Her iki ayetin de kabul etmeme anlamındaki " لا hayır" sözüyle başlaması, daha önceki bir konunun bu surede de devam ettiğini göstermektedir. Devam eden bu konu, dünya ve mahşer aşamalarına dikkatlerin çekildiği Kariah suresindeki kıyamet konusudur. Anlaşılan o ki, Kariah suresinin ardından tartışmalar çıkmış, kıyamet hakkında bir takım itirazlar ileri sürülmüş, Rabbimiz de bu sureye önce bu itirazları reddederek başlamıştır. İtirazlar şiddetle reddedildikten sonra da kıyamet 37-40. ayetlerle kanıt gösterilerek ispat edilmiştir.
Ayetlerin başında bulunan ve Türkçeye çevrilirken "hayır" sözcüğü ile ifade ettiğimiz " لا la" edatları hakkında geçmişte birçok farklı görüş ileri sürülmüştür. Klâsik kaynaklarda mevcut olan bu farklı görüşlere yer vermeden, sadece bu cümle yapısı ve anlamı üzerinde durmayı uygun görüyoruz.
kıyamet gününe kanıt gösteriyorum!
Bizim görüşümüze göre, bir sözcük bir dilden başka bir dile çevrilirken mutlaka çevrildiği dildeki aynı anlamı veren karşılığı ile çevrilmeli, kesinlikle orijinal hâlinde bırakılmamalıdır. Çevirilerde meydana gelebilecek yanılmaları önlemek için ise sözcük ve kavramların ne anlamlara geldiğinin her iki dilde de iyi bilinmesi gerekmektedir. Fakat maalesef uygulamada bu kurallara yeterince hassasiyet gösterilmemekte ve sonuçta ortaya fahiş hatalar çıkmaktadır. Konu dinimiz olduğunda ise bu fahiş hatalar telâfisi neredeyse imkânsız tahribatlara yol açmaktadır.
Bu ayetlerdeki "kasem [yemin]" sözcükleri de, işaret edilen hataların yapıldığı sözcükler arasındadır.
Bu ayetler, daha önce gördüğümüz "قسم kasem [yemin]" cümlelerinden farklı olup bilinen türdeki "kasem [yemin]" cümlelerinden değildirler. Burada sözcüğün "Kasem ediyorum [kanıt gösteriyorum]" şeklindeki anlamı kast edilmiştir.
Alak suresinden bu sureye kadar karşımıza çıkan kasemlerin hepsinde hem kasem cümlesinin kasem bölümü, hem de kasem cümlesinin cevap bölümü yer almış idi. Meselâ hatırlanacak olursa;
"Kaleme ve onların yazıp durduklarına yemin olsun ki,"
"Geceye yemin olsun ki"
"Fecre yemin olsun ki,"
"Kuşluk vaktine yemin olsun ki,"
"Asra yemin olsun ki,"
"Soluk soluğa koşanlara yemin olsun ki,"
"Güneşe yemin olsun ki,"
"Burçlar sahibi semaya yemin olsun ki,"
şeklindeki ifadeler ile üzerine yemin edilen nesneler veya olaylar, kasemin cevap bölümündeki teze kanıt olmakta ve ortaya konan iddiayı güçlendirmekte idi. Çünkü kasem cümlesinin kuralı bunu gerektirmektedir. Zaten kasemin [yeminin] amacı da ileri sürülen tezin kuvvetlendirilmesidir. [Kasem cümlesi hakkında daha ayrıntılı bilgi Kalem suresinin tahlilinde verilmiştir].
Ancak; konumuz olan ayetlerde "و vav", "ب be", "ت ta" gibi kasem edatlarından herhangi biri kullanılmamıştır. Ayrıca surede kaseme cevap olan herhangi bir ayet de bulunmamaktadır. Yani "kıyamet gününe ve çok kınayan nefse kasem ederim ki" veya "kıyamet gününü ve çok kınayan nefsi kanıt gösteririm ki" ifadesi ile kıyamet gününün ve çok kınayan nefsin kanıt gösterildiği herhangi bir tez ortaya konmamıştır. Tam aksine, birçok olay ve manzara anlatılmış, anlatılan bu olay ve manzaralar kıyamet gününe ve dolayısıyla akılsız insanların o gün duyacağı pişmanlığa kanıt gösterilmiştir. Kısacası bu iki ayet, bir kasem cümlesinin kasem [yemin] bölümü değildir. Bu durumda, ayetlerin "kıyamet gününe ve çok kınayan nefse kasem olsun ki" veya "kıyamet gününü ve çok kınayan nefsi kanıt gösteririm ki" şeklinde çevrilmeleri yanlıştır. Zaten kıyamet gününün kıyameti inkâr eden kişilere kanıt gösterilmesi de mantıklı değildir.
Kasem cümlesi ile ileri sürülen tezin muhataplarca ciddiye alınması, gösterilen kanıtların somut, gözle görülür, elle tutulur cinsten olmasıyla mümkündür. Çünkü insanlar bizzat içinde yaşadıkları olayları ve gerçekliğin üç boyutlu halini algılayabilirler; kanıtlarını da dünyadaki somut olaylardan ve nesnelerden sağlarlar. Surede verilen haberler ise inançsızlar, cennet, cehennem gibi kıyamet ve ahirete ait haberlerdir, yani inançsızların inanmadıkları şeylerdir.
İnançsız insanlara zaten inanmadıkları haberlerin kanıt gösterilmesi ve bunlara inanmalarının beklenmesi anlamsızdır. Bu nedenle, konumuz olan iki ayette kıyamet günü ve inançsızların o gün duyacakları pişmanlık üzerine yemin edilmiş olması düşünülemez. Bu tarz haberlere ancak inançlılar "Haber-i Rasül" denilen yolla inanırlar. İnananlar bilirler ki, mucizelerle desteklenmiş, peygamberliği sabit olan kişiler, bu haberleri Allah’tan vahy yoluyla almakta ve insanlara aynen iletmektedir. Kaynağı Allah olan bu haberlere hiç kuşku duymadan ancak müminler inanır. Kelâm ilminde "İstidlâlî Bilgi" adı verilen bu kabul [inanç], ancak inananlar için söz konusudur. İnançsızlardan, inanmadıkları bir peygamberin verdiği ve hayatta iken göremeyecekleri türden haberlere inanmalarını beklemek mantıksızdır. İşte bu nedenle onlara Rabbimizin Kur’an’ın başka surelerindeki kasemleri gibi, inkârı mümkün olmayacak somut kanıtlar göstermek gerekmektedir.
Açıkladığımız nedenlerle 1 ve 2. ayetlerin anlamı:
Hayır, kıyamet gününe kanıt gösteriyorum!
Hayır, o çok kınayan nefse de kanıt gösteriyorum!
şeklinde olmalıdır. Kıyamet gününe 31-40. ayetlerdeki ifadeler, Nefs-i Levvameh’e de 7-36. ayetlerdeki ifadeler kanıt gösterilmiştir.
Not: Ayetlerdeki "لا اقسم lâ, uksimu" terkibi, buradan başka Tekvir, Beled ve Vakıa surelerinde de yer almıştır. Ancak o surelerde "la, uksimu" ifadesi "kasem ederim ki" anlamına gelmektedir. Çünkü o surelerdeki cümleler, kasem cümlesinin gerektirdiği dilbilgisi kurallarına tam olarak uymaktadır ve kasem edilen [kanıt gösterilen] şeyler somut şeylerdir. Ayrıca kasemin cevapları olan cümleler de yine dilbilgisi kurallarına uygun olarak aynı pasajda yer almıştır.
Nefs-i Levvameh [Çok Kınayan Benlik]
Şems suresinin tahlilinde anlamını "can, canlı, canlı insan" olarak verdiğimiz "النّفس nefs" sözcüğü, kendine özgü davranış özellikleri olan her tür canlı veya benlik, kişilik kazanmış kimse olarak anlamlandırılabilir.
"لوم Levm [kınamak]" sözcüğünün mübalâğa [abartı] kalıbı olan "لوّامة levvameh" sözcüğü ise "çok kınayan" anlamındadır. Bu iki sözcükten oluşmuş "النّفس الّوّامة nefs-i levvameh" ifadesi de "çok kınayan benlik, çok kınayan kimse" anlamına gelen bir sıfat tamlamasıdır.
Müteaddi [geçişli] bir fiil olan "kınamak" fiilinin, ayetteki bu tamlamada mef’ulü [tümleci] bulunmamaktadır. Yani ayette nefsin [kişinin benliğinin] kimi ve neyi çok kınadığı açıklanmamıştır. Ancak ayetin bulunduğu pasaj ve bu pasajın konusu dikkate alındığında, "çok ayıplayan" bu "kimse"nin kıyamet gününün her iki aşamasında da imansızlığı sebebiyle içine düşmüş olduğu durumdan memnun olmayan ve geçmişteki hayatı için kendisini kınayıp duran çok pişman biri olduğu, dolayısıyla ayıpladığı kişinin de kendisi olduğu anlaşılmaktadır.
Yüce Rabbimiz, ahirette hissedilecek o çok acı pişmanlık anlarını akıllı insanların akledip gerçeği bulmaları için âdeta bir tiyatro sahnesi gibi canlandırmıştır:
27Ve onların, ateşin üzerinde durduruldukları zaman, "Ah, ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık!" deyiverdiklerini bir görsen!
28Aksine, işin aslı daha önce gizleyip durdukları açığa çıktı. Geri çevrilselerdi yine yasaklandıkları şeye kesinlikle dönmüşlerdi. Evet onlar gerçekten yalancıdırlar.
29Ve onlar, "Şu bizim iğreti dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur, biz diriltilecek de değiliz" demişlerdi.
30Ve Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman onları bir görsen! Rableri: "Bu, bir gerçek değil miymiş?" der. Onlar: "Rabbimize yemin ederiz ki gerçektir" derler. Rableri: "Öyleyse küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olmanız nedeniyle azabı tadın!" der.
31Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar, kesinlikle kayba/zarara uğrayıp acı çekmişlerdir. Kıyâmet anı ansızın gelince, onlar, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak diyecekler ki: "Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!" –Dikkat edin yüklenip durdukları/günahları ne kötüdür!– [En’âm/27-31]
53De ki: "Ey nefislerine karşı sınırı aşmış olan kullar! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah, günahları tümden bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
54Ve size azap gelmeden önce Rabbinize yönelin ve O'na teslim olun. Sonra yardım edilmezsiniz.
55-58Ve ansızın azap gelmeden,
kişinin, "Allah'ın yanında, yaptığım ölçüsüzlüklerden dolayı yazık bana! Doğrusu ben alay edenlerdendim" demesinden
yahut "Allah, bana doğru yolu gösterseydi, her hâlde ben Allah'ın koruması altına girmiş kimselerden olurdum" demesinden
veya azabı gördüğü zaman, "Bana bir geri dönüş olsaydı da ben de o iyilik-güzellik üretenlerden olsaydım" demesinden önce Rabbinizden size indirilenin en güzelini izleyin."
59Tam tersi, sana âyetlerim geldi de sen onları hemen yalanladın, büyüklük tasladın ve kâfirlerden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerden oldun. [Zümer/53-59]
25-29Ve kitabı solundan verilen kimseye gelince; işte o: "Keşke kitabım bana verilmeseydi, hesabımın ne olduğunu da bilmeseydim. Ne olurdu o iş bitmiş olsaydı. Malım bana hiç yarar sağlamadı. Gücüm/otoritem de benden yok olup gitti" der. [Hakkah/25-29]
39Ve sen onları, kendileri bilgisizlik, duyarsızlık içindeyken ve inanmıyorlarken emrin yerine getirileceği o büyük pişmanlık günüyle uyar! [Meryem/39]
38-40İndirilmiş âyetler ve vahiy, tanık olarak saf saf dikildikleri gün, Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. Ve o izin verilen, doğruyu söyler: "İşte bu, hak gündür. Artık dileyen Rabbine bir sığınak edinir. Şüphesiz Biz sizi yakın bir azap ile uyardık." O gün, kişi iki gücünün/mal ve çevresinin ne takdim ettiğine bakar/yaptıklarıyla yüz yüze gelir ve kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişi: "Ah ne olaydı, ben bir toprak olsaydım" der. [Nebe/38- 40]
21-23Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Yer üst üste sarsıntılarla dümdüz edildiği zaman, Rabbinin hesaba çektiği, gönderdiği vahiyler tanık olarak saf saf dizildiği zaman, o gün cehennem de getirilmiştir; o insanın, o gün aklı başına gelecektir, artık aklının başına gelmesinin kendisine ne yararı var ki!
24Der ki: "Keşke ben bu âhiret hayatım için hazırlık yapmış olsaydım!" [Fecr/21- 24]
64-66Kesinlikle Allah, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseleri dışlayıp gözden çıkarmış ve içinde sonsuz olarak kalmaları için, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada, bir koruyucu yakın ve yardımcı bulamazlar. Yüzleri ateş içinde evrilip çevrildiği gün, "Ah keşke Allah'a itaat etseydik, elçiye itaat etseydik!" diyecekler. [Ahzab/64-66]
26İşte o gün gerçek hükümranlık, Rahmân'a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'a] özgüdür. Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler için ise o, pek çetin bir gün olmuştur.
27-29Ve o gün, şirk koşmak sûretiyle yanlış; kendi zararına iş yapan o kimse ellerini ısırarak; "Eyvah, keşke elçi ile beraber bir yol tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı iz bırakan bir önder edinmeseydim. Hiç şüphesiz bana geldikten sonra, beni Öğüt'ten/Kitap'tan o saptırdı. Ve şeytan, insan için bir rezil edenmiş!" der.
30Elçi de: "Ey Rabbim! Hiç şüphesiz benim toplumum şu Kur’ân'ı mehcur/terk edilmiş bir şey edindiler" dedi. [Furkan/26-30]
Pişman olan ve kendini kınayan nefsin bu surede anlatılan durumu ise 24-30. ayetlerde görülecektir.
Yukarıdaki ayetlerde anlatılan mutsuzların durumlarına karşılık bir de Allah’ı tanımış, O’nun zikri ile kalpleri tatmin olmuş kimseler vardır ki, Rabbimiz bu kimselere "mutmain nefs [tatmin olmuş kişi]" diye hitap etmektedir:
27-30Ey zihnindeki tüm soru işaretlerini gidererek rahata kavuşmuş kişi! Dön Rabbine, sen Rabbinden O da senden hoşnut olarak! Hemen gir kullarımın içine! Ve gir cennetime! [Fecr/27-30]
"النّفس اللّوّامة Nefs-i levvameh" ifadesi, tasavvuf ve tarikatçılar tarafından çarpıtılmıştır. Bu zümreler kendi dinî anlayışlarında bu ifadeye karşılık olmak üzere bir takım hayalî kavram ve makamlar icat etmişlerdir.
Müslüman düşünürler ise "nefs" konusunda, bugünkü psikolojide "id", "ego" ve "süper ego" tanımlarıyla uyumlu olan birçok açıklama yapmışlardır. Meselâ, Ana Britannica, filozof olarak nitelediği Muhammed İkbal hakkında şunları yazmıştır:
"İkbal, tasavvufun benliği yadsıyan klâsik dinginciliğine, kişinin ancak tefekkür yoluyla yetkinleşip iç huzura kavuşacağı görüşüne şiddetle karşı çıkarak bir benlik kuramı ortaya attı." [Ana britanica; cilt: 16, s:275]
Yrd. Doç. Dr. Hayati Aydın da bu konu ile ilgili olarak "Akademik Araştırmalar Dergisi"nin 18. sayısında yayımlanan makalesinde şu tespit ve görüşlere yer vermiştir:
"İslâm âlimleri de Kur’an’ın bu ayetleri ışığında "Nefs-i Emmare"yi "Bedenin doğasına meyleden, lezzet ve duygusal şehvetleri [istekleri] emreden, kalbi alçak şeylere doğru çeken, kötülüklerin, kınanan ahlâk ve fiillerin kaynağıdır" şeklinde tanımlamaktadır. [[Cürcanî, et-Ta’rifat, s: 243; et-Tehanevî, Keşşafu Istılahati’l-Fünun, 1998 II. 222; Ebu Hizam, Mu’cemu Mustalahati’s Sofiye, s: 174]]
... İslâm âlimleri de "nefs-i levvame"yi "İnsanı gaflet uykusundan uyandırabilecek derecede kalbin nuruyla aydınlanan ve kendisini ıslah etmekle uğraşan bir nefistir. Bu nefis daima tetikte olup ilâhî olanla nefsin doğası arasında gidip gelir. Her ne vakit doğası gereği ondan bir gaflet meydana gelse, hemen ilâhî bir uyarı alır ve nefsi kınamaya başlar, bu durumdan Allah’a tövbe ederek döner" şeklinde tanımlamışlardır. [Cürcanî, et-Ta’rifat, s: 243; Ebu Hizam, Mu’cemu Mustalahati’s Sofiye, s: 178] ... Mutasavvıflar bu aşamadaki nefsi "kalbin nuruyla tamamen aydınlanan ve bu sayede de kötü ahlâktan arınan, iyi ahlâkla bezenen ve kendisini tamamen ilâhî nurun ve ilhamın mekânı olan kalbe döndüren, Allah’la huzur bulan nefsin bir aşaması" olarak görürler. [Cürcanî, et-Ta’rifat, s: 243; et-Tehanevî, Keşşaf-u Istılahati’l Fünun, 1998 II. 222; Ebu Hizam, Mu’cemu Mustalahati’s Sofiye, s: 174]
... Bilim adamları insanın ruhsal dünyasını ifade eden bu benliği id, ego ve süper ego olarak üç yapıya ayırırlar. Kur’an ise "ben"e karşılık gelen "nefs"i; "nefs-i emmare", "nefs-i levvame" ve "nefs-i mutmaine" şeklinde bir taksime tâbi tutmaktadır. Ancak Kur’an, soyut/nötr hâlindeki nefsi bilimsel verilerden daha geniş tuttuğundan, İslâm felsefecileri nötr hâlindeki bu nefsi "nefs-i şehvanî [istek duyan nefs]", "nefs-i derrake [algılayan nefs]" ve "nefs-i natıka [düşünen, muhakeme eden nefs]" olarak ayırıma tâbi tutmuşlardır.
Kur’an’ın mücerret nefis olarak dile getirdiği ruhsal yapı, yaklaşık olarak psikologların "ego" dedikleri yapıya; Kur’an’ın "nefs-i emmare" dediği yapı psikologların "id" dedikleri yapıya; "nefs-i levvame" de kısmen "süper ego"ya karşılıktır.
Ayetlerin başında bulunan ve Türkçeye çevrilirken "hayır" sözcüğü ile ifade ettiğimiz " لا la" edatları hakkında geçmişte birçok farklı görüş ileri sürülmüştür. Klâsik kaynaklarda mevcut olan bu farklı görüşlere yer vermeden, sadece bu cümle yapısı ve anlamı üzerinde durmayı uygun görüyoruz.
kıyamet gününe kanıt gösteriyorum!
Bizim görüşümüze göre, bir sözcük bir dilden başka bir dile çevrilirken mutlaka çevrildiği dildeki aynı anlamı veren karşılığı ile çevrilmeli, kesinlikle orijinal hâlinde bırakılmamalıdır. Çevirilerde meydana gelebilecek yanılmaları önlemek için ise sözcük ve kavramların ne anlamlara geldiğinin her iki dilde de iyi bilinmesi gerekmektedir. Fakat maalesef uygulamada bu kurallara yeterince hassasiyet gösterilmemekte ve sonuçta ortaya fahiş hatalar çıkmaktadır. Konu dinimiz olduğunda ise bu fahiş hatalar telâfisi neredeyse imkânsız tahribatlara yol açmaktadır.
Bu ayetlerdeki "kasem [yemin]" sözcükleri de, işaret edilen hataların yapıldığı sözcükler arasındadır.
Bu ayetler, daha önce gördüğümüz "قسم kasem [yemin]" cümlelerinden farklı olup bilinen türdeki "kasem [yemin]" cümlelerinden değildirler. Burada sözcüğün "Kasem ediyorum [kanıt gösteriyorum]" şeklindeki anlamı kast edilmiştir.
Alak suresinden bu sureye kadar karşımıza çıkan kasemlerin hepsinde hem kasem cümlesinin kasem bölümü, hem de kasem cümlesinin cevap bölümü yer almış idi. Meselâ hatırlanacak olursa;
"Kaleme ve onların yazıp durduklarına yemin olsun ki,"
"Geceye yemin olsun ki"
"Fecre yemin olsun ki,"
"Kuşluk vaktine yemin olsun ki,"
"Asra yemin olsun ki,"
"Soluk soluğa koşanlara yemin olsun ki,"
"Güneşe yemin olsun ki,"
"Burçlar sahibi semaya yemin olsun ki,"
şeklindeki ifadeler ile üzerine yemin edilen nesneler veya olaylar, kasemin cevap bölümündeki teze kanıt olmakta ve ortaya konan iddiayı güçlendirmekte idi. Çünkü kasem cümlesinin kuralı bunu gerektirmektedir. Zaten kasemin [yeminin] amacı da ileri sürülen tezin kuvvetlendirilmesidir. [Kasem cümlesi hakkında daha ayrıntılı bilgi Kalem suresinin tahlilinde verilmiştir].
Ancak; konumuz olan ayetlerde "و vav", "ب be", "ت ta" gibi kasem edatlarından herhangi biri kullanılmamıştır. Ayrıca surede kaseme cevap olan herhangi bir ayet de bulunmamaktadır. Yani "kıyamet gününe ve çok kınayan nefse kasem ederim ki" veya "kıyamet gününü ve çok kınayan nefsi kanıt gösteririm ki" ifadesi ile kıyamet gününün ve çok kınayan nefsin kanıt gösterildiği herhangi bir tez ortaya konmamıştır. Tam aksine, birçok olay ve manzara anlatılmış, anlatılan bu olay ve manzaralar kıyamet gününe ve dolayısıyla akılsız insanların o gün duyacağı pişmanlığa kanıt gösterilmiştir. Kısacası bu iki ayet, bir kasem cümlesinin kasem [yemin] bölümü değildir. Bu durumda, ayetlerin "kıyamet gününe ve çok kınayan nefse kasem olsun ki" veya "kıyamet gününü ve çok kınayan nefsi kanıt gösteririm ki" şeklinde çevrilmeleri yanlıştır. Zaten kıyamet gününün kıyameti inkâr eden kişilere kanıt gösterilmesi de mantıklı değildir.
Kasem cümlesi ile ileri sürülen tezin muhataplarca ciddiye alınması, gösterilen kanıtların somut, gözle görülür, elle tutulur cinsten olmasıyla mümkündür. Çünkü insanlar bizzat içinde yaşadıkları olayları ve gerçekliğin üç boyutlu halini algılayabilirler; kanıtlarını da dünyadaki somut olaylardan ve nesnelerden sağlarlar. Surede verilen haberler ise inançsızlar, cennet, cehennem gibi kıyamet ve ahirete ait haberlerdir, yani inançsızların inanmadıkları şeylerdir.
İnançsız insanlara zaten inanmadıkları haberlerin kanıt gösterilmesi ve bunlara inanmalarının beklenmesi anlamsızdır. Bu nedenle, konumuz olan iki ayette kıyamet günü ve inançsızların o gün duyacakları pişmanlık üzerine yemin edilmiş olması düşünülemez. Bu tarz haberlere ancak inançlılar "Haber-i Rasül" denilen yolla inanırlar. İnananlar bilirler ki, mucizelerle desteklenmiş, peygamberliği sabit olan kişiler, bu haberleri Allah’tan vahy yoluyla almakta ve insanlara aynen iletmektedir. Kaynağı Allah olan bu haberlere hiç kuşku duymadan ancak müminler inanır. Kelâm ilminde "İstidlâlî Bilgi" adı verilen bu kabul [inanç], ancak inananlar için söz konusudur. İnançsızlardan, inanmadıkları bir peygamberin verdiği ve hayatta iken göremeyecekleri türden haberlere inanmalarını beklemek mantıksızdır. İşte bu nedenle onlara Rabbimizin Kur’an’ın başka surelerindeki kasemleri gibi, inkârı mümkün olmayacak somut kanıtlar göstermek gerekmektedir.
Açıkladığımız nedenlerle 1 ve 2. ayetlerin anlamı:
Hayır, kıyamet gününe kanıt gösteriyorum!
Hayır, o çok kınayan nefse de kanıt gösteriyorum!
şeklinde olmalıdır. Kıyamet gününe 31-40. ayetlerdeki ifadeler, Nefs-i Levvameh’e de 7-36. ayetlerdeki ifadeler kanıt gösterilmiştir.
Not: Ayetlerdeki "لا اقسم lâ, uksimu" terkibi, buradan başka Tekvir, Beled ve Vakıa surelerinde de yer almıştır. Ancak o surelerde "la, uksimu" ifadesi "kasem ederim ki" anlamına gelmektedir. Çünkü o surelerdeki cümleler, kasem cümlesinin gerektirdiği dilbilgisi kurallarına tam olarak uymaktadır ve kasem edilen [kanıt gösterilen] şeyler somut şeylerdir. Ayrıca kasemin cevapları olan cümleler de yine dilbilgisi kurallarına uygun olarak aynı pasajda yer almıştır.
Nefs-i Levvameh [Çok Kınayan Benlik]
Şems suresinin tahlilinde anlamını "can, canlı, canlı insan" olarak verdiğimiz "النّفس nefs" sözcüğü, kendine özgü davranış özellikleri olan her tür canlı veya benlik, kişilik kazanmış kimse olarak anlamlandırılabilir.
"لوم Levm [kınamak]" sözcüğünün mübalâğa [abartı] kalıbı olan "لوّامة levvameh" sözcüğü ise "çok kınayan" anlamındadır. Bu iki sözcükten oluşmuş "النّفس الّوّامة nefs-i levvameh" ifadesi de "çok kınayan benlik, çok kınayan kimse" anlamına gelen bir sıfat tamlamasıdır.
Müteaddi [geçişli] bir fiil olan "kınamak" fiilinin, ayetteki bu tamlamada mef’ulü [tümleci] bulunmamaktadır. Yani ayette nefsin [kişinin benliğinin] kimi ve neyi çok kınadığı açıklanmamıştır. Ancak ayetin bulunduğu pasaj ve bu pasajın konusu dikkate alındığında, "çok ayıplayan" bu "kimse"nin kıyamet gününün her iki aşamasında da imansızlığı sebebiyle içine düşmüş olduğu durumdan memnun olmayan ve geçmişteki hayatı için kendisini kınayıp duran çok pişman biri olduğu, dolayısıyla ayıpladığı kişinin de kendisi olduğu anlaşılmaktadır.
Yüce Rabbimiz, ahirette hissedilecek o çok acı pişmanlık anlarını akıllı insanların akledip gerçeği bulmaları için âdeta bir tiyatro sahnesi gibi canlandırmıştır:
27Ve onların, ateşin üzerinde durduruldukları zaman, "Ah, ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık!" deyiverdiklerini bir görsen!
28Aksine, işin aslı daha önce gizleyip durdukları açığa çıktı. Geri çevrilselerdi yine yasaklandıkları şeye kesinlikle dönmüşlerdi. Evet onlar gerçekten yalancıdırlar.
29Ve onlar, "Şu bizim iğreti dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur, biz diriltilecek de değiliz" demişlerdi.
30Ve Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman onları bir görsen! Rableri: "Bu, bir gerçek değil miymiş?" der. Onlar: "Rabbimize yemin ederiz ki gerçektir" derler. Rableri: "Öyleyse küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olmanız nedeniyle azabı tadın!" der.
31Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar, kesinlikle kayba/zarara uğrayıp acı çekmişlerdir. Kıyâmet anı ansızın gelince, onlar, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak diyecekler ki: "Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!" –Dikkat edin yüklenip durdukları/günahları ne kötüdür!– [En’âm/27-31]
53De ki: "Ey nefislerine karşı sınırı aşmış olan kullar! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah, günahları tümden bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
54Ve size azap gelmeden önce Rabbinize yönelin ve O'na teslim olun. Sonra yardım edilmezsiniz.
55-58Ve ansızın azap gelmeden,
kişinin, "Allah'ın yanında, yaptığım ölçüsüzlüklerden dolayı yazık bana! Doğrusu ben alay edenlerdendim" demesinden
yahut "Allah, bana doğru yolu gösterseydi, her hâlde ben Allah'ın koruması altına girmiş kimselerden olurdum" demesinden
veya azabı gördüğü zaman, "Bana bir geri dönüş olsaydı da ben de o iyilik-güzellik üretenlerden olsaydım" demesinden önce Rabbinizden size indirilenin en güzelini izleyin."
59Tam tersi, sana âyetlerim geldi de sen onları hemen yalanladın, büyüklük tasladın ve kâfirlerden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerden oldun. [Zümer/53-59]
25-29Ve kitabı solundan verilen kimseye gelince; işte o: "Keşke kitabım bana verilmeseydi, hesabımın ne olduğunu da bilmeseydim. Ne olurdu o iş bitmiş olsaydı. Malım bana hiç yarar sağlamadı. Gücüm/otoritem de benden yok olup gitti" der. [Hakkah/25-29]
39Ve sen onları, kendileri bilgisizlik, duyarsızlık içindeyken ve inanmıyorlarken emrin yerine getirileceği o büyük pişmanlık günüyle uyar! [Meryem/39]
38-40İndirilmiş âyetler ve vahiy, tanık olarak saf saf dikildikleri gün, Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. Ve o izin verilen, doğruyu söyler: "İşte bu, hak gündür. Artık dileyen Rabbine bir sığınak edinir. Şüphesiz Biz sizi yakın bir azap ile uyardık." O gün, kişi iki gücünün/mal ve çevresinin ne takdim ettiğine bakar/yaptıklarıyla yüz yüze gelir ve kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişi: "Ah ne olaydı, ben bir toprak olsaydım" der. [Nebe/38- 40]
21-23Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Yer üst üste sarsıntılarla dümdüz edildiği zaman, Rabbinin hesaba çektiği, gönderdiği vahiyler tanık olarak saf saf dizildiği zaman, o gün cehennem de getirilmiştir; o insanın, o gün aklı başına gelecektir, artık aklının başına gelmesinin kendisine ne yararı var ki!
24Der ki: "Keşke ben bu âhiret hayatım için hazırlık yapmış olsaydım!" [Fecr/21- 24]
64-66Kesinlikle Allah, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseleri dışlayıp gözden çıkarmış ve içinde sonsuz olarak kalmaları için, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada, bir koruyucu yakın ve yardımcı bulamazlar. Yüzleri ateş içinde evrilip çevrildiği gün, "Ah keşke Allah'a itaat etseydik, elçiye itaat etseydik!" diyecekler. [Ahzab/64-66]
26İşte o gün gerçek hükümranlık, Rahmân'a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'a] özgüdür. Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler için ise o, pek çetin bir gün olmuştur.
27-29Ve o gün, şirk koşmak sûretiyle yanlış; kendi zararına iş yapan o kimse ellerini ısırarak; "Eyvah, keşke elçi ile beraber bir yol tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı iz bırakan bir önder edinmeseydim. Hiç şüphesiz bana geldikten sonra, beni Öğüt'ten/Kitap'tan o saptırdı. Ve şeytan, insan için bir rezil edenmiş!" der.
30Elçi de: "Ey Rabbim! Hiç şüphesiz benim toplumum şu Kur’ân'ı mehcur/terk edilmiş bir şey edindiler" dedi. [Furkan/26-30]
Pişman olan ve kendini kınayan nefsin bu surede anlatılan durumu ise 24-30. ayetlerde görülecektir.
Yukarıdaki ayetlerde anlatılan mutsuzların durumlarına karşılık bir de Allah’ı tanımış, O’nun zikri ile kalpleri tatmin olmuş kimseler vardır ki, Rabbimiz bu kimselere "mutmain nefs [tatmin olmuş kişi]" diye hitap etmektedir:
27-30Ey zihnindeki tüm soru işaretlerini gidererek rahata kavuşmuş kişi! Dön Rabbine, sen Rabbinden O da senden hoşnut olarak! Hemen gir kullarımın içine! Ve gir cennetime! [Fecr/27-30]
"النّفس اللّوّامة Nefs-i levvameh" ifadesi, tasavvuf ve tarikatçılar tarafından çarpıtılmıştır. Bu zümreler kendi dinî anlayışlarında bu ifadeye karşılık olmak üzere bir takım hayalî kavram ve makamlar icat etmişlerdir.
Müslüman düşünürler ise "nefs" konusunda, bugünkü psikolojide "id", "ego" ve "süper ego" tanımlarıyla uyumlu olan birçok açıklama yapmışlardır. Meselâ, Ana Britannica, filozof olarak nitelediği Muhammed İkbal hakkında şunları yazmıştır:
"İkbal, tasavvufun benliği yadsıyan klâsik dinginciliğine, kişinin ancak tefekkür yoluyla yetkinleşip iç huzura kavuşacağı görüşüne şiddetle karşı çıkarak bir benlik kuramı ortaya attı." [Ana britanica; cilt: 16, s:275]
Yrd. Doç. Dr. Hayati Aydın da bu konu ile ilgili olarak "Akademik Araştırmalar Dergisi"nin 18. sayısında yayımlanan makalesinde şu tespit ve görüşlere yer vermiştir:
"İslâm âlimleri de Kur’an’ın bu ayetleri ışığında "Nefs-i Emmare"yi "Bedenin doğasına meyleden, lezzet ve duygusal şehvetleri [istekleri] emreden, kalbi alçak şeylere doğru çeken, kötülüklerin, kınanan ahlâk ve fiillerin kaynağıdır" şeklinde tanımlamaktadır. [[Cürcanî, et-Ta’rifat, s: 243; et-Tehanevî, Keşşafu Istılahati’l-Fünun, 1998 II. 222; Ebu Hizam, Mu’cemu Mustalahati’s Sofiye, s: 174]]
... İslâm âlimleri de "nefs-i levvame"yi "İnsanı gaflet uykusundan uyandırabilecek derecede kalbin nuruyla aydınlanan ve kendisini ıslah etmekle uğraşan bir nefistir. Bu nefis daima tetikte olup ilâhî olanla nefsin doğası arasında gidip gelir. Her ne vakit doğası gereği ondan bir gaflet meydana gelse, hemen ilâhî bir uyarı alır ve nefsi kınamaya başlar, bu durumdan Allah’a tövbe ederek döner" şeklinde tanımlamışlardır. [Cürcanî, et-Ta’rifat, s: 243; Ebu Hizam, Mu’cemu Mustalahati’s Sofiye, s: 178] ... Mutasavvıflar bu aşamadaki nefsi "kalbin nuruyla tamamen aydınlanan ve bu sayede de kötü ahlâktan arınan, iyi ahlâkla bezenen ve kendisini tamamen ilâhî nurun ve ilhamın mekânı olan kalbe döndüren, Allah’la huzur bulan nefsin bir aşaması" olarak görürler. [Cürcanî, et-Ta’rifat, s: 243; et-Tehanevî, Keşşaf-u Istılahati’l Fünun, 1998 II. 222; Ebu Hizam, Mu’cemu Mustalahati’s Sofiye, s: 174]
... Bilim adamları insanın ruhsal dünyasını ifade eden bu benliği id, ego ve süper ego olarak üç yapıya ayırırlar. Kur’an ise "ben"e karşılık gelen "nefs"i; "nefs-i emmare", "nefs-i levvame" ve "nefs-i mutmaine" şeklinde bir taksime tâbi tutmaktadır. Ancak Kur’an, soyut/nötr hâlindeki nefsi bilimsel verilerden daha geniş tuttuğundan, İslâm felsefecileri nötr hâlindeki bu nefsi "nefs-i şehvanî [istek duyan nefs]", "nefs-i derrake [algılayan nefs]" ve "nefs-i natıka [düşünen, muhakeme eden nefs]" olarak ayırıma tâbi tutmuşlardır.
Kur’an’ın mücerret nefis olarak dile getirdiği ruhsal yapı, yaklaşık olarak psikologların "ego" dedikleri yapıya; Kur’an’ın "nefs-i emmare" dediği yapı psikologların "id" dedikleri yapıya; "nefs-i levvame" de kısmen "süper ego"ya karşılıktır.