Ayetlerin Hakikat anlamı, "Semâ'ya ve Târık'a kasem olsun ki, –Târık'ın ne olduğunu ne bildirdi sana? (O) delip geçen necmdir.– Hiçbir nefis yoktur ki, üzerinde bir takım koruyucular bulunmasın.[mutlaka her insanın üzerinde bir takım koruyucular vardır]." Şeklindedir. Biz mealde Mecaz anlamlarını sunduk.
1-4. âyetler bir kasem cümlesidir. Ancak, kasem cümlesinin içindeki 2-3. âyetler, "Târık"ın ne anlama geldiğini bildiren bir parantez içi cümledir. Bu sebeple parantez içi cümle, kasem ve kaseme cevap bölümünden ayrı olarak tahlil edilecektir.
Semâ'ya ve Târık'a kasem olsun ki, hiçbir nefis yoktur ki, üzerinde bir takım koruyucular bulunmasın [mutlaka her insanın üzerinde bir takım koruyucular vardır].
Kasem cümlesinin yapısı ve anlamı hakkında daha önce verdiğimiz ayrıntılı açıklamalara uygun olarak, burada da semâ ve târık kanıt gösterilerek her insanın üzerinde bir takım koruyucuların var olduğu tezi ileri sürülmektedir.
SEMÂ: Burûc sûresi'nde de açıkladığımız gibi, السّماء [semâ] sözcüğü sadece –dilimize geçmiş– "gökyüzü" anlamıyla kabul edilirse, sözcüğün kullanıldığı bu cümlenin anlaşılması zorlaşmaktadır. Dolayısıyla sözcüğün ne anlamlara geldiğini açıklayan Lisânü'l-Arab'ın semâ ile ilgili maddesini hatırlamakta yarar görüyoruz:
السّماء[semâ] sözcüğü, "yükseklik, yücelik" anlamındakiالسّمو[es-sümüvv] sözcüğünün türevlerindendir. Her yüksek ve yüce şeye, es-semâ denilir. Gökyüzüne semâ denilmesinin sebebi, yeryüzünden yukarıda oluşundandır. Her bir şeyin üstüne ve üstününe semâ denilir. Meselâ matematiğe de semâ denir. Çünkü matematik üstün bir ilimdir. Herhangi bir şeyin üst kısmına da semâ denir. Ayakkabının üstü semâ'dır; evin tavanı da semâ'dır. Hatta bulutlara ve yağmura da semâ denmiştir. es-Semâ'nın fiili olan semâ,حسيب[hasîb=ince hesap bilen, muhasebeci] ve şerîf [onurlu, erdemli] kimselerin işleri için kullanılır. Bu demektir ki, iyi hesap [matematik] bilen kimseler de semâ'dır. [Lisânü'l-Arab; c. 4, s. 695-697.]
Bize göre sözcüğün buradaki en uygun anlamı, "bilenler, âlim kişiler" anlamıdır.
TÂRIK: الطّارق [târık] sözcüğü, "bir ses işitilecek şekilde şiddetle vurmak, çarpmak" anlamına gelen tark kökünden türemiş bir ism-i faildir. "Çekiç" ve "tokmak" anlamındaki مطرقة [mıtraka] sözcüğü de bu kökten türemiştir. Târık sözcüğü zaman içinde bu asıl anlamı genişletilerek başka manalarda da kullanılır olmuştur. Meselâ, طريق [tarîk] sözcüğü, üzerinde yürüyen yolcuların ayak vurması sebebiyle "yol" anlamında kullanılmıştır. Târık sözcüğü de esasen "tokmak vurur gibi şiddetle vuran" demek olmasına rağmen, "ayak vurmak, yol tepmek" manasıyla lügat örfünde [dilbilgisi geleneğinde] "yola giden yolcu"ya isim olmuş ve bu anlamda yaygın şekilde kullanılır olmuştur. Daha sonra geceleyin kapıyı çalarak yürek hoplatan ziyaretçi manasında özelleştirilerek, "gece gelen" anlamında kullanılan târık sözcüğü, bu manasının genişletilmesi sonucu, "geceleyin ortaya çıkıp yürek çarptıran maddî veya hayalî her şey" için kullanılır olmuştur. [Lisanü’l Arab, "t rg" mad.]
HÂFIZ: Günlük hayatımızda, "Kur’ân'ı ezberlemiş kişi" anlamında kullandığımız حافظ [hâfız] sözcüğü, "koruyucu" demektir. Sözcüğün Kur’ân'ı ezberleyen kişiler için kullanılıyor olması da aslında o kişilerin ezberlemek sûretiyle Kur’ân'ı korumalarındandır. Âyetteki حافظ [hâfız] sözcüğü, nefy edatından sonra kullanılmış olup nekredir ve bu şekilde kullanıldığı için "genellik" ifade eder. Bundan dolayı da "bir koruyucu" değil, "bir takım koruyucular" anlamına gelmektedir.
Kasem cümlesi, sözcüğün bu "genellik" ifadesi dikkate alınarak okunduğunda, târık ve semâ'nın kanıt gösterilmesi sûretiyle, her insanda bir takım koruyucuların bulunduğunun iddia edildiği görülmektedir.
Biyoloji biliminin gelişmesi sonucu, bilim adamları tarafından teşhis edilmiş ve ortaya konmuştur ki; bu bir takım koruyucular, "bağışıklık sistemi, endokrin sistem [iç salgı sistemi] ve beyindeki dikkat fonksiyonu gibi zihinsel fonksiyonlar"dır.
Her insanın üzerinde var olan bu koruyucular hakkında sûrenin sonuna, "Hormonlar ve Yaşam" ile "Bağışıklık Sistemi" adlı iki bilimsel yazı alıntılanmıştır. Rabbimizin insanların gözlerine sokarcasına yarattığı mucizeleri biraz daha yakından tanımak isteyenlerin bu yazıları dikkatlice okumalarını öneriyoruz. Ayrıca insanın biyolojik ve psikolojik yapısını inceleyen bilim adamlarının da, insanın yapısında "koruyucular" olduğunu bildiren ilk bilginin Kur’ân'da yer aldığı gerçeğini herkese ilân etmelerini bekliyoruz.
Buradaki hâfız sözcüğü, Ra‘d/11, En‘âm/61 ve İnfitâr/10-11'deki sözcükleri aynı olan ifadeler ile karıştırılmamalı ve kesinlikle "melek" olarak anlaşılmamalıdır. Çünkü hâfız sözcüğünü burada "melek" olarak anlamak ve çevirmek, Kur’ân'ın asıl mesajının anlaşılmasına engel teşkil ettiği gibi, dinde de hurafelerin oluşmasına yol açmaktadır.
–Târık'ın ne olduğunu ne bildirdi sana? (O) delip geçen necmdir.–
Târık sözcüğünün, "tokmak gibi şiddetle vuran" anlamına geldiği yukarıda açıklanmıştı. Burada ise târık'ın bir "necm" olduğu bildirilmektedir. Necm sözcüğünün "yıldız" manası dikkate alınırsa, birçok eserde yer aldığı gibi, târık'ı "vuruşlu yıldız" olarak kabul etmek mümkündür. Ancak bu "vuruşlu yıldız"ın her insan üzerinde bulunan bir takım koruyucuların varlığına nasıl kanıt teşkil ettiği [delil gösterildiği], düşünülmesi gereken bir durumdur. Yüce Rabbimizin kasem cümlesinin içinde bir parantez açarak târık'ın "delip geçen necm" olduğunu belirtmesi, târık'ın hangi açıdan delil olduğu konusundaki bu müşkülü ortadan kaldırmaktadır.
Kur’ân'ı iniş sırasına göre okuyup anlayanlar, necm sözcüğünün, "Kur’ân'ın inen her bir pasajı"nı ifade ettiğini iyi bilmektedirler. Kur’ân'ın inen her pasajı öyle sert ve etkili bir vuruş yapmaktadır ki, âdeta tokat gibi inen bu vuruşlar kâfirlerin yüreklerini hoplatmakta, kalplerini paramparça etmekte ve toplumdaki küfür ve şirk bloklarını delip geçmektedir. Câhiller güruhunun bütünlüğünü bozan "necm"lerin etkileri, hatırlanacak olursa Mürselât sûresi'nde şöyle sıralanmıştı:
1-7Küme küme/necm necm gönderilip de önüne gelenleri devirdikçe deviren, toplumları canlandırdıkça canlandıran, canlandırdıkça da hakkı bâtılı ayıran, özür veya uyarı olarak öğüt bırakan Kur’ân âyetleri kanıttır ki kesinlikle tehdit olunduğunuz, korkutulduğunuz şey, kesinlikle meydana gelecektir. [Mürselât/1-7]
200,201Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk. Onlar acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmezler.
202İşte bu onlara, kendileri farkında olmadan, ansızın geliverecektir.
203Sonra da onlar, "Biz süre tanınanlardan mıyız?" diyeceklerdir.
204Onlar, Bizim azabımızı oldukça çabuklaştırmak mı istiyorlar?
205-207Gördün mü/hiç düşündün mü, onlara senelerce kazanç sağlatsak, sonra kendilerine vaat edilen gelip çatıverse, o kazandıkları şeylerin kendilerine hiçbir yararı olmayacaktır.
208Ve Biz, sadece kendileri için uyarıcılar olan kenti değişime/yıkıma uğrattık.
209Öğüt! Ve Biz, haksızlık edenler değiliz. [Şuara/200–209]
Görüldüğü gibi, yukarıdaki ayet grubunda, kâfirlerin Kur’an karşısındaki akılsız ve inatçı tutumları ile akıbetleri bildirilmektedir. Bu şüpheci akılsızlar her ne kadar tehdit edildikleri azabın hemen getirilmesini isteyerek inanmaz görünseler de, kafalarının içinde daima bir "acaba?" taşımaktadırlar. Yani, görünüşte inanmaz bir tavır sergileseler de, içlerinden "Ya doğruysa, ya varsa?" diye şüpheye düşmekte ve huzursuz olmaktadırlar:
Bu nedenle, Şuara/200’deki "Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk" ifadesini şu şekilde takdir etmek mümkündür: "Biz Kur’an’ı kendi dillerinde indirmek suretiyle gayet iyi anlaşılır kılmakla onların kalplerine öyle bir soktuk ki..."
Şuara/200 ile Hıcr/12 arasındaki tek fark, ayetlerdeki fiilin birinde mazi, diğerinde muzari olmasıdır. Buradan hareket edildiğinde, iki ayet grubu arasındaki tematik benzerlik daha da ön plana çıkmaktadır. Bu da resmî sıralamadaki 12. ayeti niçin 2. ayetin peşine aldığımızı izah eden bir durumdur:
1Elif/1, Lâm/20, Râ/200. Bunlar, Kitab'ın ve apaçık/açıklayıcı bir Kur’ân'ın âyetleridir.
2Zaman zaman kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişiler, ‘Keşke Müslüman olsaydık!’ temennisinde bulunacaklar.
12Böylece Biz Kur’ân'ı, suçluların kalplerine sokarız.
Bu ayetlerde, o günün zorlu kâfirlerinin gün gelip pişman olacakları bildirilmektedir. Bu pişmanlıkları ölüm anındaki ve ahiretteki pişmanlıkları değil, dünyadaki pişmanlıklarıdır. Çünkü her ne kadar inanmamış olsalar bile, Allah’ın afak ve enfüsteki ayetlere dikkat çekerek bu mucizeleri Kur’an ile âdeta tüm gözlere sokması karşısında zaman zaman "Keşke ben de müslüman olsaymışım!" diye temennide bulunmaktadırlar.
Gerçekten de Kur’an’ın etkin mesajının ciğerlerine işlemesi sonucu sürekli tedirgin olan Mekkeli müşriklerin birçoğu, hicretten önce veya sonra pişman olmuşlardır.
Bununla beraber târık'ı sözcük anlamıyla "vuruşlu yıldız" olarak değerlendirildiğinde Kur’ân'ın mucize bir beyanda bulunmuş olduğu ortaya çıkar. "Vuruşlu yıldız" ile ilgili bilim teknik kitaplarından araştırma yapılabilir.
Bu açıklamalara göre, her insanın üzerinde yaratılıştan birtakım koruyucular olduğu iddiasının kanıtı ve tanığı olarak Kur’ân [târık] ve bilginler [semâ] gösterilmiş olmaktadır. Yani, Kur’ân'da ileri sürülen "herkesin üzerinde birtakım koruyucuların bulunduğu" yolundaki tezin doğruluğunun kanıtı olarak bilim adamları, dolayısıyla da bilim adamlarının yapacakları araştırmalar sonucunda elde edecekleri bulgular gösterilmiştir. Bu da, şu demektir: İnanmıyorlarsa, buyursunlar bilim adamları kendileri araştırsınlar.
1-4. âyetler bir kasem cümlesidir. Ancak, kasem cümlesinin içindeki 2-3. âyetler, "Târık"ın ne anlama geldiğini bildiren bir parantez içi cümledir. Bu sebeple parantez içi cümle, kasem ve kaseme cevap bölümünden ayrı olarak tahlil edilecektir.
Semâ'ya ve Târık'a kasem olsun ki, hiçbir nefis yoktur ki, üzerinde bir takım koruyucular bulunmasın [mutlaka her insanın üzerinde bir takım koruyucular vardır].
Kasem cümlesinin yapısı ve anlamı hakkında daha önce verdiğimiz ayrıntılı açıklamalara uygun olarak, burada da semâ ve târık kanıt gösterilerek her insanın üzerinde bir takım koruyucuların var olduğu tezi ileri sürülmektedir.
SEMÂ: Burûc sûresi'nde de açıkladığımız gibi, السّماء [semâ] sözcüğü sadece –dilimize geçmiş– "gökyüzü" anlamıyla kabul edilirse, sözcüğün kullanıldığı bu cümlenin anlaşılması zorlaşmaktadır. Dolayısıyla sözcüğün ne anlamlara geldiğini açıklayan Lisânü'l-Arab'ın semâ ile ilgili maddesini hatırlamakta yarar görüyoruz:
السّماء[semâ] sözcüğü, "yükseklik, yücelik" anlamındakiالسّمو[es-sümüvv] sözcüğünün türevlerindendir. Her yüksek ve yüce şeye, es-semâ denilir. Gökyüzüne semâ denilmesinin sebebi, yeryüzünden yukarıda oluşundandır. Her bir şeyin üstüne ve üstününe semâ denilir. Meselâ matematiğe de semâ denir. Çünkü matematik üstün bir ilimdir. Herhangi bir şeyin üst kısmına da semâ denir. Ayakkabının üstü semâ'dır; evin tavanı da semâ'dır. Hatta bulutlara ve yağmura da semâ denmiştir. es-Semâ'nın fiili olan semâ,حسيب[hasîb=ince hesap bilen, muhasebeci] ve şerîf [onurlu, erdemli] kimselerin işleri için kullanılır. Bu demektir ki, iyi hesap [matematik] bilen kimseler de semâ'dır. [Lisânü'l-Arab; c. 4, s. 695-697.]
Bize göre sözcüğün buradaki en uygun anlamı, "bilenler, âlim kişiler" anlamıdır.
TÂRIK: الطّارق [târık] sözcüğü, "bir ses işitilecek şekilde şiddetle vurmak, çarpmak" anlamına gelen tark kökünden türemiş bir ism-i faildir. "Çekiç" ve "tokmak" anlamındaki مطرقة [mıtraka] sözcüğü de bu kökten türemiştir. Târık sözcüğü zaman içinde bu asıl anlamı genişletilerek başka manalarda da kullanılır olmuştur. Meselâ, طريق [tarîk] sözcüğü, üzerinde yürüyen yolcuların ayak vurması sebebiyle "yol" anlamında kullanılmıştır. Târık sözcüğü de esasen "tokmak vurur gibi şiddetle vuran" demek olmasına rağmen, "ayak vurmak, yol tepmek" manasıyla lügat örfünde [dilbilgisi geleneğinde] "yola giden yolcu"ya isim olmuş ve bu anlamda yaygın şekilde kullanılır olmuştur. Daha sonra geceleyin kapıyı çalarak yürek hoplatan ziyaretçi manasında özelleştirilerek, "gece gelen" anlamında kullanılan târık sözcüğü, bu manasının genişletilmesi sonucu, "geceleyin ortaya çıkıp yürek çarptıran maddî veya hayalî her şey" için kullanılır olmuştur. [Lisanü’l Arab, "t rg" mad.]
HÂFIZ: Günlük hayatımızda, "Kur’ân'ı ezberlemiş kişi" anlamında kullandığımız حافظ [hâfız] sözcüğü, "koruyucu" demektir. Sözcüğün Kur’ân'ı ezberleyen kişiler için kullanılıyor olması da aslında o kişilerin ezberlemek sûretiyle Kur’ân'ı korumalarındandır. Âyetteki حافظ [hâfız] sözcüğü, nefy edatından sonra kullanılmış olup nekredir ve bu şekilde kullanıldığı için "genellik" ifade eder. Bundan dolayı da "bir koruyucu" değil, "bir takım koruyucular" anlamına gelmektedir.
Kasem cümlesi, sözcüğün bu "genellik" ifadesi dikkate alınarak okunduğunda, târık ve semâ'nın kanıt gösterilmesi sûretiyle, her insanda bir takım koruyucuların bulunduğunun iddia edildiği görülmektedir.
Biyoloji biliminin gelişmesi sonucu, bilim adamları tarafından teşhis edilmiş ve ortaya konmuştur ki; bu bir takım koruyucular, "bağışıklık sistemi, endokrin sistem [iç salgı sistemi] ve beyindeki dikkat fonksiyonu gibi zihinsel fonksiyonlar"dır.
Her insanın üzerinde var olan bu koruyucular hakkında sûrenin sonuna, "Hormonlar ve Yaşam" ile "Bağışıklık Sistemi" adlı iki bilimsel yazı alıntılanmıştır. Rabbimizin insanların gözlerine sokarcasına yarattığı mucizeleri biraz daha yakından tanımak isteyenlerin bu yazıları dikkatlice okumalarını öneriyoruz. Ayrıca insanın biyolojik ve psikolojik yapısını inceleyen bilim adamlarının da, insanın yapısında "koruyucular" olduğunu bildiren ilk bilginin Kur’ân'da yer aldığı gerçeğini herkese ilân etmelerini bekliyoruz.
Buradaki hâfız sözcüğü, Ra‘d/11, En‘âm/61 ve İnfitâr/10-11'deki sözcükleri aynı olan ifadeler ile karıştırılmamalı ve kesinlikle "melek" olarak anlaşılmamalıdır. Çünkü hâfız sözcüğünü burada "melek" olarak anlamak ve çevirmek, Kur’ân'ın asıl mesajının anlaşılmasına engel teşkil ettiği gibi, dinde de hurafelerin oluşmasına yol açmaktadır.
–Târık'ın ne olduğunu ne bildirdi sana? (O) delip geçen necmdir.–
Târık sözcüğünün, "tokmak gibi şiddetle vuran" anlamına geldiği yukarıda açıklanmıştı. Burada ise târık'ın bir "necm" olduğu bildirilmektedir. Necm sözcüğünün "yıldız" manası dikkate alınırsa, birçok eserde yer aldığı gibi, târık'ı "vuruşlu yıldız" olarak kabul etmek mümkündür. Ancak bu "vuruşlu yıldız"ın her insan üzerinde bulunan bir takım koruyucuların varlığına nasıl kanıt teşkil ettiği [delil gösterildiği], düşünülmesi gereken bir durumdur. Yüce Rabbimizin kasem cümlesinin içinde bir parantez açarak târık'ın "delip geçen necm" olduğunu belirtmesi, târık'ın hangi açıdan delil olduğu konusundaki bu müşkülü ortadan kaldırmaktadır.
Kur’ân'ı iniş sırasına göre okuyup anlayanlar, necm sözcüğünün, "Kur’ân'ın inen her bir pasajı"nı ifade ettiğini iyi bilmektedirler. Kur’ân'ın inen her pasajı öyle sert ve etkili bir vuruş yapmaktadır ki, âdeta tokat gibi inen bu vuruşlar kâfirlerin yüreklerini hoplatmakta, kalplerini paramparça etmekte ve toplumdaki küfür ve şirk bloklarını delip geçmektedir. Câhiller güruhunun bütünlüğünü bozan "necm"lerin etkileri, hatırlanacak olursa Mürselât sûresi'nde şöyle sıralanmıştı:
1-7Küme küme/necm necm gönderilip de önüne gelenleri devirdikçe deviren, toplumları canlandırdıkça canlandıran, canlandırdıkça da hakkı bâtılı ayıran, özür veya uyarı olarak öğüt bırakan Kur’ân âyetleri kanıttır ki kesinlikle tehdit olunduğunuz, korkutulduğunuz şey, kesinlikle meydana gelecektir. [Mürselât/1-7]
200,201Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk. Onlar acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmezler.
202İşte bu onlara, kendileri farkında olmadan, ansızın geliverecektir.
203Sonra da onlar, "Biz süre tanınanlardan mıyız?" diyeceklerdir.
204Onlar, Bizim azabımızı oldukça çabuklaştırmak mı istiyorlar?
205-207Gördün mü/hiç düşündün mü, onlara senelerce kazanç sağlatsak, sonra kendilerine vaat edilen gelip çatıverse, o kazandıkları şeylerin kendilerine hiçbir yararı olmayacaktır.
208Ve Biz, sadece kendileri için uyarıcılar olan kenti değişime/yıkıma uğrattık.
209Öğüt! Ve Biz, haksızlık edenler değiliz. [Şuara/200–209]
Görüldüğü gibi, yukarıdaki ayet grubunda, kâfirlerin Kur’an karşısındaki akılsız ve inatçı tutumları ile akıbetleri bildirilmektedir. Bu şüpheci akılsızlar her ne kadar tehdit edildikleri azabın hemen getirilmesini isteyerek inanmaz görünseler de, kafalarının içinde daima bir "acaba?" taşımaktadırlar. Yani, görünüşte inanmaz bir tavır sergileseler de, içlerinden "Ya doğruysa, ya varsa?" diye şüpheye düşmekte ve huzursuz olmaktadırlar:
Bu nedenle, Şuara/200’deki "Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk" ifadesini şu şekilde takdir etmek mümkündür: "Biz Kur’an’ı kendi dillerinde indirmek suretiyle gayet iyi anlaşılır kılmakla onların kalplerine öyle bir soktuk ki..."
Şuara/200 ile Hıcr/12 arasındaki tek fark, ayetlerdeki fiilin birinde mazi, diğerinde muzari olmasıdır. Buradan hareket edildiğinde, iki ayet grubu arasındaki tematik benzerlik daha da ön plana çıkmaktadır. Bu da resmî sıralamadaki 12. ayeti niçin 2. ayetin peşine aldığımızı izah eden bir durumdur:
1Elif/1, Lâm/20, Râ/200. Bunlar, Kitab'ın ve apaçık/açıklayıcı bir Kur’ân'ın âyetleridir.
2Zaman zaman kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişiler, ‘Keşke Müslüman olsaydık!’ temennisinde bulunacaklar.
12Böylece Biz Kur’ân'ı, suçluların kalplerine sokarız.
Bu ayetlerde, o günün zorlu kâfirlerinin gün gelip pişman olacakları bildirilmektedir. Bu pişmanlıkları ölüm anındaki ve ahiretteki pişmanlıkları değil, dünyadaki pişmanlıklarıdır. Çünkü her ne kadar inanmamış olsalar bile, Allah’ın afak ve enfüsteki ayetlere dikkat çekerek bu mucizeleri Kur’an ile âdeta tüm gözlere sokması karşısında zaman zaman "Keşke ben de müslüman olsaymışım!" diye temennide bulunmaktadırlar.
Gerçekten de Kur’an’ın etkin mesajının ciğerlerine işlemesi sonucu sürekli tedirgin olan Mekkeli müşriklerin birçoğu, hicretten önce veya sonra pişman olmuşlardır.
Bununla beraber târık'ı sözcük anlamıyla "vuruşlu yıldız" olarak değerlendirildiğinde Kur’ân'ın mucize bir beyanda bulunmuş olduğu ortaya çıkar. "Vuruşlu yıldız" ile ilgili bilim teknik kitaplarından araştırma yapılabilir.
Bu açıklamalara göre, her insanın üzerinde yaratılıştan birtakım koruyucular olduğu iddiasının kanıtı ve tanığı olarak Kur’ân [târık] ve bilginler [semâ] gösterilmiş olmaktadır. Yani, Kur’ân'da ileri sürülen "herkesin üzerinde birtakım koruyucuların bulunduğu" yolundaki tezin doğruluğunun kanıtı olarak bilim adamları, dolayısıyla da bilim adamlarının yapacakları araştırmalar sonucunda elde edecekleri bulgular gösterilmiştir. Bu da, şu demektir: İnanmıyorlarsa, buyursunlar bilim adamları kendileri araştırsınlar.