Zâriyât

1,2,3,4,5,6) O tozuttukça tozutanlar, arkasından ağırlığı taşıyanlar, sonra kolaylıkla akanlar, sonra da bir emri paylaştıranlar[#278] kanıttır ki şüphesiz tehdit olunduğunuz o şey, kesinlikle doğrudur. Şüphesiz yapılanların karşılıklarını verilmesi de kesinlikle gerçekleşecektir.
Sure kasem cümlesi ile başlamıştır. Altı ayetten oluşan pasajda ardı ardına getirilen bir takım olgulara kasem edilmiş; böylece bu olgular referans gösterilmek suretiyle vaat olunanların [yeniden yaradılış, dirilme, haşir ve hesap görme tehdidinin] doğru olduğu kanıtlanmıştır. Buna göre, kesinlikle kıyamet kopacak, herkes ettiğini bulacak ve amellerinin karşılığını alacaktır.

Pasajda arka arkaya gelen ifadelerin Allah’ın evrendeki ayetlerini mi yoksa Kur’an ayetlerini mi nitelediği konusundaki kanaatimiz, her ikisinin de kast olunmuş olabileceği yönündedir. Bu nedenle, söz konusu ifadelerin iki açıdan da değerlendirilmesinin doğru olacağı görüşündeyiz:

1- Niteleyici İfadelerin Evrendeki Olaylarla İlişkisi:

Rabbimiz, suyun tabiattaki her zaman hayranlıkla izlenen döngüsüne dikkat çekmektedir. Deniz, göl, akarsu ve en büyüğünden en küçüğüne kadar tüm su birikintilerinden ısı nedeniyle kalkan buharlar, rüzgârlar vasıtasıyla sürüklenip milyonlarca tonluk yük [yağmur bulutu] haline gelmekte, sonra da değişik yerlere paylaştırılarak yeryüzüne indirtilmektedir. Yağmur olarak yeryüzüne inen bu suyla da ölü toprak yeniden canlandırılmaktadır. Bu döngünün ölü tabiata sağladığı "yeniden canlanma" olgusu, ölen insanların da yeniden dirilmelerinin mümkün olduğunu gösteren en büyük kanıtlardandır.

48Allah, rüzgârları gönderendir. Sonra rüzgârlar, bir bulutu savururlar. Sonra Allah, onu gökyüzünde nasıl dilerse öyle yayar ve onu parça parça yapar. Sonra da sen, onun derinliklerinde yağmur çıkar görürsün. İşte Allah, onu kullarından dilediği kimselere isabet ettirdiği vakit, onlar müjdelenirler, mutlu olurlar.

49Hâlbuki onlar, önceden; daha önce üzerlerine indirilmeden evvel kesinlikle ümit kesenlerdirler.

50Öyleyse Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak; yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, kesinlikle ölüleri diriltir ve O, her şeye gücü yetendir. [Rum/48- 50]

9Ve Allah, rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete geçirip yukarılara kaldırır. Derken Biz, o bulutu ölmüş bir beldeye sürüp göndermişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte böyledir ölmüş çürümüş insanlara hayat vermek. [Fatır/9]

164Şüphesiz ki göklerin ve yerin oluşturuluşunda, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde,

insanlara yarayan şeylerle denizde akıp giden gemide,

Allah'ın semadan bir su indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde,

yeryüzünde her deprenen canlılardan yaymasında,

rüzgârları evirip çevirmesinde,

gök ile yeryüzü arasında emre hazır olan bulutta, şüphesiz akıllarını çalıştıran bir toplum için elbette alâmetler/göstergeler vardır. [Bakara/164]

57Ve O, hatırlarsınız/öğütlenirsiniz diye, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeciler/dağıtıcılar/yayıcılar olmak üzere gönderir. O rüzgârlar, yağmur yüklü bulutları yüklenince, onu kurak bir beldeye gönderir, sonra onunla suyu indiririz. Böylece onunla ürünün hepsinden çıkartırız. İşte Biz, ölüleri de böyle çıkaracağız. 58Ve güzel beldenin bitkisi, Rabbinin izniyle/bilgisiyle çıkar; kötü olandan ise yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz. İşte Biz, kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen bir toplum için âyetleri böyle türlü türlü, tekrar tekrar açıklarız. [A’raf/57]

2- Niteleyici İfadelerin Kur’an Ayetleriyle İlişkisi:

Pasajdaki niteleyici sözcüklerle Kur’an ayetlerinin kast edilmiş olması da mümkündür. Buna göre, ayetteki "tozutanlar" ve onun arkasından gelen niteleyici ifadelerden kasıt Kur’an ayetleridir. Çünkü Kur’an ayetleri, önüne ne gelirse hepsini bertaraf etmekte, önünde hiçbir batıl fikir ve eylem barınamamakta, içerdiği mesajlar gayet ağır sözlerden oluşmakta; elden ele, dilden dile, gönülden gönüle yağ gibi akmakta, herkesin her işini görmekte ve problemlerini çözmektedir. Kur’an’ın bir adı da "Ruh" olup ölü mesabesindeki kâfirlere ve tüm toplumlara hayat vermektedir.

Rabbimiz, Kur’anı, bu surede de olduğu gibi, birçok kez sure başlarında mecazî ifadeler ile tanıtmıştır:

1-7Küme küme/necm necm gönderilip de önüne gelenleri devirdikçe deviren, toplumları canlandırdıkça canlandıran, canlandırdıkça da hakkı bâtılı ayıran, özür veya uyarı olarak öğüt bırakan Kur’ân âyetleri kanıttır ki kesinlikle tehdit olunduğunuz, korkutulduğunuz şey, kesinlikle meydana gelecektir. [Mürselat/1-7]

1-5O saflar hâlinde dizilen/dizen, sonra da haykırıp sürükleyen, haykırıp sürükledikten sonra da öğüt okuyan Kur’ân âyetleri kanıttır ki sizin İlâhınız kesinlikle Bir Tek'tir. O, göklerin, yerin ve aralarındakilerin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir. [Saffat/1- 5]

1-5Evrendeki çekim kuvveti, evrendeki itme kuvveti,

yıldızlar; galaksiler; güneş, ay ve bunların kendi eksenlerinde ve bağlı olduğu yıldız çevresindeki yörüngelerde yüzmesi, bu sayede gece, gündüz ve diğer yaşam koşullarının, med-cezirin, gece-gündüzün, mevsimlerin oluşması,

tüm canlı türlerinin ve bitkilerin yaşam koşullarının ayarlanması kanıttır ki

Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler için sürekli sıkıntı, bunalım ve vicdan azabı vesilesi olan,

mü’minlere hem kolay, hem de kolaylaştıran, onlara müjdeler veren, onların mutlu olmalarını sağlayan,

elden ele, dilden dile, gönülden gönüle dolaşıp duran, hep öne geçen, önemseten ve kişisel ve sosyal tüm işleri ayarlayan, her işe ait emirlerinin, yasaklarının olması; ilkeler koyan Kur’ân âyetleri kanıttır ki,

26şüphesiz bunda; "o gün, kişinin iki gücünün/mal ve çevresinin ne takdim ettiğine bakıp/yaptıklarıyla yüz yüze gelip ve kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişinin, ‘Ah ne olaydı, ben bir toprak olsaydım’ demesinde", saygıyla, sevgiyle bilgiyle ürperti duyacak kimseler için bir ibret vardır. [Naziat/1- 3, 26]

Kur’an’daki mucize, dağlarda, taşlarda, rüzgârlarda olan mucizelerden daha yücedir. O öyle bir mucizedir ki, her an el altında ve göz önündedir. Her gün yeni bir mucizesi tespit edilmektedir. Dolayısıyla da mucizeleri kıyamete kadar tükenmeyecek bir kitaptır.

56,57Ben, bilmediğiniz ve bildiğiniz, gelmiş geçmiş herkesi yalnızca, Bana kulluk etsinler diye oluşturdum. Ben, onlardan herhangi bir rızık istemiyorum. Ben, onların Beni yedirmelerini de istemiyorum.

58Şüphesiz Allah, çok rızık verenin ta kendisidir, çok çetin kuvvetin sahibidir.

59Artık şüphesiz, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapan kimseler için arkadaşlarının payı gibi bir pay vardır. Artık acele etmesinler.

60Artık kendilerine vaat edilen günlerinden dolayı vay kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişilere! [Zariyat/56- 60]
7,8,9) Güzel yollara sahip bilginler[#279] kanıttır ki şüphesiz siz kesinlikle değişik karar içindesiniz. Değişik karardan çevrilen kişi, çevrilir.
7-9Güzel yollara sahip bilginler kanıttır ki şüphesiz

Siz müşrikler, elçiye büyücü, şair, mecnun; Kur’ân’a büyü, şiir, eskilerin masalları diyerek; bir tasdik edip bir yalanlayarak, bir ikrar edip bir inkar ederek kesinlikle değişik karar içindesiniz. O vâdedilen kıyamete ve hesaplaşmaya inanmaktan kendi isteğiyle dönen kişi döndürülür; onu kimse döndürmez.

Bu ayetlerde de yine kasem cümlesi kullanılmış ve "güzel yollar sahibi sema", müşriklerin tutarsızlığının kanıtı olarak gösterilmiştir. Gökyüzü, büyüklüğü ve haşmetiyle onu yaratan Allah’ı gereği gibi takdir edemeyen müşriklerin tutarsızlığını gösteren başlı başına bir kanıttır. Ancak "sema" sözcüğü hakikat anlamından mecaz anlamına taşındığında da yine "gökyüzünü"nün müşriklerin tutarsızlığına kanıt olduğu anlamına ulaşılabilir. Şöyle ki:

Daha evvel Büruç suresinde incelediğimiz gibi, Kur’an’da "
sema" sözcüğü mecaz olarak "Bilginler" anlamında da kullanılmıştır. Semâ sözcüğü, ‘yükseklik, yücelik' anlamındaki السّموّ - es-sümüvvsözcüğünün türevlerindendir. Her yüksek ve yüce şeye es-semâ denilir. Gökyüzüne semâdenilmesinin sebebi, yeryüzünden yukarıda olmasındandır. Her bir şeyin üstüne ve üstününe de semâ denilir. Meselâ hesaba [matematiğe] da semâdenilir. Çünkü matematik üstün bir ilimdir. Herhangi bir şeyin üst kısmına da semâdenir. Ayakkabının üstü de, evin tavanı da birer semâ'dır. Hatta bulutlara ve yağmura da semâ denmiştir. Es-semâ 'nın fiili olan semâfiili, حسيب - hasîp=ince hesap bilen, muhasebeci ve شريف - şerîf=onurlu, erdemli kimseler'in işleri için kullanılır. Bu demektir ki, iyi hesap [matematik] bilen kimseler de semâ 'dır.

Bu, "bilginler" zümresinin Mekkeli müşriklerin tutarsız, karmaşık sözlerini, kanaat ve iddialarını bin bir metotla en iyi anlayan ve bilen kimseler olduğu anlamına gelmektedir.

Kıst ile kaim olan [objektif davranan; bilgisinin gereğiyle davranan, etki altında olmayan] her bilgin Allah’a tanık olur:

18Allah, doğadaki güçler/haberci âyetler ve hakkaniyeti ayakta tutan bilgi sahipleri, şüphesiz Allah'tan başka ilâh diye bir şeyin olmadığına tanıklık etti. O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandan, en iyi yasa koyandan başka ilâh diye bir şey yoktur. [Al-i Imran/18]

Müşriklerin tutarsız, çelişik sözleri ise: Peygamber için "mecnun", "sihirbaz", "şair"; Kur’an için "düzmece", "sihir", "eskilerin masalları"; ahıret için de "öyle bir gün gelmeyecek" demeleridir.

Ayrıca bir başka çelişkileri de kıyamete ve ahırete inanmayışlarını atalarının dinine mal etmeleridir. Kendi akıllarına göre inkâr etmeyip "Biz atalarımızı bir din üzere bulduk" şeklindeki mantıksız bir mazeretle işin içinden sıyrılmaya çalışmışlardır. Hâlbuki akıllı adam başkalarının geçmişteki hatalarını sürdürmez, onları sorgular.

Ayetin sonundaki "
Ondan kendisi dönen kişi, döndürülür"" ifadesi, "O vâdedilen kıyamete ve hesaplaşmaya inanmaktan kendi isteğiyle dönen kişi döndürülür; onu kimse döndürmez" demektir.

Ayette geçen, " ا ف كe f k" fiilerinin " إفكifk" formu yalan, iftira anlamında; " أفكefk" formu "yalana dönme, sarf-ı nazar" etme demektir. (Lisanü’l Arab ve TAC) Burada da sözcük, "imandan dönme" anlamındadır.

Ayetteki " اُفِكَüfike" fiili, Saıyd b Cübeyr tarafından " اَفَكَefeke" diye okunmuştur. (Zemahşeri) Biz de bu kıraati tercih ediyoruz. Bu okuyuşa göre sözcüğün manası, "ondan döndürülen kişi döndürülür" anlamında olmayıp "Ondan kendisi dönen kişi, döndürülür" şeklinde olur. Ki şirke bulaşmış kişilerin, çevreden birinin etkisiyle veya zorlaması ile değil bizzat kendi istekleriyle, işlerine öyle geldiği için imandan dönerek şirke bulaştıkları, vâdedilenleri ve hesaplaşma gününü yalanladıkları bildirilmektedir. Nitekim bu husus birçok ayette gösterilmiştir:

161-163Artık siz ve taptıklarınız, kendiliğinden cehenneme saldıran kimseden başkasını, Allah'a karşı ateşe atamazsınız; ortak koşmaya bulaştıramazsınız. [Sâffât/161- 163]

5Aslında o insan, önünü; kalan ömrünü din-iman tanımayıp kötülüğe batmakla geçirmek istiyor: 6Soruyor: "Kıyâmet günü ne zamanmış?" [Kıyamet/5, 6]

40Ve o gün Allah, onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere: "Şunlar mı size tapıyorlardı?" diyecektir.

41Onlar: "Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim koruyucu, yol gösterici yakınımz Sensin. Tam tersi onlar gizli güçlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı" dediler. [Sebe/40, 41]

32Büyüklük taslayan kimseler, zayıf düşürülen kimselere: "Size kılavuz geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Tam tersi, siz kendiniz suçlular oldunuz" derler.

33O zayıf düşürülen kimseler de o büyüklük taslayan kimselere: "Tam tersi gecenin ve gündüzün tuzağı! Siz bize Allah'a inanmamamızı ve O'na birtakım eşler edinmenizi emrediyordunuz" derler. [Sebe/32-33]

17Ve o gün Rabbin, onları ve onların Allah'ın astlarından taptıkları şeyleri toplar da, "Siz mi saptırdınız şu kullarımı, yoksa kendileri mi o yolu kaybettiler?" der.

18O sahte ilâhlar dediler ki: "Tüm noksanlıklardan arındırırız Seni. Senin astlarından yardım eden, yol, gösteren ve koruyan yakınlar edinmek bize yaraşmaz. Ama Sen onları ve atalarını öylesine nimetlendirdin ki, Öğüt'ü/Kitab'ı terk ettiler ve değişime/yıkıma uğramaya giden bir topluluk oldular."

19İşte taptıklarınız sizi söylediklerinizde yalanladılar. Artık geri çevirmeye ve bir yardıma güç yetiremezsiniz. Ve sizden kim şirk koşarak yanlış; kendi zararına iş yaparsa, Biz ona büyük bir azabı tattıracağız. [Furkan/17- 19]

5Ve Allah'ın astlarından kıyâmet gününe kadar kendisine hiçbir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir? Üstelik tapılan kimseler, o kimselerin yalvarışlarından habersizler de.

6İnsanlar bir araya toplandığı zaman da taptıkları kimseler kendilerine düşmanlar oldular. Ve onların kendilerine tapmalarını kabul etmeyenler idiler. [Ahkaf/5, 6]

38Allah, "Sizden önce geçmiş tanıdığınız-tanımadığınız ateş içindeki önderli toplumların içine girin!" der. Her toplum girdikçe kardeşini dışlayıp gözden çıkarır. Sonunda hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında, "Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver" derler. Allah, "Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz" der.

39Öncekiler de sonrakilere, "Sizin bize karşı fazlalığınız yoktur. O hâlde yaptıklarınızdan dolayı azabı tadın" derler. [A‘râf/38-39]
10,11,12) Mahvoldu bir sarhoşluk ve bilinçsizlik içindeki "Din Günü ne zaman?" diyen o aşırı yalancılar!
Bu ayetlerde, tutarsız kanaat sahibi olan, hiçbir bilgi ve belgeye dayanmadan inanç sahibi olan aşırı yalancılar kınanarak onlara sonlarının hiç de iyi olmayacağı mesajı verilmektedir.

Ayette mealen "aşırı yalancılar" diye çevirdiğimiz ifadenin orijinali "خرّاص harras" sözcüğüdür. Bu sözcük, aşırı yalancı, bir şeyi iyice araştırmadan, hakikatine ermeden inanç sahibi olan ve iş yapan" demektir. [Lisanü’l Arab, c.3, s. 62, "hrs" mad.]
13,14) O gün, ateşte/cehennemde akılları başlarına getirilir: "Tadın kendi ateşte eriyişinizi! İşte bu, sizin kendisini acele istediğiniz şeydir!"
Bu ayetlerde, bir önceki ayet grubunda "bilgi ve belgesiz, yanlış inanan ve yaşayan zavallılar" olarak kınanan kimselerle ilgili bir mahşer sahnesi canlandırılmaktadır. Bu ayetler aynı zamanda 12. ayette konu edilen o aşırı yalancıların "din günü ne zaman?" şeklindeki sorularına da cevap mahiyetindedir: "Tadın kendi fitnenizi! İşte bu, sizin kendisini acele istediğiniz şeydir!"

Ayetteki "kendi fitnenizi" ifadesinden anlaşıldığına göre, bu zavallılar masum insanları hak yoldan çıkarmak için çaba harcamış, işkence yapmış, baskı uygulamışlardır.

* Şüphesiz ki inanan erkek ve kadınları ateşlerde işkence edip sonra da tevbe etmeyenler için cehennem azabı vardır, yangın azabı da onlar içindir. Kesinlikle inanan ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte bu, büyük kurtuluştur. [Büruç/10,11]

Daha evvel birçok kez açıkladığımız gibi, "fitne" sözcüğü "ateşte yakmak" demektir. İnkârcılar, mahşerde bizzat kendi yaptıklarının doğal sonucu ile karşılaşmakta, dünyadayken insanlara ne yapmışlarsa kendilerine de ahirette aynı şey yapılmaktadır.
15,16,17,18,19,20,21) Şüphesiz Allah'ın koruması altına girmiş kişiler, Rablerinin kendilerine verdiği şeyleri almış olarak bahçelerde ve pınarlardadırlar. Şüphesiz onlar, bundan önce iyilik-güzellik üretenler idiler. Onlar geceleyin pek az uyurlardı. Onlar, seherlerde; berrak zihinle ilk işleri olarak bağışlanma dilerlerdi ve onların mallarında isteyen ve isteyemeyen için bir hak ve hiç tereddütsüz, kesin inanacaklar için, yeryüzünde ve kendi içinizde nice alâmetler/göstergeler vardı. Hâlâ görmüyor musunuz?
22) Ve sizin rızkınız/sizin rızık vereniniz, sizin vaat olunduğunuz şeyler göktedir.
22Ve sizin rızkınız/sizin rızık vereniniz, sizin vaat olunduğunuz şeyler göktedir. Hâlâ görmüyor musunuz?

Bilinçsiz davrananların kötü akıbete ulaşacakları beyan edildikten sonra, bu ayetlerde de onların karşıtları olan muttakilerin durumu ve nitelikleri sergilenmektedir

Muttakiler dünyada yaptıkları güzel amellere karşılık cennetlerde ve pınar başlarında safa sürmektedirler.

Rabbimiz bu paragrafta dikkati "muttakilik" sıfatı üzerine çekmiş ve insanları bu sıfatı kazanmaya özendirmiştir.

"Muttaki", takvalı davranan, takva sahibi olan" demektir.
Takvâ; iman etmek, şirkten uzak durmak, Allah'ı unutmamak, Allah ve elçilerine boyun eğmek, inkârcılarla mücâdele etmek, bollukta ve darlıkta mallardan bağışta bulunmak, zekât vermek, verilmiş sözleri yerine getirmek, sıkıntılara sabretmek, açgözlü olmamak, ana-babaya iyi davranmak, hiçbir zaman kendini temize çıkarmaya çalışmamak, tövbe etmek, yanlışlarda ısrar etmemek, yaptıklarının affını dilemek, öfkeye sahip olmak, başkalarını bağışlamak, adaletli olmak ve adaleti ayakta tutmaya gayret etmektir.

Bütün bu tariflere dayanarak
takvâ'nın "iman ve onun yansıması" olduğu da söylenebilir.

Yukarıdaki nitelikleri taşıyanlara da "Muttaki" denir. Çoğulu, "Muttekûn/muttekîn" formlarıyla ifade edilir. Konu daha evvel A’râf suresinde "Takva" başlığı altında ele alındığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

Konumuz olan paragrafta muttakiler şu nitelikleriyle tanıtılmaktadır:

* Onlar, bundan önce Muhsinler [iyilik güzellik üretenler] idiler.

* Onlar geceleyin pek az uyurlardı. Çünkü sosyal görevler, o coğrafyada genellikle gece yapılırdı. Örneğin salat vakitleri (sabah, akşam ve yatsı) gecenin bölümleridir. Ve gece mesaisi gündüze göre daha verimlidir.

* Onlar, seherlerde bağışlanma dilerlerdi. Gece işleri bitince de olası hatalarına da bağışlanma dilerlerdi.

* Onların mallarında isteyen ve mahrum [isteyemeyen] için bir hak vardı.

Muttakiler, Meariç suresinde de "Musallîn [destekçiler]" olarak nitelenmişlerdir:

22Ancak "salâtçılar" [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı ilkeleştirmişler] bunun dışındadır.

23Salâtçılar ki salâtlarını [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmalarını; toplumu aydınlatmayı] sürdürenlerdir.

24,25Ve salâtçılar, kendi mallarında, isteyen ve istemekten utanan yoksullar için belli bir hak olan kimselerdir.

26Ve salâtçılar, ceza gününü tasdik ederler.

27Ve salâtçılar, Rablerinin azabından korkanlardır.

28Şüphesiz Rablerinin azabından güvende olunmaz.–

29-31Ve salâtçılar, ırzlarını koruyanlardır. –Ancak eşleri ve sözleşmelerinin sahip oldukları hariçtir. Çünkü onlara yaklaştıklarında kınanmazlar. Artık ötesini isteyenler; işte onlar sınırı aşanların ta kendileridir.–

32Ve salâtçılar, emanetlerine ve ahitlerine riâyet ederler.

33Ve salâtçılar, şâhitliklerini yerine getirirler.

34Ve salâtçılar, salâtları [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma ilkeleri] üzerine korumacıdırlar.

35İşte bu salâtçılar, cennetlerde ağırlanırlar. [Meariç/22 35]

14Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu aşırı istek, insanlara süslü/çekici kılındı. Bunlar, basit dünya hayatının kazanımıdır. Ve Allah, varılacak güzel yer Kendi katında olandır.

15-17De ki: "Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Allah'ın koruması altına girmiş; "Rabbimiz! Şüphesiz biz inandık, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi Ateş'in azabından koru!" diyen, sabreden; direnç gösteren, doğru olan, sürekli saygıda duran, Allah yolunda harcamada bulunan ve seherlerde bağışlanma dileyen kişiler için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'tan hoşnutluk vardır. Ve Allah, kulları en iyi görendir. [Al-i İmran/14- 17]

Kur’an’da gerek muttakiler ve gerekse bu kavramla anlamdaş olan "Ebrar" ile ilgili ayetler (Nebe’/31- 37, Mutaffifin/18- 24), İnsan/5- 22, İnfitar/13, Bakara/177, Tur/17- 20, Mürselat/41- 44, Ali Imran/133- 136, Zümer/73, İsra/26, 27, Rum/38, Hadid/7) insanları iyi kul olmaya yöneltmektedir.

Konumuz olan pasajda geçen "...
onların mallarında isteyen ve mahrum [isteyemeyen] için bir hak vardı" cümlesindeki "isteyen" sözcüğü, "ihtiyacını söyleyebilen" demektir. Bu da yoksul olup dilenen kimse anlamındadır.

"
Mahrum" u da iki şekilde anlamak mümkündür:

1- Zorunlu olarak isteyemeyen; doğadaki insan dışı, bakıma muhtaç canlılar, çevre: İnsan çevre ve bu canlılar için de hak olduğunu bilmeli ve onların haklarını ödemelidir.

54Yiyiniz ve hayvanlarınızı otlatınız. Şüphesiz akıl sahipleri için bunda nice alâmetler/göstergeler vardır! [Ta Ha/54]

2- İffetinden dolayı isteyemeyen, kimseye derdini açamayan, ihtiyaçlarını gizleyen kimseler:

36Büyükbaş hayvanları da; Biz, onları sizin için Allah'ın varlığının işaretlerinden yaptık. Sizin için onlarda hayır vardır. O nedenle ön ayaklarının biri bağlı hâlde keserken/saf hâlindelerken üzerlerine Allah'ın adını anın. Sonra yanları yere yaslandığı vakit de onlardan yiyin, ihtiyacını gizleyene ve isteyene de yedirin. Böylece Biz, onları kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödeyesiniz diye size boyun eğdirdik. [Hacc/36]

272Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru yola getirir. Ve hayırdan harcamada bulunduğunuz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında harcamada bulunmazsınız. Ve hayırdan ne harcamada bulunursanız, o, size tastamam ödenecektir. Ve siz, haksızlığa uğratılmayacaksınız.

273Allah yolunda harcamanız, yeryüzünde gezip dolaşmaya güç yetiremeyen kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirler için olsun. Utangaçlıklarından, bilmeyenler, onları zengin sanırlar. –Sen onları işaretlerinden tanırsın.– Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. Ve siz, hayırdan neyi harcarsanız, biliniz ki, şüphesiz Allah, onu çok iyi bilendir. [Bakara/272, 273]

Müminler, iffetlerinden dolayı isteyemeyen, kimseye dertlerini açamayan, ihtiyaçlarını gizleyen böylesi kimseleri de arayıp bulmalı ve onların da haklarını vermelidir.

20-22. ayetlerde Rabbimiz, insanların körü körüne inanmamalarını, mutlaka çevrelerindeki ayetleri de dikkate alarak bir kanaat sahibi olmalarını istemektedir. Bilindiği üzere, Kur’an hem afak hem de enfüsteki binlerce ayete, kanıta dikkat çekmektedir. Biz bunları Fussılet suresinde, imkânlar ölçüsünde saymaya çalışmıştık.

Afaktaki [Dış Dünyadaki, Görünen Evrendeki] Ayetler:

Evrenin sürekli genişlemesi, yokluktan yaratılma, evrenin gaz aşaması, gök cisimlerinin mükemmel yörüngeleri, güneşin akıp gitmesi, güneş ve ayın farkı, ayın yörüngesi, gökyüzünün tabakaları, yeryüzünün tabakaları, gökyüzünün korunmuşluğu, göğün geri çevirdikleri, gökyüzünün direksiz yükselişi, dünyanın geoit şekli, dünyanın ve uzayın çapları, dünyanın dönüşü, döndükçe kutupların basıklaşması, aşılayıcı rüzgârlar, yağmurdaki ölçü, suyun çevrimi, kazık şeklindeki dağlar, petrolün oluşumu, solunum ve fotosentez, gökyüzüne yükselmenin zorluğu, bitkilerdeki erkeklik ve dişilik...

Enfüsteki [İnsanın Biyolojik ve Psikolojik Yapısındaki] Ayetler:

Üreme sistemi, sindirim sistemi, dolaşım sistemi, sinir sistemi, bağışıklık sistemi, duyular, eşler halinde yaratılma, meninin bir karışım olduğu, cinsiyetin belirlenmesi, rahim duvarında asılı olma, ceninin bir çiğnemlik et parçası olma durumu, kemiklerin oluşumu ve etle kaplanması, üç karanlıkta yaratılma...

Surenin başında kasemle dikkat çekilen "vaat edilenin kesinlikle doğru olduğu, dinin kesinlikle gerçekleşeceği" hususuna tekrar değinilmektedir. Afak ve enfüsteki tüm ayetler, kıyameti, yeniden dirilmeyi ispat etmektedir:

33Ve ölü toprak, duyarsız topluma bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da ondan yeyip duruyorlar. [Ya Sin/33]

39Şüphesiz senin yeryüzünü boynu bükük görüp de Bizim onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, onun titreşmesi ve kabarması da O'nun alâmetlerinden/göstergelerindendir. Şüphesiz ki ona hayat veren, kesinlikle ölüleri de diriltir. Şüphesiz O, her şeye gücü yetendir. [Fussılet/39]

Ayetteki "Ve sizin rızkınız/sizin rızk vereniniz, sizin vaat olunduğunuz şeyler göktedir" ifadesiyle göklerden gelen buluta, yağmura dikkat çekilmiştir. Eğer sema olmasaydı, yeryüzünde yenilecek, içilecek, teneffüs edilecek şeylerin hiç birisi olmazdı. Dolayısıyla yaşam da olmazdı. Vaat edilen şey ile de cennet kastedilmiştir.

Ayetteki "رزقكم rızkuküm [rızkınız]" sözcüğünü, İbn Muhaysın ve Mücahid 58. ayetteki gibi " رزّاقكمrazzakuküm [rızık vereniniz] şeklinde okumuşlardır. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l Kur’an]

Sözcüğün "رزّاقكم razzaguküm" kıraatine göre görünürde sanki Rızık veren Allah’ın gökte olduğu şeklinde bir anlam ortaya çıkar. Bu tarz ifadeler Mülk/16, 17, En’am/3, Bakara/144, Hacc/15. ayetlerde de geçmektedir. Allah’ın mekândan münezzeh olduğuna dair aklen ve naklen sayısız kanıt mevcut olduğuna göre, bu ifadenin tevili gerekmektedir.

1- Bu ifade Arap örfüne göredir. Zira Araplar Allah’ın gökte olduğuna inanırlardı. Bu nedenle onlara nankörlük etmemeleri, eğer ederlerse inandıkları Allah’ın kendilerini cezalandıracağı uyarısı yapılmıştır.

2- Bu ifadedeki "sema" sözcüğü ile evrenin yani yaratıkların ötesi, "en üst nokta" kastedilmiştir. Zira insan, fıtraten, Allah'ı düşünürken gökyüzüne bakar. Nitekim dua edilirken eller havaya doğru kaldırılır. Kişi, sıkıntıya düştüğünde yüzünü semaya çevirerek Allah'a yalvarır. Örfte de olağan dışı olaylar için "gökten düştü" tabiri kullanılır. Allah’tan gelen kitaplara da "Semavi kitaplar" denilir. Demek oluyor ki, insan ne zaman Allah'ı düşünecek olsa, doğasından gelen bir güdüyle yere değil, göğe bakmaktadır.
23) Öyleyse gök ve yeryüzünün Rabbine kasem olsun ki size edilen o vaat, kesinlikle, tıpkı sizin konuşmanız gibi gerçektir.
Afak ve enfüsteki ayetlere dikkat edilmesi gerektiği vurgulandıktan sonra, Rabbimizin tüm evrene koyduğu plan ve programa, düzen ve intizama dikkat eden herkesin kıyametin hak olduğunu anlayabileceği vurgulanmaktadır. Bu ayet, surenin giriş ayetlerinin bir açılımıdır.

Ayette Allah’ın gök ve yeryüzünün tek rabbi olması gerçeğine dikkat çekildiğine göre, "rabb" sözcüğünün ne anlama geldiğinin tam olarak hatırlanılmasında yarar vardır. "Rabb", "terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa göre uygun olarak bir takım hedeflere götüren, tekâmülü [gelişmeyi] programlayıp yöneten" demektir. Bu durumda, yer ve göklerdeki plan ve programı, evrenin işleyişini sağlayan sistemleri iyi gözlemleyen herkes mutlaka kıyametin kopacağı gerçeğine ulaşır.
24) İbrâhîm'in saygınlaştırılmış misafirlerinin haberi sana geldi mi?
25) Hani onlar, İbrâhîm'in üzerine girmişlerdi de "Selâm!" demişlerdi. İbrâhîm: "Selâm, alışılmadık, kimliği belli olmayan topluluk!" dedi.
26,27) İbrâhîm, sonra ehline gitti de altın[#280] ile geldi. Sonra altını onlara yaklaştırdı: "Nasiplenmez misiniz?" dedi.
28) Sonra onlardan çekindi. Onlar: "Korkma!" dediler ve o'nu çok bilgili bir oğul ile müjdelediler.
29) Bunun üzerine kadını bağırarak öne geldi de elini yüzüne vurarak: "Bir bahtsız, bir kısır!" dedi.
30) Misafirler: "Rabbin işte böyle buyurdu. Şüphesiz Rabbin, haksızlık ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler koyandır. En iyi bilenin ta kendisidir" dediler.
31) Bunun üzerine İbrâhîm, "Sizin önemli işiniz nedir ey elçiler?" dedi.
32,33,34) Elçiler: "Şüphesiz biz, Rabbinin katından, gerçeği eksik gösterenler için işaretlenmiş, çamurdan pişirilmiş sert taşları üzerlerine yağdırmamız için günahkâr bir topluma gönderildik" dediler.
35,36,37) Bunun üzerine Biz mü'minlerden orada bulunan kimseleri çıkardık. Fakat Biz orada Müslümanlardan bir evden başkasını bulmadık. Ve Biz orada acı bir azaptan korkan kimseler için bir alâmet/gösterge bıraktık.
Bu ayet gurubunda, İbrahim’i ziyaret eden elçiler, elçilerin İbrahim’e çocuk müjdelemeleri, İbrahim’in ailevi hayatı ve İbrahim’in akrabası Lut peygamberin kavminin helaki nakledilmektedir.

Bu pasajın detayı daha evvel Hud ve Hıcr surelerinde yer almıştı. Bu nedenle konuyu kısaca özetlemekle yetiniyoruz:

Ve ant olsun ki, İbrahim'e de elçilerimiz müjde ile geldiler; "Selâm!" dediler. O: "Selâm!" dedi, sonra da saf hâle getirilmiş buzağıyı; altını getirmeye gecikmedi. [Hud/69]

Elde herhangi bir kanıt bulunmamasına rağmen klâsik kaynaklarda İbrahim’e (as) gelen elçilerin "melek" olduğu ileri sürülmüştür. Bizim kanaatimize göre ise; bu elçiler İbrahim peygamberin o güne kadar tanımadığı, varlıklarından haberdar olmadığı, o yöredeki beşer elçilerdir [peygamberlerdir]. Sayılarının "bir"den fazla olması bu konuda tereddüde mahal vermemelidir; çünkü Ya Sin suresinde de bir kente art arda üç elçi gönderildiği bildirilmiştir.

Elçilerin getirdiği müjde hakkında:

*Lut kavminin helâkinin müjdesi,

*Kendilerinin Allah’ın elçileri olduklarının müjdesi,

*İbrahim peygamber için korkulacak bir şey olmadığının müjdesi gibi yorumlar yapılmışsa da, Rabbimiz bu müjdeyi 71. ayette açıklamıştır: "Sonra ona İshak'ı, İshak'ın arkasından da Yakub'u müjdeledik."

İbrahim peygamberin misafirlerine sunduğu buzağı, Hûd/69. Ayette "haniyz" sözcüğüyle, Zariyat/26’da ise "semiyn" sözcüğüyle nitelenmiştir. Gelenekçiler bu iki nitelemeyi -sırasıyla- "kızartılmış" ve "semiz" olarak aktarmışlardır. Ne var ki, koskoca buzağının kızartılamayacağını ve aynı buzağıyı niteleyen "kızartılmış" ifadesi ile ancak canlı bir hayvan için kullanılan "semiz" ifadesi arasındaki çelişkiyi hiç dikkate almayarak bariz bir hata içine düşmüşlerdir. Çünkü misafire tavuk hatta kuzu kızartılıp ikram edilmesi makul olmakla beraber bir buzağının kızartılıp bütünüyle ikram edilmesi akıllardan uzak bir durumdur. Ayrıca gelenekçilerin nitelemelerine göre, konumuz olan ayetteki buzağı "kızartılmış" yani ölü bir buzağıdır. Zariyat/26’da ise aynı buzağı "semiz" yani canlı bir buzağıdır. Bu durumda iki ayet arasında bir çelişki söz konusu olmaktadır ki, bu asla mümkün değildir.

Bize göre, bu olaydaki "buzağı" ile kastedilen anlamın teviline o buzağının sıfatları olarak bildirilen "haniyz" ve "semiyn" sözcüklerinin gerçek anlamlarından yola çıkarak ulaşmak gerekmektedir.

"الحنيذ Haniyz" sözcüğü "arıtılmış, içindeki fazlalıklar atılmış" demektir. Sözcük ilk olarak "atı terletme" anlamında kullanılmış, daha sonra Araplar hem "Güneş’in insanı terletmesi"ni hem de "etin sıcak taşlara sıkıştırılarak suyunun giderilmesi, akışkanlığının kaybettirilmesi" işlemini bu sözcükle ifade etmişlerdir. [Lisanü’l-Arab, 2/624, 625; El-Müfredat, "Hnz" mad.]

Buna göre "
الحنيذ haniyz", "bir nesnenin içindeki fazlalıkların, özellikle de nesneyi bozacak şeylerin atılması" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, ayetteki "haniyz" sözcüğü, meful anlamıyla, "arıtılmış, içinde zararlı maddeler bulunmayan, saf hâle getirilmiş" demek olmaktadır. Ancak klâsik eserlerde sözcüğün esas anlamı dikkate alınmadığı gibi, "kurutulmuş" anlamına bile itibar edilmemiş, sözcük "ateşte kızartılmış" anlamında kullanılmıştır.

Zariyat/26’da geçen " السّمينSemiyn" sözcüğü ise "zayıf"lığın karşıtı olup "güç veren" anlamına gelmektedir. Güç kaynağı olması sebebiyle "yağ"a da " سمنsemen" denir. [Lisanü’l-Arab, 4/692, 693; el-Müfredat/243]

Buzağının sıfatları olarak verilen her iki sözcüğün yukarıda belirttiğimiz anlamları birleştirildiğinde, buradaki buzağının "saf hâlde bulunan" ve "güç veren" bir buzağı olduğu anlamına ulaşılmaktadır. Bundan dolayıdır ki, biz bu buzağının A’raf suresindeki "aldatıcı sesi olan ceset buzağı" gibi "altın" olduğu kanaatini taşımaktayız. Bu tevilimize göre, İbrahim peygamber müjdeci elçilere "altın" vermek istemiş, elçiler ise görevleri karşılığında herhangi bir ücret almamaları gerektiğinden bu altını kabul etmemişlerdir.

Verilen hediyeyi almamaları üzerine İbrahim peygamberin korkuya kapılmasından, verilen hediyenin veya yapılan ikramın reddedilmesinin o günün geleneğinde husumet ve düşmanlık belirtisi sayıldığı anlaşılmaktadır. İbrahim peygamber gaybı bilmediği, kendileri açıklayıncaya kadar misafirlerin elçi olduğunu anlamadığı için geleneğe göre düşmanca sayılan bu davranıştan dolayı korkuya kapılmıştır.

İbrahim peygambere gelen elçilerin kimlikleri ve aslî görevleri, yani esas olarak nereye ve ne için gittikleri belli olunca İbrahim peygamberin artık kendi adına bir korkusu kalmamış, ancak bu kez de Lût kavminin helâk edileceğini öğrendiğinden, helâk edilmemeleri için bu elçilerle mücadeleye girişmiştir:

31Ve elçilerimiz İbrâhîm'e müjdeyi getirdiklerinde: "Biz bu kentin halkını yıkıma uğratacağız" dediler. –Şüphesiz oranın halkı şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler idiler.–

32İbrâhîm: "Şüphesiz orada Lût var!" dedi. Onlar: "Biz orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Onu ve geride kalanlardan biri olan kadını dışındaki ailesini elbette kurtaracağız" dediler. [Ankebut/31, 32]

Hûd/75’te açıkça belirtildiği gibi, İbrahim peygamber yumuşak huylu, yufka yürekli birisidir. Bu sebepledir ki, helâk edileceklere acıdığı için elçilerle mücadeleye girmiştir:

75Şüphesiz İbrâhîm, çok yumuşak huylu, çok ah-vah eden/yufka yürekli/yönelen biriydi. [Hûd/75]

Nitekim Lût’un kavmi büyük bir felaketle helak edilmiş, ancak Allah’ın vaat ettikleri kurtarılmıştır. Bu olaylar daha önce Hud suresinde de dile getirilmiştir:

69Ve andolsun ki İbrâhîm'e de elçilerimiz müjde ile geldiler, "Selâm!" dediler. O, "Selâm!" dedi, sonra da altın vermeye gecikmedi.

70Sonra da onların ona uzanmadığını görünce, onları yadırgadı ve içinde onlara karşı bir korku uyandı. Onlar: "Korkma, şüphesiz biz Lût'un toplumuna gönderildik" dediler.

71Ve İbrâhîm'in kadını ayaklanmıştı, gülüverdi.

Sonra o'na İshâk'ı, İshâk'ın arkasından da Ya‘kûb'u müjdeledik.

72İbrâhîm'in kadını dedi ki: "Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız, mutsuz bir kadınım. Şu kocam da yaşlı bir adam! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!" [Hud/69-72]

Lut’un (as) kadını hariç, Lut kavminden sadece Lut’un (as) ailesinin kurtarıldığının bildirilmesi, Lut peygambere inananların azlığını göstermektedir. Bu durum bir başka ayette şöyle açıklanmıştır:

35Bunun üzerine Biz mü’minlerden orada bulunan kimseleri çıkardık. 36Fakat Biz orada Müslümanlardan bir evden başkasını bulmadık. 37Ve Biz orada acı bir azaptan korkan kimseler için bir alâmet/gösterge bıraktık. [Zariyat/36]

Rabbimizin nezdinde herkes işlediği suçlardan ve haksız fiillerden dolayı, sosyal statüsü dikkate alınmadan sorumlu tutulmaktadır. Yüce Allah hiç kimseyi statüsünden dolayı sorumluluktan istisna edip cezadan muaf tutmamaktadır. Çünkü sorumluluk statüye göre değil, işlenen fiillere göredir.

37. ayetteki
"Ve Biz orada acı bir azaptan korkan kimseler için bir ayet bıraktık" ifadesiyle, helak olup giden Lut kavminin kalıntılarının bugün dahi görülebilir bir durumda olduğu mesajı verilmektedir.

Sözü edilen kavim tarihte "Sodomlular" olarak bilinmektedir. Hud/76’da "Ve şüphesiz o [Lut kavminin bulunduğu şehir harabesi], kesinlikle bir yol üzerinde durmaktadır" denilmektedir. Bu ifade, Sodom şehrinin kalıntılarının gözler önünde durduğu, araştırma yapanlar için de hâlâ tazeliğini koruduğu anlamına gelmektedir. Nitekim kalıntıların işaretlerini Hicaz [Arabistan] - Mısır - Suriye yolu üzerindeki Ölü Deniz’in [Lut Gölü] güneydoğusunda görmek mümkündür. Kur’an’ın indiği dönemde de Lut kavminin kalıntıları Araplarca çok iyi bilinmekteydi. Öyle ki, helak edilen bu kavmin öyküsü destanlaşmış bir halde herkesin dilindeydi.

Bu konu daha evvel Hicr suresinde ele alındığından, Lût peygamber ve kavmiyle ilgili detayın oradan okunmasını öneriyoruz.
38,39) Mûsâ'da da alâmetler/göstergeler vardır. Bir zaman Biz, o'nu apaçık bir delille Firavun'a gönderdik de Firavun, ordusu, tüm güç kaynakları ile birlikte yüz çevirdi. Ve "Bu, bir sihirbazdır, hatta gizli güçlerce desteklenen/deli birisidir" dedi.
40) Sonra da Biz, onu ve ordularını yakalayıverdik de onları bol suda/nehirde fırlatıp atıverdik. O ise ayıplanan/kınayan biridir.
Bu Âyet grubunda, tarihsel gerçekliği dünyanın neredeyse tamamı tarafından bilinen Mûsâ peygamber ve Firavun arasındaki mücadeleye kısaca değinilerek gerek o günün Mekkelilerine, gerekse tüm zamanların insanlarına şöyle bir hatırlatma yapılmaktadır,

Mûsâ peygamber açık kanıtlarla Firavuna gönderilmiş, ancak Firavun bu kanıtlar eşliğinde gönderilen ilahî mesaja bütün gücüyle; yakınlarıyla, askerleriyle karşı koymuştur. Mûsâ peygamberi "sihirbaz ve mecnun" olmakla itham etmiş, halkının etkisine gireceği endişesiyle Mûsâ peygamber ve halkına yapmadığı zulüm bırakmamıştır. Yaptığı bu düşmanlığa karşılık, sonunda ordusuyla birlikte, patlatılan barajın selinin önünde sürüklenerek öldürüldüler. Ölüm anında yaptıklarına pişman olmuş, kendi kendini kınamış, ancak bu pişmanlık ve imanı ona hiçbir fayda sağlamamıştır. Bu hatalı davranışı nedeniyle asırlardır bütün dünyada kınanıp durmaktadır.

Firavun'un pişmanlık sahnesi Yûnus Sûresinde yer almaktadır. Duhân Sûresinde ise, ona ve avenesine matem tutan, yazık oldu diyen, onları iyilikle anan kimsenin olmadığı bildirilmektedir:

* Ve İsrâîloğulları'nı bol sudan/nehirden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri azgınlık ve düşmanlıkla onları hemen izledi. Sonunda boğulma ona yetişince, "Gerçekten, İsrâîloğulları'nın inandığı Tanrı'dan başka tanrı olmadığına ben de inandım, ben de teslim olanlardanım" dedi. –Şimdi mi? Hâlbuki daha önce isyan etmiştin ve de bozgunculardan olmuştun. Artık Biz senden sonra geleceklere ibret olasın diye, bugün seni zırhınla birlikte kurtaracağız.– Ve şüphesiz insanlardan birçoğu kesinlikle Bizim âyetlerimize/alâmetlerimize/göstergelerimize karşı duyarsız/ilgisizdirler. [Yûnus/90–92]

* İşte, gök ve yeryüzü onların üzerine ağlamadı. Onlar, süre tanınanlar da olmadı. [Duhân/29]
41,42) Âd'da da alâmetler/göstergeler vardır. Bir zaman Biz onların üzerine, uğradığı her şeyi bırakmayan, sadece onu kül gibi yapan, sonsuz bırakan bir rüzgâr gönderdik.
43,44) Semûd'da da alâmetler/göstergeler vardır. Bir zaman onlara: "Belirli bir süreye kadar yararlanın!" denmişti. Sonra onlar Rablerinin emrinden çıktılar da kendilerini, bakıp dururlarken akıllarını başlarından alan korkunç ses yakalayıverdi.
45) Artık onlar, kendilerini toparlayacak herhangi bir güce sahip olmadılar. Yardım görenler de olmadılar.
46) Daha önce de Nûh toplumunu değişime/yıkıma uğratmıştık. Şüphesiz onlar, hak yoldan çıkanlar toplumu idiler.
Bu ayet gurubunda da Âd, Semud ve Nuh kavmi hatırlatılmıştır. Bu kısa hatırlatmalarda bu iki toplum ve Nuh kavmi ile ilgili daha evvel verilmiş olan detaylı bilgilerin hepsine telmihte bulunulmaktadır. Bilindiği gibi, daha evvelki surelerde bu kavimler ile ilgili birçok detay verilmişti.

41, 42. ayetlerde "uğradığı her şeyi bırakmayan, sadece onu kül gibi kılan, sonsuz bırakan bir rüzgâr" olarak tanıtılan helak edici tabiî afet hakkında başka surelerde (Fussılet/13-18, Ahkaf/21-28, Hud/50-68, Hakka/4-8) ayrıntılı olarak yer almıştır.

43, 44. ayetlerde geçen Semud kavmi ile ilgili açıklamadaki "Belirli bir süreye kadar yararlanın!" ifadesi, Hud/65’te "Yurdunuzda üç gün daha yararlanın" şeklinde detaylandırılmış ve "belirli süre"nin "üç gün" olduğu bildirilmiştir.
47) Ve sema; Biz onu kudretle/sağlamca bina ettik. Hiç şüphesiz Biz, evrenin kapasitesini genişleticileriz.
Bu ayette semanın [uzayın] haşmetine dikkat çekilmektedir. Böyle muazzam bir varlığı ve sistemi yaratanın, sonsuz güç ve irade sahibinden başkasının olamayacağı ve uzay gibi bir varlığı yaratan gücün insanı yeniden yaratmaya da güç yetireceği vurgulanmaktadır. Ayetteki "Hiç şüphesiz Biz, genişleticileriz" ifadesinden, genişletme eyleminin devam ettiği anlaşılmaktadır.

81Gökleri ve yeri oluşturan, onlar gibilerini de oluşturmaya güç yetiren değil midir? Evet, elbette güç yetirendir! Ve O, çok çok mükemmel oluşturandır, çok iyi bilendir. [Ya Sin/81]

27-33Oluşturuluşça siz mi daha çetinsiniz yoksa gök mü? Göğü, Allah yaptı; boyunu yükseltti, sonra da onu düzene koydu, gecesini kararttı ve ışığın parlaklığını çıkarttı. Ve ondan sonra, sizin ve hayvanlarınız için bir yararlanma olmak üzere yeryüzünü döşedi/yeryüzünden suyunu ve otlağını çıkardı, dağları da demirledi/sağlam bir şekilde yerleştirdi. [Naziat/27- 33]

64Allah, sizin için yeryüzünü bir karargâh, göğü de bir bina yapan, size şekil veren, –ki şekillerinizi ne de güzel vermiştir– ve sizi temiz şeylerden rızıklandırandır. İşte O, Rabbiniz Allah'tır. –İşte, âlemlerin Rabbi olan Allah ne cömerttir!– [Mü'min/64]

29Göklerde ve yerde bulunan kimseler, O'ndan istekte bulunurlar. O, her an bir iştedir. [Rahman/29]

" واسعVâsi’- موسعMûsi’

Zâriyât 47. âyette " وانا لموسعونVe inna le musiun" buyurulmaktadır. Sözcüğün anlamını iyi kavramamız için onun kök anlamını ve Allah’ın Esma ül Hüsna’sında " الواسعel VÂSİ’"i ismini iyi bilmemiz gerekir.

" وv سs عa" sözcüğünün kök anlamı, "genişlik; kapasite genişliği"dir. İsm-i fâil kalıbı, " واسعVâsi’", "kapasitesi geniş olan" demektir.

Kur’an’da "وV سS عA" kökünden türeyen kelimeler altı farklı formda 32 kez geçer.

Allah’ın en güzel isimlerinden biri de " الواسعel VÂSİ’"dir. Anlamı, "kapasite genişliği sonsuz, sınırsız olan Allah" demektir.

" واسعVasi’" sözcüğü Kur’an’da dokuz kez geçer.

Bu sözcük, bazı âyetlerde Rabbimizin sıfatlarıyla birlikte yer alır. Bu sözcük Allah’ın sıfatlarına izafe edildiğinde, sıfatlarının kapasitesinin sınırsızlığını, sonsuz genişliğini ifade eder. Örneğin: ilminin kapasite genişliği sonsuz, rahmetinin, mağfiretinin kapasite genişliği sınırsız, sonsuz, İyiliğinin kapasitesi sonsuz, evreni yönetiminde yönetim kapasitesi sınırsız Allah" gibi.

Konumuz âyette bu sözcük, " إفعالif’âl" babının ism-i fâil kalıbının çoğul formu olan " الموسعونel Mûsiûn" şeklinde yer almıştır. Sözcüğün tekilinin anlamı: "kapasite genişleten" demektir. Âyette azamet ifadesiyle "Biz, kapasite genişleticileriz!" diye gelmiştir.

Demek oluyor ki " الموسعel Mûsi’" ismi de Esma-ü Hüsna’dandır.

Âyette neyin genişletileceği açıkça yer almamakla birlikte âyette konu edilen "sema" olduğuna göre genişletilen, semadır. Semanın başındaki lam-ı tarif; belirteç istiğrak için olunca bir sema değil tüm semalar yani tüm evren genişletilmektedir.

Bakara/255’te " وسع كرسيه السماوات والأرضvesia kürsiyyühü es semavatı vel arzı" ifadesinden de bu âyette semaların kapasite genişliğinden bahsedildiğini kolayca anlayabiliriz.

İlk dönem tefsirciler, âyetteki genişleticiliği, Abdullah ibn-i Abbas’a dayandırarak "yağmurla rızık genişleticileriz" anlamıyla ele almış olsalar da bu anlayış isabetli değildir. Allah, rızık genişletmeyi " بسطB s t" fiiliyle " بسط الرزقbesata r rızka/يبسط الرزقyebsütu r rızka" şeklinde ifade etmiştir. (İsra/30; Kasas/82, Sebe/36, Şura/12, 27. âyetlere bakılabilir.) Yine 48. âyete de "Biz ne güzel..." ifadesinde de "Yeryüzünü ne güzel beşik yapanlarız" diye "yeryüzü" kelimesi yer almamıştır. Bu âyetin konusu da "yeryüzü olduğundan âyetten Allah’ın "mutlak beşik yaptığı" değil "Yeryüzünü beşik yaptığı" anlaşılır.

Bu, Kur’ân’ın mucizelerinden biridir.

Evrenin genişlemesi ile ilgili bilim teknik kitaplarında ayrıntılı bilgi bulunmaktadır. İlk defa 20. asırda gökbilimcileri tarafından (Örneğin HUBBEL) yıldızların uzaklaştığının tespiti ile keşfedilen bu özellik daha sonra yüzlerce gözlemle ispat edilmiştir.

48. âyette Rabbimiz yine zatına ve sıfatlarının yer küre üzerine tecellisine dikkat çekmektedir:
48) Ve yeryüzü; onu Biz döşedik. İşte, Biz, her şeyin oluşup büyüdüğü ortamları ne güzel hazırlayanlarız!
Bu ayette yeryüzüne dikkat çekilerek onun üzerinde yaşayan tüm canlıların ihtiyaçları ile uyumluluğu vurgulanmıştır. Bununla yeryüzündeki özelliklerin sadece Allah tarafından yaratılabileceğine işaret edilmiştir.

Yeryüzünü döşek/yaygı yaptığını bildirdikten sonra Kendisinin " ماهدMâhid" oluşuna dikkat çekmektedir.

" ماهدMâhid", " م ه دMHD" kökünden İsm-i fâil olup anlamı "beşik yapan" demektir. (Âyette azamet ifadesiyle "إناBiz" ve " ماهدونMahidun" çoğul gelmiştir.) Âyette açıkça "Yeryüzünü beşik yapanlarız" denilmemektedir. Ama âyetten açıkça yeryüzünün beşik yapıldığı anlaşılır.

Beşik, "Bebekleri yatırmaya ve sallayarak uyutmaya yarayan, tahta veya demirden yapılmış sallanır bir çeşit küçük karyola" demektir, mecazen ise "bir şeyin ilk doğup büyüdüğü yer" demektir. Orası, ilmin beşiği, teknolojinin beşiği vs. ... şunun beşiği, bunun beşiği gibi... kullanılır.

O zaman âyetteki ifadenin meali, "Biz, her şeyin oluşup büyüdüğü ortamları ne güzel hazırlayanlarız" şeklinde olacaktır.

Yeryüzünün bu özellikleri birçok ayette insanlığın dikkatine sunulmuştur:

21,22Ey insanlar! Allah'ın koruması altına giresiniz diye, sizi ve sizden öncekileri oluşturan, yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yapan, gökten su indirip de onunla sizin için rızık olarak ürünlerden çıkaran Rabbinize kulluk edin. Artık siz de, bile bile Allah'a ortaklar koşmayın. [Bakara/22]

52Mûsâ: "Onların bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim yanlış yapmaz ve unutmaz/terk etmez. 53O, yeryüzünü sizin için bir döşek yapan, oradan sizin için yollar açan ve gökten bir su indirendir" 52dedi. –İşte Biz, o su ile türlü türlü bitkilerden çiftler çıkardık.54Yiyiniz ve hayvanlarınızı otlatınız. Şüphesiz akıl sahipleri için bunda nice alâmetler/göstergeler vardır!55Biz sizi yeryüzünden oluşturduk, sizi ona döndüreceğiz ve sizi bir kere daha ondan çıkaracağız.56Ve andolsun ki Biz, Firavun'a alâmetlerimizi/göstergelerimizi; hepsini gösterdik de o yalanladı ve dayattı. [Ta Ha/52- 54]

10O Allah ki, yeryüzünü sizin için bir beşik yaptı. Orada kılavuzlandığınız doğru yolda gidesiniz diye birtakım yollar da yaptı. [Zuhruf/10]

Ve Nebe’/6, 7, Naziat/33, Secde/27, Ya Sin/33- 36, Neml/60, 61.
49) Ve Biz, siz iyice düşünürsünüz/öğüt alırsınız diye her şeyden iki eş oluşturduk.
Bu ayette de yeryüzündeki her varlığın çift [eşleme sistemine göre] yaratıldığına dikkat çekilmiş, bunun da yine tek Allah tarafından tasarlanabileceği vurgulanmıştır. Böylece insanların bunlardan öğüt, ibret almaları istenmiştir.

12-14Ve O, bütün eşleri oluşturdu ve siz onların sırtına binip üzerlerine yerleşirsiniz. Sonra onun üzerine yerleştiğiniz zaman, Rabbinizin nimetini anarak: "Bunları bizim hizmetimize veren/bunları yararlanacağımız özelliklerde yaratan Allah eksikliklerden arınıktır. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi. Şüphesiz biz de yalnızca Rabbimize döneceğiz" diyesiniz diye sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyleri var etti. [Zuhruf/12- 14]

36Yerin bitkilerinden, kendi nefislerinden ve daha bilemeyecekleri şeylerden çiftleri, onun hepsini oluşturan her türlü noksanlıktan arınıktır. [Ya Sin/36]

7,8Ve Biz, Allah'a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ona öğüt olarak yeri yayıp döşedik ve ona sabit dağlar bıraktık. Orada görünüşü iç açıcı-göz alıcı her çiftten bitkiler bitirdik, [Kaf/7, 8]

Ayetteki "
iyice düşünürsünüz/öğüt alırsınız diye" şeklindeki ifadeden "... böylelikle bu çiftleri yaratanın bir ve tek olduğunu bilesiniz" anlamı çıkmaktadır. Zira o tektir, bir tektir, eşi ve benzeri yoktur.

1De ki: "O Rabb, bir tek olan Allah'tır, 2Samed olan Allah'tır, 3doğurmamış ve doğurulmamıştır. 4Ve hiçbir şey O'na denk olmamıştır." [İhlâs suresi]

9Yoksa O'nun astlarından birtakım yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar mı kabulleniyorlar? İşte Allah, yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakının ta kendisidir. Ve O, ölüleri diriltir ve O, her şeye gücü yetendir. 11İşte O, göklerin ve yerin yoktan yaratıcısıdır/parçalayıcısıdır. O sizin için kendinizden eşler ve hayvanlardan çiftler yaratmıştır. O, sizi bu düzenin içerisinde türetip üretiyor. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. Ve O, en iyi işitendir, en iyi görendir. 12Göklerin ve yeryüzünün kilitleri yalnızca O'nundur. O, dilediği kimse için rızkı genişletir ve ayarlar. Şüphesiz ki O, her şeyi en iyi bilendir. [Şura/9- 12]

Allah’ın dışındaki her varlığın aydınlık- karanlık, gizli-açık, erkek-dişi, sema-arz, gece-gündüz, düzlük-dağlık, cinn-ins, hayır-şer, sabah-akşam, tatlı-acı, siyah-beyaz, sağlık-hastalık, hareket-sükûn [hareketsizlik], sevap-günah gibi bir eşi vardır.

Evrendeki tüm varlıkların çift olma özelliği dikkate alındığında, 49. ayet bize şunu düşündürmektedir: Madem her şey çifttir, öyleyse "Dünya Hayatı"nın eşi nedir? Bu sorunun cevabı, zorunlu olarak "Ahıret Hayatı" olmaktadır. Bu da ahıretin kesin olacağının bir başka açıdan kanıtıdır.

50) Öyleyse Allah'a kaçın, Allah'a kaçın!!! Şüphesiz ki ben, sizin için O'ndan apaçık bir uyarıcıyım.
51) Ve Allah ile beraber başka bir tanrı oluşturmayın. Şüphesiz ben, sizin için O'ndan apaçık bir uyarıcıyım.[#281]
Geçmiş ümmetlerin peygamberlerini yalanlayıp helak edilmeleri hatırlatıldıktan ve sema, yeryüzü ve her şeyin çift yaratılışı ile ilgili ayetlerin araştırılması gereğine değinildikten sonra, Rabbimiz "İntak" sanatı ile Kur’an’ı dile getirtmiş ve tüm insanlara "Allah’ın varlığını birliğini kabul edin, O’nun dediklerine inanın, elçisi aracılığı ile ilettiği mesajları uygulayın, O’na tevbe edin, O’ndan bağışlanma isteyin, sadece O’na kulluk edin, sadece O’ndan yardım isteyin ve sadece O’na tevekkül edin ..." diye mesaj yollamıştır. Rabbimizin her şeyi çift yarattığı bildirildikten sonra, "Öyleyse Allah’a kaçın!" denilerek de, bu konuda araştırma yapanların varacağı son noktanın Allah olacağı bildirilmiştir.

"Allah’a kaçma" tabiriyle verilen mesaj, bazı ayetlerde de farklı bir üslupla şöyle ifade edilmiştir:

* Hayır, aksine kim iyileştiren-güzelleştiren biri olarak kendisini Allah için islâmlaştırırsa, işte onun, Rabbi katında ödülü vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de. [Bakara/112]

* Rabbi o'na, "Sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran] biri ol!" dediği zaman İbrâhîm, "Ben âlemlerin Rabbi için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] biri oldum" dedi. [Bakara/131]

* Sonra güneşi doğarken görünce de, "Bu benim rabbimdir, bu daha büyük!" dedi. Sonra o da batınca, "Ey toplumum! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif; bâtıl inançlardan dönmüş biri olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim" dedi. [En’am/78,79]

* Ve İbrâhîm: 'Kuşkusuz ben Rabbime gideceğim, O, bana yol gösterecek: Rabbim! Bana sâlihlerden birini lütfet!' demişti. [Saffat/99,100]


Yukarıda bu ayetlerde "İntak" sanatı yapıldığını dile getirmiştik. İntak, edebiyatta "Söylemeye kabiliyeti olmayanı söyletmek; dile getirtmek" demektir. Bize göre, Rabbimiz, bu necmde; 50 ve 51. ayetlerde "İntak" sanatı yapmış ve Kur’an’ı konuşturmuştur. "Öyleyse Allah’a kaçın. Şüphesiz ki ben, sizin için O’ndan apaçık bir uyarıcıyım. Ve Allah ile beraber başka bir tanrı kılmayın [oluşturmayın]. Şüphesiz ben sizin için O’ndan apaçık bir uyarıcıyım" diyen, Kur’an’dır; yani Kur’an ayetleridir. Bilindiği gibi, Rabbimiz Kur’an’da bu sanatı yüzlerce kez kullanmıştır. Buna dair detay daha evvel Meryem suresinde verilmiştir.
52) İşte böyle, onlardan öncekilere herhangi bir elçi gelince, onun hakkında da kesinlikle onlar: "Bir sihirbazdır!" veya "Bir gizli güçlerce desteklenen/deli birisidir!" dediler.
53) Onlar, bunu birbirlerine yükümlülük olarak ulaştırdılar mı? Tersine onlar, azgın bir toplumdur.
54,55) Artık sen onlardan yüz çevir. Artık sen kınanacak değilsin. Ve sen öğüt ver/hatırlat. Çünkü şüphesiz öğüt/hatırlatmak, mü'minlere yarar sağlar.
Bu ayetlerde Resulullah hem motive edilmiş, hem de kendisine asli görevi bir kez daha hatırlatılmıştır. Bu hatırlatmalar her ne kadar kalpleri mühürlü kimselere fayda vermese de, gerek o günkü müminler gerekse sonraki kuşaklardaki müminler bu hatırlatmalardan faydalanacak, iman ve amel konularında daha ileri seviyelere ulaşacaklardır.

* O, kendi imanları ile birlikte, imanca fazlalaşsınlar diye mü’minlerin kalplerine kalbi teskin eden güven ve yatışma duygusu/moral indirendir. Göklerin ve yerin orduları da yalnızca Allah'ındır. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır. [Feth/4]

* Ve bir sûre indirildiği zaman, içlerinden bir kimse, "O indirilmiş sûre hanginizi iman açısından güçlendirdi?" der. Fakat iman etmiş kimselere gelince, o inen sûre, onları iman açısından ziyadeleştirmiştir; güçlendirmiştir ve onlar sürekli olarak müjdelenip duruyorlar. [Tevbe/124]

* Hiç şüphesiz mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperen, O'nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman, iman açısından güç kazanan ve yalnızca Rablerine sonucu havale eden, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan, ayakta tutan] ve Bizim kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte bunlar, gerçekten inananların ta kendisidir. Onlara Rableri katında dereceler, bağışlama ve saygın bir rızık vardır. [Enfal/2- 4]
56,57) Ben, bilmediğiniz ve bildiğiniz, gelmiş geçmiş herkesi yalnızca, Bana kulluk etsinler diye oluşturdum. Ben, onlardan herhangi bir rızık istemiyorum. Ben, onların Bana yedirmelerini de istemiyorum.
58) Şüphesiz Allah, çok rızık verenin ta kendisidir, çok çetin kuvvetin sahibidir.
Bu ayetlerde Rabbimiz kullarına kendi nezdindeki konumlarını bildirmektedir. İns ve cinn [herkes] birer kul olarak yalnızca Allah’a boyun eğip itaat etmeleri için yaratılmıştır. Bu nedenle, hadlerini aşarak ilahlık ve rablik taslamaya kalkmamalı, kesinlikle Yaratan’dan başkasına kul olmamalıdırlar. Allah Rezzak’tır, Kuvvet Sahibi’dir, Çok Sağlam’dır.

Pasajda aynı zamanda dolaylı olarak müşriklere de sadece kendilerini yarattığına inandıkları Allah’a kulluk etmeleri gerektiği mesajı verilmektedir. Allah bu müşriklerin nitelemelerinden de, takındıkları densizce tavırlardan da münezzehtir. Bu müşrikler hadlerini de, konumlarını da iyi bilmelidirler.

* Onlar, Allah'ın astlarından bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Îsâ'yı kendilerine rabler edindiler. Oysa onlar sadece bir tek olan ilâha kulluk etmekle emrolunmuşlardı. Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, ortak koşanların ortak koştuğu şeylerden de arınıktır. [Tevbe/31]

* Yine andolsun ki, onlara kendilerini kimin oluşturduğunu sorsan, kesinlikle: "Allah" derler. O hâlde nasıl çevriliyorlar! [Zuhruf/87]

* Ve hiç kuşkusuz eğer sen onlara: "Gökleri ve yeri kim oluşturdu?" diye sorsan, kesinlikle: "Onları en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, çok iyi bilen oluşturdu" diyeceklerdir. [Zuhruf/9]


Ve Lokman/25, Zümer/38, Lokman/32, A’raf/70.

"İbadet" sözcüğü zamanla ritüel yönleri de olan namaz, oruç, kurban, tesbih gibi dinî faaliyetler için kullanılan bir kavram haline gelmiştir. Bu nedenledir ki, birçokları "Ben, cinn ve insi [herkesi] yalnızca Bana ibadet/kulluk etsinler diye yarattım" ayetini eksik yorumlayarak "cinn ve insin [bilinen, bilinmeyen akıllı varlıkların]" sadece namaz, oruç, tesbih gibi ameller için yaratılmış olduklarını sanmışlardır. "İbadet" kavramı hakkındaki bu yanlış algının mutlaka tashih edilmesi gerekmektedir.
59) Artık şüphesiz, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapan kimseler için arkadaşlarının payı gibi bir pay vardır. Artık acele etmesinler.
60) Artık kendilerine vaat edilen günlerinden dolayı vay kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişilerin haline!
Zariyat Suresi, müşriklere azap tehdidi eşliğinde yapılan bu iki uyarı ayetiyle sona ermektedir. Yapılan bunca açıklamaya, önlerine serilen bunca ayet ve ibrete rağmen hala inat ediyorlarsa, nasıl geçmişteki yalanlayıcılar çeşitli cezalara maruz bırakılmışlarsa, artık onları da böyle yıkıcı bir azap beklemektedir. Geçmiş kıssalarda, tarihi belgelerde ve ören yerlerinde gözlemlediğimiz gibi, Rabbimiz bu zihniyete sahip olanları cezalandırmıştır. Onları bu dünyada rezil rüsva etmiş, ahırette de şiddetle cezalandıracaktır.

59. ayetteki "zulmeden kimseler" ifadesi, "şirk koşan kimseler" demektir. Kur’an’daki "zulüm" sözcüğünün "şirk" anlamında olduğunu daha evvel birçok kez dile getirmiştik. Zulmün "şirk" olduğuna dayanak olan Kur’an ayetlerinden bir kısmını yine hatırlatıyoruz:

* Ve hani bir zaman Lokmân oğluna öğüt vererek, "Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma, hiç şüphesiz ki Allah'a ortak koşmak, kesinlikle büyük bir yanlış davranıştır; kendi zararlarına iş yapmaktır. Ey oğulcuğum! Şüphesiz ortak koşmak; işlenen kötülük bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah, en latif, hakkıyla haberdar olandır. Yavrucuğum! Salâtı ikame et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluştur-ayakta tut], iyiliği emret, kötülükten sakındır. Sana isabet edene de sabret. Şüphesiz bunlar, işlerin kesin olanlarındandır. Ve insanlara avurdunu şişirme, suratını asma ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah, bütün övünen ve kuruntu edenleri sevmez. 19Ve yürüyüşünde mutedil ol, sesinden kıs. Şüphesiz seslerin en anlaşılmazı kesinlikle eşeklerin sesidir" demişti. [Lokman/13-19]

* Şu iman edenler ve imanlarına yanlış; kendi zararlarına olan iş giydirmeyenler/ortak koşma inancı karıştırmayanlar, işte onlar, güven kendilerinin olanlardır. Kılavuzlandıkları doğru yolu bulanlar da onlardır. [En’am/82]


Konumuz olan 60. ayetin müşriklere bir kınama olduğunu yukarıda da ifade etmiştik. Rabbimiz bu dünyada onları kınadığı gibi, onlar da gerek Allah’ın uyarı azabıyla karşılaştıklarında, gerekse her şeyin açığa çıktığı mahşer gününde kendi kendilerini kınamak zorunda kalacaklardır. Kur’ân’daki birçok âyet (Enbiya/11- 16, Enbiya/46, Enbiya/97, Ya Sin/52, Saffat/19, 20, Kalem/31) onların kendi kendilerini hangi gerekçelerle kınayacaklarını haber vermektedir.