12 İNŞİRAH [AÇILMA] SURESİ
İnşirah suresi olarak adlandırılan ayetler, Duha suresinin devamıdır. Kur’an ilimleri konusunda tanınmış uzmanlardan olan Tavus ve Ömer b. Abdülaziz, Duha ve İnşirah surelerini tek sure olarak kabul etmişlerdir. [RAZİ] Biz de bu surelerin tek Necm olduğu kanaatindeyiz.
Duha suresinde peygamberimizin geçmişteki hayatı ve kendisine verilen nimetler hatırlatılmış, ayrıca bundan sonra kendisinden beklenen davranışların bir kısmı açıklanmıştı. Bu surede de peygamberimize verilmiş olan nimetlerin hatırlatılması sürdürülmekte ve kendisinden beklenen davranışların açıklanmasına devam edilmektedir.
Surenin tahliline başlamadan önce, Müslümanlar arasına sokulmuş bir hurafe olan "شرح الصّدر Şerh-ı Sadr [Göğsün Yarılması]" mucizesinden bahsetmekte yarar görüyoruz. Çünkü bu tür asılsız anlatımların bugüne kadar Müslümanlara nelere mal olduğu herkesin malûmudur.
Peygamberimizin kalbinin ameliyatla açılarak içindeki maddî ve manevî pisliklerin çıkarıldığını ve bunların yerine yüksek faziletlerin konduğunu dile getiren uydurma rivayetlerin, olayın farklı zaman ve yerlerde gerçekleştiğini ifade eden dört ayrı varyasyonu vardır:
Birinci ameliyat, peygamberimiz henüz bebekken sütannesi Halime'nin yanında yapılmıştır. Rivayete göre peygamberimiz o sırada bir süt çocuğu olmasına rağmen seneler sonra bu ameliyatı hatırlamış ve şöyle anlatmıştır:
"Çocuktum, arkadaşlarımla bir derede oynuyorduk. Üç kişi geldi, yanlarında bir altın leğen vardı. İçi karla doluydu. Beni arkadaşlarımın arasından aldılar. Birisi beni yanım üstüne yatırdı. Karnımı yardı. Ben bakıp duruyordum. Hiç acı duymadım. Karnımdan bağırsaklarımı çıkarıp leğende yıkadı. Yine karnıma koydu. Öteki gelip kalbimi dışarı çıkardı. Kalbimin içinden pıhtılaşmış bir kara kan parçasını çıkarıp attı. Sonra nurdan bir mühür çıkarıp kalbimi mühürledi. Sonra kalbim peygamberlik ve hikmet nuruyla doldu. Sonra kalbimi yerine koydu. Üçüncüsü ise karnımın yarılan yerini sıvazlayıp yaramı iyileştirdi. [Mevahibü’l-Ledünniyye kitabı]
İkinci ameliyat, peygamberimiz on yaşındayken yapılmıştır. Bu ameliyat hakkındaki rivayet, peygamberimiz hakkında uydurduğu yalan hadisler ile şöhret yapmış olan Ebu Hüreyre kaynaklıdır. Buna göre peygamberimiz on yaşından birkaç ay almışken yolu çöle düşmüş. Başının üstünde (gökte) iki adam konuşuyorlarmış. Birisi diğerine "Bu, o mu?" diye kendisini göstermiş. Öbürü: "Evet, bu o" demiş. Sonra peygamberimizi yatırıp kansız ve acısız ameliyatı gerçekleştirmişler. Kalbinden "kin" ve "kıskançlığı" çıkarıp "merhamet" ve "şefkat"i koymuşlar.
Üçüncü ameliyatın Hıra mağarasında yapılmış olduğu rivayet edilmişse de nedense senaryolaştırılmamış ve çeşitli kitaplarda ayrıntısız bir şekilde yer almıştır.
Dördüncü ameliyat ise, "Miraç" süreci içinde yapılmış ve Mevahibü’l-Ledünniyye, İbn-i Kesir gibi daha birçok hadis kitabında geniş ayrıntılarla yer almıştır. Miraç’la ilgili rivayetlerde detaylarıyla anlatılan bu ameliyatın özeti şöyledir:
Peygamberimiz Kâbe'nin yanında yan üstü yatmakta iken üç kişi gelmiş, kimlik tespiti yaptıktan sonra ameliyata başlamışlardır. Ameliyatta göğüs ve kalp zemzem ile yıkanmış, açılan kalbin içine altın leğendeki tastan iman ve hikmet doldurulmuştur. Sonra göğüs kapatılmış ve peygamberimiz cennet bineği olduğu iddia edilen Burak marifetiyle yüce makamlara gönderilmiştir.
Gerek bu yalanları uyduranlar, gerekse uydurulan bu yalanları eserlerine koyanlar, farkında olarak ya da olmayarak hem ağır bir günah işlemişler, hem de daha süt çocuğu iken kalbi zemzem ile yıkanıp nur ile mühürlenen peygamberimizi, her seferinde yeniden temizlenmeyi gerektirecek kadar kalbinde kötülük oluşan, uslanmaz, haşarı bir insan olarak göstermişlerdir. Böylece ilk günahlarına bir de "iftira suçu"nu eklemişlerdir.
Ancak; bu yalanların sadece uyduranlar açısından değil, aynı zamanda bu yalanlara inanan muhataplar açısından da olumsuz neticeler doğuracağı kesindir. Bu olumsuz neticelerle karşılaşmak istemeyen bir Müslüman'ın yapması gereken tek şey, aklını kullanmaktır. Aslında her akıllı Müslüman, kalbin ameliyat esnasında yıkanarak kötülüklerden arındırılması ve boşalan yere aklın ve idrakin ürünü olan erdemlerin ve imanın doldurulması gibi mantıksız bir yalanı derhal anlayabilir ve reddedebilir. Aklını kullanmayıp bu yalanlara inananlar ise bilmelidirler ki, "Allah, pisliği aklını kullanmayanların üzerine kılacaktır [yağdıracaktır, bırakacaktır]." (Yunus 100)
1-4Biz, senin için, senin göğsünü açmadık mı? Senden ağır yükünü indirmedik mi? –Ki o, senin belini çatırdatmıştı.– Senin şanını da senin için yüceltmedik mi?
[شرح الصّدر ] Şerh-ı Sadr
Deyimi oluşturan sözcüklerden biri olan "شرح şerh" sözcüğü aslen et ve benzeri şeyleri açmak, yaymak, açıp yayarak genişletmek anlamındadır. Deyimin ikinci sözcüğü "صدر sadr" ise, her şeyin ön ve baş tarafı, insan vücudunun kalp ve ciğerleri de içine alan baş ile bel arasındaki bölümünün ön kısmı, yani sine, göğüs, bağır denilen bölgesidir. Ayrıca "sadr" sözcüğü, kinaye olarak " قلب kalp" ve "نفس nefs" sözcükleri için de kullanılır.
Yukarıda açıkladığımız "şerh" ve "sadr" sözcüklerinden oluşan "شرح الصّدر şerh-ı sadr" tamlamasının sözcük anlamı "göğsün açılması" demektir. Deyim olarak ise "göğüs ve kalp ferahlığı" demektir. Bu deyim aynı zamanda ruhsal sevinç, şevk, bilgi ve tahammül genişliği anlamlarına da gelir. Nitekim Arap dilinin ve Kur'an kavramlarının büyük otoritelerinden olan Ragıb, Müfredat adlı eserinde "şerh-ı sadr" deyimi için "ilâhî nurla göğsün genişlemesi, Allah tarafından bir huzur ve rahatlatmadır" açıklamasını yapmıştır. [el İsfehani; el Müfredat]
Bu deyimin karşıt anlamlısı olarak "ضيق الصّدر dîg-ı sadr [göğüs darlığı]" deyimi kullanılır. Türkçeye "tazyik [sıkıştırmak]" olarak geçen "ضيق dîg" sözcüğü, çok sıkıştırmak, âdeta presle sıkıştırmak demektir. Göğsün sıkışması sebebiyle oluşan sıkıntıdan dolayı deyim "göğüs darlığı" anlamını kazanır. Bu nedenle " ضيق الصّدر Dîg-ı sadr" deyimi, manevî açıdan iç sıkıntısı, ümitsizlik, karamsarlık, manevî çöküntü anlamlarında kullanılır. Nitekim Hicr suresinin 97. ayetindeki "Ve hiç kuşkusuz, gerçekte onların söyledikleri sebebiyle gönlünün daraldığını biliyoruz" ifadesi de peygamberimizin çektiği böyle bir manevî sıkıntıyı dile getirmektedir.
"شرح الصّدر Şerh-ı sadr" deyimi, Kur'an'da dört yerde daha geçmektedir:
* Ve sonra, Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslâm için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü öyle sıkar ki, o, göğe yükseliyormuş gibi olur. İşte böyle, Allah, pisliği [zarar, azap veren şeyleri] iman etmeyenlerin üzerine bırakır/atar. [En’am/125]
* Peki, Allah kimin göğsünü İslâm'a açarsa, o zaman o, Rabbinden bir ışık üzerinde olmaz mı? Öyleyse Allah'ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler. [Zümer/22]
* Her kim imanından sonra küfreder; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeder, –kalbi iman ile yatışmış hâlde iken, baskıyla zorlanan hariç olmak üzere– ve de küfre; inanmamaya göğsünü açarsa, artık kendilerinin üzerine Allah'tan bir gazap vardır. Bunlar için büyük bir azap da vardır. [Nahl/106]
* Mûsâ: "Rabbim! Seni tüm noksanlıklardan çok arındırmamız ve Seni çok çok anmamız için göğsümü aç, işimi bana kolaylaştır. Dilimden de düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Ve ehlimden; kardeşim Hârûn'u benim için bir vezir kıl, o'nunla arkamı kuvvetlendir. İşimde o'nu bana ortak et. Şüphe yok ki Sen bizi görüp duruyorsun" dedi. [Ta Ha/25-35]
Görüldüğü gibi, bu deyim ayetlerin hepsinde "ferahlık, rahatlık, metanet" gibi anlamlarda kullanılmış, ima ile de olsa kesinlikle kalp ameliyatı anlamında kullanılmamıştır.
Meallerin çoğu ayeti "Biz senin göğsünü açmadık mı?" şeklinde çevirmişler ve ayette geçen "لك leke [senin için]" sözcüğünü ihmal etmişlerdir. Oysa çeviride bu sözcüğün de kullanılarak ayetin "Biz senin için, senin göğsünü açıp genişletmedik mi?" şeklinde çevrilmesi gerekmektedir. Buradaki "لك leke [senin için]" sözcüğü, peygamberimize yapılan özel bir iltifatı simgelemesi açısından bir incelik içermektedir. Bu incelik, Allah’ın peygamberimizin yüreğini, Ta Ha suresinin 25. ayetinde belirtildiği üzere, Musa peygamberin yakardığı gibi yakarmasına gerek kalmadan ferahlatmasıdır. Bu ferahlatmanın peygamberimize yapılan bir iltifat olduğu "لك leke [senin için]" sözcüğü kullanılmak suretiyle vurgulanmıştır.
Beli büken ağır yük
Yukarıda bahsettiğimiz "شرح الصّدر şerh-ı sadr" deyimi için ameliyat senaryoları yazanlar, neyse ki bu ayette geçen "sırtındaki yük" ve "belini bükme" deyimleri için peygamberimizin ağır yükler altında kemikleri çatırdayan bir hamal olduğu yolunda hikâyeler uydurmamışlardır. Fakat tefsirciler "sırta ağır gelen yük"ün ne olduğu hakkında aşağıdaki gibi değişik yorumlar yapmışlardır:
- Bu yük, büyük günah anlamındadır. Peygamberimizin de geçmişinde günahları vardı.
- Bu yük ümmetinin günahlarıdır ki, ümmetine şefaat yetkisi alarak bu yükten kurtulmuştur.
- Bu yük, gittiği bir düğünde seyrettiği kötü şeylerin günahıydı. Ama Allah onu orada uyuttu ve daha çok günaha girmesini engelledi.
- Bu yük Cebrail korkusuydu, ona alıştırıldı.
- Bu yük toplumun tepkisiydi, dayanıklı kılınarak alıştırıldı.
- Bu yük tam hidayet üzerinde olmadığı peygamberlik hayatından önceki tüm hayatı idi.
- Ebu Talib ve Hadice ölünce ağır yük altına girmiş oldu.
Biz, bu ağır yükün peygamber olmanın getirdiği ağır sorumluluk olduğu görüşündeyiz. Nitekim "Doğrusu Biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız" anlamındaki Müzzemmil suresinin 5. ayeti hatırlandığında, peygamberimize tevdi edilen ağır sözden peygamberlik görevinin ağır bir görev olduğu kolayca anlaşılır.
Gerçekten de bu görev çok ağırdı ve tek başına altından kalkılması zordu. Peygamberimiz aldığı görev gereği hem tebliğine devam edecek, hem de Kalem suresinin 48. ayetindeki "Öyleyse Rabbinin kararına karşı sabret, balık arkadaşı gibi olma" ve Müddessir suresinin 7. ayetindeki "Ve yalnız Rabbin için sabret" talimatlarına uyarak tepkiler karşısında asla geri çekilmeyecek, karşılaştığı zorluklarla, azgınlıklarla, karanlıklarla tek başına mücadele edecekti. Peygamberimize "صبر sabr" sözcüğü ile verilmiş olan mücadele görevi, bundan sonraki Asr suresinde görüleceği gibi tüm Müslümanlara da verilmiştir.
Peygamberimizin görevi gerçekten çok ağırdı ama ayette bu yükün hafifletildiğinden bahsedilmektedir. Bu ifadeden anlaşılmaktadır ki, ilk tebliğden itibaren peygamberimizin tebliğine uyanlar çoğalmaya başlamış, bu yeni müminler ortaya koydukları maddî-manevî destekleriyle peygamberimizin yükünü kısmen de olsa hafifletmişlerdir.
Rasülüllah’ın şanının kendisi için yüceltilmesi
Bu ayet hakkında da birçok yakıştırma yapılmış ve "zikrin yüceltilmesi"nden maksadın, peygamberimizin adının "Arş-ı a'lâ"ya yazılması olduğu söylenmiş ve buna bağlı olarak peygamberimizin adı kelime-i şehadette ve tahiyyatta Allah ile beraber anılmaya, ezanlarda, hutbelerde, vaazlarda, kitaplarda "Hamdele" ve "Salvele" ile yer almaya başlamıştır. Ancak peygamberimize verilen bu sıfat ve rütbelerin hepsi de ona insanlar tarafından verilmiş sıfat ve rütbelerdir. Oysa ayette bizzat Rabbimiz tarafından verilen rütbelerden bahsedilmektedir. Şu halde Allah'ın peygamberimize verdiği rütbelerin ve terfilerin neler olduğunu öğrenmek, dolayısıyla "zikrin yüceltilmesi"nin ne olduğunu anlamak için sadece Kur'an'a bakmak gerekmektedir.
Kur'an'a bakıldığında görülmektedir ki, Alak ve İsra surelerinin 1. ayetlerinde sıradan bir kul olarak zikredilen peygamberimiz;
- Fetih suresinin 29 ve Ahzab suresinin 40. ayetlerinde "رسول اللّه Allah'ın elçisi",
- A'râf suresinin 157. ayetinde "النّبىّ الامّى Nebiyy-i Ümmî [Anakentli peygamber]",
- Enfal suresinin 64, 65, 70; Ahzab suresinin 1, 28, 45, 50, 59; Mümtehıne suresinin 12; Talâk ve Tahrim surelerinin de 1. ayetlerinde "النّبىّ Nebiyy [peygamber]",
- Ahzab suresinin 40. ayetinde de "خاتم النّبىّ Hatemu’n-Nebiyyîn [Peygamberlerin mührü, sonuncusu, zirvesi]" rütbeleriyle zikredilerek terfi ettirilmiştir.
"ذكر Zikr" sözcüğünün ilk anlamı hatırlama ve hatırlatma, ikinci anlamı ise hatırlatan şey demektir. Bu anlamıyla zikr, kişiyi hatırlatan namı, şanı, rütbesi demektir. Sözcük mecazen de itibar, onur manasına gelir. Buna göre ayetin anlamı "Senin namını, şanını, rütbeni, itibarını, onurunu seni memnun etmek için yüceltmedik mi? Sen sıradan bir kul iken sana 'Allah'ın elçisi', 'peygamber', 'Hatemu’n-Nebiyyîn' rütbelerini vermedik mi? Böylece seni toplumda yüksek rütbeli, yüksek itibarlı, çok onurlu bir duruma getirmedik mi?" olmaktadır.
Birinci ayette geçen "لك leke [senin için]" sözcüğü bu ayette de kullanılarak "zikrin yüceltilmesi" yolu ile yine peygamberimize özgü bir iltifat yapıldığı vurgulanmıştır.
4. ayetin geçmiş zaman kipiyle ifade edilmiş olması, yine tahakkuk-u vukûuna [gerçekleşmesinin kesinliğine] binaendir. Zira ayet indiğinde yukarıda anılan rütbeler henüz peygamberimize verilmemişti.
İnşirah suresi olarak adlandırılan ayetler, Duha suresinin devamıdır. Kur’an ilimleri konusunda tanınmış uzmanlardan olan Tavus ve Ömer b. Abdülaziz, Duha ve İnşirah surelerini tek sure olarak kabul etmişlerdir. [RAZİ] Biz de bu surelerin tek Necm olduğu kanaatindeyiz.
Duha suresinde peygamberimizin geçmişteki hayatı ve kendisine verilen nimetler hatırlatılmış, ayrıca bundan sonra kendisinden beklenen davranışların bir kısmı açıklanmıştı. Bu surede de peygamberimize verilmiş olan nimetlerin hatırlatılması sürdürülmekte ve kendisinden beklenen davranışların açıklanmasına devam edilmektedir.
Surenin tahliline başlamadan önce, Müslümanlar arasına sokulmuş bir hurafe olan "شرح الصّدر Şerh-ı Sadr [Göğsün Yarılması]" mucizesinden bahsetmekte yarar görüyoruz. Çünkü bu tür asılsız anlatımların bugüne kadar Müslümanlara nelere mal olduğu herkesin malûmudur.
Peygamberimizin kalbinin ameliyatla açılarak içindeki maddî ve manevî pisliklerin çıkarıldığını ve bunların yerine yüksek faziletlerin konduğunu dile getiren uydurma rivayetlerin, olayın farklı zaman ve yerlerde gerçekleştiğini ifade eden dört ayrı varyasyonu vardır:
Birinci ameliyat, peygamberimiz henüz bebekken sütannesi Halime'nin yanında yapılmıştır. Rivayete göre peygamberimiz o sırada bir süt çocuğu olmasına rağmen seneler sonra bu ameliyatı hatırlamış ve şöyle anlatmıştır:
"Çocuktum, arkadaşlarımla bir derede oynuyorduk. Üç kişi geldi, yanlarında bir altın leğen vardı. İçi karla doluydu. Beni arkadaşlarımın arasından aldılar. Birisi beni yanım üstüne yatırdı. Karnımı yardı. Ben bakıp duruyordum. Hiç acı duymadım. Karnımdan bağırsaklarımı çıkarıp leğende yıkadı. Yine karnıma koydu. Öteki gelip kalbimi dışarı çıkardı. Kalbimin içinden pıhtılaşmış bir kara kan parçasını çıkarıp attı. Sonra nurdan bir mühür çıkarıp kalbimi mühürledi. Sonra kalbim peygamberlik ve hikmet nuruyla doldu. Sonra kalbimi yerine koydu. Üçüncüsü ise karnımın yarılan yerini sıvazlayıp yaramı iyileştirdi. [Mevahibü’l-Ledünniyye kitabı]
İkinci ameliyat, peygamberimiz on yaşındayken yapılmıştır. Bu ameliyat hakkındaki rivayet, peygamberimiz hakkında uydurduğu yalan hadisler ile şöhret yapmış olan Ebu Hüreyre kaynaklıdır. Buna göre peygamberimiz on yaşından birkaç ay almışken yolu çöle düşmüş. Başının üstünde (gökte) iki adam konuşuyorlarmış. Birisi diğerine "Bu, o mu?" diye kendisini göstermiş. Öbürü: "Evet, bu o" demiş. Sonra peygamberimizi yatırıp kansız ve acısız ameliyatı gerçekleştirmişler. Kalbinden "kin" ve "kıskançlığı" çıkarıp "merhamet" ve "şefkat"i koymuşlar.
Üçüncü ameliyatın Hıra mağarasında yapılmış olduğu rivayet edilmişse de nedense senaryolaştırılmamış ve çeşitli kitaplarda ayrıntısız bir şekilde yer almıştır.
Dördüncü ameliyat ise, "Miraç" süreci içinde yapılmış ve Mevahibü’l-Ledünniyye, İbn-i Kesir gibi daha birçok hadis kitabında geniş ayrıntılarla yer almıştır. Miraç’la ilgili rivayetlerde detaylarıyla anlatılan bu ameliyatın özeti şöyledir:
Peygamberimiz Kâbe'nin yanında yan üstü yatmakta iken üç kişi gelmiş, kimlik tespiti yaptıktan sonra ameliyata başlamışlardır. Ameliyatta göğüs ve kalp zemzem ile yıkanmış, açılan kalbin içine altın leğendeki tastan iman ve hikmet doldurulmuştur. Sonra göğüs kapatılmış ve peygamberimiz cennet bineği olduğu iddia edilen Burak marifetiyle yüce makamlara gönderilmiştir.
Gerek bu yalanları uyduranlar, gerekse uydurulan bu yalanları eserlerine koyanlar, farkında olarak ya da olmayarak hem ağır bir günah işlemişler, hem de daha süt çocuğu iken kalbi zemzem ile yıkanıp nur ile mühürlenen peygamberimizi, her seferinde yeniden temizlenmeyi gerektirecek kadar kalbinde kötülük oluşan, uslanmaz, haşarı bir insan olarak göstermişlerdir. Böylece ilk günahlarına bir de "iftira suçu"nu eklemişlerdir.
Ancak; bu yalanların sadece uyduranlar açısından değil, aynı zamanda bu yalanlara inanan muhataplar açısından da olumsuz neticeler doğuracağı kesindir. Bu olumsuz neticelerle karşılaşmak istemeyen bir Müslüman'ın yapması gereken tek şey, aklını kullanmaktır. Aslında her akıllı Müslüman, kalbin ameliyat esnasında yıkanarak kötülüklerden arındırılması ve boşalan yere aklın ve idrakin ürünü olan erdemlerin ve imanın doldurulması gibi mantıksız bir yalanı derhal anlayabilir ve reddedebilir. Aklını kullanmayıp bu yalanlara inananlar ise bilmelidirler ki, "Allah, pisliği aklını kullanmayanların üzerine kılacaktır [yağdıracaktır, bırakacaktır]." (Yunus 100)
1-4Biz, senin için, senin göğsünü açmadık mı? Senden ağır yükünü indirmedik mi? –Ki o, senin belini çatırdatmıştı.– Senin şanını da senin için yüceltmedik mi?
[شرح الصّدر ] Şerh-ı Sadr
Deyimi oluşturan sözcüklerden biri olan "شرح şerh" sözcüğü aslen et ve benzeri şeyleri açmak, yaymak, açıp yayarak genişletmek anlamındadır. Deyimin ikinci sözcüğü "صدر sadr" ise, her şeyin ön ve baş tarafı, insan vücudunun kalp ve ciğerleri de içine alan baş ile bel arasındaki bölümünün ön kısmı, yani sine, göğüs, bağır denilen bölgesidir. Ayrıca "sadr" sözcüğü, kinaye olarak " قلب kalp" ve "نفس nefs" sözcükleri için de kullanılır.
Yukarıda açıkladığımız "şerh" ve "sadr" sözcüklerinden oluşan "شرح الصّدر şerh-ı sadr" tamlamasının sözcük anlamı "göğsün açılması" demektir. Deyim olarak ise "göğüs ve kalp ferahlığı" demektir. Bu deyim aynı zamanda ruhsal sevinç, şevk, bilgi ve tahammül genişliği anlamlarına da gelir. Nitekim Arap dilinin ve Kur'an kavramlarının büyük otoritelerinden olan Ragıb, Müfredat adlı eserinde "şerh-ı sadr" deyimi için "ilâhî nurla göğsün genişlemesi, Allah tarafından bir huzur ve rahatlatmadır" açıklamasını yapmıştır. [el İsfehani; el Müfredat]
Bu deyimin karşıt anlamlısı olarak "ضيق الصّدر dîg-ı sadr [göğüs darlığı]" deyimi kullanılır. Türkçeye "tazyik [sıkıştırmak]" olarak geçen "ضيق dîg" sözcüğü, çok sıkıştırmak, âdeta presle sıkıştırmak demektir. Göğsün sıkışması sebebiyle oluşan sıkıntıdan dolayı deyim "göğüs darlığı" anlamını kazanır. Bu nedenle " ضيق الصّدر Dîg-ı sadr" deyimi, manevî açıdan iç sıkıntısı, ümitsizlik, karamsarlık, manevî çöküntü anlamlarında kullanılır. Nitekim Hicr suresinin 97. ayetindeki "Ve hiç kuşkusuz, gerçekte onların söyledikleri sebebiyle gönlünün daraldığını biliyoruz" ifadesi de peygamberimizin çektiği böyle bir manevî sıkıntıyı dile getirmektedir.
"شرح الصّدر Şerh-ı sadr" deyimi, Kur'an'da dört yerde daha geçmektedir:
* Ve sonra, Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslâm için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü öyle sıkar ki, o, göğe yükseliyormuş gibi olur. İşte böyle, Allah, pisliği [zarar, azap veren şeyleri] iman etmeyenlerin üzerine bırakır/atar. [En’am/125]
* Peki, Allah kimin göğsünü İslâm'a açarsa, o zaman o, Rabbinden bir ışık üzerinde olmaz mı? Öyleyse Allah'ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler. [Zümer/22]
* Her kim imanından sonra küfreder; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeder, –kalbi iman ile yatışmış hâlde iken, baskıyla zorlanan hariç olmak üzere– ve de küfre; inanmamaya göğsünü açarsa, artık kendilerinin üzerine Allah'tan bir gazap vardır. Bunlar için büyük bir azap da vardır. [Nahl/106]
* Mûsâ: "Rabbim! Seni tüm noksanlıklardan çok arındırmamız ve Seni çok çok anmamız için göğsümü aç, işimi bana kolaylaştır. Dilimden de düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Ve ehlimden; kardeşim Hârûn'u benim için bir vezir kıl, o'nunla arkamı kuvvetlendir. İşimde o'nu bana ortak et. Şüphe yok ki Sen bizi görüp duruyorsun" dedi. [Ta Ha/25-35]
Görüldüğü gibi, bu deyim ayetlerin hepsinde "ferahlık, rahatlık, metanet" gibi anlamlarda kullanılmış, ima ile de olsa kesinlikle kalp ameliyatı anlamında kullanılmamıştır.
Meallerin çoğu ayeti "Biz senin göğsünü açmadık mı?" şeklinde çevirmişler ve ayette geçen "لك leke [senin için]" sözcüğünü ihmal etmişlerdir. Oysa çeviride bu sözcüğün de kullanılarak ayetin "Biz senin için, senin göğsünü açıp genişletmedik mi?" şeklinde çevrilmesi gerekmektedir. Buradaki "لك leke [senin için]" sözcüğü, peygamberimize yapılan özel bir iltifatı simgelemesi açısından bir incelik içermektedir. Bu incelik, Allah’ın peygamberimizin yüreğini, Ta Ha suresinin 25. ayetinde belirtildiği üzere, Musa peygamberin yakardığı gibi yakarmasına gerek kalmadan ferahlatmasıdır. Bu ferahlatmanın peygamberimize yapılan bir iltifat olduğu "لك leke [senin için]" sözcüğü kullanılmak suretiyle vurgulanmıştır.
Beli büken ağır yük
Yukarıda bahsettiğimiz "شرح الصّدر şerh-ı sadr" deyimi için ameliyat senaryoları yazanlar, neyse ki bu ayette geçen "sırtındaki yük" ve "belini bükme" deyimleri için peygamberimizin ağır yükler altında kemikleri çatırdayan bir hamal olduğu yolunda hikâyeler uydurmamışlardır. Fakat tefsirciler "sırta ağır gelen yük"ün ne olduğu hakkında aşağıdaki gibi değişik yorumlar yapmışlardır:
- Bu yük, büyük günah anlamındadır. Peygamberimizin de geçmişinde günahları vardı.
- Bu yük ümmetinin günahlarıdır ki, ümmetine şefaat yetkisi alarak bu yükten kurtulmuştur.
- Bu yük, gittiği bir düğünde seyrettiği kötü şeylerin günahıydı. Ama Allah onu orada uyuttu ve daha çok günaha girmesini engelledi.
- Bu yük Cebrail korkusuydu, ona alıştırıldı.
- Bu yük toplumun tepkisiydi, dayanıklı kılınarak alıştırıldı.
- Bu yük tam hidayet üzerinde olmadığı peygamberlik hayatından önceki tüm hayatı idi.
- Ebu Talib ve Hadice ölünce ağır yük altına girmiş oldu.
Biz, bu ağır yükün peygamber olmanın getirdiği ağır sorumluluk olduğu görüşündeyiz. Nitekim "Doğrusu Biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız" anlamındaki Müzzemmil suresinin 5. ayeti hatırlandığında, peygamberimize tevdi edilen ağır sözden peygamberlik görevinin ağır bir görev olduğu kolayca anlaşılır.
Gerçekten de bu görev çok ağırdı ve tek başına altından kalkılması zordu. Peygamberimiz aldığı görev gereği hem tebliğine devam edecek, hem de Kalem suresinin 48. ayetindeki "Öyleyse Rabbinin kararına karşı sabret, balık arkadaşı gibi olma" ve Müddessir suresinin 7. ayetindeki "Ve yalnız Rabbin için sabret" talimatlarına uyarak tepkiler karşısında asla geri çekilmeyecek, karşılaştığı zorluklarla, azgınlıklarla, karanlıklarla tek başına mücadele edecekti. Peygamberimize "صبر sabr" sözcüğü ile verilmiş olan mücadele görevi, bundan sonraki Asr suresinde görüleceği gibi tüm Müslümanlara da verilmiştir.
Peygamberimizin görevi gerçekten çok ağırdı ama ayette bu yükün hafifletildiğinden bahsedilmektedir. Bu ifadeden anlaşılmaktadır ki, ilk tebliğden itibaren peygamberimizin tebliğine uyanlar çoğalmaya başlamış, bu yeni müminler ortaya koydukları maddî-manevî destekleriyle peygamberimizin yükünü kısmen de olsa hafifletmişlerdir.
Rasülüllah’ın şanının kendisi için yüceltilmesi
Bu ayet hakkında da birçok yakıştırma yapılmış ve "zikrin yüceltilmesi"nden maksadın, peygamberimizin adının "Arş-ı a'lâ"ya yazılması olduğu söylenmiş ve buna bağlı olarak peygamberimizin adı kelime-i şehadette ve tahiyyatta Allah ile beraber anılmaya, ezanlarda, hutbelerde, vaazlarda, kitaplarda "Hamdele" ve "Salvele" ile yer almaya başlamıştır. Ancak peygamberimize verilen bu sıfat ve rütbelerin hepsi de ona insanlar tarafından verilmiş sıfat ve rütbelerdir. Oysa ayette bizzat Rabbimiz tarafından verilen rütbelerden bahsedilmektedir. Şu halde Allah'ın peygamberimize verdiği rütbelerin ve terfilerin neler olduğunu öğrenmek, dolayısıyla "zikrin yüceltilmesi"nin ne olduğunu anlamak için sadece Kur'an'a bakmak gerekmektedir.
Kur'an'a bakıldığında görülmektedir ki, Alak ve İsra surelerinin 1. ayetlerinde sıradan bir kul olarak zikredilen peygamberimiz;
- Fetih suresinin 29 ve Ahzab suresinin 40. ayetlerinde "رسول اللّه Allah'ın elçisi",
- A'râf suresinin 157. ayetinde "النّبىّ الامّى Nebiyy-i Ümmî [Anakentli peygamber]",
- Enfal suresinin 64, 65, 70; Ahzab suresinin 1, 28, 45, 50, 59; Mümtehıne suresinin 12; Talâk ve Tahrim surelerinin de 1. ayetlerinde "النّبىّ Nebiyy [peygamber]",
- Ahzab suresinin 40. ayetinde de "خاتم النّبىّ Hatemu’n-Nebiyyîn [Peygamberlerin mührü, sonuncusu, zirvesi]" rütbeleriyle zikredilerek terfi ettirilmiştir.
"ذكر Zikr" sözcüğünün ilk anlamı hatırlama ve hatırlatma, ikinci anlamı ise hatırlatan şey demektir. Bu anlamıyla zikr, kişiyi hatırlatan namı, şanı, rütbesi demektir. Sözcük mecazen de itibar, onur manasına gelir. Buna göre ayetin anlamı "Senin namını, şanını, rütbeni, itibarını, onurunu seni memnun etmek için yüceltmedik mi? Sen sıradan bir kul iken sana 'Allah'ın elçisi', 'peygamber', 'Hatemu’n-Nebiyyîn' rütbelerini vermedik mi? Böylece seni toplumda yüksek rütbeli, yüksek itibarlı, çok onurlu bir duruma getirmedik mi?" olmaktadır.
Birinci ayette geçen "لك leke [senin için]" sözcüğü bu ayette de kullanılarak "zikrin yüceltilmesi" yolu ile yine peygamberimize özgü bir iltifat yapıldığı vurgulanmıştır.
4. ayetin geçmiş zaman kipiyle ifade edilmiş olması, yine tahakkuk-u vukûuna [gerçekleşmesinin kesinliğine] binaendir. Zira ayet indiğinde yukarıda anılan rütbeler henüz peygamberimize verilmemişti.