiyin ve girift, çekişmenin kaynağı olan şu şeye yaklaşmayın; malın-mülkün, paranın-pulun tutkunu olmayın, yoksa yanlış; kendine zararlı iş yapanlardan olursunuz" dedi.

20Derken İblis, onların kendilerinden gizli kalan çirkinliklerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi. Ve "Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek/iradesiz güç olmanız ya da sonsuz olarak kalıcılardan/gelişmeyen, değişmeyen birer varlık olmanız için sizi girift, çekişmenin kaynağı olan şu şeyden; maldan-mülkten, paradan-puldan men etti/bunları size yasakladı" dedi. 21Ve "Elbette ben, size öğüt verenlerdenim" diye onlara yemin etti/kanıtlar ileri sürdü. 22Böylece onları aldatarak aşağılığa düşürdü. Onlar girift, çekişmenin kaynağı olan şeyin; malın-mülkün, paranın-pulun tadına varınca, hırsları, doyumsuzlukları devreye girdi ve mal-mülk, para-pul istifçiliğine başladılar. Rableri onlara seslendi: "Ben, size mal-mülk, para-pul tutkunu olmayı yasaklamadım mı ve size, ‘Bu şeytân, kesinlikle sizin için apaçık düşmandır’ demedim mi?"

23Onlar/her ikisi, "Ey Rabbimiz! Biz kendimize haksızlık ettik ve eğer bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle işlem yapmazsan kesinlikle zarara uğrayacaklardan oluruz!" dediler.

24Allah, "Birbirinize düşman olarak alçalın, sizin için yeryüzünde bir süreye kadar kalmak ve yararlanmak vardır" dedi.

25Allah, "Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan çıkarılacaksınız" dedi. [A’râf/11–27]

122. ayette bildirildiği gibi, Âdem’in içinde yaşarken isyan edip azgınlıkta bulunduğu, sonra tövbe ettiği ve tövbesinin kabul edildiği cennetin neresi olduğu hususu yine A’râf suresindeki açıklamamızda yer almaktadır:

ÂDEM’İN CENNETİ

Bakara/30, Ta Ha/55, Müminun/79, Sad/71, Hicr/26, İsra/61-65 ve Secde/7 gibi Kur’an’ın bir çok ayetinde bildirildiğine göre Âdem ve insanlar topraktan yaratılmışlardır. Âdem ve tüm insanlığın ilk yaratıldığı toprak, başka bir âlemde veya cennette değil, bu arzda, yani yeryüzündedir. Dolayısıyla buradaki "cennet" sözcüğünden ahiretteki cennet anlaşılmamalıdır. Zaten "cennet"in esas sözcük anlamı da "yeşili ve ormanı toprağı örten sulak arazi parçası" demektir. Cennet sözcüğü, Bakara/265, Sebe’/15, 16, Kehf/32-40, Necm/15, Kalem/17 ve daha birçok ayette de bu anlamda kullanılmıştır.

Diğer taraftan, ahiretteki cennetin birçok niteliği Kur’an’da açıklanmıştır. Kur’an ayetlerinde verilen bu açıklamalara göre, ahiretteki cennet öncelikle ebedîlik yurdu olup nimetleri tükenici değildir. Ayrıca orada boş lâkırdı, günaha girme olmadığı gibi, herhangi bir şeyin yasaklanması da söz konusu değildir. Oysa Âdem’in yerleştirildiği cennette her şey geçicidir ve Âdem orada yasaklanmıştır. (Bakara/25, Fatır/33-35, Saffat/40-49, Duhan/51-57, Tur/17-24, Rahman/46-78, Vakıa/10-40, Mümtehine/21-24, İnsan/5-22, Nebe’/31-37, Tur/17-28, Zühruf/68-73, Ta Ha/120)

Sonuç olarak, Âdem mükâfat yurdu olan cennette yaratılıp da oradan dünyaya indirilmiş değildir. Bize göre Âdem, yeryüzünün yeşil, ormanlık, sulak bir bölgesinde yaratılmış ve oradan, cennet niteliği olmayan başka bir bölgeye [çöle] düşürülmüştür.

Âdem kıssası, bu surede sekiz ayetten oluşan bir necm ile özetlenmiştir. Kitab-ı Mukaddes’te (Tekvin; 1–3. Bablar) anlatılanlarla karşılaştırmayı öneririz.
124,125,126) Kim Benim anılmamdan/Benim öğüdümden mesafeli durursa, hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim/yaşam vardır. Kıyâmet günü de onu kör olarak toplantı alanına toplarız. O der ki: "Rabbim ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak bu yere çıkardın?" Allah der ki: "Bu böyledir, âyetlerimiz sana geldi de sen onları terk etmiştin; bugün de aynı şekilde sen terk ediliyorsun/cezalandırılıyorsun."
127) Ve işte Biz, gerçeği bütünüyle ortaya koymayanları ve Rabbinin ayetlerine inanmayanları böyle cezalandırırız. Ve ahiretin azabı kesinlikle daha şiddetli ve daha süreklidir.
124–127. Ayetler:

Görüldüğü gibi, 113. ayette başlayan Kur’an ile ilgili necm, 115–123. ayetlerden oluşan Âdem ile ilgili necmin mushaf tertibi sırasında araya sokulmasından sonra, kaldığı yerden devam etmektedir.

Benzer cümlelerle 101, 102. ayetlerde de ifade edilmiş olan bu ayetlerin bildirdiğine göre; Allah’ın zikrinden [O’nun anılmasından, öğüdünden, gönderdiği kitaplardan] yüz çevirenler, hem dünyada zor ve sıkıntılı bir yaşam sürecekler, hem de ahirette daha çetin bir azap ile cezalandırılacaklardır. Zikirden yüz çevirerek yüzlerce kez kendilerine yapılmış uyarıları görmezden gelen bu şaşkınlar, ayrıca mahşerde kör olarak haşredilmek suretiyle de rencide edileceklerdir.

124. ayette geçen "sıkıntılı yaşam" ifadesi, yanlış yorumlarla açıklanmaya çalışılmış ve kimileri bu sıkıntının kabirde yaşanacağını ileri sürerken, kimileri de ahirette çekileceğini iddia etmişlerdir. Ancak bu görüşlerin ikisi de doğru değildir. Çünkü Kur’an’a göre "kabir hayatı" diye bir hayat söz konusu olmadığı gibi, ahirette yaşanacak sıkıntılar da zaten ayetin devamında ayrıca yer almaktadır. Burada konu edilen sıkıntılar dünya hayatındaki sıkıntılar olup Rabbimiz bu sıkıntıları birçok ayette açıklamıştır:

* Ve hani bir zamanlar siz, "Ey Mûsâ! Biz, tek yemeğe asla dayanamayız, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın" demiştiniz. Mûsâ da size, "O, üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır" demişti. Ve üzerlerine aşağılık ve meskenet damgalandı ve sonunda Allah'tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, küfretmiş; Allah'ın âyetlerini bilerek reddetmiş olmaları ve peygamberleri haksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir. [Bakara/61]

* Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i ve kendilerine Rablerinden indirilen Kur’ân'ı ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından [her yönden] besleneceklerdi. Onlardan bir kısmı orta yol tutan; bazısına inanıp bazısına inanmayan, inanmadığı hâlde inanmış gözüken önderli bir toplumdur. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür! [Maide/66]

* Ve eğer o kentlerin halkı inansalardı ve Allah'ın koruması altına girselerdi, elbette üzerlerine gökten ve yerden olan bollukları açardık. Velâkin onlar yalanladılar. Biz de onları yapıp durmakta olduklarına karşılık yakalayıverdik. [A’râf 96]

Ve Nuh/10–12, Cinn/16, 17 ve Nahl/97.

Rabbimizin 127. ayetteki beyanı da dikkatlerden kaçmamalıdır. Çünkü bu ayette, "ayetlere inanmayanlar" yanında "sınırları aşanlar" da cezalandırılacaklar arasına eklenmiştir.
128) Meskenlerinde gezip durdukları şu kendilerinden önce yok ettiğimiz bunca nesiller, onlar için kılavuz olmadı mı? Şüphesiz ki bunda akıl sahibi olanlar için nice deliller vardır.
129) Ve eğer Rabbinden bir Söz[#155] ve adı konmuş bir süre sonu olmasaydı, kesinlikle kaçınılmaz olurdu.
128, 129. Ayetler:

Bu ayetlerin ilk muhatabı peygamberimiz olmakla birlikte, dolaylı olarak önce Mekkelilere sonra da tüm zamanlardaki insanlara hitap edilmektedir. Rabbimiz geçmişte yok edilmiş nesillerin izlerinin araştırılıp bulunmasını ve bu izlerin gezilip görülerek onlardan ibret alınmasını istemektedir. Zaten geçmiş nesillere ait birçok kıssanın Kur’an’da yer alması da yine Rabbimizin insanların ibret alarak tefekküre yönelmelerini ve doğru yolu bulmalarını istemesi sebebiyledir.

46Peki onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki kendilerinin, akıl edecekleri kalpleri ve işitecekleri kulakları olsun. İşte, şüphe yok ki, gözler kör olmaz, fakat göğüslerin içindeki kalpler kör olur. [Hacc/46]

129. ayet, suçlulara hemen ceza verilmeyişinin onlara hiç ceza verilmeyeceği anlamına gelmediğini, bunun cezanın belirlenmiş bir zamana ertelendiği için böyle olduğunu bildirmektedir.

Ayette konu edilen
Söz, Rabbimizin cezaları "adı konmuş süreye erteleme" ilkesidir. Yüce Allah, bu ilkesinden ve bu ilkeyi bozmayacağından başka ayetlerde de bahsetmiştir:

14Ve onlar, ancak kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki taşkınlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından "adı konmuş bir süre sonuna kadar" sözü geçmemiş olsaydı aralarında kesinlikle gerçekleştirilirdi. Ve şüphesiz kendilerinden sonra Kitab'a vâris kılınan kişiler, Kur’ân'dan kesinlikle kararsızlığa götüren bir kuşku içindedirler. [Şûra/14]

Hud 110

45Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları şeyler dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde küçük-büyük hiçbir canlıyı bırakmazdı. Velâkin onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda süre sonları geldiği zaman da artık şüphesiz Allah, Kendi kullarını en iyi görendir. [Fatır/45]

Nahl/61

61Ve eğer Allah, yanlış işleri nedeniyle insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, yeryüzünün üstünde irili-ufaklı tüm canlılardan hiçbir şey bırakmazdı. Velâkin onları adı konulmuş bir süreye kadar erteler. Artık onların sürelerinin sonu gelince de ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler.

İbrahim/42

42,43Sakın şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanların yaptıklarından Allah'ın duyarsız/bilgisiz olduğunu sanma! Ancak O, onları, başlarını dikerek koşacakları, gözlerin dışa fırlayacağı bir gün için erteliyor. Onların bakışları kendilerine dönmez ve onların gönülleri bomboştur.

Ayrıca Fussılet/45 ve Ta Ha/129’da da aynı ilkeye değinilmiştir.

Bu açıklamalardan sonra anlaşılmaktadır ki: Şayet Yüce Allah daha önce insanların anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm verme işini kıyamet gününden önce yapacağına dair bir Söz söylemiş olsaydı, elbette hükmünü dünya hayatında gerçekleştirir ve amelleri sebebiyle müminleri cennete, kâfirleri de cehenneme koyardı. Fakat Yüce Allah insanlara -neler yapacaklarını tam olarak bilmekle beraber- özgür irade ve yeterli süre vermek suretiyle fırsat tanımış, verdiği sürenin vadesi olarak da kıyamet gününü tespit etmiştir.
130) Artık onların söylediklerine sabret, hoşnutluğa erebilmen için güneşin doğuşundan önce de batışından önce de Rabbinin övgüsü ile birlikte Allah'ı tanıt/noksanlıklardan uzak olduğunu öğret! Gecenin bazı saatleriyle gündüzün her tarafında da Allah'ı tanıt/noksanlıklardan uzak olduğunu öğret!
131) Ve kendilerini imtihan etmek için, basit dünya hayatının süsü olarak, onlardan kimi çiftleri kendileriyle yararlandırdığımız mal, mülk, evlat ve saltanata sakın gözlerini dikme/rağbetle bakma. Ve Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir.
132) Ve ehline salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı] emret, kendin de ona sabırla devam et. Biz senden bir rızık istemiyoruz. Seni Biz rızıklandırıyoruz. Akıbet, "Allah'ın koruması altında olma" içindir.
Bu ayetlerde peygamberimizden:

*Müşriklerden gelen sıkıntılar ve görevinin zorluğu karşısında sabırlı olması,

* Sürekli olarak, özellikle de Arapların en faal oldukları Güneş’in doğuşundan ve batışından önceki saatlerde onların karşısına çıkıp Rabbini tesbih etmesi,

*Kendisi sıkıntılar içinde yüzse de, çevresindeki inançsızların bolluk içinde yaşamalarına özenmemesi,

*Ehline [ailesine, yakınlarına] salâtı [ sosyal destekte bulunmayı] emretmesi ve kendisinin de bu görevi sürekli yapması istenmektedir.

130. ayette konu edilen "tesbih", çarpıtılarak "namaz" yapılmış ve bu ayet namazın beş vakit olduğuna kanıt gösterilmiştir. Oysa ayette konu edilen "tesbih", namazdan önemli ve daha etkin bir ibadettir. Daha önce Kalem, A’la ve Kaf surelerinde de açıklandığı gibi, "tesbih", "Yaratanı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmak" demektir. Dolayısıyla Yüce Allah’ı tesbih etmek, "O’nu müşriklerin, bilgisizlerin yakıştırdıkları noksanlıklardan, iftiralardan tenzih etmek ve sıfatları gereğince yüceltmek" demektir. Peygamberimizden istenen tesbih budur; yani Allah’ın gerektiği gibi tanıtılması eylemidir.

Bize göre, 131 ve 132. ayetlerin mesajı şu şekilde takdir edilebilir: "Günahkâr insanların zenginliklerini kıskanmak, sana ve arkadaşlarına yakışmaz. Sizin için en hayırlı şey, az da olsa emeğinizle kazandığınız helâl maldır. Salih ve muttakiler için bu daha hayırlı, daha süreklidir. Çocuklarınıza da helâl nimetlerin günahkârların haram servetlerinden daha hayırlı olduğunu öğretin. Bu amaçla onlara salâtı ikame etmeyi emredin, çünkü bu onların tutumlarını ve değerler sistemini değiştirecek ve onların günah ve lüks yerine temiz bir hayat ve helâl kazancı seçmelerine neden olacaktır."

132. ayette salâtın emredilmesinin arkasından gelen "Biz senden bir rızk istemiyoruz. Seni Biz rızklandırıyoruz" ifadesinden, salâtın Allah’a bir faydası dokunsun diye emredilmediği, aksine dünya ve ahiret hayatında mutluluk sağlayacak bir takva doğurması sebebiyle ve sırf insanların iyiliği için emredildiği anlaşılmaktadır.
133,134) Ve inkâr edenler: "Elçiliğini iddia eden bu kişi, Rabbinden bize bir alâmet/gösterge getirse ya!" dediler. Onlara ilk sahifelerde olan apaçık deliller gelmedi mi? Ve eğer Biz, onları bundan önce bir azap ile değişime/yıkıma uğratsaydık, kesinlikle "Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de, alçak ve rezil olmadan önce Senin âyetlerine uysaydık!" diyeceklerdi.
135,1,2,3,4,5,6,7) De ki: "Herkes beklemektedir. Siz de bekleyiniz. Şüphesiz düz yolun sahiplerinin kimler olduğunu ve kimlerin kılavuzlandığı doğru yolu bulduğunu yakında; olacak o vaka olduğu zaman -ki o vakanın oluşu için yalan söyleyen yoktur. O vaka, alçaltıcıdır, yükselticidir- yeryüzü şiddetle sarsıldıkça sarsıldığı ve dağlar ufalandıkça ufalanıp da toza dumana dönüşüverdiği zaman ve sizler üç eş sınıf olduğunuz zaman bileceksiniz.
Sure, yaptıkları itirazlara ve öne sürdükleri bahanelere karşılık müşriklere hak ettikleri cevabın verilmesiyle sona ermektedir. İnce bir uyarının yapıldığı bu son ayetlerde verilen mesaj, birçok ayette değişik ifadelerle yer almaktadır:

166Fakat Allah, sana indirdiğine –ki onu Kendi bilgisiyle indirmiştir– şâhitlik eder. Tüm âyetler de şâhitlik ederler. Şâhit olarak da Allah yeter. [Nisa/166]

15Kim, kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz, bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. [İsra/15]

46,47Ve Biz, seslendiğimiz zaman, Tûr'un yanında da değildin. Tersine senden önce kendilerine uyarıcı/peygamber gelmeyen bir toplumu uyarman için ve kendi ellerinin yaptıklarından dolayı başlarına bir fenalık geldiğinde hemen, "Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, âyetlerine uysak ve mü’minlerden olsak" diyemesinler, onlar öğüt alsınlar diye Rabbinden bir rahmet olarak... orada geçenleri sana bildirdik, seni elçi olarak gönderdik.

48İşte onlara tarafımızdan o hak gelince de, "Mûsâ’ya verilen şeyler; alâmetler; göstergeler gibi ona da verilmeli değil miydi?" dediler. Daha evvel Mûsâ’ya verileni örtbas edip reddetmemişler miydi? "Birbirine sırt veren; destekleyen iki sihir; etkili bilgi" dediler. Ve "Şüphesiz biz hepsini kabul etmeyeceğiz" dediler. [Kasas/47, 48]

131İşte bu; Rabbinin, halkı ilgisiz, bilgisiz iken, ülkeleri haksız yere değiştiren/yıkıma uğratan biri olmayışıdır. [En’âm/131]

Ve Hicr/4, Şuara/208, 209, Furkan/41, 42 ve Kamer 26.





1-7. Ayetler:

1-7Olacak o vaka olduğu zaman –ki o vakanın oluşu için yalan söyleyen yoktur. O vaka, alçaltıcıdır, yükselticidir– yeryüzü şiddetle sarsıldıkça sarsıldığı ve dağlar ufalandıkça ufalanıp da toza dumana dönüşüverdiği zaman ve sizler üç eş sınıf olduğunuz zaman

Görüldüğü gibi, 1–7. ayetler bir cümlenin zarf tümlecini teşkil etmektedir. Cümlenin diğer öğeleriyle yüklemi burada değildir. Dolayısıyla surenin 1–7. ayetlerinden oluşan tümlecin ilk sözcüğü olan " اذاiza" edatının mutlaka bağlandığı bir yer olmalıdır. "Olacak olan o vak’a olduğu zaman...." deyip de devamında herhangi bir açıklama yapılmazsa, bu kelâm boşta kalır, kimse bir şey anlamaz. Bu durum aynen "Ben askerdeyken" deyip kelâmı kesmeye benzer. Aslında sözün devam ettirilip askerde neler olduğunun da açıklanması gerekir.

Geçmişte Kur’an üzerinde tertil dirayetini gösteremeyen bazı müfessirler, bu ayetleri bir takım takdirlerle anlamaya ve anlatmaya çalışmışlardır. Bunlardan Kurtubi ile Razi’nin ileri sürdükleri düşünceler aşağıdadır:

Buyrukta hazfedilmiş ifadeler vardır. Yani o vakıanın gerçekleşeceği zamanı hatırlayınız. el-Cürcani dedi ki: "İza [zaman]" sıla [zaid]dir. ‘Vakıa gerçekleşecektir’ demektir. Yüce Allah´ın: "O saat yaklaştı" [el-Kamer, 54/1] buyruğu ile; "Allah´ın emri geldi" [en-Nahl, 16/1] buyrukları gibidir. Yine bu buyruk: ‘Oruç geldi yani zamanı yaklaştı’ demeye benzer. Birinci görüşe göre ise "iza [zaman]" vakit bildirmek içindir, cevabı da Yüce Allah´ın "Ashabu´l-meymene, ne ashabu´l-meymenedir? [8. âyet] buyruğudur. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

Üçüncü Mesele

"İza" edatının ayetteki âmili nedir? Deriz ki: Bu hususta şu üç izah yapılabilir:

1- Bunun âmili, kendinden önce geçen bir fiildir. Bu durumda, "iza" kelimesi, mef´ûl-ü fîh değil de, mef´ül-ü bih olmuş olur. Önceden olduğu düşünülen fiil [âmil] de, mahzûf "üzkür"[hatırla ki]" fiilidir. Buna göre Hak Teâlâ sanki "Kıyameti hatırla" demiş olur.

2- Bunun âmili, "Leyse li vak’atiha kazibetün" ifadesidir. Bu, senin "Cuma günü, benim için meşguliyet yok" demen gibi olur.

3- Bunun âmili, "kıyamet koptuğunda kimi alçaltılır, kimi yükseltilir" gibi ifadelerdir. Bunun delili ise, ayetteki "hafizâ, rafia " ifadelerinin yer alışıdır. Bunun âmilinin, yine ayette geçecek olan "ashab-ı meymene..." [Vakıa/8] kelimesinin olduğu da söylenmiştir ki, bu, "Kıyametin koptuğu günde, ashab-ı meymene..." demektir. [Razi; Mefatihu’l-Gayb]

Buradaki ve tespitini yaptığımız birçok yerdeki gibi, içinden çıkılmaz ve Kur’an’ı anlaşılmaz kılan sorunların kaynağı, Kur’an’daki tertilin -olması zorunlu olan dizilişin- ihmal edilmesidir. Ayetlerin indikleri sıra ve düzende tertip edilmesi hâlinde bu sorunlar ortadan kalkmaktadır.

Nitekim buradaki sorunu ortadan kaldırmak için de Vakıa suresinin Ta Ha suresinin devamı olduğunu hatırlamak ve Ta Ha suresinin son ayeti ile Vakıa suresinin yukarıdaki 1–7. ayetlerini arka arkaya sıralamak yeterli olmaktadır. Buna göre, Vakıa suresinin başındaki "iza" edatının amili, Ta Ha suresindeki "feseta’lemune [yakında öğreneceksiniz]" fiilidir. Ama görüldüğü gibi, tertip sırasında cümle bölünmüş, ana cümle ile ana cümlenin zarf tümleci arasına 35 surenin ayetlerinden oluşan 222 sayfa tutarında bir duvar örülmüştür. Biz, sitemde bulunduğumuz ve Kur’an’ı anlaşılmaz bir şekle sokan bu durumun mutlaka düzeltilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Sözünü ettiğimiz tertiple ilgili düzeltme yapıldığında, yani Ta Ha suresinin 135. ayeti ile Vakıa suresinin 1–7. ayetleri birleştirildiğinde paragraf aşağıdaki şekilde oluşmakta ve ortada hiçbir sorun kalmamaktadır:

De ki: "Herkes beklemektedir. Siz de bekleyiniz. Şüphesiz düz yolun sahiplerinin kimler olduğunu ve kimlerin doğru yolu bulduğunu yakında; olacak o vak’a olduğu -ki onun [o vak’anın] oluşu için yalan söyleyen yoktur. O [o vak’a], alçaltıcıdır, yükselticidir-, yeryüzü şiddetle sarsıldıkça sarsıldığı ve dağlar ufalandıkça ufalanıp da toza dumana dönüşüverdiği ve sizler üç eş [sınıf] olduğunuz zaman bileceksiniz."

Müteaddit defalar belirttiğimiz gibi, Kur’an’daki beliğ ifadelerin aynı belâgatle Türkçeye aktarılması mümkün değildir. Bu nedenle, konumuz olan ayetlerdeki ifadelerin anlamlarını tam olarak meale yansıtma konusundaki aczimizi bir kez daha samimiyetle itiraf ediyor ve seçilmiş sözcüklerin derin anlamlarını sunuyoruz.

الواقعةEL VAKIA

"Olan, meydana gelen, olması kesin olan şey" anlamına gelen "Vakıa" sözcüğü, burada "el-Vakıa" şeklindeki belirtili hâliyle özelleşmiş ve kıyametin adlarından birisi olmuştur. "el-Vakıa" sözcüğünden başka Kur’an’da kıyamet için "el-Kariah", "el-Hakkah", "es-Sahhah", "et-Tammeh" gibi isimleşmiş sözcükler de kullanılmıştır. Bunların hepsi de kıyamet olayının büyüklüğünü ve ciddiyetini yansıtan sözcüklerdir. Yerleri geldikçe her biri ayrıca tahlil edilecektir.

Burada "el-Vakıa" sözcüğüyle isimlendirilmiş olan "Vakıa" olayı, Hakkah suresinde şöyle açıklanmıştır:

13-17Sûr'a bir tek üfleme üflendiği, yeryüzü ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir çarpışla birbirine çarpılarak darmadağın olduğu zaman, işte o gün, "o olay" olmuştur. Ve gök yarılmıştır, artık o, o gün dayanaksızdır. Tüm güçler, semanın çevresindedirler. O gün Rabbinin büyük tahtını; varlığını birliğini, yüceliğini, en yüksek makamın sahibi olduğunu, yok edilen eski varlıkların yerine yaratılan, daha iyi, daha mükemmel yeni varlıklar yansıtırlar. [Hakkah/13–17]

Onun [o vak’anın] oluşu için yalan söyleyen yoktur

Ayette geçen " كاذبةkazibetün" sözcüğünün sonundaki "tün" ekinin "vakıatü" sözcüğüyle uyum sağlamak için kullanılmış olduğu söylenebileceği gibi, sözcüğe "mübalâğa" anlamı katması sebebiyle kullanıldığı da ileri sürülebilir. Söz konusu ek, bu ikinci durumda cümlenin şöyle bir anlama gelmesini sağlamaktadır: "Bu olacak vak’a o kadar gerçektir ki, onun oluşu hakkında hiç kimse yalan söylemedi. Tüm akıllı, bilgili, bilinçli insanlar o vak’a’nın gerçekleşeceğini söyledi, onu yalanlamadı. Onun gerçekleşeceğini söyleyen herkes, bu sözü ile doğruyu söylemiş olmaktadır."

Söz konusu "vak’a"nın gerçekleşeceği ve onu son ana kadar yalanlayanların olayın gerçekliği karşısında bu yalanlamalarından vazgeçecekleri, değişik üslûplarla başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

84Sonra da ne zaman hışmımızı gördüler: "Allah'ın birliğine inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri kabul etmedik" dediler. [Mümin/84]

47Allah'tan, kendileri için dönüş yeri olmayan geri çevrilemeyecek gün gelmeden önce, Rabbinizin çağrılarına karşılık veriniz. O gün, sizin için sığınacak bir yer yoktur, sizin için tanımayacak hâle getirmek/tanınmamak da yoktur. [Şûra/47]

1-3Bir isteyen, "yükselme zamanları" sahibi Allah'tan, kendisini savacak kimsenin olmadığı; engellenemeyen, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselere özgü, ‘olacak azab’ı istedi. [Mearic/1- 3]

o [o vak’a], alçaltıcıdır, yükselticidir.

Paragrafın bu bölümü yine Kur’an tarafından daha önce Ta Ha suresinin 105–112. ayetlerinde açıklanmıştı:

105-107Sana dağlardan soruyorlar, de ki: "Rabbim onları savurdukça savuracaktır. Böylece onları dümdüz boş bir hâlde bırakacak. Orada bir çukur ve bir tümsek görmeyeceksin."

108O gün, hiçbir eğriliği olmayan o davetçiye uyarlar ve Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah] için sesler kısılmıştır. Artık sadece hafif bir ses duyacaksın.

109O gün, Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] kendisine izin verdiği ve sözce hoşnut olduğu kimseler hariç, yardım-destek, yarar sağlamaz.

110Allah, yardım görmeyenlerin önlerindeki ve arkalarındaki şeyleri bilir. Onlar ise O'nu bilgice kuşatamazlar.

111Ve kişiler, diri ve bütün yarattıklarını gözetip duran Allah için baş eğmiştir. Bir şirke bulaşarak yanlış; kendi zararlarına iş taşıyan kimseler gerçekten zarara uğramıştır.

112Ve her kim iman eden biri olarak düzeltmeye yönelik işlerden yaparsa, artık o, bir haksızlıktan ve hakkının yenileceğinden korkmaz. [Ta Ha/105–112]

Burada, alçaltma ve yükseltmenin "olay"a izafe edilmesi mecazendir. Bunun bir başka örneği de Sebe’ suresinin 33. ayetindedir. İnsanların hile yapmaları orada mecazen gece ve gündüze izafe edilmiştir.

Ayette "olay" ile neyin alçalıp neyin yükseleceği açıkça söylenmemiş, hazfedilmiştir. Ancak "alçalma" ve "yükselme" kavramları Araplarca hem mekân, hem de konum [statü] için kullanılmaktadır. Mesela mekân için "alçak yer", konum için de "izzet" anlamında kullanılması gibi. Buna göre, ifadenin hem "evrene ait alçalma ve yükselme" hem de "insanlara ait alçalma ve yükselme" şeklinde anlaşılması mümkündür.

Evrene ait alçalma ve yükselme Kur’an’da birçok ayette konu edilmiştir:

5Dağlar da atılmış renkli yün gibi olur. [Kariah/5]

1,2Ey insanlar! Rabbinizin koruması altına girin, şüphesiz kıyametin kopuş anının sarsıntısı çok büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden vaz geçer. Ve her hamile kadın taşıdığını bırakır. Ve sen, insanları sarhoş olmadıkları hâlde sarhoş görürsün. Velâkin Allah'ın azabı çok şiddetlidir. [Hacc/1]

14O günde ki; yer ve dağlar sarsılır ve dağlar eriyip akan bir kum yığınına dönüşür. [Müzzemmil/14]

Zilzal 1-3yeryüzü, kendi sarsıntısıyla sarsıldığı, yeryüzü, ağırlıklarını çıkardığı ve insanın, "Bu yeryüzüne ne oluyor!" dediği zaman [Zilzal/1 -3 ] ve sizler üç eş sınıf olduğunuz zaman

Yedinci âyetin başındaki " وve" bağlacı cümleyi " وقعvakaa" fiili üzerine atfettiğinden ayetin anlamı "ve sizler üç eş [sınıf] olduğunuz zaman öğreneceksiniz" demektir. Böylece Ta Ha suresinin 135. ayetindeki "bileceksiniz" fiili, yine bir zarf tümleci olan bu ayeti de kapsamış olmaktadır. Bu durumda Ta Ha/135 ile başlayan cümle tam olarak şu anlamı ifade etmektedir:

De ki: "Herkes beklemektedir. Siz de bekleyiniz. Şüphesiz düz yolun sahiplerinin kimler olduğunu ve kimlerin doğru yolu bulduğunu yakında; ... ve sizler üç eş [sınıf] olduğunuz zaman bileceksiniz."

Yani Rabbimiz bu ifade ile insanların mahşerde üç grupta toplanacağını bildirerek akıllı insanları ölmeden, mahşere çıkmadan, iş işten geçmeden, olacakları "aynelyakin" ve "hakkalyakin" öğrenmeden akıllarını başlarına almaya davet etmektedir. Bu bilgi daha evvel Tekvir/7’de verilmişti:

7insanlar inanç ve amellerine göre gruplandığında ...

Bu olaylar gerçekleştikten sonra pişmanlığın fayda vermeyeceği de yine bu ayetlerin mesajı kapsamındadır.

Buradaki "sizler" şeklindeki hitap her ne kadar Kur’an’ın indiği zamanki kişilere ve şimdiki okuyuculara imiş gibi görünüyorsa da, aslında ilk insandan kıyamet gününe kadarki tüm nesillere yöneliktir.