Hûd

1,2,3,4) Elif/1, Lâm/30, Râ/200.[#202] Bu Kur'ân, Allah'tan başkasına kulluk etmeyin; sadece Allah'a kulluk edin diye, âyetleri, şirk koşarak yapılan yanlışı; kendi zararlarına işi ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler içertilmiş/bozulması engellenmiş, bir de en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan, her şeyin iç yüzünü/gizli taraflarını da iyi bilen tarafından ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır: "Şüphesiz ben sizin için O'nun tarafından bir uyarıcı ve bir müjdeciyim. Ve Rabbinizden bağışlanma isteyin, sonra O'na tevbe edin ki, sizi adı konmuş bir süre sonuna kadar güzelce yararlandırsın. Ve her fazilet sahibine armağanlarını versin. Ve eğer yüz çevirirseniz, ben sizin aleyhinize olan büyük bir günün azabından korkarım. Dönüşünüz yalnızca Allah'adır. Ve O her şeye gücü yetendir."[#203]
İyi anlaşılması için toplu olarak meallendirdiğimiz bu dört ayet, Hud suresinin özeti mahiyetindedir. Özel bir paragraf teşkil eden bu özeti, içeriğindeki bazı sözcük ve kavramları tek tek ele alarak tahlil etmenin yararlı olacağını düşünüyoruz.

اElif, لlam, رra.

Mukattaa harfleri hakkında daha evvel birçok kez açıklamada bulunmuş, kendi başlarına herhangi bir anlamı olmayan bu harflerin ya Kur’an’ın metin yapısının özel bir öğesini, ya birer uyarı edatını, ya da EBCD tablosunda kendisine karşılık gelen sayıları temsil ettiğini belirtmiştik. Buradaki harflerin EBCD tablosundaki karşılıkları şunlardır:

اElif: 1

لLam: 30

رRa: 200

Ancak bu konuya tatmin edici açıklamalar getiren ciddî bir araştırmanın varlığı konusunda henüz bize ulaşmış bir bilgi bulunmamaktadır.

Burada dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan biri, 2-4. ayetlerde yer alan "Şüphesiz ben sizin için O’nun tarafından bir uyarıcı ve bir müjdeciyim. Ve Rabbinizden bağışlanma isteyin, sonra ona tövbe edin ki, sizi adı konmuş bir süreye kadar güzelce yararlandırsın. Ve her fazilet sahibine lütfunu versin. Ve eğer yüz çevirirseniz, ben sizin aleyhinize olan büyük bir günün azabından korkarım. Dönüşünüz yalnızca Allah'adır. Ve O her şeye gücü yetendir" ifadesinin Kur’an tarafından söyleniyor olmasıdır. Söz konusu ifade, edebiyatta bir anlatım tekniği olarak kullanılan " الانطاق İntak" [konuşma yetisi olmayan bir şeyi konuşturmak]" sanatı ile Kur’an’a söylettirilmiştir. Yani, bu sözleri söyleyen Kur’an’dır, Kur’an ayetleridir. İfade bu husus dikkate alınmadan anlaşılmaya çalışıldığı takdirde, o sözlerin peygamberimize ait olduğu gibi yanlış anlamalar ortaya çıkmaktadır.

Edebiyatta sık kullanılan bir sanat çeşidi olan İntak, Kur’an’da başka ayetlerde de yapılmıştır:

64Biz Kur’ân âyetleri, yalnızca Rabbinin emri ile ineriz. Bütün geçmiş ve gelecek şeyler ve bunların arasındakiler yalnızca O'nundur. Ve senin Rabbin unutmuş değildir. 65O, göklerin, yerin ve aralarındakilerin Rabbidir. Öyleyse, O'na kulluk et ve O'na kulluk etmekte sabret. Hiç sen O'nun ismiyle isimlenen birini bilir misin? [Meryem/64, 65]

50Öyleyse Allah'a kaçın, Allah'a kaçın!!! Şüphesiz ki ben, sizin için O'ndan apaçık bir uyarıcıyım.

51Ve Allah ile beraber başka bir tanrı oluşturmayın. Şüphesiz ben, sizin için O'ndan apaçık bir uyarıcıyım. [Zariyat/50, 51]

164-166Ve "Bizden her birimizin kesinlikle belli bir makamı vardır. Ve biz kesinlikle saf saf dizilenlerin/dizenlerin ta kendisiyiz. Biz, Allah'ı noksanlıklardan arındıranların da ta kendisiyiz". [Saffat/164-166]

AYETLERİN "HİKMET" İÇERTİLMİŞ OLMASI

Kur’an’ın çok önemli bir özelliğine dikkat çeken bu ifade, Âl-i Imran/7’de bildirilen "Onda muhkem [hikmet içeren] ayetler vardır... Ki onlar Kitap’ın anasıdır" hükmünün bir başka anlatımıdır. Kamer suresindeki açıklamalarımızda belirttiğimiz gibi, "hikmet"; "zulüm ve fesada engel olup adaleti sağlayan ilkeler, yasalar ve kurallar" demektir. "Ayetlerin hikmet içertilmiş olması" ifadesine bu doğrultuda bakıldığında, Kur’an’ın bir bölümünü teşkil eden bu ayetlerin, kişilerin ve toplumların hayatlarında zulüm ve kargaşanın önlenmesine, adaletin sağlanmasına yönelik olduğu anlamı belirgin hale gelmektedir.

Pasajdaki " احكمتuhkimet" sözcüğünün "bozulması engellenmiş, sağlamlaştırılmış" manasında anlaşılması da mümkündür. Ancak biz, "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin [sadece Allah’a kulluk edin] diye ayetleri hikmet içertilmiş/bozulması engellenmiş, bir de Hakim [hikmetler koyan/engelleyen], Habir [her şeyden haberdar olan Allah] tarafından detaylandırılmış bir kitaptır" ifadesinden dolayı "uhkimet" sözcüğünün anlamının "zulüm ve fesada engel olup adaleti sağlayan ilkeler, yasalar ve kurallar" şeklinde tevil edilmesinin daha makul olacağı görüşünü taşıyoruz.

SONRA DETAYLANDIRMA

Ayetteki " ثمّsümme [sonra]" edatı ve aynı anlama gelen " بعدba’de" edatı, her zaman "zamanda sonra"lığı ifade etmezler, aynı zamanda kelâmdaki sonralığı da ifade ederler. Nitekim bu edatların Beled, Kalem ve Bakara surelerinde "kelâmda sonralık" anlamında kullanıldığı başka ayetler de vardır. Bu nedenle biz, "sümme" edatını, "zamanda sonralık" şeklinde anlaşılmaması için "sonra" olarak değil de "bir de" olarak meallendirmiş bulunuyoruz.

"Kitap" sözcüğü; "yazılan-okunan" anlamına geldiği için, bir defa buradan hemen anlıyoruz ki, Kur'an ayetleri ilk vahyden itibaren yazıya geçirilmiştir. İkinci olarak; Kur'an'nın henüz tamamlanmadığı dönemlerde eldeki mevcut olan bölümler de Kur'an'da "kitap" olarak tanımlandığı için anlıyoruz ki, "kitap" sözcüğü Kur'an'ın tamamını temsil etmemektedir. Nitekim yukarıda sunduğumuz ayetlerin bazılarındaki "kitap ve hikmet" kalıbına karşılık, Ahzab suresinin 34. ayetinde; "...Allah'ın ayetlerini ve hikmeti anın" şeklinde "ayetler" sözcüğü kullanılarak bir kalıp oluşturulmuştur. Yani "kitap" ve "ayetler" sözcükleri, Kur'an'ın bölümleri için kullanılmıştır.

Bizim görüşümüze göre "kitap ve hikmet" kalıbıyla verilen ayetlerdeki "kitap"; Zümer suresinin 23. ayetinde bahsedilen "müteşabih kitap"tır. Yani mucize nitelikli, anlamları gayet açık olmasına rağmen birbiriyle benzeşen birçok anlamı ifade edebilen eşsiz sanat mucizeleri konumundaki müteşabih ayetlerin oluşturduğu metindir.

Bilindiği üzere Kur’an indiği dönemde Araplar arasında henüz kültür ve edebiyat, yazılı konumda değildi. Arap dil ve edebiyat bilginlerinin eserleri dilden dile dolaşmaktaydı. Arap dili gramer ve edebiyat açısından henüz kuramlaştırılmamıştı. Gramer ve edebiyat bilgileri ediplerin kasidelerinde, halk deyimlerinde kendini göstermekteydi.

Arapçaya ait bu günkü dilbilgisi kuralları Kur'ân'ın inişinden yaklaşık 150–200 sene sonra Sibeveyh, Ahfeş (ölümü H. 177 M. 793), Kisâî, Îsâ b. Ömer, Yûnus b. Habib ve Ebû Ubeyde Ma'mer b. Müsenna gibi bilginlerce Kur’an metinleri ve İmruü'l-Kays, Tarafe ibnü'l-Abd (539-564), Haris bin Hilliza (veya A'şa)., Amr bin Kulsum, Antere bin Şeddad (veya Nabiğa), Züheyr bin Ebu Sulme, Lebid ve diğer ediplerin eserleri dikkate alınarak oluşturuldu.

Kur’an’ın metni Arap dilinin gramer ve edebiyat ilkelerini kuramlaşmış haliyle insanlığa sunmuş ve derli toplu olarak göstermiştir. Hem de Arap dili gramer ve edebiyatını bilmeyen birisi tarafından. Kur’an’ın nüzulünden sonra Arap dil ve edebiyatının temel kaynağı artık Kur’an metni (Kitap) olmuştur. İşte Kur’an’da "Kitap" diye konu edilen, Kur’an’ın yazılı metnidir, içeriği de Hikmet olarak yer almaktadır. Bunu, A’raf/2, Yûnus/1, Hûd/1, Yûsuf/1, Ra’d/1, İbrahim/1, Hıcr/1, Kehf/1, Şûra/2, Neml/1, Kasas/2, Lokman/2, Secde/2, Sâd/29, Zümer/1, 2, 23, 41 Mü’min/2, Fussıllet/3, Zuhruf/2, Duhan/2, Câsiye/2, Ahkaf72 ve Bakara/151’de görmekteyiz.

KİTABIN İNDİRİLİŞ SEBEBİ

Bu husus ayette net olarak açıklanmış ve Kur’an’ın indirilme gayesi "Allah’tan başkasına kulluk etmeyin diye" sözleriyle ifade edilmiştir. Kur’an’ın tek ve ortağı olmayan Allah'a kulluk etmeyi sağlamak için indirildiği başka ayetlerde de bildirilmiştir:

25Ve Biz senden önce hiçbir elçi göndermedik ki ona: "Gerçek şu ki, Benden başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için Bana kulluk edin" diye vahyetmiş olmayalım. [Enbiya/25]

36Ve andolsun ki Biz her ümmete, "Allah'a kulluk edin ve tağuttan sakının" diye bir elçi gönderdik. Artık Allah, bu ümmetlerden bir kısmına doğru yolu gösterdi, bir kısmına da sapıklık hak olmuştur. Şimdi yeryüzünde bir gezip dolaşın da bakın yalanlayanların sonu nasıl olmuş? [Nahl/36]

97Erkek-dişi, mü’min olarak kim iyi amel işlerse kesinlikle onu güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini, yapmış oldukları amellerin daha güzeliyle ödüllendireceğiz. [Nahl/97]

KİTABIN DETAYLANDIRILMASI

Kur’an’da tevhide, peygamberliğe, ahiretin gerçekliğine, yasalara, öğütlere ve kıssalara ait deliller iyice açıklanmış, insana yararlı ve zararlı şeylerin hepsi bildirilmiştir. Bu yapılırken de ayetler topluca değil, insanların iyi sindirmelerine elverişli bir şekilde, parça parça, fasıl fasıl, necm necm indirilmiştir. Böylece olay ifrat ve tefritten uzak tutulmuştur.

Kur’an’ın yeteri kadar detaylandırıldığı, yani bildirilenden daha fazla detay aranmasına gerek kalmayacak kadar ayrıntılı kılındığı birçok kez bildirilerek insanlar uyarılmıştır:

41Biz, bu Kur’ân'da, onların akıllarını başlarına almaları için türlü şekillerde evirip çevirdik/farklı farklı şekillerde açıklama yaptık. Ve bu açıklamalar, ancak onların nefretini artırmıştır. [İsra/41]

113Ve işte böylece Biz Allah'ın koruması altına girsinler yahut onlara yeni bir öğüt oluştursun diye onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik. Onda tehditlerden tekrar tekrar açıklama yaptık. [Ta Ha/113]

55Ve Biz âyetleri işte böyle ayrıntılı olarak açıklıyoruz. Ve suçluların yolu ortaya konsun/sana belli olsun diye. [En’âm/55]

31Ey Âdemoğulları! Her mescidin yanında; toplum içinde süslerinizi alın, yiyin-için fakat savurganlık etmeyin; kesinlikle Allah, savurganları sevmez.

32De ki: "Allah'ın, kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?" De ki: "Bunlar, iğreti dünya hayatında inananlar içindir –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–." İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz. [A’raf/31, 32]

Bu konuda ayrıca İsra/89, Kehf/54, Ahkaf/27, Furkan/50, En’am/46, 65, 105, A’raf/58, 174, Tövbe/11, Rum/28, Yunus/5, 24, Ra’d/2 ve Fussılet/3’e de bakılabilir.
5) Haberiniz olsun! Şüphesiz onlar, Elçi'den/vahiyden gizlenmek için göğüslerini dürüp bükerler. Haberiniz olsun! Onlar örtülerine bürünürlerken, gizledikleri şeyleri, açığa vurdukları şeyleri Allah biliyor. Şüphesiz Allah, göğüslerdekileri en iyi bilendir.
Gafillerin dikkatini çekmek için " ألاela" uyarı edatıyla başlayan bu ayette, Arap örfündeki bazı sembolik davranışlarla vahye olan tepkilerini ortaya koyan gafillere Allah’tan hiçbir şeyi saklayamayacakları bildirilmektedir.

"Göğsünü dürüp bükmek" ve "örtüye bürünmek" sözleriyle ifade edilen hareketler, Arapların hoşlanmadıkları kişileri görmemek ve işlerine gelmeyen sözleri dinlememek için ortaya koydukları olumsuz tavrı sembolize etmektedir. Bu sembolik tavır, yönün başka tarafa çevrilmesi ve geniş üst örtüsünün başın üzerine alınması şeklinde gösterilmektedir.

Ayette "onlar" sözcüğüyle kastedilmiş olanlar, aktif düşmanlık göstermeseler bile peygamberimize muhalefetten geri durmayan bazı Mekkelilerdir. Peygamberimize karşı olduklarını fiilî davranışlarıyla belli etmeyen bu kişiler, onu her gördüklerinde başka tarafa dönerek veya örtülerini başlarına geçirip görmezden gelerek Allah’tan gelen mesaja sırt çevirmekte, yani ilahî çağrıya kulak vermemektedirler.

Ayetin ifadesinden mecazî olarak ise; bu kimselerin akıllarını ve kalplerini bâtıl inançlarla, hurafelerle örtmüş oldukları ve bu davranışlarının da onları manevî gerçeklere kapalı ve duyarsız kıldığı anlaşılmaktadır.

Esbab-ı nüzul nakillerinde, bu ayetin münafıklardan birisi hakkında indiği de söylenmiştir:

Bu kişi, peygamber kendisini görüp de imana davet etmesin diye, peygamberin yanından geçti mi göğsünü döndürür, sırtını çevirir, başını önüne eğer, yüzünü örterdi. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

Elçiye mesafeli davranma, vahye kulak tıkama şeklindeki bu tür davranışlar Nuh peygambere de yapılmıştır:

5-12Nûh dedi ki: "Rabbim! Şüphesiz ben, toplumumu gece-gündüz/sürekli olarak davet ettim. Fakat benim çağırmam, onların sadece kaçmalarını artırdı. Ve şüphesiz ben, onları, Senin onları bağışlaman için her davet ettiğimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ısrar ettiler, kibirlendikçe de kibirlendiler. Sonra şüphesiz ben onları yüksek sesle çağırdım. Sonra şüphesiz onlar için ilan ettim. Onlar için gizli gizli de söyledim. Sonra dedim ki": "Rabbinizin sizi bağışlamasını isteyin. Kesinlikle O, çok bağışlayıcıdır. Üzerinize gökten bol yağmur yağdırsın. Size mallar ve oğullar ile yardımda bulunsun, sizin için bahçeler kılsın, ırmaklar kılsın.13Size ne oluyor ki, Allah için "ağır davranış"ı ummuyorsunuz? [Nuh/5-12]

Fakat ne yaparlarsa yapsınlar, Rabbimiz onların akıllarından geçirdiklerini dahi bilmekte ve bildirmektedir:

38Kesinlikle, Allah göklerin ve yerin görülmeyenini, duyulmayanını, sezilmeyenini bilendir. Hiç şüphesiz O, göğüslerin içindekini çok iyi bilendir. [Fatır/38]

13Ve sözünüzü ister gizleyin, ister onu açığa vurun; şüphesiz ki Allah, göğüslerin özünü en iyi bilendir. [Mülk/13]

29De ki: "Göğüslerinizdeki şeyleri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Ve Allah, göklerde olan şeyleri ve yerde olan şeyleri bilir. Ve Allah, her şeye gücü yetendir." [Âl-i Imran/29]

5Ve onlar: "Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü/zırh içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda da bir perde vardır. Artık sen, yapabileceğini yap, biz de gerçekten yapıyoruz" dediler. [Fussılet/5]

24Peki onlar, Kur’ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitleri mi var? [Muhammed/24]

Ayrıca Al-i Imran/119, 154, Maide/7, Enfal/43, Ankebut/10, Lokman/23, Zümer/7, Mü’min/19, Şura/27, Hadid/6, Tegabün/4, Neml/74, Kasas/69’a da bakılabilir.
6) Ve yeryüzünde hiçbir küçük-büyük canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. Allah, onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri[#204] de bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır.
Allah ile canlılar arasındaki ilişkinin vurgulandığı bu ayette, Allah’ın hareket etmekte olan her yeryüzü canlısının rızkını verdiği, onların konulduğu ve bulunduğu yerleri bildiği, dolayısıyla her bir canlıyı sürekli olarak kontrol ettiği bildirilmektedir.

Ayette geçen " دابّةdabbeh" sözcüğü, virüs, bakteri gibi en küçükler de dâhil olmak üzere, hareket eden her türlü canlı varlık demektir. Ayetin ifadesinden, Yüce Allah’ın sadece insanların değil, büyüğüyle küçüğüyle, denizdekiyle karadakiyle tüm yaratıkların rızklarına kefîl olduğu anlaşılmaktadır.

"Dabbeh" sözcüğünü ilk geçtiği Neml/82’nin tahlilinde ayrıntılı olarak incelemiş, sözcüğe yanlış anlamlar yüklenmesi sonucunda ortaya ne gibi yanlış inançların çıktığını detaylarıyla anlatmıştık. Bu nedenle, gerek "dabbeh" sözcüğünün Kur’an’daki gerçek anlamı, gerekse bu sözcük etrafında oluşan rivayet yığınının niteliği hakkındaki açıklamalarımızın tekrar okunmasını önermekle yetiniyoruz.

" مستقرّMÜSTAKARR" VE " مستودعMÜSTEVDA" SÖZCÜKLERİ

Ayette geçen "el-müstekarr" sözcüğü "yerleşik yer", "el-müstevda'" sözcüğü de "geçici yer" demektir. Allah’ın her canlının "yerleşik" ve "geçici" yerlerini bilmesi demek, canlıların hem emanet edildikleri hem de sonradan mekân tuttukları yerlerin Allah tarafından biliniyor olmasıdır. Bu yerler ne kadar değişikliğe uğrarsa uğrasın, Allah’ın bilmesi bakımından herhangi bir durum değişikliği (ya da "zorluk") oluşturmaz. Meselâ:

-Bir kimse belli bir adreste ikamet ederken, bazı sebeplerle başka şehirlere, başka ülkelere gidebilir; nereye giderse gitsin, Allah o insanın nerede olduğunu bilir.

-Bir kimsenin her gün yattığı yer ile öleceği yer aynı olmayabilir; ancak Allah her ikisini de bilir.

-Bir sperm hücresi babanın vücudunda yaratılır, sonradan yeri değişerek annenin yumurta hücresine girer. Allah bu hücrenin de ne zaman, nerede olduğunu tam olarak bilir.

-Bir bakteri belli bir yerde oluşur, sonra da değişik yollarla başka canlıların vücutlarına girer ve orada faaliyet gösterir. Allah o bakterinin de nerede ve hangi faaliyette bulunduğunu bilir.

Nitekim Rabbimiz şöyle buyurur:

59Görünmezin, duyulmazın, geçmişin, geleceğin anahtarları da yalnızca O'nun katındadır. O'ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. [En’am/59]

Konumuz olan ayet, bize göre, yukarıda saydıklarımızın dışında bir başka anlam daha içermektedir. O da "insanın kendisine ait bilgilerle beraber diriliş gününe kadar emanet olarak durduğu yerin Allah tarafından biliniyor olması"dır. Bu anlamın biraz daha ayrıntılı açıklanabilmesi için şu ayetlerin hatırlanması gerekir:

1.Ayet:

O gün, o insan, önden yolladığı ve geriye bıraktığı şeyler ile haberlenir. [Kıyamet/13]

"O GÜN"

"اليوم Yevm" sözcüğü Kur’an’da sadece "gün" anlamında değil, "evre, devre, etap" anlamlarında da kullanılmıştır. Bu sözcük Kur’an’da bazen kısa bir "an"ı, bazen de uzun "yıllar"ı işaret etmektedir. Meselâ Rahman/29’da "an" anlamına gelen "yevm" sözcüğü, Hud/7 ve Fussılet/9, 10’da "uzun yıllar" anlamına gelmektedir.

Bize göre, bu ayetlerdeki "o gün", yukarıdaki olayların meydana geldiği ve inançsızların "Kaçacak yer neresi!" diyerek âdeta kaçacak delik aradığı, yani gözün fal taşı gibi açıldığı, Ay’ın tutulduğu, Güneş ve Ay’ın birleştiği gündür, ölüm anıdır.

İşte "o son an"da, insanın yaratılışta içine yerleştirilmiş biyolojik "çip"ler [hafıza işlevini gören sinir hücreleri] görev başına gelip kayıttaki bilgileri insanın görüşüne arz ederler. İnsan artık vicdanıyla baş başa kalmış ve yaptıklarının azabını vicdanında duymaya başlamıştır. Böylece insanın kendi aleyhine hem tanık hem de ihbarcı olacağı dönem o ölüm anıyla başlamıştır. Tabiî ki bu süreç ahirette de devam edecektir.

Hafıza hücrelerinin görev başına geleceğine ve kişinin yaptıklarını eksiksiz olarak bildireceğine dair görüşümüz, bilimsel araştırmalardan da destek almış durumdadır. Dr. Pınar Uysal Onganer bir makalesinde şunları söylemektedir:

"... Kaliforniya’da bulunan Salk Enstitüsü Biyoloji Bölümü nörobiyologları [sinir biyologları], "Neuron" dergisinde konu ile ilgili bulgularını yayınladılar. Yaptıkları deneysel çalışmaları ile, unuttuğumuzu sandığımız için şemsiye almadığımıza inandığımız hâlde, aslında beynimizin hatırladığını kanıtladılar. ... Dr. Thomas D. Albright ve ekibi, maymunların beyinlerinde neler olduğunu anlamak için ‘İnferior Temporal Korteks’teki [İTK] sinir hücreleri sinyallerini incelemişler. İTK, beynin ‘görsel tanıma’ ve hatırlamadan sorumlu alanıdır. Elektriksel olarak bu bölgenin uyarılmasının, geçmişte yaşanan olaylara ait görsel halüsinasyonlara neden olduğu gösterilmiştir. Ayrıca İTK’nın görsel hafızanın depolanması ve gerektiğinde çağırılmasında rolü olduğu düşünülmektedir." [11 Şubat 2006 tarihli Cumhuriyet gazetesi, Bilim Teknik ekinden]

2. Ayet:

61Ve Allah, kulları üzerinde hükümranlığı sürdürür ve O, sizin üzerinize koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksik-fazla yapmadan, onu vefat ettirirler; onlara geçmişte yaptıklarını, yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlatırlar. 62Sonra kendi gerçek Mevlâları Allah'a döndürülürler. Dikkatli olun, hüküm ancak O'nundur ve O, hesap görenlerin en süratlisidir." [En’am/61, 62]

"Koruyucular" olarak çevirdiğimiz sözcük, ayetin orijinal metninde "Hafaza" olarak geçmektedir. Bu sözcüğün kök anlamı "korumak"tır. "Koruyucular" anlamına gelen "Hafaza" ile "bellek" anlamına gelen "Hafıza" sözcüğünün aynı kökten türetilmiş olması özellikle dikkat çekicidir. Görüldüğü gibi, ayet, insan yapısında hafıza işlevini gören hücrelerin [belleklerin] varlığını ispatlamaktadır. Çünkü Allah’ın vefat ettirdiği sırada kullarına göndereceğini bildirdiği "muhafızlar [koruyucular]", insana takdim ve tehir ettiğini eksiksiz haber veren, bir bakıma, insana kendi hayatının "Z" raporunu çıkartan "bellekler"dir.

3. Ayet:

2,3Ama onlar, kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler, "Bu, şaşılacak bir şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu, uzak bir dönüştür" dediler.

4Biz, yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda da çok iyi kaydedip koruyan bir kitap vardır. [Kaf/2-4]

Bu ayet, inkârcıların "
Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür" şeklindeki bahanelerine verilen cevaptır. İnkârcıların yeniden dirilmeyi alışılmıştan uzak [imkânsız] zannetmeleri, yaratılış gerçeğini ve yaratılışın bütün bölümlerini ayrıntılarıyla bilmemelerinden [bilgisizlikten] kaynaklanmaktadır. Hayatın bütün sırları keşfedilmiş olsa idi, herhâlde ölümden sonra dirilme de akıllara pek uzak gelmezdi. Ne var ki, Yüce Allah bu sırları bilmekte ve ona göre yaratmaktadır:

79,80De ki: "Onları ilk defa oluşturan onları diriltecektir. Ve O, her oluşturmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş/oksijen yapandır. Şimdi de siz oksijenden yakıp duruyorsunuz. [Ya Sin/79, 80]

Öldükten sonra çürüyüp toprak olanlara ne olduğu, varlıkları nelerin oluşturduğu, onları oluşturan parçalar arasındaki bağların niteliği, bu parçalardan nelerin kaybolup nelerin kaybolmadığı, nelerin şekil değiştirerek mevcut kaldığı [varlıklarını koruduğu] gibi hususlar ancak Rabbimiz tarafından bilinebilecek sırlardır. Rabbimiz varlıklarla ilgili tüm bu hususları noksansız olarak bilmekte, yarattığı hayata ilişkin tüm sırları kendi ilminde bulundurmaktadır. Ayette yaratılışla ilgili tüm bilgilerin korunduğu bildirildiğine göre, insanların öldükten sonra çürüyüp toprağa karışmaları onların kaybolup gittikleri anlamına gelmez. Hayatın bu topraktan [maddeden] yeniden başlaması, daha önce bir kez gerçekleşmiştir ve sürekli gerçekleşmeye devam edip gitmektedir.

Yukarıdaki üç ayeti göz önünde bulundurarak "müstakarr" ve "müstevda" sözcükleri ile ilgili olarak yukarıda verdiğimiz son anlamın açıklaması şu şekilde yapılabilir:

İnsanın yapısında kendisiyle ilgili tüm olayları kayda geçiren bellek hücreleri mevcuttur. Hatta tüm hücrelerin bellek özelliğine sahip olmaları ihtimali de uzak değildir. Bu bellek hücreleri, ölüm anında işlevlerini yerine getirerek vefatın gerçekleşmesini sağlamaktadırlar. Konumuz olan ayetteki "O [Allah], onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir" ifadesinden, bu hücrelerin ölüm sonucu toprağa karışıp yok olmadığı ve Allah’ın insanların tüm hayatlarının kayıtlarını taşıyan bu muhafızların [bellek hücrelerinin] nerede bulunduklarını bildiği anlaşılmaktadır.

Bunun böyle olması, reenkarnasyon ile izah edilmeye çalışılan bazı olaylara yeni bir açıklama imkanı getirmektedir. Bilindiği gibi, dünyaya gelmeden önce başka bir hayat yaşadığını iddia edip o hayatına dair önemli ayrıntılar veren bazı insanlardan bahsedilmektedir. Tenasuh [Ruh Göçü] inancına dayanak yapılmaya çalışılan bu tür vakalar, bir insanın zaman içinde farklı bedenlerde yaşadığına kanıt olarak yorumlanamaz. Çünkü ölen bir insan ne bir daha hayata dönebilir, ne de bir başka insanın bedeninde yeni bir hayata geçebilir. Bunda hiçbir kuşku yoktur. Ancak geçmişte başka hayatlar yaşadığını iddia edenler arasından yalancı, şarlatan veya patolojik kişilikli olmadıkları belirlenenler çıkarsa, bunların durumu nasıl açıklanmalıdır?

Konumuz olan ayette, Rabbimizin her şeyin takipçisi olduğu, hiçbir olgu, olay ve nesnenin O’nun ilmi ve kontrolü dışında bulunmadığı bildirilmektedir. Bu ayetin bizim öngördüğümüz anlamı çerçevesinde olaya şöyle bir açıklama getirilebilir:

Asırlar önce yaşamış bir kişiye ait bellek hücrelerinin sindirim ya da solunum yoluyla herhangi bir kişinin vücuduna girmesi ve orada emaneten durması, o kişinin de bu bellek hücrelerindeki kayıtları kendi geçmişi imiş gibi hatırlayıp anlatması mümkündür. Ki, bu konu, Kehf suresinde "Kehf ve Ashab-ı rakiym" anlatımıyla uzunca yer almaktadır.

Sonuç olarak, bu ayetin mesajı şu şekilde takdir edilebilir: "Alîm olan Allah'tan saklanarak cezadan kurtulabileceğinizi sanmanız akılsızlıktan başka bir şey değildir. O, küçücük bir serçenin yaşadığı yuvayı, minnacık bir sineğin bulunduğu deliği bile bilir ve her nerede yaşıyorlarsa onların rızklarını tedarik eder. Her yaratığın devindiği ve ikamet ettiği yeri bilir ve onları belirli bir vakte kadar yaşatır, sonra öldürür."

7) Ve Allah, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini imtihan etmek için gökleri ve yeri altı evrede oluşturandır. -Evren, önce su hâlinde idi; O'nun tahtı[#205] su üzerindeydi; Allah o evrede de egemendi, plânlayıp yönetendi.-[#206] Ve eğer onlara, "Gerçekten siz öldükten sonra diriltileceksiniz" dersen, o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kişiler de kesinlikle sana, "Bu apaçık bir sihirden/sihirbazdan başka bir şey değildir" diyecekler.
Bu ayette, evreni Allah’ın yarattığı hatırlatılarak kudretinin sınırsızlığı vurgulanmakta, peşinden de inançsızların "öldükten sonra diriltilecekleri" haberine karşı, bunun "ancak bir sihir/sihirbaz işi olduğu" şeklindeki mantık dışı yaklaşımları dile getirilmektedir.

Rabbimiz burada sonsuz gücünü tanıtırken evreni yaratma sebebini de açıklamış ve evrenin kimin daha güzel amel işleyeceğini imtihan etmek için yaratıldığını bildirmiştir.

Evrenin boşuna yaratılmadığı gerçeği değişik ifadelerle birçok ayette tekrarlanmıştır. Bu ayetlerden biri de "daha güzel amel işleme" imtihanının, "ortağı olmayan tek Allah’a yapılacak kulluk" konusunda olduğunu açıklayan Zariyat/56’dır:

* Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna oluşturmadık. Bu, kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı şu kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kişilerin vay hâline! [Sad/27]

* Peki siz, Bizim sizi sadece boş yere oluşturduğumuzu ve şüphesiz sizin yalnızca Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? İşte gerçek sahip, yönetici Allah, yüceler yücesidir. O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, saygın, en büyük yönetim makamının Rabbidir. [Müminun/115,116]

* Ben, bilmediğiniz ve bildiğiniz, gelmiş geçmiş herkesi yalnızca, Bana kulluk etsinler diye oluşturdum. Ben, onlardan herhangi bir rızık istemiyorum. Ben, onların Beni yedirmelerini de istemiyorum. [Zariyat/56,57]

Evrenin çok erken döneminde mükemmel akışkan bir sıvı halinde olduğu 2010 yılında yapılan CERN (ALICE) deneyi ile gösterildi. Bu sıvının sıcaklığı trilyon derece idi. Yer kürenin içinin de hâlâ sıvı halde bulunması da bu mucizeyi göstermektedir.

Kâinatın yaratılma süresi olarak bildirilen "altı gün", Kaf suresinin tahlilinde açıkladığımız gibi, "altı evre", "altı dönem", "altı aşama" anlamlarına gelmektedir:



ALTI GÜN: ALTI DEVRE

اليوم [yevm] sözcüğü, Türkçe'ye "gün" olarak çevrilebildiği gibi, "devir" olarak da çevrilebilir. Çünkü Arapça'da yevm sözcüğü, hem "gündüz ve geceden oluşan 24 saatlik bir devir [gün]" anlamına, hem de genel olarak "devir [hangi müddet olursa olsun, zamandan bir müddet]" anlamına gelir. Nitekim Secde/5'de, 1.000 senelik bir yevm'den, Me‘âric/4'de ise 50.000 senelik bir yevm'den bahsedilmek sûretiyle, yevm sözcüğünün belirli bir ölçüdeki "devir"i değil de genel anlamda bir "devir"i ifade ettiği Kur’ân tarafından da teyit edilmiştir.

Bu konu Kaf Suresinin tahlilinde ayrıntılı olarak işlendiği için bu kadarla yetiniyor, ilgili bölümün oradan okunmasını öneriyoruz.
8) Ve eğer Biz bunlardan azabı belli bir önderli toplum oluşana kadar erteleyecek olursak, o zaman da, "Onu engelleyen nedir ki?" diyecekler. Haberiniz olsun! O azap, onlara geldiği gün kendilerinden geri çevrilecek değildir. Ve o alay ettikleri şey kendilerini kuşatmıştır.
Bu ve önceki ayetlerden inkârcıların şöyle düşündüğü anlaşılmaktadır: "Eğer suç işleyenler cezalandırılacak olsaydı biz cezalandırılırdık. Biz cezalandırılmadığımıza göre, cezalandırılma diye bir şey de yoktur." Azabın gecikmesinden cesaret alan inkarcılar, daha da ileri giderek: "Azabı hapseden ne ki, tutmasın, salıversin de gelsin" diyerek bir de küstahlık etmektedirler:

66Senin toplumun ise, azap/Kur’ân/âyetlerin iyice açıklanması, hak olmasına rağmen onu yalanladı. De ki: "Ben sizin üzerinize, işleri belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan" biri değilim. 67Her önemli haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır, siz de yakında bileceksiniz. [En’âm/66, 67]

32Bir vakit de onlar, "Ey Allah'ım! Eğer bu, Senin katından gelmiş bir hakkın/gerçeğin ta kendisi ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver" demişlerdi. [Enfal/32]

Ve Yunus/50, Neml/70, Neml/72, Ankebut/53, 54.

Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, inkârcıların küstahlıklarına karşılık Rabbimiz yine onları uyarmaya devam etmektedir. Bu tutumlarının devam etmesi hâlinde azabın mutlaka gerçekleşeceğini ihtar eden bu uyarılar başka ayetlerde de yapılmıştır:

24,25Sonunda onu, vadilerine doğru gelen geniş bir bulut hâlinde gördüklerinde: "Ha işte! Bu, bize yağmur getirecek bir bulut!" dediler, Hayır, aksine o, çabuklaştırmaya çalıştığınız şeyin ta kendisi; Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eden, içinde acıklı bir azap olan rüzgâr... Sonunda o hâle geldiler ki, konutlarından başka hiçbir şey görünmüyordu. Biz, günahkârlar topluluğunu işte böyle cezalandırırız. [Ahkaf/24, 25]

–"
76Ey İbrâhîm! Bundan vazgeç. Şüphesiz Rabbinin emri kesin olarak geldi ve hiç şüphesiz onlar; onlara geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azap gelecektir.– [Hud/76]

AYETTEKİ "
الامّةÜMMET" SÖZCÜĞÜ

"Ümmet" sözcüğünün "önderleri bulunan toplum" demek olduğu daha evvel birçok kez açıklanmıştı. Ne var ki, Kur’an üzerine çalışma yapanların birçoğu, "ümmet"i, sözcük anlamını dikkate almadan, zorlama ile "sayısı belli bir vadeye ve bilinen bir zamana kadar" şeklinde anlamlandırmışlardır. Biz ise "ümmet"in sözcük anlamı ile değerlendirilmesinin daha isabetli olduğu görüşünü taşımaktayız.

45Ve o ikiden kurtulmuş olan kişi iş işten geçtikten sonra anarak dedi ki: "Ben size o görüntünün kesin olarak neyi ifade ettiğini haber veririm, hemen beni gönderin." [Yusuf/45]
9,10,11) Ve eğer, sabreden ve düzeltmeye yönelik işleri yapan kişilerin -işte bunlar, bağışlanma ve büyük ödül kendileri için olanlardır- dışındaki insana, tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak, kuşkusuz o umutsuzdur, çok nankördür. Ve eğer, kendisine dokunan mutsuzluktan sonra, ona mutluluğu tattırsak, elbette, "Kötülükler benden gitti" der. Ve kuşkusuz o, şımarıktır, böbürlenen biridir.
Bu ayetlerde, olgunlaşmamış insanın umutsuzluk, inançsızlık, nankörlük, şımarıklık, böbürlenme gibi karakteristik zaaflarına dikkat çekilmekte, bu olumsuz huyların ancak sabredip salihatı işleyen iman sahiplerince terbiye edilebileceği mesajı verilmektedir.

İnsanın karakteristik zaafları hakkında başka ayetler de vardır:

* İnsana gelince, Rabbi onu her ne zaman sınayıp da kendisini üstün kılar ve nimetler verirse: "Rabbim beni üstün kıldı" der. Ama her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa: "Rabbim beni aşağıladı" der. [Fecr/15-16]

* Şüphesiz insan dayanıksız ve huysuz oluşturulmuştur; kendisine kötülük dokundu mu sızlanır. Kendisine hayır dokundu mu/kendisi varlıklı kılındığında da küçük bir yardımı bile engeller. Ancak "salâtçılar" [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı ilkeleştirmişler] bunun dışındadır. [Mearic/19-22]
12) Şimdi sen, "Ona bir hazine indirilse ya da beraberinde bir melek gelse ya!" diyorlar diye sana vahyolunan vahyin bir kısmını terk edecek oluyorsun ve bundan dolayı göğsün daralır. Sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah ise her şeyi belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayandır.
Peygamberimizin elçilik görevini hangi koşullarda sürdürdüğünü bildiren bu ayet, onun inkârcıların sataşmalarından ve çevresindekilere zarar vermelerinden dolayı çok bunaldığını göstermektedir. İnkârcıların baskıları öyle boyutlara ulaşmış olmalı ki, peygamberimizin gönlünde çevresindekilerin etkisiyle veya kendi düşünceleri sonucu, kâfirlerin üzerine bu kadar gidilip putlarının böylesine yerilmemesi gerektiği yolunda bir kanaat hâsıl olmuştur. Bu da yüreğine büyük bir sıkıntı vermektedir. Rabbimiz ise elçisine en ufak bir tereddüde kapılmadan aldığı mesajı yaymaya devam etmesini, cevap yetiremeyeceği veya alay konusu olacağı korkusuyla duraklamamasını ihtar etmekte ve "Sen yalnızca bir uyarıcısın" diyerek ona cesaret ve destek vermektedir.

Peygamberimizin içinde kaldığı bu zor durum başka ayetlerde (Nisa/153, Yunus/15, En’âm/50, Furkan/7, 8, Hicr/97-99, Furkan/10, İsra/90-93) de dile getirilmiştir.
13) Aslında onlar, "Onu kendisi uydurdu" diyorlar. De ki: "Öyleyse, eğer doğrulardan iseniz, uydurma olarak da olsa, benzeri on sûre getirin, Allah'ın astlarından gücünüzün yettiği kişileri de çağırın."
Bu ayet de yine "Kur’an’ı kendisi uydurdu" diyen inkârcılara bir meydan okumadır. Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu vurgulayan bu meydan okuma başka ayetlerde (Bakara/23, Yunus/37, 38, İsra/88, Tur/33, 34) de yapılmaktadır.
14) Yok, eğer bunun üzerine onlar, size cevap vermedilerse, artık bilin ki, Kur'ân ancak Allah'ın bilgisiyle indirilmiştir. Ve O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Artık siz Müslüman oluyor musunuz?
35) Ya da "Onu uydurdu" diyorlar. De ki: "Eğer onu ben uydurdum ise vebali benim üzerimedir. Bense sizin işlediğiniz suçlardan uzağım."[#207]
Rabbimiz burada tüm inananlara hitap etmekte ve inkârcıların bir önceki ayette yapılan meydan okumaya cevap vermemeleri durumunda, müminlere, inkârcılardan artık teslim olmalarını istemelerini emretmektedir.

15) Her kim basit dünya hayatını ve süsünü isterse, yaptıklarının karşılığını, ona hiç eksiltmeden, burada tastamam veririz. Onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar.
16) İşte onlar, kendileri için, âhirette ateşten başka bir şey olmayanlardır. Yapıp ürettikleri de orada boşa gitmiştir. Yaptıkları şeyler de kaybolup gitmeye mahkûmdur.
Bu ayetlerde Rabbimiz, dünya hayatını ve süsünü kendilerine amaç edinmiş ve ömürlerini bu kazanımlara adamış dünyaperestleri uyarmakta ve onların ahirette ateşten başka bir şeyleri olmayacağını açıklamaktadır. Allah’ın bu ilkesi sadece bu ayette değil, başka ayetlerde de konu edilmiştir. Ne var ki, bazı kıt düşünceliler bu ilkenin özünü kavrayamadıkları için yanlış bir zehaba kapılmakta, yaptıkları bir kısım iyilikler sebebiyle Allah'ın kendilerini mal, makam, refah ile sevindirdiğini sanmaktadırlar. Böyle sandıkları için de dünya kazanımlarını elde etmek için gösterdikleri çabalarla boş yere övünüp durmaktadırlar. Oysa Rabbimiz bu şahısların yanlış ve boş değerlendirmelerini reddetmekte ve amellerin ancak iman ile birlikte olması hâlinde değerli olacağına işaret etmektedir. Yapılan işleri değerli kılacak asıl gerekçe bu amellerin geçici dünya için değil, gerçek ahiret yurdu için yapılmış olmasıdır:

54Sen, şimdi onları bir zamana kadar sapkınlıkları ile başbaşa bırak!

55,56Onlar, kendilerini hayırlarda koşturalım diye, kendilerine maldan ve oğullardan bir şeyler vermekte olduğumuzu mu sanıyorlar? Tam tersi, işin farkına varamıyorlar. [Müminun/54-56]

18Her kim çarçabuk geçen dünyayı isterse, istediğimiz kimseye, dilediğimiz şeyi çabuklaştırırız. Sonra onun için cehennemi hazırlarız, kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer. 19Kim de âhireti isterse ve mü’min olarak âhirete yaraşır bir çaba ile âhiret için çalışırsa, işte öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir. 20Hepsine; dünyayı isteyenlere ve âhireti isteyenlere Rabbinin ihsanından veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir.

21Onların bir kısmını bir kısmı üzerine fazlalıklı yaptığımıza bir bak! Elbette âhiret, dereceler bakımından daha büyüktür, fazlalık bakımından da daha büyüktür. [İsra/18-21]

20Her kim âhiret ekinini isterse, Biz onun ekininde, onun için arttırırız. Ve her kim dünya tarlasını isterse ona da ondan veririz. Ve onun için âhirette hiçbir nasip yoktur. [Şûra/20]

Ve Tövbe/58, Nahl/67, En’âm/41, Bakara/186, Bakara/200-202, Kasas/76, 77, Âl-i Imran/145.

17) Artık dünyayı isteyenler, hiç Rabbinden açık bir belge üzere olan ve kendisini Rabbinden bir şâhitin takip ettiği ve de önünde bir önder ve rahmet olarak Mûsâ'nın kitabı bulunan kimse gibi midir? İşte böyle olanlar, Kur'ân'a inanırlar. Hangi karşıt gruptan olursa olsun kim Kur'ân'ı örtbas ederse, ona vaat edilen yer ateştir. İşte bütün bunlardan dolayı sen de Kur'ân'dan eksik bilgi içinde olma. Kesinlikle o, Rabbinden bir hakktır/gerçektir. Fakat insanların çoğu iman etmiyorlar.
Bu ayette, geçici dünya çıkarları uğruna Kur'an'ın mesajını reddeden dünyaperestler ile kılavuza [kitap ve elçiye] uyan kimseler arasında bir mukayese yapılmakta ve hangi hizipten olursa olsun inkârcı dünyaperestlerin sonunun ateş olacağı ilân edilmektedir.

Ayette kıt akıllı dünyaperestler ile mukayese edilen düzgün örnek, kendi öz varlığında ve tüm kâinat nizamında Allah'ın birliğine ve Ahiret'e dair apaçık deliller gören kimselerdir.

"Kendinden önce bir önder ve rahmet olarak Musa’nın kitabı bulunan kimse gibi midir?" ifadesiyle de Ehlikitap’tan inanmış kimselere işaret edilmektedir:

156,157Allah diyor ki: "Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah'ın koruması altına girenlere, zekâtını; vergisini verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları Anakentli/Mekkeli Peygamber, o Elçi'ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O'na iman eden, O'na kuvvetle saygı gösteren, O'na yardımcı olan ve O'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." [A’raf/156,157]

Bu mukayeseli uyarılar başka ayetlerde de görülmektedir:

9Ya da gece saatlerinde kalkan, boyun eğip teslimiyet göstererek, dikelerek, ahretten çekinerek daima saygıda duran ve Rabbinin rahmetini uman o kimse, öyle yapmayan gibi midir? De ki: "Hiç bilen kimseler ve bilmeyen kimseler eşit olur mu?" Kesinlikle sadece temiz akıl sahibi olanlar öğüt alırlar/gereği gibi düşünürler. [Zümer/9]

Rabbimiz inkârcıların ateşe girerken ne söyleyeceklerini ve onları nasıl bir ateşin beklediğini de haber vermiştir:

10Ve onlar derler ki: "Eğer biz dinlemiş olsaydık yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin ashâbı içinde olmazdık." [Mülk/10]

88Küfreden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden ve Allah yolundan çeviren şu kimseler, Biz yaptıkları bozgunculuk nedeniyle onlara azap üstüne azap artırdık. [Nahl/88]

97,98Ve Allah kime kılavuz olursa, işte o doğru yolu bulmuş olandır. Kimi de saptırırsa, artık bunlar için Allah'ın astlarından hiçbir yardımcı, koruyucu, yol gösterici yakın kimse bulamazsın. Ve Biz, onları kıyâmet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları hâlde, yüzleri üstü toplayacağız. Onların varacakları yer cehennemdir. Ne zaman ki cehennem dindi, onlara ateşi arttırırız. İşte bu, onların, âyetlerimizi/alâmetlerimizi/göstergelerimizi örtbas etmiş olmaları ve "Bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, biz yeni bir oluşturuluşla kesinlikle diriltilmiş mi olacağız?" demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır. [İsra/97, 98]

Ayetin sonunda elçiden görevini tam bilgilenmiş olarak, selim akılla sürdürmesi istenmektedir:

8Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel gören kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini/dileyeni şaşırtır, dilediğine/dileyene de kılavuzluk eder. Onun için canın onlara karşı hasretlerle/üzüntülerle sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir. [Fatır/8]
18,19) Ve bir yalanı Allah'a iftira edenden daha yanlış; kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Bunlar Rablerine arz olunacaklar, şâhitler de "İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir" diyecekler. Haberiniz olsun! Allah'ın dışlaması/rahmetinden mahrum bırakması, Allah yolundan döndürmeye çalışan ve o yolu eğri-büğrü yapmak isteyen ve âhirete de inanmayanların ta kendileri olan bu yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimselerin üzerinedir.
Bu ayetlerde, yeryüzündeki en büyük zalimlerin Allah adına yalan uyduranlar ve eğri büğrü göstermek suretiyle insanları Allah yolundan uzaklaştıranlar olduğu; Allah’ın lânetlediği [rahmetinden uzak tuttuğu] bu zalimlerce uydurulan yalanların kıyamet günü yüzlerine vurulacağı, böylece onların orada rezillik azabıyla da azaplandırılacakları bildirilmektedir.

73Andolsun ki Biz, Semûd'a da kardeşleri Sâlih'i elçi olarak gönderdik. O dedi ki: "Ey toplumum! Allah'a kulluk edin, sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir kanıt geldi. İşte şu, Allah'ın devesi/sosyal yardım ve destek ilkesi, sizin için bir âyettir; bırakın onu Allah'ın yeryüzünde yesin, sakın ona kötülükle dokunmayın, yoksa sizi acıklı bir azap yakalayıverir. 74Ve düşünün ki Âd'dan sonra sizi halîfeler yaptı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinden saraylar yapıyorsunuz, dağlarını evler hâlinde yontuyorsunuz. Öyleyse Allah'ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde kargaşa çıkaranlar olarak taşkınlık yapmayın." [A’raf/73, 74]

Kur’an’da "Allah'a karşı yalan uydurma" olarak tanımlanan cürüm, O’nun helâl dediğine haram, haram dediğine helâl demek ve hakk olarak gönderdiği Kitap’ı O'nun göndermediğini söylemek şeklindeki yanlış tavır ve davranışlardır. Bu yanlış tavır ve davranışlar başka ayetlerde de söz konusu edilmiştir:

116Ve kendi dillerinizin yalan nitelemesi ile Allah'a yalan uydurmak için, "Şu helaldir, şu haramdır" demeyin. Şüphesiz Allah'a yalan uyduran kimseler iflah olmazlar. [Nahl/116]

79Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak için, "Bu, Allah katındandır" derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara yazıklar olsun! O kazandıkları şeyler yüzünden kendilerine yazıklar olsun! [Bakara/79]

78Ve Kitap Ehlinden, bazı söz ve ilkeleri, kitaptan olmamasına rağmen, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip büken akılsız, serseri bir gurup vardır. O, Allah katından olmadığı hâlde, "Bu, Allah katındandır" derler. Kendileri bilip dururken, Allah'a karşı yalan da söylerler. [Âl-i Imran/78]

Bu konuda ayrıca En’âm/21, 93, 144, 157, A’raf/37, Yunus/17, Ankebut/68, Saff/7 ayetlerine de bakılabilir.

Rabbimizin insanları sınaması, öğretmek için değil, dünya ve ahırete tanık oluşturmak içindir. Kimse hakkındaki karara itiraz edemesin. Tıpkı okullardaki öğretmenlerin öğrencilerini sıvav yapma amacının, öğrencilerden öğrenmek olmayıp sınava giren öğrencilerin durumunun belirlenmesi, şahitlendirilmesi olduğu gibi.

Kıyamet gününde insanlar için, kendi nefsi, yakınları, toplumu, elçiler ve vahyler tanıklık edecektir.

Bu konuyla ilgili şu ayetlere de bakılabilir.

Bakara/143, Hacc 78, Fecr/21-23,, Nisa/41, 159, Nahl /84, 89, Kaf/21, Mü’min /51, Hud/18, 19, Kasas/75, Fussılet /20-22, Nur/24, Ya Sin/65, Furkan/30, Maide/116-118.
20,21,22) İşte onlar, yeryüzünde âciz bırakanlar değillerdir. Kendilerinin Allah'ın astlarından koruyan, yol gösteren, yardım eden yakınları yoktur. Onlar için azap kat kat artırılır. Onlar vahyi işitmeye tahammül edemiyorlardı ve de görmüyorlardı. İşte onlar kendilerine zarar vermiş olan kimselerdir. O uydurdukları şeyler de kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuşlardır. Şüphe yok, kesinlikle bunlar âhirette de en çok zarara/kayba uğrayıp acı çekecek olanların ta kendileridir.
Bu ayet grubunda, 18, 19. ayetlerde "zalimlerin en zalimi" olarak nitelenmiş olanların akıbetleri açıklanmaktadır. Dünyada iken vahyi işitmeye tahammül edemeyen bu zalimlerin edindiği sözde ilâhlar, ahirette onlardan uzaklaşıp kaybolacaklar, böylece ahirette en büyük ziyana uğrayacak kimseler de onlar olacaktır.

* İnsanlar bir araya toplandığı zaman da taptıkları kimseler kendilerine düşmanlar oldular. Ve onların kendilerine tapmalarını kabul etmeyenler idiler. [Ahkâf/6]

* Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl? [Nisa/41]

* Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! O edindikleri ilâhlar, onların kulluklarını kabul etmeyecekler ve aleyhlerine dönüp karşı olacaklardır. Görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Şüphesiz Biz şeytanları, kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler üzerine gönderdik. Onları kışkırttıkça kışkırtıyorlar. [Meryem/82,83]

* Ve İbrâhîm dedi ki: "Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah'ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyâmet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi dışlayıp gözden çıkaracaktır. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan da yoktur." [Ankebut/25]

İnsanlardan kimi de Allah'ın astlarından birtakım eşler tutan kimselerdir. Onları, Allah'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman etmiş kimseler, Allah'a sevgi yönünden daha kuvvetlidir. Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler, azabı görecekleri zaman; kendilerine uyulan kimseler, azabı görerek kendilerine uyanlardan kaçıp uzaklaştıkları ve azabı gördükleri ve kendileriyle bağlar kesildiği zaman, bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke görselerdi. [Bakara/165,166]
23) Şüphesiz iman edenler, düzeltmeye yönelik işleri yapanlar ve Rablerine derin saygı ve alçakgönüllülük ile bağlananlar, işte bunlar da cennet ashâbıdırlar. Onlar orada sonsuz olarak kalırlar.
Zalimlerin kimliği açıklandıktan ve akıbetleri bildirildikten sonra, bu ayette de inanan ve salihatı işleyenlerin cennet yaşamında azaptan ve sıkıntıdan uzak olacakları, iç açıcı, mutluluk verici bir tablo şeklinde sunulmaktadır. "Zalimler" ile "iman ehli"nin karşılaşacakları ahiret tablolarının peş peşe verilmesi, Kur’an’da çok kullanılan "karşıtlıklarla anlatma" yönteminin örneklerinden birisidir. Birbirine zıt olguların peş peşe sıralanarak anlatıldığı bu yöntem, hem söz konusu olguların mukayese edilmelerini kolaylaştırmakta, hem de insanın korku ve ümit arasında gidip gelen iç dünyasını daha derinden etkilemektedir.
24) Bu iki grubun örneği, kör ve sağır ile gören ve işiten gibidir. Bunlar örnek olarak hiç eşit olurlar mı? Hâlâ düşünmeyecek misiniz/öğüt almayacak mısınız?
18-23. ayetlerde konu edilen zalimler ile iman edip salihatı işlemiş olanlar, bu ayette "Bunlar örnek olarak hiç eşit olurlar mı?" sorusu ile karşılaştırılmaktadır.

Bu soru aslında cevabı belli olan bir sorudur. İnanışları ve yaşayışları birbirine benzemeyen bu iki grubun elbette ki birbirinden farklı akıbetleri olacaktır. Allah’ın ayetlerini görmeyip elçiye kulak vermeyenler, kendi kendilerini kör ve sağır duruma getirerek bu aşağılık durumlarına yaraşır bir akıbetle karşılaşacaklardır. İnananlar ise kör ve sağır bir kişi ile gören ve işiten bir kişi arasındaki fark kadar açık bir gerekçeyle iyi ve güzel bir akıbete nail olacaktır.

Ayetin sonundaki "Hâlâ düşünmeyecek misiniz/öğüt almayacak mısınız?" sorusu, "Bunlarla diğerlerini birbirinden ayıramıyor musunuz?" anlamına gelen uyarıcı bir sorudur.

Rabbimizin karşıtlıkları kullanarak dile getirdiği bu fark başka ayetlerde de vurgulanmıştır:

* Ateş'in ashâbı ve cennetin ashâbı eşit olmaz. Cennet ashâbı kurtulanların ta kendileridir. [Haşr/20]

* Kör ile gören, karanlıklar ile aydınlık ve gölge ile sıcaklık eşit olmaz. Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, her dilediğine/dileyene işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin. Sen sadece bir uyarıcısın. Şüphesiz Biz, seni hak ile bir müjdeci, bir uyarıcı olarak gönderdik/elçi yaptık. Her ümmetin de içinde bir uyarıcı kesinlikle gelip geçmiştir. Ve onlar seni yalanlıyorlarsa, hiç şüphesiz onlardan önceki kişiler de yalanlamışlardı; elçiler onlara apaçık delillerle, sahifelerle ve aydınlatıcı kitaplarla gelmişlerdi. Sonra Ben, kâfirleri; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kişileri tutup yakaladım. Şimdi Beni tanımamak/tanıtmamaya yeltenmek nasıl oldu? [Fatır/19-26]
25,26) Ve andolsun ki Nûh'u da toplumuna elçi olarak gönderdik: "Gerçekten ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah'tan başkasına kulluk etmeyiniz! Ben, sizin hakkınızda acı bir günün azabından korkarım."
27) Buna karşılık, toplumunun kâfirlerinin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olanlarının ileri gelenleri: "Biz seni sadece bizim gibi sıradan bir insan olarak görüyoruz. Sana sığ görüşlü aşağı tabakalarımızdan/ayak takımımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizim aleyhimize bir fazlalığınızı da görmüyoruz. Tam tersine biz, sizi yalancılar sanıyoruz" dediler.
28,29,30,31) Nûh, "Ey toplumum! Hiç düşündünüz mü, ben Rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve O, bana Kendi tarafından bir rahmet bahşetmiş de bu size saklı tutulmuşsa?! -Biz, siz ondan hoşlanmadığınız hâlde sizi ona zorlar mıyız?"- Ve "Ey toplumum! Ben sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah'a aittir. Ve ben iman edenleri kovacak değilim. Onlar elbette Rablerine kavuşacaklar. Velâkin ben sizi cahillik eden bir toplum olarak görüyorum." Ve "Ey toplumum! Ben onları kovarsam, Allah'a karşı bana kim yardım edecek? Peki, siz hiç düşünmez misiniz? Ve ben size, 'Allah'ın hazineleri benim yanımdadır' demiyorum. Ve ben görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilmem. Ben size 'Ben bir meleğim' de demiyorum. O sizin kendinize göre, hor gördükleriniz hakkında, 'Allah onlara hiçbir hayır vermez' de demiyorum. Allah, onların içlerindekini, en iyi bilendir. İşte asıl o zaman ben kesinlikle yanlış; kendi zararlarına iş yapanlardan olurum" dedi.
32) Onlar dediler ki: "Ey Nûh! Bizimle didişip durdun da mücâdelemizi çoğalttın. Haydi artık doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin şu azabı bize getir!"
33,34) Nûh: "Onu size ancak dilerse Allah getirir. Ve siz O'nu âciz bırakanlar değilsiniz. Ben size öğüt vermek istemiş olsam da, eğer Allah sizi azdırmayı murat ediyorsa, benim öğüdüm size bir yarar sağlamaz. O, sizin Rabbinizdir ve yalnızca O'na döndürüleceksiniz" dedi.
36,37) Ve Nûh'a vahyolundu: "Kesinlikle toplumundan iman etmiş olanlardan başka artık kimse iman etmeyecektir. Onun için onların yaptıkları şeylere üzülme. Ve Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiler yap. Şirk koşmak sûretiyle yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler hakkında da Bana hitapta bulunma. Kesinlikle onlar, suda kesin boğulacaklardır."
38,39) Ve o, gemileri yapıyordu, toplumundan bazı ileri gelenler, o'na her uğrayışta o'nunla alay ediyorlardı. Nûh dedi ki: "Bizimle alay ediyorsunuz, biz de sizinle tıpkı bizimle alay ettiğiniz gibi alay edeceğiz." -Artık o aşağılatıcı azabın kime geleceğini ve o sürekli azabın kimin üstüne ineceğini ileride bileceksiniz.-
40) Sonunda emrimiz geldiği ve iş kızıştığı zaman[#208] Biz dedik ki: "Hepsinden çift olarak; iki tane ve aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında aileni ve iman etmiş olanları onların içine yükle." -Zaten o'nunla birlikte çok azından başkası iman etmemişti.-
41) Ve Nûh dedi ki: "İçerisine binin, onların akışı da duruşu da Allah adınadır. Kesinlikle Rabbim gerçekten çok bağışlayıcı, çok merhametlidir."
42) Ve gemiler dağlar gibi; sapasağlam, yıkılmadan, yıpranmadan onlarla, her hangi bir dalganın içinde akıp gidiyordu. Ve Nûh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna seslendi: "Yavrucuğum! Bizimle beraber bin, kâfirlerle; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler ile beraber olma!"
43) Nûh'un oğlu dedi ki: "Ben, kendimi sudan koruyacak bir dağa sığınacağım." Nûh, "Bugün Allah'ın merhamet ettiğinden başkasını, Allah'ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur" dedi. Ve bir dalga aralarına girdi. O da suda boğulanlardan oluverdi.
44) Ve "Ey yeryüzü suyunu yut! Ey gökyüzü sen de tut!" denildi. Sular da çekildi. Emir de yerine gelmiş oldu. Gemiler de Cudi üzerine oturdu. Ve o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluma, "Uzak olun [kahrolun, tarihten silinin]!" denildi.
45) Ve Nûh Rabbine seslenip de dedi ki: "Rabbim! Oğlum benim ehlimdendi. Senin vaadin de elbette haktır. Ve Sen, hâkimlerin en hâkimisin."
46) Allah: "Ey Nûh! Şüphesiz o senin ehlinden değildir. Şüphesiz o, sâlih olmayan bir iştir/o, sâlih olmayan bir iş işlemiştir. Hakkında bilgin olmayan bir şeyi Benden isteme! Şüphesiz Ben, seni, cahillerden olmaktan sakındırırım" dedi.
47) Nûh, "Ey Rabbim! Ben hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemiş olmaktan dolayı sana sığınırım. Ve eğer Sen beni bağışlamazsan, bana merhamet etmezsen ben zarara/kayba uğrayıp acı çekenlerden olurum" dedi.
48) Denildi ki: "Ey Nûh! Bizden bir selâm ve seninle birlikte olanlardan gelecek ümmetlere bir selâm ve bolluklarla gemiden in. -Ve ilerde kendilerini birçok nimetten yararlandıracağımız, sonra da bu yüzden kendilerine tarafımızdan acıklı bir azap dokunacak nice ümmetler vardır.-
49) İşte Nûh ile ilgili anlatılanlar, sana vahyettiğimiz görülmeyenin, duyulmayanın, sezilmeyenin haberlerindendir. Bunları sen ve toplumun bundan önce bilmiyordunuz. Şu hâlde sabret. Şüphesiz âkıbet, Allah'ın koruması altına girmiş olan kişilerindir.
Not:

35. ayet, teknik ve anlam bilgisi gereği 14. Ayetten sonra tertip edilmiştir.

Nuh kıssası, yukarıdaki ayetlerden başka A’raf, Yunus, Şuara ve Nuh surelerinde de yer almakta olup aslında gayet açıktır ve herhangi bir izahı gerektirmemektedir. Böyle olmakla birlikte, kıssanın Kitab-ı Mukaddes’te anlatılan şeklini de verip konumuz olan ayetlerdeki bazı noktalar üzerinde durmayı yararlı görüyoruz.

Tufan ve Nuh peygamber olgusu Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin/6, 7, 8. Bablarda ayrıntılı olarak yer alır.

Her toplumda olduğu gibi, Nuh kavminde de gerçeklerin karşısına çıkanlar toplumun ileri gelenleridir. Bunun tarihte hep böyle olduğunu Rabbimiz şöyle bildirmiştir:

23Ve işte böyle Biz, senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek, kesinlikle oranın şımarık varlıklı kimseleri: "Şüphesiz biz, babalarımızı bir önderli toplum üzerinde bulduk. Biz de kesinlikle onların izlerine uyanlarız" demişlerdi. [Zühruf/23]

Kavmin ileri gelen inkarcıları, soyluluk ve ihtişamlarına güvenerek Nuh peygamberden "
sığ görüşlü aşağı tabakadan" olarak niteledikleri kimseleri yanından kovmasını istemektedirler ki, aynı talep Mekke ileri gelenleri tarafından peygamberimize de yapılmış, onlar da zayıf kişilerle aynı mecliste oturmak istememişlerdir. Mekkeli kodamanların bu girişimlerine karşılık Rabbimiz de peygamberimize şu talimatları vermiştir:

52Ve Allah'ın rızasını dileyerek sabah-akşam; sürekli Rablerine dua eden kimseleri kovma! Onların hesabından sana hiçbir sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara hiçbir şey yoktur. Ki onları kovarsan yanlış; kendi zararlarına iş yapanlardan olursun!

53Ve Biz, "Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu?!" desinler diye, onlardan bazısını bazısı ile böyle ateşlere sürükledik, imtihan ettik. Allah, kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenleri daha iyi bilen değil midir? [En’am/52, 53]

28Ve kendini, sürekli olarak Rablerinin rızasını isteyerek Rablerine yalvaran kişiler ile beraber sabreden biri kıl. Basit dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan gözlerini de ayırma. Ve de sen, Bizim anılmamızdan kalbini ilgisiz/duyarsız kıldığımız, boş-iğreti arzusuna uymuş ve de işi aşırılık olan kimseye uyma. [Kehf/28]

الفلكFülk

Lisanü’l Arab’da açıklandığına göre " فلكFülk" sözcüğü, " بردBürd, حرجHurc, حمر Humr ve صفرsufr" sözcükleri gibi " اسم مكسرism-i mükesser (kırık; kalıbı, kural dışı olan isim)" bir sözcüktür. Tekili ve çoğulu aynı kalıpla gelmektedir. Bu sözcüğün tekil veya çoğul anlamda oluşu cümle içindeki kullanımlarından fark edilmektedir.

Sözcüğün fiili (yüklemi) müzekker, tekil bir sözcük olursa, " فلكfülk" sözcüğü orada tekildir. Saffat/140’daki " الفلك المشحونelfülkil meşhun" gibi.

Ya Sin/41 ve Şuara/119’daki " " الفلك المشحون el fülkül meşhun" ifadeleri de Nuh peygamberin gemilerini işaret etmektedir. Bu ayetlerde, " فلكfülk" sözcüğünü çoğul alabilmemiz için ayetteki " المشحونel meşhun" sözcüğü, müennes kalıbıyla " المشحونةelmeşhuneti" şeklinde olmalıydı. Bizim kanaatimize göre buradaki "müennes tâ (ة)"sı âyetin sonunda olduğundan Seci’ (kafiye) için; fonotik gerekçeler ile düşmüştür. Kur’an’da bunun yüzlerce örneği vardır.

Sözcük, cümlede çoğul sıfat alarak veya yüklemi müennes olurak gelirse sözcük çoğuldur. (Arapçada " كل جمع مئنثküllü cem’in müennesin" (Tüm çoğul sözcükler müennestir) kuralı vardır.

" فلكfülk" sözcüğü Kur’an’da 23 yerde geçer: Bakara/164, A’raf/64, Yunus/22, 73, Hud/37, Nahl/14, İsra/66, Hacc/65, Mü’minun/22, 27, 28, Şuara/119, Ankebut/65, Rum/46, Lokman/31, Fatır/12, Ya Sin/41, Saffat/140, Mü’min/80, Zuhruf/12 ve Casiye/12.

Nahl/14 ve Fatır/12’de " الفلكfülk" kelimesi, çoğul olarak " مواخرmevahıre" sıfatı ile gelmiştir. Ki buralarda anlam, "gemiler"dir.

Hud suresinde Nuh peygamberi konu alan âyetlerde (37 -42) " فلكFülk" sözcüğüne yüklem olan fiiller ve zamirler müennes olarak; " فيهاfiha, مجريهاmecraha, مرسيهاmürsaha, هى hiye, تجرىtecriy" şeklinde yer almıştır.

Bakara/164 ( تجرىtecri), Yunus/22 ( جرينcereyne), İbrahim/32 ( لتجرىlitecriye), Hacc/65 ( تجرىtecri), Mü’minun/27 ( فاسلك فيهاfeslük fiha), Rum/46 ( لتجرىlitecriye), Lokman/31 ( تجرىtecri), Casiye/12 ( لتجرىlitecriye)" şeklinde müennes olarak gelmiştir. Bunların hepsi çoğuldur; burlardaki " الفلكfülk" sözcüklerinin anlamı, "gemiler" demektir.

Netice diyebiliriz ki; Nûh peygamber, tek gemi yapmamış, en az üç tane yapmış ve onlara yakınlarını ve çiftliğindeki hayvanları bindirmiştir.

Kırkıncı ayette geçen "fırın/tandır kaynadığı zaman" tabiri azabın yaklaştığını belirten temsilî bir ifadedir. Bu ifade, Arapların savaşın kızışma anı için kullandıkları "fırın/tandır ısındı, kızdı" tabiri ile büyük benzerlik arz etmektedir.

Rabbimizin Nuh peygambere verdiği talimat içinde yer alan "
ve aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında aileni" ifadesi, Nuh peygamberin ailesinde de inkârları sebebiyle cezalandırılmasına karar verilmiş olanların bulunduğunu göstermektedir. Sonraki ayetlerde, bunlardan birinin Nuh peygamberin oğlu, diğerinin de eşi (Tahrim/10) olduğu açıklanmaktadır.

Yine kırkıncı ayetteki "Hepsinden çift olarak; iki tane" ifadesi, Nuh’un geçimini sağlayacağı sığır ve keçilerinin bir erkek bir dişi olarak alınmasını gösterir. En’am/143’te bu hayvan çiftleri açıklanmıştır. Oradaki ifadeler, buradaki çiftin nelerden ibaret olduğunu açıklamaktadır. Çift ve iki tane ifadesi de meselenin te’kidi, vurgusu mahiyetindedir. Buna benzer örnekleri, Necm/45’te En’am/143, Nahl/51, Hakka/13’te görmekteyiz.

Rabbimizin gemiye binenlerin "
çok az" olduğunu söylemesine ve sayıları hakkında bir bilgi vermemesine rağmen rivayetlerde bunların kaç kişi oldukları, adları ile birlikte yer almaktadır:

İbn Abbas [r.a] der ki: Hz. Nuh'un kavminden seksen kişi iman etmişti. Bunların üç tanesi oğlu idi: Sâm, Hâm ve Yâfes. Bunlarla birlikte üç de gelini iman etmişti. Bunlar gemiden çıktıklarında bugün Musul taraflarında "Karyetu's-Semaîn" [seksen kişinin kasabası] diye bilinen bir kasaba inşa ettiler. Haberde nakledildiğine göre, gemide seksen kişi vardı. Bunlar arasında Hz. Nûh ile boğularak cezalandırılandan başka bir hanımı, üç oğlu ve bunların zevceleri de vardı. Katâde, el-Hakem b. Uyeyne, İbn Cüreyc ve Muhammed b. Ka'b'ın görüşü de budur. Hâm gemide iken hanımına yaklaştı. Bunun üzerine Hz. Nûh da Yüce Allah'a nutfesini değişikliğe uğratması için dua etti, böylelikle siyahiler ondan doğmuş oldu. Atâ dedi ki: Nûh [as], Hâm'a: Çocuklarının saçları kulaklarından aşağıya inmesin, nerede olurlarsa Sâm ve Yâfes'in çocuklarına köle olsunlar, diye beddua etti.

el-A'meş: [Gemidekiler] yedi kişi idiler. Nûh, üç oğlu ve üç gelini, diyerek Nuh'un hanımını saymamıştır.

İbn İshâk dedi ki: Hanımları hariç on kişi idiler. Nûh, oğullan Sâm, Hâm ve Yâfes ile ona iman etmiş altı kişi ile bunların hepsinin hanımları." [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

41. ayetteki "onların akışı da duruşu da Allah adınadır" ifadesi, meydana gelen olayların hep Allah’ın müdahalesi ile geliştiği, herhangi bir karışıklığın söz konusu olmadığı anlamındadır. Bu durum, kıssanın anlatıldığı diğer ayetlerde ((Müminûn/28, 29, Zühruf/12-14, Zümer/67, A'râf/167, Ra'd/6, Hakka/11, 12, Kamer/13-15 ) de belirtilmiştir.

Kırk ikinci ayetteki " كالجبالkelcibali (dağlar gibi)" ifadesinin başındaki benzetme edatı olan " كKe"nin müteallikı (bağlantısı), " موجmevc (dalgalar)" sözcüğünün mahzuf sıfatı kabul edilen " الكائنةelkaineti" olmayıp âyetteki açıkça ifade edilen " تجرىtecri (akıp gitme)" fiilidir. Ayrıca "موجmevc (dalga)" sözcüğü tekil "الجبالelcibal (dağlar" sözcüğü çoğuldur. Arapça Gramer kurallarına göre sıfat ve mevsuf arasında gereken uyum şartları mevcut değildir; "dağlar gibi dalga" denmez. Ya "dağlar gibi dalgalar" veya "dağ gibi dalga" denir. Buna göre anlam, "dağlar gibi dalgalar" demek olmayıp, "sallar, dağlar gibi; sapasağlam, yıkılmadan, yıpranmadan dalgaların içinde akıp gidiyordu" demek olur. Zaten dalgaların dağlar gibi olması, mantıken ve fiziksel olarak mümkün değildir.

Âyetteki "dağlar gibi" ifadesi, Nuh’un sallarının sağlamlığını nitelemektedir. Nitekim Nuh’un oğlu da "dağa sığınacağım" derken kendisinin de sağlam, güvenli bir yerde kendisini güvenceye alacağını demek istemektedir.

Bazı kaynaklarda Nuh peygamberin gemiye binmeyen inkârcı oğlunun "Yam" ismindeki dördüncü oğlu olduğu ileri sürülmüştür.

Mevdudî, Tufan’ın bittiğini ve geminin Cudi üzerine oturduğunu anlatan bu ayet hakkında bazı araştırmalar yaptıktan sonra şu mütalâada bulunmuştur:

Kur'an'a göre, gemi, Doğu Anadolu'da eskiden Cezire-i İbn-i Ömer olarak anılan bölgenin kuzeydoğusunda bulunan Cudi Dağı'nın üzerine oturmuştur. Fakat Kitab-ı Mukaddes'e göre geminin oturduğu yer Ararat [Ağrı] dağıdır. Kadim tarihler de geminin oturduğu yerin Cudi Dağı olduğunu teyit etmektedirler. Sözgelimi M.Ö. 250 yıllarında yaşamış olan Babil kentinin dini lideri Berasus, Keldanilerle ilgili tarihinde Hz. Nuh'un gemisinin Cudi Dağı üzerine oturduğunu söylemektedir. Aristo'nun öğrencisi Abydenus ise aynı rivayeti teyit etmekle kalmaz, aynı zamanda kendi çağındaki birçok Iraklının geminin parçalarına sahip olduklarını, bu parçaları batırdıkları suları da hastalara şifalı su olarak içirdiklerini yazar.

Şimdi meseleyi yeniden mütalaa edelim: Burada zikredilen tufan tüm yeryüzünü kapladı mı, yoksa yalnızca Hz. Nuh'un [a.s] bölgesini mi içine aldı? Bu, şimdiye dek halledilmemiş bir sorudur. Kitab-ı Mukaddes'e ve İsrailiyata bakarsanız tufan arz çapında olmuştu. (Tekvin 7: 18-24) Fakat Kur'an bu konuda sükut etmektedir. Gerçi tufandan arta kalanları tüm insanlığın selefleri olarak zikretmektedir ama bu illa da tufanın dünya çapında olduğunu düşünmemizi gerektirmez. Bu meseleye şöyle bir açıklama getirilebilir: Tarihin o döneminde yeryüzünün yerleşim bölgesi yalnızca Hz. Nuh'un [a.s] yaşadığı bölgeydi ve tufandan arta kalan kuşaklar tedrici olarak yeryüzünün diğer bölgelerine yayıldılar. Bu teoriyi iki şey desteklemektedir. Birinci olarak, Dicle ve Fırat bölgesinde büyük bir tufanın meydana geldiği yolunda tarihsel geleneklerin, arkeolojik buluntuların ve jeolojik kanıtların teyit ettiği kesin deliller söz konusudur. Buna karşılık yeryüzünün diğer bölgelerinde tufanın dünya çapında olduğunu kanıtlayacak herhangi bir delil söz konusu değildir. İkinci olarak, Amerika ve Avustralya gibi birbirinden çok uzak yerlerdekiler dahil hemen tüm yeryüzü sakinlerinin geleneklerinde bir zamanlar yeryüzünde büyük bir tufanın koptuğu yolunda rivayetler vardır. Bunlardan çıkarılacak sonuç, insanlığın atalarının bir zamanlar yeryüzünün belli bir yöresinde yaşıyor olduklarıdır. Demek ki, bu olaydan sonra yeryüzünün çeşitli yerlerine dağılmışlar ve tufana dair rivayetlerini de beraberlerinde götürmüşlerdir. [Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an]

Kırkbeşinci ayette "ehil" kelimesi birinci plânda din kardeşliği açısından "yakın" anlamında kullanılmış, böylece mühim olanın soy yakınlığı değil, din yakınlığı olduğu vurgulanmıştır. Zira Nuh peygamber ile oğlu arasındaki nesep yakınlığı tartışmasızdır; ancak Allah "
Ey Nuh! Şüphesiz o senin ehlinden değildir" diyerek buradaki "ehil" sözcüğün "iman ve amel yakınlığı" anlamında olduğunu göstermiştir. Demek oluyor ki, kişi mümin olmadıkça, peygamber çocuğu da olsa bunun ona bir yararı dokunmamaktadır.

"Ehil" sözcüğünü ayetteki bağlamından kopararak:

*"O, Benim kendilerini kurtarmayı vaat ettiğim aile halkından değildir"

*"Nuh onu kendi oğlu sanıyordu ama o Nuh’un oğlu değildi. Nuh’un karısı onu başkasından peydahlamıştı."

*"Oğlan Nuh’un evinde doğdu ama eşinin eski kocasındandı" şeklinde zorlama yorumlarla açıklamaya çalışmak gereksizdir. Çünkü bir peygamber çocuğunun da inkârcı, zalim olması mümkündür:

124Ve hani Rabbi İbrâhîm'i, birtakım kelimeler/yaralar, sıkıntılar ile sınamış, o da onları tam olarak yerine getirmişti. Rabbi, "Ben, seni insanlara önder yapanım" demişti. İbrâhîm, "Soyumdan da önderler yap!" dedi. Rabbi, "Benim ahdim/tutulmak üzere verdiğim söz, kendi benliğine haksızlık eden kimselere ulaşmaz!" dedi. [Bakara/124]

Ancak şu husus gözden kaçırılmamalıdır: Nuh peygamberin bizzat oğlu için Allah’a yalvarması, oğlunun müşrik olduğunu bilmediğini göstermektedir. Zira müşrikler için istiğfar etmek mümkün olmadığından, onun da bile bile oğlu için böyle bir talepte bulunması mümkün değildir:

113,114Kendilerine, cehennem ashâbı oldukları iyice belli olduktan sonra Peygamber'e ve iman etmiş kişilere, akraba bile olsalar, ortak koşanlar için bağışlanma dilemek yoktur. İbrâhîm'in babası için bağışlanma dilemesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun, Allah için bir düşman olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrâhîm, çok içli, çok halim birisi idi. [Tövbe/113, 114]

Nitekim Rabbimiz 46. ayette "Hakkında bilgin olmayan bir şeyi Benden isteme! Şüphesiz Ben seni cahillerden olmaktan sakındırırım" demek suretiyle Nuh peygambere bu konuda bilgisi olmadığını belirtmiş ve ona öğüt vermiştir. Nuh peygambere verilen bu öğütten Allah’tan ne isteneceğinin iyi bilinmesi gerektiği anlaşılmalıdır. Allah’tan bilinçsizce ve bilgisizce bir şey istemek doğru bir davranış değildir.

Rabbimiz Kur’an’da insanlara sürekli öğüt vermiştir:

17Eğer siz inanmış kimseler iseniz, onun bir benzerini sonsuz olarak bir kez daha tekrarlamamanızı Allah size öğütler. [Nur/17]

231Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini de bitirdiklerinde, artık onları ya ma‘rûf ile tutun veya ma‘rûf ile salın, haklarına tecavüz için zararlarına olarak onları tutmayın. Her kim bunu yaparsa kendi benliğine haksızlık etmiş olur. Allah'ın âyetlerini oyuncak da edinmeyin, Allah'ın üzerinizdeki nimetini, size kendisiyle öğüt vermek üzere indirdiği kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri hatırlayıp düşünün. Hem de Allah'ın koruması altına girin ve şüphesiz Allah'ın her şeyi en iyi bilen olduğunu bilin.

232Ve siz kadınları boşayıp da onlar, sürelerinin sonuna geldikleri zaman, eşleriyle aralarında örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekil ile rızalaştıkları zaman, kendilerini kocalarıyla nikâhlanacaklar diye sıkıştırıp engellemeyin. İşte bu, sizden Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimselerin kendisi ile öğütleneceğidir. İşte bu, sizin için daha uygun ve daha nezihtir. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz. [Bakara/231, 232]

58Şüphesiz Allah, size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Şüphesiz Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah, en iyi işiten, en iyi görendir. [Nisa/58]

90Şüphesiz Allah, adaleti, iyileştirmeyi-güzelleştirmeyi ve yakınlara vermeyi emreder; hayâsızlıktan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder. O, düşünüp öğüt alırsınız diye size öğüt verir. [Nahl/90]

47. ayette, Nuh peygamber Âdem ile eşinin şu duasını tekrarlamaktadır:

23Onlar/her ikisi, "Ey Rabbimiz! Biz kendimize haksızlık ettik ve eğer bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle işlem yapmazsan kesinlikle zarara uğrayacaklardan oluruz!" dediler. [A'râf/23]

Nuh peygambere verilen mesaj daha sonra onun neslinden gelen İbrahim peygambere de verilmiştir. Rabbimiz, inanmayanları dışlayarak rızk duasında bulunan İbrahim peygambere inanmayanları da az bir zaman faydalandıracağını bildirerek uyarıda bulunmuştur:

126Ve bir zaman İbrâhîm, "Rabbim! Burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan Allah'a ve son güne inananları meyvelerle rızıklandır" demişti. Allah dedi ki: "Kâfiri; ilâhlığımı, rabliğimi bilerek reddeden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!" [Bakara/126]

Nuh peygambere ait kıssa bitirildikten sonra 49. ayette peygamberimize dönülmüş, kendisinin ve kavminin bilmediği bu kıssadan ders alarak sabretmesi istenmiştir. Hatırlanacak olursa, peygamberimize daha önce de sabırlı olması emredilmişti:

17Sen onların dediklerine sabret ve güçlerin sahibi kulumuz Dâvûd'u hatırla. Şüphesiz o, Rabbine çokça dönendi. [Sad/17]

48Öyleyse Rabbinin kararı için sabret, bunalan kişi gibi olma. Hani o, bir kez aşırı bunaldığında Rabbine seslenmişti. [Kalem/48]

Rabbimizin kıssadan alınmasını istediği dersler, suç ve cezanın bireysel olduğu, insanların sosyal statülerine göre değerlendirilmemesi gerektiği, insanların değerlendirilmesinde hasep, nesebin önemli olmadığı ve hiç kimseye ayrıcalık tanınmadığı gibi hususlardır.

Kıssanın peygamberimize hitap eden son ayeti, alınması gereken mesajlarla beraber şu şekilde takdir edilebilir: "Nuh'un başından geçenleri size anlattım. O nasıl sabretti ise siz de sabretmelisiniz. Toplumunun ona gösterdiği olumsuz tepkiyi ve işi ne derece ileri götürdüklerini gördünüz. Nuh’un nasıl kurtarıldığını da öğrendiniz. Size de olumsuz tepkiler olacaktır. Ama bunun en büyük çaresi sabırdır. Siz de Nuh gibi mutlaka selâmete ereceksiniz."
50,51,52) Âd'a da kardeşleri Hûd'u elçi gönderdik. O, dedi ki: "Ey toplumum! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yok. Siz uydurmacılardan başka bir şey değilsiniz. Ey toplumum! Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak beni yoktan yaratan üzerinedir. Hâlâ akıllanmayacak mısınız? Ey toplumum! Rabbinizden bağışlanma isteyin, sonra O'na tevbe edin ki, üzerinize gökten bol bol göndersin ve sizi kuvvetinize kuvvet katarak çoğaltsın. Ve günahkârlar olarak sırt çevirmeyin."
İkinci ibret tablosu, Hud peygamber ile onun kavmi Ad hakkındadır. Hud peygamber de kavmine karşı peygamberimizin verdiği mücadeleye benzer bir mücadele vermiş ve Mekkeliler gibi müşrik olan Ad halkını tevhide davet etmiştir. Tarihte iki tane Ad kavmi yaşamış olup birisi Hud peygamberin elçi olarak gönderildiği kavim, diğeri de sütunlar sahibi olan İrem halkıdır.

Hud kıssası bu surede Nuh kıssası kadar uzun ve detaylı olarak verilmemiştir. 50 ile 60. ayetler arasında özetlenen kıssa, elçi ile kavmi arasında geçen karşılıklı konuşma şeklindedir. Bu anlatımıyla kıssa adeta canlı bir tiyatro sahnesi gibidir. Kıssanın bu anlatımında, daha evvelki surelerde anlatılanlara göre farklı bazı ifadeler de mevcuttur.

123Âd, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.

124-135Hani kardeşleri Hûd onlara demişti ki: "Siz Allah'ın koruması altına girmez misiniz? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'ın koruması altına girin ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbi üzerinedir. Her yüksek tepeye, alâmet bir bina kurarak mı eğleniyorsunuz? Sonsuzlaşmanız için/sanki sonsuzlaşacakmışsınız gibi sanayi üreten yerler [fabrikalar/kaleler] mi edinirsiniz? Yakaladığınız vakit de zorbaca mı yakaladınız? Artık Allah'ın koruması altına girin ve bana itaat edin. Size o bildiğiniz şeyleri verenin [davarlar, oğullar, bağlar, bahçeler, pınarlar verenin] koruması altına girin. Şüphesiz ki ben, sizin hakkınızda büyük bir günün azabından korkuyorum."

136-138Onlar dediler ki: "Sen, öğüt versen de yahut öğüt verenlerden olmasan da bizim için değişmez. Bu, sadece öncekilerin hayat tarzlarıdır. Ve biz azaba uğratılacaklar değiliz."

139Bunun üzerine o'nu yalanladılar da Biz kendilerini değişime/yıkıma uğrattık. Şüphesiz ki bunda kesinlikle mutlak bir alâmet/gösterge vardır, ama onların çoğu iman ediciler değillerdi.

140Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, engin merhamet sahibinin ta kendisidir. [Şuara/123-140]

65Andolsun ki Âd'a da kardeşleri Hûd'u elçi gönderdik. O, "Ey toplumum! Allah'a kulluk edin, sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Hâlâ Allah'ın koruması altına girmez misiniz?" dedi.

66Toplumundan, ileri gelen kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, "Biz seni akıl hafifliği/câhillik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz" dediler.

67-69Hûd, "Ey toplumum! Bende akıl hafifliği/câhillik yok, velâkin ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderilerini tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyarması için içinizden bir adam üzerine Rabbinizden, size bir öğüt/kitap gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nûh toplumundan sonra, halîfeler, sonradan gelen nesiller yaptı ve oluşturuluşta boy-pos itibariyle sizi arttırdı. Kurtulmanız için Allah'ın nimetlerini hatırlayın" dedi.

70Onlar dediler ki: "Demek sen Allah'a; başkasını karıştırmadan kulluk edelim ve atalarımızın kulluk ettiklerini bırakalım diye mi bize geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir!"

71Hûd dedi ki: "Artık size Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı isimler hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim!"

72Bunun üzerine Hûd'u ve o'nunla beraber olan kimseleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayan ve iman etmemiş olan kimselerin kökünü kestik. [A’raf/65-72]
53,54,55,56,57) Onlar dediler ki: "Ey Hûd! Bize bir açık kanıt ile gelmedin. Ve biz, senin sözünle ilâhlarımızı terk edecek değiliz. Biz, sana inananlar da değiliz. Ancak 'Tanrılarımızdan bazısı seni fena çarpmış' diyebiliriz." Hûd dedi ki: "Şüphesiz ben Allah'ı şâhit tutuyorum, siz de şâhit olun ki, ben, Allah'ın astlarından O'na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Hadi öyleyse hepiniz bana tuzak kurun, sonra beni hiç bekletmeyin. Şüphesiz ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a işin sonucunu havale ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir irili-ufaklı hareket eden canlı yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerinedir. Buna rağmen yine de sırt çevirirseniz, ben size ne ile gönderilmiş isem, işte onu tebliğ ettim. Ve benim Rabbim, başka bir toplumu sizin yerinize getirir. Ve siz O'na hiçbir şekil ve yolla zarar veremezsiniz. Hiç şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir."
58) Ve ne zaman ki emrimiz geldi, Hûd'u ve o'nunla birlikte iman etmiş olan kişileri tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık, Biz onları çok ağır bir azaptan da kurtardık.
Bu ayetlerde, Hud peygamberin gayet açık, net, ikna edici, akla ve mantığa uygun açıklamalarına yer verilmiş ve bu açıklamalar karşısında, iyi düşünenlerin gerçeği inkâr etmedikleri, düşünemeyenlerin ise inkârlarına devam ettikleri vurgulanmıştır.
59,60) Ve işte bu, Rablerinin âyetlerine kafa tutan, O'nun elçilerine isyan eden ve her inatçı zorbanın emrine uyan Âd toplumudur. Bu dünyada ve kıyâmet günü arkalarına dışlanma takıldı. Haberiniz olsun! Âd toplumu, Rablerine inanmadılar. Haberiniz olsun! Hûd'un toplumu olan Âd toplumuna kahrolmak/tarihten silinmek verildi.
Hud kıssanın sonunda yer alan bu ayetlerde Rabbimiz sanki parmakla gösterircesine Ad’ı işaret etmiş, "Ve işte bu, Rabblerinin ayetlerine kafa tutan, O’nun elçilerine isyan eden ve her inatçı zorbanın emrine uyan Ad’dır" diyerek çok canlı bir uyarı yapmıştır.

Ad kavmini konu alan ayetlerden, bu kavmin Allah’ın ayetlerini bile bile inkâr ettikleri, elçileri yalanladıkları, her zorbanın arkasından gittikleri ve bu suçları yüzünden cezalandırıldıkları anlaşılmaktadır. Kıssadan çıkartılması gereken hisse ise, belirtilen suçları işleyenlerin de Ad ile aynı kötü akıbete ulaşacak olduklarıdır.
61,62) Semûd'a da kardeşleri Sâlih'i elçi gönderdik. O, dedi ki: "Ey halkım! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yok. O, sizi yeryüzünden oluşturan ve size orada ömür geçirtendir. Artık O'ndan bağışlanma isteyin. Sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim çok yakındır, yakarışlara cevap verendir." Dediler ki: "Ey Sâlih! Sen, bundan önce, aramızda, aranan/ümit beslenen bir kişiydin. Şimdi kalkmış, atalarımızın kulluk ettiklerine kulluk etmemizi mi yasaklıyorsun? Ve hiç şüphesiz biz, bizi çağırdığın şey hakkında kafaları karıştıran bir kesin olmayan, eksik bilgi içindeyiz."
63,64) Sâlih dedi ki: Ey toplumum! Eğer ben Rabbimden apaçık bir delil üzerinde isem ve O bana Kendinden bir rahmet vermişse... Bu durum karşısında O'na asi olursam beni Allah'tan kim korur? O zaman sizin de bana zarardan başka katkınız olmaz. Ve ey toplumum! İşte size alâmet/gösterge olarak salât [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma] görevi. Artık onu bırakın, Allah'ın yeryüzünde uygulansın. Ve ona kötülük dokundurmayın; sonra sizi yakın bir azap yakalayıverir.
Bu ayetlerde, yine peygamberimizin elçilik mücadelesine benzeyen bir başka mücadelenin anlatımına başlanmış, Semud kavmine elçi yapılan Salih peygamber ile kavmi arasındaki diyalog, herhangi bir izahı gerektirmeyecek açıklıkla canlı olarak nakledilmiştir.

"Nâkatullah" ve "Semud" sözcükleri ile ilgili detay Şems ve A’raf surelerinin tahlillerinde verildiğinden burada tekrar açıklamaya gerek görülmemiştir.
65) Derken onlar, yaşam kaynaklarını kurutarak öldürdüler. Bunun üzerine Sâlih dedi ki: "Yurdunuzda üç gün daha yararlanın. İşte bu, yalanlanmayacak bir vaattir."
Bu ayette, Semud kavminin Allah’ın nâkasını [kamu maliyesini] ayaklarını [gelir kaynaklarını] keserek yok etmeleri üzerine Salih peygamberin kavmine sonlarının yaklaştığını ihtar eden sözleri yer almaktadır. Bu sözler arasında geçen "üç gün" ifadesi de, muhtemelen zamanın kısalığından kinayedir.
66) Artık ne zaman ki emrimiz geldi, Sâlih'i ve o'nunla birlikte iman etmiş olan kişileri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. O günün perişanlığından da kurtardık. Hiç şüphesiz ki senin Rabbin, O güçlü, mutlak üstün olandır.
67) Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseleri korkunç bir gürültü yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar.
68) Sanki orada hiç zengince yaşamamışlardı. Haberiniz olsun! Hiç şüphesiz Semûd toplumu gerçekten Rablerine inanmadılar. Haberiniz olsun! Semûd için uzaklık verildi.
Semud kavminin sonunun bildirildiği bu ayetlerde, Salih peygamber ve onunla birlikte iman etmiş olanların kurtarıldıkları, diğerlerinin ise sanki orada hiç yaşamamışlar gibi mahvedildikleri anlatılmaktadır. "Sanki orada hiç kalmamışlardı" ifadesi, adlarının, sanlarının ve izlerinin yok olup gittiği anlamındadır. Bununla o kavimden geriye sadece ibret verici bu kıssanın kaldığı vurgulanmıştır. Hatırlanacak olursa, bu kıssa ile ilgili olarak A’raf suresinde şu açıklamalar verilmişti:

73Andolsun ki Biz, Semûd'a da kardeşleri Sâlih'i elçi olarak gönderdik. O dedi ki: "Ey toplumum! Allah'a kulluk edin, sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir kanıt geldi. İşte şu, Allah'ın devesi/sosyal yardım ve destek ilkesi, sizin için bir âyettir; bırakın onu Allah'ın yeryüzünde yesin, sakın ona kötülükle dokunmayın, yoksa sizi acıklı bir azap yakalayıverir. 74Ve düşünün ki Âd'dan sonra sizi halîfeler yaptı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinden saraylar yapıyorsunuz, dağlarını evler hâlinde yontuyorsunuz. Öyleyse Allah'ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde kargaşa çıkaranlar olarak taşkınlık yapmayın."

75Toplumundan büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görünen inanmış kimselere dediler ki: "Siz, Sâlih'in, gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu biliyor musunuz?" Onlar, "Kesinlikle biz o'nunla gönderilene inanıyoruz!" dediler.

76Büyüklük taslayan o kimseler, "Biz, sizin inandığınızı kesinlikle bilerek reddeden kimseleriz!" dediler. 77Hemencecik de o sosyal yardım ve destek kurumlarını ayakta tutan gelir kaynaklarını kuruttular ve büyüklenerek Rablerinin buyruğundan dışarı çıktılar ve "Ey Sâlih! Eğer gerçekten gönderilen elçilerden isen, bizi tehdit ettiğini getir bize!" dediler.

78Bunun üzerine hemen onları, şiddetli sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çöke kaldılar.

79Sâlih, o zaman onlara sırt çevirdi ve "Ey toplumum! Andolsun ki ben size Rabbimin gönderilerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz" dedi. [A’raf/73-78]

Kıssanın tümü dikkate alınarak Semud kavminin işlediği suçlar şu şekilde özetlenebilir:

*Körlüğü doğru yola tercih etmek,

*Allah’ın devesini öldürmek,

*Elçileri [elçilik misyonunu] yalanlamak

Bu suçlar başka ayetlerde de açıklanmıştır:

17Semûd'a gelince; işte, Biz onlara doğru yolu gösterdik. Fakat onlar körlüğü doğru yol üzerine sevip tercih ettiler. Bunun üzerine kazandıkları şeyler sebebiyle alçaltıcı azabın yıldırımı onları yakalayıverdi.

18Ve Biz iman etmiş kimseleri ve Allah'ın koruması altına girmiş olan kimseleri kurtardık. [Fussılet/17, 18]

"14Allah'ın devesine önem verin!" ve "Onun su içmesini, yaşamasını sağlayın!" [Şems/14]

141Semûd, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı. [Şuara/141]

69Ve andolsun ki İbrâhîm'e de elçilerimiz müjde ile geldiler, "Selâm!" dediler. O, "Selâm!" dedi, sonra da altın vermeye gecikmedi.

70Sonra da onların ona uzanmadığını görünce, onları yadırgadı ve içinde onlara karşı bir korku uyandı. Onlar: "Korkma, şüphesiz biz Lût'un toplumuna gönderildik" dediler.

71Ve İbrâhîm'in karısı ayaklanmıştı, gülüverdi.

Sonra o'na İshâk'ı, İshâk'ın arkasından da Ya‘kûb'u müjdeledik.

72İbrâhîm'in karısı dedi ki: "Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız, mutsuz bir kadınım. Şu kocam da yaşlı bir adam! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!"

73Elçiler: "Sen Allah'ın işinden dolayı mı şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bollukları üzerinizdedir. Ey ev halkı! Şüphesiz ki O, övülmeye lâyık olan, cömertliği bol olandır" dediler.

74Sonra İbrâhîm'den korku iyice geçip gidince ve kendisine müjde gelince, Bizimle Lût toplumu hakkında mücâdeleye başladı.

75Şüphesiz İbrâhîm, çok yumuşak huylu, çok ah-vah eden/yufka yürekli/yönelen biriydi.

–"
76Ey İbrâhîm! Bundan vazgeç. Şüphesiz Rabbinin emri kesin olarak geldi ve hiç şüphesiz onlar; onlara geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azap gelecektir.–

Bu pasajda Hud suresinde nakledilen kıssaların dördüncüsü yer almaktadır. İbrahim peygamberin hayatından önemli bir kesitin nakledildiği pasajın içeriği, daha çok İbrahim peygamberin insanlara güzel örnek oluşuyla ilgilidir. Pasajda değinilen olayların Hicr ve Zariyat surelerindeki anlatımları, konunun daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır:

51Ve kullarıma, İbrâhîm'in misafirlerinden haber ver.

52Hani İbrâhîm'in misafirleri, İbrâhîm'in yanına girdiler de, "Selâm!" demişlerdi. İbrâhîm, "Şüphesiz biz sizden korkanlarız" demişti.

53İbrâhîm'in misafirleri, "Korkma! Şüphesiz biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz" dediler.

54İbrâhîm dedi ki: "Bana ihtiyarlık gelmişken mi beni müjdeliyorsunuz? Peki neye dayanarak beni müjdeliyorsunuz?"

55İbrâhîm'in misafirleri, "Seni gerçekle müjdeliyoruz. Ümidini kesenlerden olma!" dediler.

56İbrâhîm dedi ki: "Rabbimin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?"

57İbrâhîm, "Ey gönderilmiş elçiler! İşiniz nedir?" dedi.

58-60Elçiler: "Şüphesiz biz suçlu bir topluma gönderildik. Ancak Lût ailesi müstesnadır." –Şüphesiz Biz, Lût'un karısı hariç onların hepsini kesinlikle kurtaracağız. Biz ayarladık. Şüphesiz o, kesinlikle geride kalanlardan/gözü arkada olanlardandır.– [Hicr/51-60]

24İbrâhîm'in saygınlaştırılmış misafirlerinin haberi sana geldi mi?

25Hani onlar, İbrâhîm'in üzerine girmişlerdi de "Selâm!" demişlerdi. İbrâhîm: "Selâm, alışılmadık, kimliği belli olmayan topluluk!" dedi.

26İbrâhîm, sonra ehline gitti de altın ile geldi. 27Sonra altını onlara yaklaştırdı: "Nasiplenmez misiniz?" dedi.

28Sonra onlardan çekindi. Onlar: "Korkma!" dediler ve o'nu çok bilgili bir oğul ile müjdelediler.

29Bunun üzerine karısı bağırarak öne geldi de elini yüzüne vurarak: "Bir bahtsız, bir kısır!" dedi.

30Misafirler: "Rabbin işte böyle buyurdu. Şüphesiz Rabbin, haksızlık ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler koyandır. En iyi bilenin ta kendisidir" dediler.

31Bunun üzerine İbrâhîm, "Sizin önemli işiniz nedir ey elçiler?" dedi.

32-34Elçiler: "Şüphesiz biz, Rabbinin katından, aşırı gidenler için işaretlenmiş, çamurdan pişirilmiş sert taşları üzerlerine yağdırmamız için günahkâr bir topluma gönderildik" dediler.

35Bunun üzerine Biz mü’minlerden orada bulunan kimseleri çıkardık. 36Fakat Biz orada Müslümanlardan bir evden başkasını bulmadık. 37Ve Biz orada acı bir azaptan korkan kimseler için bir alâmet/gösterge bıraktık. [Zariyat/24-37]

İbrahim peygamberin hayatının bu bölümünün Kitab-ı Mukaddes’teki anlatımı ise şöyledir:

15 Tanrı İbrahim'e, "Karın Saray’a gelince, ona artık Saray demeyeceksin" dedi, "Bundan böyle onun adı Sara olacak.

16 Onu kutsayacağım; ondan sana bir oğul vereceğim. Onu kutsayacağım ve ulusların anası olacak. Halkların kralları onun soyundan çıkacak."

17 İbrahim yüzüstü yere kapandı ve güldü. İçinden, "Yüz yaşında bir adam çocuk sahibi olabilir mi?" dedi, "Doksan yaşındaki Sara doğurabilir mi?"

18 Sonra Tanrı'ya, "Keşke İsmail'i mirasçım kabul etseydin!" dedi.

19 Tanrı, "Hayır. Ama karın Sara sana bir oğul doğuracak, adını İshak koyacaksın" dedi, "Onunla ve soyuyla antlaşmamı sonsuza dek sürdüreceğim.

20 İsmail'e gelince, seni işittim. Onu kutsayacağım; onu verimli kılacak, soyunu alabildiğine çoğaltacağım. On iki beyin babası olacak. Soyunu büyük bir ulus yapacağım.

21 Ancak antlaşmamı, gelecek yıl bu zaman Sara'nın doğuracağı oğlun İshak'la sürdüreceğim."

22 Tanrı İbrahim'le konuşmasını bitirince ondan ayrılıp yukarıya çekildi.

23 İbrahim evindeki bütün erkekleri - oğlu İsmail'i, evinde doğanların ve satın aldığı uşakların hepsini - Tanrı'nın kendisine buyurduğu gibi aynı gün sünnet ettirdi.

24 İbrahim sünnet olduğunda doksan dokuz yaşındaydı.

25 Oğlu İsmail on üç yaşında sünnet oldu.

26 İbrahim oğlu İsmail'le aynı gün sünnet edildi.

27 İbrahim'in evindeki bütün erkekler - evinde doğanlar ve yabancılardan satın alınanlar - onunla birlikte sünnet oldu. [Tekvin; 17/15-27]

Kitab-ı Mukaddes’teki bu anlatım Müslümanları da etkilemiş ve buna uygun rivayetlerin oluşmasına sebep olmuştur.

69) Ve andolsun ki İbrâhîm'e de elçilerimiz müjde ile geldiler, "Selâm!" dediler. O, "Selâm!" dedi, sonra da altın vermeye[#209] gecikmedi.
KONUMUZ OLAN 69-76. AYETLERİN TAHLİLİ

69Ve andolsun ki İbrâhîm'e de elçilerimiz müjde ile geldiler, "Selâm!" dediler. O, "Selâm!" dedi, sonra da altın vermeye gecikmedi.

Elde herhangi bir kanıt bulunmamasına rağmen klâsik kaynaklarda bu elçilerin "melek" olduğu dayatılmıştır. Bizim kanaatimize göre ise; bu elçiler İbrahim peygamberin o güne kadar tanımadığı, varlıklarından haberdar olmadığı, o yöredeki beşer elçilerdir [peygamberlerdir]. Sayılarının "bir"den fazla olması bu konuda tereddüde mahal vermemelidir; çünkü Ya Sin suresinde de bir kente art arda üç elçi gönderildiği bildirilmiştir.

Elçilerin getirdiği müjde hakkında:

*Lut kavminin helâkinin müjdesi,

*Kendilerinin Allah’ın elçileri olduklarının müjdesi,

*İbrahim peygamber için korkulacak bir şey olmadığının müjdesi gibi yorumlar yapılmışsa da, Rabbimiz bu müjdeyi 71. ayette açıklamıştır: "Sonra ona İshak'ı, İshak'ın arkasından da Yakub'u müjdeledik."

İbrahim peygamberin misafirlerine sunduğu buzağı, bu ayette "haniyz" sözcüğüyle, Zariyat/26’da ise "semiyn" sözcüğüyle nitelenmiştir. Gelenekçiler bu iki nitelemeyi -sırasıyla- "kızartılmış" ve "semiz" olarak aktarmışlardır. Ne var ki, koskoca buzağının kızartılamayacağını ve aynı buzağıyı niteleyen "kızartılmış" ifadesi ile ancak canlı bir hayvan için kullanılan "semiz" ifadesi arasındaki çelişkiyi hiç dikkate almayarak bariz bir hata içine düşmüşlerdir. Çünkü misafire tavuk hatta kuzu kızartılıp ikram edilmesi makul olmakla beraber bir buzağının kızartılıp bütünüyle ikram edilmesi akıllardan uzak bir durumdur. Ayrıca gelenekçilerin nitelemelerine göre, konumuz olan ayetteki buzağı "kızartılmış" yani ölü bir buzağıdır. Zariyat/26’da ise aynı buzağı "semiz" yani canlı bir buzağıdır. Bu durumda iki ayet arasında bir çelişki söz konusu olmaktadır ki, bu asla mümkün değildir.

Bize göre, bu olaydaki "buzağı" ile kastedilen anlamın teviline o buzağının sıfatları olarak bildirilen "haniyz" ve "semiyn" sözcüklerinin gerçek anlamlarından yola çıkarak ulaşmak gerekmektedir.

الحنيذHANİYZ

"الحنيذ Haniyz" sözcüğü "arıtılmış, içindeki fazlalıklar atılmış" demektir. Sözcük ilk olarak "atı terletme" anlamında kullanılmış, daha sonra Araplar hem "Güneş’in insanı terletmesi"ni hem de "etin sıcak taşlara sıkıştırılarak suyunun giderilmesi, akışkanlığının kaybettirilmesi" işlemini bu sözcükle ifade etmişlerdir. [Lisanü’l-Arab, 2/624, 625; El-Müfredat/133]

Buna göre "
الحنيذ haniyz", "bir nesnenin içindeki fazlalıkların, özellikle de nesneyi bozacak şeylerin atılması" anlamına gelmekte, dolayısıyla ayetteki "haniyz" sözcüğü de meful anlamıyla "arıtılmış, içinde zararlı maddeler bulunmayan, saf hâle getirilmiş" demek olmaktadır.

Fakat klâsik eserlerde sözcüğün esas anlamı dikkate alınmadığı gibi, "kurutulmuş" anlamına bile itibar edilmemiş, sözcük "ateşte kızartılmış" anlamında kullanılmıştır.

السّمينSEMİYN

Bu sözcük "zayıf"lığın karşıtı olup güç kaynağı olması sebebiyle "yağ"a da " سمن semen" denir. [Lisanü’l-Arab, 4/692, 693; el-Müfredat/243]

O hâlde Zariyat/26’da geçen "semiyn" ifadesi de ism-i fail anlamıyla "güç veren" demektir.

BURADAKİ BUZAĞI ALTINDIR

Buzağının sıfatları olarak verilen her iki sözcüğün yukarıda belirttiğimiz anlamları birleştirildiğinde, buradaki buzağının "saf hâlde bulunan" ve "güç veren" bir buzağı olduğu anlamına ulaşılmaktadır. Bundan dolayıdır ki, biz bu buzağının A’raf suresindeki "aldatıcı sesi olan ceset buzağı" gibi "altın" olduğu kanaatini taşımaktayız. Bu tevilimize göre, İbrahim peygamber müjdeci elçilere müjdelik olarak "altın" vermiştir.
70) Sonra da onların ona uzanmadığını görünce, onları yadırgadı ve içinde onlara karşı bir korku uyandı. Onlar: "Korkma, şüphesiz biz Lût'un toplumuna gönderildik" dediler.
Ayetten anlaşıldığına göre, İbrahim peygamberin ikram olarak takdim ettiğine [‘altın’a], misafirleri [elçiler] el sürmemişler, daha doğrusu sürememişlerdir. Çünkü onlar elçidir ve daha evvel birçok ayette bildirildiği gibi, görevleri gereği yaptıklarına karşılık herhangi bir ücret almaları söz konusu değildir.

Verilen hediyeyi almamaları üzerine İbrahim peygamberin korkuya kapılmasından, verilen hediyenin veya yapılan ikramın reddedilmesinin o günün geleneğinde husumet ve düşmanlık belirtisi sayıldığı anlaşılmaktadır. İbrahim peygamber gaybı bilmediği, kendileri açıklayıncaya kadar misafirlerin elçi olduğunu anlamadığı için geleneğe göre düşmanca sayılan bu davranıştan dolayı korkuya kapılmıştır.

Bu durumdan çıkan bir diğer sonuç da Allah bildirmediği sürece peygamberlerin gaybı bilmesinin mümkün olmadığıdır.

Kıssanın buraya kadarki bölümü, bazı ek bilgilerle Hicr suresinde şu şekilde yer almaktadır:

51Ve kullarıma, İbrâhîm'in misafirlerinden haber ver.

52Hani İbrâhîm'in misafirleri, İbrâhîm'in yanına girdiler de, "Selâm!" demişlerdi. İbrâhîm, "Şüphesiz biz sizden korkanlarız" demişti.

53İbrâhîm'in misafirleri, "Korkma! Şüphesiz biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz" dediler.

54İbrâhîm dedi ki: "Bana ihtiyarlık gelmişken mi beni müjdeliyorsunuz? Peki neye dayanarak beni müjdeliyorsunuz?"

55İbrâhîm'in misafirleri, "Seni gerçekle müjdeliyoruz. Ümidini kesenlerden olma!" dediler.

56İbrâhîm dedi ki: "Rabbimin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?"

57İbrâhîm, "Ey gönderilmiş elçiler! İşiniz nedir?" dedi.

58-60Elçiler: "Şüphesiz biz suçlu bir topluma gönderildik. Ancak Lût ailesi müstesnadır." –Şüphesiz Biz, Lût'un karısı hariç onların hepsini kesinlikle kurtaracağız. Biz ayarladık. Şüphesiz o, kesinlikle geride kalanlardan/gözü arkada olanlardandır.– [Hicr/51-58]

Bu konu ile ilgili Kitab-ı Mukaddes’te (Tekvin; 18. Bab) yazılanlar ise Kur’an’a uymamaktadır.

Konumuz olan 70. ayette "Lut kavmi" olarak geçen halk, aslında Lut peygamberin soyca mensup olduğu kavim değildir. Çünkü Lut peygamber, tıpkı İbrahim peygamber gibi Güney Babil'deki Ur şehrinin yerlilerindendir ve amcasıyla beraber oradan göç etmiştir. Dolayısıyla Kur’an’da geçen "Lut kavmi" tabirleri, Lut peygamberin göç ederek geldiği ve orada yaşarken elçilikle görevlendirildiği şehrin [ülkenin] sakinlerini ifade etmektedir ki, tarihî kayıtlara göre burası Sodom şehridir.
71) Ve İbrâhîm'in kadını ayaklanmıştı, gülüverdi. Sonra o'na İshâk'ı, İshâk'ın arkasından da Ya'kûb'u müjdeledik.
Bu ayette 69. ayetin birinci bölümüne yapılmış bir gönderme vardır. İbrahim peygamberin karısının bu ayette yaptığı bildirilen davranışı [gülüvermesi], 69. ayetin birinci bölümünde anlatılanlar sırasında İbrahim peygamber ile elçilerin selâmlaşması ve elçilerin müjdeyi vermesi üzerine olmuştur. Yani İbrahim peygamberin karısı, elçilerin verdiği müjdeyi duyunca buna gülmüştür. Burada 71. ayetten 69. ayete yapılan gönderme, Zariyat suresinde de 29. ayetten 25. ayete yapılmıştır. İbrahim peygamberin burada 69. ayetin ikinci bölümünde, Zariyat suresinde de 26. ayette belirtilen müjdelik teklifi ise karısının gülmesinden sonradır.

71. ayette üzerinde durulması lâzım gelen iki nokta İbrahim peygamberin karısının "gülmesi" ve "kaime"liğidir:

İBRAHİM PEYGAMBERİN KARISININ GÜLMESİ

Ayette geçen " ضحكتdahıket" sözcüğü "gülmek" demektir. "Gülmek" sadece dudakları gererek ve ses çıkarmadan yapılan tebessüm değildir; dişlerin görüneceği şekilde sesli olarak yapılan bir davranıştır. İbrahim peygamberin karısı, gülüvermesinin ardından 72. ayette bildirilen konuşmasında, kendisinin "acuz"luğu ve kocasının yaşlılığı sebebiyle müjdeyi çok tuhaf bulduğunu söylemiştir. Yani, elçilerin İbrahim peygambere verdiği müjde, İbrahim peygamberin karısının çok tuhafına gitmiş ve yaşlı kocasından bir çocuk sahibi olacağı haberi onu kahkahalarla güldürmüştür.

Ne var ki klâsik eserlerin birçoğunda "dahıket" sözcüğü şu anlamlara çekilmiştir:

Mücahid ve İkrime, Yüce Allah'ın "Güldü" buyruğu ile ilgili olarak "müjdenin tahakkuku için ay halinden kesilmiş iken, ay hali oldu" diye açıklamışlardır. ... Cumhur ise der ki: Burada bildiğimiz "gülmek" kastedilmektedir. Ancak bunun mahiyeti hakkında farklı görüşler vardır. Bunun hayret ve şaşkınlık ifade eden gülmek olduğu söylenmiştir. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l Kur’an]

Mukatil de der ki: Hz. İbrahim, misafirlerine hizmet ederken ve ihtişamıyla ortada iken üç kişiden korkması ve titremesine gülmüştü, çünkü Hz. İbrahim tek başına yüz kişiye bedel kabul ediliyordu.

Yine (Mukatil) der ki: Sözlükte bu kelimenin ay hali anlamına gelmesi uygun değildir. Ebu Ubeyd ve el-Ferrâ da bu anlamı kabul etmezler. el-Ferrâ der ki: Ben bu kelimenin bu anlamını güvenilir birisinden işitmiş değilim. Bu olsa olsa bir kinaye olabilir. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

Kıssanın buradaki bölümü ile ilgili olarak bir çok olay ortaya atılmıştır. Ne var ki, bu gerçek dışı anlatımların naklinde yarar görmüyoruz.

İBRAHİM PEYGAMBERİN KARISININ AYAKLANMIŞLIĞI

Ayette İbrahim peygamberin karısının " قائمةkaime" olduğu ifade edilmiştir. Bu ifade mealciler tarafından genellikle "ayakta dikiliyordu" şeklinde çevrilmiştir. Hâlbuki kıssadaki anlatıma göre olayların gelişiminde İbrahim peygamberin karısının ayakta durmasının veya oturmasının yahut da yatmasının hiçbir önemi yoktur. Dolayısıyla buradaki "kaime" ifadesinin başka bir anlamı olmalıdır.

Bize göre, buradaki "kaimelik" ayaklanmışlığı, baş kaldırmışlığı ifade etmektedir. Buna göre, İbrahim peygamberin karısının "kaime" oluşu, onun kocası ile arasının açık olduğunu ifade etmektedir. Bu durum, İbrahim peygamber ile karısının ayrılma, boşanma safhasında olduklarını göstermektedir. Nitekim "kıyam" sözcüğü "siyasî baş kaldırma" anlamında olup sözcüğün Kur’an’da bu anlamda kullanıldığı birçok ayet vardır:

19Ve şu bir gerçek ki Allah'ın kulu/Peygamber O'na çağırarak ayaklandığı/harekete geçtiği zaman o yabancılardan bir grup o'nun çevresinde neredeyse kenetlenecekler. [Cinn/19]

14,15Ve Biz onlar ayaklanıp da: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'nun astlarına ilâh olarak yalvarmayız, yoksa kesinlikle saçma-sapan konuşmuş oluruz. Şunlar, Allah'ın astlarından ilâhlar edinen bizim toplumumuzdur. Edindikleri ilâhlara dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah'a karşı yalan uydurandan daha yanlış davranan;kendi zararlarına iş yapan kim olabilir?" dediklerinde onların kalplerini sağlamlaştırdık. [Kehf/14]

97Allah, Ka‘be'yi; o Beyt-i Haram'ı, haram ayı, hac yapanlara yiyecek olarak hayvan hediye etmeyi ve gerdanlıkları/hac yapanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretleri insanlar için bir ayağa kalkış; silkiniş, kendilerini kurtarış yaptı. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir. [Maide/97]

125Ve Biz, bir zaman bu Beyt'i/ilk yapılan okulu, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri yapmıştık. –Siz de İbrâhîm'in görev yaptığı yerden bir salât yeri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan desteğin; toplumun aydınlatılmasının gerçekleştirileceği bir yer] edinin.– Ve Biz, İbrâhîm ile İsmâîl'e, "Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve boyun eğip teslimiyet gösterenler, Allah'ı birleyenler için tertemiz tutun" diye ahit almıştık. [Bakara/125]

Ayrıca Hacc/26, Şuara/218, Zariyat/45 ve Âl-i Imran/97’ye de bakılabilir.

Bu konudaki nakillerden klâsik eserlerde yer alanlarının çoğu Kitab-ı Mukaddes kaynaklıdır:

12 İçin için gülerek, "Bu yaştan sonra bu zevki tadabilir miyim?" diye düşündü, "Üstelik efendim de yaşlı."

13 RABB İbrahim'e sordu: "Sara niçin, 'Bu yaştan sonra gerçekten çocuk sahibi mi olacağım!' diyerek güldü?

14 RABB için olanaksız bir şey var mı? Belirlenen vakitte, gelecek yıl bu zaman yanına döndüğümde Sara'nın bir oğlu olacak."

15 Sara korktu, "Gülmedim" diyerek yalan söyledi. RABB, "Hayır, güldün" dedi. [Tekvin 18/12-15]
72) İbrâhîm'in kadını dedi ki: "Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız, mutsuz bir kadınım. Şu kocam da yaşlı bir adam! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!"
73) Elçiler: "Sen Allah'ın işinden dolayı mı şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bollukları üzerinizdedir. Ey ev halkı! Şüphesiz ki O, övülmeye lâyık olan, cömertliği bol olandır" dediler.
Bu ayetlerde, İbrahim peygamberin karısı kendisini "acuz", İbrahim peygamberi de "şeyh [yaşlı biri]" olarak nitelemiş ve verilen müjdenin nasıl gerçekleşebileceği konusundaki hayretini dile getirmiştir. Bu nitelemeler dikkate alınarak Zariyat suresindeki sıfatlara bakıldığında, oradaki "acuz" sıfatını yine İbrahim peygamberin karısına, "akim" sıfatını ise İbrahim peygambere izafe etmek gerekmektedir. Bu durumda, İbrahim peygamber, karısı tarafından hem "yaşlı" hem de "kısır" olarak nitelenmiş olmaktadır.

İbrahim peygamberin çocuklarından İsmail’in burada müjdelenen İshak’tan evvel doğduğuna dair elde bir kanıt bulunmamaktadır. Muhtemeldir ki, İsmail, bu müjdeden sonra, İbrahim peygamberin kısırlığı Allah tarafından giderildikten sonra doğmuştur.

" العجوزACUZ" SÖZCÜĞÜ: Bu sözcük "yaşlı" demek olduğu gibi, "geniş kalçalı" veya "kocası yaşlı, kendine uygun kocası olmayan, dengini bulmamış, zavallı, bahtsız, kara bahtlı genç hanım" anlamlarına da gelmektedir. [Lisanü’l-Arab; c.6, s. 99]

Yukarıdaki anlamlardan ele aldığımız konuya en uygun düşeni sonuncusudur. Çünkü İbrahim peygamberin karısının 72. ayette bildirilen "Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir "acuz"um [kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım]. Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!" şeklindeki sözleri, onun genç, doğurmaya elverişli bir kadın olduğunu göstermekte, buna karşılık İbrahim peygamberi ise yaşlı (Zariyat/26’ya göre akim, kısır) biri olarak tanıtmaktadır. Dolayısıyla İbrahim peygamberin karısı, verilen müjdeye kocasının yaşlılığı ve kısırlığı dolayısıyla gülmüştür. Onun bu anlayışı, içinde bulunduğu durum sebebiyle kendini nitelediği "acuz" sözcüğünü "zavallı, çileli, dengini bulmamış" anlamında kullanmış olmasını gerektirmektedir. Nitekim müjdeye şaşıran İbrahim peygamber de -Hicr Suresi’nde- şaşkınlığına gerekçe olarak yaşlılığını göstermiş, karısı ile ilgili herhangi bir açıklama yapmamıştır:

51Ve kullarıma, İbrâhîm'in misafirlerinden haber ver.

52Hani İbrâhîm'in misafirleri, İbrâhîm'in yanına girdiler de, "Selâm!" demişlerdi. İbrâhîm, "Şüphesiz biz sizden korkanlarız" demişti.

53İbrâhîm'in misafirleri, "Korkma! Şüphesiz biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz" dediler.

54İbrâhîm dedi ki: "Bana ihtiyarlık gelmişken mi beni müjdeliyorsunuz? Peki neye dayanarak beni müjdeliyorsunuz?"

55İbrâhîm'in misafirleri, "Seni gerçekle müjdeliyoruz. Ümidini kesenlerden olma!" dediler.

56İbrâhîm dedi ki: "Rabbimin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?" [Hicr/51-56]

Klâsik eserlerde ise bu konuya dair mesnetsiz nakiller mevcuttur:

Mücahid der ki: O vakit Hz. Sara doksan dokuz yaşında idi. İbn İshak da doksan yaşında idi, demektedir. Bundan başka görüşler de vardır.

Denildiğine göre; Hz. İbrahim yüz yirmi yaşında idi. Onun yüz yaşında olduğu da söylenmiştir. Mücahid'in görüşüne göre Hz. Sara'dan sadece bir yaş büyük idi. Denildiğine göre Hz. Sara'nın "ve şu eşim de bir ihtiyar iken" sözleri ile İbrahim’in (as) kendisine yaklaşmadığını üstü kapalı ifade etmiştir. Hz. İbrahim'in hanımı olan Hz. Sara, Hârân'ın kızıdır. Hârân, Nâhûr'un oğlu, o Şârû'un, o Arğû'nun, o da Fâliğ'in oğludur. Sara, Hz. İbrahim'in amcasının kızıdır. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]
74) Sonra İbrâhîm'den korku iyice geçip gidince ve kendisine müjde gelince, Bizimle Lût toplumu hakkında mücâdeleye başladı.
75) Şüphesiz İbrâhîm, çok yumuşak huylu, çok ah-vah eden/yufka yürekli/yönelen biriydi.
Bu ayetlere göre, İbrahim peygambere gelen elçilerin kimlikleri ve aslî görevleri, yani esas olarak nereye ve ne için gittikleri belli olunca İbrahim peygamberin artık kendi adına bir korkusu kalmamış, ancak bu kez de Lût kavminin helâk edileceğini öğrendiğinden, helâk edilmemeleri için onlarla mücadeleye girişmiştir.

* Ve elçilerimiz İbrâhîm'e müjdeyi getirdiklerinde: "Biz bu kentin halkını yıkıma uğratacağız" dediler. –Şüphesiz oranın halkı şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler idiler.– İbrâhîm: "Şüphesiz orada Lût var!" dedi. Onlar: "Biz orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Onu ve geride kalanlardan biri olan karısı dışındaki ailesini elbette kurtaracağız" dediler. [Ankebut/31,32]

75. ayette açıkça belirtildiği gibi, İbrahim peygamber yumuşak huylu, yufka yürekli birisidir. Bu sebepledir ki, helâk edileceklere acıdığı için elçilerle mücadeleye girmiştir. Bu mücadele, Kitab-ı Mukaddes’te (Tekvin /18: 23-32), Allah ile yapılan bir pazarlık şekline sokulmuştur.
76) -"Ey İbrâhîm! Bundan uzak dur. Şüphesiz Rabbinin emri kesin olarak geldi ve hiç şüphesiz onlar; onlara geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azap gelecektir."-
Bu ayet, elçilerin kendileriyle mücadeleye girişen İbrahim peygambere verdiği bir cevap olabileceği gibi, Rabbimizin kıssanın sonunda İbrahim peygamberi muhatap alarak tüm zamanların insanlarına verdiği genel bir mesaj da olabilir. Bu takdirde, ayette, Allah’tan istenecek şeylerin hangi şartlarda isteneceği ifade edilmiş olmaktadır; ki, böyle bir ifade farklı bir üslûpla Tövbe suresinde de yer almıştır:

Kendilerine, cehennem ashabı oldukları iyice belli olduktan sonra peygambere ve iman etmiş kişilere, akraba bile olsalar, müşrikler için istiğfar etmek yoktur.

İbrahim'in babası için istiğfar etmesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun Allah için bir düşmanı olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan [istiğfardan] vazgeçti. Şüphesiz İbrahim, çok içli, çok halim birisi idi.

Netice olarak 76. ayette bildirilen karar, ilm-i ilâhiye göre verilmiş bir karar olup dönüşü mümkün değildir. Onun için yalvarıp yakarmanın anlamı yoktur.

* Cehennem ashâbı oldukları kendilerine iyice belli olduktan sonra Peygamber'e ve iman etmiş kişilere, akrabaları bile olsalar, ortak koşanlar için bağışlanma dilemek yoktur. İbrâhîm'in babası için bağışlanma dilemesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun, Allah için bir düşman olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrâhîm, çok içli, çok halim birisi idi. [Tövbe/113,114]
77) Ve ne zaman ki elçilerimiz Lût'a geldiler, bunlar yüzünden o üzüldü, bunlar hakkında eli-kolu bağlandı kaldı ve "Bu, müthiş bir gündür!" dedi.
78) Ve o'nun toplumu hızlıca o'na geldiler. Onlar daha önce de çirkinlikler yaparlardı. Lût: "Ey toplumum! İşte bunlar kızlarım.[#210] Onlar sizin için daha temizdirler. Gelin Allah'ın koruması altına girin, beni misafirlerim ile ilgili olarak rezil-rüsva etmeyin. Sizden hiç aklı başında bir adam yok mu?" dedi.
79) Onlar: "Hiç şüphesiz sen, senin kızlarında bizim için herhangi bir hak olmadığını bildin. Ve şüphesiz ki sen bizim ne istediğimizi kesinlikle biliyorsun" dediler.
80) Lût: "Keşke size karşı bir gücüm olsaydı, ya da ulaşılmaz bir bölgeye/güçlü bir topluma sığınabilseydim!" dedi.
81) Misafir elçiler: "Ey Lût! Şüphesiz ki, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamayacaklar. Sen, gecenin bir parçasında ailenle birlikte hemen yola çık. Ve içinizden hiç kimse geri bakmasın [burada olanları, eskileri düşünmesin], kadının başka. Şüphesiz onlara isabet eden ona da isabet edecektir. Şüphesiz vaat edilenin zamanı, sabah vaktidir. Sabah vakti yakın değil mi?" dediler.
82,83) Sonunda emrimiz gelince, oranın üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine, istif edilmiş pişmiş çamurdan Rabbinin katında işaretlenmiş taşlar yağdırdık. Ve bunlar, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlardan uzak değildir.
Beşinci kıssa olarak Lut kıssasının anlatıldığı bu pasajda, Lut peygamberin iman edenlerle birlikte kurtarılışı, kadınının ise işbirliği içinde olduğu kâfirlerle birlikte helâk edilişi nakledilmiş ve bu olaylardan ibret alınması istenmiştir.

Daha önce inmiş surelerde (A’raf/80-84, Neml/54-58, Kamer/33-38, Ankebut/28, 29) de nakledilmiş olan Lut kıssasının buradaki anlatımında, eski anlatımlara ek olarak Lut peygamberin gelen misafirlere halkının kötülük yapmasından endişe duyarak sıkıntıya düştüğü vurgulanmıştır.

Konumuz olan Lut kıssası ile ilgili Kitab-ı Mukaddes’e (Tekvin/19) bakmak yararlı olacaktır. Böylece olayın hangi boyutlarda çarpıtıldığı ve Kitab-ı Mukaddes’in nasıl bir cüretle tahrif edildiği daha iyi anlaşılmış olacaktır.

78. ayette "Onlar daha önce çirkinlikler yaparlardı" cümlesindeki çirkinlikler ile erkeklerin cinsel arzularını kadınlar yerine hemcinsleriyle tatmin etmesi, yani homoseksüel ilişkiler kastedilmiştir. Daha önceki kavimlerde görülmemiş olan bu sapıklığın Lut peygamberin elçilik yaptığı kavimde önü alınamaz bir seviyeye ulaştığı görülmektedir. Tarihteki adıyla Sodom halkının, Lut peygambere misafir geldiğini haber alır almaz, gelen bu misafirlere [elçilere] de tecavüz etmek için Lut peygamberin evine koşuşmuş olmaları bunu göstermektedir.

"
Sizden hiç reşit [aklı başında] bir adam yok mu?"

Kavmini önce ikna etmeye çalışan Lut peygamber, son olarak onları "Sizden hiç reşit [aklı başında] bir adam yok mu?" diyerek uyarmıştır. Ayetin orijinalindeki " الرّشيدreşit" sözcüğü "rüşd sahibi [aklı başında]" demektir. Anlaşılan o ki, Lut peygamber toplum içinde birkaç kişi de olsa reşit [aklı başında] adam aramıştır. Ne var ki, toplumdaki herkes şehvet sarhoşudur, kimsenin aklı başında değildir:

72Sen ömründe bunlar gibi şehvet çılgınlığı içinde bocalayıp duran rezilleri hiç görmedin.– [Hicr/72]

78. ayet, toplumlardaki kokuşmanın yol açtığı felâketin akılların başlardan gitmesi sonucu olduğunu göstermektedir. Biraz ileride karşımıza gelecek olan şu ayette ise toplumların uğrayacağı bu tür felâketleri akıl sahiplerinin önleyebileceği bildirilmektedir:

116İşte sizden önceki devirlerden "bakıyye" [söz, eser, erdem] sahipleri; akıllı insanlar, Kitap Ehli, yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçirmeye çalışsalardı! Fakat onların içinden kurtardığımız pek az kimse bunu yaptı. Allah'ın ortağı olduğunu kabullenerek, Allah'ın ilahlığını ve rabliğini bilerek reddederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kişiler ise, şımartıldıkları refahın ardına düştüler ve suçlular oldular. [Hud/116]

78. ayette geçen "
kızlarım" ve 79. ayette geçen "senin kızların" ifadeleri, Lut peygamberin kendi kızları anlamında değil, "toplumun kadınları" anlamında alınmalıdır. Çünkü Lut peygamberin kendi sulbünden olan kızlarının sayıca kavmin bütün erkekleri ile denkleşmesi mümkün değildir. Böyle bir denkleşmeden ancak "kızlarım" ifadesi ile kavmin bütün kadınlarının kastedilmesi hâlinde söz edilebilir. Lut peygamber, kavminin bütün kadınlarını kendi kızı olarak görüyor olmalı ki, ayette bu şekilde bir ifade kullanılmıştır. Aynı şekilde, kavmin erkeklerinin Lut peygambere verdikleri "sen, senin kızlarında bizim için herhangi bir hak olmadığını bildin" cevabının da "Senin kızlarına, yani kadınlara ihtiyacımız yok, onlara cinsel arzu duymuyor, meyletmiyoruz, onları istemiyor ve sevmiyoruz, onlarda gözümüz yok" şeklinde anlaşılması gerekmektedir.

VELED- İBN

"Veled" ve "İbn" sözcükleri genelde eş anlamlı kabul edilir. Aslında eş anlamlı olmayıp aralarında ciddi anlam farkı vardır.

"Veled (erkek/kız çocuk)" ifadesi kesin olarak bir doğum olayının ürünüdür. Yani "veled" olması için bir "valid" ve "valide" gerekir. "Veled" olmadan "valid" ve "valide" olmaz; "valid" ve "valide" olmadan da "veled" olmaz. Bu sözcükler künye olarak kullanılmaz.

"İbn" ve "ebb" ise böyle değildir. Bunlar genelde künye olarak kullanılır. Kişinin çocuğu olmasa bile saygı ifadesi olarak "Ebu fülan" ve "İbnü fülan" diye de kullanılır. Bunun biyolojik baba - oğul ilişkisi ile alakası yoktur.

"İbn" ve "Ebb" ihtisas ve sohbette devamlılık (sıkı ilişki) ifade eder. Sürekli çölde yürüyen birine "ibnü’l fülat; geceleyin çok yürüyen birine "ibnüssüra" denilir. Birinin sorumluluğunu alan kişi "tebenneytü ibnen (oğul edindim)" der. Böyle olunca "ennasü benü âdem" denilir. Çünkü onlar ademe mensuptur. "Benü İsrail" de böyledir. "İbn" her şeyde küçüktür. Yaşlı birisi genç birine "ya büneyye" der. Hükümdar ta teb’asını "ebna" ve "benat" olarak nitelendirir. İsrail oğullarının peygamberleri de ümmetlerini "ebnaları ve benat ları olarak isimlendirirlerdi. Öğretmenler öğrencilerini "ebnâi" ve "benâti" olarak ifade ederler.

Gece çok dolaşan kişiye; hırsıza "İbnü’l leyl (gecenin oğlu)" denir. Hud/78’deki Nuh peygamberin "hâ ülâi benati (İşte benim kızlarım" ifadesi de bu kabildendir. Nuh peygamber toplumunun/ümmetinin kızlarını kendi kızı gibi ifade etmiştir, künyelemiştir.

"İbn" kelimesinin öz anlamı" b n v" kökünden te’lif (birleştirme ) ve ittisal (bitiştirme)’dir. Yani bina yapmaktır. Böylece "ebb" ile "ibn" arasında bir birleştirme ve bitiştirme söz konusudur. TAC, LİSAN, el Furuku fil Lüğat; Ebu’l Hilal el ASKERİ

80Lût: "Keşke size karşı bir gücüm olsaydı, ya da ulaşılmaz bir bölgeye/güçlü bir topluma sığınabilseydim!" dedi.

Lut peygamber, aklını yitirmiş, kuduz köpek gibi saldırıya geçen kavmine karşı çaresiz kalmış, ya onlarla tek başına mücadele edebilecek bir güce sahip olmayı, ya da şehvet sarhoşu o toplumdan kaçıp kurtulmayı dilemiştir.

Kötü alışkanlıklarla ve reşit [aklı başında] olmayanlarla mücadele etmek gerçekten çok zordur. Lut peygamber de gücünü aşan böyle bir mücadelede çaresiz kalmıştır. Ne var ki, tam o sırada her şey değişmiş, çare gözükmüştür:

81Misafir elçiler: "Ey Lût! Şüphesiz ki, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamayacaklar. Sen, gecenin bir parçasında ailenle birlikte hemen yola çık. Ve içinizden hiç kimse geri bakmasın [burada olanları, eskileri düşünmesin], eşin başka. Şüphesiz onlara isabet eden ona da isabet edecektir. Şüphesiz vaat edilenin zamanı, sabah vaktidir. Sabah vakti yakın değil mi?" dediler.

Bu ayette elçiler Allah’ın elçileri olduklarını, Lut peygamber ile -eşi hariç- ailesini o azgın toplum onlara zarar veremeden kurtaracaklarını ve geride kalan şehvet sarhoşu kavmin de helâk edileceğini açıklamışlardır.

Ayette geçen "
Ve içinizden hiç kimse geri bakmasın, eşin başka" ifadesi, "gözü arkada kalma" deyimiyle aynı anlama gelmektedir. Bu ifade ile elçiler "Yaşadığınız kentteki malı, mülkü, yakınları, kısaca hiçbir şeyi dikkate almadan buradan çıkıp gidin! Gemileri yakın; bir daha buraya dönmeyin!" demek istemişlerdir. Lut peygamberin karısı ise inançsız biri olmalı ki, gözü arkada kalmış ve o günahkâr toplumla birlikte helâk edilmiştir.

82,83Sonunda emrimiz gelince, oranın üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine, istif edilmiş pişmiş çamurdan Rabbinin katında işaretlenmiş taşlar yağdırdık. Ve bunlar, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlardan uzak değildir.

Görüldüğü gibi, Rabbimiz, Sodom halkı kovamadan, Lut peygamber ve inananları elçileri vasıtasıyla ülkeden çıkartmıştır. Yüce Allah’ın onları oradan çıkartması, Lut peygamber ve ona inananların kurtuluşlarını, geride kalanların ise cezalandırılmalarını sağlamak içindir.

83. ayetin sonundaki "Ve bunlar, zalimlerden uzak değildir" ifadesi çok ciddî ve keskin bir mesajdır. Bu mesaj, "Buna benzer durumlar zalimlerden hiç de uzak değildir. Lut kavmi gibi zalim toplumlar her zaman aynen buradaki gibi helâk edilirler" anlamına gelmektedir. Rabbimiz bu ifade ile ilâhî vahyi ve Allah’ın gönderdiği elçileri yalanlayıp inkâr etmenin, cinsel sapıklık gibi ahlâkı temelinden sarsan davranışlarda bulunmanın ve bundan geri dönmeyip sapıklıkta ısrar etmenin toplumların helâkine sebep olacağını bildirmekte ve gelecek nesillere öğüt verip uyarıda bulunmaktadır.
84,85,86) Medyen'e de kardeşleri Şu'ayb'ı elçi gönderdik. Şu'ayb: "Ey toplumum! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Ölçeği ve teraziyi eksik tutmayın. Şüphesiz ben sizi hayır ile görüyorum. Ve ben kuşatacak bir günün azabından sizin için korkuyorum. Ve ey toplumum! Ölçerken ve tartarken hakkaniyeti yerine getirin. İnsanların eşyalarını eksiltmeyin ve yeryüzünde kargaşacılar olarak fenalık etmeyin. Eğer mü'min iseniz, Allah'ın bıraktığı/helâlinden size ihsan ettiği kâr, sizin için daha hayırlıdır. Ve ben sizin üzerinize bir koruyucu değilim" dedi.
87) Onlar dediler ki: "Ey Şu'ayb! Atalarımızın taptıklarını veya mallarımızda dilediğimizi yapmayı terk etmeyi sana senin salâtın mı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı içeren dinin mi] emrediyor? Şüphesiz sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir adamsın."
88,89,90) Şu'ayb: "Ey toplumum! Hiç düşündünüz mü? Şâyet ben, Rabbimden bir delil üzerinde bulunuyorsam ve şâyet O, bana Kendi katından güzel bir rızık ihsan etmişse!? Ve Ben, size karşı çıkmakla sizi menettiğim şeylere kendim düşmek istemiyorum. Ben, sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmeyi istiyorum. Başarıya ulaşabilmem de ancak Allah iledir. Ben, yalnızca O'na işin sonucunu havale ettim ve ancak O'na yönelirim. Ve ey toplumum! Bana karşı gelmeniz sakın sizi, Nûh toplumunun veya Hûd toplumunun veya Sâlih toplumunun başlarına gelen musibetler gibi bir musibete uğratmasın. Ve Lût toplumu sizden pek uzak değildir; onlarla sizin inanış ve davranışınız aynıdır/Lut toplumu, hakkında yeterli bilgiye sahip olduğunuz bir toplumdur. Ve Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz ki, benim Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir" dedi.
91) Şu'ayb'ın toplumu dediler ki: "Ey Şu'ayb! Biz senin söylediklerinin çoğunu iyice anlamıyoruz. Seni içimizde çok zayıf olarak görüyoruz. Eğer senin akrabaların/taraftarların olmasaydı kesinlikle seni taşa tutar öldürürdük. Ve senin bize karşı hiçbir üstün gücün/galip gelecek durumun yoktur."
92,93) Şu'ayb: "Ey toplumum! Benim akrabalarım/taraftarlarım size karşı Allah'tan daha mı güçlü/değerli? Ve Allah'ı arkanıza atılmış bir şey edindiniz. Şüphesiz ki, Rabbim bütün yaptıklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır. Ve ey toplumum! Var gücünüzle yapacağınız ne varsa yapın! Şüphesiz ben yapanım. Perişan edecek azabın kime geleceğini ve yalancının kim olduğunu yakında bileceksiniz. Gözetleyiniz, şüphesiz ben sizinle beraber gözetleyiciyim" dedi.
94,95) Ve ne zaman ki, emrimiz geldi, Şu'ayb'ı ve o'nunla birlikte inanmış olan kişileri, tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık. Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kişileri korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında çöküp kaldılar. Sanki onlar orada zengince hiç yaşamadılar. Haberiniz olsun! Semûd toplumu nasıl uzaklaştı ise Medyen'e de öyle kahrolmak/tarihten silinmek vardır.
Şuayb peygamber ile Medyen halkı arasında geçen olayların anlatıldığı bu bölümde, Medyen halkının inanç ve ekonomik düzen itibariyle yanlış bir yol üzerinde bulundukları, Allah ve elçi tanımadıkları, geçimlerini temin ederken haksız kazanç peşinde koşup haram lokma yedikleri vurgulanmaktadır.

Karşılıklı konuşma şeklinde nakledilen kıssadan anlaşıldığına göre, Medyen’e elçi olarak gönderilen Şuayb peygamber, kendi kavmi ile -peygamberimizle Mekkeli müşrikler arasındakine benzer- uzun bir mücadeleye girişmiştir. Bu mücadelede kavmini Allah’a kulluğa davet etmiş, onlara adaletli olmak, ölçüde tartıda dürüst davranmak, hakkaniyetli olmak, yapageldikleri yanlışlar için af dilemek gibi erdemli davranışları tavsiye etmiş, aksi hâlde belâya çarptırılacaklarını haber vererek uyarılarda bulunmuştur. Kıssada inançsızlıkla beraber ekonomik ve sosyal bozuklukların da dile getirilmiş olmasından, şirkin de, adaletsiz bir ekonomik düzenin de toplumların çöküşlerini oluşturan ana dinamikler arasında bulunduğu anlaşılmaktadır. Ne var ki, Meyden toplumu Şuayb peygamberin bu konudaki hiçbir düzeltici uyarısını dinlememiş, bu nedenle de Yunus/49’da açıklandığı gibi, çöküşün ertelenmesi mümkün olmamıştır.

Şuayb peygamberin elçi gönderildiği kavmin "Medyen" ismiyle anılması konusunda iki görüş vardır. Birinci görüşe göre, Medyenliler İbrahim peygamberin oğlu Medyen'in soyundandırlar ve bu sebeple onlara "Medyenoğulları" anlamında "Medyen" denilmiştir. İkinci görüşe göre ise "Medyen" bir şehrin adıdır; içinde yaşayan halk da şehrin adına nispetle "Medyen" olarak anılmıştır.

87. ayette geçen "
Mallarımız konusunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana salâtın mı emrediyor?" ifadesindeki "salat" sözcüğü "din"i temsil etmektedir. Tıpkı "yüz" ifadesinin bedenin tümünü, "yüz" fotoğrafının da insanın kimliğini temsil etmesi gibi, sosyal yardım inancı ve ameli olan "salât" da "din"in sosyal ve bireysel hayata yansıyan en önemli özelliğidir. Aynı ayette Medyen halkının ağzından verilen "Şüphesiz sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir adamsın" ifadesi ise ya "Sen kendini yumuşak huylu, aklı başında biri sanıyorsun" anlamındadır, ya da Şuayb peygamberle alay etmek için söyledikleri bir sözdür.

Şuayb peygamberin kıssası diğer surelerde (A’raf/85-93, Şuara/176-191) de yer almıştır.

96,97) Andolsun ki Biz Mûsâ'yı da âyetlerimizle ve apaçık bir belge ile Firavun ve ileri gelenlerine elçi yaptık. Ama onlar Firavun'un emrine uydular. Hâlbuki Firavun'un emri aklı çalıştıran/doğruya ulaştıran değildir.
98) Firavun kıyâmet günü, toplumunun önüne düşer. -Artık Firavun, toplumunu ateşe götürmüştür. O varılan yer de ne kötü bir yerdir!-
99) Ve bu dünyada ve kıyâmet gününde dışlanarak izlendiler. -Verilen bu vergi ne kötü vergidir!-
Bu ayetlerde surenin yedinci kıssası olan Musa ve Firavun kıssası anlatılmaktadır. Çok kısa olarak özetlenen kıssada, Firavun’un kendi kavmini yanlış bir yola soktuğu, kavminin de bu yanlış adamı izlediği, böylece Firavun ile kavminin hem dünyada hem de ahirette beraberce felâkete sürüklediği açıklanmaktadır.

97. ayetin son bölümündeki "Hâlbuki Firavun'un emri reşit [aklı çalıştıran, doğruya ulaştıran] değildir" ifadesi çok önemli bir noktaya, aklın yoluna vurgu yapmaktadır. Firavun’un sürüklediği bilgisizlik, inat, zann ve hayal ürünü yollar, akıl dışı yollardır ve işe yarar hiçbir tarafları yoktur.

98, 99. ayetlerde Firavun’un ve onu izleyenlerin akıbeti açıklanmış, dünyada ve ahirette lânetlendikleri [Allah’ın rahmetinden uzaklaştırıldıkları] bildirilmiştir.

Firavun ve benzeri kişilerin sonları Kur’an’da birçok ayette (Fecr/6-13, Naziat/21-26, A’raf/38, Ahzab/67, 68, Kasas/39-42, Mümin/45,46) değişik üslûplarla anlatılmıştır.
100) İşte geçmişe yönelik bu anlatım, kentlerin ciddî haberlerinden, önemli bilgilerindendir. Biz, onu sana anlatıyoruz; onlardan ayakta olan ve biçilmiş ekin olan da vardır.
101) Ve onlara Biz haksızlık etmedik; fakat onlar kendilerine haksızlık ettiler, yanlış; kendi zararlarına iş yaptılar. Onun için Rabbinin emri geldiğinde, Allah'ın astlarından taptıkları tanrıları, onlara hiçbir şey sağlamadı ve onlara ziyandan başka bir şey arttırmadılar.
Bu ayetlerde, surenin başından bu yana nakledilen kıssalara işaret edilerek herkesin bu kıssalardan hisse alması istenmektedir.

Kıssalardaki olaylara bakıldığında, toplumların anlatılan akıbetlere bizzat kendi davranışları sebebiyle ulaştıkları anlaşılmaktadır. Toplumlar kendi elleriyle ekmiş olduklarını biçmekte, dolayısıyla kötü akıbet konusunda hiçbir haksızlığa uğratılmamaktadırlar. Bu husus birçok ayette (Tövbe/70, Ankebut/40, Fussılet/46, Nisa/40, Kehf/49, Nahl/118) defalarca tekrarlanmıştır.
102) Ve Rabbin, halkı şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler olan kentleri yakaladığında, O'nun yakalayışı işte böyledir. Şüphesiz O'nun yakalaması pek acıklıdır, çok çetindir!
103) Şüphesiz âhiret azabından korkan kimseler için bunda kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır. O, insanların kendisi için toplandığı bir gündür ve kesinlikle görülecek bir gündür.
104) Ve Biz onu sadece belli bir süreye kadar erteliyoruz.
Bu ayetlerde Rabbimizin suçluları yakalayışının çok çetin olduğu, kimsenin O’ndan kaçamayacağı, suçlulara sadece mühlet tanındığı bildirilmektedir. Suçlulara mühlet verilmesinin sebebi ise Allah’ın onların soyundan dünyaya gelecek olanlar hakkında yaptığı plânların gerçekleşmesi içindir. Yoksa, zalimler zulümlerinin hesabını mutlaka vereceklerdir. Dolayısıyla bu ayetlerde insanlığa, vakit varken kendilerini toparlamaları mesajı verilmiştir.

* Şüphesiz Biz, elçilerimize ve iman etmiş kişilere şu basit dünya yaşamında ve şâhitlerin kalktığı/şâhitlik edecekleri günde kesinlikle yardım ederiz. [Mümin/51]

* Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, elçilerine: "Ya sizi kesinlikle yurdumuzdan çıkaracağız, ya da kesinlikle bizim dinimize/yaşam tarzımıza döneceksiniz!" dediler. Rableri de elçilerine: "Biz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları kesinlikle değişime/yıkıma uğratacağız ve onlardan sonra sizi kesinlikle o yere yerleştireceğiz. Bu, makamımdan ve tehdidimden korkan içindir" diye vahyetti. [İbrahim/13,14]
105) O gün geldiğinde Allah'ın izni olmadan hiç kimse konuşmaz. İşte o gün insanlardan bir kısmı bedbaht ve bir kısmı da mutludur.
106,107) İşte şu bedbaht olanlar cehennem ateşi içindedirler. Onlara orada iç çekme ve hıçkırma vardır. Gökler ve yer durdukça[#211] onlar da o ateşte sürekli kalacaklardır. -Ancak Rabbinin dilediği müstesna.- Şüphesiz Rabbin dilediğini en üst seviyede yapandır.
108) Ve şu mutlu olanlara gelince, onlar da gökler ve yer durdukça ardı arkası kesilmeyen bir ikram olarak cennetin içinde sürekli olmak üzere kalacaklardır. -Ancak Rabbinin dilediği müstesnadır.-
Bu ayetlerde, o gün [Mahşer günü] insanların "bedbahtlar" ve "mutlular" olmak üzere iki grup olacakları bildirilerek bedbahtların cehennemdeki, mutluların da cennetteki durumları kısaca açıklanmaktadır.

Ayetlerde geçen "gökler ve yer durdukça" ifadesi, cennetteki ikramların ve cehennemdeki azapların sürekliliğini belirtmektedir. Zira klâsik Arapçada "gökler ve yer durdukça" ve "gece gündüz peş peşe geldikçe" tabirleri, "sonu gelmeyen süre [ebed] anlamında kullanılır. Yoksa ahirette, aşağıdaki ayetlerden de görüleceği üzere, ne gökler vardır ne de yeryüzü; dağlar yıkılıp yer dümdüz edilecek, gök de başka bir şekle döndürülecektir:

47Ve Bizim dağları yürüttüğümüz gün; ve sen yeryüzünü çırılçıplak/dümdüz göreceksin. Ve Biz onları bir araya topladık. Böylece onlardan hiçbir kimseyi bırakmadık. [Kehf/47]

18O gün Sûr'a üflenir; siz de hemen bölükler hâlinde gelirsiniz.

19Gökyüzü de açılıp kapı kapı oluvermiştir.

20Dağlar da yürütülüp serap oluvermiştir. [Nebe'/18-20]

105-107Sana dağlardan soruyorlar, de ki: "Rabbim onları savurdukça savuracaktır. Böylece onları dümdüz boş bir hâlde bırakacak. Orada bir çukur ve bir tümsek görmeyeceksin." [Ta Ha/105-107]

88Ve sen dağları görürsün; sen onları donuk, durgun sanırsın. Oysa onlar her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın yapımı olarak bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Şüphesiz ki O, yaptıklarınıza tamamıyla haberdardır: [Neml/88]

9,10O gün gök, sarsıldıkça sarsılır, dağlar da yürüdükçe yürür. [Tur/9, 10]

8-10O gün gök erimiş bir maden gibi olur. Dağlar da atılmış renkli yün gibi olur. Ve bir sıcak; yakın dost bir sıcak; yakın dosta sormaz. [Mearic/8, 9]

5Dağlar da atılmış renkli yün gibi olur. [Kaariah/5]

Vakıa 1-7olacak o vaka olduğu zaman –ki o vakanın oluşu için yalan söyleyen yoktur. O vaka, alçaltıcıdır, yükselticidir– yeryüzü şiddetle sarsıldıkça sarsıldığı ve dağlar ufalandıkça ufalanıp da toza dumana dönüşüverdiği zaman ve sizler üç eş sınıf olduğunuz zaman ... [Vakıa/1-7]

48-51O gün, Allah'ın, her nefsi kazandığı ile karşılıklandırması için, yeryüzü bir başka yeryüzüyle değiştirilecek, gökler de. Ve onlar, Bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah için ortaya çıkacaklardır. O gün, suçluları zincire vurulmuş olarak görürsün. Onların gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş kaplayacaktır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. [İbrahim/48] [Bu konuda ayrıca İnfitar ve İnşikak surelerine bakılabilir.]

İşte o gün [Mahşer günü] dünyada iken ertelenmiş akıbet gelmiş olacak, artık kimse konuşamayacak, söz mülk sahibinin olacaktır:

26İşte o gün gerçek hükümranlık, Rahmân'a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'a] özgüdür. Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler için ise o, pek çetin bir gün olmuştur. [Furkan/26]

16O buluşma günü, onlar, meydana çıkarlar. Kendilerinden hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz. –‘Bugün mülk kimindir?’, ‘Sadece tek ve kahredici olan Allah'ındır!’– [Mümin/16]

38-40İndirilmiş âyetler ve vahiy, tanık olarak saf saf dikildikleri gün, Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. Ve o izin verilen, doğruyu söyler: "İşte bu, hak gündür. Artık dileyen Rabbine bir sığınak edinir. Şüphesiz Biz sizi yakın bir azap ile uyardık." O gün, kişi iki gücünün/mal ve çevresinin ne takdim ettiğine bakar/yaptıklarıyla yüz yüze gelir ve kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişi: "Ah ne olaydı, ben bir toprak olsaydım" der. [Nebe’/38-40]

Ve Ya Sin/65, Mürselat/35, 36, Kaf/27, 28, Ahzab/67, 68, Sebe’/31-33.

Ayetlerdeki Parantez Meşiet Cümlesi

Yüz yedi ve yüz sekizinci ayetlerde parantez içinde "اِلَّا مَا شَٓاءَ رَبُّكَۜ illâ ma şae rabbüke (
–Ancak Rabbinin dilediği müstesnadır.–)" buyrulmaktadır. Burada " Rabbinin dilediği müstesnadır." cümlesi ile kastedilen nedir?

Bunu tahlil etmekte yarar vardır.

Ayetlerde geçen hükümlere bakıldığında üç tane ayrı nokta dikkat çekmektedir. Bunlar:

1 Şakilerin ateşe, saîdlerin cennete
girdirilişi;

2 Şakilerin ateşte, saîdlerin cennette
sürekli kalışları;

3 Şakiler için
ateş, saîdler için cennetin hazırlanmış olmasıdır.

Ayetlerde istisna edilenlere, birinci noktadan bakıldığında; şakilerden, Allah’ın dilediklerinin ateşe; saidlerden de Allah’ın dilediklerinin cennete giremeyeceği anlaşılır.

İstisna edilenlere ikinci noktadan yaklaşıldığında; şakilerden, Allah’ın dilediklerinin ateşte; saidlerin de cennette ebedi kalmayacakları anlaşılır.

İstisna ile ilgili tahlil üçüncü noktadan yapıldığında ise şakilerden, Allah’ın dilediklerinin ateşe sokulmayıp başka türlü cezalandırılacağı; saîdlerden Allah’ın dilediklerinin de cennete girdirilmeyip başka şekilde ödüllendirilececeği anlaşılır.

Her üç noktadaki istisnayı tahlil edelim:

1 Noktadan istisnanın tahlili:

Allah kâfirleri, müşrikleri cehenneme sokacağını; mümin, muttaki, sâlihât işlemiş kullarını cennete sokacağına söz vermiştir. Allah kesinlikle va’dinden dönmez. Va’dinden dönmeyeceğini de birçok ayette bildirmiştir.(Bakara/80, Al-i Imran/9, 194, Ra’d/31, Rum/6, Zümer/20)

Allah’ın yukarıda belirtilen bu vadine, 1.noktadan bakılarak yapılan tahlille "O’nun, şakilerden dilediklerinin ateşe; saîdlerden de dilediklerinin cennete giremeyeceği" şeklinde kabul edilecek bir istisna, uygun düşmeyecektir.

2 Noktadan istisnanın tahlili:

İkinci nokta için de yani cennette ebedililik, cehennemde ebedilik konusunda da onlarca ayet var. O nedenle bu ayetlere göre "Şakilerden Allah’ın dilediklerinden ateşte; saîdlerin de cennette ebedi kalmayacaklarına dair" böyle bir istisna, kabul edilemez.

3 Noktadan istisnanın tahliline gelince:

Rabbimiz Kur’an’da müşriklerin, kâfirlerin cezalarını, cehennemde ateş içinde, rüsvalık azabı, vicdan azabı ve ZEMHERİR; aşırı soğuk, (İnsan/13) gibi değişik şekillerde çekeceklerini bildirmiştir.

Bu durumda 107.ayetteki "Gökler ve yer durdukça onlar da (şakiler) o ateşte sürekli kalacaklardır. – Ancak Rabbinin dilediği müstesna.—" hükmü ile sürekli ateşte (NAR) kalma cezasına istisna getirilmiş olmaktadır. Buna göre Rabbimiz; cehenneme gidenlerden dilediklerini ateş ile cezalandırmayıp rüsvalık azabı, vicdan azabı ve ZEMHERİR (aşırı soğuk) gibi diğer değişik azapların biriyle cezalandıracaktır.

108. ayetteki istisnayı da cennet ifadesinden yapacağız. Bilindiği üzere cennet, içinden nehirlerin aktığı yeşil bahçeler, Firdevs, adn cennetleri, huri, gılman, vildan, köşkler, koltuklar, kuş etleri vs. ile temsili olarak anlatılır. Rabbimiz mümin, muttakilerden dilediği bazı kimseleri böyle bir cennete koymayıp onlar, başka bir şekilde ödüllendirilecektir.

O zaman öğrenelim nereye koyacaktır. Bunu Tevbe/72’den öğreneceğiz.

Tevbe/72:

وَعَدَ اللّٰهُ الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَا وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً ف۪ي جَنَّاتِ عَدْنٍۜ

وَرِضْوَانٌ مِنَ اللّٰهِ اَكْبَرُۜ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ۟ ﴿٧٢﴾

72Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde sürekli kalanlar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde hoş meskenler vaat etti. Allah'ın rızası ise daha büyüktür. İşte bu, çok büyük kurtuluşun ta kendisidir.

Evet, Allah’ın rızası, müminler için tüm cennetlerden daha büyük bir ödüldür.

Yukarıdaki ayetlerle getirilen istisna; ayetlerde bulunan "
ateş" ve "cennet" ifadeleri dikkate alınarak tahlil edilmiştir.

109) O hâlde sakın şunların kulluk ettikleri şeylerden şüphe içinde olma! Onların ataları daha önce nasıl kulluk ediyor idiyse bunlar da öyle kulluk ediyorlar. Şüphesiz Biz de kendilerine nasiplerini kesinlikle eksiksiz öderiz.
Peygamberimizi muhatap alan ama onun şahsında tüm insanlığa mesaj veren bu ayette, Mekkeli müşriklerin, kendi atalarından devraldıkları sahte değerlere bağlı kalarak o yol bilmez ataları gibi yanlış yolda bulundukları ve bundan dolayı da kesinlikle cezalandırılacakları ilân edilmektedir. Peygamberimizden istenen, Mekkeli müşriklerin takip ettikleri yolun yanlışlığından asla kuşku duymamasıdır.

Allah’ın indirdiği din yerine atalarından öğrendiklerine uyanların durumları başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

170Ve onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun" dendiği vakit, "Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız" dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve kılavuzlandıkları doğru yolu bulmaz idiyseler de mi? [Bakara/170]

104Ve onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye gelin" dendiği zaman: "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" dediler. Ataları bir şey bilmeyen ve kılavuzlanan doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı? [Maide/104]

23Ve işte böyle Biz, senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek, kesinlikle oranın şımarık varlıklı kimseleri: "Şüphesiz biz, babalarımızı bir önderli toplum üzerinde bulduk. Biz de kesinlikle onların izlerine uyanlarız" demişlerdi. [Zühruf/23]

Konumuz olan ayetin sonunda yer alan "
Şüphesiz Biz de kendilerine nasiplerini kesinlikle eksiksiz öderiz" ifadesi, onların dünyada iken hayırdan ve şerden yaptıklarının karşılığının tam olarak verileceği anlamına gelmektedir:

Zilzal 7,8Artık her kim, zerre miktarı bir hayır işlerse onu görecek, her kim de zerre miktarı bir şer işlerse onu görecektir. [Zilzal/7, 8]

19Ve herkes için işledikleri şeylerden, birtakım dereceler vardır. –Ve onlar haksızlığa uğratılmadan, Allah'ın onlara amellerini tam olarak ödemesi içindir.– [Ahkaf/19]

24,25Bu, onların, "Ateş bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacaktır" demeleri nedeniyledir. Onların uydurmuş oldukları şeyler de dinlerinde kendilerini aldatmaktadır. Peki, kendisinde hiç şüphe olmayan o günde onları bir araya topladığımız ve hiç kimseye haksızlık edilmeden herkese kazandıkları şeyler tamamen ödendiği zaman nasıl olacaktır? [Âl-i Imran/25]

7Eğer küfredecek; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedecek/iyilikbilmezlik edecek olursanız, biliniz ki, şüphesiz Allah size hiçbir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için, küfre; Kendisinin ilâhlığının ve rabliğinin bilerek reddedilmesine/nankörlüğe rıza göstermez. Ve eğer kendinize verilen nimetlerin karşılığını öderseniz, sizin için ona razı olur. Hiç bir taşıyıcı, bir başkasının yükünü çekmez. Sonra dönüşünüz yalnızca Rabbinizedir. Böylece yapmış olduklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı iyi bilendir.

(Zümer/7)

Ayrıca Zümer/10, Bakara/272, 281, Âl-i Imran/57, 161, 185, Nisa/173, Nahl/111 ve bu surenin 15 ve 11. ayetlerine bakılabilir.
111) Ve şüphesiz hepsi öyle kimselerdir ki, onların yaptıklarının karşılığını Rabbin kendilerine tam ödeyecektir. Şüphesiz O, onların yaptıkları şeylere hakkıyla bilgi sahibidir.
Yüz dokuzuncu ayetin devamı olan bu ayette, atalarından aldıkları yanlışlar üzerinde ısrar eden kimselere yapılan tehditler çok çarpıcı vurgularla dile getirilmiştir. Nitekim bu ayetin orijinalinde teknik olarak yedi tane vurgu söz konusudur.
110) Ve andolsun ki Biz Mûsâ'ya Kitab'ı verdik de onda ihtilâfa düşüldü. Eğer Rabbinden daha önce verilmiş bir Söz[#212] olmasa idi, elbette bu dünyada hemen cezalandırılırlardı. Ve onlar şüphesiz, Kur'ân'dan kuşkulu bir kesin olmayan, eksik bilgi içindedirler.
Bu ayette İsrailoğullarının durumu ortaya konmuş, onların kendi kitaplarında ayrılığa düştükleri, mezheplere ayrıldıkları, farklı farklı anlayışlara sahip oldukları açıklanmıştır.

İnsanların ayrılığa düşmesi konusu başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

* Ve onlar, ancak kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki taşkınlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından "adı konmuş bir süre sonuna kadar" sözü geçmemiş olsaydı aralarında kesinlikle gerçekleştirilirdi. Ve şüphesiz kendilerinden sonra Kitab'a vâris kılınan kişiler, Kur’ân'dan kesinlikle kararsızlığa götüren bir kuşku içindedirler. [Şûra/14]

* İnsanlar tek bir önderli toplum idi de Allah müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve anlaşmazlık ettikleri konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile kitap indirdi. Ve sırf o Kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar. [Bakara/213]


Ayette geçen "Rabbinden, daha önce verilmiş bir Söz" ibaresi, Allah’ın bir kararını ifade etmektedir ve bu karar Yunus suresinin tahlilinde belirttiğimiz gibi şu anlama gelmektedir:

RABBİMİZDEN GEÇEN SÖZ

110. ayette konu edilen "Söz", Rabbimizin cezaları "adı konmuş süreye erteleme" ilkesidir. Eğer bu ilke olmasa idi, herkesin hak ettiği anında kendisine verilecekti. Fakat Allah ilkesini katiyen bozmaz.

* Ve onlar, ancak kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki taşkınlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından "adı konmuş bir süre sonuna kadar" sözü geçmemiş olsaydı aralarında kesinlikle gerçekleştirilirdi. Ve şüphesiz kendilerinden sonra Kitab'a vâris kılınan kişiler, Kur’ân'dan kesinlikle kararsızlığa götüren bir kuşku içindedirler. [Şûra/14]

* Ve andolsun ki Biz Mûsâ'ya Kitab'ı verdik de onda ihtilâfa düşüldü. Eğer Rabbinden daha önce verilmiş bir Söz olmasa idi, elbette bu dünyada hemen cezalandırılırlardı. Ve onlar şüphesiz, Kur’ân'dan kuşkulu bir şüphe içindedirler. [Hud/110]

* Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları şeyler dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde küçük-büyük hiçbir canlıyı bırakmazdı. Velâkin onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda süre sonları geldiği zaman da artık şüphesiz Allah, Kendi kullarını en iyi görendir. [Fatır/45]


Ayrıca Fussılet/45 ve Ta Ha/129’da da aynı ilkeye değinilmiştir.

Şayet Yüce Allah, hakkında anlaşmazlığa düştükleri konularda mükâfat ve cezayı vermek suretiyle kıyamet gününden önce aralarında hüküm vermeyeceğine önceden hükmetmemiş olsaydı, elbette dünya hayatında hak ettiklerini hemen gerçekleştiriverirdi. Yani amelleri sebebiyle müminleri cennete girdirir, küfürleri sebebiyle de kâfirleri cehenneme atardı. Fakat şanı yüce Allah bütün insanların neler yapacağını bilmekle birlikte, önceden beri belli bir eceli tayin etmiş ve bunun için vade olarak kıyamet gününü tespit etmiştir.

Dikkat edilirse, tahlilini yapmaya çalıştığımız bu ayet, içinde bulunduğu pasajdaki konu akışına uymamaktadır. Bu sebeple biz 110. ayetin ya İsrailoğullarının tutumunun konu edildiği bir dönemde diğer ayetlerden bağımsız olarak inmiş ayrı bir necm, ya da Kur’an’daki başka bir pasaja ait bir ayet olduğunu düşünmekteyiz. Ama kesin olan şudur ki, 110. ayet, içinde bulunduğumuz pasaja ait değildir. Nitekim bir sonraki 111. ayet, bir önceki 109. ayetin devamı durumundadır:
112) İşte bundan dolayı emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Beraberindeki tevbe edenler de doğru olsunlar. Ve aşırı gitmeyin! Kesinlikle Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
113) Ve Allah'ın ortağı olduğunu kabul ederek yanlış, kendi zararlarına iş yapan kimselere meyletmeyin, sonra size ateş dokunuverir. Ve sizin için Allah'ın astlarından yardım eden, yol gösteren, koruyan yakınlar yoktur. Sonra yardım göremezsiniz.
Tüm İslâm ilkelerinin çekirdeği mahiyetinde olan bu iki ayette söze önce peygamberimize hitap edilerek başlanmış, daha sonra da İltifat sanatı yapılarak hitap tüm müminlere yaygınlaştırılmıştır.



SIRAT-I MÜSTAKİM

Kur’an ayetleri ışığında değerlendirildiğinde, bu tamlamanın "Allah’ın Yolu", "Hakk Yol", "Allah’ın Kitabı", "İslâm Dini", "İslâm Milleti" gibi anlamlara geldiği görülür (Âl-i Imran/51, En’am/126, 153, Hicr/41, Nahl/76, Meryem/36, Ya Sin/61, Zühruf/61, 64). Ancak en güzel anlam, Fatiha suresindeki anlamdır: "Razı olmadıklarının ve şaşkınlığa saplanmışların yolunun dışındaki, kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan dosdoğru giden yol."

Dikkat edilirse, 112. ayette sadece "dosdoğru ol" denmemiş; "Emrolunduğun gibi, Allah’ın çizdiği sınırlarda, koyduğu ilkelerde dosdoğru ol!" denmiştir. Bunun sebebi, bize göre, insanın kendi kendine dosdoğru yolu tamı tamına bulmada yetersiz oluşudur.

113. ayette geçen "Ve zulüm yapan kimselere meyletmeyin, sonra size ateş dokunuverir" ifadesindeki zulmedenler, birinci plânda müşrikler, ikinci plânda ise kötü ahlâklı kişilerdir. Bu gibi kişilere meyledilmesinin meyledene de zarar vereceğini bildiren bu uyarı, aynı zamanda, bir başkasından etkilenerek onu taklit etmenin yanlış olacağı manasını da taşımaktadır. Nitekim Yüce Allah’ın bizleri sakındırmak istediği bu durum, insanlar arasındaki ilişkilerde o kadar çok doğrulanmış olmalıdır ki, "Üzüm üzüme baka baka kararır", "Atı atın yanına bağlama ya huyundan ya suyundan kapar", "Arkadaşını söyle, senin nasıl biri olduğunu söyleyeyim" gibi atasözleri ortaya çıkmıştır.

İnsanların birbirlerinden etkilenmeleri başka bir ayette daha konu edilmiştir:

* Ve âyetlerimiz/alâmetlerimiz/göstergelerimiz hakkında boşa uğraşanları gördüğün zaman, onlar ondan başka söze dalıncaya kadar hemen onlardan uzak dur. Ve eğer şeytan bunu sana terk ettirse de, hatırladıktan sonra o şirk koşarak yanlış davrananlar; kendi zararlarına iş yapanlar topluluğu ile beraber oturma. Allah'ın koruması altına girmiş olan kişilere de o şirk koşarak yanlış davrananların; kendi zararlarına iş yapanların hesabından bir şey yoktur. Fakat Allah'ın koruması altına girmeleri için bir hatırlatma! [En’âm/68, 69]
114) Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı oluştur-ayakta tut], çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür.
Surenin "sunuş" bölümünde de belirttiğimiz gibi, bu ayet Medine dönemine aittir. Bu ayete göre salat, İsra suresinde de bildirilmiş olan vakitlerde, yani sabah, akşam ve yatsı olmak üzere üç vakitte ikame edilmelidir.

Salat ve salatın vakitleri ile ilgili detaylı açıklamamız İsra/78’in tahlilinde yapıldığından, konunun oradan okunmasını öneriyoruz.
115) Ve sabret! Çünkü şüphesiz Allah iyilik-güzellik üretenlerin ecirlerini yitirmez.
114. ayetin Medenî olması sebebiyle bu ayetin 114. ayetin devamı olarak kabulü mümkün değildir. Dolayısıyla bu ayet ya peygamberimizin sıkıntılı bir döneminde inmiş başlı başına ayrı bir necmdir, ya da başka bir pasajın ayeti olup sahabe tarafından burada tertip edilmiştir.

Biz, müminlere umut ve destek veren, kendilerine verilen görevleri yerine getirirken karşılaşacakları sıkıntılara, acılara göğüs germelerini, var güçleriyle yılmadan görevlerini sürdürmelerini isteyen bu ayetin başlı başına bir necm olduğu kanaatindeyiz.

Hatırlanacak olursa, bu ayetin bir benzeri de Yunus suresinde geçmişti:

* Ve sen, sana vahyolunan şeye uy! Ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. Ve Allah, hüküm verenlerin en hayırlısıdır. [Yunus/109]

Ayette konu edilen "muhsinlik", Rabbimizin razı olduğu ve sürekli övdüğü bir niteliktir. Birçok ayette (Âl-i İmran/134, Maide/85, A'râf/56, Hacc/37, Ankebut/69, Zümer/34, Ahzab/29) muhsinlerin sürekli ödül alacakları bildirilmiştir:
116) İşte sizden önceki devirlerden "bakıyye" [söz, eser, erdem] sahipleri; akıllı insanlar, Kitap Ehli, yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçirmeye çalışsalardı! Fakat onların içinden kurtardığımız pek az kimse bunu yaptı. Allah'ın ortağı olduğunu kabullenerek, Allah'ın ilahlığını ve rabliğini bilerek reddederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kişiler ise, şımartıldıkları refahın ardına düştüler ve suçlular oldular.
117) Ve senin Rabbin, halkları düzeltici iken, o memleketleri haksız yere değişime/yıkıma uğratacak değildir.
Helâktan kurtulmanın bir başka yolunun açıklandığı bu ayetlerde, kötü gidişat sergileyen toplumlarda ortaya çıkıp mücadele vermesi gerekirken, ev, dam, çoluk-çocuk, mal-mülk, makam-mevki düşünüp çıkar uğruna suskun kalan bilgi ve akıl sahibi nemelâzımcılar kınanmaktadır.

Demek oluyor ki, toplumların bozulma dönemlerinde, o toplumdaki bakıyye sahibi kişilerin, yani toplumun "bilge" nitelikli bireylerinin öne çıkıp toplumun düzeltilmesi yolunda çaba harcamaları, vurdumduymazlık yapmamaları gerekmektedir. Nitekim yukarıda nakledilen Lut kıssasında elçinin kendi toplumuna "İçinizde reşit, aklı başında biri yok mu?" demesi de bu bakış açısı ile söylenmiş bir sözdür.

* Ve içinizden hayra çağıran, herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden, vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü-çirkinliği kabul edilen şeyleri engelleyen bir önderli toplum bulunsun. Ve işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. [Âl-i Imran/104]

* Bu, şüphesiz bir toplum, kendinde olanı değiştirinceye kadar, Allah'ın, o topluma nimet olarak bağışladığını değiştirici olmayışı ve şüphesiz Allah'ın en iyi işiten, en iyi bilen olması nedeniyledir. [Enfal/53]

* Her kişi için, iki elinin arasından ve arkasından –Allah'ın işinden olarak–, onu gözetip koruyan izleyiciler vardır. Gerçekte, bir halk, kendi benliklerinde olanı değiştirmedikçe, Allah hiçbir şeyi değiştirmez. Ve Allah, bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onun geri çevrilmesi söz konusu değildir. Onlar için O'nun astlarından bir yardım eden, koruyan, yol gösteren bir yakın da yoktur. [Ra’d/11]

* Her kim sâlihi işlerse artık kendi için yapmış olur. Kim de bir kötülük yaparsa, artık kendi aleyhinedir. Ve senin Rabbin kullara hiç mi hiç haksızlık eden biri değildir. [Fussılet/46]
118,119) Eğer Rabbin dileseydi, insanları elbette tek bir önderli topluluk yapardı. Oysa Rabbinin rahmet ettiği kişiler hariç onlar anlaşmazlığı sürdürmektedirler. Onları işte bunun için oluşturdu. Ve Rabbinin, "Andolsun, cehennemi bildiğiniz-bilmediğiniz, tanıdığınız-tanımadığınız insanlardan; onların tümünden dolduracağım" Söz'ü tamamlanmıştır.
Bu ayetlerde, bütün insanları "iman" veya "küfür" ümmeti şeklinde tek bir ümmet yapmaya kadir olduğunu haber veren Rabbimiz, böyle yapmadığını bildirerek insanlar için belirlediği "özgürlük" ilkesini açıklamaktadır. Allah’ın insanları özgür bıraktığı, bir başka ayette ise şöyle ifade edilmiştir:

* Oysa Rabbin dileseydi, elbette yeryüzündekilerin hepsi topluca inanırdı. Artık, inanan kimseler olmaları için, insanları sen mi zorlayacaksın? [Yunus/99]

Allah’ın insanı kendilerine vahyedilenden başkasını yapamayan diğer canlılar gibi yaratmayıp özgür bırakması, farklı düşüncelerin, farklı görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuş, bu da insanlar arasında ayrılıklar oluşturmuştur. Ancak bunun böyle olduğunu çok iyi bilen Yüce Allah, bu ayrılıkların ortadan kaldırılması ve rahmetinden herkesin istifade etmesi için insanlara vahiyler ve elçiler göndermiş, böylece tüm inananlara dosdoğru bir yolda birleşme imkânı sağlamıştır. Allah’ın gösterdiği bu dosdoğru yol, Kur’an’da "Sırat-ı Mustakim" olarak ifade edilmiştir. İnsanların bu dosdoğru yolda bulunmaları hâlinde aralarında en ufak bir ayrılık bile doğmamaktadır.
120) Ve elçilerin haberlerinden kalbini yatıştıracak olanlardan hepsini sana kıssa olarak anlatıyoruz. Ve bunda sana bir hakikat, mü'minlere de bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir.
Bu ayette Rabbimiz, kıssa nakletmekteki amacını açıklamakta ve kıssaların yararlarını bildirmektedir.

Ayetin ifadesinden anlaşıldığına göre, önceki elçilerin haberleri Kur’an’da sadece olayların gelişimini hikâye etmek için değil, içlerindeki ahlâkî gerçekleri sergilemek ve böylece inananların inançlarını pekiştirmek için yer almaktadır. Zaten kıssaların üslûbu da tarih bilgisi vermek amacıyla değil, öğüt vermek amacıyla anlatıldıklarını göstermektedir. Kur’an’daki kıssaların insanlara sağlayacağı yararlar kısaca şöyle özetlenebilir:

- Kur’ân'daki kıssalar, eskiden de peygamberlerin gelip geçtiği bilgisini vermek sûretiyle peygamberlerin türedi olmadığını gösterir.

- Kur’ân'daki kıssalar, gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin görevlerinin "tebliğ etmek" ve "öğütte bulunmak"tan ibaret olduğunu öğretir.

- Kur’ân'daki kıssalar, Allah'ın elçilerine daima gönderildikleri toplumun ileri gelenleri [mele’] tarafından karşı çıkıldığı bilgisini verir.

- Kur’ân'daki kıssalar, Peygamberimizin tebliğine karşı çıkıp o'nu engellemek isteyenlere, bu tavırlarının bedelini nasıl ödeyecekleri konusunda geçmişten -bazılarını kendilerinin de bildikleri- örnekler vermek sûretiyle hatırlatma yapar, uyarıda bulunur.

- Kur’ân'daki kıssalar, Peygamberimizin ve yandaşlarının karşı karşıya bulundukları durumun daha önceki peygamberler ve toplumları arasında meydana gelenlere benzediğini, hatta büyük ölçüde aynı olduğunu bildirmek sûretiyle Peygamberimize ve yandaşlarına güven telkin eder; ayrıca Allah'ın elçilerinin daima galip geldiklerini bildirmek sûretiyle onlara azim kazandırır ve manevîyatlarını kuvvetlendirir.
121,122) Ve inanmayan o kişilere de ki: "Elinizden geleni geri koymayın! Şüphesiz biz yapanlarız. Bekleyin! Şüphesiz biz bekleyenleriz."
Ortaya konan onca açık kanıta rağmen hâlâ inkârda direnenler tehdit edilmekte, peygamberimize de açık destek verilmektedir. Burada kısa ve özlü bir şekilde verilen mesaj, aşağıdaki ayetlerde daha detaylı verilmiştir:

* Şu‘ayb: "Ey toplumum! Benim akrabalarım/taraftarlarım size karşı Allah'tan daha mı güçlü/değerli? Ve Allah'ı arkanıza atılmış bir şey edindiniz. Şüphesiz ki, Rabbim bütün yaptıklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır. Ve ey toplumum! Var gücünüzle yapacağınız ne varsa yapın! Şüphesiz ben yapanım. Perişan edecek azabın kime geleceğini ve yalancının kim olduğunu yakında bileceksiniz. Gözetleyiniz, şüphesiz ben sizinle beraber gözetleyiciyim" dedi. [Hud/92, 93]

* De ki: "Ey toplumum! Gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın, Şüphesiz ben de yapıyorum. Yakında Yurt'un sonunun kim için olduğunu bileceksiniz. Şüphesiz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar kurtuluşa eremezler." [En’am/135]

* De ki: "Ey toplumum! Siz bulunduğunuz yer üzere çalışın. Şüphesiz ben de çalışan biriyim. Artık kendisini rüsva edecek azabın kime geleceğini ve kalıcı bir azabın kimin üzerine yerleşeceğini yakında bileceksiniz." [Zümer/39,40]
123) Ve göklerin ve yerin görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği sadece Allah'a aittir. Ve tüm iş/oluş yalnızca O'na döndürülür. O hâlde O'na kulluk et, O'na sonucu havale et. Ve Rabbin, sizin yapmakta olduklarınızdan habersiz, bunlara duyarsız değildir.
Bu ayette, göklerde ve yerde bilinmeyen şeylerin hepsini Allah’ın bildiği, olup biten her şeyin O’na döndüğü bildirilerek insanlara O’na kul olmaktan başka çarelerinin olmadığı hatırlatılmaktadır.

Surenin bu son ayetinin mesajı kısaca şudur: "Aklınızı kullanırsanız Allah’a kul olmaktan başka çareniz yoktur."