Yasin

1) Yâ/10, Sîn/60.[#126]
1. ayet, "Hurûf-u Mukattaa" denilen bağımsız iki harften oluşmaktadır. Bilindiği gibi, bağımsız olan harflerin herhangi bir anlamının olması söz konusu değildir. Ancak, daha evvel birkaç kez açıkladığımız gibi, Kur’an’ın indiği dönemde harflerin rakam yerine de kullanılıyor olmalarından dolayı bu kesik harflerin birer sayıyı ifade ediyor olması mümkündür. Hatırlanacak olursa, Kalem suresinde, harflerin hangi rakamı ifade ettiğini gösteren tabloya "EBCED" dendiğini belirtmiş ve bu "ابجد Ebced" tablosunu orada sunmuştuk. Ayrıca bu harflerin birer uyarı edatı olabileceklerini de ilk huruf-u mukattada belirtmiştik.

Klâsik kaynaklarda ise "Ya Sin" harfleri ile ilgili olarak birçok kişi tarafından yapılmış çeşitli yakıştırmalar mevcuttur:

- Bu, peygamberin adlarından biridir.

- Bu, Allah’ın isimlerinden biridir.

- Bu, Arapların Tayy kabilesinin dilinde "Ey insan" demektir.

- Bu, "Ey Seyyid (Ey Efendi)" demektir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb, Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]

Fakat bu yakıştırmaların hiçbirinin de sağlam bir dayanağı yoktur. Belirtmek gerekir ki, "Mukattaa Harfleri" ile ilgili mesele henüz açıklığa kavuşturulmamıştır ve üzerinde ciddî çalışma yapacak Kur’an erlerini beklemektedir.
2,3,4,5,6) Ataları uyarılmamış, bu yüzden de kendileri duyarsız bir toplumu kendisiyle uyarasın diye en üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, engin merhamet sahibinin indirdiği yasalar içeren/bozulması engellenmiş Kur'ân kanıttır ki sen, o elçilerdensin, hiç şüphesiz sen dosdoğru bir yol üzerinesin.
İçinde iki yüklemli bir isim cümlesi ve aynı zamanda iki cevaplı bir kasem cümlesi olan bu ayet grubu, tek bir cümle halinde ifade edilmesi hâlinde daha iyi anlaşılacağına inandığımız için topluca meallendirilmiştir. Bu, ayetlerin orijinal cümle yapısına da uygundur.

Görüldüğü gibi, Ya Sin suresi, bundan evvelki Cinn suresinin devamı mahiyetindedir. Dolayısıyla, buradaki "sen" ifadesi de Cinn suresindeki "De ki!" ifadelerinin muhatabı olan peygamberimize yöneliktir.

Bu ayet grubunda birçok vurgu noktası bulunmaktadır:

KUR’AN’IN "HAKÎM" OLDUĞU VURGUSU:

Burada Kur’an’ın önemli bir özelliğine dikkat çekilmiş ve Kur’an için " حكيم hakim" ifadesi kullanılmıştır. "Hakîm" sözcüğü mübalâğa kalıbında bir ism-i fail olup esas anlamı "çok yasa koyan" demektir. "Hakim" sözcüğü, aynı zamanda Rabbimizin sıfatlarından biri olduğu için, burada mef’ul anlamında "yasalaştırılmış, çok yasa içeren" anlamını ifade etmektedir. Bu anlam "muhkem" sözcüğünün tam karşılığıdır. Nitekim Hud suresinin girişinde Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

1-4Elif/1, Lâm/30, Râ/200. Bu Kur’ân, Allah'tan başkasına kulluk etmeyin; sadece Allah'a kulluk edin diye, âyetleri,

şirk koşarak yapılan yanlışı; kendi zararlarına işi ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler içertilmiş/bozulması engellenmiş,

bir de en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan, her şeyin iç yüzünü/gizli taraflarını da iyi bilen tarafından ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır: "Şüphesiz ben sizin için O'nun tarafından bir uyarıcı ve bir müjdeciyim. Ve Rabbinizden bağışlanma isteyin, sonra O'na tevbe edin ki, sizi adı konmuş bir süre sonuna kadar güzelce yararlandırsın. Ve her fazilet sahibine armağanlarını versin. Ve eğer yüz çevirirseniz, ben sizin aleyhinize olan büyük bir günün azabından korkarım. Dönüşünüz yalnızca Allah'adır. Ve O her şeye gücü yetendir." [Hud 1-4]

Ayrıca, Âl-i Imran suresinin 7. ayetindeki "O [Allah], Kitabı sana indirendir. Ondan [o kitaptan] bir kısmı muhkem ayetlerdir. -Ki bunlar kitabın anasıdır- ..." ifadesi de Kur’an’ın muhkem ayetler içerdiğini açıkça bildirmektedir.

Bu ifadeleri iyi anlayabilmek için önce ilk kez Kamer suresinin 5. ayetinde geçmiş olan "hikmet" sözcüğünün öğrenilmiş olması gerekmektedir.

HİKMET

Ayrıntısı Kamer suresinin 3-5. âyetlerin tahlilinde ayrıntılı olarak açıkladığımız gibi, "Hikmet", zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş olan kanun, düstur ve ilke" demektir.

MUHKEM

"محكم Muhkem" sözcüğü "hüküm içeren" demektir. Dolayısıyla "muhkem ayetler" de, içerisinde insanları kargaşadan ve zulümden engelleyen ilkelerin bulunduğu ayetler anlamına gelir. Bu ayetler açıktır, nettir ve tek bir anlam ifade ederler. Yani bu ayetlerden, ifade ettiği anlamdan başka anlam çıkarılmaz.

Demek oluyor ki; peygamberimizin Allah’ın elçisi olduğuna ve doğru yol üzerinde bulunduğuna "hakîm, muhkem, yani yasalar içeren Kur’an" kanıttır.

"Hakîm" sözcüğü Kur’an’da 97 kez yer almış olup 92 yerde Allah’ın sıfatı mahiyetinde, 5 yerde de Kur’an’ın niteliği olarak kullanılmıştır. Sözcüğün Kur’an’ın niteliği olarak kullanıldığı diğer dört ayet şunlardır:

58İşte bu, Biz bunu sana, âyetlerden ve yasalar içeren hatırlatmalardan/öğütlerden/Kur’ân'dan okuyoruz. [Âl-i Imran/58]

1Elif/1, Lâm/30, Râ/200. İşte bunlar, o yasalar içeren kitabın âyetleridir. [Yunus/1]

2-5İşte bunlar, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan], zekâtı/vergiyi veren, âhirete de kesin olarak inananların ta kendileri olan güzellik-iyilik üretenler –ki işte bunlar, Rableri tarafından bir doğru yol üzeredirler. Ve onlar, kurtuluşa erecek olanların ta kendileridir– için bir doğru yol kılavuzu ve rahmet olmak üzere yasalar içeren o kitabın âyetleridir. [Lokman/2-5]

4Ve şüphesiz Kur’ân, Bizim nezdimizdeki ana kitapta gerçekten çok yücedir ve yasalar içermektedir, sağlamdır/bozulması engellenmiştir. [Zühruf/4]

HAKÎM KUR’AN’IN AZÎZ RAHÎM ALLAH TARAFINDAN İNDİRİLMİŞ OLDUĞU VURGUSU:

Ayette Rabbimiz, Esma-i Hüsna’sından " العزيزAziz" ve " الرّحيمRahîm" sıfatları ile kendisini ön plâna çıkarmıştır. "Aziz" sıfatı O’nun her şeye gücünün yettiğine, dolayısıyla da elçisine ve mesajına hainlik edenleri cezalandıracağına; "Rahîm" sıfatı da elçisine yardımcı olan ve mesajına sarılanlara çok merhamet edeceğine dikkat çekmektedir.

"HAKİM" KUR’AN’IN PEYGAMBERİMİZİN ELÇİLERDEN OLUŞUNA KANIT TEŞKİL ETTİĞİ VURGUSU:

Kendilerine tebliğ edilen Kur’an mucizesi karşısında acze düşen insanlar, Kur’an’ın peygamberimiz tarafından oluşturulamayacağını, Kur’an’ın ancak Allah’ın indirmesi olabileceğini kabullenmişler ve bu kabulden sonra Kur’an’ı kendilerine tebliğ eden kişinin Allah’ın elçisi olduğuna inanmışlardır.

Hatırlanacak olursa, Necm suresi de bu vurguyla başlamış, inmiş olan Kur’an necmleri kanıt gösterilmek suretiyle peygamberimizin sapmadığı, azmadığı ve hevasından konuşmadığı beyan edilmişti:

1Gurup gurup inmiş âyetlerin her bir inişini kanıt gösteririm ki 2arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır. 3O, boş iğreti arzusundan da konuşmuyor. 4Onun size söyledikleri; inen o ayet gurupları, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir. 5Arkadaşınıza o konuştuklarını müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi, egemenlik kurmuş olan öğretti. [Necm/1–4]

BABALARININ UYARILMAMASI SEBEBİYLE O GÜNÜN TOPLUMUNUN GAFLETTE OLDUKLARI VURGUSU:

Konumuz olan ayet grubunun son ayeti olan 6. ayette, kendisine vahyedilen "Hakim" Kur’an’ı tebliğ etmek üzere peygamberimizin elçi gönderildiği toplumun durumuna değinilmiştir. Ayete göre bu toplum, ataları (en çok on ata) uyarılmadığı için iyice gaflete dalmış, dini, imanı, Allah’ı, ahireti umursamaz olmuş bir toplumdur.

Ayetten başka anlamların çıkarılma imkânı gözükse de, aşağıdaki ayetlerin delâletiyle "ataları uyarılmamış bir toplum" anlamı tercihe şayandır.

44Ve Biz onlara öyle ders görecekleri kitaplardan vermedik. Kendilerine senden önce bir uyarıcı göndermedik de. [Sebe/44]

19Ey Kitap Ehli! Elçilerin arasının kesildiği bir sırada, "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi" demeyiniz diye, size tebyîn yapan/açıkça ortaya koyan Elçimiz geldi. İşte kesinlikle müjdeleyici ve uyarıcı size geldi. Allah, her şeye en çok gücü yetendir. [Maide/19]

3Yoksa onlar, "Onu kendisi uydurdu" mu diyorlar. Tam tersi Kur’ân, kılavuzlandıkları doğru yola ulaşırlar diye, senden evvel kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan toplumu uyarasın diye Rabbinden gelen gerçektir. [Secde/3]

46,47Ve Biz, seslendiğimiz zaman, Tûr'un yanında da değildin. Tersine senden önce kendilerine uyarıcı/peygamber gelmeyen bir toplumu uyarman için ve kendi ellerinin yaptıklarından dolayı başlarına bir fenalık geldiğinde hemen, "Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, âyetlerine uysak ve mü’minlerden olsak" diyemesinler, onlar öğüt alsınlar diye Rabbinden bir rahmet olarak... orada geçenleri sana bildirdik, seni elçi olarak gönderdik. [Kasas/46, 47]

Ya Sîn/6. ayetteki "لِتُنْذِرَ قَوْماً مَٓا اُنْذِرَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ kavmen ma ünzira âbaühüm..." ifadesi ile ilgili geçmişte de farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu iddialar yeni değildir. Katade, "مَٓا ma" edatının i’rabdan mahallinin olmadığını ileri sürmüş, Razi ise sizin düşündüğünüz gibi "مَٓا ma"yı mastariyye veya ism-i mevsul olması yönünde görüş bildirmiştir. Kurtubi ise, İbn Abbas, İkrime ve yine Katade’ye dayandırarak " ماma"nın ismi mevsul olduğunu beyan etmiştir. Beydavi ve Zemahşeri de bu görüşleri aynen nakletmiştir.

Bildiğiniz gibi, ayetteki "مَٓا Ma" mastariyye kabul edilirse "
Sen, babaları inzâr edildiği gibi, o kavmi de inzâr edesin diye..." anlamı; İsm-i mevsul kabul edilirse "Babaları inzâr edilen bir kavmi inzâr edesin diye... Çünkü onlar gafildiler" anlamı elde edilir.

Bazıları Nisâ/165, Şuarâ/208- 209, En’âm/131, İsrâ/15. ayetlerin mesajları (elçi göndermeden, uyarı yapmadan helak etmeme) ve Fatır/24’deki "Her ümmetin de içinde bir uyarıcı kesinlikle gelip geçmiştir.", ifadesi nedeniyle, ortaya bir çelişki çıkar gerekçesiyle "مَٓا ma"yı, Nâfiye kabul etmeyerek mastariyye veya mevsul olarak anlama cihetine gitmektedirler.

Bu ayetlerden,

Nisâ/165: (... للناسtüm insanlar için...)

Şuarâ/208-209: " من قريةmin garyetin (KENT (nekreliği dikkate alınmalıdır))

En’âm/131: ( القرىKurâ (kentler)

İsrâ/15: (genel ilke)

Burada dikkat edeceğimiz bir nokta da Ya Sin/6’da "ataları uyarılmamış bir kavm (toplum),

Fatır/24’de ise "Her ümmetin de içinde bir uyarıcı kesinlikle gelip geçmiştir." Şeklinde yer almıştır. Yani ayetin birinde " قومkavm", diğerinde " امةümmet" ifadesi yer almıştır. Bildiğiniz gibi "Ümmet" ve "kavm" sözcüklerinin anlam ve kapsamları birebir aynı değildir.

Bu noktada Ra’d/7. ayet insanın aklına gelebilir:

7Ve küfreden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden /inanmayan şu kimseler: "Rabbinden o'na bir alâmet/gösterge indirilmeli değil miydi?" diyorlar. Sen ancak bir uyarıcısın. Ve her toplum için bir yol gösteren vardır.

Burada konu edilen "هاد Hâd", uyarıcı Allah ELÇİSİ olmayıp Hûd/116. ayette konu edilen
toplumun bilgeleridir:

116İşte sizden önceki devirlerden "bakıyye" [söz, eser, erdem] sahipleri; akıllı insanlar, Kitap Ehli, yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçirmeye çalışsalardı! Fakat onların içinden kurtardığımız pek az kimse bunu yaptı. Allah'ın ortağı olduğunu kabullenerek, Allah'ın ilahlığını ve rabliğini bilerek reddederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kişiler ise, şımartıldıkları refahın ardına düştüler ve suçlular oldular.

Nitekim Rasülüllah’ın geldiği toplumda; atalarının içerisinde
Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Kus b. Sâide, Abdülmuttalib, Ebû Talib, Amr b. Tarb, Osman b. Hüveyris, Varaka b. Nevfel, Rebâb ibni’l-Berrâ, Sa‘d b. Ebî Küreyb gibi HANİF kimseler bulunmaktaydı.

Bu durumda ayetler arası herhangi bir çelişki söz konusu değildir.

Bizim, klasik kaynaklardaki görüşlere katılmayarak Ya sin/6. ayetteki "مَٓا ma"yı, "Nâfiye" olarak kabul etmemizin nedeni, Secde/3 ve Sebe/44. ayetlerdir.

44Ve Biz onlara öyle ders görecekleri kitaplardan vermedik. Kendilerine senden önce bir uyarıcı göndermedik de. (Sebe/44)

3Yoksa onlar, "Onu kendisi uydurdu" mu diyorlar. Tam tersi Kur’ân, kılavuzlandıkları doğru yola ulaşırlar diye, senden evvel kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan toplumu uyarasın diye Rabbinden gelen gerçektir. (Secde/3)

Bu iki ayetin birinde "وَمَٓا اَرْسَلْنَٓا اِلَيْهِمْ قَبْلَكَ مِنْ نَذ۪يرٍۜ vema erselna ileyhim gableke min nezyrin", diğerinde ise "...لِتُنْذِرَ قَوْماً مَٓا اَتٰيهُمْ مِنْ نَذ۪يرٍ مِنْ قَبْلِكَ litünzira kavmen ma etahüm min neziyrin min gablike" ifadesiyle farklı sözcükler kullanılarak konunun yanlış anlaşılması Allah tarafından engellenmiştir.

Görüleceği üzere bu ayetlerde Rasülüllah’ın elçiliğini tebliğ ettiği ilk kavm (toplum; Mekkeliler), kendilerine elçi gelmemiş ve uyarılmamış bir toplumdur. "اٰبَٓاؤُ۬Âbâü" sözcüğünün " الجمع القلةcem-i kıllet" olduğunu da dikkate alırsak "on ata" gibi bir sımırlama da yapabiliriz.

Bu ayetlerde (Ya sin/6, Sebe/44, Secde/3) "senden evvel kendilerine elçi gönderilmeyenler" ifadesi ile kastedilenler ile "Rasülüllahın muasırları olduğu", atalarının bu kapsama girmediği; dolayısıyle de bu ayetler ile Ya Sin/6. ayetinin tefsir edilemeyeceği, dolayısiyle "Ya Sin/6’daki "ma" edatının masdariyye veya mevsul kabul edilerek "Rasülüllah’ın atalarının da uyarılmış olduğu; kendilerine uyarıcı geldiği" iddiası ortaya atılabilmektedir. Biz bu iddiayı, şu nedenlerle doğru bulmuyoruz:

1 Ayetlerden böyle bir anlam çıkarabilmek için birincisi ayetlerdeki "min gablike (senden önce)" ifadelerini ihmal etmek; yok saymak gerekir. Bu anlam, ancak, zorlama olsa da bu şekilde elde edilebilir.

2 Diğer bir nokta da şudur: ayetteki "Ma"yı ismi mevsul, cümleyi de sıla cümlesi yaparak "öyle bir kavim ki ataları uyarılmış" anlamını elde etmek için "ma" edatı olmadan "kavmen ünzire abaühüm..."şekliyle cümlenin kavme sıfat yapılması, gramer ve belağat kuralları gereği daha uygun düşecek bir anlatım yoludur. Ama ayette böyle değildir.

3 Kur’an’ın birçok ayetinde (Sad/7, Bakara/170, Maide/104, A’raf/28, En’âm/148, Nahl/35, Lokman/21, Saffat/69, 70, Zuhruf/19-25) Rasülüllah’ın muasırları, Rasülüllah’ın kendilerine yaptığı uyarıların; atalarına yapılmış olmadığını; onları buldukları inaç sisteminde bu uyarıların bulunmadığını, bu konuda ataları ile kendilerinin aynı konumda olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ayrıca atalarının yapılan bu uyarılar hakkında bilgisizliği Kur’an’da beyan buyrulmuştur.

4 "Ataları" ifadesini, çok geri zamanlara; İbrahim peygambere doğru uzatsak bu defa "âbaü" sözcüğünün cem-ı kıllet olmasının herhangi bir anlam ifade etmemesi gerekir. Ayrıca, İbrahim peygamber döneminde bile her karyeye bir uyarıcı gönderilmesi sünnetüllah gereği iken, arapların, 3-5 bin sene evvel gönderilen veya Filistin, Mısır gibi kendilerine fersahlarca uzak köylere gönderilen uyarıcılarla; İbrahim, İsmail, ishak, ...... Musa ve İsa ile uyarılmış kabul edilmesi mâkul değildir.

5 Eğer ataları uyarılsaydı, atalarını uyaran uyarıcıların da, uyarının daha etkili olabilmesi için Kur’an’da zikredilmesi gerekirdi. Zira uyarılar etkili olsun diye, o çağdaki Arap milletinin yakından tanıdığı, duyduğu, bildiği uyarıcılar (Nuh, Hud, salih, Lut, Şuayb, Musa, İsa), uyarı yapılan toplumlar (Ad, Semud, Lut kavmi, İbrahimin kavmi, vs) ve bu toplumlara yapılmış uyarılar Kur’an’da yer almıştır.

6 Tabii bir de Rasülllah’ın çağdaşı olan Arapların, atalarının uyarıcılarının kim ya da kimler olduğunu bilmesi gerekecekti.

Biz buradan Rasülüllah’ın ana-baba ve büyük atalarının da, uyarı almamış; dolayısiylede azap edilmeyecek kimseler olduklarına inanıyoruz.

NECM/1-5

NİSA/166

Burada akıllara "Allah’ın elçisi Muhammed sadece Arap toplumuna mı görevlendirildi?" sorusunun gelmesi mümkündür. Ancak orijinal metinde böyle bir kısıtlama getiren ifade bulunmamaktadır. Bilindiği gibi Rabbimizin bu konudaki buyrukları şöyledir:

214Ve en yakın oymağını uyar. [Şuara/214]

4Ve Biz onlara, açıkça ortaya koysun diye, her peygamberi yalnız kendi toplumunun diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini/dileyeni saptırır, dilediğini/dileyeni de doğru yola iletir. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [İbrahim/4]

Doğal olarak bir uyarıcı görevine kendi ailesinden, yakınlarından, halkından başlar. Yani, uyarı halkası önce uyarıcının kendi bölgesinden başlar, daha sonra genişler. Nitekim peygamberimize uyarıya kendi oymağından başlamasını bildiren Rabbimiz, aslında onun tüm insanlığa gönderildiğine dair birçok ayet göndermiştir:

15,16Ey Kitap Ehli! Kesinlikle, Kitap'tan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açığa koyan, çoğundan da vazgeçen Bizim Elçimiz size geldi. Kesinlikle size, Allah'tan bir ışık ve apaçık bir Kitap geldi. Allah, o Kitabla kendi rızasına uyanları selâmet yollarına kılavuzlar. Onları Kendi bilgisi ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola kılavuzlar. [Maide/15]

28Ve Biz, seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik, velâkin insanların çoğu bilmiyorlar. [Sebe/28]

158De ki: "Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah'ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde kılavuzlandığınız doğru yolu bulmanız için Allah'a ve O'nun sözlerine iman eden, Ümmî; Anakentli; Mekkeli Peygamber olan Elçisi'ne iman edin ve o'na uyun." [A’râf/158]

19De ki: "Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?" De ki: "Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi kendisiyle uyarayım diye bana bu Kur’ân vahyolundu. Allah'la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?" De ki: "Ben etmem." De ki: "O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve kesinlikle ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım." [En’âm/19]

107Biz, seni de ancak, âlemler için bir rahmet olarak/rahmet için gönderdik. [Enbiya/107]

46,47Ve Biz, seslendiğimiz zaman, Tûr'un yanında da değildin. Tersine senden önce kendilerine uyarıcı/peygamber gelmeyen bir toplumu uyarman için ve kendi ellerinin yaptıklarından dolayı başlarına bir fenalık geldiğinde hemen, "Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, âyetlerine uysak ve mü’minlerden olsak" diyemesinler, onlar öğüt alsınlar diye Rabbinden bir rahmet olarak... orada geçenleri sana bildirdik, seni elçi olarak gönderdik. [Kasas/46, 47]
7) Andolsun, ataları uyarılmamış bu toplumun çoğu üzerine Söz[#127] hak olmuştur. Artık onlar inanmazlar.
Bu ayet, geleceğe yönelik bilgiler vermesi dolayısıyla büyük bir mucizedir. Çünkü ayette "onlar" ifadesiyle konu edilen duyarsız, müşrik Mekke ileri gelenlerinin birçoğunun artık iman etmeyecekleri, yani cehennemlik oldukları, neticede de cehenneme gidecekleri ifade edilmiştir. Gerçekleşen olaylar da aynen Kur’an’da belirtildiği gibi olmuş, konu edilen kodamanlardan Ebucehil, Ebulehep, Velid b. Muğıyre gibiler bu ayetler indikten sonra senelerce ömür sürmüşler fakat iman etmemişlerdir. Böylece onların üzerine "söz hakk olmuştur".

GERÇEKLEŞEN "SÖZ"

Bu "Söz"ün ne olduğu konusunda Kaf suresinin tahlilinde verdiğimiz bilgiler hatırlanacak olursa, bu "Söz" özel bir sözü, kararı, ilkeyi belirtmek için kullanılmış olup Rabbimizin bizi yarattığı dönemde, hakkımızda aldığı bir ilke kararıdır. Rabbimiz bu kararını açıkça Sad suresinin 84, 85. ayetlerinde bildirmiş ve daha sonra da buna birçok kez değinmiştir:

* Allah dedi ki: "Gerçek budur. Ben de şu gerçeği söylüyorum: "Andolsun ki cehennemi kesinlikle senden ve onların sana uyanlarından; hepinizden dolduracağım." [Sad/84,85]

* Ve eğer Biz, dileseydik her kişiye doğru yolu verirdik. Velâkin Benden: "Bütün bilinen, bilinmeyen, geçmişten, gelecekten herkesten cehennemi elbette tamamen dolduracağım" sözü hak olmuştur. [Secde/13]

Bu karar Kur’an’da bazen "el Kavl" olarak (İsra/16, Neml/82, 85, Kasas/51, 63, Saffat/31, Fussılet/25, Ahkâf/18); bazen de "Kelimetü Rabbik" olarak (Hud/119, En’âm/115, A’râf/137, Yunus/19, 33, 96, Mümin/6, Fussılet/45, Şûra/14, Saffat/171, Ta Ha/129) yer almıştır. Rabbimizin cehennemin ins ve cinn [herkes] tarafından doldurulmasına yönelik kararında dikkatlerden kaçırılmaması gereken nokta, cehennemi dolduracak olanların bu sonuca kendi özgür tercihleri ile ulaşacak olmalarıdır. Çünkü Rabbimiz, bu surenin 69, 70. ayetlerinde de görüleceği gibi, rahmeti gereği insanlara elçi göndermekte, kitap indirmekte, insanları ise seçimlerinde serbest bırakmaktadır. Zaten elçi göndermeden azap etmeyeceğini de Rabbimiz bir ilke kararı şeklinde bildirmiştir:

* Kim, kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz, bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. [İsra/15]
8,9,10) Şüphesiz ki Biz, onların boyunlarının içinde demir halkalar geçirdik. Öyle ki onlar çenelerine kadardır. Böylece onlar burunları yukarı kaldırılmış olanlardır. Ve Biz, onların önlerinden bir set, arkalarından bir set oluşturduk. Böylece Biz, kendilerini sarmışızdır. Artık onlar görmezler. Ve onları uyarmışsın yahut uyarmamışsın onlara göre birdir, onlar inanmazlar.
Bu ayet gurubu, 7. ayetteki "onlar inanmazlar" ifadesinin gerekçelerinin beyanı mahiyetinde olup inanmayacak olanların psikolojik durumlarını açıklamaktadır.

Ayette geçen " مقمحونmukmehûn" sözcüğünün mastarı olan " إقماحikmah", "başı kaldırıp gözü yummak" demektir. Rabbimiz bu sözcükle inatçı kâfirlerin bir tiplemesini yapmış, bu tiplerin yapılan daveti reddettiklerini gösterir anlamda başlarını arkaya doğru kaldıran kibirli insanlar olduklarını bildirmiştir. Bu tipe giren kişilerin onca delili görmemelerine, incelememelerine ve kabul etmemelerine sebep olan kibir ve inatları ise, boyunlarının içindeki demir halka ile simgeleştirilmiştir.

ÖNLERİNDEKİ VE ARKALARINDAKİ SET

İnanmayacak olanların gerçekleri göremez, geçmişten ders almaz, geleceği düşünmez olarak burunlarını havaya dikmiş durumları, bir başka ayette de şöyle dile getirilmiştir:

25Ve Biz onlara birtakım yaşdaşlarını/İblislerini kabuk gibi üzerlerine kaplattık, onlar da, önlerinde ve arkalarında [tüm çevrelerinde] olanları kendilerine süslü gösterdiler. Gelmiş geçmiş herkesten, kendilerinden önce gelip-geçmiş ümmetlerde yürürlükte olan "Söz" onların üzerine hak oldu. Şüphesiz onlar, zarara/kayba uğrayıp acı çeken kimseler idiler. [Fussılet/25]

Fussılet suresinin 25. ayetinden anlaşılacağı gibi, inanmayacak olanların önlerindeki ve arkalarındaki set, aslında çevrelerindeki bir takım yakınların [İblislerinin] olan biteni onlara süslü göstermeleri ve onların da tutkuları yüzünden bu süse yatkın olmaları durumudur. Buradan da onların süslü gösterilen mallar, makamlar, oğullar sebebiyle burunlarını havaya kaldırıp gerçekten uzaklaşmamaları ve tutkularından kurtulup akıllı davranmaları hâlinde kendilerini kurtarabilecekleri anlaşılmaktadır.

UYARININ FAYDASIZLIĞI

10. ayetteki "
Ve onları uyarmışsın yahut uyarmamışsın, onlara göre birdir, onlar inanmazlar" ifadesinin bir benzeri de Bakara suresindedir:

6Şüphesiz şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş şu kimseler; onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir: onlar inanmazlar. [Bakara/6]

Hemen belirtmek gerekir ki, bu ifadeler "tebliğ etmeye gerek yok" anlamına gelmez. Çünkü elçi, görevi gereği tebliğini sürekli yapmak zorundadır. Zaten ifadelere dikkat edilirse, Rabbimiz ayette "senin için birdir" dememiş, "onlar için birdir" demiştir. Yani, elçi görevini yapacaktır ama elçinin yapacağı tebliğ, ancak tebliğe muhatap olanlar içindeki kibirliler bakımından bir fark yaratmayacaktır.

Rabbimizin bu ayet grubundaki "kıldık, sardık" ifadeleri, onları inanmaz hâle sokanın Rabbimiz olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Onların içine düştükleri durumu Rabbimizin kendisine nispet etmesi, onların kendi iradeleriyle, özgür seçimleriyle işledikleri fiilleri yaratanın kendisi olması sebebiyledir. Yani, insanları cehenneme sürükleyen fiilleri var eden ve insanları bu filleri işlemekte serbest bırakan Allah olduğu için bu fiiller Rabbimize izafe edilmiştir. Bu konu, "Sonra onu alçakların en alçağına döndürdük" ifadesi ile Tin suresinde yer almış ve surenin tahlilinde "Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi ve Damgalaması" başlığı altında ayrıntılı olarak işlenmiştir. [Tebyinü’l Kur’an; ?????]
11) Şüphesiz sen o öğüt, hatırlatma olan Kur'ân'a uyan ve görülmeyen, duyulmayan, sezilmeyen yerlerde bile Rahmân'a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'a] saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan kimseyi uyarırsın. Sen hemen onu bir bağışlanma ve çok şerefli bir ödül ile müjdele.
Ayetin ifadesinden, 6. ayette konu edilen ve ataları uyarılmadığı için duyarsızlaşmış olan kavmin iki guruba ayrılmış olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü ayette mal, mülk, makam, mevki etkisiyle gözlerini gerçeğe kapamış kibirli, inatçı, küfürleri katmerlenmiş ve uyarının yarar sağlamadığı bir grubun yanında, Zikr’e [Kur’an’a] uyan, gaybde bile Allah’a haşyet duyan ve peygamberimizden uyarmaya devam etmesinin istendiği bir başka gruptan söz edilmektedir.

HAŞYET

Daha önce A’lâ ve A’râf surelerinde ayrıntılı olarak açıkladığımız "haşyet" kısaca "bilgi ve idrak neticesinde oluşan hayranlık ve saygının doğurduğu hasret kalma, uzak kalma korkusu" demektir.

GAYBDE RAHMAN’A HAŞYET DUYMAK

Bu ifade, müminlerin kendilerini Allah katında takdire lâyık hâle getirmelerini sağlayan iki temel özelliğine işaret etmektedir:

Birinci özellik: Rahman olan Allah’ın hiçbir yerde ve şekilde gözle görülmemesine, duyulup hissedilmemesine rağmen, müminlerin Allah’a haşyet duymaları ve takvalı davranmalarıdır. Müminlerin Rahman olan Allah’a karşı duydukları bu haşyet, apaçık görülen ve müthiş kuvvetli güçleri olan başka varlıklara karşı duydukları korkudan daha fazladır.

İkinci özellik: O’nun Rahman olduğunu bildikleri hâlde, O’nun rahmetine güvenerek hiçbir zaman günahkâr olmamaları, yani "Rabbim beni affeder ama ben yine de yapmayayım" diyerek günah işlememeleridir.

Gerçek imanı ifade eden "gaybde haşyet", Kur’an’da başka ayetlerde de yer almıştır:

* İşte bu, çokça yönelen ve çokça koruyan Rahmân'dan; yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tan görülmediği, duyulmadığı; sezilmediği yerlerde bile saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperen ve gönülden bağlı olan herkes için söz verilendir. –"Selâm ile oraya girin. İşte bu sonsuzluk günüdür."– Orada onlara ne isterlerse vardır. Katımızda daha fazlası da vardır. [Kaf/32,35]

* Şüphesiz ki görülmeyen, duyulmayan, sezilmeyen ıssız yerde Rablerine saygıyla, sevgiyle bilgiyle ürperti duyanlar; bağışlanma ve büyük bir ödül, onlar içindir. [Mülk/12]

* Ve andolsun ki Mûsâ ve Hârûn'a Furkân'ı ve görülmeyen, duyulmayan, sezilmeyen ıssız yerde Rablerine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan, kıyâmetin kopmasından içleri titreyen, Allah'ın koruması altına girmiş kişiler için bir ışığı ve öğüdü verdik. [Enbiya/48,49]

* Ve günâhkar bir kimse, başkasının günahını çekmez. Eğer çok günahı olan/çok zengin olan bir kimse, günahını çektirmek için birini çağırsa da ondan hiçbir günah alınıp başkasına çektirtilmeyecek. –Bir akrabası olsa bile– Şüphesiz sen ancak Rablerine karşı ıssız yerlerde saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve salâtı ikame edenleri [mâlî yönden ve destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutanları] uyarırsın. Her kim arınırsa ancak kendisi için arınır. Dönüş de yalnızca Allah'adır. [Fatır/18]
12) Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz Biz. Onların önceden yapıp gönderdiklerini ve eserlerini de yazarız. Zaten Biz her şeyi bir "apaçık önderde/Kur'ân'da" sayıp tesbit etmişizdir.
Bu ayette üç nokta üzerinde durulmuştur.

1- Ölülerin diriltilmesi ve bunu sadece Allah’ın yapacak olması: Burada Rabbimiz, üç kez "Biz" ifadesi kullanarak, te’kit edatı getirerek ve cümleyi isim cümlesi şeklinde kurarak olağanüstü bir vurgu yapmıştır. Yapılan bu vurgular, ölülerin diriltilmesi olayının büyüklüğünü, ciddîliğini ve bu işin sadece Allah’ın gücü ile mümkün olabileceğini göstermektedir.

"Ölülerin diriltilmesi" eyleminden mecazen "ölü mesabesinde olan kâfirlerin imana getirilerek canlandırılması", yani "cahillerin bilgilendirilmek suretiyle canlandırılması" şeklinde ikinci bir anlam çıkarmak da mümkündür.

2- İnsanların yaptığı her şeyin yazılması: Ayetin ikinci cümlesinde, insanın yaşamı boyunca yaptığı iyi ve kötü işleri ile bu işlerin o kimsenin ölümünden sonra kalan iyi ve kötü izlerinin kayıtlara geçirildiği bildirilmektedir. Bu demektir ki, insan öldükten sonra amel defteri kapanmayacak, dünyada yaptığı işlerin izlerinden de sorumlu tutulacaktır:

1-5Gök çatladığı zaman, yıldızlar dökülüp dağıldığı zaman, denizler yarılıp akıtıldığı zaman, kabirler altüst edildiği zaman; kişi, önünden gönderdiği ve geri bıraktığı şeyleri öğrenmiştir. [İnfitar/5]

13O gün, o insan, önden yolladığı şeyler ve geriye bıraktığı şeyler ile haberdar edilir. [Kıyamet/13):]

18,19Ey inanmış olan kişiler! Allah'ın koruması altına girin; her kişi yarın için ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, işlediklerinize haberdardır. Ve Allah'ı umursamayan kimseler gibi olmayın: Böylece Allah, onlara kendilerini umursatmaz. İşte onlar, yoldan çıkmış kimselerin ta kendileridir. [Haşr/18, 19]

85Kim hayır ve iyiliklere aracı olmakla yardımcı olursa, bundan kendisine bir pay vardır. Kim de kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya kötülük çığırını açmakla yardımda bulunursa, ondan kendisine bir günah payı vardır. Allah her şeye güç yetirendir. [Nisa/85]

24,25Ve onlara: "Rabbiniz ne indirdi?" denildiği zaman, onlar, kıyâmet günü, kendi günahlarını tam olarak yüklenmek ve bilgisizlikleri yüzünden saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yüklenmeleri için, "Öncekilerin efsaneleri" dediler. Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür! [Nahl/24, 25]

12Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler, mü’minlere: "Bizim yolumuza uyun, kesinlikle sizin hatalarınızı/günahlarınızı biz yüklenelim" dediler. Oysa onların hatalarından, ne olursa olsun hiçbir şeyi onlar taşıyıcı değillerdir. Onlar, kesinlikle yalancıdırlar.

13Onlar, elbette kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte nice yükleri de taşıyacaklar. Ve uydurup durdukları şeylerden kıyâmet günü kesinlikle sorgulanacaklardır. [Ankebut/12, 13]

3- Her şeyin bir "apaçık bir önder"de sayılıp dökülmesi: Ayetteki üçüncü cümleden genellikle "amel defteri" anlaşılmaktadır. Çünkü yukarıda Kehf suresinin 49. ayetinde görüldüğü gibi, her şey yazılı olarak bir "kitap"ta [amel defterinde] bulunacaktır.

71O gün Biz, bütün insanları önderleriyle çağıracağız. Ki o gün, kimin kitabı sağ eline verilirse, işte onlar kendi kitaplarını okuyacaklar ve onlar kandil fitili/çekirdeğin iplikçiği kadar bir haksızlığa uğratılmayacaklar. [İsra/71]

52Ve onların işledikleri her şey, yazıtlarda kayıt altındadır. 53Küçüğün, büyüğün, hepsi satır satır yazılmıştır. [Kamer/52, 53]

Biz ise, cümledeki " إمام مبينimam-ı mübin [apaçık bir önder]" ifadesinin "Kur’an-ı mübin" olarak anlaşılmasını tercih ediyoruz. Çünkü Rabbimiz, insanlar için gerekli yol haritasını; iyiyi, kötüyü, güzeli, çirkini, hakkı, batılı, imanı, küfrü, cennete veya cehenneme götüren sebepleri apaçık olarak Kur’an’da sayıp dökmüştür. Dolayısıyla bize göre buradaki "imam-ı mübin" ifadesi ile kastedilen, vahyedilen kılavuzda her şeyin var olduğu gerçeğidir.

13) Sen duyarsız topluma, o kentin ashâbını örnek ver. Hani oraya elçiler gelmişti.
14) Hani Biz onlara iki elçi göndermiştik de onlar ikisini de yalanlamışlardı. Biz de üçüncü ile güçlendirmiştik de onlar: "Şüphesiz ki biz size elçileriz" dediler.
15) Onlar da: "Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], hiçbir şey indirmedi de. Siz sadece yalan söylüyorsunuz" dediler.
16,17) Elçiler dediler ki: "Rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bize düşen de sadece apaçık tebliğdir."
18) O kentin halkı dediler ki: "Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, andolsun ki sizi taşlayarak öldürürüz ve kesinlikle bizden size çok acıklı bir azap dokunur."
19) Elçiler: "Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size öğüt verildi diye mi? Aslında siz gerçeği eksik gösteren bir toplumsunuz" dediler.
20,21,22,23,24,25) O sırada o kentin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi. Dedi ki: "Ey toplumum! Uyun elçilere! Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o kişilere ki, onlar "kılavuzlanan doğru yol"u bulmuşlardır. Bana ne oluyor da kulluk etmeyecekmişim O beni yoktan yaratana? Siz de sadece O'na döndürüleceksiniz. Ben, hiç O'nun astlarından ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden], Kendisinden bana bir zarar dileyecek olsa, ilâhların yardımı, torpili benden yana hiçbir yarar sağlamaz ve o ilâhlar beni kurtaramazlar. Şüphesiz ki ben, ilâhlar edindiğim takdirde apaçık bir sapıklık içindeyim. Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman ettim. Haydi, kulak verin bana!"
26,27) Denildi ki: "Haydi gir cennete!" O da dedi ki: "Ne olurdu! Toplumum, Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan yaptığını bir bilselerdi."
28,29) Ve Biz arkasından onun toplumunun üzerine hiçbir ordu indirmedik, indirecekler de değildik. Sadece bir çığlık! Bir de bakmışsın ki, onlar hemen sönüvermişlerdir.
30) Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir elçi ile kesinlikle alay ederlerdi.
31,32) Kendilerinden önce nice kuşakları değişime, yıkıma uğrattığımızı ve bunların kendilerine dönmeyeceklerini görmediler mi? Onların hepsi de toplanıp sadece Bizim huzurumuzda hazır bulundurulacaklardır.
13–32. Ayetler:

Dikkat edilecek olursa, Kur’an’ın ilk inen suresinden itibaren her uyarıdan sonra insanların önüne bir cennet ve cehennem tablosu konulmuştur. Bu özellik bu surede de sürdürülmüş ve surenin başlangıcında yapılan elçilerin görevinin "inzar [uyarı]" olduğu, vahye kulak verenlerin bu uyarıdan yararlandığı, vahye kulak vermeyenlerin ise kendilerini cehenneme attıkları şeklindeki uyarıdan sonra, bu ayet grubunda da cennet ve cehennemin ibret tabloları canlı bir anlatımla gözler önüne serilmiştir. Ancak buradaki anlatım bambaşka bir anlatım olup sanki üç perdelik bir temsil gibidir:

Birinci perde, I. sahne

Sahnede bir kentin hıncahınç dolu olan meydanı canlandırılmıştır. Sahneye önce iki elçi girmekte ve onların arkalarından giren bir başka elçi ile birlikte üç elçi koro hâlinde topluma seslenmektedirler:

–Şüphesiz ki biz, size gönderilmişleriz [elçileriz].

Topluluk:

–Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman hiçbir şey indirmedi de. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.

Elçiler:

–Rabbimiz biliyor ki, biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bize düşen de sadece apaçık tebliğdir.

Topluluk:

–Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, ant olsun ki, sizi taşlayarak öldürürüz ve mutlaka bizden size çok acıklı bir azap dokunur.

Elçiler:

–Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size öğüt verildi diye mi? Bilakis siz haddi aşmış bir kavimsiniz.

Birinci perde, II. sahne

Kentin en uzak yerinden bir kişi koşarak sahneye girer ve topluluğa seslenir:

–Ey kavmim! Uyun o gönderilmişlere [elçilere]! Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o kişilere ki, onlar hidayete ermişlerdir. Bana ne oluyor da kulluk etmeyecekmişim O beni yaratana? Siz de sadece O’na döndürüleceksiniz. Ben, hiç O’nun astlarından ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahman, bana bir zarar dileyecek olsa, onların [ilâhların] şefaati benden yana hiçbir fayda vermez ve onlar [ilâhlar] beni kurtaramazlar. Şüphesiz ki ben, o zaman [ilâhlar edindiğim takdirde] apaçık bir sapıklık içindeyimdir. Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman ettim. Haydi, kulak verin bana!

Perde iner. Fondan bir ses:

–Haydi, gir cennete!

İkinci perde, I. sahne(Genel uyarıya yönelik)

Yer, cennettir. Topluluğa söylevde bulunan mümin kul cennette onurlanmış, nimetlere gark olmuş bir yaşam içinde kavmini düşünmektedir:

–Ne olurdu! Kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan kıldığını bir bilselerdi.

Üçüncü perde,Binlerce sahne

28, 29. ayetlerdeki "Ve Biz arkasından onun kavminin üzerine hiç bir ordu indirmedik, indirecekler de değildik. Sadece bir çığlık! Bir de bakmışsın ki, onlar hemen sönüvermişlerdir"
ifadesinin işaret ettiği gibi bir çığlık duyulur, kıyamet kopar, her şey hercümerç olur. (Bu sahnedeRabbimizin daha evvelki surelerde çizdiği tüm kıyamet kompozisyonları zihinlerde canlandırılmalıdır.)

Perde iner ve fonda yine bir ses (Mecazi anlamda Allah’ın sesi):

–Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir elçi ile mutlaka alay ederlerdi. Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi ve bunların kendilerine dönmeyeceklerini görmediler mi? Onların hepsi de toplanıp, sadece bizim huzurumuzda hazır bulundurulacaklardır.

13–32. ayetlerden oluşan pasajın yukarıda yaptığımız anlatımı, bize göre herhangi bir ek açıklamaya gerek duyurmamaktadır. Ancak bu konudaki söylentilerde yine bazı saptırmalar yapılmış olduğundan, gerçekleri tekrar sergilemekte yarar görüyoruz.

ELÇİ GÖNDERİLEN BELDE

Klâsik kaynaklarda, [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an] Ka’bü’l-Ahbar ve Vehb b. Münebbih gibi sicili bozuk İsrailiyatçılara dayanılarak asılsız ayrıntılı uzun hikâyeler nakledilmiştir. Bu hikâyelere göre, o belde "Antakya" imiş. Oraya giden elçiler de Allah’ın elçileri değil, İsa peygamberin Yuhanna, Pavlus ve Şem’un adındaki elçileri imiş. Koşup gelen salih kul da Habib-i Neccar imiş. Güya olayın sonunda hem bu elçiler hem de o elçilere destek için gelen salih kişi orada yaşayan kavim tarafından parçalanıp öldürülmüş.

Bu hikâyeler birçok yönden eldeki kaynakların verdiği bilgilerle çelişmektedir. Meselâ, hikâyelerde olayın kral Antiochus döneminde geçtiği söylenmektedir. Oysa tarihî araştırmalar, Antakya topraklarını da içinde bulunduran ülkede aynı sülâleden ismi Antiochus olan 13 kralın hüküm sürdüğünü fakat bu kralların sonuncusunun M.Ö. 65’e kadar yaşadığını ortaya koymaktadır. Diğer taraftan İsa peygamberin Antakya’ya tebliğde bulunmaları için havari gönderdiğini söyleyen, Hıristiyanlığa ait bir tek belge dahi yoktur. Bilakis eldeki İncil’in "Resullerin İşleri" bölümünden, Hıristiyan tebliğcilerinin Antakya’ya ilk kez İsa peygamberin ref’inden [yükseltilmesinden] birkaç sene sonra gittikleri anlaşılmaktadır. Buradan da Allah’ın hiçbir peygamberini oraya göndermediği veya peygamberlerden herhangi birinin kendisine oraya göndereceği bir elçi tayin etmediği anlaşılmaktadır. Şayet herhangi bir şahıs kendiliğinden oraya tebliğde bulunmak üzere gitmiş olsa bile, o şahsa Allah’ın peygamberi denilmesi ve ona göre yorumlar yapılması çok yanlış bir davranıştır. Zaten bir belde halkı tarafından elçinin elçisi konumundaki birilerine ayetlerdeki gibi tehditlerin yapılması da mantıksızdır. Dolayısıyla konumuz olan ayetlerdeki elçilerin İsa peygamberin elçileri olmaları söz konusu değildir. Yine Kitab-ı Mukaddes’te, Antakya’da Yahudi olmayan birçok kimsenin Hıristiyanlığı kabul ettiklerinden söz edilmektedir. Oysa Kur’an’da, o belde halkının, elçilerin davetini reddettikleri için azaba uğratıldıkları bildirilmektedir. Üstelik tarihî hiçbir belgede Antakya’ya azap geldiğine dair bir kayıt yoktur. Bu durumda, Antakya halkının elçileri reddettiğini ve bu yüzden azaba uğratıldıklarını iddia etmek mümkün değildir. Kısaca, Antakya söz konusu "belde" olamaz. [Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an]

Bu beldenin neresi olduğu hakkında "Nuh’un yaşadığı belde", "Semud’un beldesi", "Mekke" diyenler de olmuştur. Ancak bize göre önemli olan beldenin neresi olduğu değil, verilen mesaj ve veriliş tarzıdır. Söz konusu belde yeryüzündeki herhangi bir yer olabilir. Çünkü Nuh peygamberden sonra, elçi gelen her kentte bu tür olaylar aynen yaşanmıştır. Bu sebeple biz, 13–32. ayetlerden oluşan pasajın tarihte yaşanmış belli bir olayın bire bir nakli olduğunu değil de, bu tür olayların ortak özelliklerini yansıtan temsilî bir anlatımı olduğunu düşünüyoruz. Nitekim Kur’an’a bakıldığında, Nuh peygamberin gönderildiği kentten peygamberimizin gönderildiği kente kadar tüm kentlerde benzer tablolar yaşandığı, müşriklerin tavırları bakımından değişen bir şey olmadığı, bu nedenle de benzer tabloların dünyanın başka şehirlerinde de aynen yaşanmış olabileceği anlaşılmaktadır. Müşriklerin bu temsilî anlatımdaki "Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman hiçbir şey indirmedi de. Siz sadece yalan söylüyorsunuz" ve "Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, ant olsun ki, sizi taşlayarak öldürürüz ve mutlaka bizden size çok acıklı bir azap dokunur" şeklindeki tehditleri geçmişte de hep var olmuştur. Buradaki temsilî anlatımın amacı, Kureyşlilere "Sizler nasıl inat ve zıtlıkla Allah’ın elçisini inkâr ediyorsanız, o beldedekiler de aynı yanılgı içindeydiler. Aynı yolu takip ettiğiniz ve inadınızda ısrarlı olduğunuz takdirde, sizin sonunuz da o beldedeki insanlar gibi olacaktır" demek suretiyle uyarıda bulunmaktır.

Geçmişte elçilere karşı yapılan davranışları anlatan daha pek çok ayet vardır:

7,8Ve inkâr etmiş olanlar: "Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece O'nunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!" dediler. Bu şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar: "Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz" da dediler. [Furkan/7, 8]

20Biz, senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik. Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için saflaştırmak için sıkıntı malzemesi yaptık. –Sabrediyor musunuz!– Ve senin Rabbin çok iyi görendir. [Furkan/20]

2,3Rablerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü/hatırlatmayı ancak oyun yaparak ve kalpleri eğlenerek dinlerler. Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler, aralarında şu fısıltıyı gizlediler: "Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey midir? Artık görüp dururken büyüye mi gidiyorsunuz?" [Enbiya/2, 3]

23Semûd da o uyarıları yalanladı: "24,25Bizden bir tek insana mı, o'na mı uyacağız? Öyle yaparsak kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz, Öğüt; Kitap, aramızdan o'na mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır" dediler. [Kamer/23- 25]

Ve İsra 94, 95, Müminun 24, 25, İbrahim; 11:Enbiya 7, 8: Mümin 33, 34: Nisa,

Neml 47: A’râf 131.

UZAKTAN GELEN SALİH KUL

20–25. ayetlerde sahneye katılan salih kul, kentin en kenar yerinden koşarak gelmiş ve toplumuna verdiği çok ciddî mesajları gayet nazik bir dille ifade etmiştir. Rabbimiz, salih kulun ağzından verdiği mesajı öyle bir edebî sanatla aktarmıştır ki, bu ayetler fesahat ve belağat örneği olarak ders kitaplarında yer almıştır. Bu olağanüstü sanatın tercüme ile başka bir dile aktarılması ise maalesef mümkün değildir.

Burada salih kulun ağzı ile verilen ilâhî mesajlara Kur’an’da çokça yer verilmiştir:

38Ve sen, gerçekten onlara: "O gökleri ve yeri kim oluşturdu?" diye sormuş olsan, kesinlikle "Allah!" diyeceklerdir. De ki: "Öyleyse Allah'ın astlarından çağırdıklarınızı hiç düşündünüz mü? Eğer Allah, bana bir zarar vermek istediyse, onlar O'nun zararını giderebilen kimseler midirler? Yahut bana bir rahmet dilediyse, onlar O'nun rahmetini engelleyebilen kimseler midirler? De ki: "Allah, bana yeter. Sonucu bırakanlar, yalnızca O'na sonucu bıraksınlar." [Zümer/38]

17De ki: "Eğer Allah, size bir kötülük dilediyse veya size bir rahmet dilediyse, sizi Allah'tan kim korur?" Hem onlar kendilerine Allah'ın astlarından bir yol gösterici, koruyucu yakın bulamazlar, bir yardımcı da. [Ahzab/17]

11Bedevi Araplardan geri bırakılmış; sizinle gelmemiş olanlar, sana yakında, "Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti/alıkoydu. Hadi Allah'tan bizim bağışlanmamızı dile" diyeceklerdir. Onlar, kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: "Allah, size bir zarar dilediyse veya bir yarar dilediyse O'na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir? Tam tersi Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." [Fetih/11]

Toplumuna "Ben, hiç O’nun astlarından ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahman bana bir zarar dileyecek olsa, onların [ilâhların] şefaati benden yana hiçbir fayda vermez ve onlar [ilâhlar] beni kurtaramazlar. Şüphesiz ki ben, o zaman [ilâhlar edindiğim takdirde] apaçık bir sapıklık içindeyimdir" diyerek ilâhî gerçekleri haykıran salih kul, yaptığı konuşmayı "Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman ettim. Haydi, kulak verin bana!" sözleriyle bağlamıştır. Salih kulun bu son cümlesi, "Siz her ne kadar tanımasanız da benim inandığım Rabb sizin de Rabbinizdir" anlamına gelmektedir.

Salih kulun konuşmasından sonra gelen 26. ayet iki cümleden oluşmaktadır. Birincisi,
Denildi ki: ‘Haydi gir cennete!’ cümlesi; ikincisi de (O da) Dedi ki: ‘Ne olurdu! Kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan kıldığını bir bilselerdi!’ cümlesidir. Bu iki cümle, eğer bu pasajdaki anlatımın temsilî anlatım olduğu dikkate alınmazsa, paragraftaki söz akışını bozan ve paragrafla uyumsuz bir mahiyet arz etmektedir. Nitekim geçmişte yazılmış eserlerde bu konuda çok zorlanıldığı görülmektedir. Temsilî anlatım dikkate alındığında ise, 26. ayetin birinci cümlesi olan "Haydi gir cennete!" buyruğunun, olayların devamındaki bir gelişme olarak değil de, perde kapanırken salih kula fondan yapılan bir seslenme olarak değerlendirilmesi gerekir. Bu ifade, Rabbimizin iman etmiş, salihatı işlemiş olan kullarına rahmetinin ve lütfunun bir tecellisidir. A’râf suresinin 49. ayetinde de değindiğimiz bu ifade, daha birçok ayette yer almıştır:

32-35İşte bu, çokça yönelen ve çokça koruyan Rahmân'dan; yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tan görülmediği, duyulmadığı; sezilmediği yerlerde bile saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperen ve gönülden bağlı olan herkes için söz verilendir. –"Selâm ile oraya girin. İşte bu sonsuzluk günüdür."– Orada onlara ne isterlerse vardır. Katımızda daha fazlası da vardır. [Kaf/32-35]

30-32Ve Allah'ın koruması altına girmiş kimselere: "Rabbiniz ne indirdi?" denilince onlar: "Hayır" derler. Bu dünyada güzelleştirenlere-iyileştirenlere iyilik-güzellik vardır. Âhiret yurdu ise kesinlikle daha hayırlıdır. Ve Allah'ın koruması altına girmiş kimselerin yurdu; Adn cennetleri ne güzeldir! Onlar, oraya girecekler. Onun altından ırmaklar akar. Orada, onlar için diledikleri şeyler vardır. Allah, Kendisinin koruması altına girmiş kişileri işte böyle karşılıklandırır. Allah'ın koruması altına girmiş kişiler o kimselerdir ki, melekler onları hoş ve rahat ettirerek onlara geçmişte yaptıklarını ve yapmaları gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırırlar. "Selâm size, yapmış olduğunuz işlerin karşılığı olarak girin cennete!" derler. [Nahl 30- 32]

"
68-70Ey âyetlerimize iman etmiş ve Müslümanlar olmuş olan kullarım! Bugün size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz. Siz ve eşleriniz ağırlanmış olanlar olarak girin cennete! [Zühruf/70]

27-30Ey zihnindeki tüm soru işaretlerini gidererek rahata kavuşmuş kişi! Dön Rabbine, sen Rabbinden O da senden hoşnut olarak! Hemen gir kullarımın içine! Ve gir cennetime! [Fecr/27–30]

45,46Şüphesiz ki Allah'ın koruması altına giren kişiler, cennetlerde ve pınarlardadır: "Selâmetle güven içinde oraya girin!" [Hicr/46]

26. ayetin ikinci cümlesi olan ve salih kulun cennet sahnesindeki "Ne olurdu! Kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan kıldığını bir bilselerdi!" sözleri, Rabbimizin iman eden ve salihatı işleyenleri her türlü korkudan, üzüntüden uzak tutup onları bağışlayacağı ve onlara büyük ödül olarak cenneti bahşedeceği vaatlerinin gerçek olduğunu ifade etmektedir. Yani salih kulun bu sözleri, aşağıdaki ayetin gerçekleştirilmiş hâlidir:

49,50De ki: "Ey insanlar! Ben, sizin için sadece apaçık/açıklayan anlatan bir uyarıcıyım. Artık, iman etmiş olanlar ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar; bağışlanma ve hatırı sayılır rızık sadece onlar içindir." [Hacc/49, 50]

Olayın kahramanı olan elçiler ile salih kulun olay sonundaki akıbetleri hakkında Kur’an’da bilgi verilmemiştir. Buna rağmen yukarıda adları verilen hadis uydurmakla ün yapmış kişiler tarafından onların parçalanıp öldürüldükleri söylenmiş, bu desteksiz söylentiler sanki birer gerçekmiş gibi kitaplara da geçirilmiştir.

28, 29. ayetler inkârcı bir kavmin sonunu anlatmakla beraber aynı zamanda Nuh, Âd, Semud ve İsrailoğullarının akıbetlerini de çağrıştıran ve peygamberler ile kavimleri arasındaki ilişkilere ait "Sünnetullah"ı hatırlatan genel bir mesaj taşımaktadır.

30–32. ayetler, bu temsilî anlatımdan sonra perde kapanırken fondan seyircilere [toplumlara] verilen genel bir mesajdır:

"Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir elçi ile mutlaka alay ederlerdi. Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi ve bunların kendilerine dönmeyeceklerini görmediler mi? Onların hepsi de toplanıp sadece bizim huzurumuzda hazır bulundurulacaklardır."

Bu mesaj, kendilerine yazık etmemeleri gerektiği yönünde toplumlara yapılan çok önemli bir uyarıdır.

100Ve önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris; son sahip olanlara kılavuz olmadı mı, etki yapmadı mı: "Eğer Biz dilersek onları da günahlarından dolayı cezalandırırdık. Biz onların kalplerinin üzerine damga vururuz/mühürleriz de onlar işitmezler." (A’râf/100)

128Meskenlerinde gezip durdukları şu kendilerinden önce yok ettiğimiz bunca nesiller, onlar için kılavuz olmadı mı? Şüphesiz ki bunda akıl sahibi olanlar için nice deliller vardır. [Tâ-Hâ/128]

137Kesinlikle sizden önce uygulamalar gelip geçti. Hadi, yeryüzünde gezin de yalanlayıcıların âkıbetinin nasıl olduğunu bir görün. (Al-i Imran/137)
33) Ve ölü toprak, duyarsız topluma bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da ondan yeyip duruyorlar.
34,35) Ve Biz onun ürününden ve kendi elleriyle yaptıklarından yesinler diye orada hurmalıklardan, üzüm bağlarından bahçeler yaptık. İçlerinde pınarlardan sular fışkırttık. Hâlâ kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödemeyecekler mi?
36) Yerin bitkilerinden, kendi nefislerinden ve daha bilemeyecekleri şeylerden çiftleri, onun hepsini oluşturan her türlü noksanlıktan arınıktır.
33–36. Ayetler:

Ya Sin suresinin baş tarafında konu edilen "gafilleşmiş [duyarsızlaşmış] kavmin uyarılmasına bu ayet grubunda da devam edilmektedir.

İnsanlara verilen nimetlerin sayıldığı 33, 34. ayetlerden sonra 35. ayette yer alan "Hâlâ şükretmeyecekler mi?" ifadesi, nankörlüğe karşı ince bir tehdit içermektedir.

Bu ayet grubunda dikkatler "ölü toprak ve ondan çıkarılan nimetler" ile "bilinen ve bilinmeyen tüm varlıkların çift yaratılmışlığı" üzerine çekilmiştir.

ÖLÜ TOPRAK VE ONDAN ÇIKARILAN NİMETLER

12. ayetteki "Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz, Biz!" ifadesi, bu gruptaki 33. ayette "ölü toprak" örnek verilmek suretiyle kanıtlanmaktadır. Bitkisiz, kupkuru ölü toprak yağmur ile diriltilmekte ve ondan bitkiler, meyveler, sebzeler çıkarılmakta, pınarlar fışkırtılmaktadır. Ölü toprağın verdiği nimetler bunlarla da sınırlı değildir. 35. ayette bildirildiği gibi, toprağın bitirdiğinden insan eliyle daha değişik nimetler de sağlanabilmektedir. Meselâ, pancardan elde edilen şeker, üzümden elde edilen pekmez, zeytinden elde edilen zeytinyağı, susamdan elde edilen tahin, buğdaydan elde edilen ekmek gibi nimetler, ölü toprağın verdiği nimetlerden el ile üretilenleridir.

Ölü toprağın dirilmeye örnek oluşu Kur’an’da sık sık dile getirilmiştir:

11Ve O Allah ki, suyu gökten belli bir ölçü ile indirdi. Sonra Biz, onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz, böyle çıkarılacaksınız. [Zühruf/11]

9Ve Allah, rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete geçirip yukarılara kaldırır. Derken Biz, o bulutu ölmüş bir beldeye sürüp göndermişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte böyledir ölmüş çürümüş insanlara hayat vermek. [Fatır/9]

9-11Biz, gökten bereketli bir su indirdik. Onunla bahçeler ve biçilecek taneler, kullara rızık olmak üzere tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş büyük ve yüksek hurma ağaçları bitirdik. Ve Biz, onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte diriliş böyledir. [Kaf /9–11]

Bu konuyla ilgili olarak daha önce Kaf suresinin tahlilinde de açıklama yapılmıştı.

6–8. ayetlerdeki kısa açıklamalardan sonra evren kitabının bazı sayfalarını gözler önüne sermeye devam eden Rabbimiz, bu ayetlerde de canlandırma ve yeniden dirilme konusunu gündeme getirmiştir.

"Çıkış"ın, tıpkı bereketli bir suyun gökten ölü toprağa indirilmesi sonucunda ölü topraktan bitki ve ağaçların çıkması gibi olacağını bildiren Yüce Allah, bu tarifle inançsızlara, diriltmeyi sanki laboratuarda tatbikî olarak göstermektedir.

Bu ayetler, özellikle Arabistan gibi kurak iklim şartlarında yaşayan insanlara, tam anlayacakları dilden hitap etmektedir. Zira Arabistan halkı yaşarken görmektedir ki, bazen beş sene boyunca bir damla bile yağış düşmeyen, kavrularak ne bitki ne de hayvan hiçbir canlının yaşayamayacağı hâle gelen topraklarda, çok az miktardaki bir yağmurla bile otlar bitmekte, böcekler harekete geçmekte, adeta ölü tabiat canlanıvermektedir.

Yüce Rabbimiz bu ayetlerde zımnen şöyle demektedir: "Yerküreyi canlı yaratıkların yaşaması için uygun bir yer yapan, yeryüzünün cansız toprağını gökyüzünün cansız suyu ile birleştirerek bağ ve bahçelerde göz alıcı bin bir çeşit bitki yaratan, bu bitkileri insan, hayvan, böcek, tüm canlılar için rızk ve hayat kaynağı kılan Allah’ın ölümden sonra diriltmeye gücü yetmeyeceği şeklindeki düşünceniz akılsızca bir zandır. Siz, tamamen kuru ve cansız olan bir bölgenin yağmur taneleri düşer düşmez nasıl hayat bulduğunu, ölmüş olan köklerin nasıl aniden dirildiğini, bin bir çeşit böceğin o ölü topraktan çıkarak nasıl koşuşmaya başladığını gözlerinizle görüyorsunuz. İşte, bu gördüğünüz, ölümden sonra dirilmenin imkânsız olmadığının apaçık ispatıdır."

Rabbimiz, konumuz olan ayetin dışındaki başka ayetlerde de, yağmur ile ölü topraktan bitkilerin çıkmasını ölümden sonra ahirette dirilmeye örnek olarak göstermiştir:

33Ve ölü toprak, duyarsız topluma bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da ondan yeyip duruyorlar. [Ya Sin/33]

24Yine O'nun âyetlerindendir ki, size hem korku ve hem de umut vermek için şimşeği gösteriyor. Ve gökten bir su indiriyor da onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor. Şüphesiz ki bunda aklını kullanacak bir toplum için nice alâmetler/göstergeler vardır. [Rum/24]

50Öyleyse Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak; yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, kesinlikle ölüleri diriltir ve O, her şeye gücü yetendir. [Rum/50]

19O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır ve yeryüzüne ölümünden sonra hayat verir. Sizler de işte öyle çıkarılacaksınız. [Rum/19]

Yukarıdaki ayetlerden başka Nahl/65, Ankebut/63, Fatır/9, Casiye/5, Hadid/17 ayetleri de aynı anlamdadır.

Bilinmelidir ki, şerefli Kur’an da aynen bereketli su gibidir. Onunla, ölmüş, kokuşmuş bireyler ve toplumlar yeniden canlanabilirler.

BİLİNEN VE BİLİNMEYEN TÜM VARLIKLARIN ÇİFT YARATILMIŞLIĞI

Gerek insan, hayvan ve bitki gibi biyolojik canlıların, gerekse bilinen ve bilinmeyen tüm diğer varlıkların erkekli-dişili olarak, zıtlı, karşıtlı, çiftler hâlinde yaratıldığı başka ayetlerde de bildirilmiştir:

10Allah, gökleri dayanak olmadan oluşturmuştur, bunu görmektesiniz. Yeryüzünde de, size sofra hazırlasın diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve oralarda irili-ufaklı her canlıdan türetip yayıverdi. Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her değerli çiftten bitki bitirdik. [Lokman/10]

49Ve Biz, siz iyice düşünürsünüz/öğüt alırsınız diye her şeyden iki eş oluşturduk. [Zariyat/49]

36. ayette " الازواجezvac" sözcüğü ile ifade edilmiş olan bu durum, maddenin temeli olan atomun yapısında ancak 20. asırsa tespit edilebilmiştir. Bilimin değişik alanlarında sağlanan gelişmelere paralel olarak tescil edilen bu "Atom altı" gerçeklik, o günden sonra "karşıt madde", "karşıt parçacık" gibi, önünde "karşıt" sözcüğünün bulunduğu kavramlarla ifade edilmeye başlanmıştır.

Bu konu hakkında bilim ve teknik kitaplarında Kur’an ile uyumlu ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır.
37) Gece de, duyarsız topluma bir delildir. Biz geceden gündüzü sıyırırız da onlar hemen karanlığa dalıverirler.
Rabbimizin uyarıları burada da, peygamberimizin elçi olarak gönderildiği duyarsızlaşmış toplumun şahsında devam etmektedir. Bu ayetten başlayarak 41. ayete kadar olan bölümde, gece ve gündüz ilişkisindeki mucizeler ile Güneş’in ve Ay’ın hareketlerine ait özellikler sergilenmiştir.

Bilindiği gibi, Dünya kendi etrafında döndükçe Dünya’nın Güneş karşısında bulunan yüzü arkaya geçer ve karanlığa girer. Karanlık ve aydınlık arasındaki bu dönüşüm, Dünya’nın kendi etrafındaki dönüş hızına göre yavaş yavaş olmaktadır. İşte, ayette geçen "geceden gündüzün sıyrılması" budur; bir taraftan sıyrılan bölge, aynı hız ve oranda diğer tarafa bürünmektedir. Güneş sistemi hakkında bugünkü bilgilerin kuram hâlinde bile henüz ortaya atılmamış olduğu bir dönemde, gece ile gündüz arasındaki ilişkinin gerçeklere tam bir uygunlukla açıklanmış olması bir mucizedir. Bu mucize başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

37Ve gece, gündüz, güneş ve ay O'nun alâmetlerinden/göstergelerindendir. Güneşe ve aya boyun eğip teslimiyet göstermeyin. Ve eğer sadece Allah'a kulluk yapıyorsanız, onları oluşturmuş olan Allah'a boyun eğip teslimiyet gösterin. [Fussılet/37]

54Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı evrede oluşturan, sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran, gündüzü, durmadan kovalayan gece ile bürüyen ve güneş, ay ve yıldızları emrine boyun eğmiş olarak yaratan Allah'tır. İyi biliniz ki oluşturma ve sistemler kurup yürütme sadece O'na özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah, ne cömerttir! [A’râf/54]

61İşte bu, Şüphesiz Allah'ın, geceyi gündüzün içine sokması, gündüzü de gecenin içine sokması sebebiyledir. Şüphesiz Allah, çok iyi işitendir, çok iyi görendir. [Hacc/61]

Konumuz olan ayetteki ifade, gece ile gündüzün fizikî oluşumundan ziyade hayat üzerindeki etkilerine yöneliktir. Çünkü artık herkes çok iyi bilmektedir ki; yeryüzündeki bütün canlıların, hatta su, hava ve diğer maddelerin varlıkları, Güneş ile Dünya arasındaki çok hassas mesafe sayesinde mümkün olabilmektedir. Eğer Güneş ile Dünya arasındaki mesafe şimdiki durumundan daha az veya daha fazla olsaydı, şu anda içinde bulunduğumuz yaşam mümkün olmayacak, belki cansız maddelerin biçimsel özellikleri dahi farklı olacaktı. İşte, "gecenin gündüzden sıyrılması" tabiri ile insanlığa gösterilen delilin arkasındaki bu ince ayarlar, duyuları sağlam ve aklıselim sahibi herkese, bunları tasarlayan ve yapan bir kudretin varlığını zorunlu olarak kabul ettirmektedir.

38) Kendi yolunda kendisi için kararlaştırılmış olan akıbet için akıp giden güneş de duyarsız toplum için bir delildir. İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın ayarlamasıdır.
Yalın göz ile izleme yapıldığında sabit bir yıldız görüntüsü veren Güneş, aslında aynen ayetin bildirdiği gibi hareket hâlindedir. Bu hareket iki türlü olup Güneş hem kendi ekseni etrafında dönmekte, hem de Güneş Sistemi’ndeki gezegen ve uydularla birlikte Samanyolu galaksisi çevresinde yol almakta; bir bakıma yüzmektedir.

Ayetteki "İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir" ifadesi, Güneş’in bu hareketlerinin güzel, ölçülü ve Rabbanî bir hesap sonucu olduğunu vurgulamaktadır. Güneş’in hareketlerine bu nitelikleri kazandıran ise, ayette geçen "takdir" sözcüğünün "ince hesap yapmak" anlamında oluşudur. Hatırlanacak olursa Kamer suresinin 49. ayetinin tahlilinde de, her şeyin Allah’ın ilminde takdir edilmiş bir ölçü ile meydana geldiğini söylemiş ve surenin sonuna Seyyid Kutub’un bu konudaki geniş bir açıklamasını koymuştuk. [Tebyînü’l-Kur’an; c????? ] Rabbimizin ince hesabına Kur’an’da başka ayetler ile de dikkat çekilmiştir:

96Tan yerini yarıp çıkarandır. Geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ay'ı hesap ile yapmıştır. Bu, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, çok iyi bilenin belirlemesidir, ayarlamasıdır. [En’âm/96]

12Böylece Allah, onları iki evrede yedi gök olmak üzere gerçekleştirdi ve her göğün kendi işini içine yükledi. Biz en yakın göğü kandillerle ve korumayla süsledik. İşte bu, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, çok iyi bilenin ayarlamasıdır. [Fussılet/12]

12Ve Biz, geceyi ve gündüzü iki alâmet/gösterge yaptık. Sonra Rabbinizden bir armağanlar aramanız, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için gecenin alâmetini/göstergesini silip, bir gördürücü aydınlık olarak gündüzün alâmetini/göstergesini getirdik. Ve Biz, her şeyi ayrıntılı olarak açıkladık da açıkladık. [İsra/12]

5O, güneşi bir aydınlık, ay'ı bir ışık yapan ve senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz diye, aya menziller ayarlayandır. Allah bunu ancak gerçek ile oluşturmuştur. O, bilecek olan bir toplum için âyetleri ayrıntılı olarak açıklar. [Yunus/5]

32-34Allah, gökleri ve yeri oluşturan, gökten su indirip de onunla size rızık olarak çeşitli meyveler çıkarandır. Ve Allah, emri gereğince denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi/sizin yararlanacağınız özelliklerde yarattı, ırmakları da emrinize verdi. Sürekli olarak dönüş hâlinde olan güneşi ve ayı da emrinize verdi/onları da yararlanacağınız özelliklerde yarattı. Geceyi ve gündüzü de sizin emrinize verdi. Ve O, Kendisinden istediğiniz her şeyden size verdi. Allah'ın nimetini saymak isterseniz de sayamazsınız! Şüphesiz insan kesinlikle çok yanlış; kendi zararına iş yapan, çok iyilikbilmez biridir. [İbrahim/32, 34]

Biz, insanlığın bugünkü bilgisi ve imkânları ile bu ayetleri hakkıyla anlamasının mümkün olmadığını ve gelecek kuşakların inşallah daha iyi anlayacaklarını düşünüyoruz.

Ayette geçen "akıp giden Güneş" ifadesi ile ilgili de bilim ve teknik kitaplarında ayrıntılı bilgi bulunmaktadır.
39) Bizim kendisi için, eski kuru bir hurma dalı gibi dönünceye dek menziller; konaklar ayarladığımız Ay da, o duyarsızlaşmış toplum için bir delildir.
Ayette geçen "القمرُ el-kamer" sözcüğü Kûfeliler tarafından "القمرَ el-kamera" şeklinde nasb ile okunmuştur. Hem Ebu Ubeyd mushafı hem de elimizdeki mushaf bu kıraati esas almıştır. Başta el Ferra ve Ebu Hatim olmak üzere dilbilimcilerin tümü ise sözcüğün "el Kameru" şeklinde ötre ile okunmasını tercih etmişlerdir. [Kurtubî, 39. ayet ile ilgili açıklamalar]

Bizim tercihimiz de bu yönde olduğu için, "Ay’a gelince, Biz ona menziller tayin ettik" şeklindeki bir çeviriyi ayetin içinde yer aldığı pasaja uygun görmedik ve pasaja bütünlük kazandıran yukarıdaki meali oluşturduk.

Bu ayette yine mucizeler gösterilmekte ve uyarı bu mucizelere dikkat çekilmek suretiyle yapılmaktadır:

AY’IN MENZİLLERİ

Bilindiği gibi Ay’ın Dünya’dan görünüşü her gün değişmekte, "hilâl"den başlayarak 14. günde "dolunay" hâline gelen Ay, devam eden günlerde yavaş yavaş tekrar eski şekline dönmektedir. Ay’ın bu görünüm değişimi hiçbir farklılık arz etmeden süregeldiği için, çok eski çağlardan beri onu gözlemleyen insanoğlu, Ay’ın her gün değişik bir şekil alan görüntüsüne değişik isimler vermiştir. Meselâ, Araplar Ay’ın bu evrelerine şu isimleri vermişlerdir: Şertan, Butayn, Süreyya, Deberan, Hek’a, Hen’a, Zira’, Nesre, Tarf, Cebhe, Zübre, Sarfe, Avva, Simâk, Gafir, Zubânâ, İklîl, Kalb, Şevle, Neâim, Belde, Sa’düzzâbih, Sa’dübüla’, Sa’düssüud, Sa’dülahbiye Fer’uddelvil, Muahhar ve Reşa. Ayette geçen Ay’ın menzillerinden maksat, onun her gün başka görüntü veren bu konumlarıdır. Bu konumların art arda gelmesi ile Ay’ın Dünya çevresinde oluşturduğu dolanım turu, ayetin ifadesi ile "eski, kuru bir hurma dalı gibi"dir.

Ayın yörüngesi, menzilleri ile ilgili bilim teknik kitaplarında da ayrıntılı bilgi bulunmaktadır.
40) Güneşin aya erişip çatması uygun olmaz. Gece de gündüzü öne geçici değildir. Hepsi de bir yörüngede yüzerler.
Bu ayet, Güneş, Dünya ve Ay’ın hareketlerindeki düzenin bozulmayacağını, çünkü bunların Rabbanî bir hesapla ayarlandığını bildirmektedir.

Böyle bir ayet Enbiya suresinde de vardır:

* Ve O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ay'ı oluşturandır. Hepsi bir yörüngede yüzmektedir. [Enbiya/33]

Ayetin sonundaki "Hepsi bir yörüngede yüzmektedir" ifadesi, sadece Güneş ve Ay’da değil, tüm yıldızlarda da aynı nizam ve intizamın varlığını bildirmektedir. Bu konuda da bilim teknik kitaplarında da ayrıntılı bilgi bulunmaktadır.

41,42) Bizim, şüphesiz onların soyunu dopdolu bir gemide taşımamız ve şüphesiz kendileri için onun gibi binecekleri şeyleri oluşturmamız da duyarsız toplum için bir delildir.
43,44) Ve Biz dilersek -Bizden bir rahmet ve bir zamana kadar yararlanma; süre tanınması dışında- onları suda boğarız da o zaman onların çığlığına hiç yetişen olmaz. Onlar kurtarılamazlar da.
41–44 arası ayet grubunda, duyarsızlaşmış kavim için yeni bir delil gösterilmekte ve uyarı sürdürülmektedir.

Klâsik kaynaklarda "dopdolu gemi" ile Nuh’un gemisinin kastedildiği ileri sürülmüştür. Fakat ayette geçen "Onların [duyarsız kavmin] soyu" ifadesi bu anlayışa engel teşkil etmektedir. Bize göre ayette normal gemiler konu edilmiş ve Rabbimiz burada fizikî ayetlerinden biri olan "suyun kaldırma kuvveti"ne işaret etmiştir. Yani, gemilerin ilâhî bir kural sayesinde yüzdüğüne ve insanlığın da bundan birçok yarar sağladığına dikkat çekilmiştir. Gemilerin yüzebilmesindeki ilâhî kuralın delil olarak gösterilmesi, başka ayetlerde de yapılmıştır:

* Alâmetlerini/göstergelerini size göstermek için, şüphesiz, Allah'ın nimetiyle geminin denizde kayıp gittiğini görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Şüphesiz bunda, tüm çok sabreden ve kendisine verilen nimetlerin karşılığını çokça ödeyen için alâmetler/göstergeler vardır. [Lokman/31]

* Ve O, bütün eşleri oluşturdu ve siz onların sırtına binip üzerlerine yerleşirsiniz. Sonra onun üzerine yerleştiğiniz zaman, Rabbinizin nimetini anarak: "Bunları bizim hizmetimize veren/bunları yararlanacağımız özelliklerde yaratan Allah eksikliklerden arınıktır. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi. Şüphesiz biz de yalnızca Rabbimize döneceğiz" diyesiniz diye sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyleri var etti. [Zühruf/12-14]

* İki deniz de eşit olmuyor; şu tatlıdır, hararet keser ve içerken kayar; şu da tuzludur, yakar kavurur. Her birinden de taze bir et yersiniz ve giyeceğiniz bir süs çıkarırsınız. O'nun armağanlarından hakkınız olanı arayasınız ve kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödersiniz diye onda suyu yara yara giden gemileri de görürsün. [Fatır/12]

Burada da, Rabbimizin kulların eylemlerini "taşıdık", "yarattık" ifadeleriyle kendisine izafe etmesi, bu fiilleri Allah’ın yaratması sebebiyledir.

ALLAH’TAN BİR RAHMET

Bilindiği üzere denizlerde oluşan kuvvetli fırtınalar ve büyük dalgalar zaman zaman gemiler için yok edici özellikte olabilmektedir. Rabbimiz bu ayette deniz yolculuğunun kendi rahmeti sayesinde olduğunu bildirmiştir. Bu sebeple, deniz yolculuğu yapanlar, doğal olarak denizin bu tehlikelerini içlerinde hissederler ama yaptıkları yolculuğun Allah’ın rahmeti sayesinde olduğunu düşünerek rahatlarlar.

Ayetteki "bir zamana kadar yararlanma" ifadesinden anlaşılmaktadır ki, bu kurtarma işi devamlı değildir ve bu dünyadaki her şey gibi bunun da bir sonu vardır.

Rabbimiz, özellikle Şuara suresinde (8, 67, 103, 121, 158, 174, 190. ayetler) olmak üzere insanlara rahmeti gereği birçok delil göstermiştir:

* İşte bak! Onların tuzaklarının âkıbeti nice oldu, şüphesiz Biz onları ve toplumlarını toptan yerle bir ettik. İşte, onların, şirk koşmak sûretiyle işledikleri yanlışlar yüzünden çatıları çöküp ıpıssız kalmış evleri. Hiç şüphesiz ki bunda, bilen bir toplum için bir alâmet/gösterge vardır. [Neml/51,52]

* Onlar görmediler mi ki, dinlensinler diye geceyi yarattık, gündüzü de gördürücü, aydınlık yarattık. Şüphesiz ki bunda iman eden bir toplum için kesinlikle alâmetler/göstergeler vardır. [Neml/86]
45,46) Ve onlara: "Rahmet olunmanız için, geçmişte yaptığınız ve gelecekte yapacağınız işlerde/geçmiş ve gelecek kusurlarınızdan/geçmiş toplumların başına gelenlerin sizin başınıza gelmemesi için, âhirette başınıza gelecek felaketlere karşı, "Allah'ın koruması altına girin" denildiği zaman ve kendilerine Rablerinin âyetlerinden herhangi bir âyet geldiğinde, onlar sadece ondan mesafeli duran kimseler oldular.
Bu ayetler, kâfirlerin hâllerini nakleden başka bir paragrafın ilk ayetleridir. Burada, o duyarsız toplumun gerekli uyarıyı aldıklarında umursamazlık göstererek yine yüz çevirdikleri, gözlerini kapayıp kulaklarını tıkadıkları anlatılmaktadır.

45. ayetteki "Önünüzdekine ve arkanızdakine takvalı davranın" ifadesinden genellikle şunlar anlaşılmaktadır:

- Sizden önce geçmiş ümmetlerin başına gelenler sizin başınıza gelmeden ve ahirette başınıza gelecek felaketlerden sakının.

- Geçmiş günahlardan ve gelecek günahlardan sakının.

- Ömrünüzün geçmiş bölümünden ve ömrünüzün kalan bölümünden sakının.

- Dünyadan ve ahiret azabından, bildiğiniz kusurlarınızdan ve bilmediğiniz kusurlarınızdan sakının.

Bizim tevilimiz ise bu ifadenin daha evvel 12. ayette geçen "ve eserlerini de yazarız" şeklindeki ifadenin taşıdığı anlamda olduğudur. Kişinin kendi önündeki ve arkasındaki şeyler, kişinin yaşarken yaptıkları ve bu yaptıklarının onun ölümünden sonraya kalan izleridir. Dolayısıyla Rabbimiz, burada yaptığı uyarı ile insanların yaşarken yaptıklarına ve bu yaptıklarının ölümden sonraki etkilerine dikkat etmelerini, bunlardan zarar görmemelerini istemektedir.

45. ayet bir şart cümlesi olup cümlenin ceza [karşılık] bölümü ayette mevcut değildir. Bu durumda ya 46. ayetin yüklemi 45. ayete de yüklem olarak kabul edilecek ve iki ayet tek yüklemle ifade edilecek, ya da 46. ayetin yükleminin delâletiyle 45. ayete de "ondan yüz çevirenler oldular" anlamında ayrıca bir yüklem takdir edilecektir. Biz birinciyi tercih edip iki ayeti tek bir cümle halinde sunmuş bulunuyoruz.
47) Onlara: "Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden harcamada bulunun; başkalarının da nafakalarını temin edin" denildiği zaman da kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş o kişiler, şu iman etmiş kişiler için: "Allah'ın dileyince yiyeceklendirebileceği kimseyi biz mi yiyeceklendireceğiz? Siz, ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz" dediler.
Duyarsızlaşmış kâfirlerin durumlarının sergilenmesine devam edilen bu ayette, insanlara şefkat ve merhamet duygularını kullanarak kendilerini kurtarmaları uyarısında bulunulmaktadır.

Fecr, Duha ve Maun surelerinde ilk gündeme getirilen sosyal görev fakirlerin doyurulması ve yetimlerin kerimleştirilmesi iken, kendilerine "Allah’ın sizi rızklandırdığı şeylerden infak edin; harcamada bulunun/nafakalar temin edin " denilen kâfirler bu çağrıya alaycı bir cevap vermişler ve söz konusu görevden kaçmışlardır. Kâfirlerin verdikleri cevap bize göre bir anlamda "Eğer Allah her şeye kadir ve her şeyin rızkını verseydi elbette fakirleri kendi doyururdu. Bunu neden bizden istiyorsunuz?" şeklinde bir inkâr da içermektedir.

İNFÂK

"İnfak" sözcüğünün kökü olan "n f q"nın ilk anlamı, "at ve diğer canlıların ölmesi" demektir. Sözcük daha sonra genel olarak "yok olma, tükenme" anlamında kullanılır olmuştur.

Bu sözcüğün "İf’âl" babından türevi olan "infâk" sözcüğünün anlamı ise "malın, paranın, canın harcanması tüketilmesi" demektir. [Lisanü’l Arab, Tacü’l Arus]

Bu sözcüğün türevlerinden olan "nafaka" sözcüğü, "yenilerek, içilerek, giyilerek tüketilen tüketim maddeleri"nin ismidir.

Allah’ın Kur’an’da konu ettiği "infak" ifadelerinin anlamı, hem "Allah yolunda harcamak hem de "nafakalandırmak; tüketim maddelerini sağlamak" anlamındadır.

"İnfâk" sözcüğü geçen ayetlerde hangi anlamın tercih edileceği, ayetin bulunduğu pasajdaki söz akışından belli olmaktadır. Bazı ayetlerde her iki anlam da dikkate alınmalıdır.

Kâfirlerin infaktan, kamu yararına mal harcamaktan kaçarak ortaya koydukları bu tavır, onların akılsız oldukları kadar duygusuz da olduklarını göstermektedir.
48) Bir de duyarsız toplum: "Eğer doğrulardan iseniz bu söz verilen tehdit ne zaman?" diyorlar.
49,50) Onlar sadece birbiriyle çekişip dururlarken, kendilerini yakalayıverecek bir tek çığlıkla karşı karşıya kalacaklardır. İşte o zaman bir vasiyette bile bulunamazlar. Ailelerine, yakınlarına da dönemezler.
İnkârcıların "Ne zaman?" sorusuna vaat edilen günün tarihiyle değil, vaat edilen günün nasıl bir gün olacağı anlatılarak cevap verilmiştir. Zaten inkârcılar da bu soruyu tarih öğrenmek amacıyla sormamışlar, inanmadıklarını alay ederek belirtmek için sormuşlardır.

Ayette bildirildiğine göre, o gün ani bir çığlıkla, daha evvel hiçbir alâmeti olmadan, onlar işiyle gücüyle uğraşırken, birbirleriyle didişirken, işlerini kimseye havale etmeye, yerlerine birisini bulmaya fırsatları olmadan gerçekleşecektir. O günün gelişi bir başka ayette de şöyle ifade edilmiştir:

* Ve sûra üflenmiştir de Allah'ın dilediği hariç, göklerde kim var, yerde kim varsa çarpılıp yıkılıvermiştir. Sonra ona başka bir daha üflenmiştir de onlar kalkmışlar karşıda bakıp duruyorlar [Zümer/68]
51) Ve Sûr'a üflenmiştir.[#128] Bir de bakmışsın ki onlar kabirlerinden Rablerine doğru akın ediyorlar.
52) Onlar: "Eyvah başımıza gelenlere! Yatıp uyuduğumuz yerden bizi kim kaldırdı/uyandırdı? Bu, Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] vaat ettiği şeydir. Gönderilen elçiler de doğru söylediler." derler.
53,54) Sadece bir tek çığlık olmuştur. Bir de bakmışsın ki hepsi huzurumuzda "hazır ol"a geçirilmişlerdir. Artık bugün kişi herhangi bir şekilde haksızlığa uğramaz. Ve sadece yapmış olduklarınız ile karşılıklandırılırsınız.
51–54. Ayetler:

Duyarsızlaşmış kavmin "bu vaat edilen gün ne zaman?" şeklindeki sorusuna o günün nasıl olacağının anlatılması ile verilen cevap, bu ayet grubunda da devam etmekte ve yaşanacak olaylar sıralanmaktadır. Buna göre, Sur’a üflenmiş, herkes akın akın Rabblerine gitmektedir. İnançsızlar pişmandır ve bu pişmanlıklarını dile getirmektedirler. Sorgu başlamış ve herkes zulme uğratılmadan yaptığının karşılığını almaktadır.

SUR VE SUR’UN ÜFLENMESİ

"Sur’un üflenmesi" ifadesi, tıpkı eski devirlerde kullanılan ve toplanmayı veya tehlikeyi haber vermek için genellikle büyükbaş hayvan boynuzundan yapılma bir borunun öttürülmesine benzer şekilde, bir borunun veya sirenin çalınacağını, bir hakemin oyunu başlatan veya bitiren düdüğünü, bir okulda dersin başlayıp bittiğini bildiren zili çağrıştırmaktadır.

Sur’un birinci defa üflenişi ile bütün canlılar ölecek, ikinci defa üflenen Sur ile de ölmüşler canlandırılarak kabirlerinden kaldırılacak ve Yüce Divan’da toplanmaya sevk edilecektir.

Sur’un üflenmesi konusu Kur’an’da birçok yerde geçmektedir:

68Ve sûra üflenmiştir de Allah'ın dilediği hariç, göklerde kim var, yerde kim varsa çarpılıp yıkılıvermiştir. Sonra ona başka bir daha üflenmiştir de onlar kalkmışlar karşıda bakıp duruyorlar. [Zümer/68]

99Ve Biz, kıyâmet günü ortak koşan kimseleri dalgalar hâlinde birbirlerine girer hâlde bırakıvermişizdir. Sûr'a da üflenmiştir. Böylece ortak koşan kimselerin hepsini bir araya toplayıvermişizdir. [Kehf/99]

Bu ayetlerden başka Müminun/101, Hakkah/13, En’âm/73, Ta Ha/102, Neml/87–90, Nebe/18 ayetleri de Sur’un üflenişinden bahsetmektedir.

51. ayette konu edilen üfleme, Sur’un ikinci kez üflenişidir. Zira Zümer suresinin 68. ayetinde bildirildiği gibi, Sur’un birinci üflenişi ile 49. ayette ifade edilen "yok oluş", ikinci üflenişi ile de 51. ayette bahsedilen "ayağa kalkış" gerçekleşecektir. Bu kalkış başka ayetlerde de anlatılmıştır:

43O gün onlar, kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. Sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi.

44Gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri aşağılığa bürünmüş bir hâlde. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür! [Mearic/43, 44]

6-8O hâlde onlardan geri dur. O günde Çağırıcı'nın, bilinmedik/yadırganan bir şeye çağırdığı o günde gözleri düşkün düşkün, o davetçiye hızlıca koşarak kabirlerinden çıkarlar. Sanki onlar darmadağın çekirgeler gibidirler. O, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler, "Bu, zor bir gündür" derler. [Kamer/6–8]

28Sizin oluşturulmanız ve ölümden sonra diriltilmeniz ancak bir tek kişininki gibidir. Şüphesiz Allah en iyi işiten, en iyi görendir. [Lokman/28]

52. ayette geçen " بعثناbeasena" sözcüğü, Ubeyy mushafında " اهبّناehebbena" olarak yer almıştır. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an] Bu sözcüğün anlamı "uyandırmak" demektir. Bu sebeple ayetin mealine "uyandırdı" anlamını da koymuş bulunuyoruz.

Bu uyandırmadan sonra kâfirler "Bu, Rahman’ın vaat ettiği şeydir. Gönderilen elçiler de doğru söylemişler" diyeceklerdir. İnkârcıların bu vaat edilen günün geldiğini anlamalarını tasvir eden daha birçok ayet vardır:

19,20Artık o zorlu bir haykırıştan ibarettir. Bir de bakmışsın ki, onlar karşıda duruverirler. Ve "Eyvah bizlere! İşte bu, Din Günü'dür!" derler.

–"21İşte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz Ayırma Günü'dür!"– [Saffat/20, 21]

55Ve kıyâmetin kopacağı gün günahkarlar bir saatten fazla durmadıklarına yemin ederler. Onlar işte böyle döndürülüyorlardı.

56Kendilerine bilgi ve iman verilen kimseler de diyecekler ki: "Andolsun ki Allah'ın yazısında, dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu, ölümden sonra dirilme günüdür. Fakat siz bunu bilmiyordunuz." [Rum/55, 56]

13İşte o, bir tek haykırıştır.

14Bir de bakmışsın onlar meydandadır. [Naziat/13, 14]

77Ve göklerin ve yerin görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni sadece Allah'a aittir. Kıyâmetin koparılması da yalnızca göz açıp kapama gibidir veya o, daha yakındır. Şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir. [Nahl/77]

Ve İsra 52: Ta Ha 102–104: Yunus 45.

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, ölüm ile baas [diriliş] arasında uzun bir zaman yoktur; "an" diyebileceğimiz kadar bir süre vardır. Dolayısıyla, bazı söylentilerde yer aldığı gibi "kabir hayatı" diye bir hayat ve orada çekileceği uydurulan "kabir azabı" diye bir azap söz konusu değildir.

O gün kimse haksızlığa uğramaz.

54. ayette herkesin mutlaka yaptıklarının karşılığını alacağı vurgulanmaktadır. Karşılık alma sırasında kimseye haksızlık yapılmayacağı, kötü karşılıkların mutlaka o kişilerin kendi yaptıklarının karşılığı olduğu Kur’an’da defalarca dile getirilmiştir:

40Ve bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder ve düzeltirse, artık onun ücreti Allah'a aittir. Şüphesiz ki O, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları sevmez. [Şûra/40]

47Biz kıyâmet günü için "hak edilen pay terazileri" koyarız; hiçbir kimse, hiçbir şekilde haksızlığa uğratılmaz. O şey bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getiririz. Ve hesap görenler olarak Biz yeteriz. [Enbiya/47]

40Şüphesiz Allah, zerre kadar haksızlık etmez. Ve eğer iyilik ise onu kat kat artırır. Ve Kendi katından büyük bir ecir verir. [Nisa/40]

22Ve Allah, gökleri ve yeryüzünü gerçek ile ve de her kişiyi yaptığı ile karşılıklandırmak için oluşturdu. Ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. [Casiye/22]
55) Gerçekten cennetin ashâbı bugün gönül şenliği sürerek bir uğraşı içindedirler.
56) Kendileri ve kendilerine sunulan refakatçı eşler, gölgeler içinde koltuklar üzerine kurulmuşlardır.
57) Yalnızca onlara, orada meyveler vardır. İsteyecekleri her şey de onlarındır.
58) Söz olarak onlara engin merhamet sahibi Rabbden "selâm" vardır.
55–58. Ayetler:

51–54. ayetlerden oluşan paragrafta kıyamet ve ahiretin ilk aşamaları hakkında uyarı amaçlı bilgiler verildikten sonra, bu ayet grubunda da muttakilerin akıbeti gündeme getirilmiştir.

Paragrafın genel ifadesinden anlaşıldığına göre, muttakiler ahirette fazla bekletilmeden onlar için hazırlanan nimetlere kavuşturulacaktır. Orada, kendilerine refakat eden eşlerle birlikte canları sıkılmayacak şekilde meşguliyet içinde olacaklar, gölgeler altındaki koltuklara kurulup önlerinde bulunan her türlü meyveden yiyerek sefa süreceklerdir. Çünkü Rabbleri onların sağ ve esen olmalarını istemektedir.

Kur’an’da cennet ehlinin durumunu anlatan ve cennet kompozisyonları çizen yüzlerce ayet vardır. Bu ayetlerden ikisini aktarıp gerisini okuyucunun tasavvuruna bırakıyoruz.

"68-70Ey âyetlerimize iman etmiş ve Müslümanlar olmuş olan kullarım! Bugün size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz. Siz ve eşleriniz ağırlanmış olanlar olarak girin cennete! [Zühruf/68]

26Güzellik yapan kişiler için daha güzeli ve fazlası vardır. Yüzlerine kara bulaşmaz, aşağılık, aşağılanma da. İşte bunlar, cennet ashâbıdırlar. Onlar, orada sonsuz olarak kalıcıdırlar. 27Kötülük kazanmış olan kimseler de, kötülüğün cezası, bir benzeri iledir. Ve onları bir aşağılık kaplar. Onlar için Allah'tan, hiçbir koruyucu yoktur. Sanki onların yüzleri karanlık gecelerden bir parçaya bürünmüş gibidir. İşte onlar ateşin ashâbıdırlar. Onlar orada sonsuza dek kalacaklardır. [Yunus/26]

56. ayette konu edilen eşler, dünyadaki karı koca durumunda olan eşler değildir. Buradaki eşler, refakat ve eğlence için Rabbimizin cennet ehline sunacağı eşlerdir. Dünyada iken karı koca olan eşler, belki de ahirette haklarını almak için birbirlerini kovalayan hasımlar olacaklardır. (Bkz.Abese/33–37)

Aşağıdaki ayetler, konumuz olan ayetlerin tefsiri niteliğindedir:

17-20Şüphesiz Allah'ın koruması altına girmiş kişiler, Rablerinin kendilerine verdiği ile sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak, zevk ü sefâ sürerek cennetlerdedirler, nimetler içindedirler. Ve Rableri onları cehennem azabından korumuştur. Biz onları iri gözlülerle eşleştirdik de. –"Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yiyin, için!"–

21Ve iman eden, soyları da iman ile kendilerine uyan kimseler; işte Biz, onların soylarını da kendilerine kattık. Kendilerinin amellerinden bir şey eksiltmedik. Herkes kendi kazandığıyla rehindir.

22Onlara canlarının istediği meyveler ve etlerden bol bol sergiledik.

23Orada, kendisinde boş söz, saçmalama ve günaha sokma olmayan bir kadehi kapışırlar.

24Ve kendilerine ait birtakım delikanlılar onların etrafında dönerler; sanki onlar sedefleri içine gizlenmiş inci gibidirler.

25-28Birbirlerinin yüzüne dönüp soruyorlar: "Gerçekte biz daha önce ailemiz içinde korkanlardan idik. Allah bizi kayırdı ve bizi içe işleyen azaptan korudu. Şüphesiz biz daha önce, O'na yalvarıyor idik. Şüphesiz O, iyilik yapanın, acıyanın ta kendisidir." [Tur/17–28]

51-57Şüphesiz ki Allah'ın koruması altına girmiş kişiler, Rabbinden bir armağan olarak güvenli bir makamdadırlar; bahçelerde ve pınarlardadırlar. Onlar, karşılıklı oturarak ince ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyerler. İşte böyle! Biz, onları iri siyah gözlülerle/en ideal tiplerle eşleştirdik. Onlar, orada güven içinde her çeşit meyveyi isteyebilirler. Onlar orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Ve Allah onları cehennem azabından korumuştur. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. [Duhan/51–57]

Bunların dışında Rahman/56, 70–72. ve Saffat/40–49. ayetlere de bakılabilir.
59) Ve ey günahkârlar! Bugün siz hadi ayrılın!
60,61,62,63,64) Ben; "Ey Âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır ve Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve andolsun ki şeytan sizden birçok kuşakları saptırdı" diye size ahit vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz? İşte bu, sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir. Bilerek reddettiğiniz/inanmadığınız şeyler nedeniyle hadi bugün yaslanın ona!
59–64. Ayetler:

Cennet ve cennet ehli ile ilgili anlatım bittikten sonra, kâfirler ile ilgili olarak mahşerin ikinci aşaması olan sorgulama sürecinin anlatılmasına geçilmiştir. Dikkat edilirse, kâfirlerin azabı, sorgulama sırasında azarlanarak horlanmak suretiyle başlamaktadır. Bu psikolojik bir azaptır ve kâfirlere uygulanacak olan üç şubeli azabın ilk şeklidir. (Psikolojik azabın Mürselat suresinde konu edilen azap şubelerinden biri olduğu, o surenin tahlilinde açıklanmış idi):

29Kendisini yalanlamakta olduğunuz o şeye doğru gidin! 30,31O üç kol-çatal sahibi, gölgelendirmeyen ve alevden korumayan bir gölgeye doğru gidin!

32Gerçekten o, saray gibi kıvılcımlar atar/yağdırır; 33sanki kıvılcımlar sarı erkek develer gibidir. 34O gün, yalanlayanların vay hâline! [Mürselat/29–34]

–"
47,48Tutun şunu da çılgınca yanan ateşin ortasına sürükleyin. Sonra onun başının üstüne kaynar su azabından dökün."–

–"49,50Tat bakalım! Şüphesiz sen, çok güçlü ve çok üstün biri idin! Şüphesiz işte bu, sizin kendisine kuşku duyup durduğunuz şeydir."– [Duhan/47- 50]

Klâsik yorumcular, 59. ayette geçen "ayrılma /seçilme" tabirine; "mezheplere göre ayrılma", "meşreplere göre ayrılma" gibi anlamlar vermişler ve buna göre değişik açıklamalar yapmışlardır. Ancak Kur’an kendi tefsirini kendisi yapmaktadır:

14Ve Saat'in dikildiği günde de, işte o gün onlar ayrılırlar. [Rum/14]

43-45Öyleyse, Allah'tan, geri çevrilmesi olmayan bir gün gelmeden önce yüzünü dosdoğru/koruyan dine çevir. O gün onlar, Allah'ın, iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimselere armağanlarından karşılık vermesi için bölük bölük ayrılırlar. Şüphesiz O, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenleri sevmez. Kim küfrederse; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederse, artık bu reddi/inanmayışı kendi aleyhinedir. Kim de sâlihi işlerse, artık onlar da kendileri için döşek/rahat bir yer hazırlamış olurlar. [Rum/43-45]

22,23Toplayın o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları, eşlerini ve Allah'ın astlarından tapmış oldukları şeyleri. Sonra da onları cehennemin yoluna kılavuzlayın. [Saffat/22, 23]

28,29Ve hepsini toplayacağımız, sonra da o ortak koşanlar için "Yerlerinize! Siz ve ortaklarınız!" diyeceğimiz gün, artık kesinlikle aralarını iyice açacağız ve onların ortakları, "Siz sadece bize tapmıyordunuz ki! Şimdi bizim aramızda ve sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. Biz sizin kulluğunuzdan kesinlikle bilgisizdik/duyarsızdık" diyecekler. [Yunus/28, 29]

Duyarsızlaşmış kavmin "bu söz verilen (tehdit) ne zaman?" sorusuna, 64. ayette, "İşte bu, sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir" denecektir. Onların cehennemin karşısında oldukları bir anda yapılacağı anlaşılan bu sevk talimatı, aslında uyarı mahiyetinde bir bilgilendirmedir. Yüce Allah’ın rahmeti gereği bu bilgilendirmeler Kur’an’da sürekli yapılmıştır:

28,29 Ve her önderli toplumu, diz çökmüş görürsün. Her önderli toplum, kendi kitabına çağrılır: "Bugün, yapmış olduğunuz amellerin karşılığı size verilecektir. İşte bu, yüzünüze karşı hakkı konuşan kitabınızdır. Şüphesiz Biz, sizin yaptıklarınızı yazdırıyorduk." [Casiye/28, 29]

ŞEYTANA KULLUK

Burada konu edilen "şeytan" İblis’tir. İblis’e kulluk, onun iğvalarını sorgulamadan uygulamaktır. Acele, ölçüp biçmeden yapılmış işler hep insanın zararınadır. Bu nedenledir ki, akla gelmiş bir dürtüyü, ham fikri akletmek ve tefekkür derecesine ulaştırıp ondan sonra uygulamak gerekmektedir. Rabbimiz buna dair uyarıyı Kur’an’da birçok kez yapmıştır.

42-45Bir zaman o, babasına: "Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan şeylere niçin kulluk ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir bilgi bana geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahmân'a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'a] âsi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahmân'dan [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tan] bir azap dokunur da şeytan için bir yol gösteren, koruyan, yardım eden bir yakın olursun diye korkuyorum" demişti. [Meryem/44]

Ancak, şeytana kulluk konusunda ilk akla getirilmesi gerekenler, A’râf suresindeki uyarılar olmalıdır:

26Ey Âdemoğulları! Size çirkinliklerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Ve "Allah'ın koruması altına girme" elbisesi; o, daha hayırlıdır. İşte bu, düşünüp öğüt alırlar diye Allah'ın âyetlerindendir.

27Ey Âdemoğulları! Şeytân, ana-babanızı, kendi çirkinliklerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de fitneye düşürmesin; sizi hak dinden döndürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytânları, inanmayanlar için velîler/yol gösteren, yardım eden kimseler yaptık. [A’râf/26, 27]

Bunların dışında da Allah’ın astlarından kimseye kulluk edilmemesine dair yüzlerce ayet vardır.
65) Bugün Biz, onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şâhitlik eder.
Bu ayetin "hakikat" anlamı, "Allah suçluların ağızlarını kapatır ve ellerine ayaklarına konuşma yeteneği verir" demektir. Mecaz anlamı ise "Eller ve ayaklar yaptıkları eylemlerin izini taşır. O izler dışa vurur herkes onu öğrenir" demektir. Bu ayet, tam anlamıyla Câsiye/29 ile tefsir edilmiştir:

* Ve her önderli toplumu, diz çökmüş görürsün. Her önderli toplum, kendi kitabına çağrılır: "Bugün, yapmış olduğunuz amellerin karşılığı size verilecektir. İşte bu, yüzünüze karşı hakkı konuşan Bizim kitabımızdır. Şüphesiz Biz, sizin yaptıklarınızı yazdırıyorduk/birebir kopyalatıyorduk." [Câsiye/28,29]

Demek oluyor ki yapılan işler; tüm hayat, görüntülü olarak kopyalanıyor.

* O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi aleyhlerinde şâhitlik edecektir. [Nur/24]

Bu konuda ayrıca Mü’minun suresinin 103–108. ayetlerinin de okunmasında yarar vardır.

Suçluların burada anlatılan durumları, "hesap günü"ndeki durumlarıdır. Onların sorgulama sırasında konuşmaları beklenmez. Çünkü suçlulukları her hâllerinden belli olmaktadır. Cehennemde ise suçluların dilleri çözülecek ve istedikleri gibi konuşacaklardır. Daha önce de belirtildiği gibi, Rabbimizin "hesap günü"ndeki sorgulaması, bir öğretmenin öğrencisine soru sorması gibi öğrenme amaçlı olmayıp teşhire yöneliktir.
66) Eğer Biz dileseydik, gözlerini üzerinden silme kör yapardık/soylarını kuruturduk da yola dökülürlerdi. Artık nereden görecekler ki?
67) Ve eğer dileseydik, oldukları yerde kılıklarını değiştirirdik de ileri gitmeye ve geri dönüp gelmeye güç yetiremezlerdi.
66, 67. ayetlerde cennetliklere ve cehennemliklere ait tablolar verildikten sonra duyarsızlaşmış kâfirler için yeni bir açıklama daha yapılmaktadır. Bu açıklamada onların hem özgürlük verilmek suretiyle dünyada rahat bırakıldıkları, hem de doğru yola gelebilmeleri için kendilerine her türlü fırsatın verildiği bildirilmektedir. Yani zımnen denilmektedir ki: Biz onları özgür ve rahat bıraktık, gözlerini kör edebilecekken etmedik, etseydik nasıl görebileceklerdi, çevreden nasıl yararlanabileceklerdi? Dileseydik onların yapılarını da değiştirirdik, onları, taş, ağaç, maymun, domuz vs. yapardık ama yapmadık, onlara her türlü imkânı, fırsatı ve donanımı verdik. Ama değerlendirmediler, hepsini suiistimal ettiler.
68) Ve Biz kime uzun ömür verirsek, oluşturuluşta onu tersine çeviririz/tepesi üstü dikeriz. Buna rağmen hâlâ akıllanmayacaklar mı?
Duyarsızların kınanması bu ayette de devam etmektedir. İnsanın belli bir yaştan sonra yaratılışta nasıl tersine döndürüldüğünü görmelerine rağmen hâlâ akıllanmamaları, bu duyarsızların kendilerine verilen fırsatları değerlendirmediklerini gösteren kınanacak bir davranıştır.

İnsanın yaratılışının tersine dönmesi, insanın yaşlandıkça hem bedenen hem de zihnen zayıflamasıdır. Çünkü insan yaşlandıkça çocuklaşır; tıpkı çocuklar gibi yürümesi zorlaşır, bazı hareketleri kolayca yapamaz olur, yemesi, içmesi, giyinmesi başkalarının yardımına ihtiyaç gösterir, hatta yatağını bile ıslatabilir. Yaşlılık ve çocukluk dönemleri arasındaki bu benzeşme fizikî yapıda olduğu gibi aklî yapıda da oluşur. Kısaca insan dünyaya ilk geldiğinde ne kadar zayıfsa, yaşlılığında da aynı zafiyete geri döner.

Buna göre ayetin takdiri şu şekilde yapılabilir: Hadi diğer ayetleri fark etmediler, peki bu geri sayımı da mı, kendilerindeki bu ayetlerimizi de mi fark etmediler? Kendilerinin zayıf yaratıldığını mutlaka Bize dönmek için programlandıklarını da mı kavrayamadılar?

28Allah, sizden hafifletmek istiyor. Ve şüphesiz insan çok zayıf oluşturulmuştur. [Nisa/28]

37Ve onlar, orada feryat ederler: "Rabbimiz! Bizleri çıkar, yapmış olduklarımızdan başka düzgün amel yapalım." –Sizi, düşünecek olanın düşüneceği kadar ömürlendirmedik mi? Size uyarıcı da gelmişti. O hâlde tadın! Artık şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için bir yardımcı da yoktur.– [Fatır/37]

70Ve sizi Allah oluşturdu, sonra da sizi vefat ettirecektir; size geçmişte yaptıklarınızı ve yapmanız gerekirken yapmadıklarınızı bir bir hatırlattıracaktır. İçinizden kimi de, bilgiden sonra herhangi bir şey bilmesin diye, ömrün en kötü zamanına ulaştırılır. Şüphesiz ki Allah çok bilgili ve çok kudretlidir. [Nahl/70]

5Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, bilin ki ne olduğunuzu size ortaya koymak için, şüphesiz Biz, sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra bir embriyondan, sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından oluşturmuşuzdur. Ve Biz, dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak, sonra da olgunluk çağına erişmeniz için çıkartırız. Bununla beraber kiminiz geçmişte yaptıkları ve yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırılır/öldürülür. Kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en rezil zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki sönmüştür; sonra Biz, onun üzerine su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir. [Hacc/5]
69,70) Ve Biz o'na şiir öğretmedik. Bu o'nun için yaraşmaz da. O, sadece diri olanları uyarmak ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselerin üzerine Söz'ün[#129] hak olması için bir öğüt ve apaçık bir Kur'ân'dır.
Bu iki ayet Kur’an’a yönelik olup ayrı bir necmdir. Klâsik kaynaklarda [Mukatil] yer aldığına göre, Ukbe b. Ebi Muayt isimli bir şahıs, peygamberimizi etkisiz kılmak maksadıyla onun bir şair olduğunu ileri sürerek bir karalama kampanyası başlatmış, yukarıdaki ayetler de peygamberimiz aleyhindeki bu faaliyetler üzerine inmiştir.

Peygamberimiz aleyhindeki bu tarz faaliyetler başka ayetlerde de görülmektedir:

5Aksine onlar: "Bunlar, karmakarışık düşlerdir; yok yok onu kendisi uydurdu; yok yok o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir alâmet/gösterge getirsin" dediler. [Enbiya/5]

30Yahut onlar: "Bir şâirdir, zamanın felaketlerine çarpılmasını gözetliyoruz" mu diyorlar? [Tur/30]

Rabbimiz bu ayetlerde elçisine şiir öğretmediğini ve Kur’an’ın da şiir olmayıp öğüt olduğunu beyan ederek Kur’an’ın şiir ve peygamberimizin de şair olduğu yönündeki yakıştırmaları reddetmiştir.

Burada dikkat çekilen nokta, Kur’an’ın ve şiirin niteliklerinin farklı oluşudur.

ŞİİR NEDİR?

Yüzlerce tanımı yapılmış olan şiir kısaca "bir benzetme sanatı"dır. Şiir hiçbir zaman "gerçek" değildir. Dolayısıyla şiir, bir nesnenin veya olayın gerçeğini değil, benzerinin, taklidinin, sahtesinin sunumu olan süslü sözdür [zuhrufu’l-kavl). Şiirin bize göre en iyi irdelemesi, M.Ö. 428–348 yılları arasında yaşamış olan Platon tarafından yapılmıştır. Platon’a göre şairler, gerçekler yerine görünüşle uğraşmakta, kopyanın kopyasını yaparak insanları gerçekten uzaklaştırmaktadırlar. [Bakınız: Platon; Devlet, 10. Bölüm] Bu yaklaşıma göre, tıpkı çocukların oyuncaklarla aldatılması gibi toplumlar da şiirle [benzetme ile] aldatılabilir, yanıltılabilir ve ideolojiler de sulandırılabilir. Tarihte, özellikle de İslâm tarihinde bunun yüzlerce örneği mevcuttur. Meselâ, Celalettin-i Rumî bu örneklerden bir tanesidir.

Rabbimiz şiirin bu yönünü Şuara suresinde ortaya koymuştur:

221Şeytanların kime inip durduğunu/kimlerin kafasına bir şeyler soktuğunu size haber vereyim mi? 222Şeytanlar, tüm iftiracı günahkârlara iner dururlar/onların kafasına bir şeyler sokarlar. 223Onlar, duyum bırakırlar, hâlbuki onların çoğu yalancıdır. –Neml 6Şüphesiz bu Kur’ân ise sana, yasalar koyan ve en iyi bilen Allah tarafından senin içine işletilmektedir.–

224Ve şu şairler, şüphesiz onlara azgın sapıklar uyar.

225,226Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekten yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi/hiç düşünmedin mi? 227Ancak iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar, Allah'ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar müstesna. Haksızlık edenler, hangi dönüşüme döndürüleceklerini yakında bileceklerdir. [Şuara/221–227]

Kur’an ise şiir [benzetme, taklit, hayal ürünü] değil, "Gerçek"tir:

192Ve şüphesiz ki bu apaçık kitap, kesinlikle âlemlerin Rabbinin indirmesidir. 193-195O apaçık kitapla, uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Güvenilir Can [ilâhi mesajlar, güvenilir bilgi] indi. 196Ve şüphesiz Güvenilir Can [güvenilir bilgi], kesinlikle öncekilerin kitaplarında da vardı. [Şuara/192–196]

210Ve apaçık, açıklayıcı kitabı şeytanlar senin kalbine sokmadı.

211Bu onlara yaraşmaz, onlar güç yetiremezler de.

212Şüphesiz onlar duyumdan/vahiyden kesinlikle uzak tutulmuşlardır. [Şuara/210–212]

Kur’an’ın bu niteliği Rabbimiz tarafından "Hakk [Gerçek]" sözcüğüyle yüzlerce ayette belirtilmiştir.

DİRİLERİ UYARMAK

70. ayetteki Kur’an’ın sadece diri olanları uyarmak için bir öğüt olduğunu bildiren ifade, ölülere herhangi bir şeyi ulaştırmanın, duyurmanın, göstermenin mümkün olmadığına işaret etmektedir. Ölülere Kur’an okumanın, trafik kazasında, hatalı davranması sonucu ölmüş birinin başında trafik kurallarını okumaya, anlatmaya benzer.

Kur’an ile yapılacak uyarının diri olanlara yönelik olduğu, başka bir ayette daha bildirilmiştir:

19De ki: "Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?" De ki: "Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi kendisiyle uyarayım diye bana bu Kur’ân vahyolundu. Allah'la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?" De ki: "Ben etmem." De ki: "O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve kesinlikle ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım." [Enam/19]

SÖZ’ÜN GERÇEKLEŞMESİNE MALZEME OLMAK

Konumuz olan ayetlerde açık ve net olarak beyan edildiği gibi, Kur’an’ın diri olanları uyarmak yanında bir diğer işlevi de "öğüt" olma niteliğiyle Allah’ın Söz’ünün gerçekleşmesinde rol oynamasıdır. Zira Rabbimiz, uyarı yapmadan, elçi göndermeden, yasa koymadan azap etmeyeceğini bildirmiş olduğundan, yukarıda konu ettiğimiz "Bütün insanlar ve cinnlerden (herkesten) cehennemi elbette tamamen dolduracağım" Söz’ünün gerçekleşmesi için insanların uyarılması gerekmektedir. Kur’an, "öğüt" olma niteliğiyle bu uyarının yerine getirilmesini sağlamaktadır. Kur’an’ın indirilişinden sonra hiç kimse "Bana öğüt verilseydi, elçi gelseydi, bu durumda olmazdım, bana haksızlık edildi" diyemeyecek ve bu surenin 7. ayetinde açıkladığımız Söz’ün gerçekleşmesi için gerekli şartlar yerine gelmiş olacaktır.
71) Ve onlar görmediler mi ki, Biz şüphesiz onlar için kudretimizin meydana getirdiklerinden birtakım hayvanlar oluşturduk da onlar, onlara sahip bulunuyorlar.
72) Ve onları, kendileri için aşağı tutulan varlıklar yaptık. Bu yüzden binekleri onlardandır. Onlardan yiyip duruyorlar da.
73) Ve onlarda daha birçok menfaatler ve içecekler var. Hâlâ kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödemeyip nankörlük mü edecekler?
71–73. ayetler, duyarsızlaşmış bir toplumun inkâr sözlerini dile getiren 48. ayetin devamı mahiyetindedir. Sözü edilen duyarsızlar, canlıların yapılarındaki ayetlerden ibret almamaları ve çevrelerindeki delilleri görmemeleri sebebiyle bu ayetlerde de kınanmaya devam etmektedir. Onlara denilmektedir ki: "Biz size, kendinizden kat kat güçlü, deve, sığır gibi hayvanları boyun eğdirdik, binit yaptık. Sizi o hayvanların etinden, sütünden, derisinden, tüyünden, gücünden ve gübresinden de istifade ettirdik. Bu hayvanları, yüzlercesini bir küçük çocuğun kontrol edebileceği şekilde zelil kıldık. Bunların nasıl olduğunu hiç düşündünüz mü? Hâlâ şükretmeyecek misiniz?"

الشّكر ŞÜKÜR

"Şükür" sözcüğü nankörlüğün karşıt anlamlısı bir sözcük olup "bir ihsanın karşılığını eylemli olarak vermek" demektir.

"Şükür" sözcüğü en başta "deve ve koyun gibi hayvanların yedirilen yem karşılığı semirmesi ve süt vermesi" için kullanılmış, ama daha sonraları "yapılan iyiliklere karşı nankörlük etmemek ve yapılanın karşılığını herhangi bir şekilde imkânlar ölçüsünde dışa yansıtmak" şeklinde bir anlam zenginleşmesine uğramıştır. [Lisanü’l-Arab; c:5, s:163–165 ve Tacü’l-Arus; c:7, s:48–51] Sözcüğün ifade ettiği bu anlam doğrultusunda bu ayetteki kullanımından çıkarılması gereken en önemli sonuç, "Şükür" denen olgunun lâf ile olmayacağı gerçeğidir.

Rabbimizin başta Mekkeli müşriklere, sonra da Rabbimizin ihsanına nail olmuş tüm insanlara bir sitem mahiyetinde olan "
Hâlâ şükretmeyecekler mi?" (Ya Sin/73) şeklindeki sözlerini şu şekilde takdir etmek mümkündür: "Herkes kendisine sunulan ihsana karşılık şükretsin, yani mallarıyla, canlarıyla nimetlerin karşılığını yansıtsın!"

Bu ayet grubunda geçen ifadelerin benzerleri, başka ayetlerde de yer almıştır:

79,80Allah, onlardan bir kısmına binesiniz diye sizin için hayvanları yaratan, ayarlayandır. Onların bir kısmından da yiyorsunuz. Ve sizin için onlarda daha nice menfaatler vardır. Ve Allah onların üzerinde gönüllerinizdeki bir arzuya erersiniz diye hayvanları yaratandır, ayarlayandır. Ve siz, onlar üzerinde ve gemiler üzerinde taşınırsınız.

81Ve Allah size alâmetlerini/göstergelerini gösteriyor. Peki, şimdi Allah'ın alâmetlerinin/göstergelerinin hangisini tanınmaz hâle getirirsiniz? [Mümin/79–81]

5Hayvanları O oluşturmuştur. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok yararlar vardır. Siz, onlardan bir kısmını da yersiniz. [Nahl/5]

8Ve Allah, kendilerine binesiniz, hem de zînet olsun diye, atları, katırları ve eşekleri oluşturdu. Bilmediğiniz şeyleri de O oluşturuyor. [Nahl/8]
74) Bir de onlar, kendileri yardım olunmaları için Allah'ın astlarından ilâhlar/tanrılar edindiler.
75) Onlar, onlara yardıma güç yetiremezler. Hâlbuki ilâh edinenler, sözde ilâhlar için hazır askerlerdir.
74, 75. ayetlerde duyarsız kavmin üyeleri kendilerine yararı dokunsun diye Allah’ın astlarından basit, işe yaramaz bir takım ilâhlar edinmişlerdir. Hâlbuki o basit, aciz şeyler/kişiler asla onlara yardıma muktedir olamazlar. Ne var ki, bu sahte tanrılara inanmakla asıl kendileri o sapkın inançları ayakta tutmaktadırlar.

Gerçekten de aciz ve zararlı olan bu sahte ilâhlar, onlara aşırı bağlılık gösteren, onları mal ve canları ile savunan, bu özellikleriyle de onların askerleri durumunda olan gafiller sayesinde varlıklarını sürdürebilmektedirler. Onları ilâh edinen sapıklar olmasa, bu aciz ve zavallı sahte ilâhların ilâhlıkları da söz konusu olmayacaktır.

75. ayetteki zamirlerin farklı yerlere irca edilmesi sonucu hem "duyarsızların putlara jandarma olduğu" anlamını, hem de "putların duyarsızlara jandarma olduğu" anlamını çıkarmak mümkündür. Biz, pasajdaki söz akışına göre "duyarsızların putlara jandarma olduğu" anlamını tercih ediyoruz. Zira "putların duyarsızlara jandarma olduğu" durum, aşağıdaki ayetlerden görülebileceği gibi, ancak ahirette söz konusu olabilecek bir durumdur:

* Kesinlikle siz ve Allah'ın astlarından taptıklarınız, cehennemin odunusunuz/yakıtısınız; siz oraya gireceksiniz. Eğer Allah'ın astlarından tapınılan şeyler ilâh olsalardı, oraya girmezlerdi. Ve hepsi orada temelli kalacaktır. Orada onların bir inlemeleri vardır. Bunlar orada bir şey işitemezler de. [Enbiya/98-100]

* Ey insanlar! Bir örnek verilmektedir, şimdi ona kulak verin: Sizin Allah'ın astlarından şu yakardıklarınız bir araya gelseler bile, bir sineği asla oluşturamazlar. Ve sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen ve istenen güçsüzdür. [Hacc/73]

* Kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden, âyetlerimizi ve âhiret buluşmasını yalanlayan şu kimselere de gelince, işte onlar azap içinde hazır bulundurulurlar. [Rum/16]

* Toplayın o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları, eşlerini ve Allah'ın astlarından tapmış oldukları şeyleri. Sonra da onları cehennemin yoluna kılavuzlayın [Saffat/22,23]
76) O hâlde onların sözü seni üzmesin. Şüphesiz ki Biz, onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını da biliyoruz.
Bu ayet bir parantez içi cümle olup hem şairlikle suçlanan peygamberimize teselli vermek, hem de bu dedikoduları çıkaranları tehdit etmek üzere inmiştir. Bu tip sataşmalar peygamberimize çok kez yapılmış, Rabbimiz de elçisini her defasında teselli etmiş, onun maneviyatını yükseltmiştir.

* Ve onların sözü seni üzmesin. Kesinlikle hâkimiyet, şan ve şeref bütünüyle Allah'a aittir. O, en iyi işiten, en iyi bilendir. [Yunus/65]
77) Ve o kişi, kendisini bir nutfeden/bir damla sudan oluşturduğumuzu görmedi mi de şimdi o apaçık bir düşmandır.
78) Ve kendi oluşturuluşunu dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı: Dedi ki: "Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!"
79,80) De ki: "Onları ilk defa oluşturan onları diriltecektir. Ve O, her oluşturmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş/oksijen yapandır. Şimdi de siz oksijenden yakıp duruyorsunuz.
81) Gökleri ve yeri oluşturan, onlar gibilerini de oluşturmaya güç yetiren değil midir? Evet, elbette güç yetirendir! Ve O, çok çok mükemmel oluşturandır, çok iyi bilendir.
82) Şüphesiz ki O, bir şeyi dilediğinde, O'nun buyruğu/işi o şeye "Ol!" demektir; o da hemen oluverir.
77–82. Ayetler:

Bu pasaj Rabbimizin yeniden diriltmeyi ön plâna çıkardığı ve bu konuya ait delilleri gösterdiği bir pasajdır.

77. ayette, "o insan [o kişi]" denilmek suretiyle özel bir insan tipinden bahsedilmektedir. 78. ayetten anlaşıldığına göre, "o insan" çürümüş kemikleri örnek göstererek yeniden diriltilmenin mümkün olamayacağını ileri sürmüştür. Bu davranışı ile daha çok "o herif" denmeyi hak eden kişi, nakillere göre Ubeyy b. Halef adlı kişidir. Bu kişi, topraklaşmış kemikleri avucunda ezdikten sonra üfleyerek havaya savurmuş ve peygamberimize "Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!" diyerek bu ayet grubunun inişine sebep olmuştur.

Kâfirlerin, kemiklerin bile çürüdüğünü, dolayısıyla yeniden yaratılmanın akla uzak olduğunu ileri sürmeleri Kur’an’da birçok ayette dile getirilmiştir:

15-17Ve onlar: "Bu apaçık büyüden başka bir şey değildir. Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz tekrar dirilecekmişiz? Önceki atalarımız da mı?" diyorlar. [Saffat/16]

66Ve o insan: "Ben öldüğüm zaman, ileride gerçekten diri olarak çıkarılacak mıyım?" diyor.

67Ve o insan, daha önce o hiçbir şey değilken, gerçekten Bizim kendisini oluşturduğumuzu düşünmez mi? (Meryem/66,67)

2,3Ama onlar, kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler, "Bu, şaşılacak bir şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu, uzak bir dönüştür" dediler. [Kaf/2, 3]

10Ve onlar: "Biz, yeryüzünün içinde kaybolduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeni bir oluşturuluşta olacağız?" dediler. Aslında onlar, Rablerine kavuşmayı; O'nun huzuruna varmayı bilerek reddeden /inanmayan kimselerdir. [Secde/10]

49Ve onlar dediler ki: "Biz, bir kemik yığını olduğumuz ve ufalanıp toz olduğumuz vakit mi, gerçekten biz, yeni bir oluşturuluşla diriltilecek miyiz?" [İsra/49]

Ve Saffat 53, İsra 98: Müminun 35.

Bu konuyla ilgili olarak ayrıca Müminun/82, Vakıa/47 ve Naziat/11. ayetlere de bakılmalıdır.

Peygamberimizin tebliğine karşı yapılan bütün itirazlara ikna edici deliller gösterilerek her defasında cevap verilmiştir. Bu defaki itirazı yapan o kişiye -bizim tabirimizle "o herife"- verilen cevap, yukarıdaki 79–81. ayetlerdir: "
Onları ilk defa yaratan, onları diriltecektir. Ve O her yaratmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet (elbette kadirdir)! Ve O, çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir. ..."

Aşağıdaki ayetler de, bu tipteki başka "herif"lere verilen cevaplardan bazılarıdır:

57Elbette göklerin ve yerin oluşturulması, insanların oluşturulmasından daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar. [Mümin/57]

27-33Oluşturuluşça siz mi daha çetinsiniz yoksa gök mü? Göğü, Allah yaptı; boyunu yükseltti, sonra da onu düzene koydu, gecesini kararttı ve ışığın parlaklığını çıkarttı. Ve ondan sonra, sizin ve hayvanlarınız için bir yararlanma olmak üzere yeryüzünü döşedi/yeryüzünden suyunu ve otlağını çıkardı, dağları da demirledi/sağlam bir şekilde yerleştirdi. [Naziat/27–33]

60,61Ölümü aranızda Biz ayarladık Biz. Ve Biz, sizi benzerlerinizle değiştirmemiz ve sizi bilmediğiniz bir şeyde inşa etmemiz üzerine, önüne geçilenler/engellenebilenler değiliz. [Vakıa/60, 61]

81. ayetteki, Allah’ın "yaratmayı çok iyi bilen" olduğuna dair ifade, Rabbimizin yaratıcılığının çeşitliliğine işaret etmektedir. Bilim teknik kitaplarında varlıkların yaratılışlarının çeşitliliği ile ayrıntılı bilgiler mevcuttur. Rabbimiz Rum suresinin 19–24. ayetlerinde bildirildiği gibi ölüden diri, diriden de ölü yaratmaktadır. Bunlardan başka Rabbimizin topraktan yaratması, sudan yaratması, eşler hâlinde yaratması, gökleri yaratması, yeryüzünü yaratması, farklı diller ve renkler yaratması, bu yaratma çeşitliliğinin örneklerindendir.

80. ayetteki "
O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz" ifadesi, klâsik kaynaklarda, söz konusu yeşil ağacın Hicaz bölgesinde bulunan Merh ve Afar ağaçları olduğu ve bu ağaçların çakmak taşı gibi birbirine sürtülmesiyle ateşin elde edildiği şeklinde anlaşılmıştır. Daha sonraları ise bu iki ağacın sürtünmesinden çıkan ateşle elektriğin kastedildiğini söyleyenler de olmuştur. Bazıları da petrolün kaynağının yeşil ağaç olduğunu ileri sürerek bu ayette petrolden bahsedildiğini iddia etmişlerdir.

Biz, "yemyeşil ağaçtan çıkan ateş" ile "yemyeşil ağaçtan çıkan oksijen"in kastedildiği ve bu ayette mucizelerin en büyüklerinden birinin daha gözler önüne serildiği kanaatindeyiz. Çünkü "ateş"in oluşabilmesi için o ortamda bulunması gereken şey "oksijen"dir. Oksijen gazı, yeşil bitkilerde bulunan klorofil adı verilen yeşil pigmentler tarafından üretilmektedir. Nitekim "yanma" denen kimyasal olay, yanıcı maddelerin oksijenle birleşmesi olayıdır. [Ana Britannica; c:32, s:97] Atmosferdeki serbest oksijenin nereyse tamamı fotosentez denen bu kimyasal olay sonucunda açığa çıkmıştır. [Ana Britannica; c:24, s:154]

Ayetin sonundaki "Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz" ifadesi sadece Hicaz’daki Arapların değil, tüm insanlığın bu ateş kaynağını yakıp durduğunu vurgulamaktadır.

Bu ayette "Lazımiyyet" mecaz-ı mürsel sanatı uygulanmıştır. "Lazımiyyet" mecaz-ı mürseli, "lazım"ı zikredip "melzum"u kastetmektir. Burada "ateş çıkarır" demek, "oksijen çıkarır" demektir. Çünkü ateş oksijenin lazımıdır. Oksijen [melzum] olmazsa ateş [lazım] de olmaz.

Oksijen sadece "yanma" için değil, canlıların yaşaması için de vazgeçilmez bir elementtir. Bu nedenledir ki, 80. ayette geçen "O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır" ifadesiyle canlıların yaratılması kadar yaşamlarının sürdürülmesi de Allah’ın kontrolündedir mesajı verilmektedir.

Solunum ve fotosentez ile ilgili bilim ve teknik kitaplarında ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır.
83) O hâlde her şeyin mülkiyet ve yönetimi Kendi elinde olan Allah, her türlü noksanlıklardan arınıktır. Siz de yalnız O'na döndürüleceksiniz."
Bu son ayet, Ya Sin suresinin özeti konumundadır ve aynı zamanda dinin özü olan tevhit ve ahiret inancını ortaya koymaktadır.