1) Elif/1, Lâm/30, Râ/200.[#213] İşte bu, o apaçık/açıklayıcı kitabın âyetleridir.
2) Şüphesiz ki, Biz onu akledersiniz diye Arapça bir Kur'ân olarak indirdik.
Bu sure de Yunus ve Hud sureleri gibi " اelif", " لlam" ve " رra" kesik harfleriyle başlamıştır. Bu harflerle yapılan dikkat çekmeden sonra, işaret zamiri ile bakışlar Kur’an’a yönlendirilmiş ve Kur’an’ın özelliklerine vurgu yapılmıştır. 2. ayette, Kur’an’ın Arapça olarak indirilme sebebi açıklanmış ve Kur’an’ın insanların akletmeleri, düşünmeleri, anlamaları için Arapça indirildiği belirtilmiştir. Çünkü Kur’an Arap toplumuna inmektedir ve bir toplumun kendisine inen mesajı anlaması, akletmesi, uygulaması ve başkalarına da anlatabilmesi için mesajın o toplumun anadilinde olması gerekmektedir. Eğer böyle olmasa, yani mesaj topluma yabancı bir dilde indirilse, mesajın o dili bilmeyen bir toplum tarafından anlaşılması, akledilmesi, uygulaması da mümkün olmayacaktır. Ancak buradaki " عربيّاarabiyyen" sözcüğünün sadece "Arapça, Arap dili" olarak anlaşılması ve açıklanması doğru değildir. Zira bu sözcük " عربًarabe" kalıbından türeme olduğu kadar "عرُب arube" kalıbından da türemiştir. Sözcüğün "arube" kalıbına göre anlamı "fesahat, fasih konuşmak" demektir. [Lisanü’l-Arab; s. 153-159, a-r-b mad.] "Fesahat [fasih konuşmak]" ise "sözün ses ve mana kusurlarından arınmış olması, yani kolay anlaşılması, rahat telâffuz edilmesi, diziminin mükemmel olması" anlamına gelmektedir. [es-Sekkakî; Miftahu’l Ulum] Bu durumda ayetin anlamı "Şüphesiz ki, Biz onu akledersiniz diye ‘kolay anlaşılır, rahat telâffuz edilir, dizimi mükemmel, dilbilgisi kurallarına uyumlu’ bir Kur’an olarak indirdik" demek olur. Kur’an’ın indirildiği toplumun dilinin Arapça olması dolayısıyla, o toplumun Kur’an’ı anlayıp akledebilmesi için Arapça indirildiği birçok ayette (Nahl/103, Fussılet/44, Şuara/198, 199, Zühruf/2, 3, Şuara/193-195, Ra’d/37, Ahkaf/12, Ta Ha/113, Zümer/27, 28, Fussılet/3, Şûra/7) vurgulanmıştır.
3) Sana bu Kur'ân'ı vahyetmekle Biz, sana kıssaların en güzelini[#214] anlatıyoruz. Hâlbuki sen, bundan önce, kesinlikle bu konu hakkında duyarsız/bilgisizlerdendin.
Yusuf kıssasının girişi olan bu ayette, peygamberimizin bu kıssa hakkında daha önceden herhangi bir bilgisinin bulunmadığı vurgulanmıştır. Ehl-i Kitap arasında çok iyi bilinen bu kıssa, kıssayı hiç bilmeyen peygamberimiz tarafından "en güzel" bir şekilde, üstelik Ehl-i Kitab’ın yanlış bildiği noktalar da düzeltilerek nakledilince, Allah Elçisi’ni sınamaya kalkanlar bu duruma şaşırıp kalmışlardır. Peygamberimizin bu konularla ilgilenen biri olmadığı, bu meselelere karşı duyarsız, ilgisiz olduğu başka ayetlerde de dile getirilmiştir: 22kesinlikle sen bundan duyarsızlık, bilgisizlik içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün keskindir; Kur’an sayesinde kurmay birisi oldun. [Kaf/22] 86Ve sen Kitab'ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir rahmet olarak verildi. Öyleyse sakın kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere arka çıkma/yardımcı olma. [Kasas/86] 52,53İşte böylece Biz, sana da Kendi emrimizden/Kendi işimizden olan ruhu/Kur’ân'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nûr/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar Kendisi için olan Allah'ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın, bütün işler yalnız Allah'a döner. [Şûra/52] Surenin 3. ayetinde "kıssaların en güzeli" olarak nitelenen Yusuf kıssası için 111. ayette de "Ant olsun ki, onların [Yusuf’un, babasının, kardeşlerinin] kıssalarında kavrama yeteneği olanlar için bir ibret vardır" denilmektedir. Bu ayet, Yakup ailesinin mutlu sona ulaştırıldığı anlatılan bu kıssalarda insanlığa yararlı birçok ilkenin bulunduğunu ifade etmektedir. Yusuf kıssası Kitab-ı Mukaddes’te Tekvin bölümünün 37-45. baplarında yer almaktadır. Yeri geldikçe ilgili bölümler oradan aktarılarak konunun mukayeseli bir şekilde incelenmesi sağlanacak, böylece Kitab-ı Mukaddes’te zayi edilen vahiy ruhunun Kur’an’da nasıl ortaya çıktığı daha iyi anlaşılacaktır.
4) Hani bir zaman Yûsuf, babasına: "Babacığım! Şüphesiz ben onbir yıldız, güneş ve ay'ı gördüm; onları bana boyun eğip teslimiyet gösterirlerken gördüm"[#215] demişti.
Yusuf kıssası, Yusuf’un gördüğü bir görüntüyü babasına anlattığı bu ayetle başlamaktadır. On bir yıldızın, Güneş’in ve Ay’ın kendisine secde ettiği [teslim olup emrine girdiği] şeklindeki bu "görüntü", uykuda görülen bir rüya olmayıp Yusuf’un uyanıkken gördüğü bir görüntüdür. Bu husus, ayette " رأيت raeytü [gördüm]" fiilinin iki kez kullanılması suretiyle vurgulanmıştır. Yani Yusuf, gördüklerini uykuda değil de uyanıkken gördüğünü "Babacığım, şüphesiz ben, on bir yıldız, Güneş ve Ay’ı gördüm; onları bana secde ederken [boyun eğerken] gördüm" diyerek üstüne basa basa bildirmiştir. Yusuf’un uyanıkken gördüklerine benzer görüntüler, ilerideki ayetlerde bildirileceği gibi, Yusuf’un zindan arkadaşları ve ülkenin kralı tarafından yine uyanıkken görülecektir. Yani, kıssanın devamında yer alan "içki imal etmek, baş üstünde ekmek taşımak ve taşınan ekmekleri kuşların yemesi" ve "yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yemesi ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak" görüntüleri de rüya olarak değil, gerçek görüntüler olarak karşımıza gelecektir. Aslında bu görüntüler, "gelecek" ile ilgili görüntülerdir. Yani, kâhinlerin, medyumların gördüğü cinsten karmaşık görüntülerdir. Bu çeşit görüntülerin surede Yusuf dışındaki kişilerce de görüldüğünün bildirilmesinden, o dönemde kâhinliğin yaygın bir durumda olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple, nasıl sihrin yaygın olduğu bir dönemde Musa peygamber sihre yönelik mucizeler ile desteklenmişse, nasıl söz sanatı ve edebiyatın yaygın olduğu bir dönemde peygamberimiz edebî bir mucize olan Kur’an ile gönderilmişse, Yusuf peygamber de kendi döneminde "olacak olayların karmaşık görüntülerinin" tevili ile mucizelendirilmiştir. Geleceğe ait bu tür bir görüntü peygamberimiz için de söz konusu olmuştur: 27Andolsun ki Allah, Elçisi'ne o görüntüyü; "Siz, Allah dilerse kesinlikle, güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış kişiler olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz" vizyonunu hak ile doğru çıkardı. Öyleyse Allah, sizin bilmediğinizi bilir. Sonra da size bundan ast/yakın bir fetih kıldı. [Fetih/27] Ve Filsuresi: Ayetlerin meali: 1,2Rabbin, filli orduya nasıl etti görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı? 3-5Ve onların üzerlerine, onlara pişmiş taşlar ile birlikte iri taneli yağmur yağdıran öbek öbek bulutlar; boran gönderdi de onları bir yenik bitki yaprağı gibi yapıverdi. /Rabbin, ahmaklar, geri zekalılar güruhuna nasıl etti görmedin mi? Onların üzerine necm necm ayetler/bela üstüne belalar gönderdi de onları hem vicdanen rahatsız etti hem de köklerini kazıyıp yok etti. Bunlar Necm ve İsra surelerinde konu edilen ayet gösterimidir. Uykuda iken görülen ve Türkçede "rüya" sözcüğüyle ifade edilen görüntüler ise Kur’an’da " فى المنام fi’l-menâmi [uykuda]" ifadesi kullanılarak söz konusu edilmiştir. 43Hani o vakitler Allah sana uykunda onları az gösteriyordu. Eğer Allah, onları sana çok gösterseydi kesinlikle korkmuştunuz ve savaş konusunda anlaşmazlığa düşmüştünüz. Fakat Allah güvenlik sağladı. Şüphesiz O, gönüllerde olanı en iyi bilendir. 44Ve hani olması gereken bir şeyi gerçekleştirmek için, onlarla karşılaştığınız vakit onları sizin gözünüze az gösteriyordu. Sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Ve bütün işler yalnızca Allah'a döndürülür. [Enfal/43, 44] Saffat/102’de konu edilen "elmenam" ifadesi, ism-i mekân kalıbı olup "uyku yeri" anlamındadır. Ki burada mecazen o kentin duyarsızlığı, ilgisizliği, üzerlerine ölü toprağı saçılmışlığı kastedilmiştir. Yerinde gerekli açıklama yapılmıştır. Uyanıkken görülen -Yusuf peygamberin gördüğü türden- görüntüler günümüzde "vision [vizyon]" olarak adlandırılmaktadır. Müslümanlar yeterli düzeyde zihin yorup inceleme yapmadıkları için, bu konularla ilgili olarak ekseriyetle Batı’da yapılan inceleme ve araştırmalar doğrultusunda bir kavramlaştırma oluşmuştur. Verdikleri bilgilere ihtiyatla yaklaşmak gerekse de, bir fikir vermesi açısından metapsişik, parapsikolojiye ait bilgilere de bakmak yararlı olur kanaatindeyiz. Kur’an’dan öğrendiğimize göre, vizyon, herkes tarafından görülebilecek bir olgudur. Çünkü ilerideki ayetlerde görüleceği üzere, Yusuf peygamberin zindan arkadaşları ve ülkenin kralı da böyle görüntüleri görmüşlerdir. Tarihe bakıldığında da, Kur’an’ın naklettiklerinden başka, değişik yerlerde, değişik vizyonlardan söz edildiği görülmektedir. Bu vizyonların en bilineni ve günümüzde de hâlâ ilgi çekmeye devam edeni Nostradamus vizyonlarıdır. Burada hemen belirtmek gerekir ki, vizyon ile kehanet [veya medyumluk] aynı şeyler değildir. Kehanet, vizyonu [veya rüyayı] "sözde" yorumlama işidir. Böyle görüntüleri [vizyonları] yorumlayabilmek, Kur’an’da bildirildiğine göre, sadece Yusuf peygambere verilmiş bir özelliktir. Nitekim Yusuf peygamberin babası Yakub peygamber de oğlunun vizyonunu tam olarak tevil edemeyip sadece tahminde bulunmuştur. Yusuf kıssası dışında Kur’an’daki tek vizyon olan peygamberimizin vizyonu da herhangi bir kul tarafından tevil edilmeyip bizzat Rabbimiz tarafından açıklanmıştır. Aynı şekilde Nostradamus’un vizyonları da insanların ancak günü gelince anlayacakları biçimdedir. Vizyonerlik, özellikle de Nostradamus’un vizyonerliği araştırmacılar tarafından bir takım araç ve öğretilere bağlanmışsa da, biz bu özelliğin yaratılıştan gelme [genetik] olduğunu, çalışma ve öğrenme ile kazanılamayacağını düşünüyoruz. Nostradamus’un Kitab-ı Mukaddes’te adı geçen birçok peygamberin yetiştiği İsaşar adlı Yahudi kabilesi ile var olan genetik bağını bu düşüncemizi destekler mahiyette buluyoruz. Bize göre, Nostradamus’un Yakub ve Yusuf peygamberlerin soyundan gelebileceği yönünde bir tahminde bulunmak bile mümkün görünmektedir. Ayette yıldızların, Güneş’in ve Ay’ın Yusuf peygambere ettikleri bildirilen secde namazdaki secde değil, tıpkı meleklerin Âdem’e ettikleri secde gibi, Yusuf peygambere duyulan saygıyı ve onun otoritesinin kabulünü ifade etmektedir. "Secde" sözcüğü ile ilgili detay Necm suresinde verildiği için bu kadarla yetiniyor, ilgili bölümün oradan okunmasını öneriyoruz. Secde sözcüğü, yukarıda belirtilen anlamıyla surenin 100. ayetinde de karşımıza gelecektir: 100Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi boyun eğip teslimiyet göstererek o'nun için yere kapandılar. Ve Yûsuf: "Babacığım! İşte bu durum, o gördüğümün te’vîlidir. Gerçekten Rabbim onu hak kıldı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediği şeye armağan vericidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyanın ta kendisidir." [Yusuf/100]
5,6) Babası: "Yavrucuğum! Gördüğünü kardeşlerine anlatma. Sonra sana bir tuzak kurarlar. Şüphesiz şeytan insan için apaçık bir düşmandır. Ve işte böyle, Rabbin seni seçecek ve sana olayların/sözlerin ilk anlamlarının ne olduğuna dair bilgiler öğretecek. Bundan önceki iki atana; İbrâhîm'e ve İshâk'a tamamladığı gibi, nimetini sana ve Ya'kûb soyuna tamamlayacaktır. Şüphesiz ki, Rabbin çok iyi bilendir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır" dedi.
Görüldüğü gibi, Yakub peygamber oğlunun vizyonunu tam olarak tevil edememiş, ancak bir elçi olmanın kazandırdığı birikimle ona çok ciddi öğütler vermiştir. Kardeşlerinin kıskançlık sebebiyle kendisine kötülük yapmayı plânlayabilecekleri uyarısında bulunan Yakub peygamber, oğlunun gördükleri hakkında da Allah’ın onu hem kendi katında hem de insanlar arasında iyi bir konuma getireceği, ona "kurmayca değerlendirme" yeteneği vererek sözlerin, olayların, olacakların tevilini öğreteceği, vizyonları tevil edebilme özelliği vereceği, dedeleri İbrahim ve İshak’a ihsan ettiği gibi Yusuf’a da nimetler ihsan edeceği yorumunu yapmıştır. Oğluna yaptığı öğüdü "Şüphesiz ki, Rabbin Alim’dir, Hakim’dir" diyerek bitiren Yakub peygamber, bu son sözleriyle, Allah’ın elçiliği kime vereceğini çok iyi bildiğini ve en iyi yasaları O’nun yapacağını ifade etmiş, kendisinin kulluktan gelen âcizliğini itiraf ederek gerçeği Allah’a havale etmiştir. Yakub peygamberin buradaki sözlerinden, onun büyük babası İbrahim peygamberin duasını bildiği ve o dua doğrultusunda beklentileri olduğu anlaşılmaktadır: 127-129Ve hani İbrâhîm ve İsmâîl Beyt'ten temelleri yükseltirler: "Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] biri kıl. Soyumuzdan da Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] bir önderli toplum getir. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen suçtan dönüşleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki onlara Senin âyetlerini okusun, onlara kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, en iyi yasa koyanın, bozulmayı iyi engelleyenin; sağlam yapanın ta kendisisin." [Bakara/129] Kardeşlerinin Yusuf peygamberi kıskanmaları Kitab-ı Mukaddes’te şu şekilde yer almaktadır: Yusuf'un Düşleri 1 Yakup babasının yabancı olarak kalmış olduğu Kenan ülkesinde yaşadı. 2 Yakup soyunun öyküsü: Yusuf on yedi yaşında bir gençti. Babasının karıları Bilha ve Zilpa'dan olan üvey kardeşleriyle birlikte sürü güdüyordu. Kardeşlerinin yaptığı kötülükleri babasına ulaştırırdı. 3 İsrail Yusuf'u öbür oğullarının hepsinden çok severdi. Çünkü Yusuf onun yaşlılığında doğmuştu. Yusuf'a uzun, renkli bir giysi yaptırmıştı. 4 Yusuf'un kardeşleri babalarının onu kendilerinden çok sevdiğini görünce, ondan nefret ettiler. Yusuf'a tatlı söz söylemez oldular. 5 Yusuf bir düş gördü. Bunu kardeşlerine anlatınca, ondan daha çok nefret ettiler. 6 Yusuf, "Lütfen gördüğüm düşü dinleyin!" dedi, 7 "Tarlada demet bağlıyorduk. Ansızın benim demetim kalkıp dikildi. Sizinkilerse, çevresine toplanıp önünde eğildiler." 8 Kardeşleri, "Başımıza kral mı olacaksın? Bizi sen mi yöneteceksin?" dediler. Düşlerinden, söylediklerinden ötürü ondan büsbütün nefret ettiler. 9 Yusuf bir düş daha görüp kardeşlerine anlattı. "Dinleyin, bir düş daha gördüm" dedi, "Güneş, ay ve on bir yıldız önümde eğildiler." 10 Yusuf babasıyla kardeşlerine bu düşü anlatınca, babası onu azarladı: "Ne biçim düş bu?" dedi, "Ben, annen ve kardeşlerin gelip önünde yere mi eğileceğiz yani?" 11 Kardeşleri Yusuf'u kıskanıyordu, ama bu olay babasının aklına takıldı. [(Tekvin; 37. Bab, 1-11. cümleler] Orijinal metinde geçen " تأويل الأحادسte’vîle’l-ehâdis [olayların, sözlerin önceliklenmesi]", genellikle "görüntülerin tevili" olarak anlaşılmıştır. Oysa "Allah’ın ona [Yusuf peygambere] te’vile’l-ehadis öğretmesi" yalnızca bu anlama gelmez. İfade, daha kapsamlı olarak Allah’ın Yusuf’a olayları, hayatın problemlerini anlama ve çözümler bulma yeteneği bahşetmesi, her şeyin hakikatine ulaştırıcı görüş ihsan etmesi demektir. Bizim ısrarla "vizyon" olarak ifade ettiğimiz ve "uyanıkken görülen görüntü" olarak tanımladığımız "rüya" sözcüğünü Türkçedeki anlamıyla "uykuda görülenler" olarak algılayanlar, psikiyatri, psikoloji gibi bilimlerden hiç haberleri olmadıkları hâlde bir takım görüşler beyan etmişler ve peygamberimizi de malzeme yapmak suretiyle "rüya" kavramı hakkında pek çok tutarsız rivayet ortaya atmışlardır. Böylece "rüya" kavramı da İslam dinine düzenlenen suikastlardan birine konu yapılmış, "rüya-i sadık" adıyla bir rüya tipi kabul edilerek İslam dini ile taban tabana zıt yepyeni bir din icat edilmiştir. Ne var ki, sahtekâr mucitlerin icat ettiği bu yeni din bir takım yeni kurallar vazedilmesi şeklinde değil, birçok konuda olduğu gibi, Allah’ın dinine hurafeler yerleştirip onu yozlaştırmak suretiyle oluşturulmuştur. Bu kötü amaçlı sahtekârlar peygamberimiz adına uydurdukları "sadık rüya" kavramı ile birçok batıl inanç ve amel üretmişler, kendilerine inanıp tuzaklarına düşen gafillerle birlikte yeni sapık dinlerini, rüyalarında kendilerine Allah’ın veya peygamberimizin telkin ettiğini ileri sürdükleri kuruntular üzerine kurmuşlardır. Hâlbuki "rüyanın doğrusu" diye bir kavramın bir müminin hayatında yeri olmamalıdır. Çünkü rüyanın sadık olmadığı Kur’an’da açıkça gösterilmiştir: 43Hani o vakitler Allah sana uykunda onları az gösteriyordu. Eğer Allah, onları sana çok gösterseydi kesinlikle korkmuştunuz ve savaş konusunda anlaşmazlığa düşmüştünüz. Fakat Allah güvenlik sağladı. Şüphesiz O, gönüllerde olanı en iyi bilendir. 44Ve hani olması gereken bir şeyi gerçekleştirmek için, onlarla karşılaştığınız vakit onları sizin gözünüze az gösteriyordu. Sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Ve bütün işler yalnızca Allah'a döndürülür. [Enfal/43, 44] Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, peygamberimizin gördüğü rüya bile gerçekle ilgisi olmayan bir rüyadır. Diğer taraftan Yüce Rabbimiz, kulları ile konuşma, onlara mesaj yollama ilkelerini Kur’an’da açık ifadelerle bildirmiştir. Bildirdiği bu ilkeler arasında "rüya" bulunmamaktadır. Dolayısıyla sahtekârların uydurma dininde ileri sürülen "rüya ile Allah’tan mesaj alma" iddiası Kur’an’a aykırıdır: 51Ve bir beşer için, bir vahiy ile veya perde arkasından yahut bir elçi gönderip de izniyle/bilgisiyle dilediğini vahyetmesi dışında Allah'ın kendisine söz söylemesi olmaz. Şüphesiz O, çok yüce ve yücelticidir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Şûra/51] Görüldüğü gibi, yukarıdaki ayet, rüyasında Allah’tan mesaj aldığını iddia eden, hem de bunu vahyin [dinin] tamamlandığının açık bir ayetle belirtildiği bir dinin mensubu olduğunu söyleyerek yapan kişilerin ipliğini pazara çıkarmaktadır.
7) -Andolsun ki Yûsuf ve kardeşlerinde soranlar/isteyenler için nice alâmetler/göstergeler vardır.-
Yusuf kıssasındaki olaylar, kıssanın temelini teşkil eden görüntünün ve Yakub peygamberin bu görüntü ile ilgili görüşünün belirtilmesinden sonra, "Yusuf ve kardeşlerinde soranlar/isteyenler [araştıranlar] için birçok ayet" olduğunu bildiren bu ayetle başlamakta ve surenin sonunda yer alan 111. ayetteki aynı ifade ile sona ermektedir. Ayetteki "nice ayetler" ifadesiyle, kıssanın içeriğinde bulunan insanlığa öğüt niteliğindeki inceliklere, derin anlamlı örneklere işaret edilmiştir. Ayrıca bu ayet, çoğu peygamberimizin akrabası olan ve kıskançlık sebebiyle peygamberliğini kabul etmeyerek ona düşmanlık yapan Mekkeliler için de bir uyarı niteliğindedir. Çünkü Yusuf peygambere eziyet etmede -Mekkeliler gibi- aşırı giden kardeşleri, kıssanın sonunda, Allah'ın yardımına erişerek güçlenen Yusuf peygamberin yetkilerine boyun eğmişler ve onun yönetimi altına girmişlerdir. Dolayısıyla bu kıssa ile Mekkelilere, Yusuf peygamberin kardeşleri gibi en sonunda kıskandıkları kişinin himayesine, kontrolüne girecekleri mesajı verilmektedir. Yusuf peygamberin kardeşlerinin kimlikleri bazı eserlerde şöyle açıklanmıştır: En büyüklerinin adı Rûbîl idi. Diğerleri ise Şem'ûn, Lâvî, Yehûza, Zeyâlûn ve Yeşcer'dir. Bunların annesi Leyan kızı Leyâ'dır. Hz. Ya'kub'un dayısının kızıdır. Hz. Ya'kub'un ayrıca iki cariyesinden dört oğlu olmuştu: Dân, Naftalî, Câd ve Âşer diye. Daha sonra Leyâ vefat edince, Hz. Ya'kub onun kızkardeşi Râhil ile evlendi. Bundan da Yûsuf ve Bünyamin adındaki oğulları dünyaya geldi. Böylelikle Hz. Ya'kub'un çocukları toplam on iki kişi idi. es-Süheylî der ki: Ya'kub'un annesinin adı ise Refkâ idi. Râhil, Bünyamin'den dolayı lohusa iken vefat etmişti. Leyân b. Nâlıer b. Âzer ise Hz. Ya'kub'un dayısıdır. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an] Zemahşerî Yûsuf'un kardeşlerinin ismini şöyle sıralamaktadır: Yehûda, Rubyal, Şemon, Levi, Ribalon, Yeşcer, Deyne, Dan, Neftali, Cad ve Aşir. Bunların ilk yedisi Hz. Ya'kûb'un evlendiği halasının kızı Libya'dandır. Libya ölünce, Hz. Ya'kûb Libya'nın kız kardeşi Rahil ile evlendi. Rahil'den de Bünyamin ile Yûsuf doğdu. Öyle anlaşılıyor ki, kardeşler arasında üveylik de vardı. [Zemahşeri, Keşşaf; c.2, S. 304]
8,9) Hani Yûsuf'un kardeşleri bir zaman: "Yûsuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgili, biz ise güçlü ve tutkun bir grubuz. Şüphesiz, babamız kesinlikle çok açık çıkmaz bir yoldadır. Yûsuf'u öldürün ya da bir yere atın ki, babanız hepten size kalsın, sonra da siz sâlih bir toplum olursunuz" demişlerdi.
10) Onlardan bir sözcü, "Yûsuf'u öldürmeyin, o'nu o kuyunun dibine bırakın da oradan geçen kafilenin biri o'nu bulup alsın. Eğer yapacaksanız böyle yapın" dedi.
Bu ayetlerde, Yakub peygamberin Yusuf ile onun küçük kardeşini diğer çocuklarından fazla sevdiği ve bu yüzden de diğer çocukların kıskançlıkla Yusuf’tan kurtulma planı yaptıkları anlatılmakta, böylece insanda yaratılıştan var olan bazı huylara dikkat çekilmektedir. Ayetlerden anlaşıldığına göre, Yakub (as), vahye muhatap olmuş bir peygamber olmasına rağmen sevgisini Yusuf ile onun küçüğüne yoğunlaştırmış, bunun sonucunda oluşan kıskançlık duygusu da diğer çocuklarına kardeşleri Yusuf’u oradan uzaklaştırmayı, hatta öldürmeyi düşündürebilmiştir. Kıskançlık duygusunun ne kadar kötü bir şey olduğuna daha evvel Felak suresinde işaret edilmiş, kıskananın şerrinden Rabbimize sığınılması istenmiştir: 1-5"Oluşturduğu şeylerin kötülüğünden ve çöktüğü zaman karanlığın kötülüğünden ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin/sözleşmelere uymayanların kötülüğünden ve kıskandığı zaman kıskananın kötülüğünden çatlamaların Rabbine; sıkıntıları ortadan kaldıran Allah'a sığınırım" de! [Felak/1-5] Konumuz olan ayetler, aynı zamanda, Yakub peygamberin evlatları arasında yaptığı ayırımdan kaynaklanan kıskançlığın nelere mal olabileceğine dair dolaylı bir mesaj da içermektedir. Kardeşlerin kendi aralarında Yusuf’la ilgili planlarını tartışırken "Yusuf ve kardeşi" şeklinde bir ifade kullanmaları, Yusuf ile küçük kardeşinin bir başka anneden olduklarına işaret etmektedir. Bu da Yakub peygamberin sevgi konusunda özellikle dikkatli olmasını, evlatlarını kıskançlığa sevk edebilecek tavırlardan özenle kaçınmasını gerektiren bir durumdu. 8. ayette kardeşlerin kendilerini "usbe" olarak tanımlamaları dikkat çekicidir. "Usbe", "sıkı, birbirine bağlı, tutkun on ila kırk kişiden oluşan bir topluluk" anlamına gelmektedir. [Lisanü’l Arab; c: 6, s: 276 "asb" mad.] Sonuçta, Yakub peygamberin birbirine bağlı, tutkun evlatları, kendi aralarındaki tartışma sonucu, Yusuf’u kuyuya atmayı kararlaştırmışlardır. Ayette geçen "el-cübb [kuyu]" sözcüğünün önündeki "el" takısı, bu kuyunun herhangi bir kuyu değil, kardeşlerin bildikleri ve planda belirgin olarak ifade edilen "malûm, bilinen" bir kuyu olduğunu göstermektedir. Ayette geçen "sonra da siz salih bir kavim olursunuz" ifadesi, "sonra babanızın gönlünü alırsınız, babanız sizi de sever, gözünde iyi birer evlat olursunuz" anlamına gelmektedir. Bu ifadeden "tövbe eder, arınırsınız" anlamı çıkarmak, bize göre, isabetli bir görüş değildir. Çünkü "tövbe", cehaletle işlenmiş suçlar için söz konusudur. Oysa kardeşlerin işlemeyi kararlaştırdıkları suç, planlı ve bilinçli olarak işlenecek bir suçtur. Böyle taammüden işlenen suçlar ise istihfafa; Allah’ı, ahireti ve suçu hafif görmeye girer.
11,12) Onlar dediler ki: "Ey babamız! Sen bize Yûsuf için neden güvenmiyorsun? Hâlbuki biz kesinlikle o'nun iyiliğini istiyoruz. Yarın o'nu bizimle beraber gönder de bol bol yesin, oynasın. Ve şüphesiz biz o'nu kesinlikle koruyucularız."
13) Babaları dedi ki: "Onu götürmeniz beni üzer ve siz o'na karşı duyarsız/ilgisiz iken o'nu kurt yemesinden korkarım."
14) Yûsuf'un kardeşleri dediler ki: "Andolsun ki biz böyle güçlü kuvvetli bir topluluk iken o'nu kurt yerse, o zaman şüphesiz biz kesinlikle zarara/kayba uğrayıp acı çekenlerden olmuş oluruz."
Bu bölümde, Yusuf için plan kuran kardeşlerin ona göz kulak olacakları konusunda babalarına güvence vermeye çalışmaları, buna karşılık Yakub peygamberin de evlatlarından gelen bu talebi kaygı ve endişe ile karşılaması nakledilmektedir.
15) Sonunda Yûsuf'un kardeşleri, Yûsuf'u götürdüler ve hep birlikte o kuyunun dibine bırakmaya karar verdiler. Biz de Yûsuf'a vahyettik: "Andolsun ki sen onlara ilerde onlar hiç farkında değilken bu işlerini haber vereceksin."
16) Ve akşam vakti, ağlayarak babalarına geldiler.
17) Onlar dediler ki: "Ey babamız! Şüphesiz biz yarış yaparak gittik. Yûsuf'u da eşyamızın yanına bırakmıştık. Bir de baktık ki, o'nu kurt yiyivermiş. Ve biz doğru kimseler olsak da sen bize inanmazsın."
18) Bir de gömleğinin üzerinde yalandan bir kan getirdiler. Babaları dedi ki: "Tam tersine, nefisleriniz aldatıp size bir iş yaptırtmış. -Artık güzel bir sabır!- Bu anlattıklarınıza karşılık yardımına sığınılacak olan ancak Allah'tır."
Bu ayetlerde, Yusuf’un kardeşlerinin babalarını ikna ederek Yusuf’u yanlarında götürmeleri, kurdukları plan gereği Yusuf’u kuyuya bırakmaları, sonra da babalarını bu kez Yusuf’un öldüğüne ikna etmek için Yusuf’un gömleğini, üzerinde yalandan bir kan lekesi ile getirmeleri nakledilmektedir. 15. ayette Rabbimiz, kıssanın anlatımı arasına bir parantez açarak Yusuf’a vahyettiğini bildirmiştir. Böylece Yusuf, gördüğü ilk vizyonun arkasından bu kez vahy alarak ikinci defa büyük bir lütfa mazhar olmuştur. Yapılan vahy, ayette kısaca "... sen onlara ... bu işlerini haber vereceksin" şeklinde ifade edilmiştir. Ancak kıssanın gelişimini aktaran sonraki ayetlerden anlaşıldığına göre, Yusuf’a, ileride olacak olaylar, yani kuyudan kurtulacağı, iyi bir yerde yurt tutturularak saygın bir yönetici yapılacağı, peygamberlik görevi verileceği, kardeşleri ve babası ile kavuşturulacağı, kardeşlerinin ondan yardım alacakları ve yapıp-ettiklerine pişmanlık duyacakları vahyedilmiş ve böylece sıkıntılı anında rahatlatılmak suretiyle olacakları sabırla beklemesi sağlanmıştır. Bazı yorumcular, Yusuf’a yapılan vahyi gerekçe göstererek, Yusuf’un kuyuya atıldığında on sekiz yaşının üstünde olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fakat 12. ayette kardeşlerinin "yesin, içsin, oynasın" demeleri, 13. ayette Yakub peygamberin onun kendisini kurttan koruyamayacağını ifade etmesi, 19. ayette de yolcu kafilesi tarafından "lukata" olarak kabul edilmesi, Yusuf’un kuyuya atıldığında henüz çocuk yaşta olduğunu göstermektedir. Zaten 22. ayette de nübüvvetin Yusuf’a erginlik çağında verildiği bildirilmiştir. Yusuf’a kuyuda iken yapılan vahiy, Musa peygamberin annesine (Kasas/77) ve bal arısına (Nahl/68) yapılan vahiy kabilindendir. Kıssada Yusuf’un değişik dönemlerde başından geçenlerle ilgili olarak üç ayrı gömlekten söz edilmiştir. Bu gömleklerden biri, kardeşlerin yalandan bir kan bulaştırarak babalarına götürdükleri gömlek; diğeri, Aziz’in karısının Yusuf’a saldırdığı sırada arkasından yırtılan gömlek; üçüncüsü de, Yusuf’un, yüzüne sürmesi için babasına yolladığı gömlektir. Bu gömlekler Yusuf’un hayatındaki farklı dönemlere ait farklı gömleklerdir; aynı gömlek olmaları mümkün değildir. Yusuf kıssası da uydurmacıların hedefi olmuş ve Yusuf, Yakup, Züleyha ve gömlek ile ilgili birçok efsane uydurulmuştur. YAKUB (AS), OĞULLARININ YALANINI BİLMİŞTİ Yakub peygamber, 18. ayette geçen konuşmasının "bel [bilakis]" edatıyla başlamasından anlaşılacağı üzere, oğullarının Yusuf hakkında söylediklerinin yalan olduğunu bilmiştir. Bunu nasıl bilebildiğine mantıklı gerekçeler bulmak mümkündür: *Yakub peygamber, Yusuf’un vizyonunu onun ileride büyük nimetlere nail olacağı yönünde tahmin etmiştir. Bu beklentisi gerçekleşmediği için de Yusuf’un öldüğüne inanmamıştır. *Yakub peygamber, kesin bilgi sahibi olmasa da, bir baba olarak, Yusuf’un ve küçük kardeşinin diğer çocukları tarafından kıskanıldığını az çok tahmin ettiği için, Yusuf’un öldürülmeyip sadece kıskançlıkla evden uzaklaştırıldığını düşünmüş olabilir. *Belki de Yakub peygambere getirilen kanlı gömlekte Yusuf’u parçaladığı söylenen kurda ait diş ve pençe izi yoktur, gömlek de yırtılıp parçalanmamıştır. O da bunlara dikkat ettiği için Yusuf’un ölümüne inanmamıştır. Yakub peygamberin Yusuf’un ölümü haberine gösterdiği tepki hakkında Mevdudî’nin yaptığı tespitler şöyledir: Yakub'un (a.s) Hz. Yusuf'un (a.s) ölüm haberine gösterdiği tepki de Kitab-ı Mukaddes ve Talmud'da zikredilenden farklıdır. Bu kitaplara göre Hz. Yakub (a.s) söz konusu kötü haber karşısında alt-üst olmuş ve sıradan bir baba gibi davranmıştır. Kitab-ı Mukaddes şöyle diyor: "Ve Yakub elbisesini parçaladı ve çulunu beline doladı. Ve oğlu için yıllarca ağladı" (Tekvin, 37:34). Talmud ise acıklı haberi aldıktan sonra kendini kederin kucağına koyuverdiğini ve yüzünü yerlere çaldığını söyleyerek Hz. Yakub'un işin aslından haberdar oluşunu reddeder. Güya Yakub: "Vahşi bir hayvan Yusuf'u parçaladı ve bir daha onu asla göremeyeceğim" diyerek haykırmış ve "yıllarca Yusuf için ağlamıştır" (The Talmud, H. Polano, sh. 78. 79). [Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an] YAKUB PEYGAMBER NİÇİN YUSUF'U KURTARMAYA GİRİŞMEDİ? 18. ayetin ifadesinden evlatlarının anlattıklarına inanmadığı açıkça belli olan Yakub peygamberin, Yusuf’un ölmediğini düşünmesine rağmen Yusuf’a ne olduğunu, kardeşlerinin Yusuf’a ne yaptıklarını öğrenmek için harekete geçmemesi ve işin arkasını kovalamaması merak uyandıran bir durumdur. Kıssanın bütünü üzerinden oluşabilecek bir kanaatle bu durum hakkında şu görüşler ileri sürülebilir: *Yakub peygamber, güçlü kuvvetli olan çocuklarının kıskançlık sebebiyle Yusuf’u arayıp bulmasına imkân vermeyeceklerini, eğer bu konuda fazla ısrarlı olursa kendisine eziyet edebileceklerini, hatta belki de öldürebileceklerini düşünmüş olabilir. *Yakub peygamber, Allah’ın Yusuf'u belâ ve mihnetlerden koruyacağına ve onun şanının yücelteceğine, Yusuf’un gördüğü vizyon sayesinde inanıyordu. Bu nedenle, Yusuf’a kardeşlerine söylememesini tembihlediği bu sırrı kendisinin ifşa etmesi mümkün değildi. * Yakup peygamber, ataları İbrahim ve İshak’ın uyguladığı yöntemden farklı olarak Mısır’ı içten fethetmeyi düşünmüş olabilir. Kısacası, Yakub peygamber, böyle bir belânın ortasında kalınca, en doğru olanın susup sabretmek ve işi tamamen Allah'a havale etmek olduğunu düşünmüş olmalıdır. SABR-I CEMİL Yakub peygamberin çıkış yolu olarak sarıldığı " صبر جميلsabr-ı cemil [güzel sabır]", herhangi bir tahammülsüzlüğün ve şikâyetin bulunmadığı sabırdır.
19) Ve bir yolcu kafilesi geldi de sucularını gönderdiler. O da kovasını kuyuya saldı, "Müjde hey, müjde! İşte bir delikanlı oğlan!" dedi. Ve o'nu bir ticaret malı olarak gizleyip korudular. Allah ise onların ne yapacaklarını biliyordu.
20) Ve o'nu düşük bir fiyata; birkaç gümüş paraya sattılar. Onlar, Yûsuf'un satılmasında azla yetinenlerden idiler.
Bu ayetlerde, kuyuya atılması teklifini ortaya atan kardeşin öngördüğü gibi, Yusuf’un yoldan geçen ve su almak için orada duran bir kafile tarafından bulunup kurtulduğu anlatılmaktadır. Ayetlerin bildirdiğine göre, Yusuf’u bulan kafile onu "lukata" olarak görüp korumuş ve ilk fırsatta düşük bir fiyata satmış, bu olay da Yusuf’un hayatındaki başka bir dönemin başlangıcı olmuştur.
LUKATA "لقطة lukata", bir hukuk terimi olarak "mülkiyetini veya üzerindeki hakkını terk etme niyeti olmaksızın sahibinin iradesi dışında kaybolmuş ve başkası tarafından bulunup sahibine verilmek üzere alınmış, bulanın sahibini bilmediği muhterem [üzerinde sahibinden başkasının tasarruf hakkı olmayan] mal" şeklinde tanımlanmıştır. Hukuk alanında "lukata", tanık göstermekten duyuru yapmaya, sahibine teslim şartlarından bulanın sahibi çıkmayan buluntudan yararlanma koşullarına, kısımlarından vergisine kadar, ayrıntılı olarak incelenmiştir. Ayette geçen "الزّاهدون zahidun" sözcüğünün mastarı olan "زهد zühd"; "dünya için hırslı olmamak, dünyaya rağbet etmemek" demektir. [Lisanü’l-Arab; c. 4, s.419] Buna göre, ayetten iki türlü anlam çıkarmak mümkündür: - Kafiledekiler, istedikleri takdirde çok para karşılığı satabilecekken Yusuf’u az bir para karşılığı satmışlardır. Böyle yapmalarının sebebi, ya velisinin ortaya çıkıp geleceğinden endişelenerek bir an önce onu ellerinden çıkarmak istemeleri, ya da emek harcamadan buldukları için onu fazla değerli görmemeleridir. - Buldukları küçük bir çocuğu satmak karşılığında haksız olarak aldıkları para, yaptıkları işin kötülüğüne göre önemsizdir. Gerek Yusuf’u bulan kafile hakkında, gerekse Yusuf’un satılması ile ilgili olarak birçok efsane ortaya çıkmıştır. Gerçeklikleri çok kuşkulu olan bu anlatıların ibret teşkil edecek herhangi bir özellikleri bulunmamaktadır. Bu nedenle nakillerinde yarar görmüyoruz.
21) Ve o'nu satın alan Mısırlı kişi, kadınına: "Bunun yerini şerefli tut. Bize yararlı olabilir ya da o'nu evlat ediniriz" dedi. Ve Biz, Yûsuf'u böylece yeryüzünde yerleştirdik ... ve kendisine olayların/sözlerin ilk anlamlarının ne olduğuna dair bilgileri öğretelim diye... Ve Allah, emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bilmezler.
22) Ve Yûsuf, tam erginlik çağına gelince, kendisine bilgi ve hüküm verdik. Ve işte Biz, güzelleştirenlere böyle karşılık veririz.
21. ayette, Yusuf’un Mısırlı bir kişiye satıldığı ve Mısır’a yerleştirildiği, böylece yeni bir hayata başladığı bildirilmektedir. 22. ayette ise Yusuf’a bahşedilen nimetler açıklanmaktadır. Yusuf’u satın alan kişinin, kadınına "bunun yerini şerefli tut" demesi, "ona değer ver, onu yücelt" anlamına gelmektedir. Rabbimizin aynı ayetteki "Ve Biz Yusuf'u böylece yeryüzünde yerleştirdik. Ona olayların tevilini de öğrettik. Ve Allah emrinde galiptir" ifadesinden, Yusuf’u satın alan ailenin gerçekten ona değer vererek iyi bir eğitim ve öğretim sağladığı, bu durumun da aslında Allah’ın emri ile olduğu ve hayatının bu döneminde Yusuf’un vahye muhatap olarak kendisine olayların tevilinin öğretildiği anlaşılmaktadır. Yani, daha önce çölde yaşayan bir ailenin çocuğu iken, Yusuf, ilk olarak kendisine iyi bir eğitim ve öğretim imkânı sağlayacak bir ailenin yanına yerleştirilmiş, erişkinlik çağına gelince de Allah tarafından elçi yapılmıştır. Yusuf’un elçi yapıldığının bildirildiği 22. ayetteki "kendisine ilim ve hüküm verdik" ifadesi, Rabbimizin hem elçi hem de hükümdar yaptığı elçiler için kullandığı bir ifadedir. Bu da Yusuf’un hem elçi hem de mülki amir, hükümdar yapıldığını göstermektedir. Çünkü "hüküm verdik" ifadesi, Yusuf’a, "yeryüzünde fitne ve fesadı önleyip adaleti sağlayacak yasalar" demek olan "hikmet" ile yargılama gücü verildiği anlamına gelmektedir. Nitekim bu husus, 101. ayette Yusuf’un "Rabbim! Sen bana mülk verdin ..." şeklindeki ifadesi ile teyit edilmiştir. Yusuf'un erginlik çağı hakkında Rabbimiz tarafından Kur’an’da herhangi bir bilgi verilmediği hâlde, bu konuda pek çok fikir ileri sürülmüştür: İbn Abbâs, Mücâhid ve Katâde "otuz üç sene" derler. İbn Abbâs'tan rivayete göre, otuz küsur senedir. Dahhâk yirmi, Hasan kırk, İkrime otuz beş, Süddî otuz, Saîd b. Cübeyr de on sekiz sene derler. İmâm Mâlik, Rabîa, Zeyd b. Eslem ve Şa'bî, erginliği baliğ olmakla açıklamışlardır. Bundan başkaları da söylenmiştir. [İbn Kesir] MISIRLI KİMDİR? Kur’an’da Yusuf’u satın alan Mısırlı kişinin kim olduğuna dair bir bilgi verilmemiş, ancak bu şahsın kadını için 30. ayette "Aziz’in kadını" ifadesi kullanılmıştır. "Aziz" sıfatı insanlara nispet edildiğinde, o kişinin "çok güçlü, yenilmez kişi" olduğu anlamına gelmekte, dolayısıyla bu ifadeden de Yusuf’u satın alan kişinin Mısır’da gayet etkin birisi olduğu anlaşılmaktadır. Bu konudaki anlatılar şöyledir: Mısır'da onu satın alan kişi Mısır'ın azîzi, veziri idi. İbn Abbâs'tan rivayetle Avfî, onun isminin Kıtfîr olduğunu söyler. Muhammed b. İshâk ise isminin Itfîr b. Rûhayb olup Mısır azîzi ve Mısır hazîneleri üzerine görevli olduğunu söyler. Buna göre, o zamanda Mısır kralı, Reyyân b. Velîd isminde Amâlika'dan birisiydi. Muhammed b. İshâk'a göre karısının ismi Râîl bint Râîl imiş. Başkaları ise karısının isminin Zelîhâ [veya Züleyhâ] olduğunu söylerler. Yine Muhammed b. Sâib'den, onun Ebu Sâlih'den, onun da İbn Abbâs'tan rivayetine göre, Hz. Yûsuf'u Mısır'da satın alan, Mâlik b. Bûyeb b. Anka b. Medyan b. İbrahim imiş. [Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an] Kitab-ı Mukadddes'e göre bu şahsın adı Potifar idi. Fakat Kur'an onu yalnızca "el-Aziz" unvanıyla zikreder. Kur'an'ın aynı unvanı, mevkii yükseldiği zaman Hz. Yusuf (a.s) için de kullandığına bakılırsa, bu unvanın Mısır'da oldukça yüksek bir resmi makama delalet ettiği ortaya çıkar. Zira "Aziz" kelimesi, karşı çıkılamayan, itaatsizliğin mümkün olmadığı muktedir şahıslar için kullanılmaktadır. Kitab-ı Mukaddes ve Talmud'un zikrettiğine bakılırsa, "Aziz"in Firavun'un özel muhafızı ve muhafız subayı olması gerekir. İbn Cerir'in zikrettiği Hz. İbn Abbas hadisine göre, Aziz, kraliyet hazine memuruydu. Talmud'a göre zevcesinin ismi "Zelıcha" [Zeliha] idi ve bu kadın Müslüman geleneğinde de aynı isimle tanınır. [Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an] 1 İsmailîler Yusuf'u Mısır'a götürmüştü. Firavun'un görevlisi, muhafız birliği komutanı Mısırlı Potifar onu İsmailîler'den satın almıştı. 2 RABB Yusuf'la birlikteydi ve onu başarılı kılıyordu. Yusuf Mısırlı efendisinin evinde kalıyordu. 3 Efendisi RABB'in Yusuf'la birlikte olduğunu ve yaptığı her işte onu başarılı kıldığını gördü. 4 Ondan hoşnut kalarak onu özel hizmetine aldı. Evinin ve sahip olduğu her şeyin sorumluluğunu ona verdi. 5 Yusuf'u evinin ve sahip olduğu her şeyin sorumlusu atadığı andan itibaren RABB Yusuf sayesinde Potifar'ın evini kutsadı. Evini, tarlasını, kendisine ait her şeyi bereketli kıldı. 6 Potifar sahip olduğu her şeyin sorumluluğunu Yusuf'a verdi; yediği yemek dışında, hiçbir şeyle ilgilenmedi. Yusuf güzel yapılı, yakışıklıydı. [Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 39:6] 22. ayetin son kısmındaki "Ve işte Biz, güzelleştirenleri böyle karşılıklandırırız" ifadesiyle Rabbimiz, iktidarı vereceği kimselerin ona layık bilgi ve güzel davranışlara sahip olmaları gerektiğini ve muhsin [sürekli iyilik-güzellik üreten] insanlara hem dünyada hem de ahirette nimetler verdiğini bildirmektedir.
23) Ve evinde bulunduğu hanım, o'nun nefsinden murat alıp yararlanmak istedi, kapıları kilitledi ve "Haydi beri gel!" dedi. Yûsuf: "Allah'a sığınırım! Kesinlikle kocan, benim efendim/Rabbim; Allah, benim mevkiimi güzel yaptı. Şüphesiz yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar iflah olmazlar" dedi.
24) Ve andolsun o hanım, o'na niyeti kurmuştu. Eğer Yûsuf Rabbinin açık kanıtını görmese idi, o kadına niyeti kurmuştu. Ondan fuhşu ve fenalığı uzak tutalım diye böyledir. Şüphesiz o, Bizim arıtılmış kullarımızdandı.
25) Ve ikisi de kapıya koştular. Hanım, o'nun gömleğini arkadan yırttı. Ve kapının yanında o hanımın efendisiyle karşı karşıya geldiler. O hanım; "Senin ehline kötülük yapmak isteyen kişinin cezası, zindana atılmaktan veya acıklı bir azaptan başka ne olabilir?" dedi.
26,27) Yûsuf: "O, benden, kendimden yararlanmak istedi" dedi. Ve o hanımın yakınlarından bir şâhit şâhitlik etti: "Eğer Yûsuf'un gömleği önden yırtılmış ise hanım doğru söylemiştir, Yûsuf da yalancılardandır. Ve eğer Yûsuf'un gömleği arkadan yırtılmış ise hanım yalan söylemiştir, Yûsuf da doğrulardandır."
28,29) Artık ne zaman ki Yûsuf'un efendisi, Yûsuf'un gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu gördü, "Şüphesiz bu, siz kadınların fendinizdendir. Gerçekten de sizin fendiniz çok büyüktür. Yûsuf! Sen bundan uzak dur. Kadın! Sen de günahın için bağışlanma dile. Şüphesiz sen hata edenlerden oldun" dedi.
Bu pasaj, sonuçları bakımından Yusuf’un hayatında önemli yeri olan bir hadise ile ilgilidir. Evin hanımının cinsel arzu ile Yusuf’a saldırışıyla başlayan hadise, Yusuf’un Allah’a sığınarak kadının isteklerine alet olmayışı ile ibretamiz sonuçlara neden olmuştur. 23. ayetteki Yusuf’un "Rabbim" ifadesinde (Allah şüphesiz daha iyi bilir) Tevriye vardır. Tevriye, edebiyat sanatında "İki anlamı olan bir sözcüğün yakın anlamını söyleyerek uzak anlamını kastetme"dir. Tevriyede bu sözcüğün her iki anlamı da gerçektir. Ayette Yusuf, "Rabbim" derken yakın anlamı olan saraydaki efendisini söyleyerek uzak anlam olan Rabbülalemin olan Allah’ı kastetmiştir. Ayetlerdeki gayet açık ve net anlatıma göre; evin hanımının kendisine saldırması üzerine Yusuf kapıya doğru koşarak kaçmış, arkasından kovalayan kadın ise onu gömleğinden yakalayıp çekiştirerek gömleğinin yırtılmasına sebep olmuştur. Kadının kocası tam bu esnada eve gelmiş ve kendini kurtarmak için Yusuf’a iftira eden kadını ile kendini savunan Yusuf’un söyledikleri arasında kararsız kalmıştır. Sonuçta olay, kendisine hakemlik için başvurulan bir kadın tarafından gayet mantıklı bir şekilde çözümlenmiştir. Aziz’in kadınının akrabası olan bu kadın, gömleğin önden yırtılmış olması halinde Yusuf’un, arkadan yırtılmış olması halinde ise kadının suçlu olduğunun anlaşılacağı yönünde görüş bildirmiş, sonuçta gömleğin arkadan yırtılmış olması sebebiyle Yusuf’un iftiraya uğradığı anlaşılmıştır. Olayın çözüme kavuşması üzerine, kadının kocası Yusuf’tan olayı başkalarına duyurmamasını, kadınından da suçu için istiğfar etmesini istemiştir. YUSUF’UN, RABBİNİN BURHANINI GÖRMESİ 24. ayetten anlaşıldığına göre, kadının niyetini açığa vurarak harekete geçmesi karşısında Yusuf’un da içinden aynı niyet geçmiş fakat Yusuf, Allah’ın kendisine gösterdiği bir kanıt sayesinde nefsine hâkim olmuş ve meydana gelecek çirkin işten uzak kalmıştır. Allah’ın Yusuf’a gösterdiği burhanın [kanıtın] ne olduğu Kur’an’da açıklanmamıştır. Yusuf’un olaydaki konumu dikkate alınarak ayetteki "burhan" hakkında birçok görüş ileri sürülebilir. Nitekim klasik eserlerde de bu konuya değişik açıklamalar getirilmiştir: Ayetteki "Rabbin burhanı" ile ne kasdedildiğini şöyle açıklarız: Peygamberlerin masum [günahsız] olduğunu kabul eden muhakkik alimler Hz. Yusuf'un gördüğü burhanı birkaç şekilde açıklamışlardır: a- Bu, zina fiilinin haram olduğu hususundaki, Allah'ın hüccetinin ve zina edecek kimseye terettüb eden cezanın bilinmesidir. b- Allah Teâlâ, peygamberlerin nefislerini kötü huylardan temizlemiştir. Hatta Allah'ın, peygamberlerin yakın arkadaşlarının nefislerini bile böyle kötü huylardan temizlediğini söyleyebiliriz. Nitekim Cenab-ı Hak, "Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden ancak kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler" (Ahzab/33) buyurmuştur. Binaenaleyh burada Hz. Yusuf'un gördüğü bildirilen ilahî burhandan maksat, peygamberler için güzel huyların tahakkuk etmesi, onları öyle kötü işlere yönelmekten alıkoyan hallerin hatırlatılmasıdır. c- Hz. Yûsuf (a.s), odanın tavanında,"Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz ki hayâsızlıktır, kötü bir yoldur" (İsra/32) ayetini yazılı olarak gördü. d- Bu, fuhşiyyatı işlemeye mâni olacak olan "nübüvvet"tir. Bunun delili, peygamberlerin, insanları kötülüklerden ve rezil rüsvay eden şeylerden men etmek için gönderilmiş olmalarıdır. Dolayısıyla, eğer peygamberler, kendileri her türlü kötülük ve fuhşa yönelirken, insanlara bunu yasaklamaya kalkışırlarsa, "Ey iman edenler, niçin kendinizin yapmadığı şeyleri söyleyip emrediyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz, en şiddetli bir buğz bakımından Allah indinde büyüktür" (Saff/2-3) ayetinin muhtevasına girmiş olurlar. Hem sonra, Allah Teâlâ, Yahudileri "Siz, insanlara iyiliği emredersiniz de kendinizi unutur musunuz?" (Bakara/44) diye ayıplamıştır. Yahudiler için ayıp olan bir şey, mucizelerle desteklenmiş bir peygambere nasıl isnad edilebilir? Bu günahı Yusuf (a.s)'a nisbet edenler de, bu "bürhân"ın ne demek olduğu hususunda, şu izahları yapmışlardır: 1- "Kadın, evin ortasında inci ve yakut kakmalı bir puta yöneldi ve onun üzerini bir bezle örttü. Bunun üzerine Hz. Yusuf (a.s): "Bunu niçin yaptın?" dediğinde de, "Ben putumun bir günah işlerken beni görmesinden utanırım" dedi. Hz. Yûsuf (a.s) da: "Sen, aklı olmayan, duymayan bir puttan utanırken ben nasıl olur da, herkesin yaptığını [yapma gücünü] kendisine veren ilahımdan utanmam! Allah'a yemin olsun ki, ben bu işi kesinlikte yapmam!" dedi" Bu görüşte olanlar, "işte bürhân budur" demişlerdir. 2] Onlar, İbn Abbas (r.a)'dan şunu rivayet etmişlerdir: "Hz. Yûsuf (a.s)'a, babası Ya'kûb, parmaklarını ısırır olduğu halde ve "Peygamberler zümresinden takdir edilmiş olduğun halde, tacirlerin işini mi yapıyorsun? Bundan utan!" der vaziyette temessül etti, göründü." Bu aynı zamanda İkrime, Mücahid, Hasan el-Basri, Sald b. Cübeyr, Katâde, Dahhâk, Mukâtil ve İbn Sîrîn'in görüşüdür. Saîd b. Cübeyr şöyle demiştir: Hz. Yaküp (a.s.) Yusuf (a.s.)'a göründü ve onun göğsüne vurdu. Böylece onun bütün şehveti, parmak uçlarından –adetâ- çıkıp gitti." 3- Onlar şöyle demişlerdir: "Hz. Yusuf (a.s.), birisinin gökten kendisine "Ey Ya'kûb'un oğlu, sen kuşlar gibi olma. Kuşun tüyleri vardır. Ama zina ettiğinde, o güzel tüyleri dökülür [güzelliği gider] diye seslendiğini duydu" 4- Onlar, İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini nakletmişlerdir: "Hz. Yûsuf (a.s.), Yakub (a.s.)'un temsilini [hayalini] görünce de, vazgeçmedi. Ta ki Cebrail (a.s.), onu geri tepince bütün şehveti kayboldu." Vahidî bu rivayetleri nakledince, kibirlenerek [laf atarak] "Bu, tenzili [Kur'ân'ın nüzulünü] gören zatlardan, Kur'ân'ın tefsirini alan tefsir önderlerinin görüşüdür" demiştir. Ona şöyle denilebilir: "Sen, bize hiç bir faydası bulunmayan bu laf atmalardan başka bir şey söylemiyorsun. Senin, buna delilin nerede?" Hem, aynı şeyde delillerin birbirini takip etmesi caizdir. Yûsuf (a.s.), asli delillere göre, zinadan uzak durmuştur. [Razi; el-Mefatihu’l-Gayb] "Rabbinin burhanı" demek, Allah'tan gelen ilham demektir ki, bu ilham kendisini bir kadının tahrikine kapılmanın hiçbir kâr getiremeyeceği şuuruna erdirmiştir. "Bu burhan neydi?" sorusunun karşılığı da daha önceki ayette zaten geçmektedir: "Rabbim bana karşı bunca ihsanda bulundu. Şu halde ben niye böyle yanlış bir iş yapayım? Zalimler asla felah bulmaz." Şu halde, gençliğine rağmen Hz. Yusuf'u (a.s) bu büyük tahrikten koruyan "ilahi burhan" anlaşılmış olmalıdır. Ali b. Ebi Talib (r.a)’dan rivayete göre Züleyha evin bir köşesinde inci ve yakutlarla süslü bir taç giydirilmiş puta kalkıp bir örtüyle üzerini kapattı. Hz. Yusuf ona ne yapıyorsun diye sorunca, Zeliha: Bu ilahımın beni bu şekilde görmesinden utanırım deyince: Benim Allah'tan utanmam daha bir yaraşır, diye cevap verdi. Bu, bu hususta yapılmış en güzel açıklamadır. Çünkü bu şekildeki cevab ile [Zeliha'ya şirkine karşı] delil getirilmiş olmaktadır. Denildiğine göre Hz. Yûsuf evin tavanında: "Zinaya yaklaşmayın, o cidden bir hayasızlıktır, kötü bir yoldur" (İsra/32) buyruğunu yazılı olarak gördü. el-A'meş, Mücahid'den şöyle dediğini rivayet eder: O şalvarını çözünce Ya'kub ona göründü ve: Ey Yûsuf! deyince, Hz. Yûsuf dönüp kaçtı. Süfyan da, Ebu Husayn'dan, o Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Yûsuf’a, Hz. Ya'kub göründü ve göğsüne bir darbe indirdi. Bunun üzerine şehveti parmak uçlarından çıkıp gitti. Mücahid der ki: Hz. Ya'kub'un her bir oğlunun on iki erkek çocuğu oldu. Yûsuf’un ise sadece iki oğlu oldu, bu şehveti dolayısıyla çocukları azaldı. Bundan başka açıklamalar da yapılmıştır. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an] Bizim görüşümüze göre, Yusuf’a gösterilen ayet, Allah'ın, zina fiilinin suç olduğuna ve bu fiili işleyenlerin cezalandırılmaları gerektiğine dair olan emridir. Nitekim 24. ayette Yüce Allah, Yusuf’a kanıt göstermesinin gerekçesini, "Ondan fuhşu ve fenalığı uzak tutalım diye böyledir" diye açıklamıştır. 24. ayetin son cümlesi olan "Şüphesiz o, Bizim arıtılmış kullarımızdandı" ifadesinden anlaşıldığına göre, Yusuf bu olaydan evvel birçok bela ve fitne ile arıtılmış, saf, halis, katışıksız bir kul hâline getirilmiş bulunmaktaydı. "Arıtılmış" diye çevirdiğimiz "Muhles" sözcüğü, Kur’an’da, Dâvûd, Süleymân, İbrâhîm, İsmâîl ve Yusuf peygamberler için kullanılmış bir niteliktir. Ancak Kur’ân'da muhles oldukları bildirilen bu peygamberlerden başka hiç kimsenin muhles olamayacağını düşünmek ve bu niteliği sadece peygamberlere özgü saymak isabetli bir kanaat değildir. Fitnelenen, belâ ve musibetlerle sınanmaya sabreden, arınma isteğiyle kendini eğitip olgunlaştıran, tefekkür ve akletme gibi zihnî donanımlarını güçlendirerek kendini yetiştiren herkes muhles olup İblis'in iğvalarından korunabilir. Konumuz olan ayetlerde [Yusuf/23-29] anlatılan olay, Kitab-ı Mukaddes’te şu şekilde yer almaktadır: 7 Bir süre sonra efendisinin karısı ona göz koyarak, "Benimle yat" dedi. 8 Ama Yusuf reddetti. "Ben burada olduğum için efendim evdeki hiçbir şeyle ilgilenme gereğini duymuyor" dedi, "Sahip olduğu her şeyin yönetimini bana verdi. 9 Bu evde ben de onun kadar yetkiliyim. Senin dışında hiçbir şeyi benden esirgemedi. Sen onun karısısın. Nasıl böyle bir kötülük yapar, Tanrı'ya karşı günah işlerim?" 10 Potifar'ın karısı her gün kendisiyle yatması ya da birlikte olması için direttiyse de, Yusuf onun isteğini kabul etmedi. 11 Bir gün Yusuf işlerini yapmak üzere eve gitti. İçerde ev halkından hiç kimse yoktu. 12 Potifar'ın karısı Yusuf'un giysisini tutarak, "Benimle yat" dedi. Ama Yusuf giysisini onun elinde bırakıp evden dışarı kaçtı. 13 Kadın Yusuf'un giysisini bırakıp kaçtığını görünce, 14 hizmetkârlarını çağırdı. "Bakın şuna!" dedi, "Kocamın getirdiği bu İbrani bizi rezil etti. Yanıma geldi, benimle yatmak istedi. Ben de bağırdım. 15 Bağırdığımı duyunca, giysisini yanımda bırakıp dışarı kaçtı." 16 Efendisi eve gelinceye kadar Yusuf'un giysisini yanında alıkoydu. 17 Ona da aynı şeyleri anlattı: "Buraya getirdiğin İbrani köle yanıma gelip beni aşağılamak istedi. 18 Ama ben bağırınca giysisini yanımda bırakıp kaçtı." 19 Karısının, "Senin kölen bana böyle yaptı" diyerek anlattıklarını duyunca, Yusuf'un efendisinin öfkesi tepesine çıktı. [Tekvin; 39. Bab, 7-19. cümleler]
30) Şehirde kadınlar da, "Aziz'in kadını, delikanlısının nefsinden murat almak istermiş. Kesinlikle sevgi onun yüreğine işlemiş. Şüphesiz biz, kesinlikle onu apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz" dediler.
31) Sonra Aziz'in kadını, onların gizliden gizliye dedikodu yaydıklarını işitince, onlara elçi gönderdi ve onlara yastık/meyve; şahane bir sofra hazırladı. Ve onlardan her birine bir bıçak verdi. Ve "Çık karşılarına!" dedi. Ve şimdi onlar Yûsuf'u görür görmez o'nu gözlerinde çok büyüttüler ve ellerini kestiler. Ve "Hâşâ! Allah için, bu bir beşer değil, ancak çok şerefli bir melektir."/"Hâşâ bu satın alınmış bir köle değil ancak çok şerefli bir prenstir" dediler.
32) Aziz'in kadını: "İşte, bu gördüğünüz, beni hakkında kınadığınızdır. Andolsun ki ben bunun nefsinden yararlanmak istedim de, o namuslu davrandı. Yine andolsun ki kendisine emrettiğimi yapmazsa, kesinlikle zindana atılacak ve kesinlikle itibarsızlığa uğrayanlardan olacaktır" dedi.
33) Yûsuf: "Rabbim! Zindan bana, bunların beni davet ettikleri şeyden daha sevimlidir. Eğer Sen, bunların tuzaklarını benden döndürmezsen, ben onların tuzağına düşerim ve cahil kimselerden olurum" dedi.
34) Bunun üzerine Rabbi, o'na cevap verdi de ondan onların tuzaklarını döndürdü. Şüphesiz O, evet O, hakkiyle işitenin, hakkiyle bilenin ta kendisidir.
Saldırı olayından sonraki gelişmelerin konu edildiği bu pasajdan, olayın Mısır sosyetesi arasında dedikodu konusu olduğu, buna rağmen evin hanımının yine de niyetinden vazgeçmediği anlaşılmaktadır. Anlatılanlara göre, Aziz’in kadınının Yusuf’tan murat alma arzusunda olduğu çevrede duyulmuş ve bu durum kentin kadınları tarafından kınanmıştır. Büyük bir ihtimalle, olayın haberi, hakemlik yapan kişi tarafından sızdırılmıştır. Aziz’in kadını da, kendi yerinde kim olsa Yusuf’a karşı aynı arzuları duyacağını göstermek için olsa gerek, kendisini kınayan kadınları evine ziyafete çağırıp Yusuf’u karşılarına çıkarmıştır. Bundan sonraki olaylar Aziz’in kadınının düşündüğü gibi gelişmiş ve Yusuf’u gören kadınlar öyle bir hayranlık duyup şaşkınlığa kapılmışlardır ki, meyvelerini yerken ellerini kesmişlerdir. Böylece Yusuf’a yönelik arzuları yüzünden kendisini kınayan kadınların desteğini alan Aziz’in kadını, kadınların önünde de niyetinden vazgeçmediğini açıklamış ve Yusuf’un karşı çıkması durumunda onu zindana attırmakla tehdit etmiştir. Yusuf ise, zindana atılmanın ne kadar kötü bir şey olduğunu bilmesine ve kadının istediği şeyin çok cazip olmasına rağmen akıllı davranmış, geçici bir zevki ahiret hayatına tercih etmemiş, yani suçu değil, zindana girmeyi tercih etmiştir. 30. ayette konu edilen kadınların sayısı Kur’an’da bildirilmemiş olmasına karşılık, bu konuda bir takım iddialar ortaya atılmıştır: Kelbî şöyle demiştir: "Bu kadınlar dört kişi idiler: Aziz'in sucusunun karısı, ekmekçisinin karısı, gardiyanın karısı ve çobanının karısı." [Razi; el-Mefatihu’l-Gayb] Mukatil, bunlara bekçisinin karısını da ilâve edilmiştir. Biz, ayetteki "nisvetün [kadınlar]" sözcüğünün çoğul anlamından yola çıkarak sözü edilen kadınların üç veya daha fazla olduklarını düşünüyoruz. 31. ayetteki "ellerini kestiler" ifadesi, "ellerini çizip yaraladılar" demektir. Hemen hemen her dilde, vücudun herhangi bir yerinde meydana gelen çizilme, kanama gibi yaralanmalar "kesilme" şeklinde ifade edilir. Ayetteki "kesme" fiili " قطّعkattaa" kalıbıyla verilmiştir. Bu kalıp fiile "kesret [çokluk]" anlamı katar. Ancak "anlama" katılan bu çokluk, cümlenin fiil, fail veya mefulünden herhangi birine ait olabilir. Dolayısıyla kadınların ellerini çokça kesmeleri ifadesinden: a- Ellerini üç-beş kez kestikleri; b- Ellerinin birkaç parmağını birden kestikleri; c- Ya da ellerini kesenlerin sayıca çok oldukları anlamı çıkarılabilir. 22, 24. ayetlerde Yusuf için hem "محسن muhsin [iyilik-güzellik üreten]" hem de " مخلصmuhles [arıtılmış]" nitelikleri verilmiştir. Bu durum, Yusuf’un kimlik, kişilik, ahlak ve eğitim yönünden hangi boyutta olduğunu anlamaya yetip artmaktadır.
35) Sonra bu kadar delili gördükten sonra bir süre için o'nu zindana atmaları açığa çıktı.
Bu ayette, Yusuf’un duasının kabul edildiği ve zindana atıldığı nakledilmektedir. Her şeyin ortaya çıkmasına, asıl saldırıya uğrayanın o olduğunun anlaşılmasına ve bunun bizzat Aziz’in kadını tarafından itiraf edilmesine rağmen Yusuf zindana atılarak kadının rezaleti örtbas edilmeye çalışılmıştır. Bu, o dönemin sosyetesinin ahlaken ne kadar kokuşmuş olduğunu gözler önüne seren bir durumdur. Çünkü ahlaki zafiyet içinde olan tacizkâr bir kadının sosyal statüsü sarsılmasın diye, suçsuzluğu kanıtlanmış bir insan haksız yere hapse gönderilmiştir. Zemahşeri, Yusuf’un haksız yere zindana atılmasını, kadınına karşı uysal ve zayıf davranan Aziz’in kılıbık kişiliğine bağlamış ve Aziz’i "yularını kadının eline bir binek devesi misali teslim etmiş bir kişi" olarak nitelemiştir. [Zemahşerî; Keşşaf, c.2,s. 319] Yusuf’un zindan süresi olarak klasık eserlerde "üç ay", "beş yıl", "yedi yıl", "on iki yıl", "dokuz yıl" gibi sürelerden söz edilmiştir. Ancak bu iddiaların hiçbir dayanağı yoktur. Ayetteki " حينhıyn [bir süre]" ifadesinden, Yusuf’un uzun bir süre için değil, kısa bir süre için hapse atıldığı anlaşılmaktadır. Bu da dedikodunun dinmesini, ortalığın yatışmasını sağlayacak kadar bir süredir.
36) Ve zindana o'nunla birlikte iki delikanlı girdi. Onlardan birisi: "Şüphesiz ben, kendimi şarap sıkarken gördüm" dedi. Öteki de: "Şüphesiz ben başımın üstünde ekmek taşıdığımı, kuşların da ondan yediğini gördüm. Bize bunun te'vîlini haber ver. Şüphesiz biz seni iyilik/güzellik üretenlerden görüyoruz" dedi.
37,38,39,40,41) Yûsuf: "Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun te'vîlini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Şüphesiz ben, Allah'a inanmayan bir toplumun -ki onlar âhireti bilerek reddedenlerin; inanmayanların ta kendileridir- dinini, yaşam tarzını terk ettim. Ve atalarım İbrâhîm, İshâk ve Ya'kûb'un dinine, yaşam ilkesine uydum. Bizim, Allah'a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara bir armağanıdır. Velâkin insanların çoğu kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödemiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok rabbler mi daha hayırlı, yoksa her şeye hâkim ve galip olan bir tek Allah mı? Sizin, O'nun astlarından o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız konusuna Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah'a aittir: O, size, Kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte bu dosdoğru/koruyan dindir. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Biriniz efendisine yine şarap sunacak. Diğeri de kent yaşamından uzaklaştırılıp çiftliklerde tarım işçiliği yapacak, taş ocaklarında çalışacak da kuşlar onu başından yiyecekler. İşte hakkında fetva istediğiniz iş gerçekleşti" dedi.
Bu ayetlerde Yusuf’un zindan hayatından bir kesit nakledilmektedir. İki zindan arkadaşı kendi haklarında gördükleri görüntüleri Yusuf’a anlatmışlar, Yusuf da bu görüntüleri tevil etmeden önce hapishane arkadaşlarına net bir tevhit dersi vermiştir. Zindan arkadaşlarının Yusuf’a "Şüphesiz biz seni iyileştirenlerden görüyoruz" demeleri, onun boş durmayıp salihatı işlediğini ve zindanda saygı duyulan, değer verilen bir konumda olduğunu göstermektedir. Nitekim gördükleri görüntüleri anlatmak suretiyle Yusuf’a içlerini dökmüşler, dertlerini açmışlar, çözüm için ona müracaat etmişlerdir. Bu hususta Kitab-ı Mukaddes’te şunlar yazılıdır: Ve gardiyan zindanda daha önce tutuklu bulunan tüm mahkûmları Yusuf'un eline teslim etti. Böylece ne yaptılarsa, onu Yusuf yapmış oldu. Gardiyanın izlediği hiçbir şey yoktu ki Yusuf'un eli altından çıkmış olmasın. [Tekvin; 39. Bab, 22, 23. cümleler] Yusuf’un görüntüleri tevil etmeden önce yanındakilere verdiği tevhit dersi çok dikkat çekicidir. Yusuf’un buradaki sözleri, ancak vahy ile muhatap olup elçilik görevi almış birinin sözleridir: "Şüphesiz ben Allah’a inanmayan bir kavmin -ki onlar ahireti inkâr edenlerin ta kendileridir- milletini terk ettim. Ve atalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un milletine uydum. Bizim, Allah’a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, Allah’ın bize ve insanlara bir lütfudur. Velâkin insanların çoğu şükretmiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok rabler mi daha hayırlı, yoksa her şeye hâkim ve galip olan bir tek Allah mı? Sizin, Allah’ın astlarından o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Ona [bunlara tapmanız konusuna] Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah’a aittir: O, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar." Yusuf peygamberin bu konuşmasında geçen "Ayrı ayrı birçok rabler mi daha hayırlı, yoksa her şeye hâkim ve galip olan bir tek Allah mı?" sözleriyle yaptığı mukayese tarzındaki uyarı Neml suresinde de yer almaktadır: * De ki: "Tüm övgüler, Allah'a mahsustur; başkası övülemez. Esenlik, güvenlik de seçip arı-duru hâle getirdiği kullarınadır. Allah mı hayırlıdır, yoksa onların ortak koştuğu şeyler mi?" Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır ya da gökleri ve yeryüzünü oluşturan, gökten sizin için su indiren mi? Sonra da Biz onunla, bir ağacını bile bitirmenizin söz konusu olmadığı güzel güzel bahçeler bitirmişizdir. Allah'la beraber başka bir ilâh mı var! Aksine onlar şirk koşmak sûretiyle yanlış; kendi zararlarına işte devam eden bir toplumdur. Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır ya da yeryüzünü barınak yapan, aralarında nehirler oluşturan, onun için sabit dağlar koyan ve iki deniz arasına engel koyan mı? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Tam tersi onların çoğu bilmiyorlar. Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır ya da kendine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve kötülüğü gideren, sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı? Allah'ın yanında başka bir ilâh mı var? Çok az düşünüyorsunuz! Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır ya da karanın ve denizin karanlıkları içinde size kılavuz olan, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir. Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır ya da önce oluşturmayı başlatan, sonra onu iade edecek olan ve sizi hem gökten, hem yerden rızıklandıran mı? Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? De ki: "Eğer doğru kimseler iseniz, kesin delilinizi getiriniz!" [Neml/59-64] Yusuf peygamberin, konuşmasına başlarken "Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun tevilini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir" diyerek kendisinin bir kâhin olmadığını, yapacağı tevillerin gerçeği ifade ettiğini haber vermesi ve tevhit dersinden sonra da arkadaşlarının gördükleri görüntüleri tevil etmesi, ona "tevil mucizesi" verildiğinin, yani peygamber yapıldığının bir başka göstergesidir.
TEVİL "Tevil" sözcüğü, "geriye dönüş" şeklindeki kök anlamından değişerek "tedbir [arkalaştırma]" yani birinci, ikinci, üçüncü şeklinde "ardı ardına dizmek, sıralamak, öncelik sırasına koymak" anlamlarında kullanılır. Burada vizyonlara ait birçok benzer olay ortaya atılabilir. Bunların tevili, bu olayların en uygun olanının tercih edilmesi, benimsenmesidir. Bu ayetlerde anlatılan olaylar, Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin; 40. babında yer almaktadır.
42) Ve Yûsuf o iki kişiden, kurtulacağını kesin olarak bildiği kişiye, "Efendi/hükümdar edindiğin kişinin yanında beni an!" dedi. Sonra benliği ona hatırlatmayı terk ettirdi. Böylece Yûsuf, beş-on sene zindanda kaldı.
Ayetten anlaşıldığına göre, Allah’ın verdiği ilim sayesinde Yusuf peygamberin yaptığı tevil gerçekleşmiş, ne var ki, kurtulacağını söylediği kişi Yusuf peygamberin tembihini efendisinin yanında söylememiş ve o da zindanda kalmaya devam etmiştir. Kurtulan kişiye o tembihi hatırlatmayı terk ettiren şeytan o kişinin kendisi, yani kendi şeytanı, iblisidir. Çünkü Rabbimizin bildirdiği gibi, şeytanın herhangi bir zorlama gücü yoktur. Dolayısıyla o kişi, unuttuğundan ya da kendisine unutturulduğundan değil, işine gelmediği, kendisi istemediği için efendisine Yusuf peygamberden bahsetmemiştir. Ayetin orijinalinde geçen النّسيان[nisyân] sözcüğü "unutmak" olarak meşhurlaşmıştır; ancak sözcüğün esas anlamı " ضدّ الذّكر والحفظ zıddu'z-zikri ve'l hıfz [söylememek, anmamak ve akılda tutmamak]"tır. [Lisanü’l-Arab; c: 8, s: 544] Buna göre, "nisyân" sözcüğü "bile bile terk etme"yi, "değer vermeme"yi, "umursamama"yı ifade eder. "Hatırlamamak, unutmak" kavramları da bu sözcükle ifade edilmekle beraber, Kur’an’daki bütün "nisyân" sözcükleri için daima "umursamamak, ağza almamak" anlamı da itibara alınmalıdır. Sonuç olarak, zindan arkadaşının Yusuf peygamberden efendisine bahsetmeyi unutması mazeret niteliğindeki normal bir unutma değil, genç arkadaşının Musa peygambere "Hut’u unuttum" (Kehf/60) demesi gibi, "umursamamak, önemsememek, bile bile terk etmek" anlamında, suç niteliğinde bir unutmadır. "Senelerin küsurunca [3 ila 10 yıl]" olarak çevirdiğimiz ifadenin orijinali, " بضع سنين biz’ı siniyn"dir. " بضعBiz’ı" sözcüğü "3 ila 10 arasında" demek olup buna "3 ila 9 veya 4 ila 9 arasında" diyenler de vardır. [Lisanü’l-Arab c: 1, s: 438, "bz’ı" mad.] Buradaki gibi, alt ve üst sınırı belli aralıktaki sayılar dilimizde "küsur" olarak ifade edilmektedir. Meselâ on ila yirmi yıl arasındaki süreler "on küsur yıl" veya yüz lira ile iki yüz lira arasındaki fiyatlar "yüz küsur lira" olarak söylenir. Bizim de çevirimizi "senelerin küsuru" şeklinde yapmamızın sebebi budur. Yusuf önce kısa süre için zindana atılmış olmasına rağmen, ayetten anlaşıldığına göre, planlanandan daha uzun süre hapiste kalmıştır. Ayette geçen " ظنّzann" sözcüğü burada "kesin bilgi" anlamındadır. "Zann" sözcüğünün Kur’an’daki kullanımı ile ilgili detay Sad suresinin sonunda bulunan "Zann" başlıklı yazımızda mevcuttur.
43) Ve hükümdar dedi ki: "Şüphesiz ben yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Siz görüntü/vizyon tabir ediyorsanız beni bu görüntü hakkında ikna edip aydınlatın."
44) İleri gelenler dediler ki: "Karmakarışık görüntülerdir. Biz ise böyle karmakarışık görüntülerin te'vîlini bilenler değiliz."
Bu ayetlerde ülke yöneticisinin gördüğü görüntü [vizyon] anlatılmaktadır ki, bu görüntü rüyada değil, uyanıkken görülmüştür. Hükümdarın canını sıktığı, tevilini çevresindekilere sormasından belli olan görüntü, sonraki ayetlerden anlaşıldığı gibi, aslında Yusuf peygamberin zindandan çıkmasına vesile olmuştur. Ya da başka bir ifade ile Rabbimiz, hükümdarın vizyonunu, Yusuf peygamberin zindandan çıkması için bir sebep kılmıştır. "Yöneticinin kimliği" ve "rüyaların çeşitleri" konularında Elmalılı Hamdi Yazır’ın görüşleri şöyledir: İslâm âlimleri, rüya hadisesini üç sınıf olarak tasnif etmişlerdir: Birincisi, Allah tarafından doğrudan doğruya veya bir melek aracılığıyla meydana gelen ilâhî bir telkindir ki, asıl rüya, hak ve gerçek olan rüya budur. İkincisi, benliğin kendinden kendisine yapılan telkin ile meydana gelen görüntüdür ki, geçmişten gelen hatıra birikimlerinin yeni baştan hayal edilmesinden başka bir değer taşımaz. Üçüncüsü ise, şeytanî bir telkin ile meydana gelen zihinsel görüntüdür ki, bilinmeyen bir dış etkenden etkilenerek meydana gelir, fakat yalan bir tedai ve tahayyülden ibaret olur. İşte bu ikisi "ahlam" veya "adğâsü ahlam" adını alır. Bununla beraber bütün bunlar nefiste bilgi değeri olmasa bile, hissî bir heyecan uyandırmaktan geri kalmazlar. Şu halde yalnızca bilgi değeri açısından değil, duyguların halden hale geçmesi açısından da düşünüldüğü zaman görülür ki, ahlam denilen kısmın bile psikolojide hesaba katılmaya değer önemli bir yeri vardır. Gerçekten de Hz. Peygamberin hadislerinde rüyaların hem bilgi değeri, hem de duygusal önemi üzerinde durulmuş, her iki faydasına da ayrı ayrı işaret buyurulmuştur. Bu arada şunu da hatırlatmalıyız ki, hadis-i şerifte "Rüya, peygamberliğin kırkaltı cüz'ünden bir cüz'dür" yani, kırkaltı parçasından bir parçadır buyurulmakla, onun ilmi değerine işaret edilmiştir. Ayrıca yine hadis-i şerifte "Peygamberlik kesildi, mübeşşir at kaldı" buyurulmuştur. Bu da daha ziyade işin duygusal tarafına aittir. Hiç şüphesiz nübüvvetlerin ekmeli, Hz. Muhammed'in nübüvvetidir. Hatemü'l-enbiya [son peygamber] efendimizin vefatına kadar vahiy aldığı peygamberlik süresi yirmi üç sene idi. Ve bu yirmi üç senelik sürenin ilk altı ayında aldığı vahiy, hep sabah aydınlığı gibi zuhur eden rüyalar şeklinde olmuştu. Yirmi üç senenin ise kırk altı tane yarım sene, yani kırk altı tane "altı ay" demek olduğu hesaba katılırsa, ilk altı ayda rüyalar şeklinde gelen vahyin, bütün vahiy süresinin kırk altıda biri ettiği ve onun kırk altı parçasından bir parça olduğu anlaşılır. Burada rüya meselesini biraz da zamanımızın felsefi görüşleri açısından ele almak da faydadan halî olmayacaktır. Psikoloji ve genelde ruhsal bilimlerle meşgul olanların bildiği gibi, uyanıkken bize belli bir şeyi tanıtan, mesela "bir buğday başağı gördüm veya bir ses işittim" dedirten herhangi bir görme ve işitme, tek başına o anda meydana gelen basit bir duyumdan ibaret değildir. O anda aldığımız o duyu ile birlikte hafızamız da ona benzer bir hızla hemen harekete geçer, kendisinde daha önceden ona benzer bütün görüntüleri yoklar, varsa aynını bulur, onunla karşılaştırır ve o anda onun buğday başağı olduğuna karar verir. Gördüğü yeni duyu ile daha önce edindiği idraklerin bütünleşmesinden yeni bir tanım elde etmiş bulunur. Burada sözü geçen Kral, öyle görünüyor ki, Sina Yarımadası yoluyla doğudan gelip Mısır'ı istila ettikten sonra ülkede M.Ö. 1700'den 1580'e kadar hüküm süren altı Hiksos kralından biri. Yabancı bir kavimden olduğunda şüphe bulunmayan bu hanedanın ismi eski Mısır dilinde "hik şasu" ya da "heku şoswet" sözünden türemiştir ki, bunun anlamı "göçebe ülkelerin hükümdarları" yahut geç dönem Mısır tarihçilerinden Manetho'ya göre "çoban krallar" demektir. Ki, bütün bunlar da onların Mısır'ın istilasından önce Suriye'de yerleşik hayat tarzını benimsemeye başlamış olmakla birlikte göçebe hayat tarzından çok şeyler taşıyan Araplar olduklarını göstermektedir. Bu, kıssada sözü geçen kralın İbranî kavminden olan Hz. Yusuf'a duyduğu güven ve yakınlığı ve ayrıca sonrakinin ailesinin bilahare Mısır'a yerleşmesini (ve böylece zaman içinde İsrail ulusunun teşekkülünü) kısmen açıklamaktadır. Çünkü hatırlanmalıdır ki, İbranîler de birkaç yüzyıl önce Arabistan Yarımadası'ndan Mezopotamya'ya, sonra Suriye'ye göç eden bedevî kabilelerden birinin soyundan gelmektedirler; ayrıca Hiksos dili, kendisi de nihayet eski Arap lehçelerinden biri olan İbraniceye çok yakın bir dil olsa gerektir. [Elmalılı] Yöneticinin gördüklerinin ve sonraki gelişmelerin Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin/41. Bab’da yer almaktadır.
45) Ve o ikiden kurtulmuş olan kişi iş işten geçtikten sonra anarak dedi ki: "Ben size o görüntünün kesin olarak neyi ifade ettiğini haber veririm, hemen beni gönderin."
46) "Yûsuf! Ey doğru sözlü! Bize, insanlara bilgilenerek dönmem ve onların öğrenmesi için 'Yedi semiz ineği, yedi cılız inek yiyor. Ve yedi yeşil başakla diğer yedi kuru başak' hakkında ikna edici bilgi ver."
47,48,49) Yûsuf dedi ki: "Yedi sene âdet üzere ziraat edeceksiniz; her türlü gıda ürününü üreteceksiniz, sonra da ürettiğiniz ürünleri yiyeceğiniz miktar hariç, başağında bırakınız; stoklayınız. Sonra onun arkasından yedi kurak sene gelecek. Bu kurak seneler önceki biriktirdiklerinizin biraz saklayacağınızdan başkasını yiyecek. Sonra da onun arkasından bir sene gelecek ki, insanlar onda yağmura kavuşacak ve onda sıkıp sağacaklar; zeytin yağı, üzüm suyu, pekmez gibi gıdaya da kavuşacaklar; hayat normale dönecek."
Bu ayetlerde, hükümdarın gördüğü ve çevresindekilerin tevil edemediği görüntü ve o görüntü hakkında Yusuf peygamberin yaptığı tevil bildirilmektedir. 45. ayette geçen "nice ümmetten sonra" ifadesinden anlaşıldığına göre, Yusuf peygamberin kurtulmuş olan zindan arkadaşı, tevil için gelen birçok sözde kâhinin işin içinden çıkamaması üzerine hükümdara Yusuf peygamberden bahsetmiş ve bu karmakarışık görüntü hakkında ondan tevil öğrenip gelmesi için izin istemiştir.
50) Ve o hükümdar, "Onu bana getirin!" dedi. Sonra ne zaman ki elçi Yûsuf'a geldi, Yûsuf ona dedi ki: "Efendine geri dön de ona sor bakalım, o ellerini kesen kadınların zoru ne imiş? Hiç şüphe yok ki, Rabbim, onların oyunlarını çok iyi bilir."
Yusuf peygamberin yapmış olduğu tevili duyan hükümdar, onu saraya getirmek için adam yollamış, ancak Yusuf peygamber zindandan çıkmayı reddederek hükümdardan kendisinin haksız yere zindana atılmasına sebep olan kadınların sorgulanmasını, gerçeğin ortaya çıkarılmasını istemiştir.
51,52,53) Hükümdar: "Yûsuf'un nefsinden murat almaya kalktığınız zaman durum ne idi?" dedi. Kadınlar: "Hâşâ, Allah için, biz o'nun aleyhinde hiçbir fenalık bilmedik" dediler. Aziz'in kadını da: "Şimdi hak ve hakikat olduğu gibi ortaya çıktı. Onun nefsinden ben murat almak istedim. O ise şeksiz şüphesiz doğrulardandır. -İşte bu, Yûsuf'un, ıssız bir yerde benim o'na hainlik etmediğimi ve kesinlikle Allah'ın hainlerin hilesine kılavuz olmadığını bilmesi içindir.- Ve ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Şüphesiz ki nefis, şiddetle kötülüğü emredendir. Ancak Rabbimin esirgediği kimse müstesnadır. Şüphesiz ki, Rabbim çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir" dedi.
54) Ve hükümdar, "Onu bana getirin, onu kendim için atayayım" dedi. Sonra o'nunla konuşunca da, "Şüphesiz sen bugün yanımızda gerçekten önemli bir mevki sâhibisin, güvenilir birisin" dedi.
55) Yûsuf dedi ki: "Beni yeryüzünün hazineleri üzerine görevlendir. Şüphesiz ben, iyi koruyan, çok iyi bilenim."
Bu ayetlerde, Yusuf peygamberin talebi üzerine Aziz’in kadını ile birlikte diğer iftiracı kadınların hükümdar huzurundaki bir mahkemede sorgulanması, temsili bir anlatımla canlandırılmıştır. Hükümdarın "Yusuf'un nefsinden murat almaya kalktığınız zaman durum ne idi?" şeklindeki sorusu, o olay esnasında Yusuf’un kışkırtıcı ya da cesaret verici bir davranışta bulunup bulunmadığını anlamaya yöneliktir. Kadınlar doğruyu söyleyip Yusuf’u aklayınca, Yusuf peygamber zindandan çıkartılarak saraya getirilir. Hükümdarın kendisine çok güvendiğini söylemesi üzerine, Yusuf da ondan ülkenin hazine işlerine atanmasını ister. Yusuf peygamberin kendinden emin olarak söylediği "Beni yeryüzünün hazineleri üzerine kıl [getir]. Şüphesiz ben iyi koruyan, çok iyi bilenim" sözleri, onun yedi yıl sonra baş göstereceğini bildiği kıtlık döneminde ne yapacağını iyi düşünüp planladığını göstermektedir. 51. ayette geçen "nefs" sözcüğü ile ilgili detay Leyl ve Kıyamet surelerinde verildiği için, sözcüğün burada tekrar açıklanmasına gerek duyulmamıştır. Mevdudi, Yusuf peygamberin ülke yönetimine gelmesi ve bu görevdeki etkinliği hakkında yapmış olduğu tespitleri şöyle dile getirmiştir: Talmud'a göre, "İbrani, kendisini bilge ve uzman bir kimse olarak ispat etmişti"; ayrıca Talmud, Hz. Yusuf'un (a.s) şöyle dediğini nakleder: "Şu kesin ki, benden daha temayüz etmiş biri daha yok: Nihayet ben Allah'ın tüm bilgileri öğrettiği biriyim." Daha sonraki ayetlerde bu talebinin kabul edildiğini ve Yusuf’un da üstlendiği görevi hakkıyla yerine getirdiği görülecektir. [Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an] Öylesine ki, kral ve maiyeti Hz. Yusuf'u (a.s) yaklaşmakta olan felaketten ülkeyi kurtaran yegane şahıs olarak ilan etmiştir.. Yusuf'un (a.s) artık ülkenin tüm kaynaklarının kendi ellerine, kendi tasarrufuna bırakılması gerektiğini önermesinde ve kralın bu teklifin acilen yürürlüğe konmasını kabul etmesinde şaşılacak bir taraf olmayacaktır. İlk soru şudur: Hz. Yusuf'un (a.s) krala yaptığı teklif bir memuriyet için miydi? Daha önceki açıklama notlarının ışığında vuzuha kavuşmuş olmalıdır ki, mesele, hedefine varmasını sağlayacak bir fırsat anını kollayan hırslı bir kişinin başvurusu yahut bir ricası olmadığı gibi, kralın kendi huzurunda dile getirilen bu teklifi kabul edişi de, -meselenin öncesi yokmuş gibi- aniden olmamıştır Karşılaştırmalı Kitab-ı Mukaddes ve Mısır tarihi üzerine çalışan modern araştırmacılar, Hyksos kralı Apophis'in, Hz. Yusuf'un (a.s) çağdaşı olan kral olduğu görüşünü paylaşmaktadırlar. O devirde Memphis Mısır'ın başkentiydi. Bu kente ait kalıntılara Kahire'nin güneyinde 14 mil mesafedeki Nil kıyısında rastlanmaktadır. Hz. Yusuf (a.s) buraya getirildiğinde 17-18 yaşlarındaydı. Aziz'in yanında iki-üç yıl, zindandaysa sekiz-dokuz yıl kaldı; Mısır'a yönetici olduğunda otuz yaşındaydı ve iktidarda seksen yıl tek başına kaldı. İktidarının dokuzuncu ve onuncu yılında babası Yakub'a (a.s) kendisi ve tüm aile fertlerinin Filistin'den Mısır'a gelmeleri için haber yolladı. Kitab-ı Mukaddes'e göre onları Hz. Musa'nın (a.s) yaşadığı Goshen bölgesine yerleştirmiştir. Yine Kitab-ı Mukaddes'e göre Hz. Yusuf (a.s) ölmeden önce akrabalarından şu yemini almıştı: "Bu ülkeden atalarınızın ülkesine döndüğünüzde kemiklerimi alıp beraberinizde götüreceksiniz." Sonra öldü. Öldüğünde yüz on yaşındaydı. Akrabaları da kendisini mumyaladılar. Her ne kadar Kur'an'da anlatılan Yusuf kıssası Kitab-ı Mukaddes ve Talmud'la ayrıntılara indikçe farklılaşıyorsa da, üçü de temel öğelerde ittifak halindedirler. Biz de bu farklılıkları gerektiği yer ve zamanda açıklayıcı notlarımızla izaha çalışacağız. Firavun ile Hz. Musa'nın ilişkilerinin tersine Hz. Yûsuf ile o dönemin Mısır kralı arasında olumlu bir ilişki vardı. Hz.Yûsuf, Maliye Bakanlığı yapacak kadar devlet kademesinde ilerlemişti. [Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an] Kur'an'ı kavramada tecrübesi olmayan kimseleri bu ayette geçen "Hazâinu’l-Arz" deyimi ve daha sonra geçen tahıl dağıtım işi yanıltmış; bu yanılgıyla söz konusu memuriyetin bugünün "Hazine Müsteşarı", "Kıtlık Dönemi Danışmanı" yahut "Maliye Bakanı" türünden bir memuriyet olduğu sonucuna varmışlardır. Aslında Yusuf’un (a.s) memuriyeti bunlardan hiçbiri değildi, zira Kur'an, Kitab-ı Mukaddes ve Talmud'a göre Hz. Yusuf'a (a.s) tüm iktidar tevdi edilmiş ve bir yöneticinin tüm imtiyazı verilmiştir. Tahta oturmasının (Yusuf/l00) ve kendisine melik denmesinin (Yusuf/72) sebebi budur. Bizzat Hz. Yusuf (a.s) Allah'a kendisine melikliği bahşettiği için şükretmiştir (Yusuf/l00). Her şeyden öte, bizzat Allah bu olaya tanıktır; mealen: "Böylece Yusuf'a ülkede iktidar verdik. Artık ülkenin her yanına istediği gibi tasarruf etme hakkına sahip olmuştu" (Yusuf/56). Kitab-ı Mukaddes'e baktığımızda şunları okuyoruz: "Ve Firavun Yusuf'a dedi: " Evimi mekânın bileceksin ve halkın senin emrinle yönetilecek. Ben yalnız tahtta senden büyük olacağım. Bak, tüm Mısır ülkesini yönetmeye seni tayin ediyorum. Senden habersiz Mısır ülkesinde hiç kimse ne parmağını kıpırdatabilecek ne de adım atabilecektir. Ve Yusuf'a Zaphnath-paaneah [Dünya Koruyucusu] adını verdi" (Tekvin, 4l: 40-45). Talmud'a göre ise olay şöyledir: "Ağabeyleri Mısır'dan babaları Hz. Yakub'a (a.s) döndüğünde Hz. Yusuf (a.s) hakkında kendisine şunları söylediler: Mısır meliki, halkı üzerinde öylesine egemen ki ondan üstünü yok. Herkes onun emriyle giriyor, onun emriyle çıkıyor ülkeye. Yöneten onun emirleri... Efendisi Firavun'un nefesini harcamasına gerek bile yok." ...... Allame Zemahşeri'nin görüşü, Keşşaf tefsirinde 55. ayete getirdiği yorumda verilmiştir. Şöyle diyor: "Yusuf Aleyhisselam ülkenin kaynaklarını benim tasarrufuma verin şeklindeki teklifinde bulunduğu zaman niyeti Allah'ın hükümlerini yürürlükte kılmak, hak ve adaleti tesis etmek ve tüm resüller gibi görevini icra etmek üzere iktidar fırsatı kollamaktı. Yoksa tahta geçmeyi, saltanat sevdası için yahut dünyevi arzularını ve hırslarını tatmin için istememişti. Böylece bir talepte bulundu; çünkü bu işi icra edebilecek bir başkasının bulunmadığını gayet iyi biliyordu. Ve İnsanların işleri hususunda tasarrufta bulunmak, Hz. Yûsuf'a vacip idi. Binâenaleyh, onun, hangi biçimde olursa olsun, bu işe teşebbüste bulunması caizdi. Biz, şu sebeplerden dolayı, insanların işleri hususunda tasarrufta bulunması, çalışması vâcibtir dedik. [Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an]
56,57) -Ve işte Biz böylece Yûsuf için o yerde iktidar; ülke yönetimi verdik. Neresinde isterse orada konaklardı. Biz rahmetimizi dilediğimize nasip ederiz. Ve iyilik edenlerin ödülünü kaybetmeyiz. Ve iman eden ve Allah'ın koruması altına girmiş kişiler için elbette âhiret ödülü daha hayırlıdır.-
Bu ayetlerde Rabbimiz, Yusuf peygambere iktidar nimeti verdiğini, onu dilediği gibi hareket eden bir yönetici yaptığını, tüm muhsinlere Yusuf peygambere verilenler gibi mutlaka ödüller vereceğini, ama ahiretteki ödüllerin dünyadakilerden daha değerli olduğunu bildirmekte ve böylece tüm kullarını muhsinleşmeye özendirmektedir. Kıssada ayrıca hükümdarın Yusuf peygamberdeki doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik özelliklerinin belirtilerini görüp ona güvendiğinin vurgulanmasıyla böylesi bir ahlakın sahibine fayda verdiği gösterilmiş ve herkes böyle bir ahlaka sarılmaya teşvik edilmiş olmaktadır.
58) Yûsuf'un kardeşleri geldiler de o'nun yanına girdiler. O, onları hemen tanıdı, onlar ise o'nu tanıyamayan kimselerdi.
59,60) Ne zaman ki onların teçhizatlarını hazırladı, "Babanızdan olan kardeşinizi bana getirin. Görüyorsunuz ya, ben ölçeği tam ölçüyorum ve ben konuk ağırlayanların en iyisiyim. Siz eğer onu bana getirmezseniz, bir daha size hiç tahıl yok, yanıma da yaklaşmayın!" dedi.
61) Onlar: "Onu babasından istemeye çalışacağız ve şüphesiz biz kesinlikle yapanlarız" dediler.
62) Ve Yûsuf memurlarına: "Ailelerinin yanına dönünce farkına varmaları için ve yine gelmeleri için sermayelerini yüklerinin içine koyuverin!" dedi.
Bu ayetlerde, Yusuf peygamberin ailesiyle olan ilişkilerinin yöneticilik dönemindeki başlangıcı çok kısa ve özlü bir biçimde anlatılmıştır. Anlaşıldığına göre, hükümdarın gördüğü görüntüler, Yusuf peygamberin tevili doğrultusunda gerçekleşmiş ve bölgede kıtlık baş göstermiştir. Ancak Mısır ülkesi Yusuf peygamberin aldığı tedbirler sayesinde bu kıtlıktan etkilenmediği gibi, çevredeki ülkelere de yardım etmektedir. Yakub peygamberin, oğullarını Mısır’a zahire, erzak temini için yollaması bunu göstermektedir. Kendisini tanımayan kardeşlerini hemen tanıyan Yusuf peygamber, kardeşleriyle bir hayli sohbet etmiş olmalı ki, onlardan babası ve küçük kardeşiyle ilgili gerekli bilgileri almış ve bir dahaki sefere erzak almaya gelirken küçük kardeşlerini de yanlarında getirmelerini istemiştir. Yusuf peygamber, tekrar gelmelerini sağlamak için kardeşlerine verdiği erzakın içine ödedikleri sermayelerini de geri koydurmuş, küçük kardeşinin getirilmesini sağlama almak için de bir dahaki sefere küçük kardeşlerini getirmezlerse kendilerine erzak verilmeyeceği uyarısında bulunmuştur. Kıssanın bu bölümündeki olayların anlatımı Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin/42, 43. Bablarında yer almaktadır.
63) Böylece, babalarına döndükleri vakit, "Ey babamız! Bizden tahıl men edildi; bize zahire verilmeyecek. Onun için bu kere kardeşimizi bizimle gönder ki, tahıl alabilelim. Ve biz onu kesinlikle koruyacağız" dediler.
64) Babaları dedi ki: "Ben onu size emanet eder miyim? Bundan önce kardeşini; Yûsuf'u emanet ettiğimde olan gibi olması başka! İşte Allah en hayırlı koruyandır. Ve O, merhamet edenlerin en merhametlisidir."
65) Ve yüklerini açtıkları zaman sermayelerini kendilerine geri verilmiş olarak buldular. Dediler ki: "Ey babamız! Daha ne isteriz? İşte, sermayelerimiz bize iade edilmiş. Bununla ailemize zahire alır getiririz, kardeşimizi de koruruz, üstelik bir deve yükü daha fazla zahire alırız. Bu aldığımız, çok kolay/pek az bir tahıldır."
66) Babaları dedi ki: "Etrafınız kuşatılmadıkça/hepiniz çaresiz kalmadıkça, onu bana kesinlikle getireceğinize dair Allah'tan bir üstlenme vermedikçe, onu kesinlikle sizin ile birlikte göndermem." Onlar, babalarına teminatlarını verince, babaları, "Bu söylediklerimize Allah, belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayandır" dedi.
67) Ve dedi ki: "Ey yavrularım! Bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ben, Allah'tan hiçbir şeyi sizden gideremem. Hüküm yalnızca Allah'ındır. Ben, sadece O'na sonucu bıraktım. Artık sonucu bırakanlar da sadece O'na sonucu bırakmalıdırlar."
Bu ayetlerde, Yusuf peygamberin kardeşlerinin, küçük kardeşin Mısır’a gönderilmesi konusunda babalarını razı etmeleri ve bu süreçte aralarında geçen konuşmalar nakledilmektedir. Bu konuşmada Yakub peygamber, küçük kardeşlerini çok iyi kollayıp gözeteceklerine dair oğullarından söz aldıktan sonra, onlara yabancı bir ülkede gereksiz yere dikkatleri üzerlerine çekmemeleri ve böylece beklenmedik entrikalara kurban gitmemeleri için nasihatte bulunmuştur. Yakub peygamberin bu tembihleri aslında sadece psikolojik olarak rahatlatan, en azından manevi destek veren tedbirlerdir. Çünkü ne türlü tedbir alınırsa alınsın, insanların başlarına Allah’tan geleceklerin önüne geçilmesi mümkün değildir. Nitekim Yakub peygamber de bu bilinçte olduğunu, işin sonucunu Allah’a bırakarak göstermiştir. İmanlı insanların Allah’ı tanıyıp takdir etmelerinin bir sonucu olan "tevekkül" kavramı daha evvel detaylı olarak açıklandığı için burada sadece "tevekkül" sözcüğünün tanımını tekrarlamayı yeterli görüyoruz.
TEVEKKÜL "Vekil" sözcüğünün Kur’an’daki anlamına göre "tevekkül", "kişinin aczini ortaya koyarak ‘Vekil’ olan Allah’ı kendisine vekil tutması, yani inanç olarak varlığını ve varlığının devamını rızk, terbiye ve koruma bakımından Allah’a bırakması, her türlü sonucun kendisi için en iyisi olacağını kabullenmesi ve sonuca razı olması" demektir. Diğer bir ifadeyle "tevekkül", kişinin azimden [her türlü hazırlığı yapıp kesin karar verdikten] sonra sonucu "Vekil"e [varlığı ayakta tutan, sürdüren, koruyan ve rızk veren Allah’a] bırakmasıdır. Yukarıdaki tanımlardan anlaşılacağı gibi, imanın bir yansıması olan "tevekkül"ü "insanın her türlü hazırlığı yaptıktan sonra sonucu Allah’a bırakıp Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi ‘Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler!’ diyebilmesi" olarak açıklamak da mümkündür. Çünkü üzerine düşeni yaptıktan sonra sonucu Allah’a bırakan kişi bilir ki, gerçek Vekil’e dayanan her işin sonucu kendisi için daha hayırlı olur. Dolayısıyla, dertlenmeye, bunalıma girmeye, gelecekten endişe duymaya gerek yoktur. İşin sonucu ilk bakışta aleyhte görünse bile, mütevekkil kişi sonucun kendi lehine olabileceğini düşünür ve sonuçtan olumsuz etkilenmez. Lehine sonuçlanmış gibi görünen bir iş için de bu sonucun aslında kendisi için kötü olabileceğini düşünür ve şımarmaz.
68) Ve ne zaman ki şehre vardılar, o zaman babalarının kendilerine emrettiği şekilde girdiler. Bu, onlar hakkında Allah'tan hiçbir şeyi önleyemezdi, bu sadece Ya'kûb'un içinden geçirdiği bir isteğin gerçekleşmesi oldu. Ve şüphesiz o, o'na öğrettiğimiz için bilgi sahibiydi. Velâkin insanların çoğu bilmezler.
Bu ayette, evlatların Mısır’a babalarının tembih ettiği şekilde girmelerine rağmen bu davranışlarının olacakları önleyemeyeceği belirtilerek Yakub peygamberin gösterdiği tevekkülün ne kadar isabetli olduğu teyit edilmiştir. Yakup peygamber bu tevekkülü hislerinin yol göstermesiyle değil, Allah’ın kendisine öğrettiği ilim sebebiyle yapmıştır. Yakub peygamberin 67. ayetteki "Ben, Allah’tan hiçbir şeyi sizden gideremem" şeklindeki sözleri, kendisinin, evlatlarını olası tehlikelerden koruma içgüdüsüyle yaptığı tembihin sadece bir temenniden ibaret olduğunun bilincinde olduğunu göstermektedir. Bu tür temenniler içgüdüsel olarak pek çok insan tarafından söylenmektedir. Ne var ki, konumuz olan ayetin açık ifadesinden kolayca anlaşıldığı gibi, "hükmün" daima Allah’a ait olmasından dolayı bu tür temenniler Allah’ın planında hiçbir değişikliğe yol açamazlar. Ayetin sonunda yer alan "Ve şüphesiz o, ona öğrettiğimiz için ilim sahibiydi" ifadesi, Yakub peygamberin vahye muhatap olmuş, bilge bir kişi olduğunu göstermektedir. Nitekim bu husus surede Yakub peygambere ait dikkat çekici özellikleri içeren şu ayetlerde de ortaya konmuştur: * Babası: "Yavrucuğum! Gördüğünü kardeşlerine anlatma. Sonra sana bir tuzak kurarlar. Şüphesiz şeytan insan için apaçık bir düşmandır. Ve işte böyle, Rabbin seni seçecek ve sana olayların/sözlerin ilk anlamlarının ne olduğuna dair bilgiler öğretecek. Bundan önceki iki atana; İbrâhîm'e ve İshâk'a tamamladığı gibi, nimetini sana ve Ya‘kûb soyuna tamamlayacaktır. Şüphesiz ki, Rabbin çok iyi bilendir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır" dedi. [Yusuf/5,6] * Bir de gömleğinin üzerinde yalandan bir kan getirdiler. Babaları dedi ki: "Tam tersine, nefisleriniz aldatıp size bir iş yaptırtmış. –Artık güzel bir sabır!– Bu anlattıklarınıza karşılık yardımına sığınılacak olan ancak Allah'tır." [Yusuf/18] * Babaları dedi ki: "Ben onu size emanet eder miyim? Bundan önce kardeşini; Yûsuf'u emanet ettiğimde olan gibi olması başka! İşte Allah en hayırlı koruyandır. Ve O, merhamet edenlerin en merhametlisidir." [Yusuf/64] * Babaları dedi ki: "Etrafınız kuşatılmadıkça/hepiniz çaresiz kalmadıkça, onu bana kesinlikle getireceğinize dair Allah'tan bir üstlenme vermedikçe, onu kesinlikle sizin ile birlikte göndermem." Onlar, babalarına teminatlarını verince, babaları, "Bu söylediklerimize Allah, belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayandır" dedi. Ve dedi ki: "Ey yavrularım! Bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ben, Allah'tan hiçbir şeyi sizden gideremem. Hüküm yalnızca Allah'ındır. Ben, sadece O'na sonucu bıraktım. Artık sonucu bırakanlar da sadece O'na sonucu bırakmalıdırlar." [Yusuf/66,67]
69) Ve Yûsuf'un yanına girdikleri vakit, Yûsuf, kardeşini yanına aldı: "Şüphesiz ben, senin kardeşinin ta kendisiyim! İşte bundan dolayı onların yapmış olduklarına üzülme!"
70) Sonra Yûsuf onlara önemli eşyalarını, malzemelerini hazırlayınca, su kabını kardeşinin yükünün içine koydu. Sonra bir müezzin; ünleyici seslendi: "Hey kervan! Şüphesiz siz kesinlikle hırsızsınız!"
71) Kafile onlara dönerek, "Ne kaybettiniz?" dediler.
72) Görevliler dediler ki: "Hükümdarın su kabını kaybettik ve onu getirene bir yük zahire var. Ben de buna kefilim."
73) Kafiledekiler: "Allah'a yemin ederiz ki kati sûrette, siz de bildiniz ki, biz yeryüzünde/burada kargaşa çıkarmak için gelmedik. Biz hırsızlar da değiliz" dediler.
75) Kafile dediler ki: "Onun cezası, kimin yükünde çıkarsa, işte kendisi, onun cezasıdır/o, alıkonur, bedelini kendisi öder. Biz yanlış; kendi zararlarına iş yapanlara işte böyle ceza veririz."
76) Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin kabından önce onların kaplarını aramaya başladı. Sonra su kabını kardeşinin kabının içinden çıkardı. İşte Yûsuf'a Biz böyle bir oyun öğrettik.[#216] Melikin dininde/ülkenin yasalarında, kardeşini alıkoymasına imkân yoktu. -Ancak Allah dilerse o başka. Biz dilediğimiz kişileri derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde bir daha iyi bilen vardır.-
77) Kafile dedi ki: "Eğer o, yükünde su kabı bulunmasıyla hırsız oluyorsa, o zaman onun kardeşlerinden herhangi biri de; yani bizden biri de, daha evvel buğday bedeli olarak ödediğimiz paraların memleketimize vardığımızda yükümüzden çıkmasıyla; kesinlikle hırsız oldu gitti!!! Hâlbuki hiç kimse tarafından içimizden biri hırsızlıkla suçlanmamış; bize yine buğday verilmiştir. Bu durumda kardeşimiz hırsızlıkla suçlanamaz." O vakit Yusuf olup biteni sırlaştırdı ve onlara bu konuda açıklama yapmadı, "Siz çok fena bir mevkidesiniz. Sizin nitelediğiniz şeyi de Allah en iyi bilendir" dedi.
78) Onlar dediler ki: "Ey Aziz! Şüphesiz ki, bunun çok yaşlı bir babası var. Onun için onun yerine bizim birimizi al. Şüphesiz biz seni iyilik edenlerden görüyoruz."
79) Yûsuf dedi ki: "Eşyamızı yanında bulduğumuzdan başkasını yakalamaktan/alıkoymaktan Allah'a sığınırız. Şüphesiz biz öyle yaparsak kesinlikle yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar oluruz."
80,81,82) Artık ne zaman ki o'ndan ümit kestiler, o zaman fısıldaşarak bir yana çekildiler. Büyükleri dedi ki: "Babanızın sizden Allah adına ahit aldığını ve daha önce Yûsuf konusunda aşırı gittiğinizi bilmiyor musunuz? Babam bana izin verinceye veya Allah hakkımda bir hüküm verinceye kadar ben artık buradan ayrılmam. Ve Allah, hüküm verenlerin en hayırlısıdır. Siz dönün de babanıza deyin ki: Ey babamız! Şüphesiz oğlun hırsızlık yaptı/hırsızlıkla suçlandı. Biz de ancak bildiğimize şâhitlik ettik. Ve biz görülmeyenin, duyulmayanın, sezilmeyenin bekçileri değiliz. Hem içinde bulunduğumuz kente ve içlerinde geldiğimiz kervana sor. Ve şüphesiz ki, biz kesinlikle doğru kimseleriz."
Bu ayetlerde, küçük kardeşini geri göndermemek için Yusuf peygamberin Allah’ın kendisine öğrettiği planı aşama aşama uygulaması nakledilmiştir. Bu plana göre Yusuf peygamber küçük kardeşini yanında alıkoymuş, kardeşlerden en büyüğü de babalarına verdikleri söz gereği, küçük kardeşe sahip çıkmak için Mısır’da kalmayı kararlaştırmıştır. Kardeşlerin 75. ayetteki "Onun cezası, kimin yükünde çıkarsa, işte o, onun cezasıdır" şeklindeki sözleri, esas olarak cezanın ferdiliğini ifade etmekle beraber, hırsızlık suçu işleyen kişinin kontrole alınarak verdiği zararın karşılığını ödemesi gerektiği anlamını da içermektedir. Yani kardeşler bu sözlerle hem kendi ülkelerinin hukukuna göre suçun ve cezanın ferdi olduğunu ve bu sebeple bütün kardeşlerin cezalandırılamayacağını, hem de hırsızlık suçunun kendi toplumlarında özgürlüğün kısıtlanması şeklinde cezalandırıldığını ifade etmiş olmaktadırlar. İşin özünde ise, Yüce Allah, onların bu sözleri aracılığı ile insanlara bir hukuk dersi vermektedir. KARDEŞLERİN BAĞLI OLDUĞU ŞERİATTA HIRSIZLIĞIN CEZASI 76. ayetin bildirdiğine göre, Mısır yasaları çerçevesinde kardeşini alıkoymaya imkân bulamayan Yusuf peygamber, Allah’ın öğrettiği oyun gereği, kardeşlerine kendi ülkelerindeki yasaların hırsızlığa verdiği cezayı sormuştur. Kardeşleri de ceza olarak hırsızın alıkonulduğu cevabını vermişlerdir. Yusuf peygamber küçük kardeşini ancak bu ceza şeklinin ortaya konulması üzerine yanında alıkoyabilmiştir. Yusuf peygamberin bu konuda babasının nasıl bir uygulama yaptığını bilmesi, onun yanından küçük yaşta ayrılması sebebiyle mümkün değildir. Dolayısıyla Yusuf peygamberin bu soruyu sorması, Allah’ın verdiği ilham veya vahiy sayesinde olmuştur. Bunun da anlamı şudur: Yusuf peygamber küçük kardeşini Allah’ın yardımıyla alıkoyabilmiştir. Yusuf peygamberin Allah’ın öğrettiği oyun ile kardeşini alıkoyması olayından anlaşılmaktadır ki, doğru amaçlara ulaşmak için yasalara aykırı olmayan ve herhangi bir zulme sebebiyet vermeyen meşru çareler arayıp bulmak caizdir. 76. ayetteki "Melikin dininde [ülkenin yasalarında], kardeşini alıkoymasına imkân yoktu" ifadesine gelince: Bazı kaynaklarda belirtildiğine göre, "Kralın hırsızla ilgili kanunu, kişinin dövülmesi ve çaldığının iki mislini ödemeye mecbur tutulması" şeklinde idi. Bu konuda Razi şunları söylemiştir: İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir. "Onlar o zamanlar, her hırsızı, hırsızlığı sebebiyle köle sayıyorlardı. Onların şeriatinde hırsızın köle sayılması bizim şeriatimizde, ellerin kesilmesinin farz olması yerine geçiyordu ..." Ayetin manası, "Bu cürmün cezası, çalınan mal; yükünün içinde bulunan kimsenin kendisidir. Yani, "o şahsın kendisi o cürmün cezasıdır. Yani, onun köle edinilmesi, o cürmün cezasıdır" şeklindedir. [Razi; el-Mefatihu’l-Gayb] 76. ayetin sonunda Rabbimiz ayrıca parantez içi bir cümleyle insanlara şımarmamaları için ihtarda bulunmakta, her şeyin kendi kontrolünde olduğunu ve dilediğini derecelerle yükselttiğini bildirmektedir. Buradaki "derecelerle yükseltme" tabiri öncelikle Yusuf peygamber ile alakalıdır ve ona verilen nimetlere işaret etmektedir. Çünkü Yusuf peygamberin hem kendi kardeşlerine hem de diğer insanların birçoğuna derecelerle üstün kılındığı önceki ayetlerde (Yusuf/21, Yusuf/22, Yusuf/24, Yusuf/56, Yusuf/76) de bildirilmiştir. Allah’ın bir kimseyi derecelerle yükseltmeyi dilemesi için o kimsenin buna layık olması gerekmektedir: 175Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz, sonra da onlardan sıyrılıp çıkan, derken şeytanın peşine taktığı, böylece de azgınlardan oluveren o kişinin ciddî haberini onlara anlat. 176Ve eğer Biz, dileseydik onu o ayetlerle yüceltirdik, ama o alçaklığa saplandı kaldı ve tutkusuna uydu. Artık onun durumu, üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumuna benzer. İşte bu, ayetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. O nedenle sen iyice düşünsünler diye bu kıssayı iyice anlat. 177Ayetlerimizi yalanlayıp, sırf kendilerine haksızlık eden o toplumun durumu ne kötüdür! 178Allah kime yol gösterirse, işte o kılavuzlandığı doğru yolu bulandır. Kimi de saptırırsa, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir. [A’raf/175-178] Rabbimizin 76. ayetin parantez içi cümlesinde yer alan "Ve her bilgi sahibinin üstünde bir ‘daha iyi bilen’ vardır" ifadesine hem Allah ile insan arasındaki hem de kullar arasındaki ilişki açılarından bakılabilir. Allah ile kul arasındaki ilişki açısından bakıldığında, anlam "Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen Allah vardır" şeklinde olur; kullar arasındaki ilişki açısından bakıldığında ise aynı ifadeden "Herbilenin üstünde daha iyi bilen bir insan vardır" anlamı çıkar. Ancak hangi açıdan bakılırsa bakılsın, bu ifadenin mesajı şudur: Hiçbir insan kendisini "en bilgin" olarak görmemelidir. 77. ayetteki "اِنْ يَسْرِقْ فَقَدْ سَرَقَ اَخٌ لَهُ مِنْ قَبْلُۚ" ifadeler, genellikle "Eğer o hırsızlık yaptıysa zaten daha önce onun kardeşi de hırsızlık yapmıştı" şeklinde açıklanmaktadır. Bu durumda da kardeşlerinin Yusuf peygambere de hırsızlık isnat ettikleri görülmektedir. Bu durumda bu ithamın ya iftira olarak değerlendirilmesi ya da "Yakub peygamberin Yusuf’u çok sevdiği, kardeşlerinin de bu yüzden onu kıskandığı" bilgisinden hareket edilerek "kardeşleri Yusuf’u babalarının sevgisini çalmakla suçladılar" şeklinde yorumlanmakla birlikte Yusuf peygambere kardeşleri tarafından isnat edilen hırsızlık konusunda bir hayli nakil söz konusudur. Bunlar tahminden öte olmayan şeyler olmasına rağmen bilinmesinde ibreti âlem için yarar görüyoruz: Saîd b. Cübeyr şöyle demiştir: "Onun ana tarafından dedesi putperest idi. Bundan dolayı Hz. Yusuf’un annesi, babasının putlara tapmayı böylece bırakacağı için Yusuf’a o putları çalıp kırmasını emretmişti. Yusuf (a.s.) da bu işi yapmıştı, bahsedilen hırsızlık budur. O, babasının sofrasından yiyecek çalıp fakirlere vermişti. Babasının bir kuzusunu çalıp fakirlere verdiği de söylendiği gibi, aynı şekilde bir tavuğu çalıp fakirlere verdiği de söylenmiştir. Hz. Yusuf (a.s.)'un halası, onu çok severdi. Bundan dolayı onu yanında tutmak istiyordu. Halasının yanında [evinde], Hz. İshak (a.s.)'dan kalma bir kuşak vardı ve onlar o kuşağı teberrüken [bereketini umarak] muhafaza ediyorlardı. Halası o kuşağı Hz. Yusuf’un beline bağladı ve onun o kuşağı çaldığını söyledi. Onların kanunlarına göre de hırsızlık yapanın köle edinilmesi gerekiyordu. İşte böylece O, Yusuf’u kendi yanında koyabilmişti. Hz. Yusuf’un kardeşleri, hırsızlığı sırf iftira ederek ona isnat ettiler. Çünkü kardeşleri, o hâdise üzerinden uzun bir müddet geçmesine rağmen, Yusuf’a karşı öfke ile dopdolu idi. İşte bu hadise haset edenin kalbinin, kesinlikle o haset ve kinden temizlenemeyeceğini gösterir. [Razi; el-Mefatihu’l-Gayb] İlim adamları Hz. Yusuf a nispet ettikleri hırsızlığın ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahihtirler. Mücahid ve başkalarından rivayet edildiğine göre-, Hz. İshak'ın kızı olan Hz. Yusuf’un halası yaşça Hz. Ya'kub'dan büyüktü. Daha yaşlı olmasından ötürü Hz. İshak'ın kemeri ona geçmişti, çünkü yaş büyüklüğüne göre mirasçı oluyorlardı. Bu ise şeriatımızda hükmü nesh olunmuş şeylerdendir. Yine onların şeriatına göre hırsızlık yapan köleleştirilirdi. Hz. Yusuf’un halası ise [annesinin vefatından sonra] onu alıp büyütmüş ve onu aşırı derecede sevmişti. Hz. Yusuf büyüyüp gelişince Hz. Ya'kub, kız kardeşine "Bana Yusuf’u teslim et, gözümün önünden bir an dahi kaybolmasına tahammül edemiyorum" dediyse de halası ondan ayrılmak istemedi. Kardeşi Ya'kub'a "Onu bir kaç gün daha yanımda bırak, göreyim" dedi. Hz. Ya'kub yanından çıkıp gidince, Hz. İshak'ın kemerini alıp onu Hz. Yusuf’a elbiselerinin altından bağladı. Sonra da: "Ben İshak'ın kemerini kaybettim, onu kimin aldığına, kimin ele geçirdiğine bir bakınız!" dedi. Bu kemer araştırıldı, sonra da: "Evde bulunanların üzerini açın!" dedi. Herkesin üzeri açılınca, kemerin Hz. Yusuf ile birlikte olduğu görüldü; bu sefer şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim, o artık benim kölemdir. Ben ona dilediğimi yapacağım. Daha sonra Hz. Ya'kub ona geldi, ona durumu bildirince, Hz. Ya'kub da şöyle dedi: "Sen bilirsin, eğer böyle bir şey yaptıysa, o senin kölen olarak sana teslim edilecektir." Halası, vefat edinceye kadar Hz. Yusuf u yanında tuttu. İşte kardeşleri: "Eğer o çalmış bulunuyorsa onun daha evvel bir kardeşi de çalmıştı" sözleri ile bu hususa işaret ederek ayıpladılar. İşte Hz. Yusuf da buradan su kabını -halasının yaptığı şekilde- kardeşinin yükü arasına koymayı öğrenmişti. Said b. Cübeyr der ki: Hayır, halası ona anne tarafından dedesine ait bir putu çalmasını emretmişti. O da sözü geçen o putu çalıp, kırmış ve yola atmıştı. Onların bu tutumları bir münkeri değiştirmek idi. Kardeşleri ise onu hırsızlık yapmakla nitelediler ve bu işten dolayı onu ayıpladılar. Katâde de böyle demiştir. ez-Zeccâc'ın kitabında nakledildiğine göre çaldığı bu put altından idi. Atiyye el-Avfî der ki: Hz. Yusuf kardeşleriyle birlikte yemekte bulunduğu bir sırada bir parça et gördü ve onu sakladı. Bundan dolayı onu ayıpladılar. Şöyle de açıklanmıştır: Hz. Yusuf sofradaki yemeklerden yoksullara vermek üzere bir şeyler alırdı. Bunu da İbn İsa nakletmektedir. Bir diğer açıklamaya göre kardeşleri Hz. Yusuf a nispet ettikleri şeyde yalan söylemişlerdi. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an] Bizim tahlilimiz: Evvela şunu belirtelim ki Kur’an’da Yusuf peygamberin hırsızlık yaptığına dair hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Bizim tespitlerimize göre de böyle bir şey söz konusu bile değildir. Ne var ki Yusuf’un kardeşlerinin sicili bozuk olduğu için bu suçlama yapılmış; kimseden de bu suçlamaya itiraz gelmemiştir. Bu hatalı anlayış devam edip gitmektedir. 77. ayetin mevcut çevirileri, ayetin yapısının dışında bir anlamı ortaya atıyor ve gerçeği yansıtmıyor. Ayetteki, "إنْ يَسْرِقْ فَقَدْ سَرَقَ اَخٌ لَهُ مِنْ قَبْلُۚ in yesrik fekad seraka ehun lehü min kabl " ifadesi teknik açıdan ŞART CEZA CÜMLESİDİR. Şart cümleleri iki bölümden oluşur. Birincisi şart bölümü, ikinci kısım cevap/ceza bölümüdür. Bu tip cümle Türkçemizde de vardır. Örneğin: "Eğer çalışırsan, kazanırsın", "Sen gidersen ben gelirim". "İlacını içersen iyileşirsin" vs. birer şart cümlesidir. Daha birçok örnekleme yapılabilir. Ayetin bu bölümü; "اِنْ يَسْرِقْ فَقَدْ سَرَقَ اَخٌ لَهُ مِنْ قَبْلُ in yesrik fekad seraka ehun lehü min kabl " de şart cümlesidir; "اِنْ يَسْرِقْ in yesrik" bölümü şart, "فَقَدْ سَرَقَ اَخٌ لَهُ مِنْ قَبْلُ fekad seraka ehun lehü min kabl" bölümü de cevap/ceza bölümüdür. Ceza bölümü, şart bölümünün oluşmasına bağlıdır. Bağımsız değildir. Ayrıca ayette yer alan "يَسْرِقْ yesrik" ifadesi, müzari fiil kalıbındadır. Şimdiki zaman ve geniş zaman anlamlarını içerir. Bu kalıbın geçmiş zaman anlamı kesinlikle yoktur. Ayeti "Eğer o hırsızlık yaptıysa zaten daha önce onun kardeşi de hırsızlık yapmıştı" şeklinde çevirmek hem "يَسْرِق yesrik" fiilinin müzari oluşu hem de cümlenin şart cümlesi oluşuyla kesinlikle uyuşmaz. Ama maalesef meal ve klasik anlayışta bu fiil, mazi fiil (geçmiş zaman) olarak değerlendirilmekte; "O hırsızlık yaptıysa/çaldıysa" denilmektedir. Ayrıca "Zaten daha önce onun kardeşi de hırsızlık yapmıştı." ifadesindeki hırsızlık, şart cümlesindeki şarta bağlı olmaksızın gerçekleşmiştir. O halde bu cümle şart cümlesinin cevabı/cezası olamaz ve cümle şart cümlesi olmaktan çıkar. Anlam bakımından da bozuk cümle olur. Diğer bir husus da ayette Yusuf’u çağrıştıracak bir ifade yoktur. Ayette " أخوهEhuhu (kardeşi), إخوته ihvetihi (kardeşleri)" denmemiş " أخ لهEhun lehü (onun herhangi bir kardeşi)" şeklinde " أخeh (kardeş)", "nekre (belgisiz)" gelmiştir. Böylece ifade, "Bünyamin’in kardeşlerinden herhangi birisi" anlamındadır. Demek oluyor ki daha evvel topluca buğday alan kardeşler, yükleri kendileri açmamış; o nedenle de iade edilen paralarının kimin yükünde çıktığını bilmiyorlar. Böylece hepsi, bu işe kendilerinin müdahil kılınmak suretiyle yapılan isnadın haksızlığını ileri sürüyorlar. Kısaca metni çevirirsek: "O, eğer hırsız oluyorsa, kesinlikle onun kardeşlerinden biri de daha önce hırsız olmuştur!" Başka bir ifadeyle "Eğer o, hırsız olmuyorsa, kesinlikle onun kardeşlerinden biri de hırsız olmamış olur." Netice "Onun kardeşleri hırsızlık yapmadıysa o da hırsız sayılmaz". Burada kafile, Yusuf’un/Bünyamin’in kardeşleri özetle, "Biz, başkasının yükümüze koyduğu paralar nedeniyle nasıl hırsız sayılmıyorsak, kardeşimiz de başkasının yüküne koyduğu su kabı nedeniyle hırsızlıkla suçlanmaz" demişlerdir. Bu durumda ayetin ayrıntılı meali şöyle olmaktadır: Kafile dedi ki: "Eğer o, yükünde su kabı bulunmasıyla hırsız oluyorsa, o zaman onun kardeşlerinden herhangi biri de; yani bizden biri de, daha evvel buğday bedeli olarak ödediğimiz paraların memleketimize vardığımızda yükümüzden çıkmasıyla kesinlikle hırsız oldu gitti!!! Hâlbuki hiç kimse tarafından içimizden biri hırsızlıkla suçlanmamış; bize yine buğday verilmiştir. Bu durumda kardeşimiz hırsızlıkla suçlanamaz." O vakit Yusuf olup biteni sırlaştırdı ve onlara bu konuda açıklama yapmadı, "Siz çok fena bir mevkidesiniz. Sizin nitelediğiniz şeyi de Allah en iyi bilendir" dedi." Yûsuf burada olaylara ait bilgi vermezken yine de onların geçmişte yaptıkları; kıskançlıklar, Yusuf’u kuyuya atmaları, köle diye satmaları, Yusuf’u kurt yedi diye babalarına yalan söylemeleri ve yıllardır tevbe etmeyip hatalarında ısrar etmeleri nedeniyle onlara "Siz çok fena bir mevkidesiniz. Sizin nitelediğiniz şeyi de Allah en iyi bilendir" demiştir. Demek oluyor ki daha evvel, buğday satın aldıkları paraların yüklerinde çıkışını (65. ayet) dile getirmişler ve tekrar buğday almaya geldiklerinde kimse, "siz hırsızlık yaptınız" dememiştir. Şimdi ise aynı bir tarzda itham edilince o zaman; "bu mantığa göre Bünyamin’in kardeşlerinden herhangi birimiz de hırsızlık yapmışız" diyerek bu işte hırsızlığın olmadığını savunmuşlardır. Zira yükler, 62. Ve 70. ayetlerde açıkça bildirildiği üzere görevlilerce; hatta bizzat Yusuf tarafından hazırlanmıştır. Bu durumda kesinlikle hırsızlık isnat edilmemeliydi. 79. ayette Yusuf peygamberin "hırsız" sözcüğü yerine "malımızı bulduğumuz kimse" tabirini kullanmış olması da çok anlamlıdır. Çünkü Yusuf peygamber kardeşinin hırsız olmadığını bilmektedir ve bundan dolayı da hukuki bir hüküm ifade eden bu sözcük yerine sadece durumu anlatan ve kardeşi hakkında bir hüküm ifade etmeyen bu tabiri kullanmıştır. Buna "tevriye sanatı" denmektedir. Tevriye, "biri yakın olup sözden ilk anda anlaşılan ve fakat kastedilmeyen, diğeri de uzak olmak üzere iki manası bulunan bir lafzı zikredip bir nükteden dolayı uzak manasını kastederek o lafzı bu manada kullanma" şeklinde icra edilir. [es-Sekkaki, Miftahu’l-Ulum; ayrıca tüm "Belağat" kitapları]
83) Babaları dedi ki: "Aksine, nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürüklemiş. Artık güzel bir sabır! Umarım ki Allah üçünü [Yûsuf'u, küçük kardeşini ve büyük kardeşini] birden bana getirir. Şüphesiz O, en iyi bilenin, haksızlık ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri koyanın ta kendisidir."
84) Ve Ya'kûb, onlardan yüz çevirdi. Ve "Vah Yûsuf'la olan hasretim vah!" dedi. Ve üzüntüden iki gözü bembeyaz oldu [sararıp soldu, derbederleşti]. Artık Ya'kûb, yutkundukça yutkunan; derdini içinde tutan biri idi.
85) Dediler ki: "Allah'a yemin olsun ki sen Yûsuf'u anıp duruyorsun. Sonunda eriyip gideceksin yahut değişime/yıkıma uğrayanlardan olacaksın."
86,87) Ya'kûb dedi ki: "Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi Allah'a şikâyet ediyorum. Ve ben Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf'u ve kardeşini araştırın. Allah'ın vereceği ferahlıktan ümit kesmeyin, kesinlikle kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumundan başkası Allah'ın vereceği ferahlıktan ümit kesmez."
Bu ayetlerde bildirildiğine göre, Mısır’da olanların haberini alan ve oğullarına inanmayan Yakub peygamber önce oğlu Yusuf’a duyduğu hasretle perişan bir hâle gelmiş, sonra da düştüğü durum sebebiyle oğullarının sitem etmesi üzerine içindekileri Allah’a havale edip oğullarından Yusuf ve küçük kardeşini aramalarını istemiştir. Dikkat edilirse, Yakub peygamber, olanları öğrendiğinde daha önce "Yusuf’u kurt yedi" haberine gösterdiği tepkinin aynısını göstermiş, oğullarına inanmadığını aynı sözlerle tekrarlamış ve kendisi için de "sabr-ı cemil" talebinde bulunmuştur. "Sabr-ı cemîl", ümidin yitirilmediği, nefret doğurmayan, kin içermeyen, umut dolu sabır demektir. Yakub peygamber, her şeye rağmen evlatlarına nefret duymayacağı, onlara hiçbir şey olmamış gibi davranmasını sağlayacak böyle bir sabır talebinde bulunmuştur. Nitekim 87. ayette Yakub peygamber bu sabr-ı cemil sayesinde kin ve buğz gütmeden çocuklarına "Ey oğullarım!" diye nezaket ve şefkatle hitap etmiştir. Diğer taraftan, Yakub peygamberin "gidin de Yusuf’u ve kardeşini araştırın" demesi, onun Yusuf’un yaşadığından emin olduğunu göstermektedir. Klasik kaynaklarda Yakub peygamberin Yusuf’un yaşadığından emin olmasının sebebi hakkında değişik açıklamalar yapılmıştır: Ya'kûb'un Ümidinin Sebebleri Daha sonra Ya'kûb (a.s.) "Ve Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum" demiştir ki, bu, "Allah'ın rahmet ve ihsanına dair sizin bilemeyeceğiniz nice rahmetini ve ihsanını bilirim. O, benim ummadığım bir yerden genişliği, ferahlığı getirendir" demek olup, bu, Hz. Ya'kûb'un, Yûsuf'un kendisine gelip ulaşmasını gözettiğine, beklediğine bir işarettir. Alimler, bu gözetlemenin sebebi hususunda şunları söylemişlerdir: l- Ölüm meleği Ya'kûb (a.s.)'un yanına gelince, Ya'kûb ona: "Ey ölüm meleği, oğlum Yûsuf'un canını aldın mı?" deyince o: "Hayır, ey Allah'ın nebisi" der, sonra da Mısır tarafına işaret ederek "Onu, orada ara" der. 2- O, Yûsuf (a.s.)'ın rüyasının gerçek ve sadık olduğunu biliyordu. Zira Yûsuf hakkındaki rüşd ve kemâl emareleri, onun üzerinde apaçık ve zahir idi. Yûsuf (a.s.) gibi kimselerin rüyası boşa çıkamazdı. 3- Belki de Cenâb-ı Hak. Ya'kûb (a.s.)'a, Yûsuf'u ona ulaştıracağını, kavuşturacağını vahyetrniş; ancak ne var ki O, o vakti bildirmemişti. İşte bundan dolayı Ya'kûb (a.s.), bir sıkıntı içinde kalakalmıştı. 4- Süddî şöyle demiştir: "Hz. Ya'kûb'un oğulları, kralın hâl ve hareketlerindeki üslûbunu, O'nun mükemmelliğini Ya'kûb (a.s.)'a bildirdiklerinde, Ya'kûb (a.s.) onun Yûsuf olması ümidine düşerek; "Bu gibi hareket tarzının, kâfirde zuhur etmesi mümkün değil" dedi. 5- Ya'kûb (a.s.), Bünyamin'in hırsızlık etmeyeceğini kesinlikle biliyordu. O, kralın, Bünyamin'e eziyet etmediğini ve onu dövmediğini de duymuştu. Böylece o, zann-ı galibi ile, o kralın Yûsuf olduğu kararına vardı. Birinci mukaddime hakkında söylenebilecek sözün tamamı budur. İkinci mukaddimeye gelince, buna göre Ya'kûb (a.s.), çocuklarının yanına varmış ve onlarla yumuşak bir biçimde konuşmuştur ki, bu da Ya'kûb'un: "Evlatlarım gidin, Yûsuf ile kardeşinden bir haber arayın" şeklindeki sözüdür. [Razi; el-Mefatihu’l-Gayb] Bize göre, Yakup peygamberin Yusuf’un hayatta olduğuna olan inancının asıl sebebi, onun, oğlu Yusuf’un vizyonu hakkında kendi yaptığı tahmine inanmasıdır. Ayrıca Yusuf ile aralarında niteliğini bilemeyeceğimiz manevi bir irtibatın/iletişimin varlığı da söz konusu olabilir. Hatırlanacak olursa, Yakub peygamber, oğlunun gördüğü görüntüler hakkında "Ve işte böyle, Rabbin seni seçecek ve sana olayların tevilinden bilgiler öğretecek. Bundan önceki iki atana; İbrahim’e ve İshak’a tamamladığı gibi, nimetini sana ve Yakup soyuna tamamlayacaktır. Şüphesiz ki, Rabbin Alim’dir, Hakim’dir" diyerek tahminde bulunmuş ve bu tahminindeki olaylar henüz gerçekleşmemişti. Dolayısıyla bu olaylar gerçekleşmeden Yusuf’un ölmesi söz konusu olamazdı. 84. ayetin bildirdiğine göre, Yakub peygamber, oğlu Yusuf için çektiği hasret yüzünden aşırı kederlenmiş, sararıp solmuş, perişan hâle gelmiştir. Yakub peygamberin bu hâlini betimleyen "v’ebyezzat aynâhü mine’l-huzni" ifadesi, "gözlerine ak düştü, kör oldu" şeklinde anlaşılmış ve bu konuda en hafifi aşağıdaki gibi olan birçok senaryo üretilmiştir: "Ve kederinden gözlerine ak düştü." Denildiğine göre altı yıl süreyle gözleriyle görmedi, kör olmuştu. Bunu Mukatil söylemiştir. Yine denildiğine göre, göze ak düştüğünde az da olsa bir görme olur. Hz. Ya'kub'un halini en iyi bilen ise Allah'tır. Gözlerine ağlamaktan dolayı ak düşmüştü, fakat ağlamasının sebebi kederiydi. Bundan dolayı Yüce Allah: "Kederinden" diye buyurmaktadır. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an] Hz. Ya'kûb'un Yûsuf'a Daha Çok Üzülmesinin Sebebi Bil ki, Hz. Ya'kûb, Bünyamin ile ilgili olarak oğullarından o sözü duyunca, göğsü, Yûsuf'a olan tasası ve hüznü iyice büyüdü ve "Vah, Yusuf'a olan hasretim!" dedi. Şu sebeplerden dolayı bu hadise tahakkuk edince, Hz. Ya'kûb'un, Yusuf'undan ayrılması sebebiyle hüznü büyümüştür: 1-Yeni hüzün, eski ve içte bulunan hüznü kuvvetlendirir. Yara yaraya eklendiğinde fazla acı verir. Nitekim Şair Mütemmim b. Nüveyre şöyle demiştir: Ricadaşım beni kabirlerin yanında ağlayarak öldürücü gözyaşları akıttığım için dedi ki: ‘Gördüğün her kabre ağlıyor musun? Kumlar ve çukurlar arasında olan her mezara?’ Ona dedim ki: ‘Üzüntü üzüntüyü tahrik eder. Binaenaleyh beni bırak. Bunların tamamı Malik'in kabridir.’ Zira o, bir kabir gördüğü her defasında, kardeşi Malik'i kaybetmekten ötürü üzüntüsü tazeleniyor ve çevresindekiler kendisini ayıplıyorlardı. O da "üzüntü üzüntüyü doğurur" diye cevap veriyordu. Bir başkası da şöyle demiştir: "Beni unutmadın, ya da en azından, ondan sonraki musibetlerde. Fakat yaranın yarayla dağlanması çok acı vericidir." 2- Bünyamin ve Yûsuf'un annesi birdi. Dolayısıyla hem suret hem de sıfat bakımından aralarında mükemmel bir benzerlik bulunuyordu. Binaenaleyh, Ya'kûb Bünyamin'i görmekle, Yûsuf'u görür gibi olarak teselli buluyordu. Olan şey olunca, teselliyi gerektiren şey de zail olup gitti. Böylece de Ya'kûb'un elemi ve iştiyakı arttı. 3- Onun başta gelen derdi, Yûsuf'u kaybetmiş olmasıydı. Ona karşı duyduğu üzüntü, her şeye karşı duyduğu üzüntü demekti. 4- Bu musibetler, birtakım sebeplere bağlanabilecek, izahı mümkün belalar idi. Yûsuf'un hadisesine gelince, Ya'kûb (a.s.), oğullarının ileri sürmüş oldukları mazerette yalancı olduklarını biliyordu. Gerçek sebep ise, onun tarafından malum değildi. Hem Ya'kûb (a.s.), onların hayatta olduklarını biliyordu. Yûsuf'a gelince, Ya'kûb (a.s.) onun hayatta olup olmadığını bilmiyordu. İşte bu sebeplerden dolayı, Hz. Ya'kûb'un, Yûsuf'tan ayrılmasından dolayı olan iştiyak ve özlemi artmış, (onun ölü mü, diri mi olduğuna dair) halini bilmemekten dolayı içinde bulunduğu musibet, son derece şiddetli olmuştu. İkinci Mesele: Bazı cahil kimseler Hz. Ya'kûb'u "Vah Yûsuf'a olan hasretim, vah!" demesinden dolayı tenkit ederek şöyle demişlerdir: "Zira bu, feryâd u figan etmek ve Allah’tan şikayetçi olmak demektir ki, caiz değildir." Alimler ise durumun bu câhilin zannetiği gibi olmadığını açıklamışlardır. Bunun izahı şöyle yapılabilir: Ya'kûb (a.s.), bu sözü söylememiştir. Ama, sonraysa, onun ağlaması büyük olmuştur ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın, ‘Ve hüznünden ve kederinden iki gözüne ak düştü’ buyruğundan anlaşılandır. Sonra o lisanını bağırıp çağırma ve uygun olmayan şeyler söylemekten alıkoymuştur ki, bu, ayetteki ifadesinden anlaşılmaktadır. Sonra, yine Ya'kûb (a.s.) o şikâyetini hiçbir insana da açmamıştır. Bunun delili, Ya'kûb (a.s.) 'un, ‘Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikâyet ediyorum' demesidir. Bütün bunlar, onun musibet ve sıkıntısının şiddetlenmesi halinde, onun sabretmiş olduğuna ve o sıkıntısını ve kederini sinesinde taşıdığına ve hiç kimseye şikâyette bulunmadığına, böylece de pek yerinde olarak, bu sayede büyük bir medih ve büyük bir övgüye mazhar olduğuna delâlet eder. Ya'kûbun Hüznünü Cebrail'in Teskin Etmesi Rivayet olunduğuna göre Yûsuf (a.s.) Hz. Cebrail'e "Ya'kûb hakkında bir bilgin var mı?" diye sorduğunda, Cebrail "Evet" deyince de: "Onun hüznü ve kederi ne noktadadır?" der. Cebrail "Onun kederi yetmiş tane ‘seklâ’nın kederi gibidir" der. Seklâ tek bir çocuğu olup, sonra da o çocuğu ölen kadına denilir. Bunun üzerine Hz. Yûsuf: "Onun için bu hususta bir mükâfat var mıdır?" deyince de, Cebrail (a.s.) "Evet, yüz şehit mükâfaatı vardır" der. Buna göre şayet, Muhammed b. Ali el-Bakır'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir pir-i fâni, Ya'kûb'a uğrayarak ona "Sen İbrahim misin?" der. Bunun üzerine Ya'kûb (a.s.) da: "Ben, onun oğlunun oğluyum; sıkıntılarım beni böyle değiştirdi, güzelliğimi ve kuvvetimi giderdi" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Ya'kûb'a "Sen beni, her ne zaman kullarıma şikâyet ettiğinde, izzet ve celâlime kasem olsun ki, eğer sen beni şikayet etmeseydin, ben sana senin etinden ve kanından daha iyisini verirdim [seni gençleştirirdim]" diye vahyetti. İşte, bunun üzerine Hz. Ya'kûb bundan sonra: "Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikâyet ediyorum" der oldu. Hz.Peygamber (s.a.s)'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ya'kûb'u kardeş edinen bir kardeşi bulunuyordu. O, Ya'kûb'a "Görmeni gideren, sırtını kamburlaştıran nedir?" diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ya'kûb da: "Gözümü gideren, Yûsuf sebebiyle ağlamam; sırtımı kamburlaştıran da Bünyamin'e olan kederimdir" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Ya'kûb'a: "Beni, benden başkasına şikayet etmekten çekinmez misin?" diye vahyetti. Bunun üzerine Ya'kûb (a.s.) "Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikâyet ediyorum" diyerek, sözünü "Ya beli bükülmüş, gözleri kör olmuş bu pir-i faniye acımaz mısın? Yûsuf’un Bünyamin'in kokusunu bana tekrar koklat" diye sürdürdü. Bunun üzerine Cebrail, ona müjde vererek Allah'ın şöyle dediğini nakletti: "Şayet onlar ölü dahi olsalar onları dirilteceğim. Binaenaleyh, fakir ve yoksullar için bir yemek hazırla. Zira kullarımın bana en sevimli olanları peygamberler ve yoksul kimselerdir." Yakup (a.s.) kahvaltı yapmak istediğinde, bir münadî, "Kahvaltı yapmak, yemek isteyen, Ya'kûb'la beraber yapsın!" diye bağırdı. Yine, Ya'kûb (a.s.) oruç tuttuğunda, iftar esnasında da aynı şekilde bağırırdı. Rivayet olunduğuna göre, Ya'kûb (a.s.) yaşlılıktan dolayı, dökülen kaşlarını bir bezle sarıyordu. Bunun üzerine kendisine birisi: "Bu başına gelenler ne?" deyince de o: "Ömrümün uzunluğu ve kederlerimin çokluğu" dedi. Bundan dolayı Allah Teâlâ ona: "Ey Ya'kûb, beni şikâyet mi ediyorsun?" diye vahyedince de o, "Ya Rabbi, bir hatadır yaptım. Binaenaleyh o hatamı bağışla" dedi denilirse, biz deriz ki: Biz Ya'kub'un yaptığının, sadece sabır, sebat edip, feryâd ü figan etmemek olduğunu delilleriyle birlikte bildirmiştik. [Artık başka söze itibar olunmaz.] Rivayet edildiğine göre, ölüm meleği Ya'kub'un yanına girince Ya'kûb ona: "Sevgilimi görmeden önce, canımı almak için mi geldin?" deyince Azrail ona: "Hayır, ben senin hüznünle hüzünleneyim, sevincinle de sevinç duyayım diye geldim" der. Ağlamak ise günah sayılmaz. Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s) de, oğlu İbrâhim'e ağlayarak, "Kalb hüzünlenir; göz, yaş akıtır. Biz Rabbimizi kızdıracak şey söylemiyoruz. Ey ibrahim, biz senden dolayı kederliyiz, hüzünlüyüz" demiştir. Hem insanı hüznün kaplaması, onun irâdesi ve tercihiyle olmaz. Dolayısiyle bundan herhangi bir sorumluluk doğmaz. Ama ah, of etmek; ağlamak, gözlerden bardaktan boşanırcasma gözyaşı akmasına gelince, kişi, bazan bunları defedemeyebilir. Ey bu soruyu soran kimse! Sizin ileri sürdüğünüz şeylere gelince: Onlar da, Ya'kûb (a.s.)'a itabvari gelen hitaplar, ancak ebrârın hasenatının, mukarreblerin seyyiatı gibi kabul edilmesinden dolayı varid olmuşlardır. Hem burada, şöyle bir incelik de bulunmaktadır: İnsan, hayrete düşüp tereddüt ettiği bir yerde mutlaka Allah'a başvurur. Ya'kûb (a.s.) Yûsuf'un hayatta mı yoksa ölmüş mü olduğunu bilmiyordu. O, bu hususta lehte veya aleyhte herhangi birşey söylemiyor, tavakkuf ediyordu. Onun bu hususta tavakkuf etmesi sebebiyle de Cenâb-ı Allah'a yönelmesi daha da fazlalaşmış, -bu mesele dışında- O'ndan başka hiçbir şeye dönüp bakmaz olmuştu. Onun bu hadisedeki tavır ve hareketleri farklı farklı olmuştur. Bir zamanlar o, çoğu kez Allah'ı zikretmeye o denli dalardı ki, bu hadiseyi hiç hatırlamazdı. Binaenaleyh, bu hadiseyi hatırlamak, o hadiseyi hatırlamaması gibi olmuştur. Bu sebepten dolayı Hz. Ya'kûb'a nisbetle bu hadise, Hz. İbrahim'in ateşe atılması ve kesilmesi istenen oğlunun kesilmesi hadisesi gibi olmuştur. Hz. Ya'kûb Niçin Tam Teslimiyet Göstermedi? İmdi, eğer sorulursa ki: "Şiddetli bir musibet geldiğinde, Hak Teâlâ'nın, "Onlar yok mu? Rablerinden mağfiretler ve rahmet hep onların üzerindedir ve onlar doğru yola erdirilenlerin tâ kendileridir" (Bakara/157) buyruğunda bahsedilen bu büyük. mükâfaata müstehak olabilmesi için, onun "Biz Allah’ınız ve biz ancak O’na döneceğiz" (Bakara/156) demesi daha evlâ değil miydi?" denilirse, biz deriz ki: Bazı müfessirler, "İstirca" bu ümmetten başka hiçbir ümmete verilmemiştir. Binâenaleyh Allah, bu ümmete bir musibet isabet ettiğinde, onların böyle söyleyerek mükâfaat elde etmeleri için, sâdece bu ümmete ikram etmiştir" demişlerse de, bu bana göre, şu sebeplerden dolayı zayıftır: Zira kişinin "Biz Allah’ınız" şeklindeki sözü, bizim, Allah'ın mülkü olduğumuza, bizi yaratıp var edenin O olduğuna; "ve biz ancak O’na döneceğiz" demesi de, haşr ve kıyametin mutlaka olacağına bir işarettir. Bunun böyle olduğunu bilmeyen bir ümmet olacağı düşünülemez. Binaenaleyh, bazı belâ ve musibetler gelirken, bunu bilen kimse, sonunda da mutlaka Allah'a rücû edeceğini, döneceğini bilir. İşte bu noktada, o musibete karşı tam bir teselli meydana gelir. Allah’ı tasdik etmiş, O'na iman etmiş olan kimsenin bunu bilmemesi imkânsızdır. Üçüncü Mesele Onun, "Vah hasretime!" ifâdesi esefe, tasaya nida etmektir. Bu, tıpkı bir kimsenin "Ey hayret, ey şaşkınlık!" demesi gibidir ki, bu, sanki o esefe, tasaya bağırmak ve "Bu senin tam gelme ve bulunma zamanındır" demektir. Biz bu açıklamayı pek çok yerde izah ettik. Bunlardan biri, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın "Haşe Lillah حاش لله" (Yûsuf/31) ayetinin tefsirinde geçmişti. Esef kelimesi, elden kaçırılan şeye karşı duyulan hüzün ve keder anlamına gelir. Leys şöyle demiştir: "Başına birşey gelir, sen de ondan dolayı mahzun olur ve onu savuşturmaya da gücün yetmezse, sen hem esîf, yani hüzünlü, hem de müteessif, kederlenmiş olursun." Zeccâc da şöyle demiştir: "Aslolan, bunun "Ya esefi" "Ey esefim, tasam!" şeklinde kullanılmasıdır. Ancak ne var ki, izafet yâ'sının, elif ve fethanın hiffetinden dolayı, elif-i maksure ile değiştirilmesi caizdir. Hz. Ya'kûb'un Gözlerine Perde İnmesi Daha sonra Cenâb-ı Hak "Ve hüzünden ve kederinden iki gözüne ak düştü" buyurmuştur. Bu hususta da şu iki izah yapılabilir: 1- Ya'kûb (a.s.) "Vah Yûsuf'a olan hasretime, vah!" deyince, onu hep ağlamak tutmuştur. Ağlamak tutunca da, gözlerindeki su çoğalmıştır. Böylece gözleri sanki o suyun beyazlığından dolayı beyazlanmıştır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın "ve hüznünden ve kederinden iki gözlerine perde indi" ifadesi, ona ağlamanın hâkim olmasından ve çok ağlamasından bir kinaye olmuş olur. Bu izahın doğruluğunun delili şudur: Hüznün tesiri, körlüğün meydana gelmesinde değil, ağlamanın ona hakim olmasındadır. Binâenaleyh, ayette bahsedilen beyazlanmayı, aklığı, ağlamanın hakim olması manasına alırsak, bu sebeb makul ve yerinde olur. Ama onu, kör olması anlamına hamledersek, bu sebep ve talîl, güzel, makul ve yerinde olmaz. Binaenaleyh, bizim bahsettiğimiz daha yerinde olmuş olur. Bu açıklamayı, deliliyle beraber Vahidî, Kitâbu'l-Basît'inde İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. 2- Bununla, Hz. Ya'kûb'un kör olması kastedilmiştir. Mukatil şöyle der: "Ya'kûb (a.s.) altı sene kör kalmıştır. Derken Allah Teâlâ, onun gözlerini, Yûsuf'un gömleği ile açmıştır ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şu benim gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne atın, iyice görür (bir hale) gelir" (Yûsuf/93) ayetinden anlaşılan husustur. Denildiğine göre Cebrail (a.s.), Yûsuf (a.s.) hapiste iken, onun yanına varmış ve: "Babanın gözleri sana olan kederinden dolayı gitti" demiş, bunun üzerine Yûsuf da ellerini başına koyarak: "Keşke annem beni doğurmasaydı ve ben de, babamın bu denli üzülmesine sebep olmasaydım!" demiştir. Bu görüşü ileri sürenler şöyle demişlerdir: "Devamlı hüzün, devamlı ağlamaya; devamlı ağlama da kör olmaya yol açar; o halde hüzün, bu yolla körlüğün sebebi olmuş olur. Devamlı ağlamak körlüğe sebeb olmuştur. Zira bu, gözbebeğinde bir bulanıklık meydana getirir." Onlardan bazıları da, Ya'kûb'un kör olmadığını, ancak ne var ki onun görmesinin azaldığını söylemişlerdir. Yine, Ya'kûb (a.s.)'un gözlerinin, Yûsuf'tan ayrıldığı vakitten, onunla karşılaşıncaya kadar geçen zaman içinde hep yaşlı olduğu, kurumadığı; bu müddetin ise seksen yıl olduğu ve yeryüzünde Allah nezdinde Ya'kûb'tan daha kerim ve iyi bir kimsenin olmadığı da ileri sürülmüştür. Ayetteki " من الحزن" kelimesine gelince, bil ki bu kelime, hâ’nın ötresi, zâ’nın da sükûnu ile hüzn şeklinde okunmuştur. Hasan el-Basri ise, hâ’nın ve zâ’nın fethasıyla hazen şeklinde okumuştur. Vahidî şöyle der: "Âlimler hüzn ile hazen kelimelerinin manası hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bir kısmı hüzn ağlamak; hazen ise "üzüntü ve keder" anlamına geldiğini ileri sürerken, bazıları da, bu iki kelimenin her iki manayı ifade eden iki kullanılış olduğunu ileri sürmüşlerdir. Nitekim Arapça'da "Ona şiddetli bir hüzün [veya hazen] isabet etti" denilir. Bu, ekseri dil âlimlerinin benimsediği görüştür. Yûnus, Ebu Amr'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu kelime, nasb yerinde olduğu zaman, Araplar, hem hâ hem de zâ'yı fetha ile okurlar. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, "kederlerinden gözleri yaş döke döke döndüler" (Tevbe/92) buyruğunda olduğu gibidir. Bu kelime, cer veya ref yerinde kullanıldığında, Araplar hâ'yı dammeli okurlar. Nitekim burada [Yusuf/84] böyledir. Buradaki وحزنى [Yûsuf/86] kelimesi de mübtedâ olarak ref yerindedir. Ayetteki فهو كظيم kelimesi, faîl sîğası ism-i faîl manasına gelebileceği için "kâzım" manasında olması caizdir. Kazım, hüznünü tutan, onu ortaya koymayan demektir. İbn Kuteybe şöyle demiştir: Buradaki faîl sîğasının ism-i mef'ûl olan "mekzûm" manasına gelmesi de caizdir. Buna göre bunun manası, kederden dolmuş şeklindedir. Bu ifâde, su kabı alabildiğine doldurulduğunda söylenilen كظم السقاء tabirinden alınmadır. Bunun, Hz. Ya'kûb'un çocuklarına karşı öfke ile dolmuş olması anlamına gelmesi de caizdir. Bil ki, insanların uzuvlarının en kıymetlisi, bu üç şeydir. Böylece Allah Teâlâ, bu uzuvların gam ve kedere battığını, belendiğini beyan buyurmuştur. Derken Y'akub'un lisanı "Vah hasretime" demekle gözü ağlama ve beyaz perde inmesi ile; kalbi de, alabildiğince dolmuş ve suyun çıkmasına imkân vermeyen bir kap haline benzeyen şiddetli bir gam ile meşgul idi. Bu, o gamı iyice vasfeden bir tabirdir Hz. Ya'kûb'u Kınamaları Cenâb-ı Hakk'ın "Dediler ki: ‘Hâlâ Yûsuf'u anıp duruyorsun. Andolsun ki sonunda ya kederinden hastalanıp eriyeceksin, yahut helake uğrayanlardan olacaksın" buyruğuna gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele İbnu's-Sikkît şöyle demektedir: "Arapça'da aynı manada olmak üzere "falan işi yapmaya devam ediyorum" denilir ve bu ifadeler, mutlaka olumsuzluk edatıyla kullanılır." İbn Kuteybe şöyle demiştir: "Arapça'da ‘sen herhangi birşeyi unuttuğun ve ondan koptuğun zaman’ dersin." Nahivciler şöyle demişlerdir: "Burada ما تفتؤاveya لا تفتؤاmanasında olmak üzere, olumsuzluk hali takdir edilmiştir. Bunun hazfi de caizdir. Çünkü şayet, bundan olumlu mana kasdedilmiş olsaydı, tıpkı "Vallahi yapacaksın" tabirinde, o zaman bu ifade lâm ve nûn ile olmak üzere لتفتأنّ şeklinde olurdu. Binâenaleyh, bu ifâde lâm ve nûnsuz kullanıldığına göre, burada bir "La لا" edatının takdir edilmiş olduğu anlaşılmış olur. Nahivciler bu konuda İmru'l-Kays'ın şu beytini misal olarak iletmişlerdir: "Ben de dedim ki, Allah'a yemin olsun, oturma halimi terketmeyeceğim." Bu, "Ben oturmaya devam edeceğim" demektir. Bunun benzeri misaller pek çoktur. Müfessirlere gelince, bu ifâde hakkında şöyle demişlerdir: İbn Abbas, Hasan-ı Basrî, Mücâhid, Katâde, bu ifâdeye: "Onu hep anıyorsun" manasını verirlerken, Mücâhid'den bu ifâdeye, "Onu anmaktan hiç geri durmuyorsun" manasını verdiği, böylece de onun "fütur" kelimesiyle "fütû" kelimesini aynı anlama aldığı nakledilmiştir. İkinci Mesele Vahidî, Maâni’l-Kur'ân müelliflerinden şunu nakletmiştir: "حرضاً Haradan" Kelimesinin asit, hüzün ve sevgiden dolayı, akılın Harad Kelimesinin Manası ve bedenin bozulması demektir. Binaenaleyh bir kimsenin, " حرضت فلان على فلان haraztü fülanen ala fülanin" sözünün manası, "Onu ona karşı tahrik ettim veya onu ona karşı kızıştırdım" şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hak da ''Ey peygamber, mü'minleri harbe teşvik et!" (Enfal/65) buyurmuştur. Bu esası iyice kavradığında biz diyoruz ki: O zatı yani Ya'kûb'u bu şekilde nitetelendirmek, ya bir muzafın takdir edilmesi ve meselâ " zü harazin ذو حرض denilmesi suretiyledir. Yahut da Hz. Ya'kub'un bedeninin bozulması ve aklının zayıflaması hususunda son derece kötü durumda olduğu manası murad edildiği içindir. Böylece, bu ikinci manaya göre Ya'kûb (a.s.), bizzat bozulma ve zayıflamanın ta kendisi olmuş olur. Râ'nın kesresiyle حارضharıd şeklinde okunmasına gelince, bu durumda bu kelime, ism-i fail olur. Bu kelime, her iki şekilde de okunmuştur. Bunu da iyice kavradığında biz diyoruz ki: Müfessirlerin bu hususta çeşitli açıklamaları bulunmaktadır: a- حرض, حارضHarıdun ve haradun kelimesi, bedence ve akıl cihetinden bozulan demektir. b- Nâfi, İbni'l-Ezrak, İbn Abbas (r.a.)'dan, haradun حرض kelimesinin ne demek olduğunu sormuş, bunun üzerine o da "Ağır ve müzmin hasta" demiştir. c- Bu kelime ne diri ne de ölü olmayan [komada bulunan] kimse anlamına gelir. Ebu Ravk, Enes b. Mâlik'in bu ayeti hâ’nın dammesi ve râ’nın da sükûnuyla حتّى تكون حُرضاً hatta teküne hurdan şeklinde okuduğunu ve onun, buna göre bunun manasının "nerdeyse sen cöven otu gibi olacaksın" şeklinde olduğunu söylediğini nakletmiştir. Ayetteki "ev teküne minel halikiyn او تكون من الهالكين kısmına gelince: Ayetin manası şudur: "Onlar, babalarına: ‘Sen, Yûsuf'u, hüzün ve ona ağlamakla anmaktan hiç geri durmuyorsun. Böylece sen bedeninin artık onulmaz bir derde yakalanmasına sebep olacaksın veyahut da kederinden öleceksin" demişlerdir. Böylece onlar sanki, "sen, şu anda çok büyük bir belâ içindesin. Böylece biz bundan daha fazlasının, daha kötüsünün meydana geleceğinden endişeleniyoruz" demişler ve onlar bu sözleriyle onu çok ağlayıp çok üzülmekten men etmek istemişlerdir. Buna göre şayet, "onlar niçin, bunu kesinlikle bilmedikleri halde, bu hususta nasıl yemin etmişlerdir?" denilirse, biz deriz ki: Onlar, işi zahire hamletmişlerdir. Yine buna göre "tallahi tefteü تالله تفتؤ sözünü söyleyenler kimdir?" denilirse, biz deriz ki: En açık olan duruma göre, bunlar, onlardan ayrılan kardeşler değildir; aksine bunlar, Ya'kûb'un evinde bulunan torunları ve hizmetçilerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak Ya'kûb (a.s.)'un "Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikâyet ediyorum" dediğini nakletmiştir. Yani, "Bu söylediğim şeyi, size karşı söylemiyorum. Ben bunu, Allah'ın huzurunda O'na arz ediyorum" demektir. İnsan, şikâyetini Allah'a arz ettiğinde, muhakkikler zümresinden olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Öfkenden uzana, gazabından affına ve senden sana sığınırım" buyurmuştur. Muvaffak kılan, ancak Allah’tır. " البثElbesü" kelimesi dağıtmak, neşretmek ve yaymak anlamına gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "deprenen her hayvanı orada üretip yaydı" (Bakara/164) buyurmuştur. O halde, hüznü, kederi insan açığa vurmayıp gizlediğinde, bu [keder] olur. Onu başkasına açtığında ise, bu da " البثelbesü" olur. Ulema şöyle demiştir: "Bess" hüznün ileri derecesi, hüzün de, "hemm [keder]"in ileri derecesidir. Bu böyledir, zira insan, onu söylemediği zaman, o hüzün o insana hükümran olmaz, ama hüznü büyüyüp de insan onu içinde saklamaktan aciz kalarak, dili de istemeye istemeye onu söyleyince, bu "bess" diye isimlendirilir ki, bu durum, insanın, ona karşı aciz kaldığına ve hüznün o insana artık hakim olduğuna delâlet eder." O halde Hz. Ya'kûb'un ""bessiy ve huzni ilallahi بثثّى و حزنى الى الله ifâdesinin manası, "Ben, çok ve az kederlerimi ancak Allah'a açarım, O'na dökerim" şeklinde olur. Hasan el-Basri, her iki harfin hem fethası hem de dammesiyle hazen ve hüzün diye okumuştur. Denildiğine göre, birisi Ya'kub (a.s.)'un yanına girer ve "Ey Ya'kûb, bedenin zayıfladı; bitkinleştin. Halbuki daha henüz, ileri bir yaşa varmadın" der. Bunun üzerine Ya'kûb (a.s.): "Başıma gelen, gamımın fazlalığından dolayıdır" deyince, Allah Teâlâ ona "Ey Ya'kûb, beni mahlûkatıma şikâyet mi ediyorsun?" diye vahyeder. Bunun üzerine Ya'kûb (a.s.) "Ya Rabbi! Bir hatadır yaptım. Benim bu hatamı bağışla!" dedi. Allah da onun bu hatasını bağışladı. Artık bundan sonra Ya'kûb (a.s.) bir şey isteyince de, "Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikâyet ediyorum" der oldu. Rivayet olunduğuna göre Cenâb-ı Hak Ya'kûb (a.s.)'a şöyle vahyetmiştir: ''Ben sizde bir hata buldum, bundan ötürü gücendim; çünkü siz, bir koyun kesmiştiniz de, kapınıza gelen bir fakire ondan yedirmemiştiniz Benim yaratıklarımın bana en sevgili olanı, peygamberler ve yoksul kimselerdir. Binâenaleyh bir ziyafet hazırla ve ona, fakir fukarayı davet et!" Hz. Ya'kûb'un, çocuğu ile beraber bir cariye satın alıp onun çocuğunu sattığı; derken o cariyenin ağlama sonucunda kör olduğu da ileri sürülmüştür. [Razi; el-Mefatihu’l-Gayb] Tekrar konumuz olan ayete dönecek olursak; "Üzüntüden iki gözü beyazlaşmak" ve "yutkunan bir adam olmak" şeklindeki nitelemeler, 96. ayetteki " فارتدّ بصيراً fertedde basiran" ifadesiyle daha iyi anlaşılacaktır. Yakub peygamberin düştüğü bu durum karşısında insanın aklına, ister istemez aşağıdaki gibi sorular gelebilmektedir: *Yakub peygamberin bu derecedeki evlat sevgisi normal midir? *Peygamberlik makamında bulunan birisinin kendisini kaybederek "Ah Yusuf, vah Yusuf!" diye mecnun gibi dolaşması, çevresinin onu sapıklıkla suçlamasına neden olması doğru mudur? *Yakub peygamberin olan biteni çevreden saklaması ve oğullarına herhangi bir müeyyide uygulamaması ne derece doğrudur? *Yakub peygamberin oğlunu çevreye [oğullarından başkasına] aratması konusunda mazeretinin olduğu varsayılsa bile, kuyudan kurtulduktan sonra Yusuf’un, babasının yaşadığı yerleri bilmesine rağmen onu arayıp sormaması, özellikle de eline güç geçtiği dönemde bir elçi veya bir ulak göndermemesi garip değil midir? *Anlaşmalı da olsa Yusuf peygamberin kardeşini hırsızlık töhmeti altına sokması nasıl uygun görülür? *Babasının çok üzüleceğini bilmesine rağmen Yusuf peygamber, kardeşini nasıl yanında alıkoyar? Kıssa içindeki ifadelere iyi dikkat edilecek olursa, bu soruların cevapları kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Ama önce aşağıdaki Yusuf/76, 21, 56, 83,86, 87 ve 96. ayetler tekrar okunmalıdır. Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, bu kıssanın iki kahramanı olan Yakup ve Yusuf peygamberler, kendileri için belirlenmiş rolleri oynayan iki aktör durumundadırlar. Yüce Allah onlara tarih sahnesinde "aile içi hatalı davranma" rolleri vermiştir. Onlar bu rolleri iyi oynayacaklardır ki, onların sergiledikleri hatalı davranışları görüp duyanlar, bunlardan ibret alacaklar, onlar gibi aile içi yanlış davranışlarda bulunmayacaklardır. Bize göre, Rabbimiz onlara bu görevi vermiş ve onlar da bunu sabr-ı cemil ile uygulamışlardır. 36Ve Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiçbir mü’min erkek ve mü’min kadın için kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır. [Ahzab/36] Bu tarz bir uygulama, Kur’an’da, peygamberimizin evlatlığı Zeyd ile evli olan Zeynep’in, Zeyd’ten boşandıktan sonra peygamberimizle evlenmesi olayında da görülmektedir.
88) Sonra Yûsuf'un huzuruna girince, dediler ki: "Ey Aziz! Bize ve ehlimize sıkıntı dokundu. Ve biz az bir sermaye ile geldik. Sen bize yine ölçek ver. Ve bize sadaka da ver/bize, kamu gelirlerinizden, geri ödemek üzere destek sağla". Şüphesiz Allah sadaka verenlere karşılıklar verir."
89) Yûsuf dedi ki: "Siz cahiller iken Yûsuf'a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?"
90) Yûsuf'un kardeşleri: "Yoksa sen, sahiden Yûsuf musun?" dediler. Yûsuf: "Ben Yûsuf'um, bu da kardeşim. Kesinlikle, Allah bizi nimetlendirdi. Şüphesiz kim Allah'ın koruması altına girer ve sabrederse, artık hiç şüphesiz Allah, iyi-güzel işler yapanların ödülünü kaybetmez" dedi.
91) Onlar dediler ki: "Allah'a yemin olsun, Allah seni gerçekten bize üstün yaptı. Ve biz gerçekten hatalılar idik."
92,93) Yûsuf dedi ki: "Bugün size bir ayıplama ve azarlama yoktur. Allah sizi bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir. Şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun, o, ayıplanan/dalga geçilen hastalıktan kurtulmuş hâle gelir/derbederlikten kurtulur. Ve bütün ailenizi bana getirin."
Bu ayet grubunda, Yüce Allah’ın Yusuf peygambere vahyettiğini bildirdiği 15. ayetteki "Ant olsun ki, sen onlara ilerde onlar hiç farkında değilken bu işlerini haber vereceksin" mesajının gerçekleşmiş olduğu görülmektedir. Yusuf peygamber, erzak tedariki için tekrar yanına gelen kardeşlerine kendini tanıtmış, kardeşlerinin mahcup olup özür dilemeleri üzerine onları bağışlamış ve gömleğini babasına göndererek tüm aileyi Mısır’a davet etmiştir. 88. ayette ki "tasaddak Aleyna" ifadesi kısadan "bize sadaka ver" anlamıyla ifade ediliyor. Bu durumda da peygamberin sadaka alıp almayacağı sorunu ortaya çıkıyor. Birileri de buradaki sadakanın Yakupoğullarının getirdiği paraların veya değiş tokuş yapılacak emtianın alacakları buğdayın değerini karşılayamayacağını o nedenle sadaka dilendiklerini ileri sürüyorlar. Ayetteki "ala" harfi ceriyle "tasaddak Aleyna (bizim aleyhimize olarak sadaka ver!)" ifadesindeki "Aleyna )bizim aleyhimize)" ifadesi, "bize, kamu gelirlerinizden, geri ödemek üzere destek sağla" anlamındadır. (Tevbe/60’da SADAKAT ile ilgili ayrıntılı bilgi verilmişti.) Ayetteki ifade "tasaddak lena" formunda olsa idi o zaman kamu gelirlerinden aldıkları desteği geri ödemeyi düşünmedikleri anlaşılırdı. Yusuf peygamberin 90. ayette kardeşlerine yönelik olarak söylediği "Şüphesiz kim takvalı davranır ve sabrederse, artık hiç şüphesiz Allah iyi, güzel işler yapanların mükâfatını zayi etmez" şeklindeki sözleri, -"takva", "sabır" ve "muhsin" kavramları arasındaki ilişkiyi göstermesi sebebiyle- kardeşlerinin yanı sıra tüm insanlığa da verilmiş bir ders mahiyetindedir. Kıssanın bu bölümünde ayrıca insanlar arasındaki düşmanlığın kalkmasının affa bağlı olduğu mesajı da verilmektedir. Nitekim Yusuf peygamber, aile bünyesindeki sevgi bağlarını, kendisine kötülük yapan kardeşlerini affetmek suretiyle yeniden oluşturmuştur. Bize göre, burada verilen mesajın "Affın, hoş görünün olduğu yerlerde düşmanlık, mutsuzluk olmaz" şeklinde ifadesi de mümkündür. البصيرBASİYR "Basiyr" sözcüğü genellikle "gören, iyi gören" anlamında kullanıldığından, Yakub peygamberin bu kıssadaki durumu, onun önce körleştiği, sonra körlükten kurtulup "iyi görür" hâle geldiği yolunda anlaşılmıştır. Ne var ki, "basiyr" sözcüğü Arapçada "alay edilen, dalga geçilen, derbeder, hasta" anlamındaki "darir" sözcüğünün karşıtı olarak da kullanılır. [Lisanü’l-Arab ; c: 1, s: 429 "Bsiyr" mad ve c: 5, s: 487 "Dariyr" mad.] 93. ayetin son cümlesindeki sözleriyle Yusuf peygamber, ailesini yanına çağırmaktadır. Ancak onun bu sözlerini "Yusuf’un kendisi babasının ayağına gitmesi gerekirken, babasını ayağına çağırıyor" şeklinde anlamak, bize göre doğru bir bakış açısı değildir. Çünkü Yusuf peygamberin maksadı, gururundan dolayı ailesini ayağına çağırmak değildi. Göçebe hayatı yaşayan ailesini yerleşik ve medenî bir hayata getirmek istemiş, bunun için de onlara bir devlet daveti yapmıştır.
94) Ve ne zaman ki, kafile ayrıldı, babaları dedi ki: "Eğer bana bunak demezseniz, şüphesiz ben Yûsuf'un kokusunu buluyorum."
95) Dediler ki: "Vallahi şüphesiz sen hâlâ o eski şaşkınlığındasın."
96) Fakat ne zaman ki, gerçekten müjdeci geldi, gömleği Ya'kûb'un yüzüne koydu, hemen ayıplanan/dalga geçilen hastalıktan kurtulmuş hâle geldi. "Ben size demedim mi, ben Allah'tan sizin bilmediklerinizi bilirim" dedi.
97) Dediler ki: "Ey babamız! Bizim için günahlarımıza bağışlama dile. Şüphesiz biz hatalılar idik."
98) Ya'kûb dedi ki: "Sizin için Rabbimden ilerde bağışlanma dileyeceğim. Şüphesiz O çok bağışlayıcının, çok merhamet edicinin ta kendisidir."
94. ayette, oğulları Mısır’dan hareket ettiği anda Yakub peygamberin yüzlerce kilometrelik bir mesafeden oğlu Yusuf’un kokusunu aldığı, yani onun sağ olduğunu anladığı bildirilmektedir. Normal olarak tam o anda ve o mesafeden böyle bir koku algılaması mümkün görünmediği halde, Yakup peygamber, oğlu ile ilgili doğru bilgiyi kesin olarak o mesafeden ve o anda algılamıştır. Bize göre, bu durumu bazılarının yaptığı gibi "mucize" olarak izah etmek yanlıştır. Dolayısıyla, Yakub peygamberin bu algılamalarını "mucize" olarak değerlendirmeden önce, durumun başka izah yollarının mümkün olup olmadığının araştırılması gerekmektedir. Bize göre, baba-oğul arasında paranormal bir irtibat [telepati] olduğu izlenimini vermektedir. Modern bilim "telepati"yi her ne kadar doğrulanmış bir olgu olarak kabul etmese de, insan beyninin imkânlarının tümüyle keşfedilmiş olmadığı kesin bir gerçektir. Biz de Kur’an’daki bu olaydan hareket ederek böyle bir manevi irtibatın modern bilim tarafından da psişik bir olgu olarak kabul edilebileceği ihtimalini mümkün görüyoruz. Anlaşılan o ki, Yakub peygamber işin başından beri telepatik olarak oğlu Yusuf’tan haberdardır ve "vizyon" ile "telepati", İbrahim ve İshak soyuna Allah’ın verdiği nimetlerdendir. Daha önce de dediğimiz gibi, İslam dünyasında bu konularla ilgili olarak yeterli çalışma yapılmamıştır. Batı kaynaklı çalışmalarda dile getirilen açıklamalara ihtiyatla yaklaşmakla beraber, konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olması için "telepati" hakkında bilim ve teknik kitaplarından yararlanmak mümkündür. 96. ayetteki "Fakat ne zaman ki, gerçekten müjdeci geldi, onu [gömleği] onun [Yakub’un] yüzüne koydu, hemen basiyr [ayıplanan, dalga geçilen hastalıktan kurtulmuş] hâle geldi" ifadesi, genellikle, "ağlamaktan gözlerine ak düşen ve körleşen Yakub peygamberin, oğlunun gönderdiği gömleği yüzüne sürünce eskisi gibi görmeye başladığı" şeklinde bir mucize olarak kabul edilmiştir. Çünkü gerçek hayatta, ağlamakla gözlerin ağarıp kör olması, sonra da körleşmiş, yapısı bozulmuş gözün eski hâline gelip görür olması varit değildir. Ancak burada mucizeyi gerektirecek bir durum yoktur ve olayın mucize olarak kabullenilip geçiştirilmesi mantıklı değildir. Dolayısıyla bu olay, bizim "basiyr" sözcüğüne vermeyi tercih ettiğimiz anlam çerçevesinde gerçekleşmiş olmalıdır. Kıssanın bu bölümünün Kitab-ı Mukaddes’teki anlatımı, "basiyr" sözcüğünün bizim tahlilini yaptığımız niteliği ile uyum göstermektedir: Yusuf, Kardeşlerine Kim Olduğunu Açıklıyor 1 Yusuf adamlarının önünde kendini tutamayıp, "Herkesi çıkarın buradan!" diye bağırdı. Öyle ki, kendini kardeşlerine tanıttığında yanında kimse yoktu. 2 O kadar yüksek sesle ağladı ki, Mısırlılar ağlayışını işitti. Bu haber Firavun'un ev halkına da ulaştı. 3 Yusuf kardeşlerine, "Ben Yusuf'um!" dedi, "Babam yaşıyor mu?" Kardeşleri donup kaldı, yanıt veremediler. 4 Yusuf, "Lütfen bana yaklaşın" dedi. Onlar yaklaşınca Yusuf şöyle devam etti: "Mısır'a sattığınız kardeşiniz Yusuf benim. 5 Beni buraya sattığınız için üzülmeyin. Kendinizi suçlamayın. Tanrı insanlığı korumak için beni önden gönderdi. 6 Çünkü iki yıldır ülkede kıtlık var, beş yıl daha sürecek. Kimse çift süremeyecek, ekin biçemeyecek. 7 Tanrı yeryüzünde soyunuzu korumak ve harika biçimde canınızı kurtarmak için beni önünüzden gönderdi. 8 Beni buraya gönderen siz değilsiniz, Tanrı'dır. Beni Firavun'un baş danışmanı, sarayının efendisi, bütün Mısır ülkesinin yöneticisi yaptı. 9 Hemen babamın yanına gidin ve ona oğlun Yusuf şöyle diyor deyin: 'Tanrı beni Mısır ülkesine yönetici yaptı. Durma, yanıma gel. 10 Goşen bölgesine yerleşirsin; çocukların, torunların, davarların, sığırların ve sahip olduğun her şeyle birlikte yakınımda olursun. 11 Orada sana bakarım, çünkü kıtlık beş yıl daha sürecek. Yoksa sen de, ailen ve sana bağlı olan herkes de perişan olursunuz.' 12 "Hepiniz gözlerinizle görüyorsunuz, kardeşim Benyamin, sen de görüyorsun, konuşanın gerçekten ben olduğumu. 13 Mısır'da ne denli güçlü olduğumu ve bütün gördüklerinizi babama anlatın. Babamı hemen buraya getirin." 14 Sonra kardeşi Benyamin'in boynuna sarılıp ağladı. Benyamin de ağlayarak ona sarıldı. 15 Yusuf ağlayarak bütün kardeşlerini öptü. Sonra kardeşleri onunla konuşmaya başladı. 16 Yusuf'un kardeşlerinin geldiği haberi Firavun'un sarayına ulaşınca, Firavun'la görevlileri hoşnut oldu. 17 Firavun Yusuf'a şöyle dedi: "Kardeşlerine de ki: 'Hayvanlarınızı yükleyip Kenan ülkesine gidin. 18 Babanızı ve ailelerinizi buraya getirin. Size Mısır'ın en iyi topraklarını vereceğim. Ülkenin kaymağını yiyeceksiniz.' 19 Onlara ayrıca şöyle demeni de buyuruyorum: 'Çocuklarınızla karılarınız için Mısır'dan arabalar alın, babanızla birlikte buraya gelin. 20 Gözünüz arkada kalmasın, çünkü Mısır'da en iyi ne varsa sizin olacak.'" 21 İsrail'in oğulları söyleneni yaptı. Firavun'un buyruğu üzerine Yusuf onlara araba ve yol için azık verdi. 22 Hepsine birer kat yedek giysi, bir tek Benyamin'e ise üç yüz parça gümüşle beş kat yedek giysi verdi. 23 Böylece babasına Mısır'da en iyi ne varsa hepsiyle yüklü on eşek, yolculuk için buğday, ekmek ve azık yüklü on dişi eşek gönderdi. 24 Kardeşlerini yolcu ederken onlara, "Yolda kavga etmeyin" dedi. 25 Yusuf'un kardeşleri Mısır'dan ayrılıp Kenan ülkesine, babaları Yakup'un yanına döndüler. 26 Ona, "Yusuf yaşıyor!" dediler, "Üstelik Mısır'ın yöneticisi olmuş." Babaları donup kaldı, onlara inanmadı. 27 Yusuf'un kendilerine bütün söylediklerini anlattılar. Kendisini Mısır'a götürmek için Yusuf'un gönderdiği arabaları görünce, Yakup'un keyfi yerine geldi. 28 "Tamam!" dedi, "Oğlum Yusuf yaşıyor. Ölmeden önce gidip onu göreceğim." [Tekvin, 46. Bab] Yakub peygamberin, 86. ayette geçen "Ben size demedim mi, ben Allah’tan sizin bilmediklerinizi bilirim" ifadesini 96. ayette de tekrarladığı görülmektedir. Onun bu ifadesinden, yaşanan olayların arkasında dışa vurulmamış sırların olduğu anlaşılmaktadır. 97. ve 98. ayetlerin verdiği bir başka mesaj da, hakkında hüküm varit olmamış kimselerin günahı için Allah'tan af ve mağfiret dilenebileceği hususudur. Hakkında hüküm varit olanlar için istiğfarda bulunulamayacağı ise ayetle belirlenmiştir: Cehennem ashabı oldukları kendilerine iyice belli olduktan sonra, peygambere ve iman etmiş kişilere, -akraba bile olsalar- müşrikler için istiğfar etmek yoktur. İbrahim'in babası için istiğfar etmesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun Allah için bir düşmanı olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan [istiğfardan] vazgeçti. Şüphesiz İbrahim çok içli, çok halim birisi idi. [Tövbe/113, 114]
99) Ne zaman ki onlar Yûsuf'un yanına girdiler, işte o zaman Yûsuf anasını ve babasını kucakladı, bağrına bastı, yanına aldı ve "Allah'ın dilemesiyle güven içinde Mısır'a girin!" dedi.
100) Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi boyun eğip teslimiyet göstererek o'nun için yere kapandılar. Ve Yûsuf: "Babacığım! İşte bu durum, o gördüğümün te'vîlidir. Gerçekten Rabbim onu hak kıldı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediği şeye armağan vericidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyanın ta kendisidir."
101) -"Rabbim! Sen bana hükümdarlık verdin ve bana olacakların/sözlerin ilk anlamlarının ne olacağı bilgisinden öğrettin. Gökleri ve yeri yoktan var eden! Sen benim dünya ve âhirette yardım edenim, koruyanımsın, benim canımı Müslüman olarak al ve beni sâlihler arasına kat!-
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre Yakub ailesi Mısır’a gitmiş ve Yusuf peygamber tarafından şehrin dışında karşılanmıştır. Mevdudi’nin tespitleri, bu karşılamanın bir tören şeklinde olduğu yolundadır: Talmud'a göre "Yusuf babasının yolda olduğunu öğrenince dostlarını, subaylarını ve gözalıcı elbiselerle donatılmış ülke askerlerini bir araya topladı. Yakub peygamberi yolda karşılamak ve Mısır'a kadar eşlik etmek için büyük bir topluluk teşekkül ettirdi. Müzik ve mutluluk her yanı kaplamıştı; herkes, kadınlar ve çocuklar bu muhteşem gösteriyi izlemek üzere evlerin çatılarına çıkmıştı." [H. Polano, sh. lll] [Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an] 100. ayette geçen "secde" tapma anlamında olmayıp o günkü saygıyı ifade etmektedir. Sözcük burada terimsel değil sözcük anlamında kullanılmıştır. Kıssa, Yusuf peygamberin babasına hitaben söylediği nutkun ardından, 101. ayette yine onun Allah’a yaptığı dua ile sona ermektedir.
102) İşte bu, sana vahyettiğimiz görmediğinin, duymadığının, bilmediğinin haberlerindendir. Yoksa onlar yapacaklarına karar verip kötü plân yaparlarken sen onların yanında değildin.
Yusuf kıssasının detaylı olarak veciz ve beliğ bir ifade ile anlatılmasından sonra, 102. ayette, bu anlatılanlara işaret edilerek, bunların Allah elçisine vahy ile bildirilen gayb haberleri olduğu açıklanmaktadır. Tüm Mekke halkının bildiği ve Kur’an’da da açıklandığı gibi, peygamberimiz, İsrail öykülerine hiç ilgi duymadığı için bunları okumuş veya dinlemiş değildi. Onun bu hikâyelerden anlattığı da hiç duyulmamıştı. Mekkeli müşriklerin halk arasında Kur’an’ı peygamberimizin kendisinin uydurduğu yalanını yaymaya çalıştıkları bir sırada, bu kıssa veciz ve beliğ bir şekilde birden peygamberimizin dilinden dökülüvermişti. Oysa bu kıssayı bütün detaylarıyla ve Yahudi belgelerine uygun olarak peygamberimizin düzmesi mümkün değildi. Çünkü Arapların elinde bu kıssaya ait yazılmış bir metin yoktu. O hâlde, sadece Yusuf kıssası değil, Kur’an’da yer alan diğer kıssalar da gayb haberlerindendi ve Allah’ın ona vahyettikleriydi: * İşte bu, algılama imkânının olmadığı, geçmişin önemli haberlerinden sana vahyettiklerimizdir. Ve Meryem'e hangisi kefil olacağına kalemlerini atarlarken sen yanlarında değildin. Onlar tartışırlarken de sen yanlarında değildin. [Âl-i İmran/44] * Ve Mûsâ'ya o emri gerçekleştirdiğimiz sırada sen batı yönünde değildin. Hazır bulunanlardan, görenlerden de değildin. Ama Biz nice nesiller var ettik de, onların ömürleri uzadıkça uzadı. Sen onlara âyetlerimizi okuyarak, Medyen halkı arasında bulunanlardan da değildin; Fakat Biz elçi gönderenleriz. Ve Biz, seslendiğimiz zaman, Tûr'un yanında da değildin. Tersine senden önce kendilerine uyarıcı/peygamber gelmeyen bir toplumu uyarman için ve kendi ellerinin yaptıklarından dolayı başlarına bir fenalık geldiğinde hemen, "Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, âyetlerine uysak ve mü’minlerden olsak" diyemesinler, onlar öğüt alsınlar diye Rabbinden bir rahmet olarak... orada geçenleri sana bildirdik, seni elçi olarak gönderdik. [Kasas/44-47] * De ki: "O; Kur’an, çok büyük, önemli bir haberdir. Siz ondan yüz çeviriyorsunuz. Onlar birbirleriyle tartışırken, benim "en üstün şeylerin doldurulduğu; Kur’ân'a dair bir bilgim yok idi. Ancak ben, evet ben apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor." [Sad/67-70]
103) Sen şiddetle arzulasan da, insanların çoğu iman ediciler değildir.
104) Ve sen buna karşılık onlardan herhangi bir ücret istemiyorsun. Kur'ân, âlemlere sadece bir öğüttür.
105,106) Ve göklerde ve yerde nice alâmetler/göstergeler var, onlar ondan uzak duran kimseler olarak üzerlerinden gelir geçerler. Onların çoğu, ortak koşmadan Allah'a iman etmezler.
Peygamberimizin teselli edilip Mekkeli müşriklerin şiddetle kınandığı bu ayetlerde, hiçbir ücret istemeden, insanların iman etmeleri için yanıp tutuşan ve onlara öğüt olan bir kitapla yanaşan peygamberimiz ile, yer ve göklerdeki binlerce ayeti görmezden gelerek çiğneyip geçen ve çoğu inanmayacak olan Mekkeli müşriklerin durumları beraberce nakledilmektedir. Bu ayetler öncelikle Mekke müşriklerine işaret ediyor olmakla beraber, taşıdığı mesaj bu tür inançsızların her çağda bulunması sebebiyle tüm insanlığa yöneliktir. Yüce Allah’ın 106. ayetteki "Onların çoğu, şirk koşmadan Allah’a iman etmezler" hükmü, üzerinde durulması ve iyi değerlendirilmesi gereken bir ifadedir. Çünkü şirk koşmak, inançsız insanlar için değil, Kur’an’da birçok ayette belirtildiği gibi, Allah’ın varlığına inanan ama O’nun rabbliğini [her şeyin programlayıcısı olma niteliğini] tanımayan insanlar arasında söz konusu olan bir sapıklıktır: 61Yine ant olsun ki onlara sorsan: "Gökleri ve yeri kim oluşturdu, güneşi ve ay'ı kim kontrol altına aldı/kulların yararlanacağı yapı ve özellikte kim yarattı?" Kesinlikle, "Allah" diyeceklerdir. O hâlde nasıl çevriliyorlar? [Ankebut/61] 63Ve andolsun, eğer onlara sorsan: "Kim gökten suyu indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti?" Kesinlikle, "Allah" diyeceklerdir. De ki: "Tüm övgüler, Allah'a özgüdür; başkası övülemez." Tersine onların çoğu akıllarını kullanmazlar. [Ankebut/63] 87Yine andolsun ki, onlara kendilerini kimin oluşturduğunu sorsan, kesinlikle: "Allah" derler. O hâlde nasıl çevriliyorlar! [Zühruf/87] 25Yine andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri kim oluşturdu?" diye sorsan, kesin "Allah" diyeceklerdir. De ki: "Tüm övgüler, Allah'adır; başkası övülemez!" Aslında onların çoğu bilmezler. [Lokman/25] 31,32De ki: "Sizi gökten ve yeryüzünden kim rızıklandırıyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim sahip oluyor, bunların sahibi kim? Ve ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Ve işleri kim düzenliyor?" Hemen "Allah" diyecekler. O zaman de ki: "O hâlde hâlâ Allah'ın koruması altına girmeyecek misiniz? Öyleyse işte O, sizin gerçek Rabbiniz Allah'tır. Artık, gerçekten sonra sapıklıktan başka ne olabilir! O hâlde nasıl da çevriliyorsunuz?" [Yunus/31, 32] 84De ki: "Eğer biliyorsanız, bu yeryüzü ve onun içindeki kimseler kime aittir?" 85Onlar: "Allah'a aittir" diyecekler. "Öyle ise siz düşünüp taşınmaz mısınız?" de. 86De ki: "Yedi göklerin Rabbi ve çok büyük tahtın Rabbi kimdir?" 87Onlar, "Allah'ındır/Allah'tır" diyecekler. Sen: "Öyleyse Allah'ın koruması altına girmeyecek misiniz?" de. 88De ki: "Eğer biliyorsanız; her şeyin mülkiyeti ve yönetimi Kendisinin elinde olan ve Kendisi her şeyi koruyup kollayan; fakat Kendisi korunmayan kimdir?" 89Onlar, "Allah'ındır/Allah'tır" diyecekler. Sen: "Öyle ise nasıl büyülenirsiniz?" de. 90Aslında Biz onlara hakkı getirdik, onlar ise kesinlikle yalancıdırlar. [Müminun/84-90] Ayetlerde belirtildiği gibi, günümüzde de, Allah’a inanan ama çeşitli hareketleriyle şirke düşen kimseler vardır. 106. ayetle ilgili olarak yapılan bir diğer açıklama ise şudur: Onlar, kendilerini helak edici musibetten kurtarması için Yüce Allah’a dua ederler. Ama Allah onları kurtardığı vakit, Allah'ın koruyup himaye etmesini başka bir şeye nispet ederek ya "Filan kişi olmasaydı kurtulamazdık", "Köpek olmasaydı hırsız evimize girerdi" gibi sözler söylerler, ya da verilen nimete yüz çevirip yan çizerler: 12Ve insana sıkıntı dokunduğu zaman, yan yatarken, otururken, dikilirken Bize kesinlikle yalvarır. Kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi de sanki kendisine dokunan o sıkıntı için Bize hiç yalvarmamış gibi aldırmadan geçip gider. Sınırı aşanlara yaptıkları şeyler işte böyle süslenmiştir. [Yunus/12] 51Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman o yüz çevirir, yan çizer. Kendisine bir kötülük dokunduğu zaman da geniş geniş dua sahibidir; yalvarır da yalvarır. [Fussılet/51] İnsan doğasında bulunan "netameli bir durumla karşılaşınca yalnızca Allah’a sığınma, feraha kavuşunca da şirke bulaşma" eğilimi insanın genel karakterinde mevcuttur. 189O, sizi bir candan oluşturan ve ondan da, kendisine ısınsın diye eşini yapandır. Ne zaman ki o, onu örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki hanım ağırlaştı, hemen o ikisi Rablerine dua ettiler: "Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen, andolsun ki kesinlikle karşılığını ödeyenlerden olacağız." 190Ne zaman ki o ikisine sağlıklı bir çocuk verdi, o ikisine verdiği şey hakkında O'nun için ortaklar edindiler. Onların ortak koştuğu şeylerden Allah arınıktır, yücedir. [A’raf/189, 190] 9-11Ve eğer, sabreden ve düzeltmeye yönelik işleri yapan kişilerin –işte bunlar, bağışlanma ve büyük ödül kendileri için olanlardır– dışındaki insanlara, tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak, kuşkusuz o umutsuzdur, çok nankördür. Ve eğer, kendisine dokunan mutsuzluktan sonra, ona mutluluğu tattırsak, elbette, "Kötülükler benden gitti" der. Ve kuşkusuz o, şımarıktır, böbürlenen biridir. [Hud/9-11] Kur’an’da konumuz olan ayetin üslûbunu taşıyan ve Hud suresinin yukarıda verdiğimiz ayetlerinin tefsiri mahiyetinde olan daha birçok ayet (Tövbe/75, 76, Yunus/22, 23, Nahl/53, 54, Lokman/31, 32, Rum/33, Ankebut/65, İsra/67) vardır. Rabbimiz bu şirk psikolojisini Duhan suresinde de örneklemiştir: 8Ondan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, yaşatır ve öldürür, sizin Rabbinizdir, sizden önceki atalarınızın da Rabbidir. 9Tersine onlar, yetersiz bilgi içinde oynayıp duruyorlar. 10,11Şimdi sen, göğün, apaçık bir kıtlık getireceği günü gözetle. O kıtlık insanları sarıp sarmalar. Bu, elem verici bir azaptır. 12Rabbimiz! Bizden azabı kaldır. Şüphesiz biz artık kesinlikle inananlarız. 13,14Nerede onlarda öğüt almak? Hâlbuki kendilerine açıklayıcı bir elçi gelmişti. Sonra ondan yüz çevirdiler ve "Öğretilmiş bir deli/gizli güçlerce desteklenen biri!" dediler. 15Şüphesiz Biz azabı birazcık kaldırırız, siz kesinlikle dönenlersiniz. 16En büyük bir yakalayışla yakalayacağımız gün, şüphesiz Biz, suçluyu yakalayıp ceza vererek adaleti sağlayanlarız. [Duhan/8-16]
107) Yoksa bunlar Allah'ın azabından hepsini saracak bir felaket gelmesinden veya farkında değillerken ansızın kendilerine saatin/kıyâmetin kopuş anının gelmesinden güven içinde midirler?
Bu ayette, müşrikler, duyarsızlıklarından dolayı, yani bunca ayetten ibret almadıkları, akıllarını başlarına toplamadıkları, vahye kulak vermedikleri, öğütleri dinlemedikleri için kınanmaktadırlar. Bir soru cümlesi olmasına rağmen ayetin tek cevabı vardır: İnsanlar, elbette ki, hepsini saracak bir felaketin veya ecellerinin gelmesinden güvende değildirler. Öyleyse, insanlara yaraşan, bu gerçeğin bilincinde olarak yaşamak ve böyle bir bilinçle hareket etmektir. Rabbimiz bu uyarıyı birçok ayette tekrarlamıştır: 97-99Acaba o kentlerin halkı, geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmesinden güvende oldular mı? Yoksa o kentlerin halkı, kuşluk vakti anlamsız işlerle uğraşırlarken onlara azabımızın geleceğinden güvende oldular mı? Öyleyse Allah'ın ince plânından güvende oldular mı? Ziyana uğramış topluluktan başkası Allah'ın ince plânından kendini güvende görmez. [A’raf/97-99] 45-47Peki sinsice kötülükleri plânlayanlar, Allah'ın kendilerini yere batırmayacağından yahut bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden yahut onlar dolaşıp dururlarken Allah'ın, kendilerini yakalayıvermesinden, –üstelik onlar, âciz bırakanlar da değillerdir– yahut da kendilerini azar azar/korku içinde yakalamasından emin mi oldular? İşte, şüphesiz sizin Rabbiniz, kesinlikle çok şefkatlidir, çok merhametlidir. [Nahl/45-47]
108) De ki: "İşte bu, benim yolumdur; aklın, bilginin, sağduyunun gereği olarak Allah'a davet ediyorum. Ben ve bana uyanlar... Ve Allah arınıktır. Ve ben ortak koşanlardan değilim."
103. ayetten beri yapılan açıklamalardan sonra, Rabbimiz, inkârcılar ne yaparlarsa yapsınlar, bu işi bilen ve inanan bir tebliğci olarak peygamberimizden Mekkeli müşriklere [dolayısıyla da tüm insanlara] nezaketle davetini sürdürmesini istemektedir: "İşte bu, benim yolumdur; basiret üzere [aklın, bilginin, sağduyunun gereği olarak] Allah'a davet ediyorum. Ben ve bana uyanlar... Ve Allah münezzehtir. Ve ben müşriklerden değilim."
109) Ve Biz senden önce de yalnızca, kentlerin kendi halkından, kendilerine vahyettiğimiz birtakım olgun kişileri elçi olarak gönderdik. Şimdi o yerlerde şöyle bir gezip dolaşmadılar mı? Ki kendilerinden önce gelip geçenlerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna bir baksalar! Elbette âhiret yurdu Allah'ın koruması altına giren kişiler için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?
Bu ayetlerde, elçi gönderme konusunda kendilerince ilahî bir yasa olduğu ve bu yasaya göre elçilik görevinin bir beşere verilmeyeceği iddiasıyla peygamberimize karşı çıkan müşriklere cevap verilmektedir. Bu cevapta, daha evvelki toplumlara da kendi aralarından elçiler gönderilip uyarıda bulunulduğu, yapılan davete kiminin uyup kiminin uymadığı o eski toplumlardan hiçbirinin kalmadığı, dolayısıyla Mekkeli müşriklerin de bir gün hesap vermek üzere Allah’a dönecekleri bildirilmektedir. Bizim "bir takım kişiler" olarak çevirdiğimiz " رجالrical" sözcüğünü bazıları "erkekler" olarak anlamış ve buradan hareket ederek peygamberlerin sadece erkekler arasından seçildiğini, kadınların peygamber olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Bazıları da Hud suresinde İbrahim peygamberin karısı ile konuşan elçileri "melek" olarak kabul etmiş ve meleklerle konuştuğu için de İbrahim peygamberin karısını peygamber saymışlardır. Gerek Kasas/7’de Allah’ın vahyettiğini bildirdiği Musa peygamberin annesi, gerekse Âl-i Imran/42, 43’de anlatılan olaydan dolayı İsa (as)’ın annesi Meryem, aynı gerekçeyle peygamber sayılmıştır. Buna karşı çıkarak üç kadının da peygamber olmadığını ileri sürenler ise peygamberimize isnat edilmiş olan "kadınlardan peygamber yoktur, sıddıkalar vardır" rivayetini iddialarının doğruluğuna delil göstermişlerdir. Bize göre bu konudaki karışıklığın giderilmesi için ayette geçen "rical" sözcüğünün tahlili gerekmektedir. الرّجلRACÜL "Racül" sözcüğü genelde "erkek [kadının karşıtı]" anlamında kullanıldığı için bazı ayetlerde yanlış anlamalara sebep olmaktadır. Dolayısıyla sözcük hem Arap dilindeki hem de Kur’an’daki kullanımı dikkate alınarak tahlil edilmelidir. Arapçada " الرّجلracül", "insan nev’inden erkek" demek olup "kadın"ın karşıtıdır. "Çocukluk dönemini geçince, ihtilam olmaya başlayınca, delikanlı olunca racül olur" da denilmiştir. [Lisanü’l-Arab; c: 4, s: 84, Tacü’l-Arus; c: 14, s: 263] Dil kitaplarındaki tahlillere bakıldığında, sözcüğün "ayak" anlamına gelen "ricıl" sözcüğü gibi "rcl" kökünden türediği, bu kökten türeyen sözcüklerin de esas anlamları itibariyle "ayak" anlamı ekseninde oluştukları görülür. Mesela "rical" sözcüğü "ayakları ile yürüyen" anlamından gelişmiştir. "Racül" sözcüğünün çoğulu olan " رجالrical" sözcüğü ile, "رجِلr ricıl" sözcüğünün türevlerinden olan ve "yaya yürümek, piyade" anlamında kullanılan " رجالrical" sözcükleri aynı olup sözcüğün hangi anlama geldiği ancak cümle içindeki kullanımından ayırt edilmektedir. Mesela Bakara/239 ve Hacc/27’de bu sözcük "yaya" anlamında kullanılmıştır. Bu geniş anlamdaki kullanımıyla sözcük, erkek-kadın ayırımı içermeksizin insan türüne verilmiş bir sıfat konumundadır. Daha sonraları anlam daralması olmuş ve sözcük daha çok insanın "erkek" cinsi için kullanılır olmuştur. Allame İbnü’l-Menzur’un tespitlerine göre, Ebu Zeyyad el-Kilabi " فتهايج الرّجلان fetehâyece’r-racülâni [iki racül birbirini kandırdı]" derken, "iki racül" ile kendini ve eşini kastediyordu. [Lisanü’l Arab; c: 4, s: 83] Bu tespit aslında "racül" sözcüğünün erkek ve kadın için kullanıldığını göstermektedir. Zebidi de Tacü’l-Arus’ta, Muhkem’de "racl" sözcüğünün "olgunluk ve sertlik" ifade eden bir sıfat olduğundan, " رجل ابوه رجلracülün ebûhü racülün [erkek oğlu erkek]" deyimlerinden bahsedildiğini nakleder. [Tacü’l-Arus; c:14, s: 263] Buradan da, insana "racül" denmesinin onun olgunluğundan, çetinliğinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bu yönüyle de "racül" sözcüğü, kadın erkek ayırımı içermeksizin "olgun insan" anlamındadır. Benzer şekilde Türkçede de "erkek" sözcüğü, olgunluğun, çetinliğin, yiğitliğin, mertliğin ifadesi olarak, kadın-erkek ayırımı içermeksizin, her iki cins için de "sözünde duran, güç durumlarda arkadaşlarından ayrılmayan, olgun" anlamında kullanılır. Mesela "Erkeklik sende kalsın!" ifadesindeki "erkeklik" sözcüğünün cinsiyetle alakası olmadığı gibi, "Erkek kızmış vesselam!" ifadesi de oldukça yaygın bir kullanımdır. KUR’AN’DA "RACÜL" Kur’an’da " ر ج لrcl" kökünden türemiş sözcük sayısı 73 olup bunların 18 tanesi tekil, tesniye ve çoğul olmak üzere "ayak" anlamındaki "ricıl" kalıbındandır [Bakara/239, Hacc/27, Sad/42, Nur/24, 31, 45, A’raf/124, 195, Maide/6, 33, 66, En’am/65, Ta Ha/71, Şuara/49, Ankebut/55, Ya Sin/65, Mümtehıne/12, İsra/64]. "Erkek" anlamındaki "racül" sözcükleri Kur’an’da nekre [belirtisiz] ve marife [belirli] olmak üzere iki şekilde kullanılmıştır. Marife olarak kullanılanları ve bu sözcüğün karşıt cinsi ile birlikte kullanılanları, açıkça kadın cinsinin karşıtı olan "erkek" anlamındadır [Bakara/282, Nisa/1, 12, 32, 34, 85, 98, 176, A’raf/81, Fetih/25]. Nekre olanların tümü ise mutlak anlamda "olgun insan, adam" anlamında kullanılmıştır [A’raf/46, 48, 63, 69, 155, Yunus/2, Hud/78, Müminun/25, 38, Kasas/20, Ahzab/4, 23, 40, Sebe/7, 43, Ya Sin/20, Zümer/29, Mümin/28, Zühruf/31, En’am/9, İsra/47, Kehf/28, 32, Furkan/8, Maide/23, Nahl/43, 76, Yusuf/109, Nur/37, Cinn/6, Sad/62, Tövbe/108]. Bunlardan bir kaçının meali aşağıdadır: 46Aralarında da bir perde vardır. Ve Kur’ân bölümleri üzerinde bilgisi olan kimseler, onların hepsini alâmetlerinden tanırlar. Ve Kur’ân bilgisine sahip kimseler, cenneti umup da henüz girmemiş olan cennet ashâbına seslenirler: "Selâm olsun size!" [A’râf/46] 48,49Kur’ân bölümleri bilgisine sahip kimseler, alâmetlerinden tanıdıkları kimselere seslenip, "Topluluğunuz ve büyüklendiğiniz şeyler size yarar sağlamadı, Allah'ın, rahmetine –ki bu rahmet, Allah'ın "Girin cennete, size kaygı yoktur, üzülmeyeceksiniz de" diye verdiği sözdür– erdirmeyeceğine yemin ettikleriniz, şunlar mı?" derler. [A’raf/48, 49] 36-38Allah'ın, yükseltilmesine, içerisinde, Kendi isminin anılmasına izin verdiği evlerde, devamlı olarak Kendisini arındıran öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş onları, Allah'ı anmaktan, salâtı ikame etmekten [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaktan, ayakta tutmaktan] ve zekâtı/vergilerini vermekten alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine armağanlarından artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır. [Nur/37] 4Allah, bir er kişinin göğüs boşluğu içinde iki kalp yapmadı; insan hem mü’min hem kâfir olmaz, mutlaka bundan biridir. Ve Zıhar’da bulunduğunuz; kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız eşlerinizi de sizin anneleriniz olarak kabul etmedi. Evlâtlıklarınızı da sizin öz çocuklarınız saymadı. Bu, sizin ağzınızla söylemenizdir. Allah ise hakkı söyler. Ve Yol'a kılavuzlar. [Ahzab/4] 23,24Mü’minlerden öyle kimseler vardır ki, Allah'a, imanları gereği yapmaları gereken şeylere sadakat gösterdiler. İşte onlardan kimisi adağını gerçekleştiren/canını veren kimsedir, kimi de bekleyen kimsedir. –Onlar, Allah'ın doğru kimseleri doğrulukları sebebiyle ödüllendireceği, dilerse münâfıklara da azap edeceği veya tevbe nasip edeceği için, özgürce davranıp davranışlarında değişiklik yapmadılar.– Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. [Ahzab/23] Bu örneklerdeki "racül, rical" sözcüklerinin "erkek, erkekler" olarak çevrilmesi sorun oluşturacağından, kesinlikle uygun değildir. Bize göre bu sözcükler "olgun kişi, kişiler, kimse, kimseler, adam, adamlar" olarak çevrilmelidir. Konumuz olan ayete dönülecek olursa, bize göre bu ifade ile kendilerine vahyedilen elçilerin mutlaka erkek oldukları değil, yeryüzünde yaşayanlardan oldukları açıklanmakta ve müşriklerin "beşerden elçi olmaz, elçi melek olmalı" şeklindeki düşünceleri reddedilmektedir. Nitekim bu husus başka ayetlerde çok açık ifadelerle belirtilmiştir: 20Biz, senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik. Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için saflaştırmak için sıkıntı malzemesi yaptık. –Sabrediyor musunuz!– Ve senin Rabbin çok iyi görendir. [Furkan/20] 8Ve Biz o elçileri yemek yemez birer ceset yapmadık. Onlar sürekli kalıcılar/ölümsüz de değillerdi. 9Sonra Biz onlara, verdiğimiz o sözü yerine getirdik. Böylece onları ve dilediğimiz kimseleri kurtardık. Aşırı gidenleri de değişime/yıkıma uğrattık. [Enbiya/8, 9] "Kadın elçi olmaz" hükmü verenlerin, bu iddialarına, Rabbimizin Kur’an’da bizi haberdar ettiği elçiler arasında kadın elçi bulunmamasını gerekçe göstermeleri bize göre yeterli değildir. Çünkü Rabbimiz, gönderdiği elçilerin sayısını ve tümünün kimliğini bize bildirmemiştir: 163-165Şüphesiz Biz, Nûh'a ve O'ndan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a, torunlarına, Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a, daha önce kendilerini sana anlattığımız elçilere, kendilerini sana anlatmadığımız elçilere, elçilerden sonra insanların Allah'a karşı bir delilleri olmasın diye, müjdeciler ve uyarıcılar olarak vahyetmiştik. Dâvûd'a da Zebur'u verdik. Ve Allah, Mûsâ'ya söz söyledikçe söyledi/onu yaraladıkça yaraladı, çok sıkıntı çektirdi. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Nisa/163-165] 78Ve ant olsun ki Biz senin önünden nice elçiler gönderdik. Onlardan kimini sana anlattık, onlardan kimini de anlatmadık. Hiçbir elçi, Allah'ın izni/bilgisi olmaksızın bir alâmet/gösterge getiremez. Artık Allah'ın emri gelince de hak ile gerçekleştirilir. Bâtılcılar, işte burada kayba, zarara uğrayıp acı çektiler. [Mümin/78] Bu durumda, Rabbimizin bize bildirmediği elçiler arasında kadın elçilerin olması da mümkündür. Ayetteki "Ve Biz senden önce de yalnızca, kentlerin ehlinden [kendi halkından], kendilerine vahyettiğimiz birtakım kişileri elçi olarak gönderdik" ifadesinden, Rabbimizin yerleşik düzende yaşamayanlardan elçi göndermediği anlaşılmaktadır. Bu, bedevilerin kentlilere göre bilgi, eğitim, anlayış yönünden daha düşük seviyede olmalarından kaynaklanıyor olsa gerektir. Çünkü bu nitelikteki kişilerin diğer insanlarla ilişki kurmakta, anlaşmakta zorlanacakları ortadadır. (Elçilerin, kendilerine indirileni insanlara açık seçik tebliğde bulunabilecek nitelikte olduklarına Nahl/43, 44’te işaret edilmiştir.) Rabbimiz, elçi gönderme sünnetini açıkça beyan ettikten sonra, ayette ayrıca daha evvel peygamber gönderdiği toplumların yaşadıkları yerlerin gezilip araştırılmasını, oralardan ibret alınmasını istemiştir. Bu husus birçok ayette konu edilmiştir: 46Peki onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki kendilerinin, akıl edecekleri kalpleri ve işitecekleri kulakları olsun. İşte, şüphe yok ki, gözler kör olmaz, fakat göğüslerin içindeki kalpler kör olur. [Hacc/46] 36Ve ant olsun ki Biz her ümmete, "Allah'a kulluk edin ve tağuttan sakının" diye bir elçi gönderdik. Artık Allah, bu ümmetlerden bir kısmına doğru yolu gösterdi, bir kısmına da sapıklık hak olmuştur. Şimdi yeryüzünde bir gezip dolaşın da bakın yalanlayanların sonu nasıl olmuş? [Nahl/36] 82Daha yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş bir bakmazlar mı? Onlar kendilerinden hem daha çok, hem de kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerinin sağlamlığı bakımından daha çetin idiler. Öyle iken o kazandıkları şeyler, kendilerine yarar sağlamadı. [Mümin/82] 9Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; yeryüzünü kazıp altüst etmişler, onu bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi. Elçileri de onlara nice açık delilleri getirmişlerdi. O hâlde Allah onlara haksızlık edecek değildi, fakat onlar şirk koşarak kendilerine haksızlık etmekteydiler. [Rum/9] Ayrıca Âl-i Imran/137, Neml/69, En’am/11, Muhammed/10, Rum/42, Fatır/44, Mümin/21’e de bakılabilir.
110) Sonunda elçiler ümit kesecek hâle gelince ve kendilerinin yalanlandıkları kanaatine varınca, kendilerine yardımımız geldi. Sonra da dilediklerimiz kurtarıldı. Ve suçlular topluluğundan Bizim azabımız geri çevrilemez.
Bu ayette, daha önceki peygamberlerin var güçleriyle çaba harcadıkları halde yalanlandıkları kanaatine vardıkları; Allah’ın yardımının da tam o toplumlardan ümit kestikleri bir anda geldiği belirtilerek Rabbimizin çağrıya uymayanlardan dilediklerini helak ettiği, dilediklerini de kurtardığı Kur’ân’da (Bakara/214, Saffat/171-173, Mücadile/21, Muhammed/7, Fetih/4), Âl-i Imran/139, Mümin/51, 52) bildirilmektedir. Bu ayette geçen "الظّنّ zann" sözcüğü "اليقين yakin [kesin bilgi]" anlamındadır. Bu anlama göre ayet şu şekilde takdir edilebilir: "O peygamberler, ümmetlerinin kendilerini yalanladıklarını, artık bundan sonra onlardan imanın sadır olamayacağını iyice anladılar. İşte o zaman onlara beddua ettiler."
111) Andolsun ki Yûsuf, babası, kardeşleri kıssalarında kavrama yeteneği olanlar için bir ibret vardır. Kur'ân, uydurulan bir söz değildir. Ancak sadece, içinde konu edilenlerin doğrulaması, inananlar için her şeyin ayrıntılı açıklaması, bir yol gösterme ve rahmettir.
Kur’an’daki kıssaların tarih bilgisi vermek için değil de öğüt vermek amacıyla anlatıldığı bu ayette de vurgulanmıştır. Birer öğüt olmaları hasebiyle Kur’an’daki kıssaların insanlara ne gibi yararlar sağlayacağı, A’râf/58’in tahlilinde açıklanmıştı. Bu açıklamaların tekrar okunmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz. 111. ayet ile ilgili olarak Mukatil şu olayı nakletmiştir: Aralarında Ka’b b. Eşref, Ahtab’ın oğulları Huvey ve Cudey, Numan b. Evfa, Amr, Bahira, Gaza, Samuel ve Malik b. Dayf’ın da bulunduğu bazı Yahudiler, Nebi’nin Yusuf’u zikrettiğini duydular. Fakat İbnü’l Hadrami’nin kölesi Cebr, Yesar, Ebu Fukayhe ve Abbas dışında kimse Nebi’ye iman etmedi. Oysa Yusuf’un ve durumunun zikredildiği buyrukları işitmeleri, soranlar için ayetler/işaretler ihtiva ediyordu. Çünkü Yahudiler Nebi’ye Yusuf’un durumuna dair sual sormuşlardı. Bu işittikleri de Yusuf’un durumunu soranlar için bir alametti. Yusuf, kendi döneminde diğer insanlara güzelliğiyle üstün kılınmıştı. Öyle ki, dönemindeki insanlara güzellik hususundaki üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibiydi. [Mukatil] Surenin ve ayetin son cümlesi olan "Bu, uydurulan bir söz değildir. Ancak kendinden evvelkilerin tasdiki, inananlar için her şeyin detaylandırılması, bir yol gösterme ve rahmettir" ifadesi, Kur’an’a yöneliktir. Bu ifadede Kur’an’ın şu özellikleri ön plana çıkarılmıştır: - Kur’an, uydurulmuş değildir. - Kur’an, kendinden öncekileri tasdik eder. - Kur’an, her şeyi açıklamaktadır. - Kur’an, iman edenler için bir rehberdir. - Kur’an, inananlar için bir rahmettir. Kur’an’ın bu özelliklerini vurgulayan yüzlerce ayet vardır. Gerek sayılarının çokluğu, gerekse başka konularda da örnek verilmiş olmaları nedeniyle nakillerine gerek görmüyoruz.