1-4.ayetlerin lafzi manası, "Hayır! Bu beldeye, –ki sen de bu beldeye girmektesin– babaya ve doğana yemin ederim ki, Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık." Şeklinde olup biz mecazi anlamları meal olarak sunduk.
Hayır!
Sûrenin لا [lâ=hayır] edatı ile başlamasından anlaşılmaktadır ki, ortada tartışılmakta olan bir mesele ve bu meseleyi tartışan kimseler vardır. Kıyâmet sûresi'nin tahlilinde de söylediğimiz gibi, cümlenin başındaki lâ [hayır] edatı, tartışılan konuda ileri sürülen yanlış düşüncenin reddine yöneliktir. Tartışılan konunun ne olduğu, sûrenin ikinci bölümü olan 5-20. âyetlerden anlaşılmaktadır. Buna göre, sahip oldukları fazlalıklar, mal-mülk, evlât ve benzeri sebeplerle dünyaya aşırı bağlanan insanlar, kimsenin kendilerine güç yetiremeyeceğine ve kendilerini hesaba çekemeyeceğine inanmakta ve inananlarla bu konuda tartışmaktadırlar. İşte bu yüzden sûre de inançsızların bu fikirlerini reddeden lâ [hayır] edatı ile başlamıştır.
Bu beldeye, babaya ve doğana yemin ederim ki,
Bu kasem cümlesinin kasem bölümünü oluşturan belde, baba ve doğan, kasem cümlesinin cevap bölümünde ileri sürülen, Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık tezine kanıt gösterilmiştir.
Kasem cümlesinin ilk öğesi olan bu cümle hakkında, "Mekke'nin veya bazı kimselerin faziletine dikkat çekilmiştir" deyip geçmek yerine, kasem cümlesinin temel özelliği göz önünde tutularak cümlenin daha iyi tahlil edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
BELED: بلد [beled] sözcüğü Arap dilinde "memleket, şehir, büyük köy [içinde toplanılan, yaşanılan bölge], göğüs, iki kaşın arasındaki kılsız bölge, arazi, kabir" gibi anlamlarda kullanılır. Sözcüğün bu cümlede, "yerleşim alanı" anlamında kullanıldığı tartışmasızdır. [Lisanü’l Arab, "b l d" mad.]
Klâsik kaynakların çoğunda cümlenin kasem cümlesi olduğu dikkate alınmadan, el-beled sözcüğünün başındaki ال [el] edatı "ahd" anlamında kabul edilmiş ve söz konusu beldenin, "Mekke" şehri olduğu ileri sürülmüştür. Maalesef sonradan oluşturulan dirâyetsiz eserlerde de bu kabul aynen sürdürülmüştür. Oysa kasem cümlesinin tüm ögeleri ile kasem cümlesinin mesajı dikkate alındığında bu görüşün yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Doğru olanı, cümledeki el edatının istiğrak için olduğunun kabul edilmesi ve البلد [el-beled] sözcüğünün dünyadaki tüm yerleşim birimlerini sembolize ettiğinin anlaşılmasıdır. Zira kaseme cevap bölümünde ileri sürülen tez, yani Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık tezi, sadece Mekke'de değil, dünyanın her yerinde geçerlidir. Dolayısıyla, insanların sıkıntı içinde yaratılması sadece Mekke şehrine özgü değildir. İnsanların sıkıntı içinde oldukları o belde, dünyanın her tarafındaki beldelerdir, yani beldelerin tümüdür.
BABA ve DOĞAN [ÇOCUK]: Âyette geçen baba ve doğan sözcükleri, klâsik eserlerde yine kasem cümlesinin esas özelliğine aykırı olarak açıklanmıştır:
Baba, "Âdem", doğan da "onun zürriyeti"dir. (Allah bunlara, yeryüzünde yarattığı en ilginç varlıklar olmaları nedeniyle kasem etmiştir.)
Baba, "İbrâhîm ve İsmâîl", doğan da "Peygamber"dir. (Çünkü Cenâb-ı Hakk, burada Mekke'ye yemin etmiştir. Mekke'nin banisi İbrâhîm, (en şerefli) sakinleri ise İsmâîl ve Hz. Muhammed'dir.)
Baba "Hz. İbrâhîm", evlad [doğan] ise "Hz. İbrâhîm'in bütün nesli"dir. (Çünkü o'nun nesli, Arabı da, Acemi de içine alır. Zira İbrâhîm'in tüm zürriyeti, Şam, Mısır, Beyt-i Makdis [Kudüs] ve Arap topraklarının faziletli bölgelerinde oturmuşlardır. Rûmlar da bunlardandır. Çünkü Rûmlar, İsâ b. İshâk'ın çocuklarıdır.) [Razi; el Mefatihu’l Gayb]
İbn-i Abbâs gibi bazı Kur’ân bilimcileri ise âyetin orijinalindeki mâ edatını "nefy" için kabul etmişler ve ifadeyi "doğuran ve doğurmayan" şeklinde anlamışlardır.
Bize göre bu ifade ile Tağlib sanatıyla "bütün babalar-analar ve bütün çocuklar" kastedilmiştir. Çünkü kasem ve kasemin cevabı olan tez dikkate alındığında, sıkıntı içinde olan, istisnâsız herkestir; tüm babalar, doğanlar ve doğuranlardır.
Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık.
Hiçbir insanın tamamen güven ve mutluluk içinde olmadığı, insanın devamlı zahmet, meşakkat, tehlike dolu çetin aşamalardan geçtiği, çünkü insanın meşakkat içinde yaratıldığı anlamına gelen bu ifade, kasemin temel mesajıdır. Ancak âyetteki mesajın iyi anlaşılması, كبد [kebed] sözcüğünün iyi anlaşılmasına bağlıdır.
كبد [KEBED]: Bu sözcük, ilk olarak bir kimsenin başkasının ciğerine vurmasını anlatan كبده [kebedehu] ifadesiyle ve bir kimsenin ciğerinin ağrımasını ya da şişip genişlemesini anlatmak için kullanılan كبد الرّجل كبدا فهو كابد [kebede'r-raculu, kebden fe huve kâbidun] fiil çekimleriyle kullanılmıştır. Ancak daha sonra her türlü sıkıntı ve yorgunluğu ifade etmek için kullanılır olmuştur. Nitekim Arapça'daki مكابدة [mukâbede=zahmet, sıkıntı] sözcüğü de buradan türemiştir. Mecâz ve istiare yönüyle birçok anlamlarda kullanılsa da كبد [kebed] sözcüğü genellikle, "bir şeyin dehşeti, şiddet ve kuvveti" anlamında kullanılır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb] Hatta sütün katılaşıp sertleşmesi [yoğurt olması] anlamına gelen تكبّد اللّبن [tekebbede'l-lebenu] ifadesinde de كبد [kebed] sözcüğü kullanılmıştır.
Sözcüğün aynı zamanda "istiva, istikâmet, dümdüz oluş, çetin ve güçlü yaratılışlı" anlamlarına geldiğini söyleyenler de vardır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb] Ancak bu anlamlar sözcüğün türetildiği kök anlamından değil de muhtemelen yöresel kullanımından ortaya çıkmış olabilirler. Zaten kasem cümlesinin ifade ettiği anlam ile tam bir çelişki oluşturacağından, bu anlamların bu âyet için uygun görülmesi mümkün değildir.
كبد [kebed] sözcüğü ile ifade edilen sıkıntının ne olduğu konusunda aşağıdaki türde görüşler ileri sürülmüştür:
* İyi şeylere karşı şükretme, kötü şeylere karşı da sabretme sıkıntısı ile ibâdetleri yerine getirmedeki sıkıntılara göğüs germe gibi dinî sıkıntılar ve zor görevlerdir.
* Ölüm, kabir karanlığı, ölümden sonra diriliş, Allah'a arz olunma ve cennete veya cehenneme gidinceye kadar geçirilen sıkıntılar gibi âhiretteki sıkıntılardır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]
Ne var ki, bu görüşlerin kabul edilmesi mümkün değildir. Zira bu görüşlerde ileri sürülen sıkıntılar, İnsan sıkıntı içinde yaratılmıştır tezine kanıt teşkil edemezler, referans gösterilemezler.
İyi düşünülürse, ana rahmine düştüğü andan itibaren meşakkat, sıkıntı ve risk içinde olan insanın çilesiz ânı yoktur; o çile çekerek büyür ve yaşar. İnsanın doğması, doğurması, okuması, okutması, sosyal ilişkileri, hayat mücâdelesi, biyolojik, fizyolojik ve zihinsel sorunları hep çiledir. Zengin insan da dertlidir, fakir insan da... Kral da dertlidir, köle de... Baba- ana da dertlidir, evlât da... Hasta da dertlidir, sıcaktan veya soğuktan şikâyet eden sağlam insan da... Bu zincir böyle uzar gider.
Mademki dünya meşakkat ve sıkıntıdır, hiç olmazsa âhiret hayatı bu sıkıntılardan uzak olmalı, insan orada huzurlu ve mutlu olmalıdır. Zaten dünyada meşakkat ve sıkıntı içinde yaşayanların, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi bir de âhirette aynı meşakkat, sıkıntı, çile ve azapla karşılaşacaklarını düşünmemeleri akıllıca bir davranış olmasa gerektir. Diğer taraftan, dünyada çekilen sıkıntı ve çileler sonunda kısmî de olsa bazı rahatlamalar söz konusu olabilmektedir. Meselâ, gençliğinde çalışan ve çeşitli sıkıntılarla boğuşan insan belli bir yaşa geldiğinde emekli olur ve artık yaşlılığında aynı sıkıntılara katlanmak zorunda kalmaz. Öyleyse insanın ancak bir takım sıkıntı ve meşakkatlerden geçerek amaçlarına ulaşabilmesi, yaratıcının, Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık sözleriyle belirttiği ilâhî bir ilkedir ve kurduğu düzenin değişmez bir vasfıdır.
Bu ilâhî ilke aynı zamanda insanın öldükten sonra mutlaka diriltileceği anlamına da gelmektedir. Çünkü Allah'ın insanı sadece sıkıntılar içinde yaşaması ve çile çekmesi için yaratıp programlamış olması, O'nun rahmetine uygun düşmez. Şu hâlde meşakkat ve sıkıntı yurdu olan bu dünyadan sonra başka bir dünyanın daha olması gerekir. Hiç şüphesiz, bu ikinci dünya âhirettir.
–ki sen de bu beldeye girmektesin–
Kasem bölümünün içinde bir parantez içi cümle [cümle-i mu'terize] olarak yer alan bu ifadenin iyi anlaşılabilmesi için önce حلّ [hıll] sözcüğünün iyi anlaşılması gerekmektedir. Hıll sözcüğünün çeşitli anlamlarına göre bu ifadenin ne manaya geldiği şu şekillerde sıralanabilir:
1) حلّ [hıll] sözcüğünün "hulûl etme, girme" anlamına göre ifade, "Sen bu beldedesin, oraya girmiş [hulûl etmiş] ve orada konaklamışsın" demektir.
2) Hıll sözcüğünün حلال[helâl] anlamına göre ifade; A) Kâfirlerin bu beldeye saygı duyup orada herhangi bir saygısız harekette bulunmamalarına rağmen, Allah'ın peygamberlik görevi vererek ikramda bulunduğu Peygamberimize eziyet etmeyi helâl saymaları, başkalarına gösterdikleri saygıyı o'na göstermemeleri ve hatta imkân bulsalar o'nu öldürmeyi bile düşünmeleri yüzünden "Sen onlara helâlsin" demektir. B) Peygamberimiz yönünden, "Sen bu beldede, Beytullah'a olan saygından ötürü, yapılması haram olan şeyleri hiç yapmadın" demektir.
Katâde ise âyete şu manayı vermiş ve meseleyi şöyle açıklamıştır:
"Sen günahkar değilsin, Mekke'de dilediğin kimseleri öldürmen sana helâldir": Çünkü Allah Teâlâ, Mekke'nin kapılarını Hz. Muhammed (s.a.s)'e açmış ve Mekke'yi o'na helâl kılmıştır. Böyle bir fetih, o'ndan önce hiç kimseye nasip olmamıştır. Böylece istediğini helâl, dilediğini haram kılmış ve istediği gibi hareket etmiştir. Böylece Kâbe'nin örtüsüne tutunmuş olan Abdullah b. Hatel ile Makîs b. Sababe ve diğerlerini öldürtürken, Ebû Süfyân'ın evine girenleri öldürmeyi haram saymıştır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]
Bize göre bu âyet için yukarıdaki anlamlardan tercih edilmesi gerekeni, Sen bu beldedesin, oraya girmiş [hulûl etmiş] ve orada konaklamışsın anlamıdır ki, bu takdirde verilen mesaj şöyle olmaktadır: "Sen de bu ortamda yaşayan babasın, oğulsun; bir insansın. Sen de sıkıntılar içinde yaratıldın, bu konuda senin de bir ayrıcalığın yok, yani bu sıkıntıları sen de çekeceksin." Bu takdire göre, sıkıntı ve meşakkate dayanmanın insanlığın yaradılışından gelen bir özellik olduğu, peygamberlik makamında bile olsa her insanın bu ilkeye tâbi olduğu bildirilmiş olmaktadır.
Görüldüğü gibi, bu âyetle Rabbimiz câhiller ve kötü niyetliler tarafından Peygamberimize yüklenebilecek "olağanüstü nitelikleri olan insan" anlayışının önüne adeta set çekmiştir. Ne var ki, âyetin bu mesajı tam ters yöndeki yorumlarla mecrasından çıkarılmış ve Peygamberimiz neredeyse olağanüstü niteliklerle donatılmış ikinci bir ilâh konumuna getirilmiştir.
Hayır!
Sûrenin لا [lâ=hayır] edatı ile başlamasından anlaşılmaktadır ki, ortada tartışılmakta olan bir mesele ve bu meseleyi tartışan kimseler vardır. Kıyâmet sûresi'nin tahlilinde de söylediğimiz gibi, cümlenin başındaki lâ [hayır] edatı, tartışılan konuda ileri sürülen yanlış düşüncenin reddine yöneliktir. Tartışılan konunun ne olduğu, sûrenin ikinci bölümü olan 5-20. âyetlerden anlaşılmaktadır. Buna göre, sahip oldukları fazlalıklar, mal-mülk, evlât ve benzeri sebeplerle dünyaya aşırı bağlanan insanlar, kimsenin kendilerine güç yetiremeyeceğine ve kendilerini hesaba çekemeyeceğine inanmakta ve inananlarla bu konuda tartışmaktadırlar. İşte bu yüzden sûre de inançsızların bu fikirlerini reddeden lâ [hayır] edatı ile başlamıştır.
Bu beldeye, babaya ve doğana yemin ederim ki,
Bu kasem cümlesinin kasem bölümünü oluşturan belde, baba ve doğan, kasem cümlesinin cevap bölümünde ileri sürülen, Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık tezine kanıt gösterilmiştir.
Kasem cümlesinin ilk öğesi olan bu cümle hakkında, "Mekke'nin veya bazı kimselerin faziletine dikkat çekilmiştir" deyip geçmek yerine, kasem cümlesinin temel özelliği göz önünde tutularak cümlenin daha iyi tahlil edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
BELED: بلد [beled] sözcüğü Arap dilinde "memleket, şehir, büyük köy [içinde toplanılan, yaşanılan bölge], göğüs, iki kaşın arasındaki kılsız bölge, arazi, kabir" gibi anlamlarda kullanılır. Sözcüğün bu cümlede, "yerleşim alanı" anlamında kullanıldığı tartışmasızdır. [Lisanü’l Arab, "b l d" mad.]
Klâsik kaynakların çoğunda cümlenin kasem cümlesi olduğu dikkate alınmadan, el-beled sözcüğünün başındaki ال [el] edatı "ahd" anlamında kabul edilmiş ve söz konusu beldenin, "Mekke" şehri olduğu ileri sürülmüştür. Maalesef sonradan oluşturulan dirâyetsiz eserlerde de bu kabul aynen sürdürülmüştür. Oysa kasem cümlesinin tüm ögeleri ile kasem cümlesinin mesajı dikkate alındığında bu görüşün yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Doğru olanı, cümledeki el edatının istiğrak için olduğunun kabul edilmesi ve البلد [el-beled] sözcüğünün dünyadaki tüm yerleşim birimlerini sembolize ettiğinin anlaşılmasıdır. Zira kaseme cevap bölümünde ileri sürülen tez, yani Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık tezi, sadece Mekke'de değil, dünyanın her yerinde geçerlidir. Dolayısıyla, insanların sıkıntı içinde yaratılması sadece Mekke şehrine özgü değildir. İnsanların sıkıntı içinde oldukları o belde, dünyanın her tarafındaki beldelerdir, yani beldelerin tümüdür.
BABA ve DOĞAN [ÇOCUK]: Âyette geçen baba ve doğan sözcükleri, klâsik eserlerde yine kasem cümlesinin esas özelliğine aykırı olarak açıklanmıştır:
Baba, "Âdem", doğan da "onun zürriyeti"dir. (Allah bunlara, yeryüzünde yarattığı en ilginç varlıklar olmaları nedeniyle kasem etmiştir.)
Baba, "İbrâhîm ve İsmâîl", doğan da "Peygamber"dir. (Çünkü Cenâb-ı Hakk, burada Mekke'ye yemin etmiştir. Mekke'nin banisi İbrâhîm, (en şerefli) sakinleri ise İsmâîl ve Hz. Muhammed'dir.)
Baba "Hz. İbrâhîm", evlad [doğan] ise "Hz. İbrâhîm'in bütün nesli"dir. (Çünkü o'nun nesli, Arabı da, Acemi de içine alır. Zira İbrâhîm'in tüm zürriyeti, Şam, Mısır, Beyt-i Makdis [Kudüs] ve Arap topraklarının faziletli bölgelerinde oturmuşlardır. Rûmlar da bunlardandır. Çünkü Rûmlar, İsâ b. İshâk'ın çocuklarıdır.) [Razi; el Mefatihu’l Gayb]
İbn-i Abbâs gibi bazı Kur’ân bilimcileri ise âyetin orijinalindeki mâ edatını "nefy" için kabul etmişler ve ifadeyi "doğuran ve doğurmayan" şeklinde anlamışlardır.
Bize göre bu ifade ile Tağlib sanatıyla "bütün babalar-analar ve bütün çocuklar" kastedilmiştir. Çünkü kasem ve kasemin cevabı olan tez dikkate alındığında, sıkıntı içinde olan, istisnâsız herkestir; tüm babalar, doğanlar ve doğuranlardır.
Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık.
Hiçbir insanın tamamen güven ve mutluluk içinde olmadığı, insanın devamlı zahmet, meşakkat, tehlike dolu çetin aşamalardan geçtiği, çünkü insanın meşakkat içinde yaratıldığı anlamına gelen bu ifade, kasemin temel mesajıdır. Ancak âyetteki mesajın iyi anlaşılması, كبد [kebed] sözcüğünün iyi anlaşılmasına bağlıdır.
كبد [KEBED]: Bu sözcük, ilk olarak bir kimsenin başkasının ciğerine vurmasını anlatan كبده [kebedehu] ifadesiyle ve bir kimsenin ciğerinin ağrımasını ya da şişip genişlemesini anlatmak için kullanılan كبد الرّجل كبدا فهو كابد [kebede'r-raculu, kebden fe huve kâbidun] fiil çekimleriyle kullanılmıştır. Ancak daha sonra her türlü sıkıntı ve yorgunluğu ifade etmek için kullanılır olmuştur. Nitekim Arapça'daki مكابدة [mukâbede=zahmet, sıkıntı] sözcüğü de buradan türemiştir. Mecâz ve istiare yönüyle birçok anlamlarda kullanılsa da كبد [kebed] sözcüğü genellikle, "bir şeyin dehşeti, şiddet ve kuvveti" anlamında kullanılır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb] Hatta sütün katılaşıp sertleşmesi [yoğurt olması] anlamına gelen تكبّد اللّبن [tekebbede'l-lebenu] ifadesinde de كبد [kebed] sözcüğü kullanılmıştır.
Sözcüğün aynı zamanda "istiva, istikâmet, dümdüz oluş, çetin ve güçlü yaratılışlı" anlamlarına geldiğini söyleyenler de vardır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb] Ancak bu anlamlar sözcüğün türetildiği kök anlamından değil de muhtemelen yöresel kullanımından ortaya çıkmış olabilirler. Zaten kasem cümlesinin ifade ettiği anlam ile tam bir çelişki oluşturacağından, bu anlamların bu âyet için uygun görülmesi mümkün değildir.
كبد [kebed] sözcüğü ile ifade edilen sıkıntının ne olduğu konusunda aşağıdaki türde görüşler ileri sürülmüştür:
* İyi şeylere karşı şükretme, kötü şeylere karşı da sabretme sıkıntısı ile ibâdetleri yerine getirmedeki sıkıntılara göğüs germe gibi dinî sıkıntılar ve zor görevlerdir.
* Ölüm, kabir karanlığı, ölümden sonra diriliş, Allah'a arz olunma ve cennete veya cehenneme gidinceye kadar geçirilen sıkıntılar gibi âhiretteki sıkıntılardır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]
Ne var ki, bu görüşlerin kabul edilmesi mümkün değildir. Zira bu görüşlerde ileri sürülen sıkıntılar, İnsan sıkıntı içinde yaratılmıştır tezine kanıt teşkil edemezler, referans gösterilemezler.
İyi düşünülürse, ana rahmine düştüğü andan itibaren meşakkat, sıkıntı ve risk içinde olan insanın çilesiz ânı yoktur; o çile çekerek büyür ve yaşar. İnsanın doğması, doğurması, okuması, okutması, sosyal ilişkileri, hayat mücâdelesi, biyolojik, fizyolojik ve zihinsel sorunları hep çiledir. Zengin insan da dertlidir, fakir insan da... Kral da dertlidir, köle de... Baba- ana da dertlidir, evlât da... Hasta da dertlidir, sıcaktan veya soğuktan şikâyet eden sağlam insan da... Bu zincir böyle uzar gider.
Mademki dünya meşakkat ve sıkıntıdır, hiç olmazsa âhiret hayatı bu sıkıntılardan uzak olmalı, insan orada huzurlu ve mutlu olmalıdır. Zaten dünyada meşakkat ve sıkıntı içinde yaşayanların, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi bir de âhirette aynı meşakkat, sıkıntı, çile ve azapla karşılaşacaklarını düşünmemeleri akıllıca bir davranış olmasa gerektir. Diğer taraftan, dünyada çekilen sıkıntı ve çileler sonunda kısmî de olsa bazı rahatlamalar söz konusu olabilmektedir. Meselâ, gençliğinde çalışan ve çeşitli sıkıntılarla boğuşan insan belli bir yaşa geldiğinde emekli olur ve artık yaşlılığında aynı sıkıntılara katlanmak zorunda kalmaz. Öyleyse insanın ancak bir takım sıkıntı ve meşakkatlerden geçerek amaçlarına ulaşabilmesi, yaratıcının, Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık sözleriyle belirttiği ilâhî bir ilkedir ve kurduğu düzenin değişmez bir vasfıdır.
Bu ilâhî ilke aynı zamanda insanın öldükten sonra mutlaka diriltileceği anlamına da gelmektedir. Çünkü Allah'ın insanı sadece sıkıntılar içinde yaşaması ve çile çekmesi için yaratıp programlamış olması, O'nun rahmetine uygun düşmez. Şu hâlde meşakkat ve sıkıntı yurdu olan bu dünyadan sonra başka bir dünyanın daha olması gerekir. Hiç şüphesiz, bu ikinci dünya âhirettir.
–ki sen de bu beldeye girmektesin–
Kasem bölümünün içinde bir parantez içi cümle [cümle-i mu'terize] olarak yer alan bu ifadenin iyi anlaşılabilmesi için önce حلّ [hıll] sözcüğünün iyi anlaşılması gerekmektedir. Hıll sözcüğünün çeşitli anlamlarına göre bu ifadenin ne manaya geldiği şu şekillerde sıralanabilir:
1) حلّ [hıll] sözcüğünün "hulûl etme, girme" anlamına göre ifade, "Sen bu beldedesin, oraya girmiş [hulûl etmiş] ve orada konaklamışsın" demektir.
2) Hıll sözcüğünün حلال[helâl] anlamına göre ifade; A) Kâfirlerin bu beldeye saygı duyup orada herhangi bir saygısız harekette bulunmamalarına rağmen, Allah'ın peygamberlik görevi vererek ikramda bulunduğu Peygamberimize eziyet etmeyi helâl saymaları, başkalarına gösterdikleri saygıyı o'na göstermemeleri ve hatta imkân bulsalar o'nu öldürmeyi bile düşünmeleri yüzünden "Sen onlara helâlsin" demektir. B) Peygamberimiz yönünden, "Sen bu beldede, Beytullah'a olan saygından ötürü, yapılması haram olan şeyleri hiç yapmadın" demektir.
Katâde ise âyete şu manayı vermiş ve meseleyi şöyle açıklamıştır:
"Sen günahkar değilsin, Mekke'de dilediğin kimseleri öldürmen sana helâldir": Çünkü Allah Teâlâ, Mekke'nin kapılarını Hz. Muhammed (s.a.s)'e açmış ve Mekke'yi o'na helâl kılmıştır. Böyle bir fetih, o'ndan önce hiç kimseye nasip olmamıştır. Böylece istediğini helâl, dilediğini haram kılmış ve istediği gibi hareket etmiştir. Böylece Kâbe'nin örtüsüne tutunmuş olan Abdullah b. Hatel ile Makîs b. Sababe ve diğerlerini öldürtürken, Ebû Süfyân'ın evine girenleri öldürmeyi haram saymıştır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]
Bize göre bu âyet için yukarıdaki anlamlardan tercih edilmesi gerekeni, Sen bu beldedesin, oraya girmiş [hulûl etmiş] ve orada konaklamışsın anlamıdır ki, bu takdirde verilen mesaj şöyle olmaktadır: "Sen de bu ortamda yaşayan babasın, oğulsun; bir insansın. Sen de sıkıntılar içinde yaratıldın, bu konuda senin de bir ayrıcalığın yok, yani bu sıkıntıları sen de çekeceksin." Bu takdire göre, sıkıntı ve meşakkate dayanmanın insanlığın yaradılışından gelen bir özellik olduğu, peygamberlik makamında bile olsa her insanın bu ilkeye tâbi olduğu bildirilmiş olmaktadır.
Görüldüğü gibi, bu âyetle Rabbimiz câhiller ve kötü niyetliler tarafından Peygamberimize yüklenebilecek "olağanüstü nitelikleri olan insan" anlayışının önüne adeta set çekmiştir. Ne var ki, âyetin bu mesajı tam ters yöndeki yorumlarla mecrasından çıkarılmış ve Peygamberimiz neredeyse olağanüstü niteliklerle donatılmış ikinci bir ilâh konumuna getirilmiştir.